1. "Ne
yücedir
O ki..." (Bu konuda bilgi için Furkan Sûresi'nin baş tarafına (25/1)
bkz.) Yani ezelî kemal sıfatı, sonsuz hayır ve bereketleriyle evvel ve
âhir, âşikâre ve gizlide her şeyden üstün olarak daim ve bâki olan,
yüceliği öteden beri beyan edilegelen delil ve eserlerinin, lütuf ve
nimetlerinin, fiil ve tasarruflarının akıllara sığmaz görüntüleriyle
apaçık bulunan ne yüce feyyâz (bereket ve bolluk veren)dır, O Hak
Teâlâ. Mülk O'nun elindedir. Yerde ve gökte, bütün kâinatta, dünya ve
ahiret tasarruf ve saltanatı, yaratma ve yok etmesi, ele geçirme ve
yönetmesi, emrini yerine getirtme ve hükmünü icra etmesi, iyi
davranması ve zorlaması, cezalandırması ve ikramı, ihsanda bulunması ve
nimet vermesi hep O'nun kudret elindedir. Hepsi emir ve iradesi, hüküm
ve kudretiyle cereyan eder. Dilediğini mülkünde kullanan yahut kuvvet
verip mülke kavuşturan ve kavuşturacak olan da ancak O'dur.
Verdiklerine de tamamen vermediği gibi, kendi adına hareket etme
selâhiyetini de ebedî olarak vermez. Mülkünü kendi elinden çıkarmaz.
Kendine ortak kılmaz, çünkü şirkten berî ve yücedir. Yalnız kendi hükmü
altında emredilmiş olmak üzere vekaleten ve geçici olarak verir,
dilediği zaman da alır. Çünkü mülk hakkı, bizzat kendisinin ve mülkün
hakikatı doğrudan doğruya O'nun kudret elindedir. Ve O, her şeye
kâdirdir. Mülk elinde olduğu gibi, her dilediğini dilediği şekilde
eksiksizce yapmaya tam bir kudretle güç yetirmektedir. Hiçbir
yardımcıya, vezire, vekile ve vasıtaya ihtiyacı yoktur. Her ne isterse
kendi kudretiyle yapar. Hiçbir iradesi hikmetsiz değildir, ol deyince
oluverir. Dilerse zorla yaptırır; dilerse hürriyet verir. Dilerse
küçültür, dilerse büyültür. Dilerse sıkar; dilerse açar; dilerse yıkar,
dilerse yapar; dilerse daha başka âlemler yaratır ve onlarda da
dilediği gibi tasarrufta bulunur. Ancak O'nun ortağı olmaz. O, öyle
yüksek, öyle yüce, öyle fenâdan ve acizlikten berîdir. (Bu konuyla
ilgili olarak "De ki: Mülkün gerçek sahibi olan Allah'ım! Sen mülkü
dilediğine verirsin ve mülkü dilediğinden geri alırsın. Dilediğini
yüceltir, dilediğini de alçaltırsın. Her türlü iyilik senin elindedir.
Gerçekten sen her şeye kâdirsin." (Al-i İmrân, 3/26), "Geceyi gündüze
sokarsın, gündüzü geceye sokarsın; ölüden diri çıkarırsın; diriden ölü
çıkarırsın, dilediğini hesapsız rızıklandırırsın." (Al-i İmrân, 3/27);
"Din gününün sahibidir." (Fâtiha,3) ve "Allah kendisinden başka
tanrı olmadığına şahitlik yaptı..." (Al-i İmrân, 3/18) âyetlerinin
tefsirlerine bkz.)
2.
"O
sizi
denemek için ölümü ve hayatı yarattı." Birinci âyette geçen den bedel
olup mülkün bazı hükümleriyle kudretin bazı izlerini açıklamak ve
bunların hikmet ve maslahat (keyfiyet) kanunları üzerinde cereyanıyla
büyük ve önemli gayelere ve neticelere yönelik bulunduğunu izaha
başlamak anlamındadır. Demek ki bir hayatın arkasından ölümün ve onun
arkasından diğer bir hayatın karşıt olarak yaratılması, insanların bu
ikisi arasında iyi bir çalışma gayretiyle Allah'ın mülkünde güzel bir
işçi, yüksek bir görevli olmak üzere yarış için bir imtihan meydanına
çıkarılmaları hikmetine, bu da hayattan hayata, güzellikten güzelliğe
bir yükseliş nizamı ve en güzel amellere daha güzeliyle mükafat vererek
ileride bambaşka bir hayata ulaştırılmaları gayesine yöneliktir.
Bir
taraftan ölüm, bir taraftan da hayat olmasa, birbirine zıt ve
karşılıklı olarak takip eden bu iki sıfat birlikte yaratılmış olmayıp
da hayatı ölüm, ölümü de diğer bir hayat karşılamış olmasaydı, yahut
Allah'ın mülkünde mertebeden mertebeye yükselebilecek güzel bir işçi
olabilmek üzere Allah'ın muradı olan güzel hayat için çalışma
gayretiyle yarışma kanunu konulmamış ve böylece de insanlar ölüm ve
hayat arasında imtihana çekilmemiş olsalardı, sıkıntılara katlanarak
iyi çalışıp Hak Teâlâ'nın rızasına uygun güzel amellerde bulunarak
müsabakayı kazananlara sıkıntılarını unutturacak güzellikler, güzel
mertebeler, mutluluklarla sevab ve mükafatlar; iyi çalışmayan yahut hiç
çalışmayıp boş kalmak isteyen veya mesâisini Allah'ın rızası hilafına
boş ve faydasız şeylere yahut da bütün hayatın kötülüklerine, küfür ve
nankörlüğe, hıyanet ve isyana, yok etme ve krize sarf edenlere de
kötülüklerine göre Allah'ın mülkünde rütbesini alçaltma, süreli veya
süresiz kovma ya da yaptığı işlere göre mahrumiyetler, horluklar ve
acılarla cezalandırma sözkonusu olmasaydı, mülkde güzellikten güzelliğe
yükselme düzeni bulunmamış, yahut meleklerden başka memur
kullanılmayarak insan yaratılışı için bu nizamda hiçbir selahiyyet
verilmemiş olsaydı; insanlar, ya hiçbir hayat izi yahut hayat ümidi
kalmayacak şekilde hep ölümlü olur, hepsi söner veya hayat adına akıl
ve zekâdan, çalışma ve iradeden, iş değerinden, hürriyetten mahrum
ölümden ve kabir azabından daha beter olarak "Ne ölecek, ne de
yaşayacak." (A'lâ, 87/13) âyeti gereğince ne ölüm, ne de bir kurtuluş
ümidi olmayan, her taraftan çaresizlikle kuşatılmış, bıktırıcı zelil
bir ızdırab, üzüntü verici bir sefalet hüküm sürer giderdi. Bu da,
"Mülk elinde ve O, her şeye kâdirdir." (Mülk, 67/1) olan Allah
Teâlâ'nın insan yaratılışına bahşetmek istediği bol ihsan ve kudret
güzelliğine uygun olmazdı.
Yukarılarda
da geçtiği üzere yaratma fiili, takdir ve icad etmek mânâlarına gelir.
Takdir, ilmî yönden bir sınırlama demek olduğundan hem varlığın öncesi
ve sonrasıyla hem de yokluk ve varlıkla ilgilidir. İcad ise, fiilen
yoğu var etmek, yok olanı varlığa geçirmek demek olduğundan, hem
varlığın öncesi ve sonrasıyla hem de yokluk ve varlıkla ilgilidir. İcad
ise, fiilen yoğu var etmek, yok olanı varlığa geçirmek demek
olduğundan, varlığı takdir edilen yok olan bir şeyin varlık halini
ifade eder. "Ölümü ve hayatı yarattı." âyetinde ölümün de hayatın da
birlikte yaratıldığının anlatılmasından dolayı Ehl-i Sünnet âlimlerinin
çoğu, ölümün sırf yokluktan ibaret, yokluğa ait bir iş olmayıp, hayat
gibi bir varlığa sahip, varlığa ait bir iş, varlığı bulunan bir hadise
olduğunu kabul etmişlerdir. Yani ölüm ile hayatın karşıtı cansızlıkla
canlılık veya yoklukla varlık, yaratılmakla yaratılmamak gibi bir
yokluk ve meleke yahut müsbet ve menfi karşılaşmasından ibaret olmayıp
hareket ve sükun, toplanma ve ayrılmak, kalkmakla yatmak, açıklıkla
gizlilik, gelişle gidiş, acı ile tatlı gibi bir tezad karşılaştırması
kabilinden olması lazım geleceğini söylemişlerdir ki bunun ruh veya
maddenin bekâsı teorileriyle de bir alakası vardır. Ölen, hayattan,
varlıktan büsbütün ilgisi kesilerek yok olup gitmiyor. Ömrü boyunca
yaptığı işlere göre iyi veya kötü yahut karışık bir şey halinde başka
bir duruma sevkedilerek, acı yahut tatlı diğer bir hayatta, yüksek veya
alçak bir mevki almak üzere ilk yaratan varlığa doğru başka bir âleme
geri dönüyor. Yine Ehl-i Sünnet âlimlerinden bir kısmı ile Mu'tezile
mensupları demişlerdir ki: "Ölüm bir varlık işi değil, bir yokluk
işidir. Canlılık taşıyan bir şeyde ölüm, hayatın yokluğudur. Ölüm ile
hayat arasında yokluğun ve ruhun karşılaşması sözkonusudur." Bu görüş,
basit ve felsefî anlayışa yakın görünür. Buna göre ölümün yaratılması,
takdir demektir. Çünkü takdir, varlığa ait hususlarla alakalı olduğu
gibi yokluğa ait hususlarla da alakalıdır. Yahut mutlak veya aslı
yokluk değil, hususî bir şeyin yokluğu mânâsına adem-i izâfî yahut da
adem-i hadistir. Bu gibi yoklukla ilgili hususların da kendilerine
değil, başka bir şeye varlık vermek mânâsına yaratmakla ilgileri
vardır. Özellikle sonradan meydana gelen yokluk da, yine sonradan
ortaya çıkan varlık gibi illete muhtaç olduğundan onda, îcâd (yaratmak)
mânâsına değilse de ihdâs (ortaya çıkarmak) mânâsına müsbet bir yaratma
ve tesir düşünülebilir. Yokluğa varlık vermek bir tesir olduğu gibi,
varlığı yok etmek de aynı şekilde bir te'sir olduğundan "yaratmak"
kelimesinin böyle ihdâs ve inşâ (meydana getirmek) mânâsına
kullanılması da sözkonusudur. Mamafih görülüyor ki, bunda da ölüm
mutlak bir yokluk gibi düşünülmüş değildir. O halde ölümün yaratılması,
yalnız bir takdirden ibaret olmadığı gibi mutlak surette bir yokluk
demek de değildir. Nihayet hayatın bir hususiyetini yok etmekle diğer
bir şeye varlık vermek mânâsından uzak kalamaz. Buna ruhun bekası veya
maddenin bekâsı denilmesi münakaşa edilse bile illetin bekâsı, yani
illetlinin varlık illetine dönmesi, yahut döndürülmesi mânâsıyla
illetin bekası prensibini zarureten tasdik demek olduğunda şüphe
edilemez. Bu konuda iki görüşü birleştiren en doğru görüş budur.
Nitekim Kur'ân'da bu nokta hep dönmek ve döndürmek ile ifade edilmiş,
yeniden diriliş demek olan ahiret hayatı hakkında da iade, yeniden
yaratma ve inşâ tabiri kullanılmıştır. Bunlar ise hep birer varlık
mânâsı ifade ederler. Bu suretle Ehl-i Sünnet'in önceki anlayışı hem
delillerin zahirî anlamına, hem de illetin bekâsı kanununa daha
uygundur. Binaenaleyh ölümü sırf bir yokluk işi olarak düşünmeyip kimi
için, hayatın bütün lezzetlerini yıkıp ateşe götüren bir ızdırab, bir
Hak darbesi; kimi için de bütün acı ve meşakkatlerden kurtarıp Allah'a
götüren bir lütuf ve lezzet gibi varlığa ait bir mânâ ile telakki
etmelidir. Bu âyette ölümün hayattan önce zikredilmesi hususuna dikkat
etmek gerekir. Beydâvî bunu iki şekilde izah eder: Birisi, "Siz ölüler
idiniz. O sizi diriltti. Yine öldürecek, yine diriltecek..." (Bakara,
2/28) âyetindeki mânâya işaret olması, diğeri de ölümün yararlı işler
yapmaya daha fazla götürmesi nükteleridir. Birincisi, yok iken verilen
hayat nimetine şükür açısından, ikincisi de onu zorla alacak olan ölümü
unutmayarak hayata zarar veren kötülüklerden sakınma itibariyle güzel
amele çağırır. Ancak "siz ölüler idiniz" sözüyle ifade edilen ölüm,
sonradan meydana gelen şeyin tabiatındaki yokluğun varlığa önceliği
hasebiyle, diriltmeden evvelki asıl yokluk olan öldürmesiz hiçliğe
işarettir. Asıl yokluk ise, esasen fâilin fiiline dayalı olmayıp
yaratmadan önce olduğu cihetle, âyetteki nin mefulü olarak gösterilen
ölümün o ölüm olmayıp, hayata ârız olan ölüm olduğunu unutmamak
gerekir. Onun için İbnü Mes'ud gibi birçokları ikinci şekli daha uygun
görmüşler ve "Lezzetleri târmâr eden ölümü çokça anın." hadisine
mutabık olduğundan dolayı da onu desteklemişlerdir. O hayattan önce
ölümü nazar-ı itibâre alarak onunla sonuçlanacak olan hayatın kıymetini
ona göre ölçmenin en güzel ve en akıllıca bir hareket olması sebebiyle
bu, güzel bir nüktedir. Ancak yeterli değildir. Zira ölümden ötesini
düşünmeyenler için bu hareket tarzı, güzel amelden ziyade ümitsizlikle
kötü işlere de sebeb olabilir. Ölüm korkusuyla elden ayaktan kesilerek
rahat döşeğine yatmakta acele etmek isteyenler bulunduğu gibi, adam sen
de dünyaya bir daha gelecek değilim ya, şu ölümlü dünyada mümkün olan
her türlü keyf ve zevki bir an önce yapayım diyerek her türlü
fenalıkları gözüne kestirenler de çoktur. Şu halde asıl yararlı işler
yapmaya sevkeden sebep, yalnız ölüm düşüncesi değil, ölümden sonraki
hayata inanarak yaşanan hayattan o suretle istifadeyi düşünmektir. İşte
"ölümü ve hayatı yarattı" âyetinde ölüm ve hayattan maksat, cins olma
itibariyle ölümün önce zikredilmesi "siz ölüler idiniz O, sizi
diriltti" âyeti noktasından şükür ile yararlı işlere sevketme nüktesini
ifade edebilirse de, asıl nükte, "yarattı" karinesiyle "sizi öldürecek,
sonra yine diriltecek" âyetinde öldürme ve diriltme ile ifade edilen
"ölüm ve hayata" işaret olup, burada ölümden maksadın yaratmak ve
öldürmekle ilgili olan dünya hayatının arızî ölümü, hayattan maksadın
da o ölümden sonra ebedî olarak gerçekleşecek olan ahiret hayatı
olduğunu anlatmaktır. Bu suretle önce ölümü gözönünde bulundurmakla
beraber asıl neticenin ölüm değil, hayat olduğunu, fakat Hadid
Sûresi'nde geçen "Bilin ki dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir
süs, aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi olma
isteğinden ibarettir. Tıpkı yağmurun bitirdiği ve ziraatçıların da
hoşuna giden bir bitki gibi önce yeşerir sonra kurur da sen onun
sapsarı olduğunu görürsün; sonra da çerçöp olur. Ahirette ise çetin bir
azab vardır. Yine orada Allah'ın mağfireti ve rızası vardır. Dünya
hayatı aldatıcı bir geçimden başka bir şey değildir." (Hadid, 57/20)
âyetiyle tasvir edilen bir gurur sermayesi, bir aldatış zevkinden
ibaret olan dünya hayatı değil, sonunda ya şiddetli bir azab veya
mağfiret ve hoşnutluk gerçekleşecek olan "Bu dünya hayatı sadece bir
oyun ve eğlenceden ibarettir. Ahiret yurduna gelince işte asıl hayat
odur..." (Ankebut, 29/64) âyetiyle de beyan edildiği üzere, bilenler
için hakikatte sırf hayattan ibaret olan ahiret hayatının bağış ve
hoşnutluğu ve Allah'ın şiddetli azabından sakınarak mağfiret ve
rızasına ermek gayesi ve bu vechile Allah'ın mülkünde insanlardan
istenen ne ölüm ne de onunla sonuçlanacak olan fâni hayatta kalmak
değil, hayattan hayata geçişle ilerideki daha üstün hayata yükselmek
için yararlı işler yapmada müsabakaya gayret vazifesi bulunduğunu
bildirmektir. Fâni hayatın oyuncak olan bütün lezzetlerini târmâr eden,
sevgili eşleri birbirinden ayırıp ocaklar söndüren, cemiyetleri dağıtıp
kuvvetleri yıkarak evlatları yetim bırakan, servetleri yerle bir eden,
aynı zamanda Allah için çalışmış ve ızdırab çekmişlerin, iman ile dolu
mutmain nefislerinin elem ve acılarına son vererek kendilerini "Seçkin
kullarım arasına karış ve cennetime gir." (Fecr, 90/ 29,30) hitabıyla
ebediyyen Hakk'ın rızasına kavuşturmak için açılmış yegane saadet
kapısı bulunan ölüm ile, onu takip edecek ileriki hayatı "mülk elinde
bulunan" Allah Teâlâ şu hikmet için yaratmıştır: Sizleri sorumlu
kılarak imtihan meydanına çıkarıp şunu bildirmek için ki hanginiz amel
bakımından daha güzeldir. Allah'ın mülkünde yapılmaya, O'nun yanında
güzel görünüp rızasına kavuşmaya daha layık, hayatta bulunan veya
gelecek olan kavimlerin hayattan hakiki mânâda istifade etmelerine daha
elverişli, açık ve gizlide daha doğru, daha hâlis iş görenin kim olduğu
gerçeği, hakkıyla ortaya çıksın. Burada amelin, iman, ilim, niyyet ve
ihlâs gibi kalbe ait gizli amellerle dil ve diğer uzuvlardan ortaya
çıkan güzel işlerin hepsini kapsadığı, merfu olarak rivayet edilen şu
hadisle anlatılmıştır. Peygamber bu âyetin tefsiriyle ilgili
buyurmuştur ki: "Yani hanginiz hak ve sevabı anlamak, iyiyi kötüyü
seçmek ve gereğini yapmak cihetiyle akıl ve anlayışça daha güzel, Allah
Teâlâ'nın yasakladığı haramlardan, nehiylerden, günahlardan,
fenalıklardan ve zararlı şeylerden sakınıp korunma hususunda daha takva
sahibi ve Allah Teâlâ'nın itaatında daha çabuksunuz." İşte Allah'ın
ilminde belli olan bu hakikat, tecrübe ve imtihan sahasında sizin için
meydana çıksın. Çıkıp da ne olacak? denilecek olursa, şu da
bilinmelidir ki hem O, öyle Aziz, öyle Gafur'dur ki bundan sonra da
açıklanacağı üzere, kötülüğe çalışanları, Allah'a karşı inad edip
kullarını aldatmaya, fitne ve fesad ile halkı yoldan çıkarıp cehenneme
sürüklemeye uğraşan şeytanları ve onlara aldanıp küfür ve nankörlükle
inkâr ve isyan yollarına sapan kâfirleri ve haksızları sonuçta zelil
edip izzetiyle kahreder. Zikredildiği gibi O, en yararlı işler
yapanları aziz kılan, iman etmekle beraber beşer olarak kusur edip en
güzel surette çalışmamış olanları tevbe etmeleri halinde veya dilediği
şekilde afv ve mağfiret eden gafûrdur. İşte ölüm ve hayatın
yaratılmasının, en yararlı işlerle müsabaka imtihanının asıl hikmet ve
gayesi, O Allah Teâlâ'nın bu sıfatlarla vasıflanmış, her şeyden üstün
mülk sahibi olduğunun fiilen görünmesiyle bilinip tanınmasıdır ki "Ben
cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım."
(Zâriyât, 51/56) âyetinin ifade ettiği bilme ve kulluk etmenin mânâsı
da budur. Onu, "tanısınlar" diye tefsir edenlerin maksatları bu olduğu
gibi, hadis olarak rivayeti sabit olmamakla beraber tasavvuf
kitablarında "Ben gizli bir hazine idim tanınmak istedim ve tanınmak
için de mahlûkatı yarattım." diye nakledilen ve kutsî hadis olarak
bilinen sözün anlamıyla da kasdedilen budur.
3.
Şimdi de
O'nun, beşer hayatı ile ilgili tecelli ettiği mülkünden, kudret, izzet
ve mağfiret izlerinden bir bölüm izah edilmek ve anlatılmak üzere
buyuruluyor ki:
"O
ki yedi
gök yarattı." Bu 'de baştaki 'den bedel, yahut 'dan sıfattır. (Yedi gök
hakkında bilgi için Talâk, 65/12) âyetine bakınız.) Bu âyette de "seb'a
semavât" "yedi gök" ifadesi, nekre (belirsiz) olarak zikredilmiştir ki,
herhangi bir "yedi gök" demek gibidir. Bu nekrelikde iki husus
düşünülebilir. Birisi, "O, göklerin ve yerin yaratıcısıdır..." (Bakara,
2/117) anlamı üzere göklerin eşsizliğine işaret olarak yüceltme anlamı
ifade etmesidir. Diğeri de, yedi rakamıyla bilinen yedi sayısı
kasdedilmeyip, çokluk ve yaygınlık anlamına gelmesidir. Bu takdirde
yedi gök Talâk Sûresi'nde de söylediğimiz gibi, birçok gök içinde her
biri bir âlem olmakla beraber, birbirine daha hususî bir âhenk ile
uygun olarak güneş etrafındaki bir manzume halinde yaratılmış olup
bizim de içinde bulunduğumuz özel bir topluluğu hususi bir şekilde
oluşturulan güneş etrafındaki gezegenlerin yörüngeleriyle çekme ve itme
hududunda yüzerek devretmekte bulundukları felekleri ve üzerlerinde
beliren gök kısımlarının arzımız bakımından yedisini göstermiş olur ki,
âlemler içinde bizim hayatımızla en fazla ilgili olması itibarıyla
nazar-ı dikkatimizi çekmeye en layık olan kısım oluşu, özel bir sebep
olabilir.
Lakin
bazı
âyetlerde bu kadarla yetinmek caiz olsa bile burada sözgeliminin
kuşatmak mânâsı üzerinde cereyan etmesinden dolayı delalet ettiği şeyde
kesinlik ifade eden hususî bir lafız olan yedi sayısının tahsisi,
muteber olarak üzerimizdeki gök denilen yüksek âlemlerin hepsini
kapsamayı gerektirdiği cihetle, bu kadarla yetinmek pek zor olacağı
için herhalde önceki şeklin ortaya çıkması gerekir.
O
halde
yedi gök sınıflandırmasını nasıl anlamalı? Bir kere bunun, üzerinde
bulunduğumuz arz bakımından bize malûm olan âlemin görüntüsünün bir
ifadesi olduğu konusunda bu âyetin "görebiliyor musun?" "göremezsin"
hitaplarının açık olduğu söylenebilir. Bu bakımdan da iki düşünce
mümkündür. Birincisi: umum için en açık göründüğü şekliyle kendimizde
cisim tasavvurunu edindikten sonra, ruh ve idrakin kıymetini takdir
etmek üzere bedenle ilgili hususlar açısından ufuklarda yürümektedir.
Bu sebeble yedi göğün altısı ayla beraber arzımızdan Neptün gezegeninin
uzağına kadar güneş sistemi içerisinde, yedincisi de güneş sisteminin
sınırlarından gözümüze ulaşabilen samanyolu ötesine kadar olan alandır
ki, dünyamızın boşluğundan itibaren bunların hepsine birden de gök
denilir. Güneş'in merkezi ve rasat (gözlem) noktası dünyamız olmak
üzere, bakıldığı zaman birinci gök, dünyanın göğüdür ki yer
yuvarlağının atmosfer ve ayla beraber güneş etrafındaki devriyle
çizdiği yörünge alanıdır. Üst alanı, dışardan Merih'in çekim sınırına
kadar olan kısmı, içi de merkezde güneş etrafında Utarid ve Zühre
sahalarını kapsar. Bunlar dünyamızda ve onun ay gibi uydusu durumunda
değilseler de dünyanın birinci göğü dışında olmayıp, onun içinde ve
dünyanın altında birer dünya gibidirler. Gözlem noktası dünya olmayıp
da güneş olsaydı, yani biz, güneşin gövdesi içinde bulunsaydık, dünya
göğünün dördüncü gök sayılması gerekecekti. Dünya'yı sabit merkez ve
güneşi gezegen kabul eden astronomi bilginleri, ayı birinci, Zühreyi
ikinci, Utarid'i üçüncü, güneşi dördüncü gökte sayarlar ve yedinci göğü
Zuhal'le sona erdirirlerdi. Lakin biz, güneşi merkez sayıp
gezegenlerden biri olan dünyamızdan gözlem yaptığımızda bunun, en yakın
uydusu olan ayı bile içine almış bulunan dünya göğünü birinci gök
saymak lazım geldiğini ve Zühre ile Utarid'in birer yörüngede yüzmekle
beraber merkez olan güneş tarafında bulunarak yer yörüngesinin içinde
ve yerin altında kaldıklarını hesaba kattığımızdan bunları birinci
göğün üstünde değil, içinde saymak mecburiyetinde bulunduğumuzu anlamış
oluyoruz. Şu halde dünya göğü, yer yörünge alanı demek olan birinci gök
ile tefsir edilebilir. İkinci göğe gelince: Bu da, eski astronomi
bilginlerinin beşinci gök saydıkları merih yörünge sahasıdır ki bu,
daha geniştir. Üçüncü gök daha geniş olan Müşteri yörünge sahası,
dördüncü gök onun üstündeki Zuhal yörünge alanıdır ki, eski Batlamyus
astronomi bilginleri bunu yedinci gök saymışlar ve her gezegeni
yörüngesiyle hareket ediyor zannettiklerinden dolayı gezegenlerin
hareketlerini bunlara bağlayarak yedi göğün yedisini de hareketli kabul
etmişlerdi. Buna göre onlar, Enbiyâ ve Yâsin sûrelerinde geçen "Her
biri bir yörüngede yüzmektedirler." (Enbiya, 21/33; Yâsin, 36/40)
âyetinin ifade ettiği mânâdan gâfil bulunuyorlardı. O cisimlerin
yörüngeleriyle direkli değil, her biri direksiz olarak denge kanunu
dairesinde kendi yörüngelerinde yüzdüklerini hesaba katmıyorlardı. Biz,
o yörüngeleri birer hareket yolu değil, birer sınır çizici olarak
mütalaa ettiğimiz gibi, denge kanunuyla dünyamızın da bir gezegen
olduğunu anlayarak, dünya göğünü biraz daha geniş gördüğümüzden dolayı,
onların yedi gezegeninden üçünü gökleriyle beraber dünyamızın birinci
göğü içine alıp onların yedi göğünden bu suretle üçünü atmış buna
karşılık daha yüksekte bulunan Uranüs ve Neptün adında iki gezegeni
daha gözlemiş bulunduğumuzdan, onlara göre yedinci gökte bulunan Zuhal
bizce, dördüncü göğün kapısı olmaktadır. Çünkü her gezegen çekme ve
itmesiyle kendi göğünün bir kapısı durumunda demektir. O halde ondan
ötedeki beşinci gök, son olarak bildiğimiz Uranüs gezegeni sahası,
altıncı gök de Neptün gezegeni alanıdır. Bize göre bu sahanın sonu,
güneş sisteminin de sonudur. Bundan ötede ışıklarını az çok
görebilmekle beraber gezegenler gibi hareketlerini göremediğimizden
dolayı "sevâbit" adı verilen birçok yıldızlar âlemi bulunuyor ki,
bunların aralarındaki mesafelerle beraber tamamının işgal etmiş
bulundukları saha da bizim yedinci göğümüzü teşki etmektedir. Burada
güneş sisteminin tek bir yıldız gibi kalacağı nice binlerce âlem
bulunduğu anlaşılmaktadır ki, saman yolları gibi gözlerimize çarpıp
durmakla beraber biz onların özelliklerini ve hareketlerini gezegenler
âlemi gibi ne seçebiliyoruz ne de onların daha ilerisine geçebiliyoruz.
Bütün bakışlarımız hepsinin üzerine dayanıp kalıyor. İşte cisim
olmaları açısından yedi sema hakkında anlayabildiğimiz budur. Görülüyor
ki, pek eskiden beri meşhur olan ve bilinen yedi gezegen âleminde uydu
kabilinden olan küçük gezegenlerden başka Uranüs ve Neptün denilen iki
büyük gezegen daha keşfedilmiş olmakla, bazılarının zannettiği gibi
dünyanın dışında olan gezegenlerin sayısı dokuza çıkarılmış olmayıp,
güneş merkez, ay da dünyanın uydusu olarak bu sayının dışında tutulduğu
zaman Kur'ân'ın yedi gök hakkındaki âyetlerine karşı da fen ve tecrübe
âleminde tezat teşkil edecek bir şey ispat edilmemiş, aksine Kur'ân'ın
beyanlarını daha iyi bir izahla anlamaya yardım edecek hakikatler
keşfedilmiş ve edilecektir. Bundan şu sonuçlar çıkar: Yükseklik ve
alçaklık izâfi olduğu gibi dünyamızdaki gözümüzü ve görme şartlarımızı
değiştirmeyerek gözetleme noktası hangi madde farzedilirse gök sayısı
ve konumu da onunla uygun olur. Merkeze doğru aşağı inildikçe gökler
çoğalır, göğe doğru yükseklere çıkıldıkça gökler azalır. Hepsinde yer
sayısı, gök sayısı ile uyum içinde bulunur, böylece "(Yedi kat göğü) ve
yerden bir o kadarını yarattı..." (Talâk, 65/12) İlâhî prensibi şaşmaz
olur. Gözetleme noktamız Zühre olsaydı da yine gördüklerimizi
görebilseydik, o durumda sekiz gök sekiz yer hesâp etmiş olacaktık. Bu
suretle Utarid'den baksaydık bu sayı, dokuz olacaktı. Güneşten bakmış
olsaydık tam ona ulaşacaktı. Fakat onlardan bakarak bunları görebilmek
için gözlerimizin daha fazla incelikleri seçebilecek derecede kuvvetli
olması gerekecekti, yoksa yine dünyamızdaki tarzda yedi ile kalacaktık.
O halde hakikaten onlarda bulunarak kendimizin ve görüş şartlarımızın
ne olacağını kestiremezsek de, yerde bulunduğumuz halde gördüklerimizi
esas alarak düşüncemizi yürüttüğümüz surette dünyamızdan itibaren yedi
sayabildiğimiz gökleri, güneşten itibaren saydığımızda on sayısına
çıkarırız. Bu suretle onuncu gökte bütün güneş sisteminin birleşmiş
olduğunu mütalaa ederek güneşi bir merkez, dünyadan altıncı olan,
onuncu göğü bir kuşatıcı alan olarak düşündüğümüzde biri güneş sistemi
diğeri de "sevâbit"e ait olmak üzere iki yer ve iki gök saymamız
gerekeceği gibi arzımızı bir nokta ve bütün cisim âlemlerini bir
kuşatıcı alan yahut bütün madde ve cisim âlemlerini bir nokta ve
zihnimizden bütün fezayı bir kuşatıcı alan olarak düşündüğümüz surette
de ancak bir yer ile bir gök hesab etmiş oluruz ki, mutlak anlamda yer
ve gök denildiği zaman bir alt ve üst karşıtından ibaret olan bir
ikilik ifade edilir. Sonra daha ilerisine geçemediğimiz bu merkezle
kuşatıcı alan arasında bir şâkul (düşey) konumunda bulunduğumuzdan
dolayı kuşatıcı alan da altı yönü tayin eden altı nokta olup bunlardan
yedincisi olan merkez noktasında dikey kesişerek geçen üç düzlemin
çarpımı olmak üzere uzunluk, genişlik ve derinlik dediğimiz üç boyutu
içeren bir kemmiyet (nicelik) ve miktar mânâsıyla cismiyyet mahiyetinde
birleştirdiğimiz zaman da, yer ve göğü bütün görünümüyle cismâni bir
âlem olarak düşünmüş olur ve böyle en son kuşatıcı alanda alt üst
bağlantılarıyla karşılaşmış altı noktanın yedinci bir merkez noktasında
bir sosyal nizamı ve yine yedi sayısının hususi bir tasnifi olmak üzere
meydana gelmiş tek bir cisim suretiyle kendimize döneriz ki, bu da bir
merkez halinde bir noktadan ibaret bulunan nefsimizle etrafımızı
kuşatmış bulunan bir ufuk muhitinin, yani "ben" ile "ben değilim"
sözlerinin karşılaşması ve bağlanması halinde görünür. Demek ki bir
cisim düşüncesi için yedi sayısıyla birleştirme kanunun, bizim için
ihmali mümkün olmayan pek büyük bir hüküm ve önemi vardır. Bütün âlem
içinde kendimi bir noktadan ibaret olarak bulduğum ben, bana karşılık
etrafımda yer almış altı noktayı biraraya getirme ve birleştirme
nizamıyla kendimde birleştirmeden en az yedi sayısını sınıflandırmakla
yine kendimde bir birlik bulmadan ne en küçük, ne de en büyük bir cisim
tasavvur edemem. Bu sebeble âlemi yalnız maddî yönüyle tamamen cisim
halinde bir düşünceyle kavramaya çalıştığım sırada ister istemez
kendimde bu yedi noktanın uygunluğunu duymak mecburiyetinde bulunurum.
Bunu duyduğum anda da, benimle ben olmayan muhitim arasında karşıt bir
birlik nizamı içinde bir noktadan ibaret kaldığını duyduğum zaman
kendime gözüm açılmış, fakat daha ileri gitmekten bitkin ve güçsüz
kalmış bir halde dönerim. Zira "Gözünü çevir bir bak bir bozukluk
görebiliyor musun?" (Mülk, 67/3) buyurulmaktadır. Lakin gözüm açılmış
ve daha ilerisine gidemediğim muhitimin suretini (şeklini veya resmini)
yakalayıp getirmiş olan ruh ve şuurumun kıymetini tanımış olduğum
cihetle ben kendimde, o cisme ait muhite mahkûm ve onda hapis kalmak
istemeyerek dünyanın üzerine çıktığım gibi onun da üstüne çıkmak için
yine çabalarım. Bu defa da döner, sırf şuur delaletiyle ve ruhânî
yoldan giderek bir gözlem ve sınıflandırma yapmak için harekete
geçerim. Yine kendimden başlayarak şuurumda bana karşı yer almış
bulunan âlemlere doğru bir daha bakışımı çeviririm. Ruhânî nazarla olan
bu ikinci düşünce ile alakalı şunlar söylenebilir: Bu itibarla
kendimize bakınca şuur âlemimizin bir seması demek olan gönlümüzde,
ruhumuzda bir yer gibi (ben) vicdanının merkezi bulunan kalbimizde iman
ve irade şuuru uyandırmak üzere muhît ile ilgili yedi pencere buluruz
ki, bize bunlardan devamlı surette ruh yayılır. Beş tanesi yalnız
cisimlerle alakalı çevrede meydana gelen hadiselere bakan beş duyu,
altıncısı onların elde ettikleri bilgilerle daha ileriye bakan akıl ve
mantık, yedincisi her insanda açık ve kuvvetli olmamakla beraber
hepsinden geniş olan ilham ve vahiy kuvvetleridir. İşte biz "duyular"
denilen bu yedi pencereden kalbimize inip çıkan ruh ve basiret nurunun
kuvvet ve zayıflığına göre hakikatlerden haberdar olur, ona göre iman
ve irade gayretiyle âkıbetimiz olan gayeye doğru yürürüz. Nefes alırken
ciğerlerimize, yeteneklerine göre hava girip çıktığı gibi his ve idrak
etmede de duyularımıza ruh inip çıkarken, o cereyanları yerli yerine
hakkıyla ulaştırma ve dağıtmaya hizmet eden ve melek denilen birçok
gizli, hayırlı, maddî ve manevî kuvvetler bulunduğu ve engelleri
bertaraf ederek idrakimizi, iman ve irademizi takviye için çalıştığı
gibi, bilakis o ruh cereyanlarının bize inişi sırasında yol kesen
eşkiya gibi pusu kuran, elde ettiklerimizi soymaya, hiç olmazsa zan ve
hayal atmakla sıkıntı verip bizi aldatarak -Allah korusun- idrak, iman
ve irademizi gizliden gizliye sapıtma ve bozmaya çalışan maddî ve
manevî birtakım şer ve alçak kuvvetler de vardır ki, bunlara da cin ve
şeytan denilir. Dostu düşman veya düşmanı dost zannettiren bir vehim,
biri iki, eğriyi doğru veya aksini gösteren bir hayal, iyiyi kötü,
kötüyü iyi yerine koyan bir fikir, boş yere gönlümüzü imrendiren veya
bulandıran bir rüya yahut söz intibaı veren hep gizli veya açık bir
şeytan parmağıdır ki, bunlar bizimle gök arasında bedbahtlık, alçaklık
yaparlar. Bunlar olmasaydı biz hiçbir his ve irademizde hata etmez, her
hususta hakka uyardık. Bizim bunlardan korunabilmemiz için de
birincisi, nefsimizin tabii bir kabiliyeti, ikincisi inmekte bulunan
ruh cereyanının tam ve kabiliyetimizle uygun olarak şiddet ve kuvveti
üçüncüsü de iradenin sınırında, bu ulaşılanların ta kaynağı olan vahye
kadar bir diğerine uygunluklarının derecesini gözetmek gerekir. İşte
bize böyle bir merkez noktası gibi görünerek "ben" dedirten nefsimizle
çevremizin tabaka tabaka uyumunu ifade etmek suretiyle bizi hakikatten
haberdar edip duran ruh cereyanına giriş ve çıkış halinde açılmış
bulunan yedi şuur noktasına içinden ve dışından gelebilen yedi çeşit
hadise ve idrak âlemleri de, benlik zeminimizi sarmış bulunan yedi
semadır. Yani dokunma, tadma, koklama, işitme, görme, akıl ve mantık,
ilham ve vahiy muhiti demek olan bu yedi âlem arasında tabaka tabaka
çeşitli ve aynı zamanda uygun birer görünüm tarzıyla vicdanımıza
uygunlukları nisbetinde bizim hem ufuklarımızla hem de kendimizle
intibakımızı sağlayan bir birlik nizamı arz ederler ki his ve
gözümüzden kaybolan gerçek varlık da böyle bütün görünenle görünmeyenin
uyumu noktasında doğan iman ve irfan nuruyla sezilir, tanınır ve
gönlümüzde o ölçüde meydana gelen sevgi heyecanıyla samimi kalbimizden
irade ruhu coşarak rahmet deryasında mağfiret ve hoşnutluğa yükselmek
üzere vazife ve iş yapma bilincimizi faaliyete geçirir. Kısacası güneşi
merkez alarak, dünyamızdan maddî bir bakışla ufuklara baktığımızda
bakışımız gözlemden gözleme aydan yukarı gezegenlerin yörüngelerini
düşüne düşüne birer muhitte yükselerek, güneş sistemi sınırı sonunda
altıncı gökte nisbî bir son nokta bularak, özel gözlem ve
hesaplarımızın fazla etki edemediği sayısız ve sabit yıldızlar âlemine
dayanır. Onu da kısa bir bakışla kavrayarak ve hepsini "Kendine has
yollara sahip göğe andolsun." (Zâriyat, 51/7) âyetinde ifade edilen
yedinci gökte düşünerek, orada da cismiyet anlayışını kaplayan ve
ötesini etkileme imkânı olmayan son bir noktaya dayanır. Bu suretle
yedi gökte, birisi arzımızdan itibaren altıncı semada sistemimize son
veren nisbî (göreceli) bir son ağaç (sidre-i müntehâ), birisi de
yedinci gökte madde âlemine son veren genel bir sidre-i münteha (son
ağaç) bulunduğu gibi, oradan madde ötesine çıkabilmek için tekrar
kendimize dönüp ruhânî açıdan baktığımız zaman da birisi yine altıncı
gök olan akılla bilinebilecek şeylerin bulunduğu alanın sonu, diğeri de
daha geniş olan yedinci gökteki ilham ve vahiy alanının sonu olmak
üzere iki sidre-i müntehâ (son ağaç) var demektir. Müslim'in
"Sahih"inde rivayet edildiği gibi Mirâc hadislerinin birinde sidre-i
müntehâ, altıncı gökte, diğerlerinde de yedinci gökte gösterilmiş
bulunmasına nazaran sahih olan bu iki hadisden yedi gökte iki sidre-i
müntehâ bulunduğu anlaşılır. Resulullah (s.a.v)'ın miracı, hem bedenî
hem ruhânî olduğu için yedi gök hakkında bu iki hususu cem eden bir
görüş takip etmek gerekir. Sırf maddî açıdan görebildiğimiz yedi gök
ile ruhânî açıdan düşünebildiğimiz yedi göğü mukayese ettiğimiz surette
ise ikincisinin birinciden daha geniş olarak cisim ötesinde ilham ve
vahiy sınırına kadar vardığını kabul etmek lazım gelir. Çünkü cisim
semalarının en geniş hududu nihayet beş duyumuzun en genişi bulunan
görme hissinin ulaşmış bulunduğu sınırdan, akılla idrak edilebilen
alana dayanmakta olduğu için his yönüyle ilerisine geçemeyip ötesini
kapalı bulduğumuz ve ancak bu sahadaki duyumlarımızın sentez ve
uyumundan akıl ve mantık idrakleriyle düşünebildiğimiz ve hepsine gök
ismini verdiğimiz muhitten ibaret olduğu gibi gerek bu sahadaki gözlem
ve tecrübelerimizden fikir ve mukayese yoluyla geçtiğimiz akılla idrak
edilebilen şeylerin bulunduğu muhiti ve gerek vahiy kaynağından
aldığımız iman ve irfan nurlarıyla daha geniş olarak düşündüğümüz
mutlak ruh muhitini, maddî semaları geçip "O'nun kürsüsü gökleri ve
yeri içine alır..." (Bakara, 2/255) âyetince arzıyla beraber onları
içinden ve dışından kuşatmış bulunan Kürsî ve Arş muhitine kadar
yükselen bir sidre-i müntehâyı ifade etmektedir. Şu halde "Gözünü çevir
bir bak, bir bozukluk görebiliyor musun?" (Mülk, 67/3) emri gözümüzün
görme hissine dayanıp döndüğü ve gözlerimize aksedebilen maddî
ışıkların yerini aklımıza terkederek karanlığa daldığı maddî âleme ait
bakış sınırlarını sonra "İki defa gözünü çevirip bak; göz (aradığı
bozukluğu bulmaktan) âciz ve bitkin halde sana dönecektir." (Mülk,
67/4) emri de duyumlarımızın dışında akıl ve sezgimizin dahi tecrübe,
tasavvur ve düşünce ile anlayamayarak dayanıp kaldığı, daha ileriye
gidemeyerek acz içinde tekrar kendimize döndüğü ruhânî âleme ait bakış
sınırlarını göze ve sezgiye tanıtmaktadır. Bu iki yönle her iki âlemde
de kendimizden ve arzımızdan yürüyen bakışlarımız yedi göğün muhitleri
içinde kuşatılmış olarak nisbiyet (görecelik)ten mutlakıyete doğru
birer sona dayanır kalır. Biz bunların her birinde çeşitli varlık
mertebelerinin derece derece bir diğerine uygunlukları nizamı içinde
bizimle intibakları noktasında bulunarak kendimizle ufuklarımız
arasında duyduğumuz birlik şuurundan, Hakk'ın birliğini ve mülkünün
genişlik ve büyüklüğünü ve bunun içinde de kendi haddimizi ve hareket
hedefimizi, sezer, tanırız. Yalnız maddî açıdan bakanlar her şeyi
kuşatan Hakk'ın birliğindeki yücelik ve büyüklüğü ile "Rahmân Arş'a
istivâ etmiştir." (Tâhâ, 20/5) tecellisini yalnız maddî bir kıyasla
düşünerek benzetmeden kurtulamayıp cisimlendirme vadisinde saplanıp
kalırlar. Ve Allah'ın Arş üzerinde istivasını, büyük bir cisim halinde
düşünülen yaratıklar âlemi üzerinde, hiçbir cisme benzemez diğer bir
cisim gibi farzederler. Bununla beraber her şeyi açık ve gizlilik
yönünden ilmiyle kuşattığını da tasdik ederler. Bu ise, ilmin varlığını
itiraf etmekle beraber Allah'ın ilminin, zatından daha geniş ve daha
büyük olduğunu farzetmek demektir. Halbuki bütün kemâl sıfatlarını
toplayan Hakk'ın zâtı, elbette sıfatlarının her birinden daha yücedir.
Ve bu yücelik mekân ve cisim yönünden değil, zat ve hakikak
yönündendir. İlmin varlığını sezip de yalnız ruhânî açıdan bakanlar da
her şeyi kuşatıcı olan Allah'ın zatını, bütün ruhâniyâtın (ruhla ilgili
hususların) üstünde küllî bir ruh gibi düşünürler.
Böylece
de
kendilerini kuşatan maddî âlem ile ruhânî âlemin toplamının dahi
uyumuna kefil, hâkim, her şeyi kuşatıcı ve "Dereceleri yükselten,
Arş'ın sahibi Allah, (kavuşma günüyle korkutmak için) kullarından
dilediğine vahyi indirir." (Mümin, 40/15) buyuran Allah Teâlâ'nın
zatının her ikisinden daha yüce ve daha büyük "O, yücedir, büyüktür."
(Sebe, 34/23) olmasının gerekeceğini düşünmezler. Sırf bir seyr
(yürüyüş) ile Allah'a ulaştıklarını zannederler. Hatta kendilerini
Allah'da yok ederek yüce bir birliğe yükselecek yerde, Hakk'ı
kendilerinde yok etmek suretiyle alçak bir birliğe düşerler. Halbuki
zihin ile vâki olan ruhlarla cisimler yani ruhânî âlem ile cismânî âlem
bir noktada uyuşmayınca Allah sezilmez. Ruh ve cisim Allah'ın aynısı
değil, Allah'ın mülkünde O'nun varlığına delalet eden birer
delildirler. Mülk elinde olan Allah'ın zatı ise, her şeye kâdir, her
şeye şâhiddir. "Her iş O'na döndürülür..." (Hûd, 11/123) âyeti de bu
anlamdadır. Allah Teâlâ'nın zatının mertebesinde, birlik makamında
yücelik ve büyüklüğünü bir an tanıyabilmek için maddî ve ruhânî âlemin
birbirine uygun olarak Allah'ın birliğinde yok oldukları bir sidrei
müntehâ (son ağaç)da kendinden geçmek gerekmektedir. Ruh ve cisim
âlemleri bizim varlığımıza nazaran Allah'ın yakınına uçmak için açılmış
iki kanat gibidirler ki Rahmân bu iki kanadın yumulduğu sidre-i
müntehânın üstünde görünerek bütün varlık Arş'ını kuşatır ve istila
eder. Nitekim (Mülk, 67/1) âyetinin Hz. Muhammed'in kalbine indiği bu
son sidreyi bildirmek için, yedi göğün yaratılışı ve onların uygunluk
nizamını hatırlatma neticesinde maddî âlemlerin sonuna dikkat çekmekle
(Mülk, 67/3) buyurulduktan sonra ruhânî yürüyüşle düşünmeye meydan
vermek üzere gecikme mânâsı ifade eden ile (Mülk, 67/4) âyetiyle
yeniden bakma emredilmiş ve bunda iki noktanın birarada bulunduğuna
işaret edilerek de özellikle lafzı zikredilmiştir. Ancak ondan sonra
emrin cevabı olmak üzere müntehâda ilâhî tecellinin büyüklüğü
karşısında kendinden geçip Allah'da yok olmakla istiğrak (aşk ile
kendinden geçme) halinde bitkin olarak uyandıktan sonra neticede
Allah'da bâki kalma şuuru ile tam kulluk için nazarın başlangıcı olan
nefse dönüleceği anlatılarak "Göz aciz ve bitkin halde sana
dönecektir." (Mülk, 67/4) buyurulmuştur. "Andolsun ki biz (dünyaya) en
yakın olan göğü kandillerle donattık..." (Mülk, 67/5); "Yeryüzünü size
boyun eğdiren O'dur. Şu halde yerin sırtlarında dolaşın ve Allah'ın
rızkından yiyin. Dönüş ancak O'nadır." (Mülk, 67/15);
"Üstlerinde
kanatlarını aça-kapata uçan kuşları (hiç) görmediler mi? onları Rahmân
olan Allah'tan başkası tutmuyor. Şüphesiz O her şeyi görmektedir."
(Mülk, 67/19); "Şimdi (düşünün bakalım), kapanarak yürüyen mi varılacak
yere daha iyi erişir, yoksa doğru yolda düzgün yürüyen mi?" (Mülk,
67/22); "De ki: Sizi çoğaltıp yayan O'dur..." (Mülk, 67/24); "De ki: O
Allah, çok esirgeyicidir; biz O'na iman etmiş ve sırf O'na güvenip
dayanmışızdır..." (Mülk, 67/29) "De ki: Söyleyin bakalım..." (Mülk,
67/30) beyanları da Allah'ın mülkünde mertebeden mertebeye hep öyle iki
kanat sahibi olarak ölümden hayata, tembellikten çalışmaya, azabdan
rahmete, sefaletten mutluluğa, yokluktan ebediliğe, dirilmek için
Allah'da sonsuzluğa ermekle Rahmân'a kavuşma ve dayanma gayesine
ulaşmak üzere seyr ü sülûk (tarikatte takibedilen usûl)de yalnız
nazariyat (ilmi görüşler) ile yetinmeyip hakikî olarak uçmak için en
açık farkı göstermek ve bütün delillerine basiret sahiplerini irşad
etmek, şeytan ve kâfirleri ateşli mermilerle sefalet ve hüsran vadisine
kovma ve uzaklaştırma yolunda hakikatı açıklamaktır. Kalem Sûresi'nde
"Hiç şüphesiz senin için bitip tükenmeyen bir mükafat vardır. Ve sen
elbette yüce bir ahlâka sahipsin." (Kalem, 68/3,4) vasfıyla ahlâkının
yüceliği ve mükafatının sürekliliği beyan edilen Hz. Muhammed'in isrâsı
(geceleyin yürütülmesi) ve Necm Sûresi'nde "Hemen kendi aslî suretine
girip doğruldu. İşte o zaman, kendisi en yüce bir ufukta idi. Sonra ona
yaklaştı ve sarktı. İki yay kadar yahut daha yakın oldu. Allah,
vahyettiği şeyi bunun üzerine vahyetti..." (Necm, 53/6,10); "Andolsun
onu, Sidretü'l-Müntehâ'nın yanında önceden bir defa daha görmüştü.
Cennetü'l-Me'va'da onun yanındadır. Sidreyi kaplayan kaplamıştı.
Muhammed'in gözü kaymadı ve kamaşmadı. Andolsun o, Rabbinin en büyük
âyetlerinden bir kısmını gördü." (Necm, 53/13,18) âyetleriyle beyan
edilen mirâcı da bedenî ve ruhânî iki şerefin toplam mertebelerinde
cereyan etmiş ve Meâric Sûresi'nde "Yükselme derecelerinin sahibi
Allah'tandır. Melekler ve ruh, miktarı elli bin yıl süren bir gün
içinde O'na yükselir. Şimdi sen güzelce sabret." (Meâric, 70/3,5).
Ulûhiyyet makamına yükselmek için yalnız cisimler âlemi şöyle dursun
onu bir anda kat eden melekler ve ruhun bile manevî bir yürüyüşle elli
bin senelik bir zamana muhtaç olacak şekilde aşağı bir mertebede
bulundukları haber verilmiştir. Binaenaleyh o sidre-i müntehâda, biraz
sabretmenin gereği de emredilerek mekân ve zamandan münezzeh (berî)
olan Allah'ın zatının bütün maddî ve ruhânî âlemlerin toplam
mertebelerinden de çok yüksek ve üstün olduğuna ve biraz sabırla Hz.
Muhammed'in o kutsala ulaştığına da işaret edilmiştir. Mirâc
hadislerinde de yedi gök hem cismânî hem ruhânî şereflerle ifade
edilerek Cebrail ile beraber yedinci göğün sonunda Cennetü'l-Me'vâ'nın
bulunduğu Sidre-i Müntehâya ve oradan yalnız olarak Allah'ın arşına
varılmış olduğu anlatılmıştır. Bu hadislerde, üzerinde yaratıldığımız
yeryüzü semasının birinci sema olduğuna işaret olarak birinci gök
Âdem'in, ikinci gök Yahya'nın, üçüncü gök Yusuf'un, dördüncü gök
İsa'nın, beşinci gök Harun'un, altıncı gök Musa'nın, yedinci gök
İbrahim'in makamıdır, denilmiştir. Ayrıca buraya kadar yükseliş Cebrail
ile gerçekleştirilip sonra da daha ileri geçildiği haber verilerek her
iki şerefe işaret edilmekle beraber İsrâ'ya önce cismâni âlemden
başlandığı anlatılmıştır. O halde ruhânî yürüyüş cismânî yürüyüşten
geniş ve vahiy makamı ile akıllar âlemini de kapsayarak Kürsî ve Arş'la
son bulmak hasebiyle biz de yedi göğü ilk bakışta cismâni âleme, ikinci
bakışta ruhânî âleme, sonra onların uyum nizamı ile bütün
mertebelerinden Allah'ın Arş'ına yükselme ve orada yok olma ve ebedi
kalma zevkini tadarak mensup olduğumuz Allah mülkünde hayatımızın
başlangıç ve sonuyla had ve gayemizi tanıtan bir uyanıklık, bir iman ve
vazife şuuruyla yine mertebe mertebe kendimize dönerek fiilen ve
hakikaten o gayeye yürümek için idraki gerekli olan varlığın makam ve
menzillerinin his, akıl ve iman nokta-i nazarlarına göre umumî durumdan
kısa bir özet olarak düşünmek üzere, öncelikle görme hissiyle gözlem
bakımından, cismâni haysiyetle mütalaadan başlayan bir hareket takip
etmeyi uygun buluyoruz ki burada, yedi göğün ötesi Kürsî ve Arş olmak
üzere duyumlar ötesi olan akıl ve vahiy muhitine bırakılmış ve bu
suretle ruhânî ve hakiki göklerin görüş dairemizi sınırlandıran yedi
gökten daha çok ve daha yüksek olduğu da anlaşılmış bulunmaktadır. Öyle
ki bu yedi göğün hepsine yalnız dünya seması demek caiz olur.
Bizim
bu
cismânî düşüncede bakış açımızın, üç boyutlu cisim olduğunu
söylemiştik. Zamanımızda bazı kişiler ondan ileride dört beş, belki
daha fazla boyutlu, yani uzunluk, genişlik ve derinlik dediğimiz üç
boyuttan, fazla olan boyutların dikey olarak kesişeceği cisim
âlemlerinin tasavvur edilebileceğini ve yedi göğü o açıdan cismâni
olarak düşünmenin mümkün olduğunu da bir varsayım halinde söylüyorlar.
Biz duyularımızla elde ettiğimiz tecrübe sayesinde zihin yoluyla
noktadan çizgiye, çizgiden yüzeye ve düzeyden cisim tasavvuruna
geçiyoruz.
Tecrübelerimize
bakarak bir cisimde daha önce de arz ettiğimiz gibi dikey olarak
kesişmiş üç boyuttan fazlasını gerçekte bulamıyoruz. Bulamamak esasen
bulunmamayı gerektirmeyeceği, yani adem-i vicdandan adem-i vücûd lazım
gelmeyeceği gibi bir noktada üçten fazla boyutun dikey olarak
kesişebileceğini farzetmekte de zahiren bir tenakuz görünmez. Cisim üç
boyutludur demek, zâtına ait bir gereklilikle aklen zarurî bir mesele
değil, ancak gerçeği ifade eden genel bir mutlak gibi görünür. Fakat bu
teorem terkîbî (birkaç şeyden meydana getirilmiş) bir teorem olmayıp,
bir şey üzerine kurulmuş üç boyut mefhumunu, konu alan cisim mânâsına
dahil bir tahlili (analiz edilen) teorem olma haysiyetiyle, mutlak
cisim düşüncesinden zorunlu olarak çıkarılmış isbatı gerekmeyen zarurî
bir teoremdir. Çünkü cisim diyebilmemiz için daha önce üç boyutun
kesişmesini bir başlangıç olarak almışızdır. Bunu alırken üç boyuttan
her birini düşünmeyi başlangıç olarak kabul ettiğimiz düzlemlerin ve
onları düşünmede ilk unsur kabul ettiğimiz düz çizgilerin sonsuz
uzatıldığını farz ederek onları, uzatan sonsuz muhite götürerek
düşünmeye de alışmışızdır. Bundan dolayı mutlak bir cisim tasavvur
ettiğimiz zaman onda üç boyut tasavvurunu sonsuzda bile zarurî esas
olarak düşünürüz. Ve üç boyuttan fazlasını tasavvur ederken sonsuza
kadar konulduğunu farzettiğimiz bir prensiple ortaya çıktığımızda üstü
kapalı bir tenakuz görürüz. O halde ona sade cisim değil, cisimden
fazla bir şey nazarıyla bakmaya mecbur oluruz. Bu itibarla üç
boyutludan fazla bir cisim düşüncesi bize mantıksız gibi gelir. Bununla
beraber şunları da bilmek gerekir. Bir cisim tasavvurunda üç boyutun
zarurî esas sayılması, daha fazlasının olmamasını gerekli kılmaz,
imkânını ortadan kaldırmaz. Bizim his ve tecrübe sahasında bütün
algılarımız göreli ve onlardan alınan cisim tasavvurumuz dahi izâfî ve
sonludur. Her izâfet, mutlak bir muhit dahilinde bir sonla
düşünülebilir. Biz sonsuz bir muhit ile sınırlanmış bir cisim tasavvur
edebiliriz. Lâkin muhitsiz olarak sonsuz bir cisim tasavvuru tenakuz
olur. Kendimize karşı hiçbir nokta alamadığımız boş bir feza, bize bir
cismiyet değil, hiçbir şey ifade etmez. İşte bizim his ve tecrübeden
elde edilen bütün ilimlerimiz en sonunda mutlak bir muhit dahilinde bir
nisbet şuuruyla o muhite bir izâfetten ibaret bulunduğunu ve o muhite
varılınca bu oranların tükeneceği, hakiki ilmin ve varlığın her şeyi
kuşatan Allah'ın zâtına ait olduğunu, şu halde gerek cisim tasavvuruna
ve gerek Hakk'ı kuşatmaktan berî olan diğer idraklerimize o hakikatte,
mutlak bir idrak kıymeti atfetmeye hakkımız olmadığını izah etmek
isteyenler, üç boyutlu cisim tasavvurunun da esasen göreli ve sonlu
olarak alınması lüzumunu ve eski matematikçilerin ve kelâmcıların
"bürhan-ı türsî" ve "bürhân-ı süllemi" adını verdikleri delillerle
ispat ettikleri gibi bizim cisim dediğimiz şeyin sonsuz olmayıp sonlu
bulunduğunu düşündürmek üzere ondan ötede dört, beş ve daha fazla
boyutlu âlemlerin caiz ve mümkün olduğunu tasvir etmek için şöyle bir
kıyas yürütmüşlerdir. Nokta çizginin, çizgi yüzeyin, yüzey cismin bir
sınırı olarak düşünüldüğü gibi bizim bulunduğumuz üç boyutlu cisim
âleminin de, dört, beş veya daha fazla birer cisim âlemlerinin yüzeyi,
çizgisi yahut noktası durumunda bir sınırı gibi düşünülebilir. Buna
bakarak gök tasavvurunda mekânsal boyut mânâsından ayrılmamak üzere
yedi gök hakkında cisimler âlemini, bizim âlemimizin sıfıra ineceği
yedi boyutlu bir âlem mertebesine kadar çıkmak üzere şöyle bir fikir
yürütülebilir: Üçü bizim bildiğimiz üç boyut âlemi, dördüncüsü bu
âlemin bir yüzey mesabesinde kalacağı dört boyutlu âlem, beşincisi bu
dördüncü âlemin bir yüzey, bizim âlemimizin de bir çizgi durumunda
kalacağı beş boyutlu âlem, altıncısı bu beşinci âlemin bir yüzey ve
dördüncünün bir çizgi ve bizim âlemimizin bir nokta mesabesinde
kalacağı altı boyutlu âlem, yedincisi de bu altıncı âlemin bir yüzey,
beşincinin bir çizgi, dördüncünün bir nokta, bizim âlemimizin de sıfır,
yani hiç mesabesinde kalacağı yedi boyutlu bir âlem diye düşünebiliriz.
Ve artık kendimizin sıfıra indiğimizi duyduğumuz anda, daha fazla
tezata düşmemek için bu çoğalan kıyası daha ileri götürmeye yetkimizin
olmayacağını anlayarak kendimize dönüp diğer bir âleme geçişle
yükselebileceğimiz zamana kadar hayat vazifemizi yerine getirebilmek
üzere nisbî (göreli) ve izâfi âlemimizin tahlil ve terkibi içinde
çalışmamızın gerekli olduğunu kavramış oluruz. Böyle bir düşünce de bu
âyetin anlamına muhalif düşmez, aksine uygun olur. Ancak burada
üzerinde durulması gereken birkaç nokta vardır.
Birincisi:
Cisim tasavvurunu üç boyuttan ilerisine götürürken ilk adımda
kendimizden ve ilk unsurumuzdan çıkmış bulunduğumuzun farkına
varmayarak artan bir cereyana kapıldıktan sonra sonsuzda da bir daha
kendimize dönmemek tehlikesi.
İkincisi:
Duyum ve tecrübemiz dahiline girebilen ilgi noktalarımızdan, onu
sınırlandıran mutlak muhite doğrudan doğruya geçiverecek yerde,
mesafeyi uzatmak için dolambaçlara sapmış olmak.
Üçüncüsü:
İlgi dairemizin muhiti içindeki boyut ve uzay mânâsını, o muhitin
ötesine kadar götürmeye hakkımızın olmaması gerekirken onu yavaş yavaş
artırarak uzatma selahiyyetini nereden aldığımızı düşünmemek.
Dördüncüsü:
Düşündüğümüz takdirde ise böyle artan bir kıyas ve düşüncede bilgimiz
olan üç boyutlu cisim muhitinden dışarıya, sırf zihinsel bir hareketle
atlayış ve bu suretle etrafımızı kuşatan cismânî muhitten çıkıp yalnız
akıl ve gönül muhitinde ruh âlemine dalmış bulunduğumuzu ve şu halde
enine boyuna ilave etmiş olduğumuz boyutlar gerçekte cismâni ve mekânî
boyutlar ve fezalar değil, sırf zihnimizin manevî uzayı nisbetinde
başlangıcımıza uygun olmayarak ilgimizden fazla bir surette
varsayımlarla uzattığımız manevî boyutlardan ibaret olduğunu, böyle
olunca da Hakk'a ulaşmak için cisim tasavvurunu sınırlamak ve
artırmakla uğraşmaktan ise, o tasavvuru yaparken ruh âleminde
yürüdüğümüzü bilerek her iki âlemin muhitine doğru yükselmenin en
sağlam bir hareket olacağını kabul etmek gerekir. Bunu iyi düşündüğümüz
takdirde de alacağımız sonuç şu olur: Üç boyutlu cisim âlemimizin
muhitinde diğer cismânî bir boyut ya vardır ya yoktur. Evvela yok
dememiz gerekir. Çünkü o muhit, bize göre fezalarımızın sonu olmak
üzere alınmış olduğundan tersini farzetmek bir tezat olur. Faraza belki
vardır dersek o boyut, yine gerçekte bizim bildiğimiz üç boyutun
farzedilen bir fezasından ibaret olarak düşünülmesi lazım gelir. Çünkü
kıyasımızın ilki, ondan ibarettir. Tecrübe ile ulaşmadığımız bir sahada
yapacağımız tahminî bir karşılaştırmada neticeyi, mukaddimelerimizin
kapsamı sahasından ileri götürmeye asla hakkımız yoktur. İki kere iki
beş eder diyemeyiz. Öyle bir şey farzettiğimiz takdirde de onu sırf
gönül âlemimizde yapar ve vicdanımıza uymadığını bilerek sırf kuruntulu
bir şekilde bir farz olarak yaparız. O halde dört boyutlu cisim âlemi
olan bir gök düşüncesine geçtiğimiz andan itibaren cisimler âleminden
çıkmış, manevî bir sahada hem de ruh ve şuurumuza uygun olan sadık bir
ruhâniyyet âlemi değil, farzedilen bir hayal âleminde dolaşmış
bulunuruz. Binaenaleyh dört veya daha ziyade boyutlu bir cismin mümkün
olduğunu farz ve hayal etsek bile, farzettiğimizin dışında meydana
geldiğine hükmedemeyiz. Bu sebeplerle biz bu varsayımı bir şiir gibi
yazıp geçmek isteriz. Ancak tecrübî (deneysel) idrakimizin bağlılığını
ve bildiğimiz cisim tasavvurumuzun sonucunu sıfıra indirecek dereceye
kadar düşündürebilmesi ve yalnız cisim yönünden düşünmeye alışmış
bulunanlara zihin ve ruhâniyet âleminin genişliğini bile
cisimlendirerek, hepsini kuşatan Allah'ın mülkünün büyüklük ve
genişliğini düşünmeye sevketmek gibi bir faydasının olması sebebiyle
de, kaydetmekten kendimizi alamayız.
Bütün
bu
yollarda yürümek için de ilk şartın hayat ve şuur olduğunu ve bütün
şuurlarımızın mutlak bir muhite dayanan bir bağlılık nizamı ve kadrosu
içinde vakit ilerledikçe arda arda yaratılmakta bulunduğunu unutmamak
gerekir. Öyle olunca da şuurun yaratıcısına teslimiyetini arzetmesi
için kendini ve kendinin gitgide varlığa geçip yaratıldığını
duyabilmesi yeterlidir. Şuurunun bilincinde olarak kendisini tanıyanlar
uzağa gitmeden her şuur mânâsında yaratıcının bir delilini görürler ve
O'nun yanında, önünde ve sonunda "Nerede olsanız O sizinle beraberdir."
(Hadid, 57/4) âyetinin sırrına ererler. Bu suretle hareket ve
bakışlarında Allah'ı aramak için değil, "Rabbim benim ilmimi arttır."
(Tâhâ, 20/114) âyetince mülkündeki nimet ve lütufların görünüm tarzını
daha ziyade tanıyarak bilgisini artırmak ve vazifelerini daha güzel
yaparak ilim ve amel yönünden O'nun rızasına yaklaşmak için çalışırlar.
Elbette şuurumuzun kavradığı her zerre ve her cisim hak bir delildir.
O'nu ve O'nun varlık tarzını kavrayan şuur ise, daha büyük bir Allah
vergisidir. Ufuklar ve nefislerden ilim ve amel kanatlarıyla Allah'ın
mülkünde uçmak ise en büyük devlettir. Fakat bedenimizle içinden
çıkamadığımız âlemleri şuurumuzla kavrayıp da Rahmân'ın yanına ruhen
bilgi ve iman ile uçabilmek için cisim tasavvuru içinde kuşatıldığımız
üç boyuttan daha fazlasını aramakla meşgul olacağımıza, bütün cisimler
âlemini yeryüzü ile gök arasında kavradığımız gibi üç boyut mahiyetiyle
kavramakla yetinip, ondan çıkınca sırf ruhâniyet âlemine girmiş
olduğumuzu tasdik etmek ve buradan ruhâni ve cismânî iki bakışın
şuurumuzdaki uyumundan kendimize dönerek hak fikrine nefsi teslim etmek
daha pratik bir yoldur. Şu halde yedi göğü, ya evvelki ya ikinci mânâ
ile düşünmek, genellikle kendimize daha kuvvetli bir uyum sağlayabilir.
Mamafih yedi göğü bilebildiğimize göre, gerek göklerden yedisini
kapsayan bir manzume (sistem) âlemi ve gerek yedi idrak âlemi; gerekse
tasavvur edebildiğimiz üç boyutlu cisimler âleminin üstünde olmak üzere
hakikatini kavrayamadığımız yedi boyutlu âlem diye düşünelim, şu
muhakkaktır ki Allah Teâlâ, hakikatlerinin tafsilâtını kendi bildiği
yedi gök yaratmıştır ki bunlar, hep birbirine uygun, yahut tabaka
tabaka(dır). Tıbak kelimesi ya mastar, yahut çoğuldur. Müfessirlerin
çoğunun tercih ettiği mastar olması durumuna göre bu kelime, "mufâale"
babından "vifâk" ve "muvafakât" gibi "mutabakat" mânâsına mastar olup
sülâsisi (üç harflisi) "tı"nın esresiyle "tıbk"dır. Burada kelimesinden
hal olduğu için "zâte tıbâkın" "tabakalı" veya "mutabakaten"
yerindedir. Bir diğeri ile ahenkli, hep birbirine uygun demek olup
birden fazla olmalarıyla beraber aralarındaki sıkı irtibat düzenini
ifade eder. Bu mânâ gezegenlerin her birindeki özellikle beraber bir
çekim etrafındaki ahenklerine uygun olduğu gibi bir ışıkla bir sıcaklık
ve bir ses gibi ayrı ayrı hislerle idrak edilen hadiselerin gerek
ufuklarda ve gerek nefislerde birbirine uyum gösterip kaynaşarak
beraberce bir hakikatı haber vermeleri haline de uygundur. Bu uyum
olmasaydı, biz tecrübe sahasında muhtelif özelliklerimizin duyumlarını
ortak bir his ile alıp da hususî bir suretle hafızamıza koyamaz,
üzerinde aklımızı işletemez, hariçde yerlerini tayin edemez ve bir hak
fikrine ulaşamazdık. Tam anlamıyla şirk ve perişanlık içinde kalır,
ruhumuzun birliğini bile bulamazdık. İkincisi: "Tabak," yahut
"tabaka"nın çoğulu olmasıdır ki, "Kâmus" sahibinin "Besâir"de
anlattığına göre tabak veya tabaka, bir şeyin uygun olan kapağı ve
örtüsünü ifade edip, ona benzetme yoluyla alt kata uygun gelen üst
kata, yüksek rütbeye ve dereceye denilir. Ve çoğulunda "etbak" ve
"tıbâk" kullanılır. Bu mânâda "tabaka tabaka" demektir. Müfessirlerin
bazıları da bu mânâyı tercih etmişlerdir. Bu da her üç mânâya uygundur.
Çünkü gezegenlerden her biri merkez etrafında birbiri üstüne böyle
tabaka tabaka birer gök sahası oluşturdukları gibi, idrakler (algılar)
âlemimizde en aşağıda tatma, onun üstünde dokunma, onun üstünde
koklama, onun üstünde işitme, onun üstünde görme, onun üstünde akıl,
onun
üstünde vahiy hadiseleri ve ilgili hususları olmak üzere tabaka tabaka
birer genişlik sahası arzederler. Üç boyutlu gök, dört boyutlu gök vb.
diye düşünülebildiği surette ise her iki mânâda da tıbak anlamı daha
doğrudur. Âyette "etbakan" veya "mutabi-katin" denilmeyip de
buyurulması, her iki anlamın da doğru olduğunu gösterir. Bununla
beraber bu şekilde izah edilmesi, asıl kasdedilen tabakalardan uyum ve
ahengi anlatmaktır.
Tefsircilerin
çoğunun bu görüşü tercih etmeleri de, sözgeliminden dolayı olmalıdır.
zira uyumu ifade etmek için uygunsuzluk ortadan kaldırılarak
buyuruluyor ki Rahmân'ın yaratmasında hiçbir uygunsuzluk göremezsin.
Tefâvüt,
aslında tenakuz ve tehâlüf (birbirine zıt olma) gibi iki şeyden birinin
diğerini elden çıkarır şekilde uygunsuzluğu, perişanlığı ve başkalığı
demektir ki, münasebetsizlik ve nizamsızlık diye tefsir edilir. Yani
bütün bu gökleri Allah Teâlâ rahmet ve ihsanının eseri olarak hepsinin
üstünde kendisinin birliğini, kudret ve izzetinin büyüklüğü ile
merhametini tanıtmak üzere yaratmış ve o hikmet ile onları tabaka
tabaka çeşitli boyut ve genişlikte halketmekle beraber hepsini hem bir
diğerine uygun, hem size uygun bir nizam, bir görünüm ve değişmez bir
uyum ve ahenk içinde yaratmıştır. Ondan dolayı ey muhatap! Yeryüzünde
sen onları o ahenk ve nizamla kuşatılmış bir birlik içinde görür ve
onlardan Rahmân'ın rahmetini sezerek ona ulaşmak için aykırı gitmeyip,
birlik düzeni ile hareket etmenin gerekli olduğunu anlayabilirsin. Bak,
o Rahmân'ın yarattığında bir nizamsızlık, bir münasebetsizlik
göremezsin, haydi o Rahmân'ın sende yaratmış olduğu gözü döndür de bak,
hiçbir fütûr, yani birlik düzenini bozan veya seni onların ötesine
geçiren bir çatlak, bir kusur, bir delik, bir bozukluk görebilir misin?
O halde sen gözünü açacak, o rahmet nizamından istifade ile en yararlı
işe koşacak, yükselecek yerde, ona gözlerini yumup küfür ve isyan ile o
nizamı kaldırmaya ve mülkün dışına çıkarabilirmişsin gibi kafa tutmaya
nasıl cesaret edebilirsin?
Fütur,
şak,
yani yarık ve çatlak demek olan "Fatr" kelimesinin çoğuludur. Burada
ilk bakışta eski filozofların ileri sürdüğü göğün yırtılma ve
kapanmasının mümkün olmadığı hakkındaki iddialarına bir delil
zannedilebilir. Fakat yarık bulunmaması başka, esasen böyle bir şeyin
mümkün olmaması başkadır. Enbiyâ Sûresi'nde "İnkâr edenler, göklerle
yer bitişik bir halde iken bizim, onları birbirinden ayırdığımızı görüp
düşünmediler mi?" (Enbiyâ, 21/30) âyetinde yerin ilk anda gökle bitişik
halde iken sonradan ayrıldığı beyan edildiği gibi, ayın yarılması
"Gökyüzü yarıldığı zaman" (İnfitâr, 82/1), "Gök yarıldığı zaman"
(İnşikâk, 84/1) gibi âyetlerle kıyamette göğün çatlayıp yarılacağı
haber verilmiş ve yaratılmış oldukları açıklanmış olmakla yarılmanın
ortadan kaldırılmasından, gerek gökyüzü içindeki cisim ve yıldızların
ve gerek göğün kendisinin yeryüzünde olduğu gibi esasen yarılmalarının
mümkün olduğu hususunu ortadan kaldırmayı gerektirmez. Yapan, elbette
yıkmaya kâdirdir. Maksad, Allah'ın kudretine nazaran yarılmaları,
bozulmaları ve yapılmaları ihtimalini imkânsız kılmak değil, varlıktaki
birlik ve bağlılık manzarasını göstererek, Allah Teâlâ'nın mülkünün
genişlik ve büyüklüğünü, yaratılışlarındaki düzen ve intizamın akılları
hayrette bırakan mükemmeliyetini, kusursuzluğunu, tabakaların,
çeşitliliğin ve parçalarının çokluğuyla beraber görünüm ve sisteminin
kavranmaz ve ötesine geçilmez İlâhî kudret çemberi içindeki birliğini
ve o muhit altında yaratılmış bakışların sınır ve nisbiliğini
(göreceliğini) ve onun içinde ne kadar yükselirlerse yükselsinler
üstüne ve dışına çıkmak için bir sınır, bir delik bulunmasına kullar
tarafından imkân ve ihtimal olmadığını anlatmak olduğu âşikârdır. Şu
halde demek ki, esasen yarılma, yırtılma ve kapanması mümkün olmayan
şey, gök cisimleri veya gökyüzünün bizzat kendisi değil, onları içinden
ve dışından kuşatan ve hepsinin üstünde bulunan ilâhî, kudrettir. Bir
ilâhi rahmet olan o bakışlardan sâbit olacak olan da budur. "Mutlak
hükümranlık elinde olan Allah, yüceler yücesidir" (Mülk, 67/1), "O
Rahmân, Arş'ı hükmü altına almıştır." (Tâhâ, 20/5) âyetleri de Allah'ın
yüce kudretine işaret etmektedirler. İşte O, öyle aziz, öyle gâfurdur.
Bu, yön ve mekân kasdıyla değil, cisim, ruh, mekân, zaman, madde ve
mânâ yönüyle ulaşılabilecek her yüksekliğin üstünde hepsini kuşatan
demek olan bir mânâ iledir ki Allah, için "fevka's-sema" "Semanın
üstündedir" ve "fevka'l-Arş" "Arş'ın üzerindedir" denilir. "Allah her
şeyi kuşatmıştır." (Nisâ, 4/126), "Allah her şeyi ilmiyle kuşattı."
(Talâk, 65/12)
Buraya
kadar âyette yer alan "görmüyor musun?" "göremezsin" ifadeleri iki
bakışı göstermiş olduğu gibi, "bakışı döndürmek" tabiri de tekrar etme
mânâsına gelmektedir.
4.
Bilindiği gibi göz iki, idrak birdir. Bunda, bir taraftan nisbet (oran)
ve izafetin (bağlılığın) sınırını oluşturan noktaların elastikiyeti ile
bakış mertebelerinin genişliğine, bundan dolayı tecrübe sahasında
hakikati araştırmak için, bakışların dikkatle tekrar etmesinin gereğini
hatırlatmak, diğer taraftan da Allah'ı tanımaya doğru yükselmek için
bakışın subjektif ve objektif yönlerini dahi düşünerek hareket etmenin
lüzumuna bir işaret vardır. Nitekim bunu daha açık olarak anlatmak
üzere burada iki gözü birleştiren görme duyumunun dayanıp kaldığı
cismâni madde bir an durup düşündükten sonra sezgiyle daha fazla
derinleştirmek ve tetkik etmek için bakışların tekrarı açıkça ifade
edilerek gecikmeye konu olan ile buyuruluyor ki: Sonra yine tekrar
tekrar bakışını çevir o çift gözün birliğinden çıkan bakış ve görüş
kuvvetlerini döndürüp döndürüp tekrar tekrar bak. Esasen nin tesniyesi
olduğundan "İki kere" demektir. Bununla beraber "lebbeyk" "emir
sizindir efendim" ve "sa'deyk" "baş üstüne" gibi bazen matematikte
olduğu gibi şekilde tekrar ile çokluğu, tekid ve takviye etmek için
kullanılır ki bizim tekrar tekrar tabirimiz de böyledir. Bu yönüyle
ifadenin, yaratılışımıza ve bizimle ufuklarımız arasındaki nizam ve
irtibatla öyle güzel bir uyumu vardır ki, anlatılmasına beşerin gücü
yetmez. Bu âyette hem baş gözlerinin çifteliğine, hem onunla beraber
ikisini bir idrakte birleştiren sezgiye, sonra bu idraki sınırlayan
âfâk ve enfüs dış ve iç ikiliğine ve daha sonra o ikinin aralarındaki
birlik nizamıyla, birliği noktasından ardarda yağıp duran şuur ve idrak
nurlarının çokluğuna ve bundan o çokluğu kuşatan Hak Teâlâ'nın birlik
ve yüceliğine ve O'nun büyük kuşatması içinde hiçe inen ve ancak O'na
bağlılık rahmetiyle yaşayabilen benliğimizin acz ve zilletine gayet
açık ve mertebeden mertebeye katmerli ve tekidli bir beyan vardır.
"Gözler O'na erişemez, halbuki O, gözleri görür." "Size Rabbiniz
tarafından kalp gözleri verilmiştir. Artık kim hakkı görürse faydası
kendisine, kim de (gerçeğin karşısında) kör olursa zararı
kendinedir..." (En'âm, 6/103,104) âyetlerinde de bu mânâ vardır. Onun
için bakışlar ne kadar genişletilirse genişletilsin varılacak sonuç
budur. Bakışları çevirdikçe göz sana geri döner. Yani göklerde geçecek
bir yarık veya kaçacak bir delik arayan o çifteli göz ne kadar çabalasa
bu mülkten çıkacak başka bir saltanata geçecek bir çatlak, bir kusur
bulamaz, çaresiz geri çevrilir, sana döner, öyle ki aradığı kaçamağı
bulmaktan mahrum hakir, sürgün ve düşkün, yahut nihayetine ulaşılmaz o
genişlik ve büyüklük muhitinden fışkıran rahmet nurları, kudret izleri
ve heybetin kuşatıcı şaşaası karşısında hayret ve dehşetle bulanıp,
kamaşmış ve hayretler içine düşmüş, baygın bir halde. Hâsien, 'dan
ism-i fâildir ve basardan haldır. iki mânâya gelir. Birisi, köpeği
azarlayıp, hakaret ederek kovmak, sürmek ve uzaklaştırmak mânâsına
geçişli (müteaddi) veya öyle kovma gibi hakaretle def olup gitmek
anlamında geçişsiz (lazım) olur ki, "Buyurur ki: Alçaldıkça alçalın
orada! Bana konuşmayın artık!" (Müminûn, 23/108) âyetinde de bu
anlamdadır. Bu âyette de, istiâre yoluyla ekseriya bu mânâda tefsir
edilmiştir.
İkincisi
de
gözün dumanlanıp kamaşması, uyuşup gücünün kaybolması mânâsına lazım
fiil olur ki, bazıları da burada bu anlamı daha tercihe şayan
görmüşlerdir. Mamafih bu mânâ şu kelimede de vardır. Ve öyleki o göz
yorgun ve bitkindir. Yahut bütün çabalamasına rağmen bir çatlak
bulamayıp gördüğü sanat inceliği, çarpıldığı kudret izleri ve
karşılaştığı büyüklük karşısında hayret ve dehşete düşmüş, acizliğini
anlamış, onları delip daha ileri gidemeyeceğini farkederek haddini
bilmiş olarak sana döner. O muhit içinde bütün o duygular, o bakışlara
akseden nurlar ve izler sana döner, sende bir vicdan olur. Sen onların
içinde iken bu defa onlar senin içinde bir şuur olarak bulunur. Bu kere
de bir cisim ve ruh açık ve gizli bir bağlılık ve karşılaşma içinde,
her taraftan kuşatılmış bir uyum noktasında, hem kendini, hem muhitini
sezen o birlik merkezinde Hakk'ın birliğine, ilim ve kudretinin
kapsamına iman ve irfan penceresi olan bir kalp bulursun. O vakit, o
aşılmaz yüksek muhit, o deliksiz geniş mülk içinde o manzaranın
çizildiği nefsinde bulduğun kalp penceresinden aldığın iman ve irfan
nuruyla bu mülkün sahibine karşı kendinde olan acizlik ve zilleti ve
aynı zamanda ona bağlılıkla ulaşmış bulunduğun yaratılış feyzi ve
rahmet eserini vicdanında idrak edip kendini ve kendi haddini ve
durumunu, dünya ve ahiret ile gayeni tanır ve bakışla erdiğin o gayeye,
amelle ulaşmak için takip edilmesi gereken vazifeni araştırmaya
koyulursun. Eğer gözün, sezgin ve sağlam vicdanın var da hayattan nasip
almak istersen, O Aziz ve Gafûr'un izzetinden korkar, mağfiret ve
rahmetine sığınır, o büyük mülkte O'nun emir ve düzeni dairesinde en
güzel amellerle rızasına ermeye çalışırsın.
Hasir,
hasr
veya husûr, yahut hasretten hâsir veya mahsûr mânâsına "feil"
viznindedir. Hasr, esasen kapalı ve örtülü bir şeyi açmak, sıyırmak,
keşif ile ortaya çıkarmak mânâsınadır. Mesela "Kadın, yüzünden örtüyü
sıyırdı, açtı." demektir. Bu mânâdan alınarak hayvanı kuvvetli durumdan
çıkarıp güçsüz hale getirecek derecede sürüp yormaya da hasr denilir.
Müteaddi (geçişli) olan bu mânâlardan "hasîr", mahsûr yani açılmış
yahut sürülüp yorulmuş, bitkin bırakılmış demektir. "Hâsir" de böyle
çok yorup mecalsiz bırakan mânâsınadır. Zuhûr vezninde "husûr" da lazım
(geçişsiz) olarak örtülü bir şeyin açılıp keşfedilmiş olması ve gözün
uzun uzadıya ve bir düzüye bakması sebebiyle yorulup kuvvetten
kesilerek donuk hale gelmesi anlamındadır. Bundan da hasir, hasîr, yani
açık veya bütün zayıflığı meydana çıkmış, yorgun ve bitkin demektir. Bu
kelimede, bizim "Tokatı yeyince gözü açıldı." tâbirimizde olduğu gibi,
gözü açılmak ayrıca haddini bilmek ve etrafını anlamak mânâları
bulunabileceği gibi uzaklaşmak mânâsı da vardır. Hasîr, bir de
hasretten mütehassir "özlem çeken" mânâsına gelir. Hasret de, elden
çıkan bir şeye üzülmektir. Rağıb'ın "Müfredât"da, kamus sahibinin
"Besâir"de anlattıklarına göre "Hasr" maddesi esas itibarıyla keşfetmek
mânâsına kullanılıp diğer mânâlar birer münasebetle ondan
çıkarılmıştır. Süprüntüyü gideren süpürgeye, fırçaya (mahsire) denilir,
çünkü süpürge, süpürülen yeri açmaktadır. Yorulup dermansız kalmaya da
husûr denilir, çünkü kuvvet ve güç ondan alınmış bulunmaktadır. Elden
kaçırılan şeye üzülmeye de hasret denilir. Çünkü onun değerini bilmeye
mâni olan cehalet perdesi açılmış, aşırı kederden kuvveti gidip yorgun
düşmüş, yahut elden kaçan şeyi tedârik etmekteki acizliği ve elemi
ortaya çıkmış bulunmaktadır." Kısacası, hasîr, açık, yorgun ve üzüntülü
mânâlarını ifade edebilirse de, bilhassa göz için kullanıldığı zaman
yorgun ve bitkin demek olduğundan müfessirler burada hâsir zelil,
hasîri ise kelîl (gözleri iyi görmeyen) diye tefsir etmişlerdir.
Mamafih böyle olması, diğer mânâlara işaret etmekten uzak değildir.
Açıklığı muhite, hasreti nefse ait olarak düşünebiliriz. Şunu da ifade
edelim ki, (Mülk, 67/4) âyetinde tasavvufçular tarafından söylenegelen
"Kendini tanıyan Allah'ını da tanır." vecizesi için bir kaynak ve
doğruluğunu ispat eden bir anlamın bulunduğu da gizli değildir.
Ufuklarda dolaşan bakışın yaratılış nizamında bir, çatlak bir geçit
bulmaktan üzüntülü ve bitkin, zelil ve körleşmiş olarak nefse
dönüşünde, bilgi sırrının nefiste tecelli edeceğine, kulluk acizliği
ile rablık kudretinin keşfedilmesi noktası olan vicdan ile varlığın
"ben" ile "sen"in birbirine bağlandığı bir bağlılık düğümü demek olan
kalbde bulunabileceğine bir tenbih vardır. Bu suretle Rahmân'ın
yarattığı yaratılış nizamının, içinden çıkılmaz genişliği ile beraber
en derin bakışlarla bile onun birliğini bozacak bir ayıp ve kusur
bulmak ihtimali olmadığı, küfür ve şirk ile onun galibiyet sahasından
çıkmak isteyenlerin çabalamalarına rağmen ondan kurtulabilecek veya
aşılabilecek en cüz'i bir yarık, bir delik bulabilmelerine imkân
bulunmadığı ve bu hakikati, göz ve sezgi gücü olanların yine Rahmân'ın
rahmet eseri olarak subjektif ve objektif bir birlik nizamında
birleştiren bilgi ışığıyla kâinattan kendilerine geçerek kalplerinde
bulabileceklerini, nazarî olarak tanıttıktan ve göğü yere indirdikten
sonra bu defa da yerden göğe, nefisten Allah'a, yokluktan ebediliğe,
alçaklıktan yüceliğe amelî olarak yükseltmek için maddî, manevî, nur ve
nâr, müjde ve korkutma şimşekleriyle en yakınımızdan bakışlarımızı
kuşatıp duran dünya semasının süslü çekimi ve güçlü itmesiyle
donatılmış güzel manzarasına idare ve inzibat tarzına dikkatimizi
çeken, güzellikle çirkinliğin, iman ile küfrün, doğrulukla şeytanlığın
sonuçlarını mukayese ile ferdî ve ictimaî hayatta müjde ve tehdid ile
vazife hissini heyecanlandırmak ve güzel bir intizamla çalışma ve iş
yapmaya teşvik için buyuruluyor ki:
5.
Andolsun
biz o dünya göğü(nü) nice nice kandillerle donatıp süsledik. Sema-i
dünya terkibini, "dünyanın göğü" şeklinde izâfet terkibi zannederek
yanlış anlamaya alışmış olanlar, bizim "dünya sema" dememizi tuhaf
bulurlarsa da doğrusunun, dünya sıfat, sema mevsuf olarak bir sıfat
terkibi olduğunu anlatmak için yukarıdan beri "dünya sema" demeyi
tercih ettik ki, hayat-ı dünyaya "dünya hayat" dememiz de böyledir.
Gerçi dünya lafzı, lisanımızda olduğu gibi "galib sıfat" kabilinden
isim olarak kullanılırsa da, Kur'ân'da hep sıfat olarak zikredilmiş
olduğundan o mânâyı korumak gereklidir.
Dünya,
"ednâ" müennesinin ism-i tafdili olup "denâet" yahut "dünüvv"den
türemiş olmasına bakarak en aşağı veya en yakın gök demek olduğu
söylenebilir. Fakat bu dünya göğünde maksadın hangisi olduğu konusuna
gelince, burada iki görüşün varlığından söz etmek durumundayız. Birisi,
zikredilen yedi gökten biri olup, bize doğru aşağıda bulunan ve en
yakın olan birinci gök olmasıdır ki, arzımızın boşluğundan ve hatta
sathından itibaren ayın, yörüngesinin üst sınırına kadar bir senede
dönüp dolaştığı dairenin iç ve dış hudududur. Buna eski astronomi
bilginleri ay yörüngesi demişlerdir. Ancak görünen yıldızların burada
yer almamasından dolayı müfessirler bu konuda ihtilâfa düşmüşler
çokları, kandillerle süslü olan dünya göğünün ayın yörüngesinden çok
daha geniş olmasının gerekeceğini söylemişler, bazıları da, yıldızlarla
süslü olması için görünen yıldızların hepsinin o yörüngenin içerisinde
bulunduğunu ileri sürmüşlerdir. Bahâü'd-din Âmûlî bu konuyla ilgili
olarak "Keşkül"ünde şöyle bir yorumu zikretmiştir: "Andolsun ki biz
dünya göğünü süsledik." Sözü, yıldızların ayın yörüngesinde
toplandığını göstermez, belki sözkonusu yörüngenin onlarla süslendiğine
delalet eder. Gerçekte feleklerin (göklerin) şeffaflığından dolayı o da
öyledir. Aynı şekilde "Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık." (Mülk,
67/5) sözü de yıldızın kendisinin düşmesini gerektirmez ve bundan
günlerin geçmesiyle yıldızların noksanlaşması lazım gelmez. Nihayet
gerekli olsa bile belki Şihâb denilen ateşlerin yıldızlardan kopması
gerekir. Bununla beraber yıldızların hepsinin sekizinci semada
toplanmış olduğu ve ay yörüngesinde aydan başka yıldız olmadığı
konusunda delil getirilmiş de değildir. İhtimal ki gözlenmemiş
yıldızların birçoğu onda toplanmıştır da, Şihâblar (ateş parçaları) da
onlardan düşmektedir." İşte ayın yörüngesi, dünya göğü olmak üzere, bu
âyete tatbik edilmek istenen eski astronomi bilginlerinin görüşleri
özet olarak bundan ibarettir. Bu fikrin son kısmı oldukça dikkat
çekicidir ve Saffât Sûresi'nde geçtiği gibi zamanımızdaki yıldız
kaymaları hakkındaki görüşlere hayli yakın olması sebebiyle burada
zikrediyoruz. Şihâb ve rücûm meselesine girmeden önce şunu ifade edelim
ki, sadece ay yörüngesi değil, o da dahil olmak üzere yeryüzünün
birinci göğü içinde aydan başka kandil yok değildir. Zira yukarıda
belirttiğimiz gibi Güneş, Utarid, Zühre ve Ay dördü de bu göğün
dahilindedir. Yeryüzünün bu göğü içerden bunlarla, daha yukarıdan da
göğün şeffaflığı sebebiyle ışıkları bize gelebilen bütün yıldızlarla
süslenmiştir. Lakin şunu da itiraf etmek gerekir ki bu suretle görünen
süs, yalnız birinci göğe mahsus değil, ilk mülahazada saydığımız yedi
göğün hepsinde de görünmektedir. O halde "Muhakkak ki biz göğü
kandillerle süsledik." denilmeyip de dünya vasfıyla kayıtlanmasının
faydası nedir? Bu sorunun cevabı şu iki hususun dışında değildir. Ya
âyette geçen "mesâbih" (kandiller)den maksat, genellikle görülen
yıldızlar değil, arz boşluğunda fişek gibi parlayan ve kayıp düşen ateş
parçalarıdır. Yahut da dünya semasından murad, uzun uzadıya anlatıldığı
gibi, birinci gökten daha geniş görünen yıldızlar alanının hepsini
kapsamak üzere, sema hududuna kadar olan alandır. Evvelki ihtimal
mümkün değildir. Çünkü Sâffât Sûresi'nde "Biz, yakın göğü, bir süsle,
yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) âyetine göre zinetin, yıldızlar
olduğu ifade edilmiştir. Sonra da "Ancak (meleklerin konuşmalarından)
bir söz kapan olursa, onu da delen ve yakan bir alev takip eder."
(Saffât, 37/10) âyetinde de şihâb-ı sakıbın (delici alevin) ayrıca
zikredilmesinden dolayı burada süsleme açısından kandilleri (mesâbihi)
şihâblara (alevlere) hasretmek doğru olmaz. Bütün bunlardan çıkan
sonuca göre en doğrusu, ikinci görüştür ki muhakkik âlimler de bu
görüşü tercih etmişlerdir. Yani dünya seması, yedi olarak sayılan
göklerin bize doğru alt tabakası olan birinci gök demek değil, yerin
karşıtı olarak üstünde bakışlarımızı sınırlayan yüksek tavan halindeki
mutlak gök muhitinin yeryüzüne kadar görüş sahamızı teşkil eden iç
yüzü, bize bakan alt cephesi, yeryüzü boşluğundan itibaren üzerinde
görülen ve görülebilecek olan manzaralarını kuşatıcı olarak süslü kubbe
şeklinde bakışımıza resmedilen muhitin içidir ki, ilk cismânî
düşüncelerdeki yedi göğün içini, ikinci düşüncedeki yedi göğün hususi
olabilen kısmını kapsar. Buradaki dünya lafzı, yalnız yerin semasına
nazaran yukarının karşıtı değil, yeryüzüne nazaran yukarı demek olan
gök cinsinin üstü mânâsına yukarının karşıtı veya ötesi mânâsına
diğerinin karşıtıdır. Tıpkı dünya yurdu, ahiret yurdu ve dünya hayatı,
âhiret hayatı tabirlerindeki mânâ gibidir.
Kısacası,
bizim gök dediğimiz, muhitin dışı değil, içi; üstü değil, altı
demektir. Biz her ne görsek bunun içinde görürüz. Bütün gördüğümüz
yıldızlar, gezegenler, yerinde durur gibi görünen yıldızlar
(sâbiteler), sistemler, burçlar, tabakalar ve teşekküller bunun
içindedir. Bunun üstü, dış yüzü, daha ilerisi, ancak Allah tarafından
bilinebilir. Orası Kürsî ve Arş cephesidir. Sidre-i müntehâ ve bize
gizli kalan Cennetü'l-Me'vâ da, Arş'ın altında ve dünya semasının son
sınırı olan yedinci göğün dış yüzündedir. Hadislerden anlaşılan da
budur. Allah dostları, hakka oradan yaklaşırlar. Bütün o kandiller bizi
oraya ulaştırmak için lambalar, fenerlerdir. Biz o sınırı, o noktayı
sezmedikçe, dünya seması hakkında ihtilâflardan kurtulamayız.
Âlûsî
der
ki: "Mesâbih, sirâc yani kandil demek olan mısbâhın çoğuludur.
Kandiller, yıldızlardan mecaz yapılıp, sonra çoğul kılınmış, yahutta
ilk önce yıldızlardan mecaz yapılmıştır." Lugat âlimlerinin bir kısmı
misbâhı, kandilin durduğu yer olarak tefsir etmişlerdir. Bu da, mecazın
mecazı demektir ki, buna ihtiyaç da yoktur. Çünkü onlar, kandilin
kendisine dahi misbâh denildiğini açıklayıp durmaktadırlar. "Mesâbih"
kelimesinin nekre olarak getirilmesi de ta'zim içindir ki bu, sizin
bildiğiniz kandiller gibi değil, büyük kandiller demektir. Çeşit çeşit
kandiller mânâsına nevi ifade ettiği söylenmişse de, önceki daha
uygundur. esasen kastedilen de, geceleyin kandilin ışık vermesi gibi
etrafa ışık veren gezegen ve sâbit olarak görünen yıldızlar gibi bütün
yıldızlardır. Şuna dayalı olarak ki; bütün bunlar yakınlık ve uzaklık
itibariyle birbirinden farklı semalar ve mecralar oldukları halde,
dünya semasının boşluğu içindedirler. Göğün felekten ibâret olması ise
selefin anlayışına ters düşmektedir. O, ancak ilk felsefecilerin
sözleriyle, şeriatı cem etmek isteyenlerin görüşüdür. Bu görüş, zamanla
müslümanlar arasında yayılmaya başlamış ve ona inananlar da olmuştur.
Atâ'dan
nakledilen şöyle bir haber vardır: "Yıldızlar, yer ile gök arasında,
meleklerin ellerinde nurdan silsilelerle asılı kandillerdedir." Buna
bakarak göğün kandillerle süslenmesi, "tavan kandillerle süslendi"
denilmesi gibidir. -Yani süsleme göğün içinde demektir.- O haber, pek
sahih olmasa da anlaşılan mânâ budur. Dünya semasının ayın yarılması
bâki, altısının da meşhur tertib üzere diğer gezegenlerin semaları
olduğuna ve sâbiteler için Şeriat dilinde Kürsî tâbir edilen hususi bir
yarık bulunduğuna inananlar, yahut dünya semasının yedinci gök sayılan
Zuhal semasında olmasını veya bazısının bir semada diğer bazılarının da
daha üstte başka bir semada olmasını veya hepsinin bir felekte ve
yediden başka bir semada bulunmasını ve az sayıya bağlamanın, çoğu
ortadan kaldırmayacağını caiz görenler de şöyle demişlerdir:
"Kandillerle süslemenin bu göğe tahsis edilmesi, şunun içindir: Zira
onlar, ancak göğün üzerinde görülür ve onun üstünde başka bir cisim
görünmez. Yahut umuma anlatmak gereğine riayet etmek içindir. Çünkü
semadan, semayı seçmek, herkes için mümkün değildir. Çünkü onlar
yıldızları, en yakın göğün bir sergisi üzerinde parlayan değerli taşlar
gibi görürler. Bugünkü astronomi bilginlerinin dediklerine itibar
edenlere gelince onların da bu konudaki görüşleri şöyle özetlenebilir:
Yıldızlar, feza denizinin boşluğunda hikmetin gerektirdiği hususi şekil
üzere yüzen acaib kudretli gemiler ve onların fezadaki yörüngeleri de,
onların semalarıdır. Her biri hareket ederken boşlukta veya ona benzer
yerde birbirlerine çekim kuvvetleriyle bağlı ve irtibatlı olarak
hareket ederler. Hem kendi eksenleri üzerinde hem de bunların dışında
hareketleri vardır. Meşhur olduğu şekilde yıldızlar, yörüngeler veya
gök adına ne hafif ne de ağır olmayan şeffaf ve katı cisimlerde gömülü
değillerdir. Şimdiye kadar bilinemeyen gizli bir sebepten dolayı hepsi
yakın görünürlerse de, yakınlık ve uzaklıklarında büyük fark vardır. O
derece ki güneşin ışıkları, aramızdaki otuz dört milyon fersah (ki yüz
elli küsur milyon kilometre) mesafeden bize sekiz dakika on üç saniyede
ulaşırken, o yıldızlardan bazılarının ışığı bize birkaç senede ancak
ulaşır vb.. Bunları nazar-ı itibara alanlar da demişlerdir ki: "Dünya
seması ile bu fezadaki hususi bir tabakanın, mesâbih ile de yıldızların
kendilerinin kasdedilmiş olması caizdir. Çünkü bunlar, bir sarayın
boşluğu içinde uçan ve alay alay dolaşan kuşların süslemesi gibi, o
tabakayı güzelleştirmektedirler. Yahut onun üstünde bile olsa
görülebilen yıldızların hepsidir. Tezyini de, zikredildiği gibi semada
gösterilmiş olmaları itibariyledir." Âlûsî, bunları kaydettikten sonra
da şu yorumu nakletmiştir: "Bilirsin ki, felsefecilerin delil ve
haberlerinin ifade ettikleri anlamı tatbik etmeye çalışanlar, pek de
tamam olmayacak bir işe başlamış olurlar. Allah ve Resulü ise uyulmaya
daha layıktır." Evet naklî tevil (yorum), ancak onun mânâsının hilafına
akli delil ileri sürüldüğü zaman gerektir. Felsefecilerin delillerinin
çoğu ise, şeriat âlimlerinin delillerine aykırı olanı doğru şekilde
ispattan acizdir. Böyle olması da, onun kandilleriyle aydınlanmış
olanlara gizli değildir.
Eski
astronomi âlimlerinin müsbet hesap dışına çıkan yörüngeleri ve göğü
görüldüğü gibi şeffaf bir hoş cisim, bir kör dalga halinden çıkarıp ne
hafif ne de ağır olmamakla beraber şeffaf ve yıldızların çakılı olarak
konulmuş olduğu birer katı cisim halinde düşündüren felsefî nazariye ve
konularının hepsinin meşhur olduğunu farzederek âyet ve haberleri ona
göre te'vil edenlerin henüz sabit olmayan varsayımları müslümanlar
arasında dinî ve kitabî birer inanç gibi haber yaymaya sebep olmuş ve
bu vesile ile Kur'ân ve hadislerin gereksiz yere zahirî mânâları
hilafına gidilmiş bulunduğunu birçok müfessir gibi farketmiş olan
Âlûsî, yeni astronomi bilginlerinin anlayışlarından bahsederken, aynı
hataya düşmemek için tedbiri elden bırakmayarak, günün birinde değişme
ihtimali bulunan ve henüz ilim ve fennin kesin sınırları içine girmiş
olmayan felsefî teori ve varsayımlar alanında, akıl ve naklin dış
anlamının aksine görünen durumlarda tevil yoluna sapmayıp, aklımızın
hakkıyla kavrayamadığı mutlak hakikat sınırını, Allah ve Resulünün
verdiği haberleri, kendi göreli fikrimiz içinde çözümleyivermek
sevdasına düşmemeyi ve hissedileni hissedilen, akılla bilineni akılla
bilinen ve doğru haberle nakledileni nakledilen yerinde, her birinin
hak ve kıymetlerine göre uygunluk noktalarını zâyi etmeyerek anlamaya
çalışmayı ve ihtilâflı noktaları, tersi küfür ve sapıklık olan dini bir
inanç haline getirmemeyi tavsiye etmiş demektir ki ne taassub, ne de
şeytanlık ve şarlatanlık havalarına kapılmamak için Ehl-i Sünnet
âlimlerinin tutmuş oldukları hak ve marifet yolu da budur. Biz de bu
fikir ve inançdayız. Bu esas çerçevesinde şunu söylemek isteriz.
Gerek
eski
ve gerek yeni astronomi bilginleri tarafından ileri sürülen fikirlerin
hepsi, sırf bir felsefî fikirden ibaret olmadığı gibi, hepsi kesinlikle
ispat ve tecrübe edilmiş ve edilebilecek matematik, mekanik, felsefe,
kimya, mantık ve fen bilimleri kabilinden de değildir. Hatta bu
fenlerin prensiplerinde bile herkes tarafından bilinir hale gelmemiş
nice münakaşalar, konular, varsayımlar ve açık olmayan tasavvurlar
bulunduğu gibi, neticelerinde ve ortaya koyduklarında da, zaruri
olmayan şiir halinde düşünceler vardır. Eski astronomi âlimlerinde de
kesin hesap sahasına girmiş matematik ve fenne dair malumat yok
değildir. İki bin seneden fazla bir zamandan beri gezegenlerin
yakınlığı, birleşme ve karşılaşmaları, ay ve güneş tutulmaları hesap
ediliyordu. Fakat harekatın sebeplerine ait aklî muhakemelerinde,
herkes tarafından bilinen ve ispata ihtiyacı olmayan fikirlerinde,
yeryüzünü genel merkez ve semaları katı cisim saymak gibi
varsayımlarında ve onların ürünlerinde felsefi idiler. Fen ve
felsefenin sınırı birbirinden iyice ayrılmış değildi. Bugünkü astronomi
bilginlerinin de o kabilden sırf felsefi konuları, varsayımları ve
henüz fen sınırına girmeyen birtakım düşünceleri vardı. Bununla beraber
şunu da itiraf etmek gerekir ki, bugün fen ve felsefe, deney ve teknik
işler sahasındaki bilgiler ile sırf fikir alanında dolaşan bilgiler ve
tenkid sınırları daha iyi ayrılmış, her fennin hususî alanında pratik
değere sahip görüşler daha iyi bir birlikle kuvvetlenmiş, özel
bilgiler, alet ve vasıtalar çoğalmış, buna mukabil de bütün bu fenlerin
bilgilerini düzenleyecek olan felsefe ve iman sahalarında mezhebler ve
hareket tarzları artarak umûmi fikirlerde çeşitlilik ve perişanlık
fazlalaşmıştır. Yine itiraf etmek gerekir ki fenlerin tecrübe sahasında
keşif ve tatbikatları ilerledikçe bunlar, Kur'ân'ın mânâlarına aykırı
düşmemiş, aksine birçok âyetin daha iyi anlaşılmasına yardımcı
olmuştur. Eski astronomi bilginleriyle yenilerin teorileri Kur'ân
bakımından mukayese edildiğinde, eskilere göre te'vile gidilmesi
gerekli gibi görünen nice âyetleri, yenilere göre tevile gidilmeksizin
zahiri mânâlarıyla anlamak daha fazla kolaylaşmıştır. Mesela,
"Bunlardan her biri belli bir yörüngede yüzmeye devam ederler" (Yâsin,
36/40), "Göğü Allah yükseltti ve mizanı koydu." (Rahmân, 55/7),
"Gökleri direksiz olarak yükseltti..." (Ra'd, 13/2) gibi âyetleri eski
astronomlar bir tevil kapısı aramadan anlayamadıkları halde, yeni
astronomi bilginleri aynen kendi kanunları gibi anlamakta hiç zorluk
çekmezler. Aynı şekilde eskiler Allah'ın mülkünü daha dar bir
zihniyetle düşündükleri halde yenileri, onun genişliğini kavramaktan
aciz olduklarını iftihar ile dile getirmekten geri durmazlar. Şüphe yok
ki tecrübenin artması, fikirlerin gelişmesi ve bunun neticesi olarak
bilgi sınırının genişlemesiyle beraber hiçbir fen âlimi, yaratılışın
bütün hudud ve sırlarını kavrama iddiasında bulunmadığı gibi, hiç kimse
de Kur'ân'ın işaret ettiği Allah Teâlâ'nın bilgi ve sırlarıyla ilgili
hususları anladığını ileri süremez. Bütün madde ve cisimler âleminin
sınırlarını doğrudan doğruya hususi bir şekilde olmayıp, sırf aklın
kabul ettiği genel bir çekim kanununun birliği ile düşünen, bununla
beraber yaratılışın bütün sınırlarını her yönüyle kavradığı iddiasında
bulunmayan yeni astronomi bilgilerinin görüşlere sunabildiği genişlik
sahası, hem mutlak akıl alanından, hem de Kur'ân'ın telkin ettiği daha
yüksek sahadan çok geridir. Bu itibarla Kur'ân'ın tefsirini herhangi
bir zamanın fen veya felsefesi sınırları içine çekerek fikir ve
vicdanları daraltmaya çalışmak doğru olmaz. Hissedileni hissedilen,
akılla bilineni akılla bilinen yerinde anlamak lazım geldiği gibi,
Kur'ân'ı da his, akıl ve nakil açısından kendi nazmının (sözlerinin)
ifade ve delaletini takip ederek kavrayıp, iman sahasına ermek gerekir.
Fakat bunu yaparken de âleme karşı gözleri yummayıp gerek eski ve gerek
yeni fikir ve bilgilerin haddini tecavüz etmemek üzere hizmetinden,
analiz ve sentezinden istifade ederek yürümenin de, Kur'ân'ın "Gözünü
tekrar tekrar çevirip bak, göz sana dönecektir..." (Mülk, 67/4) emri
gibi işaret ve irşadları cümlesinden olduğunu unutmamak lazımdır. Bizim
elde ettiğimiz bilgilerin kaynağı, beş duyu, akıl ve tecrübe, bir de
doğru haber gibi üç unsur olarak özetlenebilir. Bizim şimdiye kadar
yaptığımız bütün keşifler, bu kaynakların birliğini sağlayan Hakk'ın
varlığına ait şuur içinde bulunduğu için, hislerimizin ötesini akıl,
aklımızın ötesini doğru haber ile şuurumuza yaklaştırarak Hakk'a imana
yükselebilirsek de, ilk önce hissimizi ilerisinden kavramayıp da kendi
âleminde iptal ile başlayacak bir akla kaynak bulamadığımız gibi, his
ve aklımızı aydınlatacak ve kapasite yönünden genişletecek yerde onları
kökünden iptal eden bir tenakuz ile başlayan haberin doğruluğuna da bir
kaynak bulamayız. O zaman akıllarımızı daha yüksek bir nur sahasına
çıkarmayıp da hududu dahilinde olduğu halde tenakuz ile boğup bırakan
bir haberi anlayabilmek için te'vil mecburiyetinde bulunacağımız gibi,
hissimizi kendi sahasında boğacak olan akılları da birer şeytan gibi
telakki ederek ya daha sağlam bir akıl ile reddeder yahut da te'vil
etme zorunda kalırız. Yanlış anlaşılmasın biz bununla, hissimizin her
hakikate kâfi olduğunu söylemek istemiyoruz. Ancak gerçek göklerin bize
en yakın ucunun hissimiz olduğunu söylüyoruz.
Kendinden
üstün olan ve bütün hisleri birleştirici aklı duymayan veya duymak
istemeyen his, his olamayacağı gibi, birbirine bağlayacağı hisleri
kuşatıp da kendisinden daha yüksek olan hakikate iman duygusunu
duyuracak yerde, kendinin ne üstünde ne de altında bir hakikat görmek
istemeyen akıllıların da, aklının olmadığını anlatmak istiyoruz. Hiçbir
his, bizi kendi sahasında aldatmaz. Bütün hatalar o hissi, ötesindeki
sebebe bağlamak için vasıta olan aklın muhakemelerinde yani fikir
sahalarında meydana gelir. Ben, bir hayal ve bir varsayım kurduğum
zaman onun zihnimde bir varlığını duyarım. Bu duygum kendi alanında
hatasız olarak doğrudur ve hakikaten o hayal veya faraziye bende
vardır. Fakat bu hissimin haddini aşıp da o hayal veya varsayımın benim
bütün varlığımda yahut dışımda mevcut olduğunu da iddiaya kalkışırsam,
işte o vakit hissimin sınırını aşmış, aklımda hata etmiş olurum.
Bindiğim bir gemi sahilden harekete başladığı zaman sahile baktığımda
ben bir değişiklik bir hareket hissederim ve bu hissim beni aldatmaz,
ortada gerçek mânâda bir hareket vardır. Fakat ben bunu aklımla
mahalline bağlamak için bir fikre giriştiğim zaman, asıl unsurları iyi
düşünmeyerek acele ile sahilin hareket ettiğine hüküm verirsem hissimde
değil, fakat akli muhakemem olan fikrimde hata etmiş olurum. İşte yer
ile gök arasında hissettiğimiz hareketlerin yerlerini tayin etmede
ortaya çıkan hatalarımızın kaynağı da hissimiz değil, fikrimizdir. Eski
astronomi bilginleri ile yenileri arasındaki fark da bu sebeptendir.
Bunları arzetmekteki maksadımız şudur. Bütün cisimleri çekim kanunu
altında birleştirerek düşünen yeni gökbilimcilerin göklerin katı
cisimleri karşılamalarını reddederek fezaya daha genişce bakmalarından
dolayı göğü inkâr etmiş olduklarına dair bir iddia vardır. Halbuki bu
isnad doğru değildir. Heyetçi demek gökbilimci demektir. Göğü daha
geniş olarak düşünmek başka, inkâr etmek başkadır. Karşımızda
bakışlarımızı sınırlayan veya uzatan ve idrakine gücümüz yetmeyen
cisimlerin durumlarını âdeten mümkün olabildiği kadar hissî anlamda
gözlem ve müşahede ile gök ve âlem hakkında aklî bir fikir edinmeye
çalışan fen, hisle bilinenden akılla bilinene geçerken temel olan
hissedileni inkâr ile işe girişecek olursa, ilk önce kendi temelini
veya iskelesini yıkmış olur. İskeleden iskeleye yükseldikçe etrafı daha
geniş görmek başka, kendine dönmek için iskelesini yıkmış veya gözünü
kör etmiş olmak başkadır. Biz yeryüzünden etrafımıza baktığımız zaman
her şeyden önce bakışımızı kaplayan hissedilir bir gök içinde
bulunduğumuzu görür, sonra da bunu kendimize bağlayarak hakkı bulmak
için akılla idrak edilebilen bir göğe çıkmak isteriz. Çıkarken
başımızın döndüğü noktadan kendimize gelmek istediğimiz sırada bütün
hisle bildiklerimizi kaybederek bayılmış bulunursak, ya hiç kendimize
gelemeyecek şekilde düşer helak oluruz ya da düştüğümüz yerde yine o
hissedilenler içinde rüyadan uyanır gibi uyanır, nakillerimizi
hissedilenler âleminde ifade etmeye çalışırız. Şeytanların bütün işleri
de bizi, ya hissedilenlerden akılla idrak edilenlere çıkarmamak ya da
çıkabildiğimiz noktadan düşürerek helakimize çalışmaktır. Biz, sonunda
bir noktaya olsun dayanmayan sırf bir boşluktan hiçbir his edinemeyiz.
O, bizim için hiçbir şey ifade etmeyen sonsuz bir yokluktan ibaret
kalır. aynı şekilde her gördüğümüz şeyi bir ışıkla müşahede ettiğimiz
halde herhangi bir yüzey, bir nokta üzerine aksetmeyen bir ışığı da
asla göremeyiz. Halbuki açık bir havada yukarı doğru baktığımız zaman
gözümüz bir yıldıza, bir buluta ilişmese bile, en yüksekte, bakışımızın
dayandığı düzgün bir yuvarlak alan hissediyor ve onunla aramızda bir
hava, bir boşluk boyutu tanıyoruz. Ve sonra herhangi bir yıldız veya
ışık yahut bulut görsek hepsini o sahanın altında ve o boşluğun içinde
görüyoruz. Bakışlarımızı yıldızdan yıldıza, tabakadan tabakaya ne kadar
uzatsak yine de hissimiz o alanın üstüne çıkamaz, hep aşağısında kalır
ve sonuçta kendimize döner. İşte bizim hissimizi kaplayarak bakışımıza
resm edilen gök dediğimiz o hissedilen alanın bizden tarafa olan bütün
cephesi, dünya semasıdır. Duyduğumuz bütün hareketler, onun içinde
cereyan eder, ilerisine geçilmez. Yasak bir dalga demek olan "mevc-i
mekfûf" da odur. Fikrimizde onun daha üstü, göğün göğü, yüksek gök
yahut diğer gök diye ne kadar kıyas yürütsek de, başkaca bir göz, bir
keşif veya haber almadan bütün akli idraklerimiz, o hissedilen alan
dahilindeki ilmimizden bir adım ileri gitmiş olmaz. Onun içindir ki
bizim, kendimize dönerek kalbden Hakk'a bağlanmamız, böyle binlerce
perde arkasından bir gayb âleminde meydana gelir ki, ona ancak iman
yetişir. Şimdi bizim doğrudan doğruya bir ışık yayılması ve tesiriyle
hissetmekte bulunduğumuz bu gök ve içindeki cisimler ve feza, gerek
kendi yerlerinde ve gerek yalnız bizim gözümüzdeki tesirleriyle
dimağımızda ve gerekse bizden öte ve mevkilerinden beri hissedilir bir
sınırda resmedilmiş bulunsun, herhalde bütün müdafaalarımıza rağmen
şuurumuzda varlığını hissettirmiş olduğunda şüphe edemeyeceğimiz bir
şeydir. Ve bütün akıl ve fikrimiz bu hissin içinde yürür. Biz bütün
yükseklik hissini ve mutlak güzellik zevkini ancak bunun içinde
hissetiğimiz süs ve güzelliğin tedrici şekilde mukayesesinden
duyabiliriz. Bunu bayağı bir histir diye inkâra kalkışacak olan
herhangi akıl ve fen ondan önce kendi kendini yıkmış olur. Bu, bir katı
cisim değildir, denilebilir, bilmem diyebiliriz. Bu, bir genel çekim
kanununun özetidir, denilebilir, buna da bilmem diyebiliriz. Bu, bir
nevi ince hareketten ibaret olan ışığın hareket ve yayılmasıyla
gözümüze temas ettiği andan itibaren önümüzde parlatılarak resmedilmiş
Allah'ın yarattığı bir şeydir denilebilir, fakat ne güzel sanat, ne
güzel yapımcı diye hayretle takdir edebiliriz. Ancak, hissettiğimiz o
alan, o gök yoktur, hiçbir şey değildir denilecek olursa, artık onu
görmeyen neyi görebilir ki diye bütün varlığımızla onun duygusuzluğuna
veya insafsızlığına yahut inadına hükmetmekte ve elimize geçen parlak
hakikatleri başına yağdırmakta tereddüd etmeyiz. Nur onda, nar onda,
şimşekler onda, yıldızlar onda, Güneş onda, Ay onda, hilâl onda, bedir
onda, Zühre onda, Müşteri onda, gezegenler onda, sabit yıldızlar onda,
Ayyuk (Daima Samanyolunun sağ tarafında olan yıldız) onda, Şi'râ onda,
Süreyyâ onda, Cevzâ onda, Sünbüle onda, Mizan onda, sıralı yıldızlar
onda, dağınık yıldızlar onda, çekme kuvvetlerinin kaynaştığı ve itme
kuvvetlerinin çarpıştığı felekler, Hakk'ın emriyle nurları oynatan,
hararetleri kaynatan, karanlıkları dağıtan, bulutları süren,
gürültüleri çıkaran, şimşekleri patlatan, yağmurları arzımıza, tadını
ağzımıza, rüzgarı ciğerlerimize, kokuyu burunlarımıza, sesi
kulaklarımıza, nuru gözlerimize, şuuru gönüllerimize indiren melekler,
hasılı gözümüzü gönlümüzü açan, yolumuzu gösteren kandiller ondadır.
Akıl ve fikrimizi çelen şeytanlar da onun alt katında, yani başımızda
pusular içindedir. Sema, yüksek demek olduğu için "sana üstün olan her
şey semadır." anlamı itibariyle bizim üstümüze gelen havaya, ayın
yörüngesine daha yukarı doğru cisimlere, feleklerine ve bunların
arasındaki hislerle bilinen mesafelere, maddî ve manevî bütün
yüksekliklere gök ve gökler denilmesinin doğru olmasında ve mesela,
"(Allah) gökleri direksiz olarak yükseltti..." (Ra'd, 13/2) âyetinde de
semâvattan muradın, yüksekteki asılı cisimler olduğunda şüpheye mahal
yok ise de, bunları üstünden kuşatarak bakışlarımızda belirleyen o
genel saha, bize sema anlamına asıl ölçü olan sınırın esasıdır.
Gözümüzün önünde böyle bir gök yuvarlağı çizmeden ne bir astronomi
dersi, ne bir gök haritası mütalaa edemeyiz. Bunun içinde birçok tabaka
düşünebiliriz. O yüzden görülmek üzere bakışlarımıza arz edilen yedi
göğü de bu dairede mütalaa edebileceğimiz anlatılmıştır. Bu suretle
dünya seması, Bakara Sûresi'nde geçen "O, yerde ne varsa hepsini sizin
için yarattı. Sonra kendine has bir şekilde göğe dönüp doğruldu ve onu
yedi kat olarak sağlamca tesviye ve tanzim etti..." (Bakara, 2/29)
âyetinde olduğu gibi yere mutlak olarak tekâbül eden (karşı bulunan) ve
yedi gök olarak tanzim edildiği beyan edilen semanın bize bakan iç
cephesi
olduğu şeklindeki mânâ, en doğru mânâdır. Yakınlığın mânâsı da, görme
duyumuz alanı ve görebildiğimiz zinet sahası olmasıdır. Onun için selef
âlimleri feleklerin sema olduğunu söylemişlerse de, dünya semasının
ayın yörüngesi olduğunu kabul etmemişler, böylece Âlûsî'nin de dediği
gibi bu, eski astronomi bilginlerinin görüşlerine itibar edenlerin bir
fikri olmuştur. Bu konuda Atâ'dan rivayet edilen haberin sıhhati tesbit
edilemese bile, gerek âyetin dış anlamını ve gerek yeni
astoronomicilerin esas kanunlarını herkese en güzel şekilde
anlatabilecek veciz (öz) bir ifade olduğunu itiraf etmek gerekir. Evet
bakıp duruyoruz ki, yıldızlar yeryüzü ile gök arasında fezada asılı
kandillerdir. Bunlar, direk hizmetini görecek katı cisimlerde dikili
olmayıp, sadece karşılıklı olarak bir diğerine gelen ışık huzmeleri,
nur silsileleriyle muallakda birbirine denk ve göze görünmez fakat
iziyle tanınan gizli kuvvetlerle korunmuş olarak (Yâsin, 36/40)
hükmünce yüzmektedirler. Şüphesiz bu gökyüzünün bir de bizden tarafa
olmayan bir dış yüzü vardır. Daha önce de hatırlattığımız gibi yedi
göğün altısını oraya ait olmak üzere düşünmek de caizdir. Lâkin bu
sürede hitabının genel bir hitab olmasına bakarak görme alanında
gösterilmiş olmaları hasebiyle bu altı göğü dünya semasında saymak, his
ve idrakimizin yetişemediği ötesini, diğer bir deyişle göğün göğünü,
başka semayı Kürsî ve Arş diye düşünmenin uygun olduğu fikrindeyiz.
Nihayet şunu da söyleyelim ki, biz dünya seması tefsirinde hem rivayet
hem de dirâyet yönüyle uygun görerek iştirak ettiğimiz Âlûsî'nin,
yalnız yıldızlara kandil denilmesinin mecaz olduğu hakkındaki fikrine
katılmayacağız. Çünkü misbâh, sirâc, lamba ve kandil gerek ışığın
kendisi ve gerek fener gibi ışığın yeri olarak düşünülsün bu mânâlar,
yıldızlarda tam anlamıyla mevcuttur.
Büyük
veya
küçük olması buna engel değildir. Bu mânâda güneşin büyük bir lüks
lambasından farkı yoktur. Ancak hissi ışıkların değil, "Ashabım
yıldızlar gibidirler, hangisine uyarsanız doğru yolu bulursunuz."
hadisinde olduğu gibi manevî ilim ve iman nurlarının bile kapsamlarının
kasdedilmiş olmaları itibarıyla genel mecaz tarzında anlaşılmaları
gerekir ki, gerek maddî ve gerek manevî nurlar, gerek hakiki ve gerek
mecazi olarak kandil denilebilen ışıklar demektir. Asıl maksadın da,
bunların semanın üzerinde olan ilâhî kudrete ve en mükemmel güzelliğe
delalet ederek kalblerde iman ve hidayet şuuru uyandırmaları sebebiyle
manevî kıymetlerine işaret etmek olduğu söz geliminden anlaşılmaktadır.
Kasem (yemin) lâmı ile "Andolsun ki biz süsledik." buyurulması,
özellikle bu manevî işareti hatırlatmak demek olduğu gibi, şeytanlara
atış hususunu anlamakta da bunun önemi vardır. Binaenaleyh âyetin meâli
şöyle olur: Celâlim şanına, ulûhiyyetim adına yemin ederim ki biz, o
fütursuz (sağlam) görüp durduğunuz dünya semasını, göz ve gönüllerinizi
açacak maddi manevî öneme sahip her türlü kandillerle süsledik. Ve
onları, yani o kandilleri şeytanlar için rücûm, atışlar yaptık.
Burada
birkaç mânâ vardır:
Birincisi
şeytanlara atmak, onları yerin sınırlarından yukarı çıkarmamak, göğü
şerlerinden korumak için mermiler demektir ki, en meşhur mânâ da budur.
Hıcr Sûresi'nde geçen "Andolsun, biz gökte birtakım burçlar yarattık ve
bakıp temâşa edenler için onu süsledik. Onları, taşlanmış (kovulmuş)
her şeytandan koruduk. Ancak kulak hırsızlığı eden müstesna. Onun da
peşine açık bir ateş alevi düşmüştür." (Hicr, 15/16-18) âyetiyle,
Saffât Sûresi'nde yer alan "Biz, yakın göğü, bir süsle, yıldızlarla
süsledik. Ve itaat dışına çıkan her şeytandan gökyüzünü koruduk. onlar,
artık Mele-i a'lâ'da olup bitenleri dinleyemezler. Dinlemeye
kalkışanlar da her taraftan taşlanırlar. Kovulup atılırlar. Ve onlar
için sürekli bir azab vardır. Ancak (meleklerin konuşmalarından) bir
söz kapan olursa, onu da delen ve yakan bir alev takip eder." (Saffât,
37/6-10) âyetlerinde olduğu gibi Allah'a karşı inat eden ve O'nun
tarafından indirilen Rabbanî işleri, emir ve âyetleri anlayarak hak
yoluna girmek isteyen insanları gizliden gizliye türlü engeller,
kuruntular, hayaller, hile ve desiselerle aldatarak akıllarını ve
gönüllerini çelip arkalarında sürüklemek üzere dolaşan bu suretle
insanlara karşı işleri güçleri şeytanlık yapmaktan ibaret olan ve
bundan dolayı kendilerine şeytan denilen maddî, manevî birtakım alçak
kuvvetler, kötü ruhlar vardır ki bunlar, gökten kovulmuş ve gök de
onlardan korunmuştur. Bu şeytanlar, Mele-i a'lâ'yı ve vahyi getiren
meleği dinleyemez, oraya yetişemezler. Ancak dünya semasından inerken
kulak hırsızlığı tarzında çalıp kapmaca bir şey yapmak isterler. Fakat
arkalarından bir ateş alevi, açık bir kıvılcım ve delici bir ateşle
taşlanarak kovulurlar. Binaenaleyh o şeytanlar yeryüzünde birtakım
kimseleri, Allah tarafından gönderilmiş bir medyum, bir ilham vasıtası
imiş gibi mıknatıslayarak ispirtizm, manyetizm, sumnambolizm, psişizm
ve metapsişizm gibi biri doğru çıkarsa çoğu yalan olan kâhinlik ve
cincilik kabilinden acaib bazı ruhi hadise ve hayallerle aldatıp
meleklere, peygamberlere rekabet etmek isterlerse de, Allah onları o
yüksekliğe yaklaştırmaz, istediklerinde muvaffak etmez, yalanlarını,
yalancılıklarını yüzlerine vurarak ateş alevleriye def eder.
İşte
burada
"Şeyâtin", Hicr ve Saffât sûrelerinde geçtiği üzere "kulak hırsızlığı
yapan" şeytanlar, "rücûm" da, şihâb (ateş alevi) olarak tefsir
edilmiştir. Fakat burada iki mânâ vardır. Birisi, şihâbdan maksat,
maddî mânâsıyla hakikaten hava boşluğunda ara sıra görülen ve yıldız
kayması diye ifade edilen fişek parıltısı gibi alevdir. Kısacası, ruhi
hadiselerin feza ve göğe dair hadiselerle maddî bakımdan bir ilgisi
vardır demek olur ki hakikatini Allah bilir. Bir şihâbın düşüşü,
gözlerde bir tesir bıraktığı gibi düştüğü yerde atmosfer içinde
yükselmiş bulunan bazı pis gazların yakılmasıyla tasfiyesi veya
zehirlemesi gibi bazı sonuçları meydana getirebilmek yahut şuur altında
bazı sarsıntılar ve cereyanlar ortaya çıkarmakla uykuda ya da uyanıkken
veya bazı şartlar altında tesadüf ettiğimiz ferdlerin hususi
kabiliyetlerine göre rüya yahut ilhama benzer bazı intibalar nakletmek
gibi ihtimallerle ilgili olabilir. Lâkin bu âyetteki "rücûm"u böyle
maddî mânâ ile şihâblara hamletmek âyetin dış anlamına pek uygun
görünmez. Zira daki zamir, "mesâbih"e aittir. Mesâbih (kandiller) ise,
yukarıda beyan ettiğimiz şekilde şihâblara tahsis edilmiş değil, bütün
yıldızları kapsamaktadır. Halbuki yıldızların hepsi birer şule
(parıltı) sayılsalar bile şihâblar gibi kayma halinde görünmezler. Âyet
ise, hepsinin yıldız kayması olduğunu ifade etmektedir. Eğer böyle
olmasaydı o zaman "Onlardan bazılarını, şeytanlar için taşlamalar
yaptık." demek gerekirdi. Nitekim bu mânâyı verenler de böyle bir
te'vil yapmak istemişlerdir. Buna karşı da şihâbların yıldızlar
kabilinden olup olmadıkları münakaşaları yapılmış ve daha önce
Bahâü'd-din Âmûli'den naklettiğimiz zinet ve şihâbla ilgili konuda
olduğu gibi şihâbların yıldızlardan kopmuş olmaları veya gözlenmeyen
yıldızlar cümlesinden bulundukları tarzında cevaplar verilmiş ise de
hiçbiri âyetin zahiri anlamına uymaz. Çünkü şihâblar, eski fizikçilerin
fikri gibi sadece havada yukarı çıkan gazların alevlerinden ibaret
olmayıp, daha yukarıda sürü halinde dolaşan görünmez birtakım küçük
yıldızların yerin çekim gücüne kapılarak atmosfer içine bir mermi gibi
giren ve girmesiyle sürtünme ve temastan dolayı alevlenerek meydana
gelen şeyler olduğu hakkında yeni düşünceler mevcuttur. (Saffât
Sûresi'ne bkz.) Ve bunların parçalanmış yıldızlar enkazı olduğu
düşünülmekle beraber yerine hazf ve îsâl ile denilmiş olması ve Saffât
Sûresi'nde olduğu gibi yıldızlarla şihâbın ayırd edilmemiş olması,
zâhiri mânâya ters düşmesi demektir. Buna karşı en uygun cevap da olsa
olsa yıldızların hepsinin veya bir çoğunun düşüş kanunlarına tâbi
olarak şihâblar gibi olduğu ileri sürülebilir ve bunların
hissedilemeyen bir cereyan üzere bulunduklarına ve bu cereyanlarında
itme güçleriyle aynı hizmeti gördüklerine işaret olduğu söylenebilir.
Ancak burada belirttiğimiz gibi mesâbih (kandiller) kelimesinin mecazen
maddî ve manevî olmaktan daha genel bir mânâya sevkederek bu taşlamayı
maddi olmaktan ziyade manevi olarak düşünmek kanatimizce âyetin dış
anlamına daha uygun olur ki bu da, söylediğimiz iki anlamın
ikincisidir. Yani dünya semasını süsleyen bütün yıldızlar ve şihâblar
görünürde birer ışık olarak çekici güzellikleri, ferdî ve sosyal değer
ve üstünlükleri, gözleri gönülleri açan bilgi zevkleri ve birlik
âhenkleriyle Allah Teâlâ'nın yaratıcı kudretine, rahmetinin
genişliğine, büyüklük ve galibiyetine delalet edecek ve imana
sevkedecek manevî birer kandil oldukları gibi, aynı zamanda şeytanlara
karşı fırlatılarak onların azdırma ve saptırmalarını, şer ve
zararlarını def etmeye sebeb olacak manevî mermilerdir ki, işte
peygamber ve onların vârisleri olan sahabiler ve âlimler de böyledir.
Onun için Cin Sûresi'nde geleceği şekilde Hz. Peygamber (s.a.v)'in
gönderilmesinden sonra cinler, şeytanlar semaya yanaşamaz olmuşlardı.
İşte âyetteki birinci mânâ böyle iki şekilde düşünülebilir. Bu iki
mânâda da taşlama şeytanlaradır. Şeytanlar, rücûmun fâili değil,
hedefleridir. İkinci mânâya gelince "rücûm", "recmen bi'lğayb"da olduğu
gibi gayb taşlamak birtakım zan ve evhamla gaybdan haber vermeye
kalkışmak mânâsına olarak şeytanların atmaları, gayb taşlamaları, bilgi
taslayarak halkı aldatmaları ve Allah'a isnad ve havale edilmesi
gereken hükümleri, yıldızlara, yıldızların özelliklerine kuvvet ve
tabiatlarına isnad ederek bilimsel selâhiyeti kötüye kullanıp şirk ve
küfre sevketmeleri için birer bahaneleri demek olur ki, bu durumda
şeytanlardan murad, saadet ve bedbahtlık, kaza ve kader gibi gayb
hükümlerinde yıldızların tesirlerini kabul ederek ve yıldızlara dair
bilgilerin sınırını aşarak yıldızlarla ilgili birtakım takdirler yapmak
ve hükümler çıkarmak suretiyle gayb ve gelecekten haber vermeye
kalkışan müneccimler ve kâhinler gibi halkı yanıltmaya uğraşan insan
şeytanları demektir. Âyetinin ifadesi, birbirini gerekli kılan bu iki
anlamı da kapsamaktadır ve her ikisi de doğrudur. Birincisinde cin
şeytanlarının ikincisinde de ins şeytanlarının durumları beyan edilmiş
demektir. İbnü Sinâ "Şifâ"da Felsefe-i Ulânın "mebde ü meâd" (dünya ve
ahiret) bölümünün sonunda der ki: "Bütün işleri tahlil ettiğinde
birtakım esaslara dayanırsın ki onların gereği, Allah'ın katından
indirilmiştir. Kaza, Allah'ın koyduğu ilk basit hükümdür. Takdir,
kazânın yavaş yavaş yöneldiği şeydir ki kazânın basit olası ilk ilâhi
emre nisbet edilen basit işlerin hepsinin gereği olmasındandır.>
Eğer insanlardan biri için bütün yer ve gökteki hadiselerin hepsinin ve
onlarla ilgi olanları tanımak mümkün olsaydı, gelecekte meydana
geleceklerin hepsini, keyfiyetini de anlayabilirdi. Hükmü söyleyen şu
müneccim ise onun başlangıcı konusunda herhangi bir delile dayanmaz,
belki o konuda tecrübe ve vahiy iddiasına yaklaşır ve çok defa o
mukaddimelerin ispatında şiir veya sözdeki mukayese tertibine
kalkışmakla beraber kâinatın sebeplerinden yalnızca bir cins delile
dayanır ki o da gökte bulunur. Bununla beraber gökte olan durumların
hepsini kavradığına kendisi de kefil olamaz. Faraza buna kefil olsa ve
sözünü yerine getirse de bizi ve kendisini her zaman hepsinin vücuduna
vakıf olacağımız bir durumda tutması mümkün olmaz. Hepsinin fiil ve
tabiatı kendisi tarafından bilinse bile onun bulunduğunu veya
bulunmadığını bilmesi yetmez. Çünkü ateş sıcaktır ve sıcaklık
vericidir, şunu ve şunu yapar diyebilmek, sıcaklığın meydana geldiğini
bilmeden ateşin ısı verdiğini bilmekle olmaz. Hangi hesap yolu vardır
ki bize felekte meydana gelen yeni bir olay ve bid'at konusunda bilgi
verebilsin. Faraza bizi ve kendisini her zaman onun hepsinin varlığına
vakıf olacağımız bir durumda tutması mümkün olsa bile, bizim için
onunla gaybe intikâl tamam olmaz. Çünkü varlık âlemine çıkış sürecinde
gayb işlerinin tamam olması, ancak kemâl sayısının elde edilmesiyle
bizce yeterli olmakla beraber müsamaha edilen semâvi işlerle, arzda
cereyan eden önceki ve şu andaki işlerin fâili (etkileyen) ve münfeili
(etkileneni)nin, tabiî olanla ihtiyârî olanın karışmasıyla olur. Yoksa
yalnız göğe ait olanlarla tamam olmaz. O halde iki emrin bütün
mevcutlarını ve her birinin gereğini özellikle gaybla ilgili olanlarını
kavramadıkça gayba intikal mümkün olmaz. Şu halde müneccimlerin itibari
olan ön bilgilerinden bize verdiklerinin hepsinin doğru olduğunu
cabadan kabul etsek bile yine de sözlerine itimad edemeyiz." Sabiiler
gibi yıldızların tesirlerini bilerek ondan hüküm çıkarmaya kalkışmanın
küfür ve şirk olduğunda âlimler ittifak etmişlerdir. Ancak onları tesir
edici olarak değil de, kandil olarak ifade edildiği üzere ilâhî
hükümlerin cerayanına delil ve işaret olmak üzere diğer ilim ve
fenlerde olduğu gibi hakikatı araştırma fikriyle netice ve hüküm
çıkarmaya çalışmak da, şer'an yasak değil, mendub, belki de yerine göre
namaz vakitlerinde olduğu gibi vacib bir vazife olacağında ihtilaf söz
konusu değildir. Çünkü ilim, ilim olması itibariyle "Bilenlerle
bilmeyenler bir olur mu?" (Zümer, 39/9) âyetiyle övülmüştür. Ve ilimde
kesinlik istenilmekle beraber zanla bilinen mesele ve hükümleri
içermesi de, mümkün olabildiği kadar meşru ve beğenilmiş olmasına engel
olmaz. Ayrıca şunu da belirtmek gerekir ki delil ve işaretlerden
hareketle elde edilen hükümler, zayıf da olsa gayb için hüküm sayılmaz,
emaresinin delili sayılır. Delillerinin kuvvet ve zayıflığına,
fiiliyyat sahasındaki tatbikatları ve kullanış tarzları ile gayelerinin
hayır ve şer oluşuna göre hükümleri ve durumları farkeder.
Fakat
yıldızlar ve feleklerin vaziyyet ve şekilleriyle, hal ve
hareketlerinden bahseden astronomi ilmi yahut gök bilimi denilen ve
"Ayrıca yılların sayı ve hesabını bilmeniz için..." (İsrâ, 17/12),
"Göklerin ve yerin yaratılışında gece ile gündüzün birbiri ardınca
gelip gidişinde açık ibretler vardır.." (Al-i İmrân, 3/190) gibi
âyetlerle tahsiline teşvik edilen "yıldızlar ilmi" değil de onu bahane
ederek yıldızların vaziyyetinden ileride olacak hadiselere, gayba ve
şunun bunun şans ve talihine dair hüküm çıkarmak mânâsına "tencim"
yahut "ahkam-ı nücum" (yıldızlarla ilgili bilgiler) diye ifade edilen
müneccimlik işi, yıldızların tesirine inanmak suretiyle olmasa bile,
esasında ilim denecek bir şey olmayıp gayb taşlamaktan ve bazen tesadüf
etse bile esas itibariyle "Her müneccim yalancıdır." buyurulduğu üzere
yalan söylemekten ibaret kalarak bu âyetteki şeytanlık kısmına dahil
olacağından, İbnü Sina bile ona itimad edilmemesi gerektiğini
selahiyyetle beyan etmiştir. Yıldızlara şiddetli bir sevgiyle bağlı
olan Sabiîler, İdris (a.s)'in mucizesi olarak gaybdan haber verdiğini
iddia ettikleri yıldızlarla ilgili bilgilere önem vererek, göğü on iki
burca taksim etmişler, feleklerden yalnız şiddetli sevgi besleyip
heykellerini diktikleri gözlemlenen yedi gezegen feleklerini dikkate
alarak, yedi gezegenin feleklere ait vaziyetlerine göre yerde meydana
gelecek hadiseleri bildireceği zannıyla yıldızlarla ilgili bazı
kitaplar kaleme almışlardır. Bunun, astronomi ilmi açısından feleklerle
ilgili hesaplara ve matematik biliminin gelişmesine faydası dokunmuş
olmakla beraber, diğer taraftan bir çok insanı aldatıp saptıran bir
şeytanlık vesilesi olarak kullanıldığından ve bu suretle insanları şirk
ve küfür yollarına sevkettiği için daha çok, zararlı olmuştur. Maalesef
müslümanlar arasında da çokca zararı görülmüş, buna haram diyen din
âlimi ve fakihlerin sözlerini dinlemeyenler hüsrana uğramışlardır.
Çekim kanunuyla ilgili olan yer yüzü, bütün gökler ve ışığı ulaşan
yıldızlar ve aralarındaki tartısız, elastiki, akıcı, hafif, gizli ve
açık âlemlerle alakası bulunması sebebiyle "Onlar yıldızlarla da
yollarını doğrulturlar." (Nahl, 16/16) âyeti hükmünce yıldızlardan
hesapla elde edilen bazı delil ve tecrübelerle ilgili bilgiler ve
kaptanların denizde yol tayini gibi ilmî bir çok fayda sağlanabilirse
de, Levh-i Mahfuz'u okuyormuş gibi gayb ve istikbale hakim olacak
tarzda falcılığa ve netice çıkarmaya kalkışılması birkaç gezegen işi
değil, en azından yer ve gökte cereyan eden bütün hadiselerin tabii ve
ihtiyari, etki ve tepki açısından bütün şartlarını tayin etmeğe dayalı
olduğundan bunun insan için mümkün olan fenne dair bir ilim
olmayacağında İslâm dini âlimleriyle beraber İbnü Sina, Farâbî gibi
filozoflar ve eski, yeni astronomi bilginleri de sözbirliği
etmişlerdir. Yeni astronomicilerin geniş bilgi iddiasında olmadıkları
bilinmektedir. "Şifa" haşiyelerinde belirtildiği üzere eski astronomi
âlimleri de demişlerdir ki: "Ashab-ı ahkam (kahinler) on iki burcu ve
yedi gezegenin yörüngelerindeki durumlarını, bir araya toplanma ve
karşılamalarını, bir burçta birleşme ve karşılaşmalarını, ay ve güneş
tutulmalarını, hayallerinin verdiği renklere bakarak itibar edilen
mutluluk ve uğursuzluk tabiatlarını düşünmekle bu ilmi elde
edebileceklerini iddia ediyorlar. Halbuki gözlem ve kıyas ile astronomi
bilginleri tarafından bulunmuş olan felekler, yedi değil, altmışa
yakındır. Bunların bazıları yeri kuşatıcı bazıları değildir. Bunlara
"eflak-i tedavir" (dolaşan felekler) denir. Ve daha gözlemle idrak
edilemeyen diğer felekler bulmak da mümkündür. Bundan başka sabit
yıldızlardan her birinin de, gezegenler gibi birer yörüngelerinin
bulunmasını da caiz görmüşlerdir. Ashab-ı ahkamın (kahinlerin) ise
bunları nazar-ı itibare almak şöyle dursun haberleri bile yoktur.
Bir
hüküm
verdikleri zaman bütün bunlardan gafil olarak yalnız yedi gezegenle
hüküm veregelmişlerdir. İş bu kadar da değildir. Yine eski astronomi
bilginlerine göre gökte "kevakib-i sehabiyye" (bulut yıldızları)
denilen bir takım yıldızlar vardır ki samanyolu, kehkeşan dediğimiz
mecerre ve saire gibi görülen beyazlıkların uzaklıklarından dolayı
gözlerimizle seçilemeyecek derecede küçük görünen yıldız sürülerinden
oluşmuş sistemler olduğuna dair kanaatler vardır. Bunları yeni
astronomi bilginleri de te'yid etmektedirler. Bunlar ve bunların
yörüngeleri de düşünülünce, feleklerin konumlarını belirlemenin ne
kadar beşerin gücü dışında olduğu anlaşılmaktadır. Daha ilerisine
gitmeyelim, şu dairede düşünülen ve yere az çok ışığı yetişebilen
yıldızların hususi halleriyle yerin ve arz boşluğunun ve bunlardaki
cüziyyat ve hususiyyetlerin, cismani ve ruhânî münasebetlerini beşer
ilmiyle tayin etmek ihtimali nasıl bulunabilir? Mesela küçük bir Süha
yıldızının diğer özelliklerini bir kenara bırakarak, yalnız yeryüzüne
gelebilen ışığının ve yerin üzerinde ondan meydana gelen tesirlerin,
faraza Zeyd'in kaderi üzerinde ne gibi bir tesir gösterdiğini hesaba
katmadan, sadece on iki burc içinde yedi gezegenin yörüngelerinin
konumları üzerinde Zeyd'in yıldızına bakarak, yarınki halinin ne
olacağına dair bir hüküm vermeğe kalkışmanın nasıl bir saçma, nasıl bir
aldatma ve aldanmadan ibaret olduğunu ve bunların fayda yerine ne büyük
zararlara sebep olacağını anlamayanlar, nücum (yıldızlar) ile rücumu
(taşlamayı) ayırdedemeyen bedbahtlar veya ayırdetmek istemeyen
şeytanlar demek değil midir? Evet dün bilmediğimiz bir çok şeyi yarın
öğrenebiliriz. Bugün imkansız gibi çok uzak gördüğümüz bir takım
gerçekleri küçük bir hadiseden bir kanun keşfiyle yarın sıradan işler
olarak kabul edebiliriz.
Lakin
ilmin, mümkün olan âlemin ve yaratılış semasının bize bakan sınırı ile
Allah'a ait olan hakikatinde büyük fark vardır. Gayb ve şehadeti bilen
ancak Allah'tır. Gaybı ancak O bilir "Gaybı Allah'tan başka hiç kimse
bilemez." O bildirmeyince Peygamber de gaybı bilemez "Sırlarına kimseyi
muttali kılmaz. Ancak dilediği Peygamber bunun dışındadır. Çünkü O,
bunun önünden ve ardından gözcüler salar." (Cin, 72/26,27) buyurulduğu
üzere Allah'ın bildirdiği kadar bilir. Onun için "Bilgi ancak Allah
katındadır." (Ahkâf, 46/23) denilmiştir. Aynı şekilde "Size ancak az
bir bilgi verilmiştir." (İsrâ, 17/85) âyeti bizim ilmimizin azlığını
anlattığı gibi "Kâinatta mevcut olan herşeyin hazineleri bizim
yanımızdadır. Biz onu, belli bir miktar ile indirirz." (Hicr, 15/21)
âyeti ile ilâhî indirmenin bilinen bir miktar olduğu da anlatılmıştır.
Allah Teâlâ insanlara bahşettiği kabiliyyetlerin durumuna göre
nefislere ve kâinata koyduğu maddî ve manevî, aklî ve naklî mucize ve
delillerle nazar, istidlâl (delillerle sonuç çıkarma), tecrübe ve amel
sahasında bizi dereceden dereceye rahmetine yükseltecek, nice nice
gelişmelere erdirecek ilim yolları ve dünya semasını hidayet
kandilleriyle süslemiş olmakla beraber, sonsuzu idrak ederek gayb
âlemini hakimiyetine alacak ve bu surette kendisine şirk koşmaya
kalkışacak bir yetkiye de sahip kılmış olmayıp, "Gaybın anahtarları,
Allah'ın yanındadır. Onun için gaybı ancak O bilir.." (En'âm, 6/59)
buyurulduğu üzere gayb hazinelerini tamamen kendi yanında tutmuş,
Levh-i Mahfuz'a da dilediğini dilediği kadar muttali kılmış ve o gayb
ilmini seçkin kullarından pek azına tattırmıştır. Göğünü şeytanlardan
korumuş, şeytanlık ilmi için kullanan ve kulak hırsızlığı ile gayb
taşlamaya, kehanet veya keramet satmaya ve böylelikle Peygambberler ve
velilere hatta Allah Teâlâ'ya meydan okuyarak halkı saptırmaya kalkışan
ins ve cin şeytanlarını taşlamak için parlak kandiller, ateşli ve
kıvılcımlı manialar yaratmış, kullarını o kandillerden faydalandırmak
ve o şeytanlardan, şeytan atmalarından sakındırmak için yıldızların
kandil olma haysiyyetiyle rücum olma haysiyetlerini ayırdettirmek üzere
kendi adına yeminle "Andolsun ki biz en yakın olan göğü kandillerle
donattık. Bunları şeytanlara atış taneleri yaptık..." (Mülk, 67/5)
buyurmuştur. Sonra da o şeytanların ve onlara uyan kâfirlerin hal ve
akıbetlerini anlatmak için buyuruyor ki ve onlar için ateş azabını
hazırladık. O şeytanlar dünyada taşlanmalarının dışında
şeytanlıklarının veya attıkları yalanlarla alevlendirmek istedikleri
fitne ve fesadın cezasını çekecekler, ahirette o ateş azabını
tadacaklardır. Yukarılarda da ifade edildiği şekilde çılgın alevli ateş
demek olan sa'ir, cehennemin isimlerindendir.
6.
Sadece o
şeytanlar değil kendilerini yaratan, yaşatan âlemlerin Rabbine
küfreden, nankörlük edip saygısızlık yapan kâfirlerin hepsine de
cehennem azabı vardır ki o ne fena dönüştür. Ne kötü ahiret, ne çirkin
bir değişme yeri, ne acı akıbettir. Bunun kötülüğü, o cehennem azabının
şiddet ve dehşeti, ona atılanların çokluğu, küfürlerinin sebep ve
mahiyeti, azabı görünce kendilerine gelmeleri, cinayet ve kazandıkları
hakları itirafları şu şekilde beyan ve tasvir edilmektedir.
7.
Evvela,
kâfirler o cehenneme atıldıkları, o çılgın ateşin içine odun gibi
fırlatıldıkları vakit onun bir uğultusunu, bir hıçkırışını işitirler ki
bu, yalayıp yutma hırsını ifade eden korkunç hışlayış ve gürleyişi,
yahut "Orada onların (çok feci) nefes alıp vermeleri vardır." (Hûd,
11/106) âyetine göre içindekilerin acı matem sesleridir.
8.
İkincisi, o, o halde kaynıyordur.
Üçüncüsü,
gayızdan; öfkesinin şiddetinden, hışmından hemen hemen patlayacak hale
gelir. Öyle çılgın, öyle şiddetlidir.
Dördüncüsü,
ona her alay atıldıkça, yani ona atılanlar grup grup, topluluk topluluk
atılır. Her bir grup atıldıkça her defasında onlara, onun muhafızları,
yukardaki sûrede de "Onun başında iri gövdeli, sert tabiatlı, Allah'ın
kendilerine buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildiklerini yapan
melekler vardır." (Tahrim, 66/6) âyetinde de tavsif edildiği gibi
gardiyanları, zebâni melekler sert sert azarlarlar ve hakaret ederek
sorarlar. Size bir uyarıcı gelmedi mi? Bu dehşeti haber verip
gocunduracak bir peygamber, korkutucu bir elçi, bir delil gelmedi mi ki
siz buraya geldiniz? "Biz bir peygamber göndermedikçe kimseye azab
edecek değiliz." (İsrâ, 17/15) âyetinde ifade edildiği gibi Allah Teâlâ
bir Resul göndermedikçe azab etmez. Azabı gerektiren her şeyden önce
naklî ve aklî bir delil, bir uyarma sözkonusudur. Bu da gösteriyor ki
Rabbi inkâr, O'nun zâtını inkârdan ibaret değil, Rab olarak tecelli
etmesini, herhangi bir peygamberini, indirmiş olduğu âyet ve
delillerini ve onlar vasıtasıyla tebliğ ettiği haber ve uyarılarını
yalanlamak ve inkâr ile nankörlük de küfürdür. Çünkü Peygamber inkâr
etmenin kaynağı, "Allah hiçbir şey indirmedi." diye mutlak bir
yalancılıktan ibaret olan bir inkâra bağlıdır ki bu da, doğrudan
doğruya Allah'a karşı bir inkâr demektir. Kâfir, Peygamber'i
yalanlarken bütün olumsuzlukları kalbinden geçirerek şöyle bir kıyas
yürütür. "Sen, "Allah bana bir şey bir haber indirdi." diyorsun,
halbuki Allah hiçbir şey indirmemiştir. Binaenaleyh, indirdi diyen
yalan söylemiş olur. Demek ki siz, büyük bir dalalet içindesiniz." der
ve haber verilen azabı görmedikçe uyarılara inanmaz.
9. Bu
suale
cevap olarak kâfirler, o zaman hakkı gizleyemeyerek evet derler,
Allah'ın lütuf ve adaletini tasdik edip kendi kabahatlerini şöyle dile
getirirler: Doğrusu bize bir uyarıcı geldi, parlak kandiller, ateşli
şihâblar ve şimşekler gibi nur ve nâr içinde gökten yere yollar açarak,
uyarılar saçarak, çarptığını yakarak inen âyetlerle bizi hem aydınlatan
hem de korkutan bir haberci geldi. Fakat biz onu yalanladık ve şöyle
dedik "Allah hiçbir şey indirmedi." Peygamberliğin, kitabın, vahiy ve
mucizelerin; onlara inanıp doğru yolda gidenlere, güzel yaşayanlara
sevap, inanmayıp şeytanlık ve küfre sapanlara sonunda azab edileceğine
dair müjde ve tehditlerin aslı yoktur. O ateş alevleri, o parlak
atışlar maddî ve manevî yönden bizleri korkutacak hiçbir özelliğe sahip
değildir." dedik. Öyle peygamberlik iddia edenlere ve onlara inananlara
Siz ancak büyük bir dalâlet içindesiniz. Kendinizi kaybetmiş, gidecek
yoldan pek uzağa sapmış ve büyük bir yanlışlık ve aldanış içinde
şaşırmışsınız ki, böylece hem kendiniz aldanıyorsunuz, hem de
başkalarını aldatmak istiyorsunuz." dedik. İşte o kâfirler, o zaman
böyle küfürlerini, nankörlüklerini ve uydukları şeytanlarla
kendilerinin sıfatı olan o büyük sapıklığı peygamberlere isnad etmekte
aldanmış olduklarını ve asıl büyük sapıklık ve azgınlığa kendilerinin
düşmüş bulunduğunu itiraf ederler ki, bu âyette de, onların
küfürlerinin sebep ve mahiyeti söz konusudur. Demek ki (Mülk, 67/6)
âyetinde kâfirleri cehennem azabına müstahak kılan küfür, Allah'ın
varlığını inkâra kadar gitmek değil, O'nun kudretini, kullarına
indirdiği lütuf ve nimetini, gönderdiği peygamberleri, indirdiği
kitapları, mucizeleri, verdiği haberleri inkâr ederek nankörlükte
bulunmak dahi Allah'a küfürdür. Böyle küfür ve nankörlükte bulunanlar,
onlardan istifade etmekten kendilerini mahrum etmiş oldukları için
sonuçta onlara vaad edilen nimet ve rahmetten ebediyyen mahrum
olacakları gibi yapılan uyarılara ve haber verilen tehlikelere
aldırmayıp saygısızlıkla üzerine yürüdükleri ve eldeki kurtuluş
fırsatlarını kaçırmış oldukları için ebedî azab içine atılıp gidecekler
ve o vakit bu sözleri söyleyeceklerdir. Felsefî anlamda bu husus şöyle
özetlenebilir: Allah'ı inkâr, yalnız "Atheisme" yani "ta'til" denilen
Allah'a küfürden ibaret değil, bir olan Allah'a inanırız fakat
peygamberliğe ve peygamberlere inanmayız diye peygamberliği inkâr
etmekle beraber Allah'ı birleme mezhebi demek olan "Deisme"de de
Allah'ı inkâr vardır. Nitekim "Allah vardır ve birdir amma bize falan
nimeti veren O değildir. Veya O bizim işimize müdahale etmez." demenin
şirk ve inkârdan farkı olmayan bir tenakuz olduğu da apaçık ortadadır.
Burada, (Mülk, 67/9) diyen kâfirlerin ateist olmayıp nübüvveti inkâr
eden deist oldukları bellidir. Bunların inkârlarında temel prensipleri
"Allah bir şey indirmemiştir." diye Allah'ın her şeyde görünen kudret
ve yardımına karşı kafalarında kurdukları olumsuz bir taassuptan başka
bir şey olmadığını ve aksini gösterenleri büyük bir sapıklıkla aldanmış
farzettiklerini itiraf etmiş bulunuyorlar. İşte Kur'ân'ın bütün inen
kitaplardan daha yüce ve asırlardan beri dünyanın her tarafında aynı
birlik ve güvenilirliği ile korunmuş, bozulma ve değişiklikten uzak, en
temiz, en doğru bir kitab olduğunu görmüş bulundukları halde, onun
Allah tarafından indirilmiş "(O), Âlemlerin Rabbi tarafından
indirilmiştir." (Hâkka, 69/43) âyetinin de ifade ettiği gibi, Allah'ın
sözü olduğuna ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin gerçekliğine inanmak
istemeyen o zamanki kâfir ve müşriklerin dedikleri şekilde Muhammed
(s.a.v.)'in bir şair ve müellif gibi kendi söylediği veya yazdırdığı
kendi sözü ve kitabı olarak göstermeye çalışan "Yoksa, "Onu uydurdu"
mu? derler. De ki: 'Eğer ben onu uydurmuşsam, Allah'tan bana gelecek
cezayı savmaya sizin gücünüz yetmez?" (Ahkâf, 46/8) ve "De ki: Eğer
sizler doğru iseniz Allah'tan başka (çağırmaya) gücünüzün yettiklerini
çağırın da onun benzeri bir sûre getirin." (Yunus, 10/38) demesine
aldırmayıp bu kuvvetli beyanatta Hz. Peygamber'in kasden veya hataen
aldanmış olduğunu kabul ederek acaba çok akıllı ve emin olan Muhammed
buna ve bu suretle peygamber olduğuna hakikaten inanmış ve aldanmış
mıydı? Yoksa kendisi inanmadığı halde öyle söylemekte bir fayda görerek
aldatıyor muydu? diye söz söyleyen, yazılar yazan ve nihayet Corci
Zeydân'ın "Medeniyyet-i İslâmiyye Tarihi"nde özetlediği şekilde: Kasden
aldatmış değil, kendisi cidden ve bütün samimiyeti ile inanmış, ancak
bu inancında aldanmıştır. Yoksa yanlışlığını bilen bir yalancı öyle
ahlâk ve davranışlarında temiz bir hayat ve doğru bir yol takip edemez,
öyle sürekli bir eser ve şimdiye kadar iki yüzden fazla devlet
yetiştirmiş, cihanda büyük büyük uyanmalar, inkılâblar meydana getirmiş
bir din kuramazdı, demekten de kendilerini alamamış bulunan batı
filozofları veya yazarları dahi müsbet ilimlerde, fenlerde düşündükleri
gibi düşünmeyip yine kendilerinin beğenmediği menfi yoldan giderek
nefislerinde "Allah bir şey indirmemiştir ve indirmez, başka türlü
düşünen hata eder." diye saplandıkları ve dogmatik dedikleri delilsiz
bir yokluk dogmasından yürümek isteyen deistler, yahut ateistlerdir ki,
vakti gelince onlar da (Mülk, 67/9) diye itiraf edeceklerdir. Râzî
tefsirinde der ki: "Bu âyetin sonunda yer alan "Siz ancak büyük bir
dalâlet içindesiniz." hitabında iki vecih vardır. Birincisi, bu sözün
kâfirlerin, peygamberlere karşı söyledikleri sözler cümlesinden
olmasıdır ki doğru olan budur. İkincisi de cehennem muhafızlarının
kâfirlere karşı söyledikleri sözlerden olmasıdır ki, kâfirler öyle
söyleyince zebaniler "Siz ancak büyük bir sapıklık içindesiniz."
diyeceklerdir. Buradaki "dalâl", "sapıklık"tan murat, dünyadaki
sapıklıkları, yahut onun neticesi olan helâklarıdır.
10.
Bunlara
karşı soru soran ve cevabını alan melekler tarafından "Sizin söz
dinleyecek kulağınız veya düşünecek aklınız yok muydu ki, Allah'ın
indirdiklerini görüp dururken Allah bir şey indirmedi." diyerek öyle
bir yalanlamaya ve sapıklığa daldınız?" denilmesine veya denilmesi
ihtimaline karşı o kâfirler onun da sebebini anlatarak hem derler ki
eğer bizler söz dinler ve aklı güzel kullanan kimseler olsaydık, yani
Allah bize kulak ve akıl vermemiş ve onlarla iyi dinleyip tutulduğu
veya hakkıyla düşünülüp amel edildiği takdirde hidayete erdirecek
haberler, hikmetler, nasihatler, deliller indirmemiş değildi, fakat biz
onlara kulak vermedik, masal dedik kulaklarımızı sağır ettik, aklı
olanlara yakışacak şekilde iyi düşünmedik, kendi zevkimizi ve
arzularımızı düşündük.
Çılgınlıkla
fitnelere kapıldık, kötüler içinde kötülüklere düştük. Eğer bizler iyi
dinleyen yahut iyi düşünen kimseler olsaydık aklın yetişemediği
hususlarda naklin yolu olan kulaktan olmasa da aklın kendisinden
hakkıyla istifade etseydik, yahut hidayet kandilleri olan Hak dostları,
âlimler ve müctehid imamlar gibi akıl ile nakli, rivayet ile dirayeti
birleştiren bahtiyarlardan olmasak bile, hiç olmazsa rivayet ve
dirayetten birine olsun sahip bulunsaydık küfre sapmaz o ateş ashabı
şeytanlar içinde bulunmazdık, onlara katılıp bu çılgın ateşe
atılmazdık. Zamanla içlerinden çıkar, hidayet yolunu tutardık. Lâkin
onların içinde bulunduk ve bu ateşe atıldık. Demek ki, bizler ne
dinleyen ne de düşünen kimseler değilmişiz. "Yazıklar olsun bize!"
derler. Ukalalık iddiasında bulunan o nankörler nihayet felaket
karşısında böyle bir azabı hak ettiklerini itiraf ederler ve bütün
vicdan mesuliyeti ile yanarlar. Bu beyan ile de şu noktalar tahlil
edilmiş olmaktadır. "Allah bir şey indirmedi." deyip durmanın üç sebebi
vardır. Birincisi, kulaktan istifade etmemek, ikincisi akıldan
faydalanmamak, üçüncüsü de kötü bir çevrede bulunmaktır. Üçüncüsü bir
taraftan başlangıç bir taraftan da netice demektir. Kulak ve akıl
insana dünya ve ahireti, geçmiş ve gelecek zamanı tanıttıracak en
faydalı iki rehberdir. Diğer duyular da yalnız şimdiki zamanı
tanıtırlar. Lisan ve akıl ise her ilme bakmaktadır. Bu yüzden kulak
akıldan önce gerektir. Kulağı ve aklı olanlar anlayıp dinleyerek kötü
bir çevreden çıkar gider, iyilere katılabilirler. İman ve hidayet için
bunların birisi bile duruma göre yeterli olabilir. Şu halde küfür ve
nankörlüğün sebebi, kulak ve akla gerektiği şekilde önem vermemekte
toplanır. Bu ise, hayvanlıktan daha öte bir alçaklıktır. Nitekim
Kur'ân'da da bu anlamda bir âyet vardır "İşte onlar hayvanlar gibidir;
hatta daha da sapıktırlar." (A'râf, 7/179) Halbuki ne aklî ne de naklî
delili idrak etme kabiliyeti bulunmayanlara esasen sorumluluk ve uyarı
yoktur. Onlar o aşağılıkların sonuçlarına katlanırken, sonunda böyle
ebedi vicdan sorumluluğuyla cehennem ateşinde yanmazlar. Kâfirler
ise yaratılışlarından dolayı insanın tarifine dahil ve sorumludurlar.
Kulakları da, akılları da vardır. Sonunda cehennemin hıçkırışını, azab
meleklerinin ince ince suallerini duyar, anlarlar. Önceden uyarıyı
duymak ve düşünmek istemezlerse de darbe fiili karşısında hepsini
duyarlar. Onun için küfürlerini itiraf ederlerken "kulaklarımız ve
aklımız olsaydı" demiyorlar, dinleyip düşünseydik diye, kulak ve akıl
nimetlerine karşı nankörlük etmiş olduklarına yanıyorlar.
11.
Demek
ki günahlarını itiraf ettiler; demek ki Allah'ın lütfunda, Rablığında,
adaletinde hiçbir eksiklik yoktur. O, her şeyi indirmiş, göz, kulak ve
akıl vermiş, haberci göndermiş ve haberlerini de duyurmuştur. Dünya
semasını görünen, işitilen, düşünülen ve akılları hayrette bırakan
türlü kandillerle hem süslemiş hem yıldızlar hem de taşlamalar halinde
rehberler, muhkem ve müteşabih âyetler, mucizeler, müjdeler, uyarılar
indirerek ölüm ve hayatta tasarruf eden kudret ve izzetini, Rab olarak
hükümlerini anlatan, güzel amellerle ileride yüce hayata yükseltecek
iman nurları saçan, ona karşı küfür ve şeytanlıkla halkı aldatıp o
güzel gök altında kendileriyle beraber yangınlara sürüklemek
isteyenlere hazırlanmış, sürtüşme sonucu bir kıvılcımla tutuşup köpürme
durumunda bulunan cehennem azabının dehşetini anlatarak fitne ve
fesattan sakındırmak için ölüm alâmeti yıldırımlar atan hitaplarla
kulak ve akla tebliğde bulunmuş, suç ve günah ancak onları duymayan
veya düşünmek istemeyerek inkâr edip, yalanlayıp o nuru söndürmeye o
çılgın ateşi körüklemeye çalışan haddini bilmez nankörlerin
kendilerinde olduğu yine kendilerince anlaşılmıştır. O halde
uzaklaştırılsın, bütün o cehennem ashabı, bütün o şeytanlar ve onlara
uyan kâfirler. Onların kazançları ve son hakları ancak budur. Allah'ın
izzetine karşı gelerek ilâhi mülkün adalet nizamını bozmaya, fani ve
alçak hayatta kalmak zannıyla hak ve halkı kendileri yaratıyormuş, mülk
âlemi kendilerininmiş gibi fitne ve fesad ile ihtilâl ateşlerini
körükleyip ileri hayatı zulüm ve karanlıklarla boğmaya uğraşan o
günahkârların, sonunda rahmet ve mağfiretten nasibi yoktur. Allah'ın
izzetine yakışan da budur. Allah öyle üstündür. "Sin"in ötresiyle
"suhk" uzaklaşmak ve ırak olmak, yahut helak olmak mânâsına bu'd gibi
mastar olup "(Biliniz ki) Semûd kavmi (Allah'ın rahmetinden) uzak
olduğu gibi Medyen kavmi de uzak oldu." (Hûd, 11/95) âyetinde görüldüğü
üzere takdir edilen fiilin mefûl-i mutlakı olarak yerine gelen bir dua
cümlesi halinde ve "kahrolsun" tarzında şiddetli bir zorlama mânâsı
ifade eder. deki "lâm" gibi fiilin, fâilini veya mef'ûlünü beyan
içindir. Bu cümleye bir fiil takdir edilmesinde "Allah sizi de yerden
ot (bitirir) gibi bitirmiştir." (Nuh, 71/17) âyetinde olduğu gibi iki
yön vardır. Birisi, takdirinde olarak "Allah onları rahmetinden
uzaklaştırsın da uzaklaştırsın." demektir ki bu durumda "suhkan"
müteaddi olan "ishâk" ve "ib'âd" (uzaklaştırmak) mânâsınadır. Diğeri
de, takdirinde olup mânâsı, "Allah onları rahmetinden uzaklaştırsın da,
onlar da uzaklaştıkça uzaklaşsın, kahrolsun." demektir.
12.
Haberiniz olsun ki herhalde Rablerini görmeden saygı besleyenler, yani
azabı gelip çatmadan, fiilen müşahede alanına çıkmadan önce henüz
kendilerinden gâib iken, yahut el içinde iki yüzlülükle değil de âlemin
gözlerinden uzak olan kalblerinden samimi şekilde korkup sakınarak
Rablık şanıyla emirlerine, uyarılarına hürmet ve saygı hissi
besleyenler bir mağfiret ve büyük bir mükafat onlar içindir. Azabı
görünceye kadar korkmayanlara yahut kalblerinde saygı olmayıp da
açıktan iki yüzlülük edenler için değildir. İşte sizleri, ileri hayat
için hanginiz daha güzel iş yapacak diye sorumluluk ve imtihan
dünyasında yavaş yavaş müsabaka meydanına çıkarmak için ölüm ve hayatı
yaratmış ve herhangi bir bozukluk olmaksızın bir diğerine uygun ve
muntazam yedi gök ile her tarafınızdan kuşatıp kendinizi tanıtmış ve
dünya semasını kandiller ve akan yıldızlarla donatıp o nur ve nâr
nizamı içinde sizi aydınlatmak ve sakındırmak üzere bu müjde ve uyarı
âyetlerini dinleyip anlayarak tatbik etmeniz için peygamberine ve o
vasıta ile sizlerin kulaklarınıza ve aklınıza kadar indirmiş olan o
Rahmân böyle Aziz, böyle Gafûr'dur.
13.
Ve
kavlinizi yani iyi veya kötü söylediğiniz sözü, yahut inanç ve
görüşünüzü ister sır olarak tutun, gizleyin ister onu açığa vurun,
haykırın, O'nun yanında aynıdır. Hepsini bilir, ona göre hesabını
görür. Binaenaleyh O'na gizlide ve açıkta tam saygı beslemek gerektir.
Ey sorumlular! Ey o ölüm ve hayat arasında imtihan meydanına atılmış
saygılı veya saygısız, dinleyen veya dinlemeyen, düşünen veya
düşünmeyen bütün mübtelalar! Çünkü O Rabbiniz bütün göğüslerin künhünü
bilir; nefislerin, kalblerin içiyle, dışıyla bütün hakikatini, kendi
hakikatlerinde kendilerinin bile vakıf olamadıkları gizliliklerin
hepsini bütün yönleriyle bilir.
14.
Hepsini
O yaratmıştır. Bilmez mi yaratan yarattığını? Bir duygu duyan, bir şey
düşünen, bir niyet eden, bir söz söyleyen, kasıtlı olarak bir iş yapan,
onu yaparken ne kadar gizlemek istese kendinden gizleyemez, vicdanında
onu o anda duyabilir. O halde onu ve bütün göğüslerin hakikatini, bütün
mahlukatı yaratan yaratıcı daha önce ve daha mükemmel şekilde bilir. O
göğüsler, o nefisler, o düşünceler, o kuvvetler, o fiiller ve o
duygular bilgiyle, hep Allah'ın yaratmasıyladır. O yaratmayınca
kimsenin ne eli oynar ne dili, ne hissi yürür ne fikri, ne vicdanı
kalır ne kendisi. Bakarsın bir an içinde el çolak olmuş, dil
tutulmuştur. Fikir durmuş, akıl boğulmuştur. Gönül kendinden geçmiş,
ben böyle yaparım diyen nefis yerle bir olmuştur. Yaratıcının yeni bir
yaratma ile imdadı yetişmezse hiçbir yaratık onu kendine getiremez ve o
yaratmayı işletemez. Çünkü bir zerre, bir şuur, bir şey yaratmanın
dayandığı teferruatı bilemez. O, bütün sebepler silsilesini kuşatan
olgun bir ilim ve kudretin eseridir. Yaratıkların, yaratıcıdan bir şey
gizlemesine imkân yoktur. Bir yaratık kendinde sonradan meydana gelen
bilgiyi ve onun mânâsını ondan önce onu ve onda o bilgiyi bütün
hakikatiyle yaratan yaratıcının ilmine borçludur. Mahlûkta herhangi bir
hadise meydana gelir de onu, yaratan Allah bilmez olur mu? O, latif ve
habirdir..
Latif,
"Lütuf"tan mübalağalı ism-i fâil, yahut "letâfet"ten sıfat-ı müşebbehe
olabilir. Birincisine göre kelimenin anlamı, "son derece lütufkâr"
demektir. Lütuf, gayet incelik, hoşluk ve uygunlukla gayeye ulaştırmak
ve muradını vermek mânâsınadır. Letâfet de kesâfet (kabalık,
kalınlık)in karşıtı olarak incelik, hoşluk, naziklik demektir ki zıddı,
bir anlam ifade eden kesâfetin derecesine göre nisbi olarak çeşitli
mertebelerde düşünülür.Latif bir hava
dediğimiz gibi bazı cisimlerin de latif ve ruh sahibi olduklarını
söylemek bu anlamda nisbi (göreli) bir güzellik itibariyledir. Işığa,
nura ve esire (kâinatı dolduran elastiki ve akıcı hafif bir cisme)
latif denilmesi, daha ince bir düşüncedir. Halbuki bunlarda az çok
maddî veya cismani bir çeşit kesâfet mânâsı da vardır. Hiç kesâfet
mânâsı olmadan düşünebileceğimiz bir letâfeti ancak ilim mahiyetinde
bulabiliriz ki, böyle yalnız ilmi işaretle hissedilebilen letaife
"Mücerredât" ismi verilir. Mutlak varlık, mücerredâtın en yükseği,
vâcibü'l-Vücûd (varlığı gerekli) olan Allah'ın zatı ise hepsinden
üstündür. Birisi, "en ince en gizli işleri bütün inceliğiyle kolay
kolay bilen: demektir ki bu mânâ, ilim sıfatının güzelliğine aittir.
Diğeri de nasıl yapıldığı gizli olan, en güzel şeyleri yapan ve
yaratıkların muhtaç oldukları faydalı şeyleri lütuf ve yardımıyla ihsan
eden ve ulaştıran lütufkâr demektir. Bu mânâ da tekvîn sıfatına aittir.
Razî'nin de dediği gibi burada "habîr" sıfatı ayrıca zikredildiğinden
dolayı bu mânâ daha uygundur. O yaratıcı, ancak böyle bir şeyden
haberdar olan latif ve mükemmel bir zattır. Haberdar olmayan kuvvetler,
tam mânâsıyla latif olmayacağı gibi, her şeyi bilmeyen latifler, ruhlar
ve melekler de yaratıcının kendisi değil, işleridir. Nitekim "De ki:
Ruh, Rabbimin işlerindendir..." (İsrâ, 17/85) buyurulmuştur. deki lâm-ı
tarif (belirtme harfi) mükemmelliğe işaret etmektedir. Mükemmel latif,
mükemmel bilgili demektir. Müsnedin (haberin) ma'rife (belirli) olması
da yegane mânâsı ifade ettiğinden dolayı, bu iki mükemmel sıfatın
tamamen yaratıcıya ait olduğunu gösterir. Dolayısıyla bundan şu
mânâları anlayabiliriz: Birincisi, yaratma fiili, yoğunluk ve
durgunluğun işareti olan maddenin şanı değil, lâtif olan kuvvetin
işidir. İ
İkincisi,
ilimsiz kör bir kuvvetin özelliği değil, tam mânâsıyla lâtif ve âlim
bir kudretin özelliğidir. Üçüncüsü, ilminde bir eksiklik bulunan
kudretin de değil, her şeyi tam hakkıyla bilen, haberdar olan O yüce
kudret ve kuvvetin şanıdır. İşte yaratıcı O'dur. O yaratan,
yarattığını, yaratacağını ve her şeyi bilir. O halde bütün göğüslerin
hakikatini de bilir. Mükelleflerden çıkan gizli açık, iyi ve kötü her
söz ve fiil, iman ve küfür, her hal ve durum, her niyet ve maksat O'na
malumdur. Lütfunu da cezasını da ona göre verir. Onun için insan olan,
ölüm ve hayat arasına, imtihan meydanına dökülmüş bulunan bütün
sorumlular, O'na gizli ve açıkta o nisbette korku ve sevgiyle, saygı ve
hürmet demek olan haşyet hissiyle dolu olarak yararlı işler koşup o
ateş azabından korunmalı, Allah'ın müjdelediği o büyük mükafat ve
bağışa ermelidirler.
Şimdi
bunu
daha pratik bir şekilde açıklamak ve bu âlemde insan için yeryüzünden
göğe, maddeden mânâya, alçaklıktan yüksekliğe terakki şekilleriyle
gerileme ve helak tehlikeleri arasında doğrudan doğruya Allah'ın
rahmetine götürecek bir doğru yola, ahiret hayatı ve dirilme gayesine
yönlendirmek için hem teşvik hem de uyarı mânâsında buyuruluyor ki:
15-16.
"O
kıldı" Bu cümle, lütuf sahibi ve her şeyden haberdar olan Allah
Teâlâ'nın insanlara olan lütuflarından birini hatırlatmakta ve O'na ait
vazife ve gayeleri göstermektedir. Sizin için. Bunun önce zikredilmesi
ihtisas ifade eder. Yani her şey ve her yaratık için değil, ancak siz
insanlar ve özellikle bu söze muhatab olan kulak ve akıl sahibi
kimseler için kıldı. Yeryüzünü bir zelûl. Zelûl, boyun eğmek mânâsına
gelen, esre ile "zill" mastarından mübalağa sıfatıdır. Herhangi bir
şeyden sana boyun eğen, yani istediğin gibi kolaylıkla çekip götürecek
şekilde kullanmaya müsait bulunan uysal şeye zelûl denir. Bunda asıl
olan hakaret ve horluk mânâsı değil, kolaylık, yumuşaklık, uygunluk
yani uysallık mânâsıdır. Bir şey zelûl olmakla beraber şerefli
olabilir. Nitekim tevazu, yani mütevazi davranma bir şereftir.
Hâk
ol ki
Hudâ mertebeni eyleye âli. Tâc-ı
ser-i
âlemdir o kim hâk-i kademdir. "Toprak
ol
ki Allah dereceni yüceltsin Kim
ayağın
tozu olursa o âlemin baş tacıdır."
Yani
zelûl
olmak, zelil olmayı gerektirmez. Hor ve hakir demek olan zelil, "zâl"ın
ötresiyle "züll" mastarından gelir. Boyun eğmek ve uysallık, haricî bir
sebep ve tesirle meydana gelmekle beraber, esas itibariyle istekle
yapılan bir fiil olduğundan zelûl vasfı, hayvanlar için hakikat anlamı
ifade eder. En'âm denilen yumuşak başlı hayvanlar, zelûldur. "Bu
hayvanları onların emrine âmâde kıldık. Onların bazısını binek olarak
kullanırlar, bazısını besin olarak yerler." (Yâsin, 36/72) âyeti de bu
anlamdadır. Lisanımızda bunun en yaygın örneği koyundur. "Koyun gibi"
deriz, koyun zelûldur, zelil denilmez. Eşek zelûl olmakla beraber
zelillikte de bir örnektir. Deve zelûldur, ama zelil değildir.
At
sahibine
karşı itaatkârdır. Ufak bir işaretten anlar, zelil değildir.
Kullanmasını bilmeyeni dinlemez, silker geçiverir. Beygir de hem uysal
hem de aşağılanan bir hayvandır. Katır ise genellikle hor görülür pek
uysal değildir. Taş gibi zorlukla kullanılan şeylere zelûl denilmez,
denilirse mecaz olur. Şu halde yeryüzüne "zelûl" denilmesi bir
benzetmedir. "Zelûl hayvan gibi" anlamındadır. Omuzlarında yürüme emri
karinesiyle bunun sade bir koyun gibi eti yenen, sütü sağılan, yünü
kırpılan bir hayvan olmayıp, at veya deve gibi daha ziyade, binilen en
mühim bir hayvana benzetilmiş olduğu anlaşılıyor ki bu konuda, ilk akla
gelen de Arab atı veya hecin denilen iki hörgüçlü ve çok hızlı koşan
bir cins devedir. Yer, bu suretle her türlü istifadeye müsait olarak
binilen ve incitmeden yürüyen uysal bir binit halinde tasvir edilmiştir
ki, bunda onun hissedilmeyecek kadar istekli ve seri bir hareketle
sarsmaksızın yürüdüğüne de bir işaret vardır. Demek ki Allah Teâlâ bize
yerin hareketini gerçekte olduğu gibi hissedilmeyecek bir halde
bildirmiştir. Bilindiği gibi bu nevi teşbih ve istiareleri
kuvvetlendirmek için gösterilen delillere "terşih" denilir. Burada da
maksadın öyle bir benzer binit olduğu şu şekilde terşih edilerek
buyuruluyor ki: "Haydi onun omuzlarında yürüyün." Bu emirden iki
yürüyüş anlaşılır. Birisi, onun üzerinde, omuzlarında yürümektir ki bu,
bildiğimiz şekilde yer üzerinde bizzat yapmış olduğumuz yürüyüştür. Bu
cümlede emir fiiline bağlanarak "mef'ul-i fih" olur. Buna göre biz
yalnız yerin sınırları içinde yürümüş oluruz. Diğeri de bir at veya
gemi üzerinde fakat yerin sırtında ve onun yürüyüşü ile yürümemizdir
ki, bu durumda zarf-ı müstakarr olarak "meşy"in fâili olan
muhatablardan haldir. Bunda Allah Teâlâ'nın emriyle ilk defa bizatihi
yürüyen yeryüzü, ikincisi de, onun üzerinde vasıta ile yürüyen biz
olmuş oluruz. Bu suretle yürüyüşümüz yerin bir sınırına doğru değil,
göğe doğrudur. Arkadan gelen âyette de gökten bahsedilmesi, buna açık
bir delildir. Bu âyette üzerinde durulması gereken birkaç nokta daha
vardır.
1-
Yerin
menâkibi nedir? Bilindiği gibi menkib, omuz demektir. Ancak görüldüğü
gibi âyette "iki omuzunda" ifadesi kullanılmayarak "menakib" şeklinde
çoğul sığasıyla zikredilmiştir. Demek ki yerin omuzları, bildiğimiz
binit hayvanlarında olduğu gibi iki omuzdan ibaret değil, çoktur. O
halde bu omuzlar nedir? Râzi'nin beyanına göre müfessirlerin bu konuda
üç görüşü vardır. Birisi, "Katâde, Dahhâk ve İbnü Abbas'ın görüşüdür
ki, buna göre yerin omuzlarından maksat, dağlar ve tepelerdir." İnsanın
omuzları yüksek olduğu gibi dağlar da yüksek olduğundan "menâkib"
denilmişir. Bu anlayışın neticesinde şöyle bir mânâ ortaya çıkmış olur:
Ben size onun omuzlarında (dağ ve tepelerinde) bile yürümeyi
kolaylaştırdım. Halbuki omuzlar yerin, zelil kılınmaktan en uzak olan
cüzleridir. O halde diğer cüzlerindeki kolaylık daha fazla olmaz mı?
İkincisi,
yerin omuzlarından kasıt, yolları, açıklıkları ve yan taraflarıdır. Bu
görüş de, Hasen, Mücâhid, Kelbi ve Mukâtil'in görüşü ve Atâ'nın İbnü
Abbas'tan yaptığı bir nakildir. Ferrâ ve İbnü Kuteybe de bu görüşü
tercih etmişlerdir. Buna göre de menâkib, yan taraflar demektir. Adamın
iki omuzu da iki yanıdır. Ve bu, "Allah, size yeri bir sergi yaptı ki
onda (açılan) geniş geniş yollarda gidesiniz." (Nuh, 71/19,20) âyeti
gibidir. Bu iki görüşte de menâkib, mecazi anlamda kullanılmıştır.
Üçüncüsü,
Zemahşeri demiştir ki: "Omuzlarda yürümek ifadesi, aşırı zelil
kılınmanın bir misalidir. Çünkü iki omuz ve onların birleşme yeri olan
ense kökü, devenin en ince ve yürüyenin ayağıyla basıp ta itimad
edebileceği en zayıf noktasıdır. Deve omuzunda yürünebilecek bir duruma
geldiği zaman boyun eğme ve itaat etme konusunda son dereceye gelmiş
demektir." Bu surette "yerin omuzlarında yürüyün" emri, yerin boyun
eğmede nihâi derecede olmasından kinaye olarak deveye teşbihi ifade
etmektedir. Bu mânâya göre âyet, "onda istediğiniz gibi tasarruf edin"
demektir. Güzel olmakla beraber burada "menâkib"in ayrıca bir mânâsı
düşünülmeyerek "meşy" (yürümek) fiili ile beraber kinaye veya istiâre-i
temsiliyye yapılmış olmaktadır.
Bununla
yetinmek ise, yerin omuzları denilen şeyleri araştırmaya lüzum
göstermemiş olacağından, yeryüzünün etrafını keşfe çalışmak gibi
gayretleri tahrik etmeye elverişli olmadığı zannedilebilir. Halbuki bu
emir, yer üzerinde yayılma duygusu telkin ederek müslümanlara az bir
zaman içinde âleme dağılma yollarını açmış olan ilâhi irşadlardandır.
Şu halde menâkib tabiri için de ayrıca bir mânâ düşünmek gerektir ki o
da, bu üç izahın hülasası olmak üzere ortaya çıkan mânâdır. Buna göre
yerin omuzlarından maksat, yerin en yüksek, en uzak, yürümek için en
zor ve nazik yerlerine kadar uzanan sırtı demektir ki bu da, dağları,
tepeleri, ovaları ve dereleriyle bütün doğu-batı taraflarına, kuzey ve
güney kutuplarına varıncaya kadar etrafını kuşatan alanın hepsini
kapsar. Bu itibarla "yerin omuzlarından maksat, yerin etrafıdır"
şeklinde yapılan tefsir, en kapsamlı bir tefsirdir. Ancak Zemahşeri'nin
dediği gibi, "meşiy" (yürümek) fiiline "mümkün olan her türlü
tasarrufda bulunma" mânâsı verildiğinde bundan yalnız yerin sathında
kalınmayıp hafriyat veya başka yollarla yerin derinliklerinde araştırma
yapmak mânâsı da anlaşılmaktadır.
2-
Bundan
anlaşılıyor ki, yerin omuzlarında yürümek için önce onu keşfedip
bilmeye de ihtiyaç vardır. Bu ise, yerin sathına dair halleri bildiren
ve adına coğrafya denilen bilgilerle olur. Şu halde burada coğrafya
bilgisini tahsil etmeye ve yavaş yavaş keşifleri ileri götürerek
araştırma yapmaya da bir teşvik vardır. Ayrıca bundan yerle ilgili
araştırmalarda bulunmak gibi pratik ilimlerin hepsine yönlendirme
mânâsı da anlaşılabilir.
3-
"Yürüyün" ve "yiyin" emirlerine müfessirler mübahlık mânâsı
vermişlerdir. Bu, umumi açıdan doğru olmakla beraber biraz izaha
ihtiyaç gösteren bir konudur. Sözün gelimi, bu emirlerin sırf mübahlık
için değil, lütuf ve uyarma arasında bir irşad için olduğunu da
göstermektedir. Lütuf, asıl fiillere karşı ihtiyatlı kılma ve
güçlendirerek teşvik etme açısındandır. Bu yönden âyette ibahâ
(mübahlık)dan öte bir nedb (yapılmasını uygun görme) ve lüzumuna göre
vücub mânâsı da vardır. Nafakasını temin etmek ve ölmeyecek derecede
yemek vacib olduğu için bu gibi durumlarda sözkonusu emirler mübah
olarak kalamaz. Uyarma hususuna gelince o da, "Dönüş O'nadır." (Mülk,
67/15) âyetinden de anlaşılacağı üzere bu fiillere yol açan gaye ve
niyetlere göredir. Yani yürüyün, çalışın, yeyin ama bu kuvvetleri ve
selâhiyetleri size veren Allah'ı ve ölümü unutmayarak ve ona hesap
vereceğinizi düşünerek hareket edin. Haksızlık, tecavüz, israf, zevk ve
eğlenceye dalmak gibi kötü gayeler için değil, Allah için ve Allah'a
gideceğinizi hesap ederek, kısacası Allah'tan korkarak yürüyün ve yeyin
demektir. Bu iki husus düşünülünce umumi sonuç mübahlık mahiyetinde
kalsa da, bunların gerek ferd, gerek cemiyet açısından mühim bir uyarı
olduğunu unutmamak ve durumun gerektirdiğine göre vücûb, nedb, ibaha
hükümlerini ictihad yaparak ayırmak icab eder.
4-
"Onların
omuzlarında yürüyün ve O'nun rızkından yiyin. Dönüş, yalnız O'nadır."
âyetindeki "yürüyün" ve "yeyin" emirleri, yürümenin rızık işi yani
hayat mücadelesinde yararlı işlerle çalışıp kazanma meselesiyle ilgili
bir iş olduğunu ifade eder. Ayrıca bu sûreyi okumanın rızkın
genişlemesiyle alakalı bulunduğuna dair daha önce geçen haberlerin
kaynağının da bu âyet olduğunu ortaya koyar. Ve böylece de "Hanginizin
daha yararlı iş(ler) yapacağınızı denemek için..." (Mülk, 67/2)
âyetinde beyan edildiği gibi ölüm ve hayat arasında en güzel işler
yapmak için imtihan meydanına çıkışın pratik bir manzarasını anlatmış
olur. Şu halde bu yürüyüş, gerek cihad, gerek ticaret, gerek ziraat ve
gerek sanayi gibi herhangi bir çalışmanın kazanç sebeplerini ve
maksatlarını içine almaktadır. Bununla beraber "De ki: "Yeryüzünde
dolaşın ve bakın..." (En'âm, 6/11; Nahl, 16/36; Neml, 27/69; Ankebut,
29/20; Rum, 30/42) emirleri doğrultusunda yeryüzünü müşahede edip
araştırarak ibret ve bilgi elde etmek, din ve faziletin yayılması
konusunda gayret göstererek mükafat kazanmak gibi manevî rızıklarla
faydalanma maksatlarını dahi kapsamaktadır. Şu halde bu emirler aynen
fertlere de hitab etmekle beraber daha ziyade cemiyete yöneliktir.
İşte
bu
suretledir ki, müslümanlar, "hayır işlerine koşun" (Bakara, 2/148;
Mâide, 5/48) âyeti üzere imtihan meydanına sevkedilmişlerdir.
Ve
rızkından yeyin, yani "O yaratıcının rızkından yeyin." emrinde yer alan
"ekl" yalnız yiyeceğe mahsus olmayıp "zikr-i hâs, irade-i âmm" (hususi
mânâda zikredilip, umumun kasdedilmesi) kabilinden olarak içmek ve
giyinmek gibi hususları da içine almak üzere mutlak faydalanma mânâsına
geldiği gibi Bakara Sûresi'nde yer alan "Kendilerine verdiğimiz
rızıklardan infak ederler." (Bakara, 2/3) âyetinde geçtiği üzere tıpkı
ilimde olduğu gibi maddiyattan başka maneviyatı da kapsamaktadır.
Nitekim rızk hakkında yapılan "Allah'ın hayvanlara gönderdiği ve
onların yedikleri şeylerdir." şeklindeki meşhur tarifde geçen "ekl"
(yemek) de "intifâ" (yararlanma) diye tefsir edilmiştir. Bu, akaid
ilminin üzerinde durduğu bir husustur. Sonra bu rızık yalnız yeryüzünde
bulunan rızıktan ibaret değildir. "Rızkınız da ... semadadır."
(Zâriyat, 51/22) âyetinde ifade edildiği üzere rızkımızın en mühim
esasının gökte olmasına "O yerde ne varsa hepsini sizin için yarattı.
Sonra kendine has bir şekilde göğe dönüp doğruldu..." (Bakara, 2/29)
âyetinde işaret edildiği gibi biz yerin omuzlarında yürürken yalnız
yerde değil, onunla beraber göğe doğru da yürümeye ve bu suretle
semadan havamızı ve ışığımızı ve diğer maddî ve manevî ihtiyaçlarımızı
bildiğimiz ve bilmediğimiz yollardan almaktayız. Binaenaleyh bu yürüme
ve yemenin gaflet ve alçaklıkla değil, büyük bir uyanıklık ve yüksek
bir hayat gayesiyle olması lazım gelir ki, o da, Allah için iyi niyet
taşıyarak ahirete yönelik maksatları gözetmek ve Allah'ın mülkünde o
suretle mertebeye ulaşmaktır. Onun için bu emirlerin sebebi olmak üzere
buyuruluyor ki bununla beraber dönüş ancak O'nadır. Furkan ve diğer
sûrelerde de geçtiği üzere "nüşûr" yayılmak mânâsına da gelmekle
beraber daha ziyade hayat, özellikle ölümden sonraki hayat, başka bir
ifade ile öldükten sonra dirilmek demektir. Yani giderken sonunuzun
yine o başlangıca dönmek olduğunu unutmayın. Gidip gidip nihayet O'na
varacaksınız. O'nun için dirileceksiniz. Evvel O olduğu gibi Âhir de
O'dur. Bütün yürüyüşler böyle iki ucu birleşen bir daire üzerinde
meydana gelen bir dönme hareketi demektir. Şu halde bütün o hareket
esnasında da yular tamamen O'nun elindedir. Asıl hayat ve hayatın
gayesi sizin için değil O'nundur. Mülk O'nun elindedir. Böyle dünya ve
ahiretin birliğini düşünmeyenler, perişan olur. En yüksek idealin O'nun
rızası olması lazım gelir. Sizin dediğiniz ve kuruntunuz olacak değil,
O'nun dediği olacaktır. O'nun rızası dışında hangi maksada ulaşmak için
yürüseniz nihayet O'nun birlik huzuruna, o niyet ve maksadın
sorumluluğunu taşıyarak varacaksınız. Fani maksatlar sönecek, o mülkün
nizamına uygun olmayan fikirler, hareketler ortadan kalkacak, bakiye
ait olanlar kalacaktır. Kötü amellerde ateşi körükleyenler ateşe, güzel
amellerle cenneti süslemeye çalışanlar bağış ve cennete ulaşacaktır.
Evet, yerin omuzlarında yürüyün, ama şunu iyi bilerek yürüyün ki bütün
o yürüyüşlerin, o yeyişlerin gayesi O'nunla nihayete eren bir dönüştür.
O dönüş de, nihayet bir yükle o yaratıcıya dönüp O'na arz edilmektir.
Yeri size itaatkâr kılan ve onun üzerinde yürüme selahiyet ve kuvvetini
veren O olduğu gibi, onda yürütecek ve maksada erdirecek ve sonunda
kendine varılacak olan da O'dur. O halde daima O'nun lütfu sayesinde
yürüyünüz ve sonunda O'nun huzuruna varıp hesap vereceğinizi düşünerek
O'nun nizam ve hükümlerinin dışına çıkmaya çalışmaksızın, küfür ve
nankörlük, zulüm ve isyan, kötülük ve şeytanlık yollarına sapmaksızın
nimetlerinin kadrini bilip her birini yerinde sarfetmek için en güzel
şekilde hareket ederek, kısacası başta ve sonda O'na iman edip ve
korkusuyla dolup, azabından korunarak ve nimetlerine şükrederek O'nun
yanında vaad edilen en yüksek hayata ermek için yürüyün, yoksa o yeri
size amâde kılan ve size onun omuzlarında yürüme selâhiyeti veren
yaratıcı, dilediği zaman sizden o selâhiyeti alıp size yeri itaatsız
hale getirerek, altınızda çalkalayıvermeye veya size, sizden daha
kuvvetlisini musallat etmeye de kâdirdir. İşte bu uyarı yönü şu
âyetlerle açıklanıyor.
17.
"Gökte
olandan emin mi oldunuz?" "Semadaki zat (gökte olan)" demektir. Bu
ünvan bizden üstün olarak gökte bulunan akıl sahibi varlıkların hepsini
içine almaktadır. Onun için bazı müfessirler "göktekiler"den maksadın
melekler olduğunu söylemişlerdir. Lâkin sözün gelişi, bunun melekler
değil de, Allah Teâlâ olduğunu göstermektedir ki selef âlimlerinden
nakledilen görüş de çoğunlukla budur. Ancak "O'nun kürsüsü (tahtı)
gökleri ve yeri içine alır..." (Bakara, 2/255) âyetinde ifade edildiği
gibi Arş'tan da üstün olan ve "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ,
42/11) âyetine göre de benzeri bulunmayan Allah Teâlâ göktedir demek
nasıl olur? zarfiyyet mânâsına geldiği ve zarf, mazrûfundan
(zarflanandan) büyük olduğu cihetle göğün Allah Teâlâ'dan daha büyük
olması, yahut O'nun da yarattığı cisimler gibi mekana muhtaç olması ve
mekanın O'na ihtiyaç duymaması lazım gelmez mi? Ve o halde O, her şeyi
kuşatıcı olur mu? diye birçok soru sorulabilir. Zaten bu yüzdendir ki
sözkonusu âyetle ilgili oldukça fazla münakaşa yapılmıştır. Bu konuda
mânâsı en muhkem (açık ve kesin) olan âyetini, Allah Teâlâ'nın mekandan
ve cihetten berî olduğuna dair zikredilen naklî ve aklî delilleri iyi
kavrayamamış olan Müşebbihe Mezhebi taraftarları, birçok mânâya
ihtimali olması itibariyle az çok müteşabih olan "gökte olan" dan
maksadın Allah Teâla olduğunda ve bundan dolayı da "Allah göktedir."
demekte ısrar etmişler ve gökten de cismânî mânâ anlamak istemişlerdir.
Bazıları da "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5) âyeti ile uyumlu
hale getirmek için buradaki yı mânâsına alarak göğün üzerinde, yani
fevkında Arş üzerinde demek olduğunu söylemişlerdir. Ancak bundan
kimisi sabit kalmak, kimisi de cihet (yön) mânâsını çıkarmışlardır.
Bunlar ise, muhkem olan âyetine ve daha başka âyet ve delillere de ters
düşmektedir.
Ebu
Müslim
el-İsfahâni gibi bazıları da bunun, "Allah göktedir." diye zanneden
müşriklerin zanlarına göre bir hitab olduğunu benimsemişlerse de,
burada da hitabın önceki âyette olduğu gibi umumi bir anlam taşımasının
sözgelimine daha uygun olmasından dolayı bu görüşün de makbul olduğunu
ileri sürmek oldukça zordur. Bir kısım âlimler de bunun, "Gökteki ilâh
da, yerdeki ilâh da O'dur." (Zuhruf, 43/84), "Ve her göğe görevini
vahyetti." (Fussilet, 41/12) âyetleri doğrultusunda yani "Hükmü, emri
gökte cereyan etmektedir." demek olduğunu söylemişlerdir. Selef
âlimleri ise bunu da âyeti gibi müteşabih kabul ederek "Müteşabihin
te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez..." (Al-i İmrân, 3/7) deyip
te'vile girişmemişler, yani bundan şu kasdedilmektedir, diye mânâyı
tayin etmeye kalkışmamışlar; mahiyetini Allah'a havale ederek bir
cariye hadisinde olduğu gibi "gökte" demekle yetinmeyi daha ihtiyatlı
görmüşler ve "O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." demekten de geri
durmamışlardır.
Allah
Teâlâ'nın yüce zatına ters düştüğü aklen ve naklen bilinen
cisimlendirmek, benzetmek ve hulûl (bir cisme girme) fikirleri gibi
batıl inançlara düşülmemesi için bizim ulaştığımız kanaat şudur:
Buradaki sema, gök dediğimiz cismânî semadan ibaret değil, mutlak
yükseklik ve üstünlük işaretidir. Maddî, manevî, cismânî ve ruhani
bütün yaratıkların, mekanın ve zamanın üstü demek olan mutlak yükseklik
mânâsınadır. İşte bu anlama göre ancak Allah Teâlâ'dır. Zira her şeyin
üzerinde, her şeyden üstün olan ancak O'dur. Arşın üzerinde demenin
mânâsı da budur. Bunlar, gerek "Rahmân Arş'a istivâ etti." (Tâhâ, 20/5)
gerek "semada olan" (Mülk, 67/16) vasıfları, tıpkı "yüce ve yüksek
olmak" "O, yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), "O, her şeye gücü
yetendir." (Hadid, 57/2), "O, her şeyi kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54),
"O'nun benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) âyetlerinde olduğu
gibi mutlak tenzih ifade eden vasıflardır. Ve bu mânâ ile yücelik O'nun
gerek yeryüzünde ve gerek semada eşyadan hiçbir şeye karşı nisbetinde
bir fark ifade etmez. O, "Hem gökte hem de yerde ilâhtır." (Zuhruf,
43/84) âyetinin de gösterdiği gibi yerin ve göğün yaratıcısıdır. Ayrıca
O, "Nerede bulunursanız Allah sizinle beraberdir." (Hadid, 57/4)
âyetine göre de, nerede olursak olalım bizimle beraberdir. Ancak O, her
şeyden üstündür. Bizim nazarımızda yüceliğin en yüksek örneği gök
olduğu için Allah Teâlâ'nın mutlak yüceliği de onunla ifade edilmiştir.
Yalnızca yaratıcı ve yaratıkların isimlerini mukayese etmekle bile bu
mânâ açıkça anlaşılmış olur. Allah göktedir. Göğün üzerindedir. Arş'ın
üstündedir demekte ısrar edenlerin asıl maksatları da, Allah'ı
cisimlendirmekten berî kılmakla bu mutlak yüceliği ispat etmektir.
Fakat bunu takdir edemeyenler teşbihe sapmışlardır. Biz gök
kelimesinden de yükseklik mânâsı anlarsak da, bu kelimenin kökü renk
mânâsına olan "gök"le ilgilidir ve sema ise mutlak yükseklik mânâsını
ifade eden "sümüv"den türemiştir. Bu yüzdendir ki gök tabirinde tecsim
(cisimlendirme), sema tabirinde de yükseklik mânâsı açıkça
anlaşılmaktadır. Gök demek her zaman sema demenin yerini tutmaz. Onun
için "Allah semadadır." demek, Allah şu cisimlendirilen göktedir
anlamında değildir. Sonra şunu da belirtmek gerekir ki harfinin ifade
ettiği zarfiyyet ister hakiki olsun, ister mecazi olsun "kapsamak"
mânâsını gerektirmez. Mesela, "Sema başımızdadır." "Yer ayağımızın
altındadır." dediğimiz zaman bu cümlelerden "Kuş havadadır." cümlesinde
olduğu gibi zarfiyyet mânâsı anlamayız. Ne başımızın semayı, ne de
ayağımızın altının yeri kuşatmış olduğu iddiasında bulunmayız. İşte bu
gibi yerlerde gibi diğer bir harf mânâsıyla da tefsir edilebilir. Bu
yüzdendir ki sözündeki zarfiyyet ile "yıldız semadadır" cümlesindeki
zarfiyyet aynı anlamda değildir. Bunun gibi Allah Teâlâ'nın semada
olmasını, Güneş'in semada olması arzında değil, hisse göre ilmin,
cahile göre âlimin, yaratıklara göre yaratıcının, mahkûma göre hâkimin
ve memura göre âmirin üstünlüğü tarzında anlamak gerekmektedir. Âyette
buyurulmayıp olarak zikredilmesi ise, O'nun yüceliğinin görünen ve
görünmeyen her şeyi dışardan ve içerden kuşatmış olduğunu, semanın
yalnız üstünde değil, içinde de hükmünü, ulûhiyyet ve yaratıcılığını
ifade etmek gibi bir nükteyi de kapsadığını gösterir. Bu ise tamamen
"O, göklerde ve yerde tek Allah'tır. Sizin gizlinizi, açığınızı, (hayır
ve şerden) ne kazanacağınızı bilir." (En'âm, 6/3) âyeti gibidir.
"Allah'ın emri semadadır," şeklinde tefsir edenler de bu anlamı
kasdetmişlerdir. Demek ki, "Allah, yerde değil, göktedir." tezini
savunanlar, O'nun mekândan münezzeh (berî) olarak her yerde hazır ve
nâzır olduğunu inkâr edip âyetinin açık anlamına karşı gelmişlerdir.
Evet, sadece "Allah yerdedir." demenin de caiz olmayacağında ittifak
vardır. Çünkü bununla mekan anlamı kasdedilmese bile, alçaklık mânâsına
geldiği kolayca anlaşılmaktadır. Halbuki sadece "Allah semadadır."
demek ise, cisim, mekân ve cihet kasdedilmeyerek, mutlak yücelik ve
yükseklik mânâsıyla caizdir. Çünkü sema, yeri de kuşatmaktadır. Fakat
"Allah yerde değildir." sözü O'nun yerde Allahlık ve tapınılma vasfını,
ilim ve kudretinin nüfuzunu inkâr, yahut yeri O'nun kuşatması dışında
tutmak kasdıyla söylenirse caiz olmaz, küfür olur. Çünkü "O, göklerde
ve yerde tek Allah'tır." (En'âm, 6/3) ve "Muhakkak O, her şeyi
kuşatıcıdır." (Fussilet, 41/54) Ancak mekân, alçaklık ve
cisimlendirmeyi ortadan kaldırma mânâsı kasdedilirse, noksan
sıfatlardan berî kılınmış olacağı için doğrudur. Yer, bize göre bile
itaatkârdır. Lâkin bu mânâda "Allah, semada değildir, yani semada sabit
değildir." demek de doğrudur ve öyle itikad edilmelidir. Çünkü O,
semanın yaratıcısıdır. "O'nun kürsüsü semavat ve arzı kuşatmış."
(Bakara, 2/255)dır. "O yücedir, büyüktür." (Bakara, 2/255), "O'nun
benzeri hiçbir şey yoktur." (Şûrâ, 42/11) "Allah sameddir, O,
doğurmamış ve doğurulmamıştır. Hiçbir şey O'na eş ya da denk değildir."
(İhlas, 112/2-4) Bunun için âyetinden de "Allah Teâlâ'nın zatı, gökler
ve yerin içinde sabittir." tarzında bir mânâ çıkarmaya kalkışmak doğru
değildir. O'nu, göklerde ve yerde tapınılan Allah, diye anlamak
gerekir. "Sizin gizlinizi de açığınızı da bilir." (En'âm, 6/3) âyeti de
bunu beyan etmektedir. Allah bütün göklerden ve yerden, Arş ve
Kürsi'den ve her şeyden büyük, lütufkâr ve haberdardır. Her şeyden
mutlak bir üstünlükle üstün olan yüce Rab'dır. İşte bu mânâ ile 'dan
"Allah" mânâsı anlamak doğru olur. Yaratan O, yeri itaatkâr kılan O,
dönüş kendisine olan, dünya ve ahiret kendisinde birleşen mülkün
sahibi, üstün ve yüce olan ancak O'dur. "Şu halde yerin omuzlarında
dolaşın ve Allah'ın rızkından yeyin. Dönüş ancak O'nadır." (Mülk,
67/15) emriyle bizim yeryüzünde yürümemizin ve dönüşümüzün kendisinden
geldiği gibi yine kendisinde son bulduğunu bildirerek bizi, yalnız
yerdeki rızık ve hayat ile bırakmayıp "Rızkınız semadadır." (Zariyat,
51/22) âyetinin ifade ettiği gibi gökte rızıklandırmak üzere kendisine
davet buyurmakta olduğunu ve şu halde bizim yerin omuzlarında yürürken
yer ile beraber ona doğru gidiyor olduğumuzu, bu gidişin ise kolay
olmayıp ilerlemesi ne kadar yüksek ise, alçalma ve iniş tehlikesinin de
o nisbette büyük bulunduğunu beyan ederek uyarı makamında siz lütfu ve
kudreti altında bulunduğunuz "O semadakinden emin misiniz?" diye
buyurmuştur.
Yani
O'nun
sizi ve yeri hep bulunduğunuz halde tutup duracağından ve gidişinizde
sizi hiç helak etmeyeceğinden emin oldunuz, güven kazandınız da hiç
korkunuz kalmadı mı? O yer üzerindeki hareketlerinizde nasıl küfür ve
nankörlüğe, şeytanlık ve isyana sapar da korkmazsınız O
üstünüzdekinden? Sizi yere geçirivermesinden, yahut yer ile beraber
batırıvermesinden ki o vakit bir de bakarsınız ki o altınızdaki
itaatkâr olan yer ızdırapla çalkalanıyordur. O ızdıraplarla bir volkan
ateşinde kaynar gidersiniz, o cehennemi boylarsınız. O halde Allah'tan
korkun da o yerin üzerinde yürürken küfür ve şeytanlıkla onu bozmaktan,
Allah'ın emirleri hilafına haksız ve çirkin hareketlerden sakının. Bu
uyarı, yerin itaatkârlığını ortadan kaldırmakla dahilinden uyarıdır.
âyeti de, yerin itaatkârlığı ve uysallığı durduğu halde haricinden
uyarıdır. Yani yoksa emin misiniz o semadakinden, korkmaz mısınız?
Şeytanlara atış taneleriyle saldırıldığı gibi üzerinize semadan bir
hâsıb, taşlar, mermiler yağdırmağa memur bir elçi, bir melek, bir
rüzgar gönderivermesinden. Artık ileride nezirimin nasıl olduğunu
bileceksiniz. Gönderdiğim peygamberin yahut onunla haber verdiğim uyarı
ve tehdidimin ne olduğunu, yani şimdi iman etmezseniz ileride fiilen
bilmeğe mecbur olacaksınız.
18.
Ey o
dönüşe bu tehdit ve uyarıya inanmayanlar! Gökten taş mı yağarmış? Tabii
afetlerin bizimle ilgisi neymiş? Peygambere inanılır mıymış? diyenler!
"Onlardan öncekiler de yalanlamışlardı." Misal vermek için burada
muhatabdan gaibe geçilmiştir. Yani andolsun ki inanmayan inkârcılardan
önceki kavimler, Nuh, Ad, Semûd, Firavun, Lût ve diğer kavimler gibi
ardı arkası kesilenler, hep gönderilen uyarıcıları yalanlamışlardı da
fakat nasıl olmuştu intikamım, yalanlamalarına karşı azabım? Her birini
görülmedik bir şekilde köklerinden helak eden azabım ne korkunç
olmuştu? Yukarılarda haber verildiği üzere bilinen nezir, aslında
neziri (uyarım) nekir de nekiri (intikamım) demektir. Ra'nın kesresiyle
mütekellim ya'sından vazgeçilmiştir. Bunlar mastar da, sıfat da
olabilirler. Nekir, inkâra karşı görülmedik bir şekilde o ceza ile
inkâr veya o cezaya memur olan kuvvettir.
19-20.
O
davet ve bu uyarı ile beraber bir uyanma ve yükselme delilini göstermek
için de buyuruluyor ki: Ya üstlerinde uçan kuşlara da mı bakmadılar?
Bir düzeyde sıra oluşturur gibi devamlı surette kanat açıp süzerlerken
ve yumarlarken ki onlar semada da kah süzülerek, kah yumularak nasıl
yükselip nasıl iniyor? İrili ufaklı o uçanlar, o kartallar, o kara
kuşlar, o leylekler ve diğer kuşlar, havadan ağır olan o ağırlıklarıyla
bulutlar gibi yüksekte nasıl duruyor? Nasıl gidiyor, nasıl yol alıyor
da yerde ve gökte yaratıcının rızkından nasıl nasibini alıyor. Musallat
olduklarına nasıl musallat oluyorlar, savaşlar etrafında nasıl
dolaşıyor, nasıl canlar alıyorlar? Sonra da nasıl çırpınıyor? Nasıl ve
neden düşüyorlar? Yerin omuzlarında yürüyen ve özellikle muharebe
meydanlarında veya küfür vadilerinde dolaşan kimselerin bunları görüp
ibret almaları lazım gelmez mi? Onlar bütün bu fiilerinde, hareket ve
sükunlarında kendi içlerinden gelen bir arzu, bir irade ile fail
olmakla beraber her iki halde de onları ancak Rahmân tutuyor. Gökde o
tutuyor, yahut uçuşlarına o son veriyor. Ancak Allah Teâlâ'nın
rahmetinin eseri olan bir nizamı, bir iradesi ile o yükseklerde
uçabiliyorlar. O'nun emir ve müsadesiyle sırası geldikçe tepelerinizden
inip savaş meydanlarında sizlere saldırıyorlar.
O
nizama
muhalefet ettikleri veya bir gaflet gösterdikleri yahut içlerinden
gelen arzu kesiliverdiği zaman da derhal tutulup yuvarlanıp düşüyor,
helak oluyorlar. Demek ki O Rahmân her halde herşeyi görücüdür.
Muhakkak herşeyi tamamiyle görüyor ve gözetip duruyor. Bütün hayat ve
dönüş hep O'nunla nihayete eriyor. İşte sizin yer yüzünde yürüyüşünüz
ve yerin semaya doğru konumu da fezada, boşlukta uçan kuşlar gibidir.
Sizi de tutan ve tutacak olan ancak o Rahmân'dır. Siz de O'nun, o
kuşları uçuran nizamı ve tutması ile yükseklere uçabilirsiniz. Onlardan
ibret alın uçun, fakat ne kadar uçsanız, yine öyle üzerinizde dolaşan
ve haddini aştığınız halde Rahmân'ın emir ve tutmasıyla gökten inerek
sizi avlayacak, binaenaleyh size karşı bir taraftan kandil bir taraftan
da atış taneleri olacak olan nice kuşlar, uçaklar ve melekler vardır ki
hepsi o Rahmân'ın kudret elinde askerleridirler. O halde sizler de O
Rahmân'ın irade ve kudretine dayanarak O'nun emir ve nizamını takip
ederek yerin omuzları üstünde uçaklar yapın ve imtihan meydanında
yarışın. Fakat bütün hedefiniz ve gidişiniz O Rahmân'a karşı gelmek
değil, O'na saygı ve kulluk ile katına dönmek, bağış ve mükafatına
ulaşmak olsun. Çünkü ne kadar uçsanız, O'nun askerlerinden kurtulamaz,
mülkünden dışarı çıkamaz, hiçbir yarık bulamaz, nihayet "Göz aciz ve
bitkin halde sana dönecektir." (Mülk, 67/4) âyetinin mânâsını anlayıp
kendinize, kendi çalışmanıza geçerek başlangıcınız olan yaratıcıya
dönmek mecburiyetinde kalırsınız ve hiçbir zaman O'nun kudretinin
elinden yakanızı kurtaramazsınız. O hepsini görür, gözetir durur.
Sizlere verdiği kulak ve akıl da, onları anlayıp dinleyerek iman
etmeniz ve ona göre çalışmanız içindir.
O
sizin
askerleriniz ordunuz, kuvvet almak istediğiniz vasıtalarınız kimdir?
Putlarınızdan, şeytanlarınızdan tutun da yardım beklediğiniz
silahlarınız, aletleriniz ve bütün yardımcılarınız ki sizleri
kurtaracak Rahmân'ın önünden? O'nun azabından, yahut O Rahmân'ın
dışında dayandığınız, güvendiğiniz şeyler... Demek ki O korumayınca,
O'nun rahmeti ulaşmayınca ne yapsanız, ne kadar çabalasanız kendinizi
koruyamazsınız. O'nun emirlerine uymayınca, O'na dayanmayınca, O'nun
lütuf ve mağfiretine kavuşmayınca her şeyde zarardasınız. O sizin kulak
ve aklınızı alıverse herşeyiniz duruverir. O'nun koyduğu hayat nizamı
karışıverince her şey yok oluverir. Binaenaleyh O'nun dışında
güvendiğiniz şeyler, yaptığınız ameller sönüverir, sönüverir değil,
sizleri ebediyyen yakan bir cehennem, bir azab kesiliverir. Kâfirler
ancak bir gurur içindedirler. O Rahmân'ı ve O'nun emirlerini,
uyarılarını tanımayıp da yalnız hayatta kalmak için boğuşan ve öldükten
sonraki hayatı inkar edenler aldanmaktan başka bir şey yapmış olmazlar.
Uçsalar da kuş değildirler.
21. Size
rızık verecek olan kimdir? Kimdir o maddî ve manevî, cismanî veya
ruhanî hayatınızın dayanağı olan gıdayı, nasibi size verecek? Şayet O
rızkını keserse, gerek nefsin dışından gerekse nefisten, verdiği
rızıkları kesiverirse, mesela su ve havanızı yahut ışık ve idrakinizi
alıverse bir damla suyu, bir soluk havayı size kim sunabilir? Bir lokma
ekmeği nerde görürsünüz? Haydi diyelim ki bunları size sunmuş olsalar,
ağzınıza soksalar veya siz onları biriktirmiş bulunsanız, o size hazım
kuvveti vermez yahut kalbinizi, cereyanınızı durduruverirse bir yudum
içebilir ya da bir lokma yiyebilir misiniz? Veya orduları besleyebilir
misiniz? O halde rızkınızın rızık vericisiz olmayacağını bilir ve hep
yemeyi düşünürsünüz de niçin o rızkı başkasından bekler, Rahman'ın
mülkünde doğru dürüst iman ile çalışmazsınız; başkasından umar,
tembellik yapar veya zulmeder, kendinizin ve kulların zararına
koşarsınız? Hayır ne kadar doğru yola çağırılsalar ve uyarılsalar
Allah'ın kendilerini iman ve irfan ile rızıklandırmadığı o kâfirler,
isyan ve dikbaşlılıkla vahşet ve firarda, haktan kaçınmada inad
etmektedirler, yan yan gider bir türlü doğru yola gelmezler.
22-23.
O
halde yüz üstü kapanarak yürüyen mi hak gayesine daha iyi erer,
muradına ulaşır? İşte şeytanlıkta, batıl fikir ve inançta giden
kâfirler, nankörler böyle yer yüzünde gözlerini yalnız alçaklığa,
aşağılığa dikerek ve kendilerinden başkasını görmeyerek yüz üstü
sürüne, sürüne giderler. Cehennemde de böyle sürüneceklerdir. Artık
onlar mı daha iyi yoksa iman ve irfan ile doğru bir cadde üzerinde
eğilmeden, dümdüz hakka giden, Allah'ı birleyen dosdoğru müminler mi
daha iyi, daha hidayet üzere olur? Hangi taraftan olmalı? Hangisinin
ardından gitmeli? İnsan olan bir düşünmelidir. Şüphesiz insanlık
hayvanlar gibi yerde sürünmekte, rızkı sadece yerde aramakta değil,
doğru bir yol ve istikametle Hakk'a doğru düpe düz gitmektedir. O halde
insan olanlar yerin omuzlarında yürümek ve yaratıcının rızkından yemek
ve O'nun katına ulaşmak için ilk önce yaratıcının birliğine ve koyduğu
hükümlerine iman ederek ve O'nun gösterdiği delilleri takip ederek
maddeten ve manen doğru ve geniş yollar açmalı ve hakkın semtine
dosdoğru yürümelidir. İşte bu, dosdoğru yol ve hak din olan tevhid
(birlik) yoludur. O yolda düz gitmek de, dosdoğru bir şekilde ahlâk ve
şeriat dairesinde yürümektir. Şu halde bunun gereklerinden ilki,
"Yoldan eza verecek, engelleri, pislikleri kaldırarak" yerin her
tarafına geniş ve temiz yollar yapmak ve oralarda öteye beriye
sarkıntılık etmeksizin dosdoğru olarak edeb ve adaletle yürümektir.
Bunun için Allah Teâlâ Nuh Sûresi'nde geleceği üzere "Allah, geniş
yollar edinip dolaşabilesiniz diye, yeryüzünü sizin için bir sergi
yapmıştır." (Nuh, 71/19,20) buyurmaktadır. Şimdi de bu dosdoğru
yürümenin esası; bu emirlerin bu uyarıların özeti olmak üzere
Peygamber'e hitaben buyuruluyor ki:
De
ki: Ey
bu söze muhatab olan insanlar! Sizi yaratan, yani sizi bu vücutta ilk
dirilten ancak o mülkün sahibi, o ölüm ve hayatı ve bu âlemin nizamını
yaratan o lütufkâr ve herşeyden haberdar olan yaratıcı, O yüce
Rahmân'dır. O'nun dışında hiçbir şey değil, ne şu ne bu, ne babalar
analar, ne şu devlet bu devlet, ne yer ne gök hiçbiri değil, ancak
hepinizi yaratan Allah Teâlâ'dır. Diğer sûrelerde geleceği üzere
tavırdan tavıra o sizi yarattı ve size işitecek kulak, görecek gözler
ve idrak edecek kalbler, gönüller verdi ki siz önce o kulakla
işitilmesi gereken sesleri ve ilmin başı olan Kur'ân âyetlerini, elem
ve kederlere yahut haber ve uyarılara delalet eden sesleri, iniltileri,
figanları, gürültü ve çığırtıları hep birlik kulağı ile dinleyesiniz ve
görülmesi gereken, türlü renk ve manzaraları kapsayan, görüş, akıl ve
tecrübe ile nice ilimlerin ortaya çıkarılmasına yol açacak olan tekvinî
âyetleri (delilleri) göresiniz ve hepsini gönlünüzde duyup idrak
edesiniz de ona göre gereğince iman ve doğrulukla vazifenizi yaparak
onların şükrünü yerine getiresiniz sizler pek az şükrediyorsunuz, o
nimetlerin kıymetini takdir etmiyor, onları veren Allah'a karşı ta'zim
ve ibadet vazifelerinizi yapmıyor, yapsanız da pek az yapıyorsunuz,
yahut pek azınız yapıyor. Bir çoklarınız o nimetlerin ve yaratıcının
kıymetini bilmiyor, yanlış yollarda ve yaratılışlarının aksine olarak
onları boş gayelerde kullanarak israf ediyorsunuz. Gerek yukarıdaki
âyetlerden, gerek "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık"
(Mülk, 67/10) âyetinden ve gerekse bu âyetten anlaşılıyor ki, kulak ve
gözler, akıl ve vicdan, Allah Teâlâ'nın insanlara uzaktan acı veya
tatlı haberler vermek için gönderdiği koruyucu elçilerin en
yakınlarıdır. Kitapların tebligatı, melek ve peygamberlerin haber ve
uyarıları herkese hep bunlar vasıtasıyla ulaştırılırlar. Gerçi dokunma,
tatma ve koklama duyuları da Allah'ın birer habercisidir. Fakat bunlar,
uzak tehlikeleri duyurmaz, en yakından haber verirler, o vakit ise
korunmaya imkan kalmaz. Tehlike veya netice gelmiş çatmış bulunur.
Kulak ve gözler, akıl ve kalb ise en uzaktan haber vererek gelecek için
uygun bir tarzda uyarıda bulunurlar. Bunlardan güzel şekilde istifade
etmek istemeyen ve yalnız dokunma, tatma ve koklama duyuları alanındaki
alışkanlıklara düşkün olanlar "Allah bir şey indirmedi." diye ne
peygamber, ne kitap ne uyarı dinlemez, şeytanların arkasına düşerek
sonunda "Şayet kulak vermiş veya aklımızı kullanmış olsaydık (şimdi) bu
alevli cehennemin mahkumları arasında olmazdık!" (Mülk, 67/10) derler
ve yanarlar.
24.
De ki:
Sizi zerre zerre yaratıp, yerde yayan, çoğaltarak her hangi bir sebeple
şuraya buraya, şu dereye, şu tepeye, şu ülkeye, şu noktaya, şu cemiyete
bu cemiyete dağıtan da ancak, O sizi yaratan Allah'tır. Yoksa ne
gelişir, ne çoğalır, ne büyür, ne dağılır ne de her biriniz bir yerde
bir mevki işgal edebilirdiniz. Sonunda da hepiniz O'nun huzurunda
toplanacaksınız; her nerede olursanız olunuz, her hangi bir noktada,
bir devlet ve toplulukta bulunursanız bulununuz, nihayet O'na
sevkedilip O'nun katında toplanacaksınız. Böyle olmayan hiç bir ferd,
hiçbir cemiyyet yoktur. O halde niçin önce sizi başkası yaratmış,
başkası büyütmüş sonra da ölmeyecek, bulunduğunuz dünyada kalacak,
yahut başkasına gidecekmişsiniz gibi davranıyor, başkalarına kulluk
ediyor, başkalarından korkuyor, nankörlükle bu bayağılıkta kalmak
istiyorsunuz da, O'na gideceğinize iman ederek her hareketinizde O'nun
rızasını gözetip şükrederek O'na gitmek istemiyorsunuz? Demek ki siz
her nerede olursanız olunuz O'ndan kulağınıza, gözlerinize,
gönüllerinize eriştirilen haberleri güzelce, samimiyyetle dinleyip
onlara hıyanet etmeden hareket edecek olsanız hiçbir yerde ölümden
kurtulamayacağınızı ve her nerede bulunursanız yaratıcının yardımıyla
yaşadığınızı ve sonunda O'na gideceğinizi bilir anlarsınız. Ve bu
anlayışla yüzünüzü O'na, O'nun kıblesine çevirip ancak O'ndan korkarak
ve O'na şükrederek hareket edecek olsanız, "Nerede olursanız olun
sonunda Allah sizi bir araya getirir.." (Bakara, 2/148) âyetine göre
hepiniz bir cemiyyet olarak O'nun huzuruna ak yüzle girmiş ve başka
korkuların hepsini atmış bulunursunuz. O sizi her şeyden kurtarır ve
her murada erdirir. O'ndan başka saydıklarınız ve korktuklarınız ise
O'nun elinden sizi kurtaramaz. Olsa olsa bir kaç günlük geçici bir zevk
veya kedere sebebiyyet verebilir, o da Allah'ın izin ve iradesi olursa
yapabilir. Ve nihayet hepiniz ferd ferd veya cemiyyet cemiyyet veya
bütün yer ve gökle birlikte O'na sevkedilir, O'nun huzurunda yeni bir
diriliş, ebedi ceza ve mükafat için toplanırsınız.
25.
Hakikat
böyle iken kulaklar, gözler ve kalblerin kıymetini bilmeyen kâfirler
diyorlar ki: Ne zaman bu vaad? "O'nun huzurunda toplanacaksınız" (Mülk,
67/24) diye yapılan bu toplanma vaadi eğer doğru iseniz. Ey Peygamber!
Ve ey o sözü bize getiren kulağımız ve duyan vicdanlarımız! Eğer
biliyor, doğru söylüyorsanız onun ne zaman olacağını da söyleseniz ya!
26-27. De
ki: O ilim ancak Allah'ın yanındadır. Yani birşeyin mutlak olarak
meydana gelmesini bilmek başka, ne zaman meydana geleceğini bilmek
başkadır. Her şeyin meydana geliş zamanını bildiği gibi, her birinizin
veya hepinizin ne zaman ölüp, ne zaman dirilip toplanacağınızın
tafsilatını da ancak Allah bilir. Ben ise ancak açık bir uyarıcıyım,
sadece onun olacağını açıkça haber vererek sakındırıcı bir haberciyim.
Yoksa yapacak olan ben değilim. Mutlaka vuku bulacağını biliyorsam da
ne zaman meydana geleceğini bilmem. Onu haber vermek, sakındırma haberi
değil bir icra tebliğinden ibarettir.
28.
De ki:
gördünüz ya söyleyin bakalım eğer Allah beni ve benimle beraber olan
müminleri helak etse, Mekke müşrikleri, uyarıların Allah Teâlâ
tarafından olduğuna inanmayıp da, Peygamber'in dünyadaki hayatına
mahsus olduğunu zannettikleri için "şu helak oluverse de kurtulsak"
derlerdi. Fakat bu uyarının öyle zannettikleri gibi Peygamber'in
vefatıyla kesilivermeyeceğini anlatmak üzere böyle buyuruluyor: Eğer
Allah beni ve bütün beraberimdeki müminleri sizin arzu ettiğiniz gibi
vefat ettirip ahirete gönderse yahut da bizi esirgese de size karşı
yardım edip arzunuza rağmen yaşatsa, her iki takdirde de kâfirleri can
yakıcı bir azabdan kurtaracak kimmiş? Demek ki, Allah'tan başka yokmuş,
demek ki Allah'a imandan başka kurtuluş çaresi söz konusu değilmiş, siz
iman etmedikçe ne Peygamber'in vefatından size bir fayda ne de onun
başarısından size bir zarar gelecek değilmiş. Bütün o azab, bu dünyada
kalmak sevdasıyla Allah'ın lütfuna, nimetine karşı olan küfrünüzden ve
nankörlüğünüzden dolayı geliyormuş. İşte sizin hakkınız öyle yakıcı bir
azabtır. Yaşamasını da ölümünü de Allah'tan bilen ve yalnız O'na kulluk
eden bizlerin ise, sonucu ölüm olan geçici bir hayattan daha güzel ve
sırf rahmet olan ebedi bir hayata güle güle gitmekten başka bir gayesi
yoktur.
29.
De ki:
İşte size o azabı, bize bu rahmeti veren Rahmân'dır ki, bizler O'na
iman ettik ve ancak O'na güvenip dayandık, kendimizi O'na verdik, O'na
tevekkül ettik. Biz sizi çoklukla veya diğer bir vasıta ile değil,
ancak O Rahmân'ın yardımıyla yendik ve yeneceğiz. Ey geri kalan
kâfirler! Siz de ileride bileceksiniz ki açık bir sapıklık içinde
bulunan kimmiş? O Rahmân'a iman edip, O'na güvenen ve O'nun yoluna
giden bizler mi? Yoksa geçici dünyaya aldanıp da O'nun uyarı ve
rahmetine küfreden sizler mi? Dünyada hangisi yanlış gidiyormuş?
Sonunda hangisi kaybedecekmiş anlayacaksınız. Bu hitab, hülasanın
neticesinden sonra ortaya konan bir tehdiddir. Bununla beraber insaflı
bir şekilde tebliğ edilmiştir. Hangisinin yanıldığını anlamak için şunu
düşünmek yeter:
30.
De ki:
Gördünüz ya! Kendinizi ve gösterilen yolu bir düşünün, söyleyin bakalım
eğer suyunuz çekiliverse; hayatınızın en önemli ve genel mayası olan su
yeryüzünden hepten çekiliverir de Allah rahmetini tamamen kesiverir,
kaynaklarınız kurursa, yahut beden veya cemiyyetinizin suyu çekiliverir
de o güvendiğiniz dünya hayatınız kuruyuverirse size kim bir akarsu,
bir menba, bir kaynak suyu getirebilir? Hangi ferd, hangi devlet, hangi
fen ve sanat sahibi yeryüzünde veya bedeninizde o hayat mayasını, asıl
maddesini yaratabilir? O Rahmân'dan başka hiç kimse getiremez. Bu artık
en belirgin bir gerçek değil mi? Zira, suyun ne olduğunu anlayanlar ve
"Biz onu hidrojen ve oksijenden elde ederiz." diyecek olanlar da
bilirler ki, o gazlar, o buharlar, o havalar, o asıllar, onları tanıtan
idrakler ve ortaya çıkaracak melekler de, Allah'tandır. Hep O Rahmân'ın
bu âlemde mümine ve kâfire esirgemediği rahmetindendir. Demek ki O
Rahmân'dan başka hayat verecek ve tevekkül edilecek hiçbir varlık
yoktur. Hakikatte öldürecek ve ölüleri diriltebilecek O'ndan başka
kimse yoktur. Demek ki O'ndan, O'nun rahmetinden başkasına dayananlar
ve O'na gitmek istemeyenler Dünya ve ahirette açık bir sapıklık
içindedirler. Ve öyle olduklarını, O'nun bir rahmeti olan o hayat suyu
kesiliverdiği zaman anlayacaklardır. Biz işte O Rahmân'a iman ettik ve
O'nun emrine hiç karşı gelmemek üzere kendimizi hayatta ve ölümde O'na
teslim edip, O'na tevekkül ettik ve nihayet O'na, O'nun mağfiret ve
rahmetine gideceğiz. Böyle inandık ve böyle karar verdik. Dileriz ki
"Mutlak hükümranlık elinde" (Mülk,1) olan O Kâdir, O Aziz ve
Gafûr,
O lütufkâr ve herşeyden haberdar olan, O herşeyi gören yegane yaratıcı,
yegane Rahmân olan Rabbımız Teâlâ bizi bu yoldan şaşırtmasın,
şeytanlara uydurmasın, imanımızı muhafaza buyursun da iyi huylar,
yararlı işlerle güzel sona nail eylesin, bağış ve rahmetine ulaştırsın
. Hamd âlemlerin Rabbı Allah'adır.