|
Elmalı
Tefsiri
1-
Gerçekten
felah buldu o müminler.
FELÂH:
Murada
ulaşmaktır. Hayırda sonsuzluk diye de tarif edilmiştir.
İFLÂH:
Kurtuluşa
erişmek mânâsına geldiği gibi felâha girmek, yani bizi ifademizle
selamete ermek, huzur bulmak mânâsına da gelir ki, Kur'ân'da genellikle
bu mânâda gelmiştir. Burada Allah Teâlâ, yedi özelliği kendinde
toplayan kimseler için kurtuluşun muhakkak olacağını müjdelemektedir
ki, bu yedi özellikten birincisi imandır. (İmanın tarif ve tefsiri
hakkında Bakara, 2/3. âyetin tefsirinde açıklama geçmişti, oraya bkz.).
2-İkincisi
şudur: Ki onlar namazlarında huşû içindedirler. Huşûu, bazıları korku,
çekingenlik gibi kalp fiillerinden olmak üzere tarif etmiş; bazıları da
sükûnet içinde olmak ve sallanmayı terk etmek gibi organlara ait
fiillerden göstermiştir. Doğrusu huşû, aslı kalp'te, tezahürü beden de
olmak üzere ikisini de içinde bulundurur. Kalbe ait tarafı, Rabbin
azamet ve celâli karşısında kendi küçüklüğünü göstererek nefsi, Hakk'ın
emrine baş eğdirip söz dinlettirecek ve edeb ve tazimden başka bir şeye
yönelmeyecek şekilde kalbin son derece bir saygı hissi duymasıdır. Dış
görünüşle ilgili yönü de, vücut organlarında bu duygunun
belirlenmesiyle bir sakinlik ve sükûnet meydana gelmesi, gözlerinin
önüne, secde yerine bakıp, sağa sola, şuna buna iltifat etmemesidir.
Bundan dolayı, "huşû"un aslı namazın şartlarından olan niyetin
samimiliği ile; tezahürleri de namazın adâb ve diğer tamamlayıcıları
ile ilgilidir. Hasen'den ve İbnü Sîrin'den rivayet olunduğuna göre
Resulullah ve ashabı namazda gözlerini gökyüzüne kaldırırlardı, bu
âyetin inmesi üzerine önlerine eğdiler ve ihtisar'ı terk ettiler.
Buharî ve Müslim'de Hz. Aişe (r.anha) den de rivayet olunur ki:
"Resulullah'a namazda iltifat (yüzünü çevirip bakma) hakkında sordum,
buyurdu ki: "O bir çalmadı ki, şeytan onu kulun namazından çalar,
kaçar."
Hakim
Tirmizî'nin, Kasım b. Muhammed yoluyla Esmâ binti Ebî Bekir'den Hz.
Aişe'nin annesi Ümmü Ruman'dan rivayet ettiği bir hadiste, muhterem
Ümmü Ruman (r.anha) demiştir ki: "Namazımda sallanıyordum. Ebû Bekir
(r.a) gördü, beni öyle bir azarladı ki, az daha namazdan çıkacaktım.
Sonra da dedi ki: 'Resulullah'ı dinledim, şöyle buyuruyordu: Herhangi
biriniz namaza durduğunda her tarafı sakin olsun, yahudiler gibi
sallanmasın. Zira namazda azaların süküneti namazın tamamındandır."
4- Onlar ki,
zekat (vazifelerin)ı yerine getirirler. Bundan ilk akla gelen mânâ
mallarının zekatını verirler, demektir. Fakat bazıları da bu ifadeye
göre zekattan maksadın, temizlik ve temizleme mânâsı olduğunu
söylemişlerdir. bununla birlikte zekatı yaparlar demek nefsî, bedenî,
mâlî, zekatın hepsine de şâmil olabilir.
8- Yine onlar
ki, emanetlerine ve ahitlerine riâyet ederler. Emanet yalnız mala has
değildir. Bütün şer'î teklifler, Allah'a ait haklar ve kullara ait
haklar, vekaletler, velayetler, memuriyetler de emanetlerdendir. Ahid
de, gerek Allah'a ve Peygambere ve gerekse insanlara karşı olan
anlaşmaları ve taahhütleri içine almaktadır.
9-
Ve onlar ki,
namazlarını muhafaza ederler. İlâhî emanetlerden olan farz namazlarını
geçirmek veya eksik bırakmamak için daima gözetirler de vakti vaktine
şart ve âdâbı ile kılmaya devam ederler ve namazlarını muhafaza etmek
için mücahede ederler, gayret gösterirler.
10- İşte
onlar, bu vasıfları kendilerinde bulunduran müminlerdir ancak bu
varisler. "Kullarımızdan, takva sahibi kimselere verdiğimiz cennet,
işte budur." (Meryem, 19/63), "Yeryüzüne iyi kullarım varis olacaktır"
(Enbiya, 21/105) âyetleriyle açıklanan mirasa sahipler, o hakka
layıklar.
11- Ki Firdevs'e
varis olacaklar. Onlar orada ebedî olarak kalacaklardır. Bazıları
Firdevs, Habeş dilinde ve Rumcada, cennet demek olduğunu
söylemişlerdir. Resul-i Ekrem (s.a.v) den Ebu Musa el-Eş'arî (r.a)
rivayet etmiştir ki: "Firdevs, Rahmân'ın maksûresi (mahfili) dir.
İçinde nehirler ve ağaçlar vardır." Ebû Ümame (r.a) de şunu rivayet
etmiştir: "Allah'tan Firdevs'i isteyin, çünkü o cennetlerin en
yücesidir. Firdevs'de bulunanlar Arş'ın gıcırtısını işitirler."
Bu
şekilde mutlu
insanların vasıflarını açıkladıktan sonra yüce yaratıcının, yaratışını
ve kudretini düşündürmek ve ahiretin hak ve gerçek olduğunu anlatmak
için, genel olarak insan cinsinin yaratılışının başlangıcını ve halden
hale yaratılışı esnasında geçirmekte olduğu değişiklikleri, dokuz
derece üzere göstererek buyuruluyor ki:
12- Çamurdan
bir sülâleden.
SÜLÂLE
kelimesi
sell masdarından alınmadır. Sell, bir şeyi bir şeyden incelik ve
yumuşaklıkla sıyırıp çıkarmak demektir. Nitekim dilimizde de bilindiği
üzere, kılıcı kınından sıyırıp çekmeye "Sell-i Seyf" denilir. Böyle
"fuâle" veznindeki isimler, alındıkları fiile göre bazan gaye olurlar,
"hülâsa" gibi ki, sülâle de buna benzer; bazan da olmazlar, "kulâme,
künâse" gibi Keşşâf'ın açıklamasına göre bu vezin, bir kıllet (azlık)
mânâsıyla da ilgilidir. Dilimizde bu veznin karşılığı (...inti) ekiyle
yapılan kelimelerdir ki, süzüntü, kuruntu, kırpıntı, süprüntü gibi.
Fakat sell fiilini bir kelime ile ifade edemediğimizden sülâle
kelimesini bu şekilde terceme edememişizdir. Şu halde bir şeyin
sülâlesi o şeyden sıyrılıp çıkarılan bir netice demek olur. Çoluk
çocuğa da sülâle denilmesi bu mânâya göredir. Bundan dolayı, sülâle
tabirinden bir silsile mânâsı düşünürüz. Çünkü sülâle aslın değil,
ondan süzülüp çıkarılan hülâsanın ismidir.
İşte
insan,
yaratılış evrelerinde önce, böyle çamurdan sıyrılıp çıkarılmış bir
sülâleden yaratılmıştır ki, bu mertebe ilk insan olan Âdem'in
yaratıldığı ve dolayısıyla insan cinsinin, insan organlarının ilk
başladığı evre olmakla, hiçbir insan tohumu ile meydana gelmiş
değildir. Bazıları burada "tîyn" Âdem (a.s)in bir ismidir, demiş
bazıları sülâleden maksat Âdem'dir demiş ise de ikisi de doğru
değildir. Zira Âdem, insandır. "Biz muhakkak insanı yarattık" (Tîn,
95/4) âyetindeki ifadeye dahildir. Ayetin açık mânâsı, bu sülâle'nin
Âdem'den önce olmasıdır. Hatta bir kısım tefsircilerin İbnü Abbas,
İkrime, Katâde ve Mukatil'den nakledildiğine göre, burada kelimesini
Âdem diye tefsir etmişler. "lâm"ı ahid lâmı olarak kabul etmişlerdir.
Gerçi tahkîkçi âlimlerin görüşü cins için olmasıdır. Sözün gelişi de
buna uygundur. Nitekim
Ebussuud,
demiştir ki: "el-insan" ile kastedilen cinstir ve anlam şudur: Billahi
insan cinsini Âdem'in yaratılmasıyla "tıyn"den, yani çamurdan bir
sülâleden toplayıp yaratmakla halk ettik..." Bununla beraber ahd olduğu
takdirde de zımnen bu mânâ gerekir.
Demek
ki, yüce
yaratıcı, önce çamurdan seçerek bir sülâle çıkarmış ve insanı ilk defa
o sülâleden yaratmıştır. Hıcr Sûresi'nde "Yoluna girmiş,
şekillendirilmiş balçık"(Hıcr, 15/26) denilmiş olan bu çamur
sülâlesinin, Fahreddîn Razî'nin de kaydettiği üzere, bir kısım
tefsircilerin açıklamasına göre insanlara gıda olarak insanlığın
organlarına ilk dönüşen maddeler olarak düşünülmesi mümkündür ki, bu
maddeler çamurdan sıyrılmış çıkmış madensel veya bitkisel veya
hayvansal maddelerdir (elementlerdir). Nitekim sülâle, nutfenin meydana
geldiği gıda maddeleri ile de tefsir edilmiştir ki, bu mânâ ile bu
âyet, yalnız Âdem'e veya Âdem mânâsında cinse ait olmakla kalmayıp her
ferde de doğrudan doğruya uygun olur. Çünkü gıda maddelerinden her
insanda insan uzuvları yaratıldığı ve bu şekilde insanın yaratılışına
bu maddelerin seçilerek bir başlangıç oluşturduğu bilinmektedir. Bu ise
seçilip ayıklanınca ilk insanın yaratılış maddesini idrak için bir
delil olur. Ancak sonraki insanlarda bu maddeler, bir insan menisi ile
geçmiş olan bir vücut içinde hazım ve temsil olunduğundan bunu, insan
bedenine daha önce verilmiş olan hayat gücünün bir eseri olarak
düşünmek ve bundan dolayı baba menisinin kuvvetine aitmiş gibi görmek
uygun olmaz. Halbuki ilk insanın yaratılışında böyle bir düşünceye
imkan yoktur. Çünkü bu maddeleri insan şekline sokmak için henüz bir
insan varlığı yoktur.
Bundan
dolayı, o
yüce yaratıcının ilk evvel yaratmış olduğu açıktır. Âyetin hatırlattığı
esas nokta da budur. Bu açıklamadan anlaşıldığına göre demek olur ki,
insan cinsinin ilk yaratıldığı çamur sülâlesi, ilk insanın ve ilk insan
hücreciklerinin yaratıldığı zamana kadar, çamurdan seçilip çıkarılmış
olan ve sonra insanın erzakı, hizmetini yerine getirdiği
üç mevcut şey'in özüdür. Allah Teâlâ, çamurdan madenleri, bitkileri ve
hayvanları sıyırıp çıkardıktan sonra, bunların hülâlasasından da insanı
hiç yokken yaratmış ve insan bunların sonucu olmuştur.
Bize
ulaşan
eserlere göre insanın yaratılışı, yukardaki üç maddenin yaratılmasından
sonra olduğunda bir ihtilaf görülmüyor. Şu halde topraktan insana kadar
üç şeyin bütün cins ve nevileriyle gerçek bir tasnifi tam mânâsıyla
bilinse, kuru toprağın ilk insan hücresi haline gelinceye kadar
geçirmiş olduğu yaratılış ve seçilme evreleri anlaşılabilecekti. Bundan
dolayı madenlerin, bitkilerin ve hayvanların tasniflerine çok önem
verilmiş ve zaman zaman değişik bakış açılarından değişik tasnifler
yapılmış ve türlü düşünceler ileri sürülmüştür. Netice olarak İbnü
Türkete'l-İsfahânî, Füsûs Şerhinde demiştir ki :"Yeryüzünde ilk meydana
gelen madenler, sonra bitkiler, sonra hayvanlardır. Ve Allah Teâlâ bu
mevcut şeylerin cinslerinden her sınıfının sonunu, takip edenin
başlangıcı kıldı da madenlerin sonunu ve bitkilerin evvelini mantar,
bitkilerin sonunu ve hayvanların evvelini hurma, hayvanların sonunu ve
insanın evvelini maymun kıldı ki, birbirine ulanma birliği bozulmadan,
değişmeden, aralanmadan, kesilmeden korunsun ve birbirine bağlansın."
13- Sonra onu
emin ve sağlam bir karargahta (rahimde) nutfe haline getirdik, yani o
insan cinsini veya neslini sağlam bir karargah olan rahimde yerleşen
bir nutfe yaptık. Önce bir çamurdan, bir sülâleden yaratılmış olan
insan bundan sonra "Sonra onun zürriyetini nutfeden, hakîr bir sudan
üretmiştir" (Secde, 32/8) âyet-i kerimesine göre, hakîr bir su sülâlesi
olan nutfeden çoğalma yoluyla yaratılarak diğer bir sülâle oldu. Hem
her nutfe'den değil, rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde değil,
rahimde yerleşen nutfeden; her rahimde değil, sağlam, aldığını tutan,
güçlü ve sağlam bir rahimde. Buradan anlaşılıyor ki, Kur'ân'da nutfe
yalnız menînin ismi değil, daha çok menî içindeki tohumun ismidir. Zira
rahimde karar kılıp yerleşen odur. Bir de zamirinin, çekilmiş,
sıyrılmış mânâsı ile sülâleye ait kılınması da caiz görülmüştür ki, o
çamur sülâlesini nutfe yaptık, demek olur.
İşte
nutfe
yapıldıktan sonra insan yaratılışı, doğal ve kanunî denilen malum
şeklini almış oldu. Yoksa ille başta çamurdan sülâlenin, sülâleden
insan veya nutfesinin yaratılışı doğa üstüdür. Çünkü henüz bir insan ve
tabiatı yoktu. Demek ki insanı yaratan yaratıcı kudret insan
tabiatından başkadır. Herhangi bir şeyin tabiatı ise o şeyin kendisinin
dışında olamaz. Onun için bir şey, kendisinin gayrısı olamayacağı gibi,
tabiatının gayrısı da olamaz. Bu yüzden tabiat ancak devamlı ve
değişmez bir şey olmak üzere düşünülebilir. Ve bir şey kendisi
değişmedikçe tabiatının değişmesine imkan yoktur. Bundan dolayı
herhangi bir şeyin tabiatında bir değişme görüldüğü zaman, o şeyin
kendisinde bir değişme meydan geldiği anlaşılır ve ona dıştan bir etki
aranır. Tabiî ilimler adı verilen ilimlerin hiçbiri yoktur ki, tetkik
ettiği bir değişmenin ayrı bir sebebini aramasın da kendi kendine
tabiatıyla oluvermiş diyebilsin.
Hatta
bu
noktada, iyice düşünülünce "Tabii ilimler" denilen ilimler, tabiatların
kendi kendine değişmesini kabul etmeyip, değişmenin dış etkenlerini
arayan ve bu şekilde hiçbir olayın tabiî olmadığını ispat eden
ilimlerdir, denmekte tereddüt edilmez. Çünkü bir tabiatın, kendisinin
dışında bir eşinden etki almasıyla izah edilen olaylara tabiat demek
çelişki olur. Evet tabiatta değişme, seçilme, gelişme yok değildir.
Fakat o seçimi ve gelişmeyi yapan tabiat değil, tabiatlar üzerinde
hakim olan yaratıcıdır. Eğer tabiat hakim olsaydı, çamur normal olarak
kalır, ondan bir sülâle çıkamaz, insan ve nutfe gelişmesi ve seçilip
çıkarılması olamazdı. Hatta nutfe yaratıldıktan sonra nutfe tabiatından
ileri geçemezdi. Bu takdirde bilinmesi lazım gelir ki insanın, tabiî
sayılan nutfeden meydana gelmesi evrelerinde de insanı yaratan nutfe
tabiatı değil, nutfeye ve rahime o yaratılış değişimini veren yüce
yaratıcıdır. Onun için buyuruluyor ki:
14- Sonra
nutfeyi aleka olarak yarattık. Rahime iliştirip aşılama yaptırarak
tutturup pıhtı kan gibi bir tutuk haline değiştirdik.
ALEKA:
Esasen
uluk ve tealluk gibi ilişmek ve yapışıp tutmak mânâsından alınmış
olarak ilişken, yapışkan şey demektir. Donuk pıhtı kana da, denilir.
Tefsirciler, genellikle "dem-i câmid" (donmuş kan) diye tefsir
etmişlerse de asıl maksat, rahimde aşılanmanın meydana gelmesiyle
oluşan alûktur. (Hac, 22/5. âyetin tefsirine bkz.)
Arkasından
alekayı mudğa yarattık, bir çiğnem et parçası haline değiştirdik.
Arkasından
mudğayı kemikler yarattık. Yani bir çiğnem et parçasından birtakım
kemikler yarattık ki, bunlar hikmetin gereği üzere vücudun çatısını
meydana getiren direkleridir. Ne hoş ve güzel hikmettir ki, yumurtanın
kabuğu tavuğun karnında iken yumuşak olup dışarı çıkınca sertleştiği
gibi, kemikler de rahimde iken yumuşak ve çocuk doğduktan sonra
sertleşecek bir yaratılışta yaratılmışlardır.
Arkasından
o
kemiklere bir et giydirdik, bütün o kemikler, her birine uygun birer et
ile donatılarak tamamı zarif bir et kisvesiyle giydirilip, kuşatıldı.
Sonra
onu
bambaşka bir yaratık olarak inşa eyledik. Yani organlarıyla, ruhuyla,
kuvvetiyle, boyu posu ile onda öyle güzel bir yaratılış meydana geldi
ki, hiçbir mahluka benzemez, bambaşka bir halk, "en güzel surette"
dilber bir insan oldu. Şimdi yaratanların en güzeli Allah, çok büyük,
çok yüksektir. Yani bütün feyz ve bereketin esası O'nda, her şeyin
yaratıcısı o, O'nun yaratmasından sonra vücuda gelen hikmet ve
sebeblerin herbiri bir yaratıcı sayılsa ve bu şekilde birçok
yaratıcılar farzolunsa Allah, bütün o yaratıcıların en güzeli, en güzel
yaratanıdır. Her hilkatin her seçilmişliğin, her tekamülün, her
güzelliğin ilk icadı, ilk numunesi ancak O'nun yaratması ve
diğerlerindeki yaratıcılığın bütün aslı O'nundur. Mevcut olmayan
tabiatları vücuda getiren, vücuda gelen tabiatları dilediği gibi
değiştirerek en güzel oluşlar için kıvamına koyan, cansız bir çamurdan
çoğalan bir sülâle çıkaran, bayağı bir sülaleden yukarda geçtiği üzere
gönülleri alıp götüren bir insan yaratan o Allah, öyle büyük, öyle
yüksek ki, ne kadar yaratıcı kabul edilse öyle güzel, öyle güzel
yaratan düşünülemez.
Zehî
zâtın nihân
ü ol nihândan mâsivâ peydâ
Bihâr-ı sun'ına
emvâc peyda ka'r nâpeydâ
Bülend
ü pest-i
âlem şahid-i feyz-i vucûdundur
Değil bîhude
olmak yoğ iken arz u semâ peydâ.
Meâl-i
hikmetin
ızhâr-ı kudret kılmağa etmiş
Gubâr-ı tîreden
âyîne-i kiti nüma peydâ.
Demâdem
âks alır
mir'ât-ı âlem kahr u Lütfundan
Anınçün geh
kudûret zâhir eyler geh safâ peydâ
Gehî
toprağa
eyler hikmetin bin mehlikâ pinhân
Gehî sun'un
kılar topraktan bin mehlikâ peydâ
Cihan
ehline tâ
esrâr-ı ilmin kalmayan mahfî,
Kılıptır
hikmetin küffâr içinde enbiyâ peydâ.
"Gizlidir
zâtın
ve o gizlilikten bütün âlem görünür,
Yaratış
denizinde dalgalar görünür, derinlik görünmez.
Yüksek
ve alçak,
bütün âlem ebedî varlığının şahididir.
Yok iken yeryüzü
ve gök, ortaya çıkması boşa değildir.
Hikmetinin
mânâsı kudret ortaya koymak, dilemiş,
Küçücük zerreden
dünyayı gösteren bir ayna yaratmıştır.
Âlemin
aynası
her an kahrından ve lutfundan akis alır.
Onun için bazen
bulanık görünür, bazen berrak görünür.
Hikmetin
bazen
toprağı bin ay yüzlü gizler,
Yaratman bazen,
topraktan bir ay yüzlü çıkarır.
Dünya
ehline
ilminin esrarı, gizli kalmasın diye,
Hikmetin,
kâfirler içinde, peygamberler çıkarır."
İnsanlar,
böyle
bambaşka bir oluşumda, en güzel bir kıvam ile yaratılmış olduklarından
dolayı kendilerini her murada ermiş, kurtuluş ihtiyacından uzak olmuş
zannetmemelidir. Ey insanlar:
16- Sonra da
muhakkak kıyamet gününde tekrar diriltileceksiniz. Bundan dolayı
yukarda açıklanan vasıfları kazanarak, kurtuluşa çalışmak gerekir.
İnsanların
başlangıç ve sonucuyla yaratılış evreleri hatırlatıldıktan sonra, hayat
ve bekaları ve uyanmaları ve sorumlulukları ile ilgili olan bazı
sebebler ve ilâhî nimetlerin de yaratılışına işaretle buyuruluyor ki:
17- Yedi tarîka; TARÂİK,
tarîka nın çoğuludur. Bunun tefsirinde birkaç değişik görüş
söylenmiştir:
1-
Tarîka kat
mânâsına gelir. Nitekim denilir ki, "bir biri üzerine kat kat elbise
giydim" demektir. Bu şekilde "seb'a terâik" yedi kat demek olur. Ve
"Yedi kat gök..." (Mülk, 67/3) mânâsını ifade eder.
2-
Tarîk gibi
yol demektir. O halde "seb'a tarâık" yedi yol demektir. Bazıları
yıldızların yolları olmasından dolayı göklere tarâık denildiğini
söylemiştir. Fakat bu şekilde maksat "Her biri belli bir yörüngede
yüzmeye (akıp gitmeye) devam ederler." (Yâsîn, 36/40) âyetine göre
yıldızların yüzdükleri gökler ve yörüngeler olmuş olur ki, bu ise
sadece yedi değil, çoktur.
Bundan
dolayı
uygun olan, diğer birçoklarının tercih ettiği gibi meleklerin yukarı
yükselme yolları olması itibariyle göklere, tarâık, denilmiş olmasıdır
ki, görünen gök bunların ancak birisidir.
3-
Tarîkat,
diğer bir deyişle sistem mânâsındadır ki, son zamanlarda dilimizde
manzume veya meslek diye de tercüme edilmiştir. Nitekim güneş sistemi
demek olan "sistem soler" güneş manzumesi, güneş mesleki diye
bilinmektedir. Buna göre "seb'a tarâık" yedi sistem demek olur ki,
güneş sistemi bunların birincisidir.
Görülüyor
ki, bu
üç mânânın üçünde de "seba tarâık" yedi gök demek oluyor. Bizce bu
görüşlerin en güzeli, meleklerin çıkış yolları demek olan yedi yol
mânâsına olmasıdır. Âyetin sonu da bu yedi yolun ilim ile alâkasını
anlatmaktadır. Bu delil ile biz, yedi gök denilen bu yedi yoldan
insanları yukarıdan kapsayan yedi anlama yolunu anlıyoruz ki, bunlar
beş duyu ile akıl ve vahiy yollarıdır. Zira buyuruluyor ki; ve biz,
yaratmaktan habersiz değiliz. Yani yüce yaratıcı, ne yaptığını bilmez
ve yaptığından haberi olmaz bir doğa değildir. Ne yarattığını, ne
yaratacağını bilir ve yarattığı yaratıkların durumlarından ve
ihtiyaçlarından haberdardır. Hiçbirini ihmal etmez, hepsini gözetir,
hepsinin işlerini görür. Tevbe edenlerin tevbesini, yalvaranların
duasını duyar; yerin, göğün, dirinin, ölünün her hal ve vaziyette
içiyle dışıyla bütün özelliklerini bilir. Bundan dolayı, ölenleri nasıl
yeniden dirilteceğini de bilir. Fahreddin Razî'nin de hatırlattığı
üzere bu âyetin birçok konuya delâleti vardır. Şöyle ki:
1-
Yaratıcının
varlığına ve iradesine delâlet eder. Çünkü yaratılışın değişmesi ve
cisimlerin bir özellikten zıddı bir özelliğe dönüvermesi, bir
değiştiricinin varlığına ve eserdeki çeşitlilik, eseri yaratanın irade
ve ihtiyarına delildir.
2-
Tabiat
meselesinin yokluğuna delâlet eder. Çünkü tabiat, yapıcı veya yaratıcı
olsaydı, aynı şekil ve vaziyette kalması gerekir ve bu değişme ve
başkalaşma meydana gelmezdi. Buna karşılık bu değişiklik, tabiatın
kendisinde meydana gelen değişiklikten oluyor denemez, çünkü böyle
demek tabiatın bir yaratıcıya ve mucide ihtiyacını kabul etmek
demektir.
3-
Bilerek
yaratanın ilmini ve kudretini gösterir. Gerçekte âcizin bir şey yapması
mümkün olmadığı gibi, ilimli, şuurlu yaratıkların, cahilden meydana
gelmesine imkan olmadığı gibi, bu kadar hayret verici işler ve
beğenilip takdir edilen eserler de, cehalet eseri olamaz.
4-
Yüce
yaratıcının kudretinin, bütün olabilir şeylere şâmil, ilminin bütün
bilinen şeyleri kapsamış, toplu halde veya ayrı ayrı her şeyin,
koruması ve gözetimi altında bulunduğuna delalet eder.
5-
Kudret ve
ilmin genişliği de yeniden dirilmenin, haşr ve neşrin mümkün olduğunu
haber verir.
6-
Yaratıcının
yarattığından habersiz olmaması, yaratıklar arasında sayılan insanların
maddî hayatlarına ait yiyecek, içecek vesair ihtiyaçların çaresi ve
elde edilmesinden başka peygamberler gönderilmesi ve kitapların
indirilmesi gibi doğru yola sevk ve irşadlarına ve manevî hayatlarına
ait olan ihtiyaçların da çaresini ve elde edilmesini ifade eder. Ve
böylece peygamberlik ve elçilik meselesinin de esasını bir ispat
vardır. Ve gerçekte bunun arkasından su ve sudan meydana gelen bitkiler
ve hayvanlar gibi yaratılmış olan maddî nimet ve faydalı şeylerin
başlıcalarına işaret ve bunun ucunda insanların çalışması ve elde
etmesiyle yaratılmış olan gemi nimeti hatırlatıldıktan sonra,
peygamberliğe ait kıssalar genişce anlatılacaktır. Buna göre sözün
neticesi şöyle olur: Yaratıcıların en güzeli olan ve insanı yoktan var
eden şanı yüce olan biz; yarattığımız yaratıklardan habersiz
olmadığımızdan üstünüzde yedi yol yarattık
18- ve gökten
uygun bir ölçüde su indirdik. Yani takdir ettiğimiz belirli bir miktar
ve ölçüde yüksekten yağmur yağdırdık. İnsanların tâ çamurundan beri
hayatî gereklerinin en önemlisi olan suyun kendisi bir nimet olduğu
gibi, birçok nimetlerin meydana gelmesine sebep olduğu da
bilinmektedir. Fakat böyle olması her ihtiyaca göre bir ölçü ile
sınırlıdır. Fazlası tufân gibi yıkıcı ve yok edici olur. Onun için
faydalı yağmurlar da zaman zaman değişik ihtiyaca göre değişik miktarda
yağarlar. Öyle ki bunların yağışı ve miktarları normal bir şekilde bir
düzeyde ve bir ölçüde değil, Allah'ın dilemesi ve ilmine göre bir
tasarrufa delalet eder bir şekilde az çok birbirine benzer bir nizam
içindedir.
Ve
ilâhî yardımı
ifade eden bu noktayı özellikle ifade için "bi kaderin" (ölçü ile)
kaydı konulmuştur. Bir de suyun basit bir madde olmayıp iki ana madde,
oksijen ve hidrojen'den meydana gelen birleşik bir madde olduğu kimya
ilminde daha sonra bilinmiştir. Demek ki, suyun meydana gelişi bile
tabii bir şey olmayıp dışardan tesir eden bir yaratıcının sanatıdır. Bu
bakımdan da su, semâvî bir tesirin neticesi ve meyvesidir. Tabiat
Bilgisi'nde yağmurlar, güneş sıcaklığı ile denizlerden ve yerden
buharlaşıp yukarıya çıkan su buharlarının toplanması, yoğunlaşması ve
suya dönüşmesi ile meydana geldiğinden bahsedilirken yağmurların doğal
olarak kendiliğinden meydana geldiğini zannetmemelidir. Bu taraf,
yağmurların meydana geliş nedenlerinden bir parça olsa da tamamı
değildir. Fizik de ilmin tamamı değildir. Gerçi ısınmakla suyun
buharlaşması, soğumakla buharın su haline gelmesi bir âdettir. Fakat
gerek ısı ve gerek soğukluk suyun ve buharın bir tabiatı olmayıp
dışardan bir etkinin tesiri ile olduğu gibi, çevredeki (temperatüre
yani hava sıcaklığı)nin her an aynı seviyede durmayan değişmesi de yüce
yaratıcının emir ve tedbiri ve her seferinde oluşan yağmur miktarının
belirlenmesi ve tesbit edilmesi de ilâhî takdirin hükmünün ortaya
çıkmasıdır. Vermek istediği hayat nimetine göre özel bir miktar ile
bazen normal şekilde, bazen normalin üzerinde olarak o suyu gökyüzünden
indiren O'dur.
Bir
eczâhanede
(labaratuarda) damıtılan, damıltılmış suyu doğal sayan kimse
görülmüyor. Çünkü bir iradenin tesiri vardır. Halbuki onda tabiilik,
yağmurun tabiiliğinden daha açık, yağmurda sanat ve iradenin ortaya
çıkışı daha yüksektir. Bundan dolayı, yaratıcıyı, yarattıklarından
habersiz zannedenler gibi yağmur duasını inkâra kalkışmamalı ve tecrübe
edilmiş olduğu üzere dua ile yağmur yağdığı zaman şaşmamalıdır.
Buyuruluyor ki, yarattığımızdan habersiz olmadık ve gökten bir ölçüde
su indirdik de onu yeryüzünde durdurduk. Irmaklarda, göllerde
kaynaklarda, kuyularda, havuzlarda, mahzenlerde, toprak içlerinde
vesairede duruyor. Halbuki bizim, onu giderivermeye de elbette gücümüz
yeter. O indiriş ve durduruş zarurî ve mecburî değil, yalnız bir nimet
olarak yaratıkların hayatına ve iyiliğine bir ilâhî yardımdır. Yoksa
kurak zamanlarda görüldüğü gibi o sular kuruyabilir, ısı
çoğaltılıverilse yeryüzünde sudan eser kalmazdı. Düşünmeli ki o zaman
hal ne olurdu?
19-Fakat ne
büyük bir nimet ve cömertliktir ki böyle iken indirdik ve durdurduk da
onunla sizin için bahçeler inşâ ettik. En güzel, en faydalı bitkilere
ve ağaçlara yetişip büyüme verecek. Türlü bitkilere ve bahçeler
yetiştirdik ki hurmalıklar ve üzümlükler cinsinden sizin için onlarda
bir çok meyveler var; hurma ve üzümden başka daha bir çok yemişler var
ki, faydalar temin edersiniz ve onlardan yersiniz. Yani o bağlardan
bahçelerden geçinirsiniz. Bunlardan yemek iki türlüdür: Birisi doğrudan
doğruya meyveleri yemektir. İkincisi o yüzden geçinmektir. Burada bağ
ve bahçelerin hem hayati faydaları, hem ekonomik faydaları
hatırlatılmış oluyor. Bir de bunların mahsulleri, insanların gıdasından
mühim bir kısmını teşkil ettiğinden insan yaratılışının ilk maddesi
olan süzülüp çıkarılmış çamur özünün bir kısmını açıklamış olması
düşünülebilir.
20-Hurma ve üzüm
gibi zeytinin de hayat ve ekonomideki özel önemi nedeniyle buyuruluyor
ki: Bir de Tûr-ı Sinâ'dan çıkan bir ağaç meydana getirdik ki hem yağ
bitirir, hem de yiyeceklere bir katık. Burada zeytin ağacının Tûr-i
Sinâ'dan çıkan bir ağaç tabiri ile ifade edilmesi şüphe yok ki dikkat
çekicidir. Deniliyor ki zeytin başlangıçta Tûr-i Sinâ'dan çıkmış ve
yayılmış veya önemli kısmı orada yetiştiğinden böyle denilmiştir.
Bununla beraber bunda Hz. Musa'nın Cenab-ı Hak ile konuşma yeri olduğu
mübarek Tûr-ı Sinâ'nın zikredilmesiyle zeytinin bereketine bir işaret
bulunduğu gibi Nur âyetindeki "mübarek bir zeytin ağacından..." (Nur,
24/35) temsiline bir imâ da yok değildir. Zira açıklamanın hedefi, bu
tecellilerden ilâhî feyze yönlendirme ve ulaştırmadır. Çünkü aynı hava,
aynı güneş ve aynı toprakta bu çeşitli nimetlerin yaratılması, yüce
yaratıcının gafil bir tabiat olmadığını haykıran birer ibret
delilleridir. (Ra'd, 13/3. âyetin tefsirine bkz.)
21- Sizin için
hayvanlarda da muhakkak bir ibret vardır. O ağaçta ve bahçeler de hep
birer ibret olduğu gibi hayvanlarda ve özellikle en çok faydalanılan
en'âm, yani koyun, keçi, sığır ve deve cinsinde de bir ibret vardır ki,
bundan habersiz olanlar o hayvanlar gibi ve belki daha şaşkındırlar.
Size onların karınlarındakinden içiririz. Kan ile gübre arasından
bembeyaz ve tertemiz süt çıkar, içilir; bir kör tabiatla bu nasıl
seçilir. Sizin için onlarda bir çok faydalar da vardır ki, bakıp
gözetmek şartıyla faydalanırsınız ve onlardan yersiniz. Meyvelerinden
ve mahsullerinden faydalandığınız gibi, kendilerinden de faydalanır ve
etlerinden yersiniz
22- ve onların
üzerine ve gemi üzerine yüklenir taşınırsınız. Yine en'âm içinde sığır
ve mandaya da yük çektirilir. Fakat gemi gibi üzerine yük vurulan
develerdir. Onun için Arap şairleri develere "kara gemileri"
demişlerdir ki, bizim trenlere kara vapuru dememiz gibidir. Görülüyor
ki, yaratılıştaki bu faydalı şeyler hatırlatılırken insan yapısı olarak
imâl edilen gemi hemen aşağıda getirilivermiş ve bu şekilde "Sizi ve
yapmakta olduklarınızı Allah yarattı." (Sâffât, 37/96) âyetine göre
insanın yaptığı şeylerin bile Allah'ın yaratığı olduğuna dikkat
çekildiği gibi, bununla kazanç bereketini yükselten ve insan toplumunun
terbiye ve kurtuluşuna kaynak olan peygamberlik nimetine karşı
küfredenlerin ileride gelecek olan kıssalarına bir giriş yapılmıştır.
23- And olsun ki
biz Nuh'u kavmine peygamberlikle gönderdik. A'râf Sûresi'nde (7/59-64)
Hûd Sûresi'nde (11/36-49) ve Nûh Sûresi'nde Hz. Nûh'un peygamberliği ve
nasıl hakka davet ettiği hakkında daha bazı geniş açıklama vardır. Bazı
sûrelerde de daha kısa ve özlü bir şekilde hatırlatma ve işaretler
yapılmıştır ki, bunlar aynı kıssanın sadece bir tekrarı değil, aynı
konu üzerinde başka başka birer yönün açıklanmasıyla, ayrı ayrı
faydalar içeren çeşitli açıklamalardır. Mesela burada gemi nimetinin
kaynağı ve faydası hususunda peygamberlik meselesinin önemli bir
noktasını açıklığa kavuşturma vardır.
Gerçekte
yarattığından habersiz olmayan Allah, Nuh'u kavmine peygamber gönderdi
de Nûh o peygamberlikle dedi ki: Ey kavmim! Allah'a kulluk edin. Size
O'ndan başka hiç ilâh yoktur artık korunmaz mısınız? Yani Allah'ı
tanımadığınız ve vahdaniyetle ibadet etmediğinizden dolayı başınıza
gelecek olan büyük bir günün azabından kendinizi korumaz mısınız? Zira
diğer sûrelerde geçtiği üzere "Doğrusu ben, üstünüze gelecek büyük bir
günün azabından korkuyorum" (Arâf, 7/59) diye bildirmişti.
24- Bunun
üzerine kavminden küfreden topluluk, yani göz dolduran kodamanlar
gürûhu peygamberliği inkâr ederek halka karşı dedi ki : Bu ancak sizin
gibi bir insan, üzerinize üstün ve hakim olmak istiyor. Yani insanlık
özelliği yönünden sizden hiçbir farkı, fazla bir özelliği ve üstünlüğü
olmadığı halde, peygamberlik davası ile sizin üzerinize çıkmak,
başınıza geçmek istiyor. Bu sözde iki mânâ gözetilebilir:
Birincisi:
Adı
geçen peygamberde normal insanlardan fazla bir meziyyyet ve fazilet
bulunmadığı iddiasıyla onu âdî bir şahıs ve ehliyetsiz bir ihtiras
sahibi gibi göstermeye çalışmak ve bu şekilde onu sıkıntılandırmaktır
ki, dünyalık mevki peşinde koşan hırslı ve hasetçi kimselerin
çoğunlukla ehliyet ve hak sahipleri kişilere karşı âdetleridir.
İkincisi:
Peygamberlik davasını bütün insanlığın üzerine çıkmak gibi fazla bir
iddia zannetmek. Peygamberliği beşer cinsinde bulunması mümkün olmayan
bir fazilet davası şeklinde göstermektir ki, Allah Teâlâ'yı
yaratıklardan habersiz bir tabiat gibi zanneden Muattıla'nın veya
Allah'ın mücerred ruhânilerden başkasına tebliğatta bulunamayacağını
zanneden Sabiîlerin zanlarıdır. Onun için peygamber denildiği zaman
böyleleri onda insan üstü bir özellik bulunması, yani insan cinsinin en
yüksek bir ferdinde bile bulunmayan sırf ilâhî bir cevher ve kimlik
bulunması gereğini iddia ederler. Hıristiyanların Hz. İsa'da ilâhî bir
cevher bulunduğunu iddiaya kalkışmaları ve hatta Nastûrîlerin, biri
ilâhlık biri insanlık diye iki cevher kabul etmelerine bile razı
olmamaları o iddiaya mağlubiyetlerinin bir neticesidir. Zamanımızda
birtakım Avrupalı yazarların Hz. Muhammed'in peygamberliğini inkâr
yönünde "Şüphe yok ki Hz. Muhammed, olağanüstü bir beşer, pek büyük bir
zat, fakat insanlık üstü bir vücut değil, bunun kendisi de söylüyor
'Ben de sizin gibi ancak bir beşerim' (Kehf, 18/110)
diyor." demeleri, yani ilâhlık davasında bulunmadığından dolayı
Allah'ın peygamberinin peygamberliğini kabul etmek istememeleri de o
zanna uyularak söylenmiş bir safsatadan başka bir şey değildir. Bu
zanda bulunanlar veya bu şekilde safsata yapmak isteyenler bir insanın
peygamberliği söz konusu olduğu zaman onu bütün insan cinsinin üstünde
yüksek bir kimlik iddia ediyormuş gibi anlatırlar da onun bir ilâh veya
bir melek olduğu kabul edilmedikçe Resul olduğu tasdik olunamazmış gibi
gösterirler.
İsrâ
Sûresi'nde
geçtiği gibi Resulullah'a karşı Kureyş müşriklerinin bir kısmı da bu
safsatayı ileri sürmüşlerdi. Buna karşı burada bunun yanlış kaynağının
yüce yaratıcıyı, yarattıklarından habersiz zannetmek küfrü olduğu ve
Nûh'tan İsa'ya kadar gelen büyük peygamberlere karşı kâfirlerin de hep
bunu söyleyegeldikleri ve ilmen iknâ olmak istemeyen bütün o kâfirlerin
sonunda peygamberliğin doğruluğu karşısında fiilen yok oldukları
anlatılmıştır. Yani Nûh'un peygamberliğine karşı kavminin kodaman
kâfirleri demişti ki: "Bu ne olursa olsun sizin gibi bir beşerden başka
bir şey değil, böyle iken insanlığın üzerine çıkmak insanlıktan daha
yüksek olmak istiyor. Allah'tan peygamberlik dava ediyor, insandan
Resul mü olur?" Gerçi âyetten ilk bakışta önceki mânâ hemen akla gelir
Fakat daha sonra gelen bölümüne dikkat edilince de ikinci mânâ; yani
insanın peygamberliğinin inkârı mânâsı daha açık görünür. Çünkü o
kâfirler bunun arkasından şöyle delil getirmeye çalışıyorlar:
Ve
eğer Allah
dileseydi elbette melâike indirirdi.Yani Allah insanlara elçi göndermek
isteseydi yerdeki insandan değil, elbette gökyüzünden melekleri elçi
yapar indirirdi de herkes ondan Allah'ın tebliğatını kendi alırdı. Buna
"elbette" demeleri iki görüş açısındandır. Bir kere batıl zanlarında
Allah'ın beşerden birine tebliğat yapıp peygamberlik nimeti vermesini
mümkün görmüyorlar. Allah, doğrudan doğruya cisim sahibi olanlara tesir
edemez, zannediyorlar. Halbuki bu şekildeki istidlâlde bir "müsâdere
ale'l-matlûb" fesâdı (bir şeyi yine kendisiyle delil göstermeye
kalkışma yanılgısı) vardır. Yani delil davanın aynıdır. Bir de tabiat
ve vücup bakış noktasına tutunarak demiş oluyorlar ki, eğer bazı
kimselere melekleri indirmiş ise her ferde indirmesi gerekirdi, çünkü
tabiat küllîdir. Bu yanlış zan da Allah'ın mutlak yaratıcı olduğunu
inkârdır.
İbrahim
Sûresi'nde geçtiği üzere bu gibilere karşı peygamberler: "Evet biz
sizin gibi bir beşerden başkası değiliz. Fakat Allah nimetini
kullarından dilediğine lutfeder" (İbrahim, 14/11) diye cevap
vermişlerdi ki, burada da: "Biz yaratmaktan gâfil değiliz" (Müminûn,
23/17) âyetiyle o yanlış zanları kökünden reddedilmiş ve nitekim En'âm
Sûresi'nde "Allah elçiliği kime vereceğini daha iyi bilir" (En'âm,
6/124) buyurulmuştur. Fakat Allah'ın ilim ve iradesini bilmeyen ve
kafaları tabiat, âdet ve taklitlerle devamlı dolmuş olan kâfirler
dediler ki biz önceki atalarımızdan bunu işitmedik. Yani Nûh'un
dediğini, Allah'tan başka ilâh yoktur, kelâmını işitmemişler, yahut
bazılarının sözüne göre Nûh gibi peygamberlik iddia edeni işitmemişler,
cehaletleri o kadar uzamış ki, peygamber cinsini duymamışlar. Bununla
beraber bizce bunun melâike indirilmesine işaret olması ihtimali de
vardır ki, melâike indirildiğini hiç işitmedik demiş olurlar. Ve bu
mânâ, gösterdikleri bahanelerin çürüklüğünü anlatmış olması sebebiyle
âyetin ahengine daha uygun gelir.
25-İşte o
kâfirler, insanın peygamberliğini, böyle inkâr ederek büyük
peygamberlerden bir peygamber olan Nûh'u hiçbir fazilete sahip olmayan
basit bir hırslı iddiacı gibi göstermekle kalmayıp daha ileri gittiler
de halka karşı dediler ki, Bu yalnız kendisinde delilik bulunan bir
kimsedir. Yani acaib bir deli veya cin tutmuş, öyle ise onu, bir süreye
kadar gözetiniz bakalım, belki açılır.
26-30-ihayet
bunlara karşı Nûh, ne dedi bakınız: Rabbim, dedi, beni yalancı
saymalarına karşı bana yardım et. O nasihat dinlemeyen, bilimsel ve
sözlü cevaplarla yola gelmek ihtimali olma yan kâfirlere karşı fiilen
başarı ile doğruluğunun ortaya çıkarılmasını Rabbından dua etti ki, bu
dua, Allah Teâlâ'yı, yarattıklarından gafil sanan o kâfirlerin yok
olması demekti. Anlamalı ki, bir peygamberin kavmi aleyhindeki duası ne
korkunç şeydir. Yüce Allah ise çok yakın ve duaları kabul edicidir.
Bunun üzerine ona şöyle vahyettik: "Gözlerimizin önünde ve
bildirdiğimiz şekilde o gemiyi yap..."
31-32- Sonra
onların ardından bir başka nesil getirdik. Burada bu nesil
belirtilmemiştir. Fakat Nuh Kavminden sonra çoğunlukla Ad ve Semûd
kavimleri anıldığına göre bu nesilden maksadın, Ad, peygamberin de Hûd
olması uygun olur. Semûd ve Sâlih de denilmiştir.
33- "Onun
kavminden, kâfir olup ahirete ulaşmayı yalan sayan ve dünya hayatında
kendilerine refah verdiğimiz kodaman güruh dedi ki:" Nuh kavminin
yalnız küfürlerini zikri ile yetinilmişti, bunların hakkında ise
küfürleriyle beraber ahirete gitmeyi yalanlama ve dünya hayatında nimet
ile şımarıklık özellikleri de bilhassa zikredilmiştir. Bu özellikler,
asrımız kâfirlerinin de en belirgin özelliklerini ortaya koyduğu gibi,
söyledikleri sözler de tamamıyla şimdiki kâfirlerin dillerine
doladıkları sözlerdir. Bunlarda insanın peygamberliğini kabul etmemekle
beraber, peygamberi normal bir insan seviyesinde göstermek için
beşeriyeti yiyip içtiği şeylerle mukayese ediyor ve insanlık toplumunu
kökünden yıkacak olan şu propogandayı ileri sürüyorlar.
34- Gerçekten,
tıpkı kendiniz gibi bir beşere itaat ederseniz o takdirde siz, hiç
şüphesiz ziyandasınızdır. Hatırlatmaya gerek yoktur ki, insanın insana
itaatini kayıtsız şartsız inkâr eden bu söz, hâricîlik ve anarşistlik
davasıdır. Ve bir başkanın, başkanlığı altında toplanmayan bir insan
topluluğu yoktur. Cumhuriyetler bile bir başkanın başkanlığı altında
birleşmek zorundadır. Fakat kendi dünya hayatlarından ilerisini hiç
hesaba almak istemeyen ihtilâlci kâfirler, kendi garaz ve menfaatlerini
elde etmek için hürriyet davası altında itaat esaslarını yıkarak
milletlerin toplum düzenlerini yok etmekten zevk alırlar. Bunun gibi
dünya hayatının refahı ile şımarmış ve ahirete ulaşmanın yalan olduğunu
diline dolamış olan o kâfirler de Allah'ın emriyle, peygambere itaat
duygusunu kırmak için insanın insana meşru' olan itaat esasını bir
esirlik ve ziyan şeklinde göstererek kökünden baltalamaya
çalışıyorlardı. Bir milletin ayakta kalmasına en büyük darbe olan bu
büyük cinayetin ahirete ait sorumluluğu söz konusu edildiğinde
diyorlardı ki:
***
51- Ey
peygamberler! Temiz ve helal olan şeylerden yiyiniz ve iyi amel
işleyiniz. Çünkü ben sizin yaptıklarınızı bilirim. Yani karşılığını
veririm. Her peygambere zamanında böyle hitap edilmiş ve en sonra
hepsinin ulaştığı nimetleri ifade etmek üzere bu hitap özellikle
peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'e yöneltilmiştir. Burada
peygamberlere karşı "yediğinizden yiyor ve içtiğinizden içiyor
diyenlerin sözlerine bir cevap vardır. Yani peygamberler de yemeğe
içmeğe izinlidirler. Fakat onlara itiraz eden kodaman kâfirler gibi
haram ve helalini ayırmadan, pisini, temizini seçmeden yemezler,
insanların haklarına tecavüz etmezler. İnsanların iliklerini emmezler,
helal ve pak olarak hoş ve temiz olan şeylerden yerler. Sonra yedikleri
de onlar gibi yalnız keyf ve zevk için değil, güzel çalışıp iyi ameller
yaparak Allah'a ibadet edip şükürlerini yerine getirmek hikmetiyledir.
Onun için maksatları, her ne olursa olsun dünya hayatının refahını
yaşamaktan ibaret olan kâfirlere, firavunlara, zalimlere itaat etmek ve
onlara bağlanmak, esirlik ve ziyan olduğu halde, peygamberlere ve
onların yolundan giden Allah adamlarına boyun eğmek ve uymak, dünya ve
ahirette güzel ve temiz bir hayat yaşatan bir nimet ve mutluluktur.
52- Ve işte
bu, yani iyi ve temiz olan şeylerden yiyip iyi amelleri işlemek üzere
İslâm ve tevhid esasında toplanmak bir tek ümmet olarak sizin
ümmetinizdir. Yani bütün peygamberlerin din ve şeriatinin esası budur.
Ve ben de sizin Rabbinizim öyle ise benden korkunuz, benden başkasından
korkmayınız.
******
78-92- "Bu,
öncekilerin esâtîrinden başka bir şey değildir. (dediler)"
"Esâtîr"
kelimesi hakkında En'âm, 6/25. âyetin tefsirine bkz. Bugünkü kâfirlerin
de din ve ahiret inançlarına karşı yeğane sözleri esâtîr (masal) ve
hurafe demekten başka bir şey değildir. Hattâ esâtîr ve hurafe
karışmış, bunları düzeltmeli diyerek dindarlık kisvesi altında
dinsizlik ilan eden nice kâfirler ve şeytanlar görüyoruz; halbuki
İslâm, esâtîr yani aslı esası olmayan geçmişlerin hikayeleri olmaktan
ne kadar uzaktır. Bakın bütün bunlara karşı Kur'ân gözün, kulağın,
kalbin yaratılışını hatırlatarak ne güzel bir manzara gösterip
bildiriyor. "De ki: Yeryüz kimindir?..."
"Eğer
öyle
olsaydı, her ilâh kendi yarattığını sevk ve idare eder ve bir gün
mutlaka onlardan biri diğerine galebe çalardı." Burada Allah Teâlâ'nın
birliğini isbat için "temânü'" delilinin açık bir anlatımı vardır.
(Enbiya Sûresi'ndeki "Eğer, Allah'tan başka tanrılar bulunsayd"
(âyetinin tefsirine bkz. 21/22)
|
|