|
Elmalı
Tefsiri
1-6- "Hâ
mîm",
"Rahman, rahim" harflerinden olduğu için o iki isme işaret veya yemin
olduğu söylenmiş ve "elif, lâm, râ", "Ha mim", "Nûn"un, "Er-Rahmân"
okunduğu da söylenmiştir. Bundan dolayı olmalıdır ki bazıları "Ha
mim"in, "Havamim" veya "ha mimât" "Hâ mîm"ler diye çoğul yapılmasını
caiz görmemiş, sûrelerin birden çokluğuna işaret kastolunduğu zaman
"Âlü Hâ mîm" denilmesini tercih eylemişlerdir. Bu yüzden "Ha mim"
sûreleri, rahmânî ve rahimî rahmetten birer örnektirler. Bununla
birlikte "Ha mim" harfleri Hamd'in başı, Muhammed isminin de ortasıdır.
"Ey Muhammed" demek de olabilir. Fakat çokları Kur'ân'ın veya sûrenin
ismi olduğunu söylemekle yetinmişlerdir. Bundan dolayı "alemiyet" (özel
isimlik) ve te'nis (dişilik) veya özel isimlik ve yabancı dilden gelme
kelimeye benzemesi sebepleriyle "Gayrı munsarıf" (okunurken cer ve
tenvin kabul etmeyen kelimelerden) olduğunu da söylemişlerdir.
7-8-9-
"Arş"ı
taşıyanlar. "Arş" hakkında "Âyetü'l-Kürsî" (Bakara,
255) ve A'raf
Sûresi'nde "Sonra Arş üzerinde hükümran oldu." (A'raf,54)
âyetine
bakınız. "Hamele-i Arş" (Arşı taşıyanlar), büyük meleklerdir ki
el-Hâkka Sûresi'nde "O gün Rabbinin arşını üstlerinde bulunan sekiz
(melek) yüklenir." (Hâkka,17) âyetinde sekiz
oldukları açıkça ifade
edilmektedir. Bazı eserlerde bugün dahi sekiz oldukları rivayet edilmiş
ise de bazıları bugün dört olup, kıyamet günü diğer dört melek ile
desteklenerek sekiz olacakları görüşünü ileri sürmüşlerdir. Ki
Muhyiddin Arabi de böyle der. Ve etrafındakiler. "Melekleri görürsün ki
Rablerine hamd ile tesbih ederek Arş'ın etrafını kuşatmışlardır."
(Zümer,75)
buyurulduğu üzere Arş'ın etrafını donatan melekler ki
bunlar çok, pek çoktur, sayılarını ancak Allah bilir. Arş'ı taşıyan
melekler ile bunlara "Kerubiyyun" derler ki, kâf'ın üstün okunması, râ
harfinin ötresi ve şeddesiz okunması ile "Kerubî" kelimesinin
çoğuludur. Şeddeli okumak hatadır. Fakat öyle yayılmıştır.
KERUB,
"Kurb
(yakınlık) mânâsına, kurb (yakınlık) mastarından "Feul" ölçüsünde
fiilimsidir. Allah'a en yakın melekler demek olur. Onun için bazıları
"Kerubiyyun" yalnız Arş'ı taşıyan meleklerdir demişlerdir. İbnü Sina da
Melaike Risalesi'nde şöyle demiştir: Kerubiyyun melekler, "Tih-i a'lâ
arasatının" (en yüce meydan olan arasat meydanının) amirleri zümre
zümre en şerefli yerde durmaktalar, en güzel manzaraya bakmaktalar ki,
bunlar Mukarrebun melekler ve temiz ruhlardır. Fakat Amilûn melekler,
Arş'ı, Kürsi'yi ve gökleri taşıyan meleklerin amirleridirler. İşte
bütün bunlar tesbih ve hamd ile Rablerine iman etmişler ve müminler
için öyle bağış dilerler ve dua ederler.
10- O
inkâr
edenler, Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden, cehennemlikler
oldukları beyan buyurulan kâfirlerin cehenneme girdikten sonraki
halleri anlatılıyor. Onlara şöyle bağırılacak: Allah tarafından
cehennemde zebaniler bağıracaklar! Elbette Allah'ın makti -makt,
buğzun, kinin şiddetlisidir sizin kendinize buğzunuzdan daha büyüktür.
Kâfirler kendi kendilerine üç sebepten kızacaklar. Bir kere, kıyameti,
cenneti, cehennemi gördükleri zaman bunları inkârda ısrar ettiklerinden
dolayı kendi kendilerine kızacaklar; sonra başkasına tabi olanlar, tabi
oldukları başkanlara kızacaklar; daha sonra cehenneme girdiklerinde
İblis kendilerine seslenip de, "Benim sizin üzerinizde bir otoritem
yoktu, yalnız sizi davet ettim de beni dinlediniz, "O halde kusuru bana
yüklemeyin, kendinizi kınayın." (İbrahim, 14/22) dediği zaman da
kendilerine kızacaklardır.
11-
Diyecekler
ki: Ey Rabbimiz! Bizi iki öldürdün, iki de dirilttin, yani iki ölüm
öldürdün, iki dirim dirilttin. Buradan kabir azabının varlığına delil
getirilmiştir. Deniliyor ki, birinci öldürme, dünya hayatını bitiren
ilk ölüm; ikinci öldürme kabirdeki birinci diriltmeyi takip eden ölüm;
ikinci diriltme de ölümden sonra kıyametteki dirilmedir. Şu halde dünya
hayatı dikkate alınmamıştır. Çünkü dünyada inkâr ettiklerini kabul ve
itiraf ile günahlarını itiraf ediyorlar. Buna karşılık müminler Saffât
Sûresi'nde "Biz ilk ölümümüzden başka bir daha ölmeyecek... değil
miyiz?" (Saffât, 37/58) demişlerdi. Duhan Sûresi'nde de müttakiler
hakkında "Orada ilk ölümden başka ölüm tatmazlar." (Duhan, 44/56)
buyurulacaktır. Bu münasebetle bunlardan birincinin bedene ait ölüm ve
hayat, ikincinin de ruha ait ölüm ve hayat diye düşünülmesi ve
değerlendirilmesi ve mümin ruhunun "Allah'ın diledikleri kimseler
müstesna" ifadesindeki zümrenin arasına dahil olarak doğrudan doğruya
baki kalacağına, ölmeyeceğine işaret olması da ihtimal dahilindedir.
Burada kâfirlerin sözlerindeki "iki"yi, "Sonra gözünü iki kere daha
çevir." (Mülk, 67/4) âyetindeki "ikil (tesniye) gibi sırf tekrar ve
çokluk mânâsına alanlar da olmuştur, güya şöyle demişlerdir: Sen bizi
kaç kereler öldürdün, kaç kereler dirilttin, bunları görüp kudretinin,
büyüklüğünü ve dolayısıyla iadeyi de yapabileceğini anladık.
Şimdi
günahlarımızı itiraf ettik, tanıdık, anladık. Fakat çıkmaya bir yol var
mı? Bu ateşten, gerek dünyaya dönmek ve gerek başka bir yere gitmek
yahut bir daha ölmek gibi herhangi bir şekilde olursa olsun çıkmaya bir
yol var mı? Yok diye ümitsizliklerini dile getiriyorlar veya sen
istersen ona da yol bulursun demek istiyorlar.
12- Buna
karşı
redd ile cevap olmak üzere şöyle buyuruluyor: Bu içinde bulunduğunuz
azab şu sebepledir ki bir olarak Allah'a çağırıldığı zaman inkâr
ettiniz de O'na şirk koşulursa iman ediyordunuz. O şirk koşanların
hepsi yok olup gittikleri, hiçbirinin hükmü olmadığı için İşte hüküm
Allah'ın O ulu, büyük Allah'ın. Ululuğun ve büyüklüğün son sınırı ile
sıfatlı olup, zatında sıfatında ve fiillerinde "Onun benzeri gibi
hiçbir şey yoktur." (Şura, 42/11) diye anlatılan, ilâhlık yalnız
kendisinin hakkı bulunan Allah'ın. İşte O, size ebedî azabı hükmetti.
O'nun hükmünden kurtuluşa imkan yoktur. Müşriklere kini büyüktür, şirki
bağışlamaz. Bu şekilde o kâfirlerin hallerini beyandan sonra buyuruyor
ki
13- O,
O'dur ki
size, siz insanlara âyetlerini gösteriyor. İlâhlıkta ortaksız bir
olduğunu ve büyüklüğünü anlatan âyetlerini gösteriyor, onunla birlikte
sizin için gökten bir rızık da indiriyor, yani cismanî rızkınıza sebep
olan yağmur, manevî rızkınıza sebep olan ilim ve Kur'ân indiriyor.
Bununla birlikte o âyetleri herkes anlamaz, ancak O'na dönen, gönül
veren, düşünen anlar. O halde siz gönlünüzü veriniz de
14-
Allah'a dini
halis kılarak ibadet ve dua edin ey müminler! İsterse kâfirler
hoşlanmasınlar.
15-
Dereceleri
çok yüksek. Meleklere ve sevdiği kullarına bahşeylediği dereceler çok
yüksek, yahut dereceleri yükselten O arşın sahibi, o saltanatın sahibi,
kullarından dilediğine öyle yüksek dereceler veriyor ki kullarından
dilediği kimseye emrinden ruh indiriyor, yani melek indirip vahiy
veriyor o telâki (kavuşma) gününü ihtar etmek için, O'nun korkunçluğunu
haber vermek için.
16-19-TELÂKİ
GÜNÜ: Kıyamet günüdür. Çünkü o gün ruhlar ve cisimler, göktekiler ve
yerdekiler, ameller ve amel edenler, tapılan mabudlar ve kullar
buluşacaklar, birbirlerine kavuşacaklar, yani o gün ki halk hep meydana
çıkmıştır, kabirlerinden çıkmış açığa fırlamışlardır. Nefislerini
örten, amellerini gizleyen hiçbir şey kalmamış, Allah'a karşı hiçbir
şeyleri gizli değildir. Ne kendileri, ne amelleri, ne de halleri hiçbir
şey, hiçbir zaman Allah'a gizli kalmaz. Fakat dünyada gizliyoruz
zannedenler, o gün kendileri de bir şey gizlemeye çalışmazlar, bütün
uryanlıklarıyla Hakk'ın huzurunda bulunurlar. Buyurulur ki Kimin mülk
bu gün? Buna şöyle cevap verilir. Bir olan ve kahredici bulunan
Allah'ın.
VAHİD,
zatında
hiç ortaklığa, çokluğa ihtimali yok, parçaları da yok, parçacıkları da
yok.
KAHHÂR, bir
ortağı olmak şöyle dursun, her şey O'nun kahrına mahkum "Onun zatından
başka her şey helak olacaktır." (Kasas,
88) herşeye istediğini
yapacak şekilde galip ve hakim "Bu gün herkes kazandığının karşılığını
görür." Bu ifade, mülk ve kahrın eserini beyandır. Onları o felaket
gününden de korkut.
ÂZİFE,
yaklaşmakta olan felaket, ölüm saati yahut ölümü aratan o kıyamet saati
veya hesap görülüp ceza kesilip de cehenneme girilmek üzere bulunulduğu
saat ki kıyametin en acı saatidir.
20- Hem
Allah
hak ile kaza buyurur. Hak ile hükmeder ve hükmünü tamamen icra eyler,
hakkı gerçekleştirir, yerine getirir. O'ndan başka tapınıp
yalvardıkları ise, gerek cansız putlar, gerek diğerleri hiçbir şeyi
kaza edemezler. Kendiliklerinden hiçbir şeye kesinlikle hüküm verip
tamamıyla icra ve infaz edemezler, çünkü hepsi Allah'ın hükmü altında
boyun eğmektedirler. Onun için hiçbir şeyi yerine getiremezler. Çünkü
Allah'tır ancak hakkıyla işiten ve gören. İyi işitip görmeyen ise hakkı
yerine getiremez, hüküm veremez.
Allah'ın
âyetlerinde mücadele eden o kâfirler:
21-27-
"Firavun:
'Bırakın beni öldüreyim Musa'yı da o Rabbine dua etsin." Bununla
yukarıda geçen "Her ümmet kendi resullerini yakalamak kastinde
bulundu." (Mümin, 40/5) sözüne bir örnek gösterilmiş de oluyor.
Anlaşılıyor ki Hz. Musa'nın mucizeleri karşısında Firavun'un istibdadı,
baskısı kırılmış, dilediğini yapamaz olmuş ve şaşırmıştı. A'raf
Sûresi'nde geçtiği üzere mesele cemiyetin yalnız görüşüne müracaattan,
başvurmaktan ibaret kalmamış, bir müdahale mahiyetini almış olmalı ki
bırakın beni diye bağırıyor. Demek ki o cebbar, zorba Firavun,
zorlamasını yürütemez olmuş ve şaşırmış idi, şaşkınlığından saçma sapan
konuşuyordu. Bir taraftan o Rabbine dua etsin diye Allah'ı inkâr etmek
veya hafife almak istiyor, bir taraftan da dininizi değiştirecek diye
dindarlık gösteriyor. Belki onun Allah dediği kendi saltanatıdır.
28-35- Bir
de
Firavun ailesinden bir mümin adam ki imanını gizliyordu, şöyle dedi:
Bazıları bu adamın İsrailoğullarından olduğunu zannetmişlerse de
"Firavun ailesinden" sıfatından anlaşılan mânâ bunun daha çok
Mısırlılardan ve belki Firavun'un kendi ailesinden olduğunu anlatıyor.
Nitekim Süddî bunu Firavun'un amcası oğlu diye rivayet eylemiştir.
Veliahdi ve "Sahib-i Şurtası" yani polis şefi olduğu da söylenmiştir.
Firavun'un Musa'yı öldüreyim derken Allah, kendi adamlarından böyle bir
kahramanı başına dikmiş, karşısına çıkartmıştı; bu sebeple Firavun
ailesinin mümini diye bilinmiş ve tanınmış olan bu adamın Firavun'a ve
Firavun ailesine karşı olan konuşmalarını ve mücadelesini Cenab-ı Allah
burada özellikle hikaye buyurduğu için, bu sûreye onun adına izafe
olarak "Mümin Sûresi" denilmiştir. Bu kişi önceleri imanını gizleyerek
gizliden gizliye tedbirlerle bir süre Firavun'u avutmuş ise de, nihayet
Hz. Musa'nın kesin kararı karşısında meydana çıkmak gereğini hissederek
önce yavaş yavaş nasihata başlamış, sonra da açıktan savaş meydanına
atılmıştır. Onun için önce yine belli etmemek üzere diyor ki A! Bir
adamı, Rabbim Allah diyor diye öldürecek misiniz? Rabbinizden size
delillerle gelmiş iken, sonra da yavaş yavaş imanını açıklamaya kadar
gitmek üzere ihtiyat ve tedbir ile delil getirmeye kuvvet vererek
ekliyor: Hem eğer yalancı çıkarsa yalanı sırf kendi üzerine, kendi
boynuna geçer, vebalini, cezasını kendi çeker, size zararı olmaz.
Dolayısıyla yalancılığı ortaya çıkmadan öldürmeye ihtiyacınız yok. Buna
karşılık ve eğer doğru çıkarsa size yapmakta olduğu tehditlerin bazısı,
hiç olmazsa bazısı başınıza gelir, size isabet eder. Yani ahirete
inanmıyorsanız dünyada azabı gelir. Şüphe yok ki Allah yalancı, müsrif
kimseyi doğru yola çıkarmaz, başarılı kılmaz. Bu iki anlamlı, bir başka
delil getirme biçimidir. Birincisi, o aşırı bir yalancı olsa idi, Allah
ona o delilleri vermez, o mucizelerle desteklemezdi. İkincisi, eğer
aşırı bir yalancı ise, toplum içinde yeri olamayacağından şüphe yoktur.
Öldüreceğiz diye uğraşmaya ne gerek var? Bu iki mânâ ile asıl maksat da
Firavun'a dokundurma ve taş atmadır. Yani sen bu kadar kan döken müsrif
bir yalancısın, Allah seni onu öldürmek gayesine erdirmez, kendin zarar
edersin.
"Ey kavmim!
Bugün mülk sizin." Bu şekilde doğrudan doğruya kavme seslenmesinden
anlaşılıyor ki bu konuşmalar özel bir mecliste değil, genel bir ortamda
geçmiştir, cereyan etmiştir. (A'raf Sûresi, 7/103 vd. bkz.) Böyle
olduğu özellikle şundan anlaşılır: "Firavun: Ben size görüşümden
başkasını göstermiyorum ve herhalde ben size doğru yolu gösteriyorum
dedi." Çünkü Firavun bu kelamı ile yalnız görüşünü anlatmış oluyor.
Doğrudan doğruya icra emiri vermiyor. O iman eden zat, önce dünya azabı
ile tehdide girişiyor ki, bunlar o vaad edilenlerdir. TENAD GÜNÜ:
Tenâdî günü, çağrışma, bağrışma günü demektir ki kıyamet gününün
ismidir. Çünkü o gün birbirlerine feryat ve figan ile bağırıp çağırıp
inleyecekler, yetişen yok mu diye imdat dileyecekler veya
"Cennettekiler cehennemliklere: Rabbimizin bize vaad ettiğini gerçek
bulduk... diye nida ederler." (A'raf, 7/44) âyeti gereğince
cennetlikler cehennemliklere, cehennemlikler de cennetliklere nida
edecekler. "Size Yusuf gelmişti." Bazıları buradaki "Yusuf"tan maksat,
Hz. Yusuf'un torunu Yusuf b. Efrayim b. Yusuf demişlerse de doğrusu
Yusuf b. Yakub (a.s.)'dur. Ancak Kurtubî Tefsiri'nde belirtildiği üzere
Hz. Musa'nın Firavun'u, Hz. Yusuf'un Firavun'u değildir. Yusuf'un
Firavun'u Amâlik'dan idi, Musa'nın Firavunu ise Kıbtî'dir.
36-37-
Yine
Firavun dedi ki: Ey Hâmân, bana bir kule yap belki ben o sebeplere, o
göklerin sebeplerine, yollarına ererim de Musa'nın ilâhına muttali
olurum, ne olduğunu anlarım. Bununla birlikte ben onu mutlaka yalancı
zannediyorum ya... Firavun bir gözetleme kulesi yaptırarak teknik bir
teşebbüste bulunmak ve bu şekilde Hz. Musa'yı güya yalancı çıkarmak
için bir şarlatanlık etmek istiyordu ki, bunda iki düşüncenin birisi
vardı: Ya halka diyecekti ki, Bakınız, işte gökleri de gözetledik
oralarda Musa'nın dediği ilâhı göremedik. Olsa idi görünmesi gerekirdi
veya diyecekti ki, bakınız biz bu kadar mali imkanlarımızla ve sınaî
teşebbüsümüzle göklere çıkmanın yolunu bulamadık; o halde Musa nereden
çıktı da bize, onların Rabbi tarafından memur olduğunu söylüyor. Ve
işte Firavun'a kötü ameli böyle tezyin edildi süslü gösterildi de
bunları siyaset adına iyi bir şey yapıyormuş gibi yapıyordu. Ve yoldan
saptırılıyordu. Çünkü gökte bir yıldız arar gibi gözetleme ile cismanî
bir yoldan Allah aramaya kalkmak, Allah'ı aramak yolu değil; halkı bu
şekilde iğfale çalışmak da başarılı olacak bir siyaset yolu değildi.
Gökler ve yer, göklerde ve yerde her şey Yaratıcısının varlığını
gösterip durmakta iken ve Allah'ı eserinden anlamak için yerin gökten
bir farkı olamayacağı da aklı olanlarca malum olması gerekirken, Hz.
Musa'nın Tâhâ Sûresi'nde "Bizim Rabbimiz her şeye biçimini (hilkatini)
veren, sonra da doğru yolu gösterendir." (Tâhâ, 20/50), Şuara
Sûresi'nde de "O meşrıkla mağribin ve ikisi arasında bulunan her şeyin
Rabbidir." (Şuara, 26/28), "O sizin de, önceki atalarınızın da
Rabbidir." (Şuara, 26/26) diye herkese öğrettiği açık yolu bırakıp da
yetişemeyeceği uzaklara gitmeye kalkışmak elbette çıkar yol değildir.
Bununla birlikte Firavun bunu ciddi olmak için değil, halkı aldatmak
için bir hile, bir dalavere olmak üzere yapıyordu. Fakat Firavun'un
dalaveresi, hilesi, düzeni sırf hasar içinde sonuçsuzdur, verimsizdir.
Onun böyle yanlış yolda entrika çevirmeye kalkışması, kendisini
başarılı kılmak şöyle dursun, aksine, aleyhine olmuştur. Çünkü:
38- O iman
etmiş
olan kişi, önceleri imanını gizlemiş olan mümin adam dedi ki Ey Kavmim!
Bana uyun, ardımca gelin, size "Reşad" yolunu, murada erdirecek doğru
yolu göstereyim. O doğru yol, Firavun'un gösterdiği yol değil, benim
göstereceğim yoldur. Bu söz gösteriyor ki bu kişi, Hz. Musa'ya yardım
etmek için Firavun'a karşı isyan etmiş, kavmini kendisine uymak için
davete başlamıştır. Bundan dolayı bazıları bunu Musa zannetmişlerse de
bu tercih âyetin ifadesinden çıkan mânâya terstir. Murad Bey'in Tarih-i
Umumî'sinde de Mısır kâhinlerinden "Uzarsif" adında birisinin Hiksüsler
tarafına geçerek önemli bir ordu ile Firavun aleyhine isyan etmiş
olduğu Mısır tarihlerinden nakledilmiş ve tarihçilere göre bu adamın
Hz. Musa olduğu hakkında bir dereceye kadar görüş birliği var gibidir
diye bir değerlendirme de ileri sürülmüş ise de, bu adamın Hz. Musa
değil, Firavun ailesi mümini olan bu kişi olması daha doğrudur. Şu
halde bu söz artık istişare meclislerinde değil, eline silah alarak
karşıya çıkan bir mücahidin tebliği halinde geliyordu. İbnü Abbas'tan
rivayet olunduğuna göre, bu zat yardımcıları ve destekçileri ile bir
dağa çekilmişti.
39- Ey
kavmim!
Bu dünya hayatı bir metadan ibarettir. Durup eğlenecek, istirahat
edecek bir yer değil, kullanılıp yararlanılacak bir kazançtan, gelip
geçici bir kazanç fırsatından ibarettir." "Dünya ahiretin ekinliği,
çiftliği, tarlasıdır" hadisince, ahirette biçilip yararlanılmak için
çalışılması lazım gelen bir kâr, bir yararlanma vasıtası veya bir mesai
saatidir. Ahiret ise, işte karar yurdu odur, durulacak, istirahat
edilecek yurt ancak O'dur. Orada kazanmak çalışmak yoktur. Onun için
dünyada eğlenceye bakmayıp çalışmaya, kazanmaya bakmalıdır ki ahirette
istifade edilsin.
40-Bunun,
bu
nimetlenmenin beyanı şöyle ki: Her kim bir kötülük yaparsa başka değil,
ancak onun kadar cezalanır. Yani kötülüğün cezası, layık olduğu
karşılığı iyilik olamaz. Onun gibi kötülük olur. Kötü amel yapanın
güzel ecir beklemeye hakkı yoktur. Onun bekleyebileceği karşılık ancak
bir kötülüktür. Gerçi kısmen veya tamamen affolunanlar olabilir. Fakat
bağışlanmak, o kötülüğün cezası değil, başkaca bir ihsandır. Adalet
kanunu, kötülüğün kendisi gibi bir kötülük ile cezalanmasıdır. Her kim
de salih bir amel, iyi bir iş yaparsa gerek erkekten olsun, gerek dişi
işte onlar cennete girerler. Orada kendilerine hesapsız rızıklar
verilir. İyiliğin karşılığı da iyiliktir. Adalet kanunu bunun da
kendisi gibisinin olmasını isterse de "ihsan" kanunu onun on mislinden,
hesapsız katlarına kadar çıkar. Arazisine, yerine iyi bir tane eken, on
tane alabilir. Yüz, yedi yüz, daha fazlasına kadar da katlanıp
gidebilir. Onun için Firavun'a karşı mücadele ederek iyiliği
yerleştirmeye çalışmalıdır.
41-44- "Ey
kavmim! Ben sizi kurtuluşa çağırıyorum, siz beni ateşe çağırıyorsunuz."
Bu sesleniş de Firavun'a karşı yapılan bir çıkış ve davetin azgınlık
olmayıp meşru ve muhakkak bir kurtuluş meselesi olduğunu beyandır.
45- Bu
şekilde
Allah onu, Firavun ailesinin kurduğu hilelerin fenalıklarından korudu.
Onlar Firavun ailesinin düştükleri kötü amellere düşmedikleri gibi,
Firavun ailesinin onlar hakkında kurdukları fena tuzaklara da
düşmediler. Firavun'un takipleri ilâhî koruma sayesinde kendilerine bir
zarar vermediği gibi Azabın kötüsü Firavun ailesinin başına indi. İbnü
Abbas'tan rivayete göre Firavun'un, onu takip etmek için gönderdiği
askerler telef olmuştu. Sonra da kendisi ve askerleri bilindiği üzere
suda boğulmuşlardı.
46-50-
Ateş. Bu
kelime mübtedadır, yani dilbilgisi açısından öznedir, bu cümlenin
haberi, yani yüklemi şu: Onlar ona sabah ve akşam sunulup
durmaktadırlar. Yani Firavun ailesinin dünyada kötü azab ile
mahvoldukları gibi, ahirete kadar Berzah âleminde de akşam sabah ateşe
sunulmak ile azap olunmaktadırlar. Sonra da "Kıyamet kopacağı gün de:
'Firavun hanedanını azabın en şiddetlisine tıkın!' denilecektir."
Şimdi
"Kıssanın
hisse"si beyan olunarak buyuruluyor ki:
51- Biz
gönderdiğimiz peygamberlerimizi ve iman edenleri elbette "mansur"
kılarız, yardım eder, delille, zaferle ve kâfirlerden intikam ile
murada erdiririz. Hem dünya hayatında hem de şahitlerin şahitliğe
duracakları gün. Kıyamet günü, yani hem dünya, hem ahiret, ikisinde de
bazı hallerde bir süre için onların meşakkatlere uğrayarak imtihan
geçirmeleri bu vaadin kesinliğini çürütmez. Çünkü göz önüne alınması
gereken, sonuç ve neticedir. Bununla birlikte peygamberin ve müminlerin
zafer elde etmeleri yalnız ahirete de kalmayacaktır. Musa'nın ve o iman
eden kişinin Firavun'a üstün gelmesi gibi dünyada da gerçekleşecek,
ahirette de...
EŞHAD:
"Şahit"
kelimesinin çoğuludur. "Sahib" kelimesinin "Eshab" olması gibi. Bunlar
kıyamet günü insanlara karşı şahitlik edecek olan melekler,
peygamberler ve müminlerdir.
52- O
günkü
zalimlere mazeretleri yarar sağlamaz. Çünkü mazeretleri geçersizdir.
Veya "Onlara da izin verilmeyecek ki özür dilesinler." (Mürselat,
77/36) âyetinin mânâsınca özür dilemek için kendilerine izin verilmez,
ağız açtırılmaz. Ve onlara lanet vardır. Allah'ın rahmetinden koğulmak,
uzaklaştırılmak vardır. Ve onlara yurdun kötüsü vardır: Cehennem.
53-54-
Şanım
hakkı için Musa'ya o hüdayı verdik. Firavun'a karşı dünyada o başarıyı
verdik, arkasından İsrailoğullarına o kitabı yani Tevrat'ı miras
bıraktık. Aklı başında, selim, halis akıl sahibi olanlara bir irşad ve
hatırlatmak için. Yani Allah'ın peygamberlerine ve müminlere dünya ve
ahiret yardımının muhakkak olduğunu ve Firavun gibi zalimlere karşı
mücadelenin gerekliliğini hatırlatmak için.
55- O
halde
sabret müşriklerin eziyetlerine katlanarak dayan. Çünkü Allah'ın vaadi
haktır, yardımı muhakkak olacaktır. Onun için sabret ve günahına
istiğfar et, gideremediğin eksiklikleri örtmesi için Rabbinin
mağfiretini iste. Ve Rabbinin hamdiyle tesbih et, akşam ve sabah. Bu
deyim,her zaman demek gibi devam ifade eder. Allah'a hamd ve şükrederek
tenzihe devam et, ne dil, ne kalp hiç zikirden gafil olmasın demek
olur.
56-
Kendilerine
gelmiş bir "sultan": Bir yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri
hakkında mücadele eden kimseler, Allah'ın âyetleri, Allah'ın varlığına,
birliğine ve herhangi bir hususun gerçekliğine dair koymuş olduğu
deliller, indirmiş olduğu kitaplar ve peygamberlerin de ortaya koyduğu
mucizelerden daha geniş anlamlıdır. Bunlarda mücadele için imkan
verecek bir delil ve hüccet düşünülemeyeceğinden burada "Kendilerine
gelmiş bir delil olmaksızın" kaydının muhalif mefhumu kastedilmiş
değildir. Ancak din işinde söz söyleyebilmek için hüccet ve delile
dayalı bir yetki gerekli olduğuna dair bir uyarıdır. Bununla birlikte
"nesih", "tahsis" ve "takyid" kabilinden olan meselelerde olduğu gibi,
Allah'ın âyetlerini yine Allah'ın âyetleriyle karşılaştırarak bahsetmek
caiz olduğuna işarettir denilebilir. Fakat hiç böyle bir salahiyet,
yetki ve delil olmaksızın Allah'ın âyetleri hakkında mücadele edenlere
gelince, Onların sinelerinde, gönüllerinde kibirden başka bir şey
yoktur. Hakkı kabule tenezzül etmek istemeyen bir büyüklük davası, kuru
bir azamet kuruntusu, fakat bir kibir ki onlar, ona yetişecek
değillerdir. Hadlerinden çok aşkın ne şimdi, ne ilerde, gereğine
erişmeleri ihtimali bulunmayan bir kibir, çünkü Allah'ın âyetlerinin
üstüne çıkılmaz. Allah'ın vermediği değer ve mertebe zorla alınmaz.
Peygamberliğe çalışıp çabalamakla yetişilemediği gibi, Allah
vergisinden fazla, bir selahiyete de erilmez. İşte Allah'ın âyetleri
hakkında mücadele edenler, sırf böyle bir kazanç ile mücadele
ediyorlar. Delili ortada olan Hakk'a karşı, taassup, bağnazlık, ile
mücadele edenlerin hepsi bu hükme dahildirler. Hepsi böyle sinelerinde
yetişemeyecekleri bir kibir taşıdıklarından dolayı mücadele ederler. Bu
âyetin iniş sebebi konusunda iki rivayet vardır:
1- Kureyş
müşrikleridir ki "Şu Kur'ân iki memleketin birindeki büyük bir adama
indirilmeli değil miydi?" (Zuhruf, 43/31), "Eğer bir hayır olsaydı
bizden önce ona koşmazlardı." (Ahkaf, 46/11) diyorlardı.
2- Âyetin
iniş
sebebi diğer görüşe göre, yahudilerdir. Mukatil demiştir ki, haklarında
bu âyet inen mücadele edenler, yahudilerdir. Deccal'e saygı
gösterdiler,
bu âyet
indi. Ebu'l-Âliye de bu görüşe varmıştır. Alûsî'nin nakline göre, Abd
b. Humeyd ve İbnü Ebi Hatim sahih sened ile ondan şöyle rivayet
etmişlerdir:
Yahudiler, Hz. Peygamber'e geldiler de "Deccal dediler, ahir zamanda
bizden olacak ve işte olacaklar o zaman olacak ve şöyle yapacak böyle
yapacak diye büyüttüler de büyüttüler." Bunun üzerine Allah Teâlâ, bu
sûrenin 56. âyeti olan yukarıdaki "Kendilerine gelmiş bir yetki ve
burhan olmadan Allah'ın âyetleri hakkında mücadele eden kimseler..."
âyetini indirdi. Buna göre sûredeki bu âyetin Medine inişli olması
yakışır. Ebu's-Suud bunu şöyle nakleder:
"Bir de denildi ki mücadele edenler yahudilerdir. Diyorlardı ki, bizim
Tevrat'ta zikrolunan sahibimiz sen değilsin. O Mesih b. Davud, yani
Deccal ahir zamanda çıkacak, saltanatı karaya ve denize erecek,
ırmaklar beraberinde gidecek, Allah'ın âyetlerinden (delillerinden) bir
âyet olacak, o zaman hükümranlık tekrar bizim elimize geçecek." İşte
yüce Allah onların bu temennilerine (ideallerine) "kibir" ismini verdi
ve kuruntularına eremeyeceklerini ifade buyurdu. Yani yahudiler
İsrailoğulları'ndan başkasında peygamberlik görmek istemedikleri için,
gerek Kur'ân'dan ve gerek diğer kitaplarda peygamberin peygamberliğine
delalet eden âyetleri sırf kibir ve kıskançlık yüzünden mücadele ederek
peygamberlerin en sonuncusunu bırakıp Deccal'a sarılmışlar ve onun
zamanında saltanatın kendilerine geçeceğini bir temenni halinde ileri
sürmüşler ise de, Deccal çıktığı zaman dahi mülk ve saltanat
kendilerine geri dönmeyecektir. Alûsî der ki: "Bu mücadelede yahudiler
iki yönden yalan söylediler. Önce Resulullah'a 'Sen bizim muteber olan
sahibimiz değilsin' sözleriyle yalan söylediler. İkinci olarak,
Deccal'ı kastederek o Mesih b. Davud'dur diyerek yalan söylediler.
Çünkü hangi peygamber gönderildiyse ümmetini mutlaka Deccal'den tahzir
buyurmuş, yani sakındırmıştır. O bir 'bişaret', yani müjde değil, fitne
ve imtihan aracıdır. Onlar ise onu peygamber yerine tutarak 'sahibimiz'
demişlerdir ki bunun, Allah'ın âyetleri ile 'bir yetki bir delil
olmaksızın' mücadele olduğunda şüphe yoktur."
Hadislerde
"Eşrat-ı saat"ten, yani kıyamet alametlerinden olmak üzere iki Mesih
zikrolunur. Birisi: Mesih İsa'nın yeryüzüne inmesi, birisi de Mesih
Deccal'ın ortaya çıkmasıdır. Müseylime gibi yalan yere peygamberlik
iddiasıyla çıkacak otuz kadar Deccal zikredilmiş, en büyük fitne olan
Mesih Deccal'ın ise ilâhlık iddiasıyla ortaya çıkacağı haber
verilmiştir. Ancak Mesih Deccal'e, Mesih b. Davud denilmiş olduğunu da
bu âyetin tefsirinde işitmiş oluyoruz. Halbuki Matta İncili'nin başında
görüldüğüne göre hıristiyanlar bu ismi "İsa el-Mesih b. Davud" diye Hz.
İsa'ya vermektedirler.
Buna sebep
olarak da Meryem'in nişanlısı dedikleri Yusuf'un Hz. Davud neslinden
olduğunu söylemektedirler. İsa'nın doğumu, Meryem'le Yusuf'un biraraya
gelmelerinden önce Rûhu'l-Kudüs'ten oldu diye açıklanmış iken, Yusuf
babası imiş gibi onun vasıtası ile Hz. Davud'e nisbet edilmesi bir
çelişki teşkil eder. Fakat Matta İncili her nedense bu çelişki ile
birlikte Hz. İsa'ya Mesih b. Davud demekte ısrar etmiştir. Aynı zamanda
Hz. İsa'yı tanımadıkları malum olan yahudiler de ahir zamanda çıkacak
Deccal'e bu ismi vermişler, bu açıdan aralarında bir kaynaktan çıkmış
olması düşünülen garip bir bakış açısı benzerliği meydana gelmiştir.
Biz bundan şunu anlamış oluyoruz ki Mesih-i Deccal, yalancı Mesih
demektir. Gelen haberlere göre Deccal, yalancı, insanları aldatmakta
hünerli bir sahtekardır ki, kâfirliği, sahtekarlığı yüzünden belli
olduğu halde birtakım harikalar göstererek ilâhlık iddia edecek ve en
büyük fitne olması da bundan olacaktır. Bilginler demiştir ki: Yüce
Allah peygamberlik iddia eden bir yalancıya onu tasdik ihtimali bulunan
bir mucize vermez, çünkü bu, şüpheye düşürme olur, Allah'ın âyetleri
ile mücadeleye "sultan" (delil) verilmiş olur. Fakat ilâhlık iddia eden
bir yalancıya imtihan için her türlü harikayı verebilir. Çünkü kendisi
hâdis olan (sonradan olan) yaratığın Allah olmadığına aklî delil daima
var olduğu için, onun yalancılığı haddi zatında ortadadır. Ondan dolayı
Allah'ın âyetleri ile mücadeleye herhangi bir "sultan" (delil) verilmiş
olmaz. Deccal'in bu şekilde yalancı bir Mesih olması, onun
Hıristiyanlık taklidi altında ortaya çıkacağını anlatır. Gerçek Mesih
olan İsa'ya ve peygamberlerin sonuncusuna kibir ve kıskançlıkla inkâra
dalarak bütün ümitlerini yalancı Mesih olan Deccal'a bağlamaları ne
acaib bir bedbahtlık, ne acı bir mahrumiyettir. Bu son senelerde
yahudilere Filistin'de bir hükümet yapıvermek isteyen İngiltere acaba
onlara gözledikleri yalancı Mesih rolünü oynayıverecek midir? Fakat
yüce Allah, buyuruyor ki, "Onlar ona yetişecek değillerdir." (Mümin,
40/56), Onun için sen hemen Allah'a sığın. Öyle kibirden ve kibirli
kıskançlardan veya Deccal'ın şerrinden Allah'a sığın. Çünkü işitecek
O'dur, görecek O. Yani senin ve onların bütün dediklerinizi işiten ve
işitecek olan ve bütün yaptıklarınızı gören ve görecek olan ancak
O'dur. Bu bir taraftan vaad, bir taraftan tehdittir.
57-
Elbette
göklerin ve yeryüzünün yaratılması o insanların yaratılmasından daha
büyüktür. Bu âyetin terkibinde birkaç mânâ vardır. Bir kere, insanların
Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı kibirli olması ve mücadelesinin
haddini bilmemek olduğunu hatırlatmaktadır. Yani o kibredenlerin kibir,
ne haddinedir ki, göklerin ve yerin yaratılışı onların yaratılışından
daha büyük, daha azametlidir. Öyle ki insan onların içinde bir zerrecik
gibi kalır, hatta insan yeryüzünün üzerinde bir mikrop, yer küre bütün
alemin içinde bir zerre mesabesindedir. O halde insanın yere göğe karşı
bile büyüklenmek haddi değilken, onları yaratan Yaratıcıya karşı kibir
taslamaya kalkması ne büyük cehalettir. İkincisi, yeniden dirilmeye ve
yeniden ruh verilmesine işaretle bir tehdit olmak üzere şöyle demektir:
İlkin gökleri ve yerküreyi yaratmak, yoktan var etmek insanları tekrar
yaratmaktan daha büyük bir iştir; o gökleri ve yeri hiç yok iken
yaratan, ölen insanlara tekrar hayat verip de yaratamaz mı? Yeniden
hayat verme ilk yaratmadan elbette kolaydır. Zemahşeri bu mânâyı tercih
etmiştir. Üçüncüsü Nakkaş gibi bazı tefsir bilginlerinin verdiği mânâya
göre "Halkunnas" deyimini Arapça dilbilgisi kurallarına göre öznesine
(failine) muzaf olarak; gökleri ve yeri yaratmak insanların yaptığı
şeylerden elbette büyüktür, demek olur. Bundan çıkan, gökler ve yerküre
ile insanları mukayese değil, Allah'ın yaratması ile insanların
yapmasını mukayesedir, bu mukayesenin sebebi de mücadele edenlerin
sanatlarına güvenerek kibirleridir. Yani insanlara nisbet olunan
keşifler, sanatlar iddialarınca icatlar, yaratışlar, her ne olursa
olsun hiçbir zaman Allah'ın yaratışına benzeyemez. Göklerin, yerin
yaratılışı gibi olamaz. Dolayısıyla mücadele edenlerin deccallerin
gösterecekleri harikalar insanları aldatmamalıdır. Fakat insanların
çoğu bilmez de aldanırlar, kendilerini veya eserlerini göklerden ve
yerden büyükmüş gibi varsayar gururlanırlar. Veya insanların yaptığını
Allah'ın yaptığından büyük zannederler, kibirlenirler. Mesela Allah bir
kulak yaratmıştır insan onunla uzak yakın mesafeden ses işitir, sonra
insanlar bir de radyo keşfetmişlerdir. Fakat ilmi olmayan insanların
birçoğu radyoyu insanın yaratması ve kulaktan daha önemli bir sanat
zanneder. Düşünmez ki kulak olmayınca radyo hiçtir. Ve bilmez ki
gerçekte radyo da Allah'ın yaratmasıdır. Muhyiddin-i Arabî, "Fütühat-ı
Mekkî"sinde der ki: Bu, "Elbette göklerin ve yeryüzünün yaratılması o
insanların yaratılmasından daha büyüktür." (Mümin, 40/57) âyetinde
"büyüklüğü" cisim ve sayı büyüklüğü sanma, çünkü o göz ve basireti olan
herkes için bellidir. O büyüklük yüce Allah'ın onlarda icra eylediği
bir mânâdan dolayıdır ki o insanda yoktur. "Biz emaneti göklere, yere
ve dağlara arz ve teklif ettik de onlar bunu yüklenmekten çekindiler."
(Ahzab, 33/72) âyeti ondandır. Onların yüz çevirmesini ve çekinmesini
cahilliklerinden sanma, aksine emaneti üstlenmek cahilliktendir. Onun
için yüce Allah, "Çünkü o çok zulümkar ve çok cahildir." (Ahzab, 33/72)
diye insanı nitelemiştir. Demek ki gökler, yerküre ve dağlar, emanetin
değerini ve onu üstlenenin tehkilede olduğunu, çünkü onu asıl sahibine
vermeye kesin bilgisi bulunmadığını bilmişler ve Allah'ın teklif ile
maksadının aklı teraziye vurmak olduğunu anlamışlardı. Demek ki
yeryüzünün, dağların, gökyüzünün aklı insanın aklından çok idi. Onlar
kendilerini Allah'ın üzerlerine vacip kılmadığı şeye sokmadılar, çünkü
o bir teklif idi, bir emir değildi ki, Allah'ın emrine ta'zim, saygı
gereğine göre ister istemez uymak gereksin. Halbuki "İkiniz de ister
istemez gelin." (Fussilet, 41/11) Yani size bırakılacak şeyleri ister
istemez kabule amade, hazır olun dediği zaman, "İsteye isteye geldik"
(Fussilet, 41/11) dediler. Hakk'ın kendilerine yapmak istediği her şeyi
kabule hazır olduklarını söylediler.
Şeyh
Muhyiddin-i
Arabî'nin bu sözü insanı büyük bir nüsha ve toplayıcı bir nüsha sayan
sözlerine aykırı görünür. Çünkü göklerin ve yerkürenin cismanî yönden
bilinen büyüklüğünden başka aklî yönden de büyüklükleri tesbit edilince
insan için hiç büyüklük yönü kalmamış demektir, bunu "O göklerde ne
var, yerde ne varsa hepsini kendi yanından sizin hizmetinize verdi."
(Câsiye, 45/13) âyeti ile bağdaştırmak lazım gelir ki, birinde
maddiyat, birinde maneviyat yönü açıktır. Bununla birlikte Şeyh'in bu
ifadesi bize fizyolojik açıdan bir karşılaştırma hatırlatmaktadır,
garîzî, yani fizyoloji açısından bakıldığı zaman da gökler ve yerküre,
Hakk'ın emrine aykırı hiçbir şey yapmaz. Teklif ile seçmeli emanet
görevini kabul etmemiş, fakat emir ile verilen emaneti hakkı ile
saklar. Halbuki insan hem hata eder, hem isyan eder emanetlerine zulüm
de eder, yanılır da; bunun için gökler ve yerküre Hakk'ın emrine itaat
açısından insandan büyüktür, demek ki kibirlenenler cahilliklerinden
kibirlenirler.
58- Kör de
gören
ile bir olmaz, yani başında ve sonunda Hakk'ı tanımaz olan kör kalpli
ile Hakk'ı bilen ilim sahibi ve basiret sahibi eşit olmaz. İlmi olup da
gereğiyle amel etmeyenler, görüp de görmezlikten gelenler de görmez
hükmündedir. Onun için misalden gerçeğe geçilerek buyuruluyor ki: İman
edip salih ameller işleyenlerle de kötülük yapan. Bunlar da eşit olmaz.
O halde insan, "ahsen-i takvim" (en güzel yaratılış) de olur, vücud
açısından küçüklüğe karşılık "O göklerde ne var, yerde ne varsa hepsini
kendi yanından size ram etti, emrinize verdi."(Casiye, 45/13) âyetinin
mânâsınca hepsini toplayıcı olur. Siz pek az düşünüyorsunuz.
59- Ey
insanlar
veya ey mücadele edenler herhalde o saat, o ceza saati olan kıyamet,
muhakkak gelecek. Onda şüphe yok, şüpheye yer yok. Fakat insanların
çoğunluğu iman etmezler,
60-halbuki
Rabbiniz buyurdu ki; yalvarın bana ki size karşılık vereyim. Hem dua,
hem ibadet zikredilmiş olduğu için, ya duanın ibadet ile yahut da
ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerektiği için, tefsir bilginleri iki
şekilde açıklamışlardır. Birincisi, Kur'ân'ın birçok yerlerinde olduğu
üzere dua, ibadet mânâsına olarak; bana ibadet ve kulluk edin ki size
sevap ve mükafat vereyim demek olur. İbnü Abbas, Dahhak ve Mücahid'den
rivayet edilen bu tefsire göre "isteme" dil ile değil, bunun yanında
"fiilen talep" şart edilmiş demektir. Bu şekilde şu açıklama bu mânâya
uygun olur: Çünkü ibadet etmekten yüz çevirenler, yani kibirlerinden
bana ibadet etmek istemeyenler, muhakkak yarın hor ve hakir olarak
cehenneme gireceklerdir. İkincisi, "Yalvarın bana ki size karşılık
vereyim." demek, isteyin benden vereyim size demektir ki, Süddi'den
rivayet olunan ve ilk bakışta anlaşılan da budur. Fakat buna göre de
ibadetin dua ile tefsir edilmesi gerekir. Bunu böyle iki şekilli olarak
ifade etmedeki incelik, ibadetin duayı, duanın da ibadeti
gerektirdiğini ifade içindir; bir taraftan dua ibadetin iliği
mesabesinde olduğu gibi, ibadet de duanın kabulünün şartlarındandır.
Bu dua emri
çok
önemli ve dikkate değerdir. Burada önce insanın cüz'î iradesinin bir
ifadesi ile cebr'in reddi vardır. Gerek ibadet mânâsına olsun, gerek
sadece dua, ikisinde de istemek emredilmiş ve Allah'ın karşılık vermesi
için kulun istemesi şart kılınmıştır. Hem öyle şart kılınmıştır ki
şartın yokluğundan, şarta bağlanan şeyin yokluğu gerekeceğinden terkine
"cehenneme girecekler" diye tehdit getirilmiştir. Şu halde emir vücub
içindir ki, her duanın kabul edilip edilmemesi konusuna gelince, "Hayır
ancak O'nu, çağırırsınız, O da kendisine çağırdığınız herhangi bir şeyi
dilerse açar." (En'am, 6/41) âyetinden anlaşıldığına göre, dileme ile
kayıtlıdır. Yani buradan anlaşılan kazıyye-i şartıyye (şart önermesi)
külliye (tümel) değil, mühmeledir. "Güzel kelimeler ancak O'na
yükselir, onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır, 35/10) âyetin mânâsınca
bazı kabul şartları ile de şartlıdır. Onun için burada ibadet ile
birlikte zikredilmiştir. Keşşaf'ta Ka'b'dan şöyle nakledilir: "Yüce
Allah bu ümmete üç özellik vermiştir ki onları geçmişte kendi katından
göndermiş olduğu peygamberlerden başkasına vermemiştir. Her peygambere
"Sen benim halk üzerine şahidimsin" demişti, bu ümmete de "İnsanlara
karşı şahitler olasınız." (Bakara, 2/143) buyurdu.
"Peygamberin
üstüne Allah'ın farz ettiği herhangi bir şeyde hiçbir vebal yoktur."
(Ahzab, 33/38) âyetinin mânâsınca "sana meşakkat yok" demişti, bu
ümmete de: "Allah sizin üzerinize bir güçlük yapmayı dilemez." (Maide,
5/6) buyurdu."Bana dua
et, sana karşılık vereyim" demişti. Bu ümmete de
"Bana yalvarın ki size karşılık vereyim." (Mümin, 40/60) buyurdu."
"Bana
yalvarın
size karşılık vereyim" şöyle demek de olur: Çağırın bana ki size cevap
vereyim. Bu şöyle demek olur: Benden beni talep edin size icabet
ederim, beni bulursunuz, beni bulan da her şeyi bulmuş olur. Çünkü
"O'nun emri bir şeyi dilediği zaman ona ancak 'Ol' demesinden
ibarettir. O da oluverir." (Yâsin, 36/82) denilmiştir ki işte hiç
reddolunmayan dua budur. Nitekim bazı haberlerde "Beni talep eden, beni
bulur" diye varid olmuştur. Bana ibadetten, yani bana dua ile beni
talepden kibirlenenler benden uzak kalarak mahrumiyet cehenneminde
zelil ve hakir olacaklardır.
****
79-85-
"Onlardan kimine binesiniz diye o yumuşak başlı hayvanları sizin için
yaratan Allah'tır." Bu beyan ve nimeti hatırlatma, özellikle yolculuğa
teşvik için bir giriştir ki aşağıda 82. âyette "Yeryüzünde gezip de bir
bakmazlar mı" hatırlatması buna bir tefri olacaktır. Peygamberleri
kendilerine delillerle geldikleri zaman onlar ilim adına kendilerinde
bulunana güvendiler. Sanatlarına, felsefelerine güvenerek
peygamberlerin mucizelerini, haber verdikleri açık âyetleri tanımamak
istediler ki bunlar her zaman vardır.
|
|