1. Sana
geldikleri vakit. Buradaki hitap Resulullah'adır. Yani ya Muhammed!
Senin meclisine gelip hazır oldukları vakit o münafıklar dediler.
Münafık, Bakara Sûresi'nin başında izah edildiği gibi dışı müslüman,
içi kâfir olan iki yüzlü ve bir şeye karar veremeyen kimse demektir ki
duruma göre değişiklik gösterir. Her münafık riyakâr fakat her riyakâr
münafık değildir. Çünkü riya imana muhalif olmayarak bazı amellerde de
olabilir. Asıl münafıklık ise, inancın tersine, imandaki riyakârlıktır.
Bununla beraber sırf amelî olan münafıklık da vardır. Bu yönden nifak
ile riya birbirine yakındır. Bir sahih hadiste buyurulmuştur ki:
"Münafığın alâmeti üçtür. Konuştuğu zaman sözüne yalan karıştırır.
Düşmanlık ettiği zaman edebsizlik eder. Bir şey emanet edildiği zaman
hıyanet eder." Tefsirlerin açıklamasına göre burada münafıklardan
maksad, Abdullah b. Übeyy ve yandaşlarıdır. Onlar Resulullah (s.a.v)'ın
yanına geldikleri zaman şöyle dediler: Şahitlik ederiz ki şüphesiz sen
Allah'ın resulüsün. Şahitlik, kesin bir ilim ile yakinen bildiği bir
şeyi Allah'ın huzurunda bulunduğuna inanarak dosdoğru haber vermektir.
Onun için fakihler demişlerdir ki: "Şehadet, yemin mânâsını içeren
hususi bir haberdir. "Her ihbar ve duyuru şehadet yerine geçmez. Ancak
söylediğini bilerek "eşhedü" (şehade ederim) diyen şahide, yemin vermek
de fazla ve tekrardan ibarettir. Bundan anlaşılmaktadır ki ibaresinde
iki cümle ve iki cümleye ait üç te'kid vardır. Birincisi, neşhedü
cümlesinin ifade ettiği yemin, ikincisi , üçüncüsü dır. Peygamber'e
imanı göstermek için "şehadet ederiz ki, şüphesiz sen Allah'ın
resulüsün" yahut "şehadet ederim ki, şüphesiz Muhammed Allah'ın
resulüdür." demek de kâfidir. Cümlede fazla te'kid edatı kullanmak,
muhatabların ziyade inkarı durumunda takviye etmek suretiyle ikna için
olur. İşte münafıklar, Resulullah'ı ikna etmek için sözü üç şekilde
te'kid ederek söylemişlerdir. Fakat bu iknanın hedefi nedir? Bu iki
cümlenin hangisine aittir? Te'kidler ikinci risalet cümlesine yönelik
olduğu için ikna kasdının da ona yönelik olması gerekir. Halbuki
Resulullah'ı inkâr edici konumunda kabul ederek iknaya çalışmak
mânâsızdır ve edebsizliktir. Münafıkların da asıl maksatları bu değil,
kendilerinin buna iman ve şehadetleri davasında Resulullah'ı iknaya
çalışmaktır. Asıl şüpheli gördükleri ve inandırmak istedikleri budur.
Bu cihetle te'kidin hedefi, haberin gereği demek olan iman davasıyla
cümlesinin olması iktiza ederdi. Onlar ise bunu te'kid etmemekle
beraber şehadet ediyoruz diyerek yalan söylüyorlardı. Allah Teâlâ da bu
iki noktayı mükemmel bir şekilde ayırdederek buyuruyor ki, Allah
biliyor ki hakikat, sen O'nun şüphesiz resulüsün. Binaenaleyh sözü
esasen dosdoğru bir hakikattır. Bununla beraber Allah şehadet ediyor ki
doğrusu münafıklar, içi dışına uygun olmayanlar elbette yalancıdırlar.
O hakikate şehadetleri samimi değildir. Mümin olmadıkları halde iman
ettiklerini iddia etseler, doğruya inanmazlar ve hakikati yalan telakki
ederler. Sonra da o yalan saydıkları şeye şehadet ederiz diye yalan
söylerler ve yalan söylediklerini bildikleri halde vicdanlarının aksine
yemin ederler.
Mânâdan da
anlaşılacağı üzere bu âyetten bazıları, yalanın itikada ve vicdana,
bazıları da hem gerçeğe hem itikada muhalefet demek olduğu mânâsını
anlamak istemişlerse de, bunun doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.
Doğrusu, yalanın gerçeğe uygun olmamasıdır. Burada münafıkların yalan
beyanlarında kendi itikad ve vicdanlarına muhalif söz söylemiş
olmaları, sözlerinin sadece itikadlarına muhalefetten kaynaklanmayıp,
iman konusunda gerçeğin yerinin kalb ve vicdandaki itikad olması, ve
şehadet meselesinde de kesin bilgi ve samimiyyetin şart bulunması
hasebiyledir. Yani onlar kendisiyle şehadet edilen sözünde yalancı
değiller, lakin ona gerçekte inanmadıkları halde inanmış gibi yaparak
imanlarını açığa vurma şehadetleri olmadığı halde diye yalan
söylemelerinde ve bu suretle yeminde bulunmalarında yalancıdırlar. Bir
insan inanmadığı bir şeye inanıyorum dediği zaman şüphesiz yalan
söylemiş olur. Bu sözün yalan olması da onun, sırf şahsın itikad ve
vicdanına muhalif olmasından değil, haber verdği şeyin gerçekte onun
vicdanında bulunmamasındandır. Şu halde o şeyin şahsın itikadından
çevrilmesiyle doğru olması, onun itikad etmediği halde itikad ediyorum
demesinde yalancı olmasına mani olmadığı gibi, burada da aynı
şekildedir. İşte münafıkların sözü böyle olduğu için yalanları bir
taraftan haberin faydalı olmasına, bir taraftan da şehadet ve yemin
mânâlarına bağlanmıştır.
2. Bunların
yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor:
Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan
edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse
de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret
sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin
görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve
canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler,
kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp
hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki
fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den
de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena
yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan,
sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men
etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
3. Bunların
yalancılıkları ve yalan söylemelerinin sebebi şu şekilde izah ediliyor:
Onlar yeminlerini bir kalkan, bir siper edindiler. Burada yeminin beyan
edilmesi, aşağıda gelecek olan açık yeminlere nazaran dahi olabilirse
de, şehadetin mânâsı içerisinde de yeminin bulunduğuna bir işaret
sayılabilir. Yani şehadet getirmek ve yemin etmekle dıştan mümin
görünüp onu kendilerine bir siper edinerek dünyada mallarını ve
canlarını korumak istediler. Bu suretle Allah yolundan yüz çevirdiler,
kaçındılar, yan çizdiler, yahut bazı zayıf halkı, gizli gizli şaşırtıp
hak dinden ve Peygamber'e uymaktan men ettiler. Buna göre âyetteki
fiili, yüz çevirmek mânâsına "sudud"dan da, men etmek mânâsına "sad"den
de olabilir. Her iki mânâda da tefsir edilmiştir ki ne fena
yapıyorlardı, yani öyle yeminlerini kalkan yapıp da yalan dolan,
sahtekarlık ve münafıklıkla Allah yolundan yüz çevirmeleri veya men
etmeye kalkışmaları ne fena bir iş, ne kötü bir ahlaksızlıktır.
4. Ve
onları
gördüğün vakit cisimleri tuhafına gider. Dıştan bakınca giyimleri
kuşamları, şıklıkları, irilikleri, güzellikleri ile bedenlerinin süsü
ve manzarası hoşuna gider. İmreneceğin tutar. Ve konuşurlarsa
konuşmalarına kulak verirsin, dillerininin fesahatı, sözlerinin
akıcılığı ve tatlılığı ve konuşma sanatına olan merak ve yatkınlıkları
hasebiyle güzel laf ederler. Konuşmaya başladıkları zaman mecliste
bulunanların dinleyesi gelir. Medine münafıklarının başları olan
Abdullah b. Übeyy, Mugis b. Kays, Cedd b. Kays ve arkadaşları hep böyle
iri vücutlu, yakışıklı, giyim ve kuşamlarına itina gösteren, düzgün
konuşan, dilleri ve dış görünüşleri alımlı kimseler idiler. Ya
Resulallah diye söze başladıkça Hz. Peygamber de sözlerini dinlerdi.
Onlar ise kendilerine söz söylendiği zaman resmî bir tavırla ve dıştan
ağır başlı bir vaziyette dinler gibi sessizce dururlar, ancak
kulaklarına söz girmez, öyle ki sanki onlar dayanmış keresteler
gibidirler. Oturdukları yerde dayanmış ahşap keresteler gibi dışları,
endamları düzgün, hareketsizce kurulur otururlar. Ancak içleri bilgi ve
şuurdan, yetişme ve gelişme kabiliyetinden mahrum, sağlamlık ve
dayanıklılıktan uzak, boş kuru tahtalara ve direklere benzerler. Öyle
ruhsuzdurlar ki, istifade edilmesi lazım gelen sözler kulaklarına
girmez, ondan faydalanmazlar. Öyle cansız ve yüreksizdirler ki her
sayhayı aleyhlerinde zannederler. Her işittikleri kuvvetli bir sesi
mutlaka kendi aleyhlerinde sanır korkarlar. Lehlerinde söyleneni bile
aleyhlerinde telakki ederek ürker kaçmaya çalışırlar. Sertçe bir
öksürükten şüphelenirler, hemen hemen pöh denilse korkacak hale
gelirler. Çünkü içleri kurtlu haindirler. Hainler ise, hıyanetin ucu
yüreklerinde saplı olduğu için "hain korkak olur" meselince her zaman
sırları açığa çıkar endişesiyle korku ve kuşku içinde bulunduklarından,
her şeyden nem kapar ve her sesten ürkerler. Yalan söylemeye de alışkın
olduklarından lehlerinde söyleneni de yalan kabul ederek hep
aleyhlerinde mânâ çıkarırlar. Onlar katıksız Hak düşmanıdırlar onun
için onlardan sakın! Zira düşmanın en tehlikelisi, gülerek sokulup
yürekte patlayandır.
Yaktı nice
canlar o nezaketle tebessüm
Şîrin dahi
kasdetmesi cana gülerektir.
"O nezaketle
gösterilen tebessüm nice canları yaktı. Aslan bile cana gülerek
kasdetmektedir.
Bir de:
Afat-ı
batıniyyedir aslı musibetin.
"Musibetin aslı,
gizli belalardır."
Allah onları
çarpsın, yani onlar böyle duaya müstehaktırlar. Bu cümle şu şekilde de
terceme edilebilir: Allah'ın kılıcına rastgelsinler, yahut Allah
kahredesiler nasıl çevriliyorlar? Haktan batıla nasıl dönüyorlar? Bu
istifham (soru) onların hallerine hayret bakışlarını çekmek içindir.
Yahut nereden sapıyorlar? Nereden dönüyorlar? Hiç Allah'tan kurtulup da
kaçmak mümkün müdür ki, yalan dolanla sıyrılıp kurtulmak istiyorlar.
5. Hem
onlara
denildiği zaman yani hainlikleri meydana çıkıp da kendilerine nasihat
yoluyla gelin Resulullah sizin için istiğfar ediversin günahlarınızın
affına dua ediversin diye söylendiği vakit başlarını çevirdiler, kafa
tuttular. Ve gördün ki onlar kibir taslayarak yüz çevirip yan
çiziyorlardı.
6. Onlar
için
mağfiret dilesen de dilemesen de birdir. Allah onları asla
affetmeyecektir. Çünkü Allah, zalimler topluluğunu doğru yola çıkarmaz.
Bundan önce Tevbe Sûresi'nde "Onlar için ister af dile, ister dileme,
onlar için yetmiş defa af dilesen, yine Allah onları affetmez.."
(Tevbe, 9/80) âyeti nazil olmuştu, Resulullah yetmişten daha fazla af
dilerim dedi. Bunun üzerine de bu âyet indirildi. (Adı geçen âyetin
tefsirine bkz.)
7. Onlardır
ki,
"Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki dağılsınlar."
diyorlar. Buhârî'de rivayet edildiği üzere Zeyd. b. Erkam (r.a)
demiştir ki: "Bir gazada idim Abdullah b. Übeyy'i işittim şöyle
diyordu: "Resulullah'ın yanındakilere nafaka vermeyin ta ki etrafından
dağılsınlar. Onun yanından döndüğümüz zaman da her halde daha aziz
(üstün) olan daha zelil (düşkün) olanı oradan çıkaracaktır." Ben bunu
amcama söyledim. O da Peygamber (s.a.v)'e söylemiş, beni çağırttı, ben
de anlattım. Bunun üzerine Resulullah (s.a.v) Abdullah b. Übeyy ve
arkadaşlarına haber gönderip çağırttı. Onlar böyle bir şey
söylemediklerine yemin ettiler. Resulullah da beni yalanlayıp onları
tasdik etti. Bundan dolayı ben öyle kederlendim ki, (daha önce) asla
öyle bir keder başıma gelmemişti. Gittim evde oturdum. Amcam da bana,
"Kendini Resulullah'a yalanlatacak buğzettirecek kadar ileri gitmekteki
maksadın ne idi?" dedi. Bunun üzerine Allah Teâlâ yi inzal buyurmuş,
Peygamber (s.a.v), adam gönderip beni çağırttı ve (gelen vahyi) okudu
ve bana, 'Allah seni tasdik buyurdu ey Zeyd' dedi." Bundan ve
Tirmizî'nin bu konuda zikrettiği birinci rivayetinden anlaşıldığına
göre bu sûrenin iniş sebebi yukarıda anlatılan hadise olmuştur.
Tirmizî'nin ikinci rivayetinde ise bu olay daha geniş bir biçimde
anlatılmıştır. Şöyle ki: "Yine Zeyd b. Erkam demiştir ki:
"Resulullah'ın beraberinde bir gazada bulunmuştuk. Yanımızda
a'rabilerden bazı insanlar vardı. Biz suya koşardık, a'rabiler bizi
geçer ona daha önce varırlardı. Bir a'rabi arkadaşlarını da geçti.
a'rabi önce vardı mı havuzu doldurur, etrafına taşlar koyar, üzerine
sergi örter sonra da arkadaşları gelene kadar beklerdi. Ensar'dan
birisi, bir a'rabinin yanına vardı, devesinin yularını salıverip
sulamak istedi, ancak o bırakmak istemedi. Ensarî suyun üstündeki
örtüyü çekivermişti. Bunun üzerine a'rabi de değneğini kaldırıp
Ensarînin başına vurdu, başı zedelendi. Ensarî varıp münafıkların reisi
Abdullah b. Übeyy'e haber verdi. Çünkü o, Abdullah'ın arkadaşlarından
idi. Abdullah b. Übeyy öfkelendi. Sonra da, "Resulullah'ın
yanındakilere yiyecek vermeyin ta ki etrafından dağılsınlar." dedi. Bu
sözüyle a'rabileri kasdediyordu. Yemek esnasında onlar Resulullah'ın
yanında hazır bulunuyorlardı. Bu sebeble Abdullah şöyle dedi:
"Muhammed'in yanından dağıldıklarında Muhammed'e yemeği götürün, O
beraberindekilerle yesin." Sonra da arkadaşlarına dedi ki: "Vallahi
Medine'ye dönerseniz her halde daha üstün olanlar daha düşkün olanları
oradan çıkaracaktır." Zeyd demiştir ki:
"Ben
Resulullah'ın arkasındaydım Abdullah b. Übeyy'in dediğin işittim,
amcama haber verdim. O da Resulullah'a söyledi. Resulullah da haber
gönderip Abdullah'ı çağırttı. Abdullah yemin ederek inkâr etti.
Resulullah da onu doğrulayıp beni yalancı çıkardı. Sonra amcam bana
geldi, "Resulullah'ı ve müslümanları darıltmaktan ve kendine yalancı
dedirtmekten başka ne elde ettin?" dedi. Bunun üzerine beni öyle bir
gam ve keder sardı ki böylesi, kimsenin başına gelmemiştir. Derken
Resulullah ile beraber bir seferde yürüdüğüm sırada idi, merakımdan
başımı bükmüş gidiyordum. O esnada Resulullah geldi, kulağımı büktü ve
yüzüme güldü. Dünyada bana bunun yerine ebediliği verseler, bu kadar
sevinmezdim. Sonra Ebu Bekr yanıma geldi ve "Sana Resulullah ne dedi?"
diye bana sordu. Ben de, "Bir şey söylemedi, yalnız kulağımı büktü ve
yüzüme güldü." dedim. "Müjd!e" dedi geçti. Sonra Ömer yanıma geldi, o
da Ebu Bekr gibi aynı şeyi sordu. Vakta ki sabahladık, Resulullah
(s.a.v) Münafıkûn Sûresi'ni okudu." Görülüyor ki bu rivayette (gelen
vahiy) sûre diye ifade edilmiştir. Tirmizî'nin başka bir rivayetinde de
âyetinin nazil olduğu söylenmiştir. Öyle anlaşılıyor ki Zeyd bu olayı
bir çok defa anlatmıştır. Herhalde bundan maksat, sûrenin inişi
olacaktır. Bu hususta diğer hadis kitaplarında ve tefsirlerde daha
teferruatlı bilgiler vardır. İbnü Cerir çeşitli rivayetleri
zikrettikten sonra kısaca şunları nakleder: "Resulullah (s.a.v) haber
almıştı ki Beni Mustalık kendisine karşı Hâris b. Ebi Dırar
kumandasında toplanıyorlar. Resulullah bunu işitince onlara doğru yola
çıktı. Nihayet sahile doğru Kudeyd nahiyesinden Müreysi denilen su
üzerinde onlarla karşılaştı. Çarpıştılar, Allah Teâlâ Beni Müstalık'ı
yenilgiye uğrattı. Onlardan vurulanlar oldu, oğulları, kadınları ve
malları ganimet alındı. Beni Kelb b. Avf b. Âmir b. Leys b. Berk'den
Hişam b. Dabade isimli bir adam da yaralanmıştı. Ensardan Ubade b.
Samit'in takımından bir adam onu düşman zannederek hata sonucu
vurmuştu. Derken insanlardan su almaya gelenler de suyun yanına
gelmişlerdi. Bu sırada Beni Gıfar'dan Hz. Ömer'in atını çeken ücretli
adamı Cehcah b. Said ile Abdullah b. Übeyy'in yeminli adamı Cüheyneli
Sinan su yüzünden tartışıp kavga yapmışlardı. Sinan "Yetişin Ensar!"
Cehcah da "Yetişin Muhacirler!" diye bağırmıştı. Abdullah b. Übeyy de
bunun üzerine öfkelenmişti. Yanında kavminden bazıları vardı. Henüz
genç yaşta bir delikanlı olan Zeyd b. Erkam da onların arasında idi.
Abdullah şöyle demişti: "Bunu yaptılar ha! Beldelerimizde bizden nefret
ettiler, ama çok oldular. Vallahi bizim düşmanlarımız olan "Celabib-i
Kureyş" "Kureyş'in sürgünleri" ile durumumuz tıpkı, "Besle köpeğini
yesin seni." sözünde olduğu gibidir. Amma vallahi Medine'ye dönersek
herhalde üstün olanlar o zelilleri elbette çıkarır." dedi. Sonra da
kavmine dönüp şunları söyledi: "İşte bunu siz kendiniz yaptınız. Onları
memleketinize soktunuz mallarınızı onlarla bölüştünüz. Vallahi şimdi
siz, ellerinizde bulunanı tutup sakınsanız, onlar memleketinizi
terkedip giderler." Zeyd b. Erkam bunu duymuştu, gidip Resulullah'a
haber verdi. O esnada Hz. Peygamber savaşı bitirmişti ve yanında Ömer
b. Hattab vardı, "Ya Resulallah ! Abbad b. Bişr'e emret onu katletsin!"
dedi. Resulullah buyurdu ki: "Nasıl olur ya Ömer! O zaman insanlar,
Muhammed sahabilerini öldürüyor, diye laf ederler. Hayır, ancak söyle
"hareket edeceğimiz" ilan edilsin." Bu öyle bir saatte idi ki o saatte
yola çıkmak Resulullah'ın âdeti değildi. Verilen emir üzerine halk
hareket etti. Abdullah b. Übeyy, Zeyd b. Erkam'ın haber verdiğini
duyunca Resulullah'ın huzuruna vardı, "Billahi öyle bir şey
söylemedim." diye yemin etti. Abdullah'ın, kavmi içinde şerefli bir
yeri vardı. Onların büyüğü sayılırdı. Ensar içinde arkadaşlarından
orada bulunanlar Abdullah'dan çekinerek ve onu müdafaa ederek, "Ya
Resulullah! Çocuk, sözünde zanna kapılmış, Abdullah'ın söylediğini
belleyememiş, uydurmuş olmalıdır." dediler. Resulullah tek başına kalıp
yürüdüğü sırada Üseyd b. Hudayr yanına geldi, Nübüvvetle selam verdi,
"Ya Resulallah! Âdet olmayan bir saatte yola çıktınız, bu saatte hiç
çıkmazdınız." dedi. Resulullah, "Duymadın mı arkadaşınız ne demiş?"
buyurdu. Üseyd, "Hangi arkadaş ya Resulullah!" dedi. Peygamber de
Abdullah b. Übeyy'in ismini verdi ve "Medine'ye dönerse o güçlü zat,
zayıfları oradan çıkaracakmış diye zannetmiş." dedi. Üseyd, "O halde ya
Resulullah! Dilersen onu çıkarırsın, vallahi o zayıf, sen üstünsün."
dedi. Sonra da "Ya Resulallah! Ona aldırma, iyilikle muamele et,
vallahi Allah seni gönderdi, o sırada kavmi ona taç giydirmek için
boncuk diziyorlardı, o seni kendisinden melikliğini almış görüyordu."
dedi. Sonra Resulullah insanlar ile o gün akşama kadar, gece sabaha ve
ertesi günün kuşluk vaktine kadar yürüyüş yaptı. Nihayet güneş eziyet
vermeye başlamıştı. Hz. Peygamber insanlarla orada konaklayıverdi. Halk
yere dokunur dokunmaz uyuya kaldılar. Hz. Peygamber'in böyle yapması
da, hiç kimsenin Abdullah b. Übeyy lafı ile meşgul olmamaları içindi.
Sonra yine insanlarla beraber hareket etti. Hicaz yolunu tuttu. Nihayet
Hicaz'da Bakiin tarafında bir su üzerinde konakladılar ki, o suya Nak
denilmektedir. Sonra oradan hareket buyurduğunda şiddetli bir rüzgar
esmeye başlamış, halk bundan eziyet görmüş ve korkmuşlardı. Resulullah
da onlara, "Korkmayın kâfirlerin büyüklerinden birisi öldü."
buyurmuştu. Medine'ye geldiklerinde, Rifaa b. Zeyd b. Tabut'un o gün
öldüğünü gördüler ki bu, yahudilerin büyüklerinden ve münafıkların
koruyucularındandı. İşte o zaman Abdullah b. Übeyy ve onunla beraber
olup onun gibi hareket eden diğer münafıkların zikredildiği bu sûre
nazil oldu. Bu sûre inince Resulullah Zeyd b. Erkam'ın kulağını tuttu
ve "Allah bunun kulağına vefa verdi." buyurdu. Abdullah b. Übeyy'in
oğlu Abdullah'a, babasının durumu malum oldu. Abdullah b. Abdillah ki
halis mümin idi. Resulullah'ın huzuruna geldi ve "Ya Resulallah! Duydum
ki, Abdullah b. Übeyy'i size ulaşan bir sözünden, dolayı öldürmek
istemişsiniz. Şayet bunu yapacaksan bana emret, ben onun başını sana
getireyim. Vallahi bütün Hazrec kabilesi bilir ki içlerinde babasına
benden daha fazla iyilik düşünen ve hürmet eden yoktur. Korkarım ki
bunu benden başka birisine emredersiniz, o da babamı öldürür, o vakit
benim nefsim de babamın katilini halk içinde gezerken görmeye tahammül
edemez, tutar vururum. Böylece bir mümini bir kâfire bedel olarak
öldürmüş olur ve bu sebeble ateşe girerim." dedi. Resulullah, "Hayır
biz ona yumuşaklıkla muamele ederiz, beraberimizde bulunduğu müddetçe
iyilikle sohbet ederiz." buyurdu. İşte o günden sonra her ne yapsa
kavmi Abdullah b. Übeyy'i kınarlar ve tutarlar, azarlarlar ve tehdid
ederlerdi. O vakit Resulullah bunu işittikçe Hz. Ömer'e "Ya Ömer!
Görüyor musun nasıl oldu, senin dediğin zaman katletseydim onun için
niceleri ağıt yakardı. O gün sana vur desem vururdun değil mi?" dedi.
Hz. Ömer de elbette Resulullah'ın işi, benim işimden çok büyük ve çok
bereketlidir." dedi."
Keşşaf
tefsirinde nakledilir ki: "Abdullah b. Übeyy'in bu şekilde yalanı
ortaya çıkınca kendisine "Senin hakkında şiddetli âyetler nazil oldu,
hemen Resulullah'a git senin için af dileyiversin." denilmişti. Fakat o
başını bükmüş, sonra da "Bana iman etmemi emrettiniz, iman ettim.
Malımın zekatını vermemi emrettiniz, zekat verdim, artık Muhammed'e
secde etmemden başka bir şey kalmadı." demişti. Bunun üzerine âyeti
nazil oldu. Ondan sonra da Abdullah fazla yaşamadı, bir kaç gün içinde
hastalandı ve öldü."
Münafıkların Hz.
Peygamber'e Resulullah demeleri, "Onlar yeminlerini siper edindiler"
âyetince dıştan gösterdikleri şehadeti korumak için bir siperdir.
İnfidad, sökülüp dağılmak demektir. Ensar Hz. Peygamber'e ve
Muhacirler'e yardım ettikleri için münafıklar, bütün Ensar
kendilerinden imiş ve onlar nafaka vermezse Peygamber'in yanındakiler
dağılıverecekmiş gibi farz ederek öyle söylüyorlar ve söylerler.
Halbuki göklerin ve yerin hazineleri Allah'ındır. Bütün rızık
hazineleri O'nundur. Rızk O'na aittir. O dilediğine verir,
dilediğininkini kısar. Onlar yardım etmemekle rızık kesilmiş olmaz.
Allah verecek olunca onlar vermemezlik edemezler. Ve lakin münafıklar
anlamazlar. Cehaletlerinden dolayı ilâhî işleri anlamazlar da öyle
kâfirane sözler söylerler.
8. Diyorlar
ki
vallahi Medine'ye bir dönersek yani gazadan dönersek her halde izzeti,
kuvvet ve haysiyyeti fazla olan oradan pek zayıf ve zebun olan alçağı
mutlaka çıkaracaktır. Münafıklar böyle söylemekle kendilerini izzetli
farzederek Peygamber'e ve müminlere karşı kin püskürüyorlardı. Halbuki
izzet Allah'ın, Resulü'nün ve müminlerindir. Kuvvet, hakiki galibiyyet,
haysiyyet Allah'ın ve O'nun aziz kıldığı kimselerindir ki, onlar da
Allah'ın Resulü ve halis müminlerdir. Münafıkların izzetleri yoktur.
İzzetleri olsaydı, nifaka yalancılığa tenezzül etmezler, dünya hayatı
için sonunda Hakk'ın huzurunda yüzlerini kara çıkartacak olan o
ahlâksızlıkları, alçaklıkları işlemezlerdi. Binaenaleyh ezell, yani
zayıf ve düşkün kendileridir. Velakin münafıklar bilmezler. İzzet
nedir? Zillet nedir? Eazz ve ezell kimdir? Bilmezler de öyle
saçmalarlar. Kibri izzet, izzeti kibir sanırlar.
Bundan dolayı
âlimler demişlerdir ki, izzet kibirden başkadır. Ebu Hafs es-Sühreverdi
bunu şöyle açıklamıştır: "İzzet, kibrin dışında bir şeydir. Çünkü
izzet, insanın kendi nefsinin hakikatini tanıması ve onu acele
kısmetler için hakarete düşürmeyip kerim ve kıymetli tutmasıdır.
Nitekim kibir insanın kendini bilmemesi ve onu kendi mevkiinin üstünde
tutmasıdır. İzzetin zıddı zillet, kibrin zıddı da alçakgönüllülüktür."
Rağıb da izzeti
şöyle tarif etmiştir: "İnsanın mağlub edilmesine mani olan durumdur ki,
Araplar'ın şu sözlerinden alınmıştır: "katı yer" ve "et sertleşti." Şu
halde izzet, sanki ulaşılması zor olan yer, "ızaz" da katı ve sert bir
yerde olmak mânâsınadır. Bazen de kötü görülen inad ve cahiliyyet
taassubu anlamına alınır ki, kâfirlerin iddia ettikleri izzet bu
mânâyadır."(1) Bu âyette yer alan izzetin kuvvet ve galebe mânâsına
tefsiri de yaygındır. Mamafih mağlubiyyete mani olan hal mânâsı da
kasdedilebilir. Çünkü Allah'da Resulü'nde ve müminlerde bu tarz bir
mânâ layıkiyle sabittir. Görülüyor ki bu âyette müminler, yani nifak
izlerinden uzak olan halis müminler izzet şerefiyle üstün
kılınmışlardır. Çünkü halis mümin, fani şeylere karşı zayıf olmaz.
Allah'tan başkasına secde etmez.Bundan dolayı;
dinin emrettiği şeylere uygun harekette bulunan bir kadın pejmürde bir
halde idi, ona denildi ki: "Sen İslâm üzere değil misin? İşte o,
izzettir ki, beraberinde zillet yoktur ve o servettir ki, beraberinde
fakirlik yoktur." Nakledilir ki Hasan b. Ali "Allah Resulü ve onlar
üzerine salat ve selam olsun." Hazretlerine bir adam, "İnsanlar sende
biraz tih, yani kibir olduğunu zannediyorlar" demişti. Hazreti Hasan da
cevaben "O tih değil, izzettir." karşılığını vermiş ve bu âyeti
okumuştu."
Yukarıdaki
âyetlerde bunlar anlatıldıktan sonra müminlere asıl izzet ruhu olan iki
emir telkin edilmek üzere buyuruluyor ki:
9-10. Ey
iman
edenler! Yani o izzet kendisinin olan Allah'a ve Resulü'ne samimiyyetle
iman etmiş olup da Allah yanında müminlere tahsis edilen ilâhî izzete
ermek isteyen müminler! sizleri iğfal edip alıkoymasın, eğlemesin,
oyalamasın. Ne mallarınız ne de evlatlarınız, yani dünya
meşguliyetlerinin en vazgeçilmezi olan mal ve evlat işleri, onların
bakımı, derdi ve zevki bile alıkoymasın. Zira Hadid Sûresi'nde geçtiği
üzere dünya hayatı eğlence, oyun, zinet, övünme, mal ve evlat
çoğaltmaktan ibarettir. Bunların en kaçınılmazı, en ciddisi de mal ve
çoluk çocuk kaygısı ve zevkidir. İşte eğlence ve oyun şöyle dursun, süs
ve övünmenin kaynağı olan mal ve evlat bile sizi oyalayıp da
alıkoymasın. Yani bunlarla hiç meşgul olmayın demek değil, fakat bunlar
sizi, asıl izzetin ruhu olan Allah'ı zikretmekten alıkoymasın. Allah'ı
ve Allah için iş yapmayı unutturmasın. Zikrullah, Allah düşüncesi ve
Allah'ı anma ki, müfessirlerin beyanına göre burada kasdedilen Allah'ı
zikr ve yüceltmek için yapılan namaz gibi ibadetlerle onun meyvesi
olarak Allah sevgisiyle yapılan ibadetlerdir. Gerçek ibadete layık
Allah Teâlâ'yı O'nun isim, sıfat, emir ve nehiylerini, sevab ve azabı
ile izzetinin hükümlerini düşündürüp andıran, rızasına vesile olan farz
ve nafile ibadetlerden, Cuma ve cemaattan, namaz, oruç, zekat, hac,
cihad, Kur'ân okuma, va'z ve nasihat, tehlil (lâilâhe illallah),
tesbih, (sübhânellah) ve tahmid (elhamdülillah) gibi sırf Allah'a
yaklaşmak için yapılan ve daima Allah'ı andırıp Allah için Allah'a
layık güzel işler düşündürmeye alıştıran itaatlardan gaflet ettirmesin.
Ve her kim öyle yaparsa yani mal ve evlat ile uğraşacağım diye Allah
düşüncesinden gaflet ederse işte onlar hüsrana düşenlerdir. Çok zarara
uğramış, dünyayı ahirete tercih etmiş ve sonunda sonsuzluğun izzetinden
mahrum kalmış kimselerdir. Mal ve evlat, dünya ve hayat gider, Allah
yanında onlara zillet ve hüsrandan başka bir şey kalmaz. Çünkü "Mal ve
oğullar dünya hayatınınn süsüdür. Baki kalacak güzel işler ise,
Rabbinin katında sevabça daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır."
(Kehf, 18/46) buyurulmuştur. Onun için Allah'ı unutmayın ve size
verdiğimiz rızıktan infak edin! Burada müminleri izzete erdirmek
hususunda iki özellik gösteriliyor: Birisi Allah'ı zikretmekten gaflet
etmemek, diğeri de infaktır. Bunlardan birincisi Cuma Sûresi'nde ihtar
edilen ruhu te'yid etmek, ikincisi de onun fiilî meyvesini temin etmek
ve kıyamet günü olan yeniden dirilme gününü hazırlamaktır. Bu iki
husus, "Sâd" sûresinde geçtiği üzere Tirmizî ve diğer kaynakların
rivayet ettikleri "Mele-i A'la'nın ihtisamı" (melekler topluluğunun
tartışmaları) hadisindeki keffâret ve derecelerin mânâlarını
hatırlatır. Zira o hadis ile anlatılmıştır ki, en yüksek topluluk olan
meleklerin bütün tartışmaları iki şey üzerinedir. Birisi keffâretler,
diğeri ise derecelerdir. Bilinmektedir ki, keffâret, kusurları örten,
günahların affına vesile olan güzel amellerdir. Dereceler de, Allah
katında makamları yükselten büyük amellerdir. Keffâret şöyle
özetlenmiştir. Ayakların güzel işlere, bir rivayete göre cemaata
gitmesi, namazlardan sonra mescidlerde oturmak ve çirkin hallerden
abdest alıp temizlenmektir. Dereceler de şunlardan ibarettir: Yemek
yedirmek, selamı yaymak ve herkesin uyuduğu bir zamanda namaz
kılmaktır. Bundan sonra Allah Teâlâ, Resulü'ne buyurmuştur ki: "Ya
Muhammed benden dilekte bulun ve şöyle söyle: "Allah'ım! Ben senden
hayırlar yapmayı, yasaklanan şeyleri işlememeyi, fakirleri sevmeyi,
bana mağfiret ve rahmet buyurmanı dilerim. Bir kavmi fitneye düşürmek
istediğin zaman beni düşürmeksizin ruhumu al. Senden sevgini, seni
sevenleri sevmeyi ve senin muhabbetine yaklaştıran ameli sevmeyi
dilerim." Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bu gerçektir, bunu ders
edinin ve belleyin." Buna göre bütün güzel ameller Allah sevgisiyle
yapılan işlerdir. Bunların bir kısmı keffaret bir kısmı da
derecelerdir. Keffaretlerin başında abdeste, namaza ve cemaata devam
ile güzel amellere doğru yürümek, derecelerin başında da yemek
yedirmek, yani infak ederek toplumdaki muhtaçları doyurmak, âlemde
selamı yaymakla güven temin etmek, herkesin uyuduğu ve gaflette
bulunduğu gecede kalkıp namaz kılmak gelir. Allah hem Evvel hem Âhir
olduğu için Allah'ı zikretmenin en önemli unsuru olan namaz da, hem
keffâretlerin başında hem de derecelerin sonunda yer almaktadır. Fakat
insan ne kadar namaz kılarsa kılsın, zekat ve sadaka vermedikçe yani
Allah için infak yapmadıkça izzet görünümünden efendilik derecesine
yükselemez. Onun için "Zekat İslâm'ın köprüsüdür." denilmesinin mânâsı,
derecelere yükselmek için infakın köprü ve geçit mesabesinde olduğunu
anlatmaktır. Mamafih farzların sevabı çok olmakla beraber onlar bir
borç olduğu için Allah'a yaklaşmak en fazla nafilelerle olur. Bundan
dolayı infakta da asıl dereceleri kazandıran, borçlar ödendikten sonra
Allah yolunda verilen nafile sadakalar ve yapılan yardımlardır. Onun
için bu âyetten de anlaşılıyor ki, müminler yalnız mal ve evlatlarıyla
uğraşmamalı, çalışıp kazanıp Allah'ın verdiğinden O'nun yolunda
harcayıp, ölmeden evvel efendilik derecesine yükselmek üzere gayret
etmeli ve Allah'a böyle bir yüzle gitmelidir.
Hakikaten asıl
izzet, yemekte değil, yedirmektedir. Kendileri patlıyasıya yiyip de
Allah için yedirmekten, vergi vermekten kaçınan, yanıbaşındaki
komşusunun, cemaatındaki muhtaçların ihtiyacını düşünmeyen tamahkarlar,
insanlıkla alakası olmayan, gerçek zarara uğrayanlardan başkası
değillerdir. Böylelerinin yüzündendir ki sedler yıkılır, ye'cüc ve
me'cüc yer yüzünü tahrip eder. Dünyada insan topluluklarını en fazla
yoran, boğuşturup çarpıştıran kavgaların kökü de, bu infak meselesidir.
Mele-i esfelin, yani en alçak toplulukların düşmanlık ve mücadeleleri
hep yemek davası üzerinde dönüp dolaşır. Onlar hep başkalarının
kazancından yemek isterler. Güçleri yeterse zor ve zulüm ile yahut
hırsızlıkla almaya çalışırlar, olmazsa dilencilik zilletini âdet
edinirler. Bütün bunlar, ben yiyeyim sen yeme diye kavga ederler.
Yükseklerin ve yüksek toplumların münakaşaları ise yedirmek, infak
etmek ve muhtaç olanların ihtiyaçlarına yetişerek Allah'a kullukta
yükselme yarışı üzerinde cereyan eder. Bu insanlar bir taraftan
çirkinlikleri, ayıpları, günahları örtüp eksiklikleri tamamlamak, diğer
taraftan da ihtiyacı olanlara muhtaç oldukları şeyleri birbirinden daha
iyi daha faydalı bir surette yetiştirmek ve bu şekilde Allah katında
derecelere ermek için birbirleriyle iddialaşır, münakaşa ve müsabaka
ederler. İşte yüksek melekler topluluğunun yarışları da böyle keffâret
ve dereceler konusundadır. Yaratılışta devamlı olarak pisliklerin
temizlenip durması, yaraların iyileşmesi, ihtiyaç ve rızıkların en
küçük canlılar kadar yetiştirilip dağıtılması, meleklerin hepsinin
ilâhî emirleri yerine getirme hususundaki çalışma ve müsabakalarıyla
ilgilidir. Allah Teâlâ İslâm dini ile mümin kullarını da böyle yüksek
şerefe ulaştırmak için bu sûrenin sonunda da Allah'ın zikrinden gaflet
etmeyip infak etmelerini emretmiştir. Şüphe yok ki infak ile emretmek,
ona uygun şartları hazırlamayı da emretmek demektir. Bu maksatla
çalışıp kazanmak, çoluk çocuk endişesiyle çalışmaktan, çok daha yüksek
bir gayrettir. Böyle bir gayret ile vazifeli olan mümin ise çok fazla
zor durumda olmadıkça başkasından isteme zilletine düşmekten elbette
uzaktır. Nitekim öyle çok fazla ihtiyaçlı durumda olan fakir
müslümanlar hakkında "Bilmeyen, utangaçlıklarından dolayı onları zengin
sanır. Sen onların simalarından (yüzlerinden) tanırsın. Yüzsüzlük edip
insanlardan istemezler.." (Bakara, 2/273) buyurulmuştur. Şu halde
nehyedilen, mal kazanmak, mal ve evlat idare ve terbiyesiyle uğraşmak
değil, mal ve evlat endişesiyle Allah'ı unutmak ve Allah için harcamayı
düşünmemektir. Ancak mümin olan kimsenin kazanmış olduğu malı da, sırf
kendinin, kendi bilgi ve kuvvetinin ürünü bilmeyip Allah'ın kendisine
rızık olarak verdiği İlâhî bir bağış şeklinde görmesi ve o suretle
Allah yolunda fedakarlık etmekten çekinmemesi gereğine tenbih için de
"Size verdiğimiz rızıktan infak edin..." buyurulmuştur.
11. Allah
bir
nefsi eceli geldiği vakit de asla geriye bırakmaz, binaenaleyh o zaman
duanın faydası olmaz. Her ne de yaparsanız Allah haberdardır.
Binaenaleyh Allah'ın zikrinden gaflet etmeyip Allah için infak
edenlerin de yaptıklarını bilir ve mükafatlarını verir. Allah'ı unutup
da dünyaya dalanların da yaptıklarını bilir ve cezalarını verir. Bu da
kâr ve zarar günü olan hesab ve aldanma gününde belli olacaktır.
|