|
Elmalı Tefsiri
1.
"Ey iman
edenler! Benim de düşmanım sizin de düşmanınız olan kimseleri dost
edinmeyin." Bu âyetin iniş sebebi Hatib b. Ebi Belte'a'nın bir mektubu
olmuştur. Bu konuda tefsir ve hadis kitablarında zikredilen
rivayetlerin özeti şöyledir: Resulullah (s.a.v) Mekke fethine hazırlık
yaptığı sırada halk arasında bunun Hayber (yahut Huneyn) için bir
hazırlık olduğu haberi yayılmış, fakat Hz. Peygamber sahabilerden
bazılarına maksadının Mekke olduğunu gizlice söylemişti. Hatib b. Ebi
Belte'a da bunlardandı. Abdulmuttalib oğullarından birinin azadlısı
olan Sare adındaki bir kadın Mekke'den Medine'ye Hz. Peygamber'in
yanına gelmişti. Resulullah ona, "Müslüman olarak mı geldin?" dedi.
Kadın, "Hayır." diye cevap verdi. Sonra ona, "Muhacir olarak mı
geldin?" dedi. Kadın buna da "Hayır." diye mukabelede bulundu. Bunun
üzerine Hz. Peygamber, "O halde niçin geldin?" dedi. Kadın, "Sahib,
efendi ve aşiret sizsiniz. Benim efendilerim gittiler ben de şiddetli
yoksulluğa düştüm." dedi. Kadını dinledikten sonra Resulullah (s.a.v)
ona yardımda bulunmak üzere Abdulmuttalib oğullarını teşvik etti.
Böylece onu giydirdiler, kuşattılar, erzak tedarik ettiler ve yolcu
etmek üzere hazırladılar. Hatib b. Ebi Belte'a da kadının yanına varıp
ona on dinar vermiş, bir aba giydirmiş ve Mekke halkına hitaben yazmış
olduğu gizli bir mektubu da onunla göndermişti. Kadın yola çıktıktan
sonra Cibril gelip durumu Peygamber'e haber verdi." Bunu Buhârî, Müslim
Tirmizî ve diğer kaynaklar çeşitli yollarla Hz. Ali (r.a.)'den şöyle
rivayet etmişlerdir: "Hz. Ali demiştir ki, "Resulullah (s.a.v) benimle
Zübeyr ve Mikdad'ı gönderdi bize "Hemen gidin, ta Ravza-i Hah'a kadar
varın, orada bir zaine (yani hevdec içinde yolcu bir kadın) vardır,
onda bir mektub bulunmaktadır. Çabuk o mektubu alıp bana getirin."
dedi. Hemen çıktık, atlarımızı koşturarak tam Ravza'ya vardık. Bir de
baktık ki, zaine'nin yanındayız. Ona, "Mektubu çıkar." dedik, "Bende
mektub yok." dedi. "Ya mektubu çıkarırsın, yahut elbiselerini
soyunursun." dedik. Bunun üzerine kadın ıkasından, yani saç bağından
(İbnü Cerir ve İbnü Asakir'deki rivayetlerin bazısında hüczesinden,
yani uçkurluğundan diğer bazısında da ön tarafından) çıkardı. Biz de
mektubu alıp Hz. Peygamber (s.a.v)'e getirdik. Bu mektubunda o, "Hatib
b. Ebî Belte'a'dan Mekke Müşrik halkına" diyor ve onlara Hz. Peygamber
(s.a.v)'in bazı işlerini haber veriyordu. Bunun üzerine Peygamber
(s.a.v), "Bu ne ey Hatib?" dedi. O da, "Acele buyurma ey Allah'ın
Resulü! ben Kureyş'e nisbet edilmiş bir kişiyim, kendilerinden değilim.
Beraberinizde olan Muhâcirler'in onlara akrabalıkları vardır.
Mekke'deki ailelerini ve mallarını o sebeple korurlar. Benim ise
içlerinden birine neseb cihetiyle münasebetim olmadığı için yakınlarımı
korumalarına bir vesile olmak üzere, onlara bir iyilik yapmak istedim.
Yoksa bunu ne bir küfür, ne dinimden irtidat, ne de müslüman olduktan
sonra küfre rıza maksadıyla yapmadım." dedi. Resulullah da, "O,
dosdoğru söyledi." buyurdu. Hz. Ömer (r.a) "Ya Resulullah! bana müsaade
buyur boynunu vurayım." dedi. Resulullah da buyurdu ki: "O, Bedir'de
bulundu, ne bilirsin; Allah Teâlâ'nın Bedir ehli hakkında bildiği var
ki, "Onlara dilediğinizi yapın, ben sizi mağfiret ettim." buyurdu.
Bunun üzerine âyeti nazil oldu." Buharî, bu rivayette tabirini
zikretmemiş, ancak bazı rivayetlerde tabirinin hadisten mi, yoksa
ravilerden Amr b. Dinar'ın sözü mü olduğunu "bilmiyorum" diyerek
rivayet etmiş, bu yüzden âyeti nazil oldu." sözünden bir veya bir kaç
âyetin mi, yoksa bütün sûrenin mi kasdedildiğini kestirememiştir. Aynı
şekilde Müslim de bu hadiste yok demiş, fakat bazı rivayetlerde
bulunduğuna da işaret etmiştir. İbnü Cerir, yukarıda anlatılan hadise
üzerine sûrenin baş tarafındaki âyetlerin nazil olduğunu ifade ederek
bir kaç rivayeti nakletmiştir. Bu rivayetler şunlardır:
1- Habib b.
Sabit'ten ,
2- Muhammed b.
Sa'd'den
3- Mücâhid'den
4- Süfyân'dan
5- Muhammed b.
İshak'tan
6- Zühri'den
Daha önce de
geçtiği üzere bu gibi yerlerde tabiri, bir kıssaya kadar birkaç âyeti
içini alabileceğinden, buradaki rivayetlerin tamamı, tabirinin, sûrenin
başındaki bir bölümü, bir kıssayı teşkil eden âyetler mânâsına olduğunu
ifade ettiği için Taberi, "Sûrenin baş tarafındaki âyetler" demiştir.
Mânâ itibariyle bu kıssa, veya veya fâsılalarından herhangi biri
olabilirse de, tamamının e kadar olması daha uygundur. Böylece bundan
sonraki âyetlerin inişine sebeb, başka bir hadisenin olması gerekir.
Nitekim o konudaki rivayetler de nakledilecektir. Fakat Tirmizî mektub
hakkındaki Hz. Ali hadisini rivayet ettikten sonra yerine "bu sûre
nazil oldu" diye açıkça ifade ederek, söz konusu hadiseyi, bütün
sûrenin nüzul sebebi olarak göstermiş ve bu hadis için "hasenun
sahihun" tabirini kullanmıştır. Ebu Hayyân da el-Bahru'l-Muhit'de, "Bu
sûre Medenî'dir ve Hatib b. Ebi Belte'a sebebiyle indirilmiştir."
demekle bunu tercih etmiştir. Müfessirlerin çoğu, mutlak mânâda söz
etmişlerdir. Yani "Söz konusu âyet, Hatib b. Ebi Belte'a hakkında nazil
oldu." deyip hadiseyi nakletmekle yetinmişlerdir ki, nakledilen bu
rivayet, hem bu âyetin hem sûrenin tamamının nüzul sebebi olabilir.
Muhacirlerden ve Bedir ehlinden olan Hâtib'in vâlidesi, oğulları ve
kardeşleri Mekke'de kalmış, mektub sebebiyle korumak istediği de onlar
olmuştu. Mektubun muhtevasını, Alûsî bazı rivayetlere göre şöyle
nakletmiştir: "Yani haberiniz olsun Resulullah (s.a.v) size doğru gece
gibi bir ordu ile yöneldi ki sel gibi akıyor.
Allah'a yemin
ederim ki, yalnız başına da gelse Allah mutlaka onu size karşı galib
kılacaktır. Çünkü ona olan sözünü yerine getirecektir." Görülüyor ki bu
mektubun içeriğinde esas itibariyle yanlış ve imana ters düşen bir şey
yoktur, bilakis kuvvetli ve dosdoğru bir iman delili vardır. Ancak
bunun en büyük sakıncası, gizli tutulması gereken bir sırrı, bir harb
hedefini düşman tarafına gizlice ulaştırmış olmasaydı. Mektubu gizlice
götüren kadın da, Peygamber'den gördüğü lütuf ve yardıma rağmen bir
casusluk yapıyordu. Ancak bu sebeple Resulullah (s.a.v)'ın açık bir
mucizesi göründü ve böylece yolda deve üzerinde hevdec denilen mahfel
içinde giden o kadının yakalanacağı, Ravzai Hah mevkii ile aynen haber
verilerek sahabilerin büyüklerinden koşturulan süvarilerle mektup
çıkartılıp getirtildi ve okundu. Sonra da mektubu yollayan Hatib b. Ebi
Belte'a muhakeme edildi. Maksadını dosdoğru söylediği ve mağfiretle
müjdelenen Bedir ashabından olduğu için affedildi. Ayrıca kendisine
mektub verilen kadının getirilmesi konusunda da ısrar edilmedi. Ancak
Mekke'nin fethinde eman verilmeyip öldürülen üç erkek ile iki kadından
birisi, bazılarına göre bu kadındı.
İşte mümtehane
budur. Bu hadise sebebiyle dir ki, Mümtehane Sûresi nazil olmuş, bu
gibi hallerde müminlerin vazifelerine dair önemli nasihatlar ile dar-ı
harbden hicret ederek gelen kadınlar hakkında bile bir imtihan talimatı
vermiştir.
Binaenaleyh, her
zaman dikkatten uzak tutulmaması gereken bir husus da şudur. Bu
sûrenin, bilhassa kıyamet gününü andıran ve büyük bir imtihan sayılan
harblerde, daha ziyade itina gösterilerek takip ve tatbik olunması,
bütün müminlerin üzerine düşen bir vazifedir. Önce buyurulmuştur ki: Ey
iman edenler! Düşmanımı ve düşmanlarınızı dostlar yerine koymayın.
Dostun zıddı, düşmanlık edici, yani düşman demek olan "adüvv," esasen
feûl vezninde mübalağa sigası olup çoğulu, "a'da" ve "eadi" gelirse de
mastar olarak tekil için de çoğul için de kullanılabilir. Burada
maksad, çoğul mânâsı olmakla beraber, çoğunluğun ferd suretinde
göründüğüne işaret için, kelime tekil olarak getirilmiş ve evliyanın
çoğuluyla da çoğul mânâya tenbih edilmiştir. Adüvv kelimesi esasen
mefulüne muzaf olmuştur. Binaenaleyh bana ve size adavet edici
düşmanları dostlar yerine koymayın demektir. Yoksa nehiy, bilineni
bilme cihetinden olurdu. Allah düşmanı, Allah'a düşmanlık eden, O'nun
dinini, hukukunu tanımayan, Resulü ile yarışa kalkışan ve Mücadele
Sûresi'nde yer alan "Allah'a ve Resulüne düşman olanlar..." (Mücâdele,
58/20) âyetinde ve benzerlerinde halleri beyan edilen kâfirler,
müşrikler ve zalimlerdir. Burada âyetin nüzul sebebi hususi, yani Mekke
müşrikleri olmakla beraber, mânâ umumidir. Mamafih, bu mânâ ve bu
sakındırma gerek söz konusu âyette, gerekse daha sonra gelen
âyetleriyle takyid suretiyle tefsir edilecektir. Müminlerin buğzu,
kendi özel kin ve hislerine göre değil, herşeyden önce Allah ve umumun
menfaati için Allah'ın düşmanlarına karşı olması, düşmanlığın ancak o
ölçü ile ölçülüp, gerek nefret ve gerek sevgi hareketlerinde hak
noktasından ayrılmamak gereğine işaret için, sakınılması lazım olan
düşmanların başında Allah düşmanları, sonra da müminlerin düşmanları
zikredilerek buyuruluyor ki: "Benim düşmanımı da sizin düşmanınızı da
dostlar edinmeyin." "siz onlara sevgi gösteriyorsunuz." Meveddet,
muhabbet ve sevgi demek olduğu gibi bizim muhabbetname ve meveddetname
diye de ifade ettiğimiz mektuba da denilir ki bu da, meveddetin
gereğidir. Âyete bu anlam da verilmiştir. Meveddetin başındaki da sıla
veya sebebiyye olabilir . Bu cümlenin nun fâilinden hal yahut nehyedici
olan ittihaz'ın tefsiri, veya evliya mevsufunun açıklayıcı sıfatı olma
ihtimali varsa da, başlangıç, ya da itiraziyye cümlesi de olabilir ki,
nüzul sebebine bu daha uygun düşmektedir. Önceki vecihlere göre âyetin
mânâsı şöyle olur: Onlara sevgi bağlayarak, yahut mektubla haber
ulaştırarak, yahut sevgi bağlamanız, veya sevgi sebebiyle haber
ulaştırmanız suretiyle, yahut kendilerine sevgi bağlayacağınız veya
sevgi sebebiyle haber ulaştıracağınız dostlar edinmeyin, kısacası,
sevgiyle durumunuzdan haber kaçırmayın, demektir. Başlangıç veya itiraz
cümlesi olduğu takdirde ise, siz onlara sevgi ulaştırırsınız, yahut
içlerinde sizinle ilgili olanlara sevginiz dolayısıyla o düşman
topluluğuna mektup göndererek haber veriyorsunuz ki bu, onların hepsini
dost yerine koymaktır. "Onlar, Hak'tan size geleni inkâr ettiler." vav,
haliyyedir. Cümle, zamirinden haldir. Yani durum bu ise onlar, o sizin
sevgiyle haber ulaştırdığınız düşman topluluğu o halde derler ki, size
gelen hakka, Hak Teâlâ'dan risalet ve kitab ile gelen ve imanı
gerektiren hak dininize ve hukukunuza küfrettiler ve etmektedirler.
Onlar küfürleriyle ne Allah'ın ne de kulların haklarını tanımıyor,
Allah'a ve müminlere düşmanlık ediyorlar. Peygamber'i ve sizleri,
Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz diye çıkarıyorlar. Hicret etmenize
sebeb oluyorlar. Bu cümle, küfür ve düşmanlıklarının derecesini beyan
için başlangıç cümlesidir. nun failinden hal olmasını da mümkün
görmüşlerdir. Eğer siz benim yolumda cihad etmek ve rızamı aramak için
bütün gücünüzle çalışıp uğraşacak mücahidler olarak çıktınızsa. Bu şart
cümlesi önceki cümlenin işaretiyle cezası hazfedilmiş olmakla, manen
yukarıya bağlıdır. Tehir edilmesinin nüktesi ise, bu şart altında o
mânâyı, yani nehyi tekrar ile kuvvetlendirmek ve şart cümlesinin mânâsı
gereğince, imanda samimiyete ve cihadda dayanıklılığa teşvik etmektir.
Bu suretle ve onunla ilgili cümleler mesabesinde olan bu şart, bilhassa
çıkarmaya sebeb kılınan "Rabbiniz Allah'a iman ediyorsunuz." ifadesine
bitişmekle Allah'a imanda şüpheyi ortadan kaldırmak ve ihlası tesbit
etmek, ayrıca çıkmanın çıkarmaya simetrik olduğunu göstermek için
buraya tehir edilmiş ve sonrası ile öncesi arasında bir mutarıza
cümlesi konumuna sokulmuştur. Yani siz müminlerin vatanlarından çıkışı,
Allah yolunda cihad etmek, Allah'ın rızasına kavuşma yollarını aramak
ve Allah'ın düşmanlarına karşı Allah dostu mücahidler olmak ise, O
Allah'ın ve sizin düşmanlarınızı dostlar yerine koymayın, özellikle
cihad esnasında onlara sevgi yollu haber kaçırmayın da, samimi bir iman
ile sizi Allah'ın rızasına ulaştıracak bir cihad yapın. Bu âyetin
kısmında, muhatabları gaiplere üstün kılma ve üçüncü çoğul şahıstan
ikinci çoğul şahısa geçiş vardır. Mânâsına, çıkarmanın sebebini
belirtmektir. Mefûl-i leh veya mücahidler mânâsına haldir.
Bu talimattan
sonra nüzul sebebi olan hadiseyi haber vermekle kınama makamında
başlangıç cümlesi veya den bedel yoluyla buyuruluyor ki: Meveddetle
onlara sır veriyorsunuz, o düşmanlara iyilik yaparak gizlice mektub
gönderiyor, haber kaçırıyorsunuz. Halbuki ben Allah sizin gizlediğiniz
şeyi de, açıkladığınız şeyi de ben bilirim. Hepsini de pek iyi bilirim.
Buradaki ism-i tafdil de, fiil-i müzari nefsi-i mütekellim de olabilir
ism-i tafdil olmasına daha uygundur. Sonra ye nazaran demek daha
münasib görünürken şeklinde buyurulması da dikkat çekicidir. Çünkü
"ihfâ", "isrâr"dan daha gizlidir. Nitekim "O, gizliyi de, ondan daha
gizlisini de bilir." (Tâhâ, 19/7) buyurulmuştur. "İsrâr", başkasına sır
vermek, gizli konuşmaktır. Bunda ise, bir çeşit duyurma vardır. Halbuki
"ihfâ", gönülde gizleneni de içine almaktadır. olan Allah, gizliyi de,
açığı da, kısacası hepsini bilir. Binaenaleyh O, bildiğini Resulü'ne de
bildirir. O halde açıklamaktan çekindiğiniz bir günahı gizlice niçin
yaparsınız? Gizlemekle onun zararından, cezasından kurtulacağınızı mı
zannediyorsunuz? İçinizden her kim onu yaparsa, yasaklanan o fiili,
özellikle cihad halinde iken mektub göndermek suretiyle sırverme ve
hatta gönülde gizleme işini siz müminler içinden her kim yaparsa artık
düz yolun ortasında sapıtmış, şaşkınlıkla kendisini kaybetmiş olur,
yani iman ile Allah yolunda giderken şeytan yoluna sapmış, düşmanın
casusu durumuna düşmüş, böylece cezayı hak etmiş ve kendisini felakete
sürüklemiş olur.
2. Çünkü
onlar
size galib gelirse, o dost yerine koyduğunuz, sevgiyle sır verdiğiniz
düşmanlar sizi mağlub edip ellerine geçirir ve hakimiyetleri altına
alırlarsa, sizin onlara yaptığınız gibi dostluk etmezler, bilakis
sizlere hep düşman kesilirler ve sizlere kötülükle ellerini ve
dillerini uzatırlar, elleriyle öldürme, esir alma ve işkence yapma gibi
kötülükler yaparlar, dilleriyle de sövme ve hakaret gibi fena sözler
söylerler. Kur'ân'ın bu kısa ihtarı, ne kadar veciz, ne kadar kapsamlı,
ne kadar korku verici ve ne kadar nezihtir. Tarih gözden geçirilir ve
kâfirlerin ve zalimlerin ellerine düşürdükleri istiklâllerini kaybetmiş
müslümanlara karşı hatta hüküm ve andlaşmadan sonra elleriyle ve
dilleriyle yaptıkları kötülükleri, işkence, hakaret, zulüm, alçaklık,
iftira, yalan dolan, taarruz ve imhaları öyle feci, öyle çirkindir ki,
okuyanların bile nasıl tüylerini ürpertip, nasıl vicdanları sızlattığı
kolayca görülür. İnsan olan bunları tasavvur etmekten bile tiksinir. Ve
arzu etmektedirler ki hep kâfir olsanız!... Yani yeryüzünde hiç mümin
kalmasa! Onların bu arzuları, öncelik arzettiği için mazi sigasıyla
zikredilmiştir.
Mamafih fiilen
zorlamaya kudret gerektirecek şekilde gerçekleşmesi farzedilen
zaferleriyle şartlı olduğu için, manen gelecektedir. Fenalığın ve
belanın en büyüğü de budur. Çünkü dünya ve hayat her ne olsa geçer.
Fakat küfrün cezası olan azab ebedi olarak tükenmez. Ebedi hayatın
anahtarı olan iman nimetini kaybetmek kadar büyük musibet tasavvur
edilemez. Kâfirlere mahkum olanların ise, eninde sonunda o musibete
düşme tehlikesi her zaman vardır.
3. Hâtib'in
dediği gibi içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları dolayısıyla o
düşmanlara sevgi ve sır verenlere gelince bu husus, şöyle ifade
ediliyor: Size ne hısımlarınızın ne de evlatlarınızın asla faydası
olmaz, onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramaz. Kıyamet
günü Allah aranızı ayırır, zira (Abese, 80/34-36) âyeti gereğince "o
gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, kocasından ve
evladlarından kaçar." Burada harbin mağlubiyet ve felaket günlerinin de
kıyamet gününü andırdığına bir işaret vardır. Ve Allah hep amellerinize
bakar. Ona göre mükafat veya ceza verir, yoksa çocuklarınız ve
akrabalarınıza göre değil. O halde Allah düşmanlarına dost olanlar,
Allah dostları olamazlar. Onun için müminler çoluk çocuklarının hatırı
için Allah düşmanlarını dost yerine koymamalı, özellikle harb zamanında
onlara sevgiyle sır kaçırmaktan çok uzak durmalıdırlar.
4. Hâtib'in
dediği gibi içlerinde bulunan bazı akraba ve çocukları dolayısıyla o
düşmanlara sevgi ve sır verenlere gelince bu husus, şöyle ifade
ediliyor: Size ne hısımlarınızın ne de evlatlarınızın asla faydası
olmaz, onlar sizi yaptığınız günahın cezasından kurtaramaz. Kıyamet
günü Allah aranızı ayırır, zira (Abese, 80/34-36) âyeti gereğince "o
gün kişi kardeşinden, anasından, babasından, kocasından ve
evladlarından kaçar." Burada harbin mağlubiyet ve felaket günlerinin de
kıyamet gününü andırdığına bir işaret vardır. Ve Allah hep amellerinize
bakar. Ona göre mükafat veya ceza verir, yoksa çocuklarınız ve
akrabalarınıza göre değil. O halde Allah düşmanlarına dost olanlar,
Allah dostları olamazlar. Onun için müminler çoluk çocuklarının hatırı
için Allah düşmanlarını dost yerine koymamalı, özellikle harb zamanında
onlara sevgiyle sır kaçırmaktan çok uzak durmalıdırlar.
5. Ey
Rabbimiz,
bizi o küfredenler için bir fitne kılma yani onlara mağlub etme,
ellerine düşürüp sıkıntı ve azaba sokma, ve el dil uzatmalarına meydan
verme ki bizim meşakkatimiz yüzünden onlar imanı hakir görerek küfre
bağlılıklarını artırmasın. Zira müminlerin eziyet ve sıkıntı içinde
gösterecekleri temizlik ve yükseklikten de imanın yüceliği
anlaşılabilirse de, bu pek zor ve tehlikeli olduğu gibi kâfirlerin,
"İman iyi olsaydı bunlar mağlub edilmez esir olmazlardı." deyip dünya
hayatına aldanmak suretiyle küfre tutkunluklarına sebeb de olabilir.
6.
"Andolsun ki
onlarda sizin için güzel bir örnek vardır." Yemin ile te'kiddir.
"Allah'ı ve ahiret gününü uman kimse için..." ifadesinden bedel-i kül
veya bedel-i ba'z olup, iman ve cihadda Allah'a ve ahirete ümid
bağlamanın önemli bir esas olduğuna işarettir. Çünük ümidsizlik
küfürdür. "Her kim yüz çevirirse Allah ganidir, övülmeye lâyıktır." Bu
da, Allah düşmanlarına karşı açıklanan vazifelerin hâşâ Allah'ın
eksikliğinden olmayıp, sırf insanların hamde nail olmaları için kendi
menfaatları icabı, önemli bir talimat ve irşad tesellisi olduğunu
hatırlatmaktadır.
7-8. Bu
vazifeler yapıldığı ve düşmanlardan tamamen uzak durularak cihad
edildiği takdirde umulur ki, Allah sizinle o kâfirlerden düşmanlık
ettiğiniz kimseler arasında bir dostluk meydana getirir. Çünkü İslâm'ın
galip gelmesiyle hayra engel olanlar aradan çıkartılıp, hak ve adaletle
İslâm'ın güzel ahlâkı tatbik edilmeye başlayınca, o düşmanlıklar da
dostluğa dönüşmeye başlar. Nitekim Mekke'nin fethi üzerine Hz.
Peygamber'in o yüce ahlâkı fiilen uygulanmaya başlayınca, yirmi senedir
düşmanlığın her türlüsünü yapmaya çalışanlar bile hayretler içinde
İslâm'a girmek için yarış etmişler ve çok geçmeksizin bütün Arabistan
İslâm'a girerek o hak nuru, âlemin ufkunu aydınlatmaya başlamıştı. Bu
âyet de gösteriyor ki, cihadın asıl maksadı, düşmanlık değil, dostluğu
umumileştirmektir. Allah düşmanlarından uzaklaşmakla onlara buğzetmek
de, dostluğu gereği gibi O'nun rızası için samimiyeti genelleştirme
vesilesidir. Allah kadîrdir, kudreti çoktur, düşmanlıkları dostluğa
çevirmeye kadirdir. Ve Allah Gafûr'dur, Rahîm'dir. Rızası uğrunda
çekilen zahmetleri boşa çıkarmaz.
Allah'a ve
müminlere düşmanlıktan tevbe edip dost olanların günahlarını bağışlar.
9-13. Allah
sizi
ancak dinde sizinle savaşan ve sizi yurdunuzdan çıkaran ve
çıkarılmanıza yardım edenlerden bu üç sınıfın hepsiyle yahut herhangi
biriyle vasıflananlardan onlara dostluk etmenizden nehyeder. İşte
"Benim de düşmanım, sizin de düşmanınız olan kimselerki dostlar
edinmeyin." buyurulmasının mânâsı, bu suretle düşmanlıkları tahakkuk
edenlerden ilgiyi kesip onlara sevgi ve dostluk göstermemektir. Her kim
de onlara dostluk eder ve sevgi gösterirse işte onlar hep zalimlerdir.
Düşmanlık yerine dostluğu koyarak adaletin hakkına tecavüz eden ve
neticede kendilerine zulmetmiş olan haksızlardır. Böylece bu iki âyet,
İslâm'ın milletler arası hukuk ve münasebetlerinin esasını tayin eden
iki önemli kural olması itibariyle ayrıca bir ehemmiyet taşır.
"Çıkarılmanıza yardım edenler." kaydının burada ifade edilip de bir
önceki âyette açıkça belirtilmeden mânânın delaletine bırakılmasında
bir nükte aramak gerekir. Allah bilir ya bu nükte, düşmanlara yardımda
bulunan kimselerle münasebeti kesmede acele etmeyip, önce yardımdan
vazgeçirmek için mümkün olabilen siyasi teşebbüslere imkan tanımaktır.
|
|