Müminun Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

1- Gerçekten felah buldu o müminler.

FELÂH: Murada ulaşmaktır. Hayırda sonsuzluk diye de tarif edilmiştir.

İFLÂH: Kurtuluşa erişmek mânâsına geldiği gibi felâha girmek, yani bizi ifademizle selamete ermek, huzur bulmak mânâsına da gelir ki, Kur'ân'da genellikle bu mânâda gelmiştir. Burada Allah Teâlâ, yedi özelliği kendinde toplayan kimseler için kurtuluşun muhakkak olacağını müjdelemektedir ki, bu yedi özellikten birincisi imandır. (İmanın tarif ve tefsiri hakkında Bakara, 2/3. âyetin tefsirinde açıklama geçmişti, oraya bkz.).

2-İkincisi şudur: Ki onlar namazlarında huşû içindedirler. Huşûu, bazıları korku, çekingenlik gibi kalp fiillerinden olmak üzere tarif etmiş; bazıları da sükûnet içinde olmak ve sallanmayı terk etmek gibi organlara ait fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalp'te, tezahürü beden de olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe ait tarafı, Rabbin azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi, Hakk'ın emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edeb ve tazimden başka bir şeye yönelmeyecek şekilde kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Dış görünüşle ilgili yönü de, vücut organlarında bu duygunun belirlenmesiyle bir sakinlik ve sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin önüne, secde yerine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir. Bundan dolayı, "huşû"un aslı namazın şartlarından olan niyetin samimiliği ile; tezahürleri de namazın adâb ve diğer tamamlayıcıları ile ilgilidir. Hasen'den ve İbnü Sîrin'den rivayet olunduğuna göre Resulullah ve ashabı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı, bu âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler ve ihtisar'ı terk ettiler. Buharî ve Müslim'de Hz. Aişe (r.anha) den de rivayet olunur ki: "Resulullah'a namazda iltifat (yüzünü çevirip bakma) hakkında sordum, buyurdu ki: "O bir çalmadı ki, şeytan onu kulun namazından çalar, kaçar."

Hakim Tirmizî'nin, Kasım b. Muhammed yoluyla Esmâ binti Ebî Bekir'den Hz. Aişe'nin annesi Ümmü Ruman'dan rivayet ettiği bir hadiste, muhterem Ümmü Ruman (r.anha) demiştir ki: "Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir (r.a) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım. Sonra da dedi ki: 'Resulullah'ı dinledim, şöyle buyuruyordu: Herhangi biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, yahudiler gibi sallanmasın. Zira namazda azaların süküneti namazın tamamındandır."

4- Onlar ki, zekat (vazifelerin)ı yerine getirirler. Bundan ilk akla gelen mânâ mallarının zekatını verirler, demektir. Fakat bazıları da bu ifadeye göre zekattan maksadın, temizlik ve temizleme mânâsı olduğunu söylemişlerdir. bununla birlikte zekatı yaparlar demek nefsî, bedenî, mâlî, zekatın hepsine de şâmil olabilir.

8- Yine onlar ki, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Emanet yalnız mala has değildir. Bütün şer'î teklifler, Allah'a ait haklar ve kullara ait haklar, vekaletler, velayetler, memuriyetler de emanetlerdendir. Ahid de, gerek Allah'a ve Peygambere ve gerekse insanlara karşı olan anlaşmaları ve taahhütleri içine almaktadır.

9- Ve onlar ki, namazlarını muhafaza ederler. İlâhî emanetlerden olan farz namazlarını geçirmek veya eksik bırakmamak için daima gözetirler de vakti vaktine şart ve âdâbı ile kılmaya devam ederler ve namazlarını muhafaza etmek için mücahede ederler, gayret gösterirler.

10- İşte onlar, bu vasıfları kendilerinde bulunduran müminlerdir ancak bu varisler. "Kullarımızdan, takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet, işte budur." (Meryem, 19/63), "Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır" (Enbiya, 21/105) âyetleriyle açıklanan mirasa sahipler, o hakka layıklar.

11- Ki Firdevs'e varis olacaklar. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Bazıları Firdevs, Habeş dilinde ve Rumcada, cennet demek olduğunu söylemişlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.v) den Ebu Musa el-Eş'arî (r.a) rivayet etmiştir ki: "Firdevs, Rahmân'ın maksûresi (mahfili) dir. İçinde nehirler ve ağaçlar vardır." Ebû Ümame (r.a) de şunu rivayet etmiştir: "Allah'tan Firdevs'i isteyin, çünkü o cennetlerin en yücesidir. Firdevs'de bulunanlar Arş'ın gıcırtısını işitirler."

Bu şekilde mutlu insanların vasıflarını açıkladıktan sonra yüce yaratıcının, yaratışını ve kudretini düşündürmek ve ahiretin hak ve gerçek olduğunu anlatmak için, genel olarak insan cinsinin yaratılışının başlangıcını ve halden hale yaratılışı esnasında geçirmekte olduğu değişiklikleri, dokuz derece üzere göstererek buyuruluyor ki:

12- Çamurdan bir sülâleden.

SÜLÂLE kelimesi sell masdarından alınmadır. Sell, bir şeyi bir şeyden incelik ve yumuşaklıkla sıyırıp çıkarmak demektir. Nitekim dilimizde de bilindiği üzere, kılıcı kınından sıyırıp çekmeye "Sell-i Seyf" denilir. Böyle "fuâle" veznindeki isimler, alındıkları fiile göre bazan gaye olurlar, "hülâsa" gibi ki, sülâle de buna benzer; bazan da olmazlar, "kulâme, künâse" gibi Keşşâf'ın açıklamasına göre bu vezin, bir kıllet (azlık) mânâsıyla da ilgilidir. Dilimizde bu veznin karşılığı (...inti) ekiyle yapılan kelimelerdir ki, süzüntü, kuruntu, kırpıntı, süprüntü gibi. Fakat sell fiilini bir kelime ile ifade edemediğimizden sülâle kelimesini bu şekilde terceme edememişizdir. Şu halde bir şeyin sülâlesi o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netice demek olur. Çoluk çocuğa da sülâle denilmesi bu mânâya göredir. Bundan dolayı, sülâle tabirinden bir silsile mânâsı düşünürüz. Çünkü sülâle aslın değil, ondan süzülüp çıkarılan hülâsanın ismidir.

İşte insan, yaratılış evrelerinde önce, böyle çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir sülâleden yaratılmıştır ki, bu mertebe ilk insan olan Âdem'in yaratıldığı ve dolayısıyla insan cinsinin, insan organlarının ilk başladığı evre olmakla, hiçbir insan tohumu ile meydana gelmiş değildir. Bazıları burada "tîyn" Âdem (a.s)in bir ismidir, demiş bazıları sülâleden maksat Âdem'dir demiş ise de ikisi de doğru değildir. Zira Âdem, insandır. "Biz muhakkak insanı yarattık" (Tîn, 95/4) âyetindeki ifadeye dahildir. Ayetin açık mânâsı, bu sülâle'nin Âdem'den önce olmasıdır. Hatta bir kısım tefsircilerin İbnü Abbas, İkrime, Katâde ve Mukatil'den nakledildiğine göre, burada kelimesini Âdem diye tefsir etmişler. "lâm"ı ahid lâmı olarak kabul etmişlerdir. Gerçi tahkîkçi âlimlerin görüşü cins için olmasıdır. Sözün gelişi de buna uygundur. Nitekim

Ebussuud, demiştir ki: "el-insan" ile kastedilen cinstir ve anlam şudur: Billahi insan cinsini Âdem'in yaratılmasıyla "tıyn"den, yani çamurdan bir sülâleden toplayıp yaratmakla halk ettik..." Bununla beraber ahd olduğu takdirde de zımnen bu mânâ gerekir.

Demek ki, yüce yaratıcı, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa o sülâleden yaratmıştır. Hıcr Sûresi'nde "Yoluna girmiş, şekillendirilmiş balçık"(Hıcr, 15/26) denilmiş olan bu çamur sülâlesinin, Fahreddîn Razî'nin de kaydettiği üzere, bir kısım tefsircilerin açıklamasına göre insanlara gıda olarak insanlığın organlarına ilk dönüşen maddeler olarak düşünülmesi mümkündür ki, bu maddeler çamurdan sıyrılmış çıkmış madensel veya bitkisel veya hayvansal maddelerdir (elementlerdir). Nitekim sülâle, nutfenin meydana geldiği gıda maddeleri ile de tefsir edilmiştir ki, bu mânâ ile bu âyet, yalnız Âdem'e veya Âdem mânâsında cinse ait olmakla kalmayıp her ferde de doğrudan doğruya uygun olur. Çünkü gıda maddelerinden her insanda insan uzuvları yaratıldığı ve bu şekilde insanın yaratılışına bu maddelerin seçilerek bir başlangıç oluşturduğu bilinmektedir. Bu ise seçilip ayıklanınca ilk insanın yaratılış maddesini idrak için bir delil olur. Ancak sonraki insanlarda bu maddeler, bir insan menisi ile geçmiş olan bir vücut içinde hazım ve temsil olunduğundan bunu, insan bedenine daha önce verilmiş olan hayat gücünün bir eseri olarak düşünmek ve bundan dolayı baba menisinin kuvvetine aitmiş gibi görmek uygun olmaz. Halbuki ilk insanın yaratılışında böyle bir düşünceye imkan yoktur. Çünkü bu maddeleri insan şekline sokmak için henüz bir insan varlığı yoktur.

Bundan dolayı, o yüce yaratıcının ilk evvel yaratmış olduğu açıktır. Âyetin hatırlattığı esas nokta da budur. Bu açıklamadan anlaşıldığına göre demek olur ki, insan cinsinin ilk yaratıldığı çamur sülâlesi, ilk insanın ve ilk insan hücreciklerinin yaratıldığı zamana kadar, çamurdan seçilip çıkarılmış olan ve sonra insanın erzakı, hizmetini yerine getirdiği üç mevcut şey'in özüdür. Allah Teâlâ, çamurdan madenleri, bitkileri ve hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâlasasından da insanı hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonucu olmuştur.

Bize ulaşan eserlere göre insanın yaratılışı, yukardaki üç maddenin yaratılmasından sonra olduğunda bir ihtilaf görülmüyor. Şu halde topraktan insana kadar üç şeyin bütün cins ve nevileriyle gerçek bir tasnifi tam mânâsıyla bilinse, kuru toprağın ilk insan hücresi haline gelinceye kadar geçirmiş olduğu yaratılış ve seçilme evreleri anlaşılabilecekti. Bundan dolayı madenlerin, bitkilerin ve hayvanların tasniflerine çok önem verilmiş ve zaman zaman değişik bakış açılarından değişik tasnifler yapılmış ve türlü düşünceler ileri sürülmüştür. Netice olarak İbnü Türkete'l-İsfahânî, Füsûs Şerhinde demiştir ki :"Yeryüzünde ilk meydana gelen madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlardır. Ve Allah Teâlâ bu mevcut şeylerin cinslerinden her sınıfının sonunu, takip edenin başlangıcı kıldı da madenlerin sonunu ve bitkilerin evvelini mantar, bitkilerin sonunu ve hayvanların evvelini hurma, hayvanların sonunu ve insanın evvelini maymun kıldı ki, birbirine ulanma birliği bozulmadan, değişmeden, aralanmadan, kesilmeden korunsun ve birbirine bağlansın."

13- Sonra onu emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe haline getirdik, yani o insan cinsini veya neslini sağlam bir karargah olan rahimde yerleşen bir nutfe yaptık. Önce bir çamurdan, bir sülâleden yaratılmış olan insan bundan sonra "Sonra onun zürriyetini nutfeden, hakîr bir sudan üretmiştir" (Secde, 32/8) âyet-i kerimesine göre, hakîr bir su sülâlesi olan nutfeden çoğalma yoluyla yaratılarak diğer bir sülâle oldu. Hem her nutfe'den değil, rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde değil, rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde değil, sağlam, aldığını tutan, güçlü ve sağlam bir rahimde. Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân'da nutfe yalnız menînin ismi değil, daha çok menî içindeki tohumun ismidir. Zira rahimde karar kılıp yerleşen odur. Bir de zamirinin, çekilmiş, sıyrılmış mânâsı ile sülâleye ait kılınması da caiz görülmüştür ki, o çamur sülâlesini nutfe yaptık, demek olur.

İşte nutfe yapıldıktan sonra insan yaratılışı, doğal ve kanunî denilen malum şeklini almış oldu. Yoksa ille başta çamurdan sülâlenin, sülâleden insan veya nutfesinin yaratılışı doğa üstüdür. Çünkü henüz bir insan ve tabiatı yoktu. Demek ki insanı yaratan yaratıcı kudret insan tabiatından başkadır. Herhangi bir şeyin tabiatı ise o şeyin kendisinin dışında olamaz. Onun için bir şey, kendisinin gayrısı olamayacağı gibi, tabiatının gayrısı da olamaz. Bu yüzden tabiat ancak devamlı ve değişmez bir şey olmak üzere düşünülebilir. Ve bir şey kendisi değişmedikçe tabiatının değişmesine imkan yoktur. Bundan dolayı herhangi bir şeyin tabiatında bir değişme görüldüğü zaman, o şeyin kendisinde bir değişme meydan geldiği anlaşılır ve ona dıştan bir etki aranır. Tabiî ilimler adı verilen ilimlerin hiçbiri yoktur ki, tetkik ettiği bir değişmenin ayrı bir sebebini aramasın da kendi kendine tabiatıyla oluvermiş diyebilsin.

Hatta bu noktada, iyice düşünülünce "Tabii ilimler" denilen ilimler, tabiatların kendi kendine değişmesini kabul etmeyip, değişmenin dış etkenlerini arayan ve bu şekilde hiçbir olayın tabiî olmadığını ispat eden ilimlerdir, denmekte tereddüt edilmez. Çünkü bir tabiatın, kendisinin dışında bir eşinden etki almasıyla izah edilen olaylara tabiat demek çelişki olur. Evet tabiatta değişme, seçilme, gelişme yok değildir. Fakat o seçimi ve gelişmeyi yapan tabiat değil, tabiatlar üzerinde hakim olan yaratıcıdır. Eğer tabiat hakim olsaydı, çamur normal olarak kalır, ondan bir sülâle çıkamaz, insan ve nutfe gelişmesi ve seçilip çıkarılması olamazdı. Hatta nutfe yaratıldıktan sonra nutfe tabiatından ileri geçemezdi. Bu takdirde bilinmesi lazım gelir ki insanın, tabiî sayılan nutfeden meydana gelmesi evrelerinde de insanı yaratan nutfe tabiatı değil, nutfeye ve rahime o yaratılış değişimini veren yüce yaratıcıdır. Onun için buyuruluyor ki:

14- Sonra nutfeyi aleka olarak yarattık. Rahime iliştirip aşılama yaptırarak tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline değiştirdik.

ALEKA: Esasen uluk ve tealluk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak mânâsından alınmış olarak ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk pıhtı kana da, denilir. Tefsirciler, genellikle "dem-i câmid" (donmuş kan) diye tefsir etmişlerse de asıl maksat, rahimde aşılanmanın meydana gelmesiyle oluşan alûktur. (Hac, 22/5. âyetin tefsirine bkz.)

Arkasından alekayı mudğa yarattık, bir çiğnem et parçası haline değiştirdik.

Arkasından mudğayı kemikler yarattık. Yani bir çiğnem et parçasından birtakım kemikler yarattık ki, bunlar hikmetin gereği üzere vücudun çatısını meydana getiren direkleridir. Ne hoş ve güzel hikmettir ki, yumurtanın kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarı çıkınca sertleştiği gibi, kemikler de rahimde iken yumuşak ve çocuk doğduktan sonra sertleşecek bir yaratılışta yaratılmışlardır.

Arkasından o kemiklere bir et giydirdik, bütün o kemikler, her birine uygun birer et ile donatılarak tamamı zarif bir et kisvesiyle giydirilip, kuşatıldı.

Sonra onu bambaşka bir yaratık olarak inşa eyledik. Yani organlarıyla, ruhuyla, kuvvetiyle, boyu posu ile onda öyle güzel bir yaratılış meydana geldi ki, hiçbir mahluka benzemez, bambaşka bir halk, "en güzel surette" dilber bir insan oldu. Şimdi yaratanların en güzeli Allah, çok büyük, çok yüksektir. Yani bütün feyz ve bereketin esası O'nda, her şeyin yaratıcısı o, O'nun yaratmasından sonra vücuda gelen hikmet ve sebeblerin herbiri bir yaratıcı sayılsa ve bu şekilde birçok yaratıcılar farzolunsa Allah, bütün o yaratıcıların en güzeli, en güzel yaratanıdır. Her hilkatin her seçilmişliğin, her tekamülün, her güzelliğin ilk icadı, ilk numunesi ancak O'nun yaratması ve diğerlerindeki yaratıcılığın bütün aslı O'nundur. Mevcut olmayan tabiatları vücuda getiren, vücuda gelen tabiatları dilediği gibi değiştirerek en güzel oluşlar için kıvamına koyan, cansız bir çamurdan çoğalan bir sülâle çıkaran, bayağı bir sülaleden yukarda geçtiği üzere gönülleri alıp götüren bir insan yaratan o Allah, öyle büyük, öyle yüksek ki, ne kadar yaratıcı kabul edilse öyle güzel, öyle güzel yaratan düşünülemez.

Zehî zâtın nihân ü ol nihândan mâsivâ peydâ
Bihâr-ı sun'ına emvâc peyda ka'r nâpeydâ

Bülend ü pest-i âlem şahid-i feyz-i vucûdundur
Değil bîhude olmak yoğ iken arz u semâ peydâ.

Meâl-i hikmetin ızhâr-ı kudret kılmağa etmiş
Gubâr-ı tîreden âyîne-i kiti nüma peydâ.

Demâdem âks alır mir'ât-ı âlem kahr u Lütfundan
Anınçün geh kudûret zâhir eyler geh safâ peydâ

Gehî toprağa eyler hikmetin bin mehlikâ pinhân
Gehî sun'un kılar topraktan bin mehlikâ peydâ

Cihan ehline tâ esrâr-ı ilmin kalmayan mahfî,
Kılıptır hikmetin küffâr içinde enbiyâ peydâ.

"Gizlidir zâtın ve o gizlilikten bütün âlem görünür,
Yaratış denizinde dalgalar görünür, derinlik görünmez.

Yüksek ve alçak, bütün âlem ebedî varlığının şahididir.
Yok iken yeryüzü ve gök, ortaya çıkması boşa değildir.

Hikmetinin mânâsı kudret ortaya koymak, dilemiş,
Küçücük zerreden dünyayı gösteren bir ayna yaratmıştır.

Âlemin aynası her an kahrından ve lutfundan akis alır.
Onun için bazen bulanık görünür, bazen berrak görünür.

Hikmetin bazen toprağı bin ay yüzlü gizler,
Yaratman bazen, topraktan bir ay yüzlü çıkarır.

Dünya ehline ilminin esrarı, gizli kalmasın diye,
Hikmetin, kâfirler içinde, peygamberler çıkarır."

İnsanlar, böyle bambaşka bir oluşumda, en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından dolayı kendilerini her murada ermiş, kurtuluş ihtiyacından uzak olmuş zannetmemelidir. Ey insanlar:

16- Sonra da muhakkak kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz. Bundan dolayı yukarda açıklanan vasıfları kazanarak, kurtuluşa çalışmak gerekir.

İnsanların başlangıç ve sonucuyla yaratılış evreleri hatırlatıldıktan sonra, hayat ve bekaları ve uyanmaları ve sorumlulukları ile ilgili olan bazı sebebler ve ilâhî nimetlerin de yaratılışına işaretle buyuruluyor ki:

17- Yedi tarîka; TARÂİK, tarîka nın çoğuludur. Bunun tefsirinde birkaç değişik görüş söylenmiştir:

1- Tarîka kat mânâsına gelir. Nitekim denilir ki, "bir biri üzerine kat kat elbise giydim" demektir. Bu şekilde "seb'a terâik" yedi kat demek olur. Ve "Yedi kat gök..." (Mülk, 67/3) mânâsını ifade eder.

2- Tarîk gibi yol demektir. O halde "seb'a tarâık" yedi yol demektir. Bazıları yıldızların yolları olmasından dolayı göklere tarâık denildiğini söylemiştir. Fakat bu şekilde maksat "Her biri belli bir yörüngede yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler." (Yâsîn, 36/40) âyetine göre yıldızların yüzdükleri gökler ve yörüngeler olmuş olur ki, bu ise sadece yedi değil, çoktur.

Bundan dolayı uygun olan, diğer birçoklarının tercih ettiği gibi meleklerin yukarı yükselme yolları olması itibariyle göklere, tarâık, denilmiş olmasıdır ki, görünen gök bunların ancak birisidir.

3- Tarîkat, diğer bir deyişle sistem mânâsındadır ki, son zamanlarda dilimizde manzume veya meslek diye de tercüme edilmiştir. Nitekim güneş sistemi demek olan "sistem soler" güneş manzumesi, güneş mesleki diye bilinmektedir. Buna göre "seb'a tarâık" yedi sistem demek olur ki, güneş sistemi bunların birincisidir.

Görülüyor ki, bu üç mânânın üçünde de "seba tarâık" yedi gök demek oluyor. Bizce bu görüşlerin en güzeli, meleklerin çıkış yolları demek olan yedi yol mânâsına olmasıdır. Âyetin sonu da bu yedi yolun ilim ile alâkasını anlatmaktadır. Bu delil ile biz, yedi gök denilen bu yedi yoldan insanları yukarıdan kapsayan yedi anlama yolunu anlıyoruz ki, bunlar beş duyu ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor ki; ve biz, yaratmaktan habersiz değiliz. Yani yüce yaratıcı, ne yaptığını bilmez ve yaptığından haberi olmaz bir doğa değildir. Ne yarattığını, ne yaratacağını bilir ve yarattığı yaratıkların durumlarından ve ihtiyaçlarından haberdardır. Hiçbirini ihmal etmez, hepsini gözetir, hepsinin işlerini görür. Tevbe edenlerin tevbesini, yalvaranların duasını duyar; yerin, göğün, dirinin, ölünün her hal ve vaziyette içiyle dışıyla bütün özelliklerini bilir. Bundan dolayı, ölenleri nasıl yeniden dirilteceğini de bilir. Fahreddin Razî'nin de hatırlattığı üzere bu âyetin birçok konuya delâleti vardır. Şöyle ki:

1- Yaratıcının varlığına ve iradesine delâlet eder. Çünkü yaratılışın değişmesi ve cisimlerin bir özellikten zıddı bir özelliğe dönüvermesi, bir değiştiricinin varlığına ve eserdeki çeşitlilik, eseri yaratanın irade ve ihtiyarına delildir.

2- Tabiat meselesinin yokluğuna delâlet eder. Çünkü tabiat, yapıcı veya yaratıcı olsaydı, aynı şekil ve vaziyette kalması gerekir ve bu değişme ve başkalaşma meydana gelmezdi. Buna karşılık bu değişiklik, tabiatın kendisinde meydana gelen değişiklikten oluyor denemez, çünkü böyle demek tabiatın bir yaratıcıya ve mucide ihtiyacını kabul etmek demektir.

3- Bilerek yaratanın ilmini ve kudretini gösterir. Gerçekte âcizin bir şey yapması mümkün olmadığı gibi, ilimli, şuurlu yaratıkların, cahilden meydana gelmesine imkan olmadığı gibi, bu kadar hayret verici işler ve beğenilip takdir edilen eserler de, cehalet eseri olamaz.

4- Yüce yaratıcının kudretinin, bütün olabilir şeylere şâmil, ilminin bütün bilinen şeyleri kapsamış, toplu halde veya ayrı ayrı her şeyin, koruması ve gözetimi altında bulunduğuna delalet eder.

5- Kudret ve ilmin genişliği de yeniden dirilmenin, haşr ve neşrin mümkün olduğunu haber verir.

6- Yaratıcının yarattığından habersiz olmaması, yaratıklar arasında sayılan insanların maddî hayatlarına ait yiyecek, içecek vesair ihtiyaçların çaresi ve elde edilmesinden başka peygamberler gönderilmesi ve kitapların indirilmesi gibi doğru yola sevk ve irşadlarına ve manevî hayatlarına ait olan ihtiyaçların da çaresini ve elde edilmesini ifade eder. Ve böylece peygamberlik ve elçilik meselesinin de esasını bir ispat vardır. Ve gerçekte bunun arkasından su ve sudan meydana gelen bitkiler ve hayvanlar gibi yaratılmış olan maddî nimet ve faydalı şeylerin başlıcalarına işaret ve bunun ucunda insanların çalışması ve elde etmesiyle yaratılmış olan gemi nimeti hatırlatıldıktan sonra, peygamberliğe ait kıssalar genişce anlatılacaktır. Buna göre sözün neticesi şöyle olur: Yaratıcıların en güzeli olan ve insanı yoktan var eden şanı yüce olan biz; yarattığımız yaratıklardan habersiz olmadığımızdan üstünüzde yedi yol yarattık

18- ve gökten uygun bir ölçüde su indirdik. Yani takdir ettiğimiz belirli bir miktar ve ölçüde yüksekten yağmur yağdırdık. İnsanların tâ çamurundan beri hayatî gereklerinin en önemlisi olan suyun kendisi bir nimet olduğu gibi, birçok nimetlerin meydana gelmesine sebep olduğu da bilinmektedir. Fakat böyle olması her ihtiyaca göre bir ölçü ile sınırlıdır. Fazlası tufân gibi yıkıcı ve yok edici olur. Onun için faydalı yağmurlar da zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda yağarlar. Öyle ki bunların yağışı ve miktarları normal bir şekilde bir düzeyde ve bir ölçüde değil, Allah'ın dilemesi ve ilmine göre bir tasarrufa delalet eder bir şekilde az çok birbirine benzer bir nizam içindedir.

Ve ilâhî yardımı ifade eden bu noktayı özellikle ifade için "bi kaderin" (ölçü ile) kaydı konulmuştur. Bir de suyun basit bir madde olmayıp iki ana madde, oksijen ve hidrojen'den meydana gelen birleşik bir madde olduğu kimya ilminde daha sonra bilinmiştir. Demek ki, suyun meydana gelişi bile tabii bir şey olmayıp dışardan tesir eden bir yaratıcının sanatıdır. Bu bakımdan da su, semâvî bir tesirin neticesi ve meyvesidir. Tabiat Bilgisi'nde yağmurlar, güneş sıcaklığı ile denizlerden ve yerden buharlaşıp yukarıya çıkan su buharlarının toplanması, yoğunlaşması ve suya dönüşmesi ile meydana geldiğinden bahsedilirken yağmurların doğal olarak kendiliğinden meydana geldiğini zannetmemelidir. Bu taraf, yağmurların meydana geliş nedenlerinden bir parça olsa da tamamı değildir. Fizik de ilmin tamamı değildir. Gerçi ısınmakla suyun buharlaşması, soğumakla buharın su haline gelmesi bir âdettir. Fakat gerek ısı ve gerek soğukluk suyun ve buharın bir tabiatı olmayıp dışardan bir etkinin tesiri ile olduğu gibi, çevredeki (temperatüre yani hava sıcaklığı)nin her an aynı seviyede durmayan değişmesi de yüce yaratıcının emir ve tedbiri ve her seferinde oluşan yağmur miktarının belirlenmesi ve tesbit edilmesi de ilâhî takdirin hükmünün ortaya çıkmasıdır. Vermek istediği hayat nimetine göre özel bir miktar ile bazen normal şekilde, bazen normalin üzerinde olarak o suyu gökyüzünden indiren O'dur.

Bir eczâhanede (labaratuarda) damıtılan, damıltılmış suyu doğal sayan kimse görülmüyor. Çünkü bir iradenin tesiri vardır. Halbuki onda tabiilik, yağmurun tabiiliğinden daha açık, yağmurda sanat ve iradenin ortaya çıkışı daha yüksektir. Bundan dolayı, yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannedenler gibi yağmur duasını inkâra kalkışmamalı ve tecrübe edilmiş olduğu üzere dua ile yağmur yağdığı zaman şaşmamalıdır. Buyuruluyor ki, yarattığımızdan habersiz olmadık ve gökten bir ölçüde su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Irmaklarda, göllerde kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde, toprak içlerinde vesairede duruyor. Halbuki bizim, onu giderivermeye de elbette gücümüz yeter. O indiriş ve durduruş zarurî ve mecburî değil, yalnız bir nimet olarak yaratıkların hayatına ve iyiliğine bir ilâhî yardımdır. Yoksa kurak zamanlarda görüldüğü gibi o sular kuruyabilir, ısı çoğaltılıverilse yeryüzünde sudan eser kalmazdı. Düşünmeli ki o zaman hal ne olurdu?

19-Fakat ne büyük bir nimet ve cömertliktir ki böyle iken indirdik ve durdurduk da onunla sizin için bahçeler inşâ ettik. En güzel, en faydalı bitkilere ve ağaçlara yetişip büyüme verecek. Türlü bitkilere ve bahçeler yetiştirdik ki hurmalıklar ve üzümlükler cinsinden sizin için onlarda bir çok meyveler var; hurma ve üzümden başka daha bir çok yemişler var ki, faydalar temin edersiniz ve onlardan yersiniz. Yani o bağlardan bahçelerden geçinirsiniz. Bunlardan yemek iki türlüdür: Birisi doğrudan doğruya meyveleri yemektir. İkincisi o yüzden geçinmektir. Burada bağ ve bahçelerin hem hayati faydaları, hem ekonomik faydaları hatırlatılmış oluyor. Bir de bunların mahsulleri, insanların gıdasından mühim bir kısmını teşkil ettiğinden insan yaratılışının ilk maddesi olan süzülüp çıkarılmış çamur özünün bir kısmını açıklamış olması düşünülebilir.

20-Hurma ve üzüm gibi zeytinin de hayat ve ekonomideki özel önemi nedeniyle buyuruluyor ki: Bir de Tûr-ı Sinâ'dan çıkan bir ağaç meydana getirdik ki hem yağ bitirir, hem de yiyeceklere bir katık. Burada zeytin ağacının Tûr-i Sinâ'dan çıkan bir ağaç tabiri ile ifade edilmesi şüphe yok ki dikkat çekicidir. Deniliyor ki zeytin başlangıçta Tûr-i Sinâ'dan çıkmış ve yayılmış veya önemli kısmı orada yetiştiğinden böyle denilmiştir. Bununla beraber bunda Hz. Musa'nın Cenab-ı Hak ile konuşma yeri olduğu mübarek Tûr-ı Sinâ'nın zikredilmesiyle zeytinin bereketine bir işaret bulunduğu gibi Nur âyetindeki "mübarek bir zeytin ağacından..." (Nur, 24/35) temsiline bir imâ da yok değildir. Zira açıklamanın hedefi, bu tecellilerden ilâhî feyze yönlendirme ve ulaştırmadır. Çünkü aynı hava, aynı güneş ve aynı toprakta bu çeşitli nimetlerin yaratılması, yüce yaratıcının gafil bir tabiat olmadığını haykıran birer ibret delilleridir. (Ra'd, 13/3. âyetin tefsirine bkz.)

21- Sizin için hayvanlarda da muhakkak bir ibret vardır. O ağaçta ve bahçeler de hep birer ibret olduğu gibi hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan en'âm, yani koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de bir ibret vardır ki, bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar. Size onların karınlarındakinden içiririz. Kan ile gübre arasından bembeyaz ve tertemiz süt çıkar, içilir; bir kör tabiatla bu nasıl seçilir. Sizin için onlarda bir çok faydalar da vardır ki, bakıp gözetmek şartıyla faydalanırsınız ve onlardan yersiniz. Meyvelerinden ve mahsullerinden faydalandığınız gibi, kendilerinden de faydalanır ve etlerinden yersiniz

22- ve onların üzerine ve gemi üzerine yüklenir taşınırsınız. Yine en'âm içinde sığır ve mandaya da yük çektirilir. Fakat gemi gibi üzerine yük vurulan develerdir. Onun için Arap şairleri develere "kara gemileri" demişlerdir ki, bizim trenlere kara vapuru dememiz gibidir. Görülüyor ki, yaratılıştaki bu faydalı şeyler hatırlatılırken insan yapısı olarak imâl edilen gemi hemen aşağıda getirilivermiş ve bu şekilde "Sizi ve yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." (Sâffât, 37/96) âyetine göre insanın yaptığı şeylerin bile Allah'ın yaratığı olduğuna dikkat çekildiği gibi, bununla kazanç bereketini yükselten ve insan toplumunun terbiye ve kurtuluşuna kaynak olan peygamberlik nimetine karşı küfredenlerin ileride gelecek olan kıssalarına bir giriş yapılmıştır.

23- And olsun ki biz Nuh'u kavmine peygamberlikle gönderdik. A'râf Sûresi'nde (7/59-64) Hûd Sûresi'nde (11/36-49) ve Nûh Sûresi'nde Hz. Nûh'un peygamberliği ve nasıl hakka davet ettiği hakkında daha bazı geniş açıklama vardır. Bazı sûrelerde de daha kısa ve özlü bir şekilde hatırlatma ve işaretler yapılmıştır ki, bunlar aynı kıssanın sadece bir tekrarı değil, aynı konu üzerinde başka başka birer yönün açıklanmasıyla, ayrı ayrı faydalar içeren çeşitli açıklamalardır. Mesela burada gemi nimetinin kaynağı ve faydası hususunda peygamberlik meselesinin önemli bir noktasını açıklığa kavuşturma vardır.

Gerçekte yarattığından habersiz olmayan Allah, Nuh'u kavmine peygamber gönderdi de Nûh o peygamberlikle dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Size O'ndan başka hiç ilâh yoktur artık korunmaz mısınız? Yani Allah'ı tanımadığınız ve vahdaniyetle ibadet etmediğinizden dolayı başınıza gelecek olan büyük bir günün azabından kendinizi korumaz mısınız? Zira diğer sûrelerde geçtiği üzere "Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir günün azabından korkuyorum" (Arâf, 7/59) diye bildirmişti.

24- Bunun üzerine kavminden küfreden topluluk, yani göz dolduran kodamanlar gürûhu peygamberliği inkâr ederek halka karşı dedi ki : Bu ancak sizin gibi bir insan, üzerinize üstün ve hakim olmak istiyor. Yani insanlık özelliği yönünden sizden hiçbir farkı, fazla bir özelliği ve üstünlüğü olmadığı halde, peygamberlik davası ile sizin üzerinize çıkmak, başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:

Birincisi: Adı geçen peygamberde normal insanlardan fazla bir meziyyyet ve fazilet bulunmadığı iddiasıyla onu âdî bir şahıs ve ehliyetsiz bir ihtiras sahibi gibi göstermeye çalışmak ve bu şekilde onu sıkıntılandırmaktır ki, dünyalık mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi kimselerin çoğunlukla ehliyet ve hak sahipleri kişilere karşı âdetleridir.

İkincisi: Peygamberlik davasını bütün insanlığın üzerine çıkmak gibi fazla bir iddia zannetmek. Peygamberliği beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan bir fazilet davası şeklinde göstermektir ki, Allah Teâlâ'yı yaratıklardan habersiz bir tabiat gibi zanneden Muattıla'nın veya Allah'ın mücerred ruhânilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını zanneden Sabiîlerin zanlarıdır. Onun için peygamber denildiği zaman böyleleri onda insan üstü bir özellik bulunması, yani insan cinsinin en yüksek bir ferdinde bile bulunmayan sırf ilâhî bir cevher ve kimlik bulunması gereğini iddia ederler. Hıristiyanların Hz. İsa'da ilâhî bir cevher bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nastûrîlerin, biri ilâhlık biri insanlık diye iki cevher kabul etmelerine bile razı olmamaları o iddiaya mağlubiyetlerinin bir neticesidir. Zamanımızda birtakım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr yönünde "Şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir zat, fakat insanlık üstü bir vücut değil, bunun kendisi de söylüyor 'Ben de sizin gibi ancak bir beşerim' (Kehf, 18/110) diyor." demeleri, yani ilâhlık davasında bulunmadığından dolayı Allah'ın peygamberinin peygamberliğini kabul etmek istememeleri de o zanna uyularak söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu zanda bulunanlar veya bu şekilde safsata yapmak isteyenler bir insanın peygamberliği söz konusu olduğu zaman onu bütün insan cinsinin üstünde yüksek bir kimlik iddia ediyormuş gibi anlatırlar da onun bir ilâh veya bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdik olunamazmış gibi gösterirler.

İsrâ Sûresi'nde geçtiği gibi Resulullah'a karşı Kureyş müşriklerinin bir kısmı da bu safsatayı ileri sürmüşlerdi. Buna karşı burada bunun yanlış kaynağının yüce yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannetmek küfrü olduğu ve Nûh'tan İsa'ya kadar gelen büyük peygamberlere karşı kâfirlerin de hep bunu söyleyegeldikleri ve ilmen iknâ olmak istemeyen bütün o kâfirlerin sonunda peygamberliğin doğruluğu karşısında fiilen yok oldukları anlatılmıştır. Yani Nûh'un peygamberliğine karşı kavminin kodaman kâfirleri demişti ki: "Bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka bir şey değil, böyle iken insanlığın üzerine çıkmak insanlıktan daha yüksek olmak istiyor. Allah'tan peygamberlik dava ediyor, insandan Resul mü olur?" Gerçi âyetten ilk bakışta önceki mânâ hemen akla gelir Fakat daha sonra gelen bölümüne dikkat edilince de ikinci mânâ; yani insanın peygamberliğinin inkârı mânâsı daha açık görünür. Çünkü o kâfirler bunun arkasından şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:

Ve eğer Allah dileseydi elbette melâike indirirdi.Yani Allah insanlara elçi göndermek isteseydi yerdeki insandan değil, elbette gökyüzünden melekleri elçi yapar indirirdi de herkes ondan Allah'ın tebliğatını kendi alırdı. Buna "elbette" demeleri iki görüş açısındandır. Bir kere batıl zanlarında Allah'ın beşerden birine tebliğat yapıp peygamberlik nimeti vermesini mümkün görmüyorlar. Allah, doğrudan doğruya cisim sahibi olanlara tesir edemez, zannediyorlar. Halbuki bu şekildeki istidlâlde bir "müsâdere ale'l-matlûb" fesâdı (bir şeyi yine kendisiyle delil göstermeye kalkışma yanılgısı) vardır. Yani delil davanın aynıdır. Bir de tabiat ve vücup bakış noktasına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer bazı kimselere melekleri indirmiş ise her ferde indirmesi gerekirdi, çünkü tabiat küllîdir. Bu yanlış zan da Allah'ın mutlak yaratıcı olduğunu inkârdır.

İbrahim Sûresi'nde geçtiği üzere bu gibilere karşı peygamberler: "Evet biz sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah nimetini kullarından dilediğine lutfeder" (İbrahim, 14/11) diye cevap vermişlerdi ki, burada da: "Biz yaratmaktan gâfil değiliz" (Müminûn, 23/17) âyetiyle o yanlış zanları kökünden reddedilmiş ve nitekim En'âm Sûresi'nde "Allah elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir" (En'âm, 6/124) buyurulmuştur. Fakat Allah'ın ilim ve iradesini bilmeyen ve kafaları tabiat, âdet ve taklitlerle devamlı dolmuş olan kâfirler dediler ki biz önceki atalarımızdan bunu işitmedik. Yani Nûh'un dediğini, Allah'tan başka ilâh yoktur, kelâmını işitmemişler, yahut bazılarının sözüne göre Nûh gibi peygamberlik iddia edeni işitmemişler, cehaletleri o kadar uzamış ki, peygamber cinsini duymamışlar. Bununla beraber bizce bunun melâike indirilmesine işaret olması ihtimali de vardır ki, melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş olurlar. Ve bu mânâ, gösterdikleri bahanelerin çürüklüğünü anlatmış olması sebebiyle âyetin ahengine daha uygun gelir.

25-İşte o kâfirler, insanın peygamberliğini, böyle inkâr ederek büyük peygamberlerden bir peygamber olan Nûh'u hiçbir fazilete sahip olmayan basit bir hırslı iddiacı gibi göstermekle kalmayıp daha ileri gittiler de halka karşı dediler ki, Bu yalnız kendisinde delilik bulunan bir kimsedir. Yani acaib bir deli veya cin tutmuş, öyle ise onu, bir süreye kadar gözetiniz bakalım, belki açılır.

26-30-ihayet bunlara karşı Nûh, ne dedi bakınız: Rabbim, dedi, beni yalancı saymalarına karşı bana yardım et. O nasihat dinlemeyen, bilimsel ve sözlü cevaplarla yola gelmek ihtimali olma yan kâfirlere karşı fiilen başarı ile doğruluğunun ortaya çıkarılmasını Rabbından dua etti ki, bu dua, Allah Teâlâ'yı, yarattıklarından gafil sanan o kâfirlerin yok olması demekti. Anlamalı ki, bir peygamberin kavmi aleyhindeki duası ne korkunç şeydir. Yüce Allah ise çok yakın ve duaları kabul edicidir. Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Gözlerimizin önünde ve bildirdiğimiz şekilde o gemiyi yap..."

31-32- Sonra onların ardından bir başka nesil getirdik. Burada bu nesil belirtilmemiştir. Fakat Nuh Kavminden sonra çoğunlukla Ad ve Semûd kavimleri anıldığına göre bu nesilden maksadın, Ad, peygamberin de Hûd olması uygun olur. Semûd ve Sâlih de denilmiştir.

33- "Onun kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı yalan sayan ve dünya hayatında kendilerine refah verdiğimiz kodaman güruh dedi ki:" Nuh kavminin yalnız küfürlerini zikri ile yetinilmişti, bunların hakkında ise küfürleriyle beraber ahirete gitmeyi yalanlama ve dünya hayatında nimet ile şımarıklık özellikleri de bilhassa zikredilmiştir. Bu özellikler, asrımız kâfirlerinin de en belirgin özelliklerini ortaya koyduğu gibi, söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin dillerine doladıkları sözlerdir. Bunlarda insanın peygamberliğini kabul etmemekle beraber, peygamberi normal bir insan seviyesinde göstermek için beşeriyeti yiyip içtiği şeylerle mukayese ediyor ve insanlık toplumunu kökünden yıkacak olan şu propogandayı ileri sürüyorlar.

34- Gerçekten, tıpkı kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz o takdirde siz, hiç şüphesiz ziyandasınızdır. Hatırlatmaya gerek yoktur ki, insanın insana itaatini kayıtsız şartsız inkâr eden bu söz, hâricîlik ve anarşistlik davasıdır. Ve bir başkanın, başkanlığı altında toplanmayan bir insan topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir başkanın başkanlığı altında birleşmek zorundadır. Fakat kendi dünya hayatlarından ilerisini hiç hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz ve menfaatlerini elde etmek için hürriyet davası altında itaat esaslarını yıkarak milletlerin toplum düzenlerini yok etmekten zevk alırlar. Bunun gibi dünya hayatının refahı ile şımarmış ve ahirete ulaşmanın yalan olduğunu diline dolamış olan o kâfirler de Allah'ın emriyle, peygambere itaat duygusunu kırmak için insanın insana meşru' olan itaat esasını bir esirlik ve ziyan şeklinde göstererek kökünden baltalamaya çalışıyorlardı. Bir milletin ayakta kalmasına en büyük darbe olan bu büyük cinayetin ahirete ait sorumluluğu söz konusu edildiğinde diyorlardı ki:

***

51- Ey peygamberler! Temiz ve helal olan şeylerden yiyiniz ve iyi amel işleyiniz. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı bilirim. Yani karşılığını veririm. Her peygambere zamanında böyle hitap edilmiş ve en sonra hepsinin ulaştığı nimetleri ifade etmek üzere bu hitap özellikle peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e yöneltilmiştir. Burada peygamberlere karşı "yediğinizden yiyor ve içtiğinizden içiyor diyenlerin sözlerine bir cevap vardır. Yani peygamberler de yemeğe içmeğe izinlidirler. Fakat onlara itiraz eden kodaman kâfirler gibi haram ve helalini ayırmadan, pisini, temizini seçmeden yemezler, insanların haklarına tecavüz etmezler. İnsanların iliklerini emmezler, helal ve pak olarak hoş ve temiz olan şeylerden yerler. Sonra yedikleri de onlar gibi yalnız keyf ve zevk için değil, güzel çalışıp iyi ameller yaparak Allah'a ibadet edip şükürlerini yerine getirmek hikmetiyledir. Onun için maksatları, her ne olursa olsun dünya hayatının refahını yaşamaktan ibaret olan kâfirlere, firavunlara, zalimlere itaat etmek ve onlara bağlanmak, esirlik ve ziyan olduğu halde, peygamberlere ve onların yolundan giden Allah adamlarına boyun eğmek ve uymak, dünya ve ahirette güzel ve temiz bir hayat yaşatan bir nimet ve mutluluktur.

52- Ve işte bu, yani iyi ve temiz olan şeylerden yiyip iyi amelleri işlemek üzere İslâm ve tevhid esasında toplanmak bir tek ümmet olarak sizin ümmetinizdir. Yani bütün peygamberlerin din ve şeriatinin esası budur. Ve ben de sizin Rabbinizim öyle ise benden korkunuz, benden başkasından korkmayınız.

******

78-92- "Bu, öncekilerin esâtîrinden başka bir şey değildir. (dediler)"

"Esâtîr" kelimesi hakkında En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz. Bugünkü kâfirlerin de din ve ahiret inançlarına karşı yeğane sözleri esâtîr (masal) ve hurafe demekten başka bir şey değildir. Hattâ esâtîr ve hurafe karışmış, bunları düzeltmeli diyerek dindarlık kisvesi altında dinsizlik ilan eden nice kâfirler ve şeytanlar görüyoruz; halbuki İslâm, esâtîr yani aslı esası olmayan geçmişlerin hikayeleri olmaktan ne kadar uzaktır. Bakın bütün bunlara karşı Kur'ân gözün, kulağın, kalbin yaratılışını hatırlatarak ne güzel bir manzara gösterip bildiriyor. "De ki: Yeryüz kimindir?..."

"Eğer öyle olsaydı, her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı." Burada Allah Teâlâ'nın birliğini isbat için "temânü'" delilinin açık bir anlatımı vardır. (Enbiya Sûresi'ndeki "Eğer, Allah'tan başka tanrılar bulunsayd" (âyetinin tefsirine bkz. 21/22)