|
Elmalı Tefsiri
1-2."And
olsun
gönderilenlere". Buradaki "vav" yemin içindir. Bu yeminin cevabı
"herhalde size vaad olunun kesinlikle olacak" âyetidir.
Burada da Saffât
ve Zâriyat sûrelerinde olduğu gibi bir takım kuvvetlere yemin
olunmuştur. Mürselât (gönderilenler), asıfat (büküp devirenler),
naşirat (yayanlar), farikat (ayıranlar) ve mülkıyat (bırakanlar).
Burada kendilerine yemin edilenler bu sıfatlarla nitelenen şeylerdir.
Kendileri zikredilmeyerek sıfatları zikredildiği için bunların ne
olduğunu tayinde ihtilaf edilmiştir. Hepsinin aynı şey olması veya
kısım kısım farklı cinste şeyler olması ihtimali vardır. Melekler,
rüzgarlar, Kur'ân âyetleri, peygamberlerin gönderilişleri, insanların
kalplerine gelen teşvik edici haller. Bunlardan en açık olanı hepsinin
ruhanî kuvvetler olmak üzere melekler olması ve hepsinin Allah
tarafından gönderilmiş demek olan "mürselat" ünvanına dahil
bulunmasıdır. Ancak bunlar, yaptıkları işler göz önüne alınarak
kısımlara, sınıflara ayrılabilir. Asıl maksat da bunların kendilerini
anlatmak değil, âlemdeki değişimleri ifade eden fiillerini anlatmaktır.
Başında "fâ" harfi ile zikredilenlerde fiileri arasında bir sıralama
bulunduğuna, "vav" ile zikredilende ise bir sıralama gerekli olmadığına
dikkat çekilmektedir. Mesela "büküp devirme", asıfat kelimesinin
başında "fâ" bulunduğu için "gönderilme" den sonra yapılan bir iştir.
Fakat "yayma" işinin "büküp devirme" işinden sonra yapılmış olması
gerekmez. Yayma işi, büküp devirme ile beraber de yapılabilir, ayrı da
yapılabilir. Aynı sınıfın işi olabileceği gibi, ayrı bir sınıfın işi de
olabilir. Fakat başlarında "fâ" bulunduğu için ayırmak yaymadan, öğüt
bırakmak da hepsinden sonra yapılacak demek olur.ü
"Birbiri
ardınca." Bu kelime hâl veya sebep bildiren bir mef'ul (tümleç)dür. Hâl
olduğuna göre mânâsı, at yelesi demek olan "urf" kelimesinden müsteâr
olarak "peşpeşe," "ardarda" mânâsına gelir. İhsan etmek veya tanınmak
mânâsına gelen urf'ten ise; urf için, yani "tanınması gereken bir
iyilik yapılmak, dinin öngördüğü iyi bir iş meydana getirilmek için"
demek olur. Bunda dilimizdeki "örfi idare=sıkı yönetim" deyimini
andıran bir mânâ vardır.
3-4.
Yaymak,
dağıtmak mânâsına, yahut nüşür, yani ölüleri diriltmek, harekete
getirmek mânâsınadır.
5. Zikir;
din
kitabı, öğüt, yani vaaz ve nasihat, ibret, hatırdan çıkarılmayacak anıt
mânâlarına geldiğine göre "zikir bırakanlar", herşeyden evvel
peygamberlere vahiy getiren melekler demek olursa da genellikle
insanlara öğüt telkin eden, ibret ve hatıra bırakan ilham meleklerini,
olayları, kuvvetleri kapsayabilir. ü
"Keşşaf"ta bu
beş âyet "vav" harfi göz önüne alınmak suretiyle iki kısma ayrılarak
şöyle mânâlandırılmıştır: Yüce Allah bir akım meleklerine yemin
etmiştir. Allah bunlarla emirlerini göndermiş, onlar da emri hemen
yerine getirmek için rüzgarlar gibi, yolları üzerinde önlerine geleni
süratle büküp devirerek geçmişlerdir. Yüce Allah başka birtakım
meleklerine de yemin etmiştir ki, bunlar da vahyi indirirken havada
kanatlarını açmışlardır, yahut yeryüzünde şeriatleri yaymışlardır,
yahut inkâr ve cehaletle ölü olan nefisleri diriltmek, can vermek için
vahy getirmişler, hak ile batılı ayırmışlar, peygamberlere zikir
bırakmışlardır.
6-10.
"Gerek
özür için, gerek uyarı için".
ÖZR, mazur
kılmak, yani kabahati silmek mânâsınadır.
NÜZÜR de,
uyarmak, korkutmak, sakındırmak mânâsına mastardır. Bu iki kelime daha
önce geçen "zikir"den bedel veya mef'ûl (tümleç)dürler. Yani hakkı
kabul edenlere özr için, batılı kabul edenlere korkutmak için zikri
bırakanlar demek olur. Mazeret mânâsına "azîr"in, veya korkutmak
mânâsına "nezir" 'in, yahut mazereti kabul eden ve korkutan mânâlarına
"azir" ve "nezir" in çoğulu da olabilir ki, üçüncüsünde hâl olurlar,
yani durum bildirirler. Yine "Keşşâf"ta şöyle denilmiştir: Yahut yüce
Allah azap rüzgarlarına yemin etmiştir. Onları göndermiştir de, bunlar
büküp büküp devirmişlerdir. Rahmet rüzgarlarına da yemin etmiştir.
Bunlar da ölü araziye hayat yaymışlardır da Allah'a şükredenlerle inkâr
edip nankörlük edenleri ayırmışlardır. "Elbette kendilerine bol bir su
verirdik ki bu hususta onları imtihan edelim."(Cinn, 72/16, 17) gibi de
bir zikir, bir uyanma telkin etmişlerdir. Ya Allah'ın nimetini görüp
şükretmek üzere tevbe edip mağfiret dilemek suretiyle Allah'tan özür
dileyeceklere özür için veya bu nimeti tabiat veriyor deyip Allah'a
şükürden gaflet edenleri korkutmak için. Bu durumda zikre sebep
olduklarından dolayı "mülkıyatı zikir" yani "zikir bırakanlar, zikir
telkin edenler" sayılmışlardır demek olur.
Bundan başka bu
mânâlar Kur'ân âyetleri veya peygamberlerin gönderilişleri ve insan
oğlunun kalbine gelen düşünceler ve teşvik edici haller hakkında da
düşünülmüştür.
Bununla beraber
bu âyetlerde yalnız sıfatlar zikredilmiş olduğu için, bu sıfatları
taşıyanların kimler olduğunu belirlemeye kalkışmayarak ve bu
açıklamalar birer misal gibi sayılarak, bu yalnız devirmek, yaymak,
ayırmak, zikir telkin etmek denebilen fiilleri yapmak üzere iyilik
yapmak için veya ard arda gönderilen kuvvetler diye anlamak en sağlıklı
ve en kapsamlı mânâ olur ki bunun da "melekler" mânâsına geleceği
açıktır.
11-12.
"Elçiler". Bu elçilerin peygamberler olduğu açıktır. Bu kelime asıl
itibariyle "tevkît" kökünden türetilmiş olup aslı dir. Yani
"peygamberlerin bekleye durdukları ve ümmetlerine karşı şehadet
edecekleri vakit ve vaad edilen güne erdirildikleri zaman, ki bu
kıyamet günüdür."
13-14.
Bütün
bunlar "hak ile batılı ayırma gününe, hüküm gününe" ertelenmiştir.
15-20. "O
gün
yalanlayanların vay haline!". Bu âyet, bu sûrenin her bir bölümünün
sonunde tekrarlanan âyetidir. Bu tekrarda, gönderilenlerin sıra sıra,
ard arda geliş manzaralarına da bir işaret vardır.
VEYL, "leyl"
vezninde, aslında kötülüğün inmesi mânâsına olup bazan bir belanın
ortaya çıkması zamanında dehşet ve kötülüğü ifade etmek için
dilimizdeki "vay, yazık" kelimeleri gibi kaygılı olma ve dehşete düşme
makamında kullanılır. Bu mânâca, "vay haline!" yahut "yazık, yazık"
demek gibi olur ki, biz bunları acıma mânâsında da esef etme mânâsında
da kullanırız. Bir de veyl, uçuruma yuvarlanmak gibi kötü bir durum,
helak olma ve zarar etme mânâsına azab kelimesi, çok üzüntü duyma veya
beddua olarak kullanılır. "Veyl ona", helak oldu, veya helak olsun"
demektir.
Veyl, cehennemde
bir vadinin veya kapının da ismidir. Veyl deresi, veyl kapısı gibi.
Bu âyette o
günkü korkunç durumun şiddetini açıklayarak korkutma ifade ettiği için
biz bunu meâlde, "vay haline!" diye terceme etmekle yetindik. "Veyl, o
gün o yalanlayanlara" denilse lâfız itibariyle daha uygun olursa da
dilimiz itibariyle "vay haline!" demek kolay geldi. Oysa maksat, o feci
durumun şiddetini anlatmaktır.
"Mükezzibin"
kelimesinin her âyette tekrarlanmadan önce geçen konunun ifade ettiği
mânâya göre düşünülmesi gerekir. Mesela birinci geçtiği yerde hüküm
gününü, ikincide suçlulara yapılacak azabı, üçüncüde Allah'ın ilmini ve
gücünü, dördüncüde insanoğlunun muhtaç ve sınırlı bir güce sahip
olduğunu, ilâhî kudretin her şeyi kapladığını ve Allah'ın nimetini
inkâr mânâları ile ilgilidir.
21. Sağlam
oturaklı karargah, yani dölyatağı.
22-24.
Yüce
Allah tarafından bilinen bir kadere, yani takdir edilmiş bir vakte
kadar ki bu vakit, doğum vaktidir.
25-26.
"Toplanma
yeri."
KİFÂT, eklemek
ve toplamak mânâsına gelen kökünden türetilmiş olup kale gibi,
birbirine katılıp sıkışarak toplanılacak yer, dernek yeri ve Ebu
Ubeyde'nin sözüne göre "kap" demektir. Biz buna meâlde "tokat" dedik.
Bu tokat, "sille" mânâsına tokat zannedilmesin. Sürüden sapıp da
ekinlere, bağ ve bahçelere dalan kaçak hayvanların bekçiler tarafından
tutulup hapsedildikleri yere de Anadolu Türkçesi'nde tokat denir.
Nitekim Tokat ilinin ismi de bunu andırır. Buna Rumeli'nin bazı
yörelerinde "kapı" denildiğini de duydum. "Tutuklama evi" mânâsına
"kapı altı" tabiri de Anadolu'da yaygın idi.
27-28.
Yukarıda
"dölyatağında", burada "toplanma yeri" âyetleri, insanların gerek
doğmadan evvel gerek doğduktan sonra, her döneminde vatana ihtiyaçları
olduğuna ve bu şekilde gerek hayat ve gerek ölümlerinde ilâhî kudret
ile kuşatılmış ve her zaman ilâhî gücün pençesi ile tutulmuş
bulunduklarına dikkat çekmekte, bunun yanında "Yeryüzünde yüksek dağlar
oturttuk ve size tatlı su içirdik" âyeti de her taraflarından Allah'ın
nimetleriyle beslenmekte olduklarını hatırlatmaktadır.
REVASİ, "ağır
basan oturaklı dağlar" demektir.
29.
ŞAMİHAT,
başını kaldırmış, yüksek, şişkin, yüce mânâsınadır. "Haydi, gidin o
yalanladığınız şeye", yani o yalanlayanlara hüküm günü böyle denecek.
"Dünyada o nimetler içinde tutuklanıp hapsedildiğiniz yeryüzünden
boşanın da orada iken yalan diye varlığını inkâr edegeldiğiniz azabı
boylayın, def olun" diye azarlanacaklar. O yeryüzü onlardan
boşaltılacak, yok saydıkları azaba sevk olunacaklardır ki bu, genelde
bütün kâfirlere yapılmış bir hitaptır. Mutlak yalanlamanın cezasıdır.
Batıl inançların cezası olmak üzere özellikle bir kısmına da şöyle
denecek:
30.
Haydin,
burada boşanın, üç çatallı bir gölgeye gidin, Yani Allah'ın birliğini
tanıyan, onun tek olduğuna inanan müminlere özgü koyu gölgede, Arş'ın
gölgesinde nimet içinde yaşamaya ve gölgelenmeye sizin hakkınız yoktur.
Siz Allah'a inanmıyordunuz. Onun bir ortağı olduğunu; baba, oğul ve
mukaddes ruh gibi üç parçadan oluştuğunu zannediyordunuz. Şimdi onun
bir olduğuna inanan müminler Arş'ın gölgesinde, o koyu gölgede
gölgelenirlerken siz inandığınız üç çatallı gölgeye sığınınız. Ata'dan
rivayet edildiğine göre bu üç çatallı gölge, cehennem dumanın gölgesi
diye yorumlanmış, birçok tefsirci bu hitabı da öncekinin bir izahı gibi
kabul ederek bunu takip etmişler ve şöyle demişlerdir: Cehennem dumanı
üç ayrı yerden yükselecek, kâfirler onu ateşten korur zannederek
koşacaklar ve onu en kötü bir halde bulacaklardır. Bu duruma göre bu
âyette geçen "zıll", yani gölge, "yalanlamakta olduğunuz şey"in bir
açıklaması demek olur. Fakat Ebu Hayyan'ın naklettiğine göre, İbnü
Abbas şöyle demiştir: Bu hitap haça tapanlara söylenecektir. Müminler
Allah sayesinde Arş'ın gölgesinde korunacak, haça tapanlara da,
"taptığınız haçın gölgesine gidin" denecek. Zira haçın üç çatalı
vardır. ŞU'AB, bir cisimden ayrılan çatallardır." Yani haçın bir kolu,
gövdesi demek olduğundan çatalları üçtür.
Demek ki, "Üç
çatallı bir gölge", hıristiyanlığın teslis inancının, Allah'ı
oluşturduğuna inandıkları üç unsurun bir simgesidir. Haç, onu temsil
eder. Hıristiyanlık bunu ve Ahireti yalanlamıyor fakat en büyük
kurtuluşu bu haçtan bekleyerek buna inanıyor. Bu nedenle Ahirette, o
hüküm günü müslümanlar inanmış oldukları o saf bir Allah inancı
gölgesinde gölgelenirlerken, "Allah hem birdir, hem üçtür" diye üç
unsur ile teslis (üçlemey)e inananlara: "Haydin gidin, o "üç çatallı
teslis gölgesine" denecek. Fakat öyle bir üç çatallı gölge neye yarar?
Gölgelendirir mi? Azaptan korumak için bir faydası olabilir mi?
31. Bunu
"üç
çatallı" tabirinden de anlaşılacağı gibi beyan için buyruluyor ki: O,
ne gölgelendirir, ne de alevden korur. Zira çatallıdır, çatallarının
arasından alevler saldırır. Bu nedenle o bir şeye yaramaz, ona
sığınmaya gelmez.
32. Çünkü
O,
alev saçan ateş veya o çatallar, kuşkusuz öyle kıvılcımlar atar ki köşk
gibi. Dilimizde köşk diye tanınan kasr, burada "yüksek yapılmış büyük
bina" diye tefsir edilmiştir ki, maksat büyüklükte bir benzetme
olduğundan "saray gibi" demek olur. Yani herbiri irilik ve uzanışta
saray gibi, köşk gibi.
33. Sanki
o
kıvılcım sarı sarı erkek deve sürüleri gibi.
Önceki benzetme
irilik itibariyle, bu da renk, çokluk ve hareket itibariyledir. İbil
deve; nâka dişi deve; cemel erkek deve; cimale cemel'in çoğulu olarak
erkek develer demektir. Bilindiği gibi erkek deve daha iri ve daha
kuvvetlidir. Bizim Anadolu'da erkek deveye cemel yerinde hopa tabir
edilir. İrilik ve kuvvetlilik benzetmelerinde de "hopa gibi" denilir.
Biz de meâlde "sarı sarı hopalar gibi" demekle bu mânâları anlatmak
istedik. İşte o cehennem ateşi, alevi o çatallardan böyle hem her biri
saray gibi büyük, hem de hopa sürüleri gibi çok, sarı sarı kıvılcımlar
atacaktır. Düşünmeli ki, kıvılcımları böyle olan alevler ne kadar
salgın olacaktır. Artık böyle bir üç çatallı gölgeye sığınmanın ne
felaket olduğunu anlamalı.
34-40. Vay
haline, o gün yalanlayanların! Yani gerek o ateşe ve gerek o üç çatallı
gölgenin o ateşten korumayıp böyle bir felaket olduğuna inanmayıp da
ona sığınanların! "Bugün, konuşamıyacakları gündür..."
Onlardan
korunanlara gelince.
41-50.
Ve'l-Mürselât sûresi de burada sona erdi. Fakat o hüküm günü gerçekten
gelmeden ona inanmayanların arkası alınmış olmıyacağından, bunu Nebe'
sûresi, takip edecektir.
|
|