|
1-
O
kimseler ki küfredip Allah yolundan yüz çevirmekte yahut men
etmektedirler.
SADDÛ:
Yüz çevirmek, aldırmamak mânâsına mastarından lâzım yahut da men etmek,
çevirmek mânâsına 'den müteaddi olabilir. İkisiyle de tefsir
edilmiştir. Keşşaf haşiyesi Keşf'te der ki: Birincisi daha açıktır.
Çünkü: "De ki işte benim yolum budur. Basiretli olduğum halde Allah'a
davet ederim." (Yusuf, 12/108) buyurulduğuna göre Allah yolundan sapmak
Muhammed (s.a.v)'in getirdiği doğru yoldan yüz çevirmektir. İkinci
âyette: "Ve o kimseler ki iman etmekte ve salih salih ameller işlemekte
ve Muhammed'e indirilene inanmaktadırlar." buyurulmasına karşılık
şekliyle uygun olan da budur. Gerçekten bu iki âyetin getirilmesi
kâfirlerle müminlerin ve özellikle Hz. Muhammed'e indirilene, gereği
gibi iman edenlerle etmeyenlerin bir mukayesesini göstermesi itibarıyla
bu karşılık önemlidir. Âyetin iniş sebebi Mekke müşrikleri olmakla
beraber mânâ geneldir. Yani Mekke müşrikleri gibi küfredip de Allah
yolundan Muhammed (s.a.v.)'in davet ettiği hak İslâm dininden yüz
çevirenlerin Allah amellerini boşa gidermektedir. Mesailerini,
çalışmalarını, yaptıkları iyi işleri hedefine isabet ettirmeyip boşa
çıkarmaktadır.
2-
Buna karşılık Ve onlar ki iman edip salih işler yapmakta ve Muhammed'e
indirilene iman etmektedirler. Yani burada imandan maksat özellikle
Muhammed (s.a.v)'e indirilen kitap ve şeriata imandır. Çünkü
Rablerinden gelen hak odur. Allah yolunu hakkıyla beyan eden ve
Allah'dan geldiğine hiç şüphe olmayan hak kitap ancak odur. Diğerleri
kısmen bozulmuş, kısmen de neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olmakla,
Kur'ân'ın tasdiki ile birlikte bulunmayanlar hak değildir. Onun için
istenen iman ona imandır. Bu şekilde ona hakkıyla iman edip de
gereğince salih amellere çalışan müminler Allah kendilerinden
kabahatlerini keffaretleyip örtmekte ve yüreklerini, hal ve durumlarını
düzeltmektedir. Kâfirler boşuna çalışırken, bunlar düzen ve intizam
içinde günden güne ilerleyip fikir ve kalplerini düzeltmekte ve
işlerinde ileri gitmektedirler. Mekke'deki kâfirlerle Medine'deki
müminlerin hali karşılaştırılınca bu tecrübe ile sabit olduğu gibi
bütün tarihte de imanlarında salih olan müslümanların hali böyle
olmuştur. Şu halde her ne zaman bunun aksi görülmüşse müslümanların
iman ve dürüstlüklerinin bozulmuş olmasındandır.
3- O,
öyle olması, yani kâfirlerin taşkınlığı, müminlerin dürüstlüğü şu
sebepledir ki: Küfredenler batıla tabi olmuşlar, Allah yolundan kaçınıp
hevalarına, keyiflerine uyarak boş ve gelip geçici maksatlar peşinde
koşmuşlar, iman edenler ise Rabblerinden gelen hakka tabi olmuşlardır.
İşte Allah insanlara mesellerini böyle getirir. Her kavmin alemde mesel
olacak iyi veya kötü sonuçlarını kendilerine bu şekilde yapıştırır,
kılıklarını yüzlerine böyle çarpar. Batıl peşinde koşanların meselleri
şaşkınlık, hakka tabi olanların meselleri de kalp, dürüstlüğü ile
başarı olur.
4-
Öyle olunca o küfredenlerle savaşla karşılaştığınız vakit. Hemen
boyunlarını vurmaya bakın. "Boyunlarının köküne vurun da vurun,
öldürün. Ta onların kuvvetlerini kırdığınız zaman, yani çok kırıp
ordularının yarasını derinleştirdiğiniz, iyice alt ettiğiniz zaman,
bağı sıkı basın, kalanlarını sağlam bağlayıp esir edin. Sonra da artık
ya azad, ya fidye, yani muhayyersiniz ya lütfeder salıverirsiniz, yahut
can bahası bir kurtuluş fidyesi alırsınız. Terdîd (iki ihtimalle
anlatma)de aslolan gerçek ayrım olacağı için bu terdîdin zahiri, esir
alındıktan sonra ya azad, ya fidyeden başka bir şey yapılamayacağını
gösterir. O halde tutulan esiri öldürmek veya köle etmek nasıl caiz
olur? Bundan dolayı Hasan-ı Basrî hazretleri gibi bazıları esir
tutulduktan sonra öldürülmeyeceğini söylemişlerdir. Rivayet olunur ki
Haccac'a böyle bir takım esirler getirilmişti. Hacac onlardan birini
öldürülmesi için İbnü Ömer (r.a) hazretlerine gönderdi, İbnü Ömer
hazretleri dedi ki; bize böyle birşey emredilmedi, Allah Teâlâ ancak ta
onların kuvvetlerini kırdığınız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık
ya azad ya fidye, buyurdu. Fakat çoğunlukla âlimler demişlerdir ki İmam
(devlet başkanı) muhayyerdir.
1)
Müslüman olmadıkları takdirde dilerse öldürür. Çünkü Hz. Peygamber
(s.a.v) Ukbe b. Ebi Muayt'ı ve Tuayme b. Adiyy'i ve Nadr. b. Haris'i
sabren katletti, bununla beraber imamın (devlet başkanının) emri
olmaksızın gazilerden birinin, esiri kendiliğinden öldürmesi caiz
olmaz. Esirin kötülüğünden korkmak gibi zorlayıcı bir sebep olmaksızın
öldürmüş bulunursa imam onu cezalandırır.
2)
İmam dilerse köle yapar, çünkü bunda hem kötülüklerinin ortadan
kaldırılması, hem de İslâm'ın menfaati vardır.
3)
Dilerse hürriyetleri saklı olmak üzere müslümanlara zimmi olarak
bırakır. Nitekim Hz. Ömer Irak'ın sevad halkını öyle bırakmıştır. Ancak
Arap müşriklerinin zimmî olmaları da kabul edilmez. Köle yapılmaları da
caiz olmaz. Mürtedler gibi ya ölüm ya İslâm teklif edilir.
4)
Müfâdat; yani esirleri esirlerle değiştirme. İmam-ı Azam Ebu Hanife'den
bir rivayette caiz görülmemiş ise de Siyer-i Kebir'in rivayeti olan
daha zahir bir rivayette caizdir. Ebu Yusuf, Muhammed, Şafiî, Malikî,
Ahmed İbnü Hanbel'in görüşleri de budur. Resulullah (s.a.v)'in iki
müslümanı iki müşrik fidyesi ile kurtardığı rivayet olunur. Hatta bir
kadın ile bir çok müslüman esirlerini kurtardığı da rivayet olunmuştur.
5)
Müfâdat bilmal (mal karşılğı esirleri değiştirme). Hanefi mezhebince
meşhur olan, caiz görülmemiştir. Çünkü bunda düşmana para ile asker
kazandırmak vardır. Bedir'de bu şekilde alınan fidyelerden dolayı Enfal
Sûresi'nde "Hiçbir peygamber için harp sahasında düşmanı iyice ezinceye
kadar esirler almak uygun değildir. Siz dünya malını istiyorsunuz Allah
ise Ahireti kazanmanızı istiyor. Allah çok güçlüdür hüküm ve hikmet
sahibidir. Eğer daha önce Allah'tan gelmiş bir hüküm bulunmasaydı
aldığınız fidyeden dolayı size mutlaka büyük bir azap dokunurdu.
(Enfal, 67-68) âyetiyle kınama gelmiştir. Bununla beraber Siyer-i
Kebir'de müslümanlarda ihtiyaç olunca bir sakınca yoktur der. Dürer'de
de mal karşılığı esirleri serbest bırakmak savaş bitmeden caiz olursa
da savaş tamam olduktan sonra caiz olmaz diye zikredilmiştir. Yani
meşhur olan yorum budur. Bu mânâ "Harp ağırlıklarını atıncaya kadar."
(Muhammed,4) kaydından anlaşılmış olsa gerektir.
6)
Menn, yani hiçbir şey almaksızın karşılıksız darulharbe salı vermek
mânâsına azad, Ebu Hanife, Malik, Ahmet b. Hanbel mezheplerinde caiz
görülmüştür. Fakat İmam Şâfiî buna da cevap vermiştir. Çünkü Resul-i
Ekrem (s.a.v) Bedir esirlerinde bir takımına lütfetmiştir. Ki bunlardan
birisi Ebul Âs b. Ebirrebi idi. Şöyle ki, Mekke halkı esirlerini
kurtarmak için fidyelerini gönderdiklerinde Resulullah'ın kızı Zeynep
de kocası olan Ebul As'ın fidyesini göndermişti. Bunun içinde bir
gerdanlık vardı ki bunu Zeynep Ebul As'a gelin olurken annesi Hz.
Hatice (r.anha) takmıştı. Resulullah bunu görünce şefkatinden dolayı
çok müteessir oldu. Bunun üzerine Resulullah ashabına bunun
gönderdiğini kendisine iade edip de esirini serbest bırakmayı uygun
görürseniz yapın dedi. Onlar da onu memnuniyetle yaptılar.
Resulullah'ın bunu salıverirken Zeyneb'i boşamasına dair söz aldığını
da rivayet ederler. Aynı şekilde Resulullah (s.a.v) Yemâme halkının
efendisi Sümame b. Esal b. Numan el-Hanefi'yi de karşılıksız serbest
bırakmıştı ki o sonra güzel bir müslüman oldu. Bir de Buhari'de sabit
olduğu üzere şöyle buyurmuştur. Mutim b. Adiy sağ olsa da şu kokanlar,
yani Bedir esirleri hakkında bana söyleseydi ben onları hemen
bırakıverirdim. Bu hadis de karşılıksız serbest bırakmanın caiz
olduğunu gösterir. Çünkü caiz olmasa peygamber "yapardım" demezdi
bunlardan başka, İmam Şafiî, bir de bu "Sonra da artık ya karşılıksız
azad ya fidye" âyetini de delil getirmiştir. Gerçi bazılarını dediği
gibi burada karşılıksız serbest bırakma fidye olmadığı halde öldürmemek
mânâsına yorumlandığı takdirde gerek kölelik ve gerek zımmi olarak
hürriyetiyle bırakmayı içine alacağı gibi, mutlak azad etmek mânâsına
yorumlandığı takdirde de zimmi olarak kalması şıkkını da içine alırsa
da bunların hiçbirisi karşılıksız olarak memleketine iadesi mânâsına
engel olmaz. Bu mânâyı da öncelikle içerir. Şu halde bu âyete karşı
serbest bırakmayı neshedecek (hükmünü kaldıracak) bir delil
bulunmadıkça İmam Şafiî'nin dediği gibi karşılıksız serbest bırakmak
şüphesiz caiz olur. Suyutî'nin Dürrü Mensur'da zikrettiğine göre İbnü
Abbas, Katade, Dahhak ve Mücahid'den bu âyetin bundan sonra nazil olmuş
bulunan Tevbe Sûresi'ndeki âyetlerle neshedilmiş olduğu rivayet
edilmiştir. İbnü Cerir de der ki: Âlimlerin bu "Onları iyice
altettiğiniz zaman bağı sıkıca basın, sonra da artık ya karşılıksız
azad ya fidye" âyetinde ihtilaf ettiler. Bazıları dediler ki; mensuhtur
(hükmü kaldırılmıştır). onu "Müşrikleri nerde bulursanız öldürün."
(Tevbe, 9/5) ve "Onları harpte yakalarsan arkadakilerini onlarla
ürküt." (Enfal, 8/57) âyetleri neshetmiştir. İbnü Cüreyc'ten ve
Süddî'den âyeti neshetti diye rivayet edilmiştir. Katade'den âyeti
neshetti diye rivayet edilmiştir. İbnü Abbas'dan "Küfredenlerle
karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurmaya bakın, kuvvetlerini
kırdığımız zaman bağı sıkı basın, sonra da artık ya azad ya fidye"
âyetinde fidye neshedilmiştir. Bu âyeti "Haram aylar çıktığı zaman
artık o müşrikleri nerede bulursanız öldürün, yakalayın, esir edin,
hapsedin ve bütün geçit başlarını tutun." (Tevbe, 9/5) âyeti neshetti.
Berâe Sûresi'nden ve haram ayların çıkışından sonra müşriklerden
hiçbirinin ne anlaşması, ne de dokunulmazlığı kalmadı. Dahhak'dan
"Artık bundan sonra ya azad ya fidye" hükmü neshedilmiştir. "Haram
ayları çıktığı zaman müşrikleri nerede bulursanız öldürün." (Tevbe,
9/5) âyeti onu neshetti. Berâe Sûresi'nden sonra müşriklerden
hiçbirinin ne andlaşması, ne zimmî olarak kabul edilme hükmü kalmadı.
Fakat diğer bir takımları da bu muhkemdir, neshedilmemiştir. Esiri
öldürmek caiz olmaz ancak azad veya fidye karşılığı serbest bırakmak
caiz olur, demişlerdir. Yukarıda nakledildiği üzere İbnü Ömer
hazretleri bize öldürme emredilmedi. "Artık bundan sonra ya azad, ya
fidye" demiştir. Atâ, müşrikin sabren öldürülmesini mekruh görür, bu
âyeti okurdu: Hasen demiştir ki; esirler öldürülmez ancak savaşta
onlarla düşmana ordu heybetli gösterilir. Ömer b. Abdulaziz erkeği
erkeğe fidye yapardı. Ve Hasan bir mal karşılığı esirleri serbest
bırakmayı mekruh görürdü. Taberî bunları naklettikten sonra der ki:
Bence doğru olan, bu âyet mensuh değil muhkemdir. Çünkü neshedenle,
neshedilen, aynı durumda hükümlerinin birleştirilmesi mümkün olmayan
yahut birinin diğerini neshettiğine kesin delil bulunan şeydir. Halbuki
azad ve fidye ve öldürmede Resulullah'a ve ondan sonra ümmetin işlerini
yönetmekte olanlara muhayyerlik verildiği inkâr edilmemektedir. Gerçi
bu âyette öldürme zikredilmemiş ise de diğer âyette "Müşrikleri
bulduğunuz yerde öldürün." (tevbe, 9/5) diye öldürmeye izin
verilmiştir. Resulullah da öyle yapmış, harp edenlerden elinde esir
bulunanı bazen öldürmüş bazen fidye karşılığı serbest bırakmış, bazen
de azad etmiştir. Bu âyette özellikle azad ve fidyenin zikredilmiş
olması ise yukarıdan beri geçen âyetlerde öldürme emir ve izinlerinin
tekrar, tekrar geçmiş olmasındandır. Görülüyor ki Taberî'nin bu
açıklamasına göre "artık bundan sonra ya azad ya fidye" muhayyerliğinin
mutlak oluşu öldürmeye delalet eden diğer âyetlerle kayıtlanmış oluyor.
Halbuki fıkıh usulünde bilindiği üzere mutlakın kayıtlanması mukarin
(beraberindeki hüküm) ile olursa tahsis, daha sonra gelen bir şey ile
olursa bir nesih mânâsını içerir. Berâe âyetleri de iniş itibarıyla
sonradan olduğu için bu çözüm şekli demek ki İbnü Abbas'ın dediği gibi
bir nesih olduğunu itiraftan başka birşey değildir. Nitekim
Hanefilerden birçokları nesih olduğunu söylemişlerdir. Onun için
Ebu's-Suud şöyle der: "Yani bundan sonra ya bir iyilik yapıp azad
edersiniz ve yahut da bir fidye alırsınız." Mânâ ise öldürme, köle
yapma, azad etme, fidye alıp serbest bırakma arasında muhayyerliktir.
Bu muhayyer bırakma Şafiîlere göre sabittir. Bizim mezhebimizde ise
neshedilmiştir, demişlerdir ki bu Bedir günü nazil oldu sonra
neshedildi, hüküm ya öldürme ya köle yapmaktır. Mücahid'den de bugün
azad ve fidye yoktur. Ancak islâm veya boynu vurmak vardır, diye
rivayet edilmiştir. Fakat unutulmaması gerekir ki, Mücahid'den rivayet
edilen bu hüküm Arap müşriklerine mahsustur, Hanefilerden Allâme İbnü
Hümam Hidaye Şerhi'nde der ki nesih sözlerine karşı şu söylenebilir:
Berâe Sûresi'ndeki öldürme emri esirlerin dışındakiler hakkındadır.
Delili de onlar hakkında köle yapmanın caiz oluşudur. Bundan anlaşılır
ki emredilmiş olan öldürme esirlerin dışında kalanlar hakkındadır.
Bununla birlikte bu köle yapma işi Arap esirlerinin dışındakilerdedir.
Bu geniş açıklamadan sonra biz şu kanaate gelmek istiyoruz ki Muhammed
Sûresi'nin en güzel ve en önemli hükümlerinden olan bu âyet, esas
itibarıyla sabittir. Bununla Berâe Sûresi'ndeki âyetler arasında bir
nesihten çok, bir tefsir ve açıklama farkı bulabiliriz. Bir defa en
fazla ileri sürülen "Haram aylar çıktığı zaman müşrikleri nerede
bulursanız öldürün." (Tevbe, 9/5) âyeti ile buradaki "Küfredenlerle
karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." âyeti arasında öldürme
emri bakımından çelişki değil bir uyum vardır. "Öldürün" ifadesi ne ise
"boyunlarını vurun" ifadesi de odur. Yine Enfal Sûresi'ndeki "Hiçbir
peygamber için yeryüzünde ağır basmadıkça esirleri bulunması doğru
değildir." (Enfal, 8/67) âyeti de buradaki "Onların kuvvetlerini
kırdığınız zaman" ifadesinin bir açıklamasıdır. Yalnız "Onları harpte
yakalarsan arkadakilerini onlarla ürküt." (Enfal, 8/57) âyetinde azad
ve fidyeye ters düşecek bir özellik var gibidir. Fakat Hasan-ı
Basri'nin harpte düşmana heybetli görünülür, dediği bu mânâyı da
onların kuvvetini kırma mânâsı içinde düşünmek mümkündür. Bu şekilde
görülüyor ki burada önce kuvvetlerini kırma işi elde edilinceye kadar
boyunlarını vurma emrediliyor. Boyun vurmaktan maksadın da yalnız boynu
vurmak değil, şiddetli bir şekilde öldürme olduğu bilinmektedir.
Kuvveti kırmadan çok, öldürme ile düşman ordusunu derinden yaralamak,
ezmektir. Bu da imamın, kumandanın takdir edeceği bir durumdur. Şu
halde bu gayenin elde edilişine kadar öldürme emredilmiştir. Esir
tutulduktan sonra da bu gayeyi gerçekleştirmek mânâsına ilave olarak
öldürmeye izin verilmiş olmalıdır. Ondan sonradır ki "bağı sıkı basın"
emri verilmiştir. Bunda sadece tutup yakalamaktan fazla bir şiddet
mânâsı vardır ki köle yapmaya da muhtemel olabilir. Bununla beraber
zahiri yakalayıp tutmaktır. Ondan sonra da ya azad ya fidye
denilmiştir. Azad etmek ve fidye, köle yaptıktan sonra, karşılıksız
olarak veya bir karşılıkla serbest bırakmak ve azad etmeye de muhtemel
olmakla beraber azad, darülharbe dönmekle zimmi olma arasında serbest
olmak üzere hürriyeti iade, fidye de mal veya müslüman esirler ile
mübadeledir. edatı ile terdîd (iki şey arasında muhayyer bırakmak)in,
köle yapmak bakımından birleştirilmesine mani olması düşünülür ise de
gerçek olması asıldır. Biz burada şu mütalaada bulunuyoruz: Kur'an'ın
birçok yerlerinde diye, "milki yemin, (eliniz altında bulunanlardan)"
tabiriyle hep işaret yoluyla köle yapmaya cevaz ve müsaade verilmiş
olduğunda şüphe yok ise de hiçbir yerinde buna teşvik eden bir emir
gelmemiştir. "Öldürünüz" "Onlarla savaşın ki Allah sizin ellerinizle
kendilerine azap etsin, onları rüsvay etsin, onlara karşı size yardım
etsin ve mümin bir kavmin yüreklerine sevinç versin." (Tevbe, 9/14)
gibi emirler bulunmakla beraber köle yapmak, köle edinmek için emir
yoktur. Bilakis "Allah'ı bırakıp bana kul olun."
(Ali
İmran, 3/79) demek yasaklanmıştır. Bundan şu sonuç çıkar ki, Kur'an
köle yapma usulünü kaldırmamış ise de teşvik de etmemiştir. Onun için
müslümanlar köle yapmayı terk etmekle günahkâr olmazlar, onun için
burada da açıkça ifade etmeyip zahiri azad ve fidyeye tahsis etmiştir.
Biz Kur'an'ın tertibinin de tevkifî (Allah tarafından) olması görüşünde
olduğumuz için bu âyetin burada zikredilmesini de hikmetten uzak
bulmuyoruz. Allah daha iyisini bilir, bunun hikmeti gelecekte köle
yapmanın bırakılmasının daha uygun olacağını hatırlatma olsa gerektir.
Yani bu âyet tam zamanımızdaki hükümdür.
Düşmanın
kuvvetini kırdıktan, bağı sıkı bastıktan sonra ya azad ya fidye, "ta
harp ağırlıklarını atana kadar" ifadesi yakınlığı itibarıyla ve gayesi
gibi görünürse de 'in veya ' in yahut da toplamının gayesi de olabilir.
En uygunu ve en yakını kelamın tamamına gaye olmasıdır. Sonra buradaki
'in elif lâmında ahîd veya cins olmak üzere iki mânâ vardır. Ahd olduğu
takdirde de iki mânâ muhtemeldir. Birisi özellikle muayyen bir ahdi
ferdî olmasıdır ki buna bazıları Bedir harbi demişlerdir. Bu durumda
"Küfredenler" belirli kâfirler demek olur. Fakat böyle nüzul sebebine
tahsisi, genel kaidemize uygun değildir. Diğeri de başlanmış olan harp
demektir ki; "Düşmanla karşılaştığınız zaman" ifadesinden anlaşılan
ahiddir. Yukarı da Dürer'den naklettiğimiz mesele bu iki mânâya göre
fida'nın gayesi olmasına bağlıdır. Cins mânâsına olduğu takdirde genel
olarak harp cinsini ifade eder. Harbin ağırlıkları, aletler ve
edavatları, yahut sıkıştırma ve sorumlulukları, yahut harbe sebep olan
şirk ve cinayetler demek olabilir. Dolayısıyla mânânın özü şu üç
şekilde toplanabilir: Bilinen müşriklerle başladığınız o malum olan
Bedir harbi bitene kadar, yahut herhangi kâfirlerle başladığınız harp
bitene, harbe katılanlar silahı bırakana kadar, yahut harp dünyadan
kalkana kadar, yani o müşriklerin kuvvetleri sönüp de harp ihtimali
kalmayana kadar, yahut bütün insanlık aleminde İslâm'ın gayesi olan
genel bir barış meydana gelene kadar ki bazıları buna İsa'nın inişine
kadar, demişlerdir. Bunda harbi kaldırmak için çalışanlara bir ümit
vardır. Buna göre "Cihat, kıyamet gününe kadar devam edecektir."
hadisinde ya cihadın harbden daha genel mânâda yahut kıyametin daha
özel bir mânâda tevil edilmesi gerekecektir. Diğer bir ihtimal de bu
hadisin zahirine uygun olmak üzere "Harp ağırlıklarını atana kadar"
ifadesi kıyamete kadar demek olabilir. Nitekim, Alûsî'nin naklettiği
üzere Seleme b. Nüfeyl'den rivayet edilen bir hadiste
"Yecüc
ve mecüc çıkıncaya kadar harp ağırlıklarını atmaz." şeklinde varid
olmuştur. Burada şöyle bir soru hatıra gelebilir. Cenabı Allah sevgili
peygamberi Muhammed (s.a.v)'i gönderdikten sonra artık bu savaşlara ne
gerek vardı, bir mucize ile kâfirleri kahrediverse olmaz mıydı? Buna
karşı buyuruluyor ki: Eğer Allah dileseydi, onlardan yani o küfredip
Allah'a yolundan sapanlardan veya men eden kâfirlerden öcünü,
intikamını alıverirdi, herhangi bir helak sebebiyle helak ediverirdi.
Mesela yere geçiriverir, volkan yapar, suya garkeder, salgın halinde
ölüm verir. Fakat bazınızı bazınızla imtihan etmek için, öyle savaş ve
vurma emrini verir. Yani mucize ile, zorla yapmak için değil, şeriat ve
kanun ile emir vermek suretiyle yapmak ve insanları birbirleriyle
savıpAllah
yolunda
mücadele edenleri sevaba erdirmek için bu emirleri veriyor. Fakat bu
durumda yalnız kâfirler vurulmuş olmuyor, müminlerden de birçokları
öldürülmüş oluyor, denecek olursa, buyuruluyor ki:
Allah
yolunda öldürülenlere gelince Allah onların amellerini, çalışmalarını,
o yoldaki fedakârlıklarını asla boşa gidermez. Hedefinden şaşırmaz,
5-
onları ilerde, muradlarına erdirir. Ve durumlarını düzeltir, ruhlarını
şad eder.
6- Ve
kendilerini cennete koyar. O halde ki onu o cenneti onlar için tarif
ederek, yani "arf" ile, güzel kokularla donatarak yahut tanıtarak
koyar. Ki bu tarifin hem dünyada hem de ahirette olan kısmı vardır.
Dünyada onlara iman ile cennetin güzelliğinin zevkini duyurur. Öyle bir
aşk verir ki o zevk ve aşk ile o yolda cihat ederler. Ve o aşk ile
cennetteki makamlarına ererler. İbnü Ebi-Hatim'in rivayetine göre
Mukatil demiştir ki bize şöyle ulaştı: Dünyada şahsın amelinin
muhafazası ile görevli olan melek cennette onun önünde gider. Şahıs da
onu ta makamının arkasına kadar takip eder. Giderken melek ona Allah
Teâlâ'nın cennette verdiği şeylerin hepsini ona tarif eder. Nihayet
makamının arkasına varınca şahıs konağına ve eşlerinin yanına girer.
Melek döner, Kur'an'da bunun bir delili de "Biz gerek dünya hayatında
ve gerekse ahirette sizin dostlarınızız, (Fussilet, 41/31) âyetidir.
7- Ey
iman edenler siz Allah'a yardım ederseniz, Allah Teâlâ kendisi
ihtiyaçtan münezzeh yardımcı olduğu için burada Allah'a yardım ifadesi
emrini tutmak dinine ve Resulüne yardım etmek mânâsından mecazdır.
Bunun asıl nüktesi şudur: Dinî fiiller zorla değil, kulların
iradeleriyle yapılması matlub olan ihtiyarî yani isteğe bağlı
fiillerdir. Onun için kulun cüz'î iradesi harekete geçmeden istenen
netice ve sevap meydana gelmez. O hususta ilâhî irade kulların niyet ve
isteklerine bağlıdır. İşte bu şekilde Allah'ın emirlerini yerine
getirmek için kulların cüz'î iradelerini sarfetmekle yapacakları
hizmetlerine, Allah'a yardım denilmiştir ki isnadda mecaz, yahut
istiaredir. Yani imandan sonra siz, Allah'ın emirlerini yerine
getirmek, rızasına ermek için size şart kılmış olduğu niyet ve
gayretlerinizi sarfetmek suretiyle dinine hizmet edersiniz. Allah size
yardım eder, sizi düşmanlarınıza galip ve muzaffer kılar. Ve
ayaklarınızı sıkı bastırır. Savaş alanlarında, cihad mevkilerinde
ayaklarınızı kaydırmaz ve metanetle sizi üstün kılar.
8-
Küfredenlere ise artık yıkım onlara. kelimesi, aslında ayak kayıp
yüzükoyun, yahut tepesi üstü düşüp yıkılmak ve kalkamayıp helak
olmaktır. Kamus'ta der ki: Helak olmak, kaymak, düşmek, şer, uzaklık,
düşüş mânâlarına gelir. İfadesi kahrolası, canı çıkası veya canı çıksın
gibi beddua yerinde de mesel halinde kullanılır. Burada müminlere
ayaklarını sağlam bastırma vaadine karşılık kâfirlere yıkım ile
tehdittir.
9- Ve
bütün amellerini, çalışmalarını şaşırtmış, boşa gidermiştir. Bu, yıkım
ve boşa giderme, şu sebepledir ki onlar Allah'ın indirdiğinden
hoşlanmamışlardır. Dolayısıyla açıklandığı üzere iradelerini sarfetmek
suretiyle Allah'ın dinine hizmet ve yardımda bulunmayıp aksine
gitmişlerdir. Onun için Allah da onların amellerini boşa gidermiş,
heder etmiştir.
10-
Yeryüzünde bir gezmediler mi? Baksalar ya kendilerinden öncekilerin
sonu ne olmuş! Bu âyet, yıkılmış, çökmüş olan kavimlerin eserlerini ve
harabelerini düşünmek suretiyle maziden ibrete davettir. Çünkü gerek
Arabistan'da ve gerek diğer yerlerde olsun batmış milletlerin
akibetleri, yerleri ve izleri gözden geçirilse görülür ki Allah onların
üzerlerine helak yağdırmıştır. Bütün özelliklerini imha etmiştir. O
kâfirlere de onun, o akıbetin benzerleri yaraşır. O helak olan
kâfirlere uğradıkları o felaket hak olduğu gibi onlar gibi inkâr edip
de Allah yolundan ayrılan beriki kâfirlere de yaraşan odur. O sonucun
benzerleri yine onun gibi helak ve yıkımdır. Emsal (benzerleri)
ifadesinin çoğul gelişi müteaddit olması itibariyledir. Görülüyor ki bu
"benzerleri" ifadesi özellikle dikkati çekmek için elif fâsılası ile
gelmiştir ki, ikincisi "Yoksa kalpler üzerinde üst üste kilitleri mi
var?" (Muhammed, 47/24) ifadesi olacaktır. Yukarıda "Harp ağırlıklarını
atana kadar" âyetinde de bir fasıla sayıldığı takdirde ise üç olmuş
oluyor. Demek ki bunlar Kıtal (Muhammed) Sûresi'nin özellikle kulak
verilecek âyetleridir.
11-Yine
böyle o, kâfirlere o benzeri sonuçların hak olması şu sebepledir ki
Allah iman edenlerin dostu, yardımcısı, velîsidir. Kâfirlerin ise dostu
yoktur. Allah'ın azab ve cezasından kurtaracak hiçbir velîleri,
yardımcıları yoktur. "Mevlâ" kelimesi burada velî ve yardımcı
mânâsınadır. Mâlik (sahip) mânâsına da gelir. Nitekim "Sonra onlar hak
olan mevlalarına, Allah'a iade edilirler." (En'am, 6/62) âyetinde
öyledir. Şu halde iki âyet arasında bir zıtlık var zannedilmesin, yani
Allah müminin de kâfirlerin de, bütün kulların mâlikidir. Fakat "Allah
müminlerin dostudur." (Âl-i İmran, 3/68) âyetinin mânâsınca müminlerin
dostu ve yardımcısıdır. Kâfirlerin değil. "Eğer siz Allah'a yardım
ederseniz, O da size yardım eder." şartına ancak müminler sadakat
gösterir. Bu aslın hüküm ve neticesini açıklama hususunda buyuruluyor
ki:
12-
Şüphesiz Allah iman edip salih amel işleyenleri koyacak, Allah
Teâlâ'nın, velayetinin ahirette hüküm ve neticesini beyan ve sebebini
izahtır. Yani velayetin, yardımın sebebi zikrolunduğu üzere Muhammed'e
indirilene iman ve "Eğer siz Allah'a yardım ederseniz O da size yardım
eder." ifadesince salih amel olduğu gibi imanın şartında özellikle
ahirete iman meselesi de vardır.
Altlarından
ırmaklar akan cennetlere, o ırmakların biraz sonra temsili
anlatılacaktır. O küfredenler ise zevklerine bakar, dünyadan birkaç gün
nasip almaya çalışır ve hayvanlar gibi yerler. Yani hayatı sırf dünya
hayatı ve cismanî hayat bilir, ahiretini, mevlasını düşünmez, sırf
karnını şişirmekle meşgul olur. Onun için Allah kendilerine velî olmaz.
Ateş de kendilerine yegâne bir ikamet yeri olur. Onlara göğün kapıları
açılmaz. "Ve deve iğne deliğinden geçinceye kadar cennete giremezler."
(A'raf, 7/40) âyetinin mânâsına muhatap olurlar. Ve Allah'ın azabından
kurtaracak hiçbir sahip ve koruyucu da bulamazlar.
13-
Seni çıkaran şehirden daha kuvvetli ne şehirler vardı ki, yani
Mekke'dir ki maksat şehir halkıdır. Mekke müşrikleri "Peygamberi
çıkarmağa karar verdiler." (Tevbe, 9/13) âyetinin ifadesince peygamberi
çıkarmak fikrinde bulundukları ve suikast tertipleriyle peygamberin
hicretine sebep oldukları için çıkarma işi onlara nisbet edilmiş ve
böylece küfürlerinden bir safha anlatılmıştır. (Olayın gelişmesi
hakkında Enfâl Sûresi'nde geçen "Hani o küfredenler seni tutup
hapsetmek veya öldürmek yahut Mekke'den çıkarmak için sana tuzak
kuruyorlardı. Onlar tuzak kuruyorlardı ama Allah da karşılığını
kuruyordu." (Enfâl, 8/30) âyetinin tefsirine bkz.)
Sûrenin
baş tarafında geçtiği üzere bu âyetin hicret esnasında nazil olduğuna
bir rivayet vardır. Bununla beraber peygambere bir vaad ve teselli
içeren bu âyetten zahir olan şudur ki; bu sûrenin iniş sebeplerinden
başlıcası Mekke'nin fethine hazırlama olmuştur. Asıl maksat şehrin
kendisi değil halkı olduğunu açıklamak için buyuruluyor ki: Biz onları
helak ettik, öyle daha kuvvetlilerini helak edince berikiler haydi
haydi helak edilme durumunda kalır. Helak ettik de onları bir kurtaran
bulunmadı. Hâlâ da yoktur. Bu zamiri de helak edilen şehir halkına
gönderiyorlar. Ve halin hikâyesini yapıyorlar. Kendi kendilerini
kurtaramadıkları gibi bir yardımcı vasıtasıyla da kurtulamadıklarını
beyan ile da vasıta ile olanı doğrudan doğruya olana atfediyorlar.
Fakat bu nın neticesi olarak bu zamirin peygamberi çıkaran şehir
halkına gitmesini daha uygun buluyoruz. Yani daha kuvvetli birçok
şehirlerin helakinden anlaşılır ki seni çıkarmak isteyen o Mekke
kâfirlerini kurtaracak bir yardımcı yoktur. Mekke helak edilmeyecek,
fakat orada küfredenler bırakılmayacaktır. Mekke fethedilecektir.
14-
Rabbinden bir delil üzerinde bulunan kimse hiç o kötü ameli kendine
süslü gösterilmiş de heva ve hevesleri ardına düşmüş kimseler gibi olur
mu? Bu ifade iki tarafın durumlarını bir karşılaştırmadır. Delil
üzerinde olan peygamber ve ona tabi olan müminler, hevalarına uyanlar
da onlara zıt giden kâfirlerdir.
15- O
korunan müttakilere vaad edilen cennetin temsili "Altlarından ırmaklar
akan cennetler." diye cennetin altından aktığı anlatılan ırmakların
burada da bir tefsiri vardır. Müttakiler denilmiş ve bu şekilde şu
anlatılmıştır: Dinden asıl maksat takvadır, iman ve salih amel de takva
cümlesindendir. Esası vacip olan fiilleri yapıp, kötülüklerden
kaçınarak, Allah'ın himayesi altına girip, azabından korunmaktır. Yani
"Allah, iman edip salih amel işleyenleri altlarından ırmaklar akan
cennetlere koyar." âyetinin ifadesince Muhammed'e indirilene iman edip
salih ameller yaparak korunan müminlere vaad olunan cennetin temsili,
temsil yoluyla acaip bir halinin tasviri şudur: Orada ırmaklar var.
Öyle bir sudan ki bozulması yok, bayatlamaz, tadı bozulmaz, kokmaz,
yiğmez, öyle akar gider. Yine ırmaklar var öyle bir sütten ki tadı
değişmez, dünya sütleri gibi ekşimez, kesilmez, kokmaz, yaratıldığı
şekilde taptaze akar. Yine ırmaklar var bir şaraptan ki içenlerine
lezzet, dünya şarapları gibi kekreliği yok, sarhoş ediciliği yok,
günahı, vebali yok. Yine nehirleri var öyle baldan ki sâfi süzme, mumu
yok, posası yok.
Ebu's-Suud
der ki: Cennetin meşrubatını dünyada en çok hoşa giden meşrubatın
eksikliklerinden soyutlayıp arındırmak suretiyle bir temsildir. İbnü
Abbas'tan rivayet edilmiştir ki, bu ırmakların sütü sağılmaz. Said b.
Cübeyr'den de rivayet edilir ki, işkembe pisliği ve kan arasından çıkma
değildir. Şarabı sıkıcıların ayağı ile çiğnenmez. Balı arılardan
çıkmaz. Hem onlara meyvelerin her türlüsünden var. İçecekler öyle
aktığı gibi yiyeceğin de her çeşidi var. Fakat ihtiyaç için değil sırf
lezzet için, çünkü meyve lezzet için yenilir. Bir de meyve sermaye
üzerinde elde edilen hasılata da denir. Cennetlikler sermayeden değil
amellerinin meyvesi olan hasılat ve gelirlerden
rızıklandırılacaklardır. Hem de Rablerinden bir mağfiret vardır.
Mağfiret, günahı örtmek demek olduğuna göre o cennete girilmeden önce
değil midir? O halde cennette mağfiretin mânâsı nedir? Buna demişlerdir
ki; önce olan mağfiret günahtan hesaba çekilmeme mânâsına günahları
örtmektir. Buradaki mağfiretten maksat ise utandırmamak için günahı hiç
anmamak, hatırlatmamak mânâsına günahları örtmektir. Yahut mağfiretten
maksat günahı iyilik ile örtmek mânâsına nimet ve Allah'ın rızasıdır.
Artık bir düşünmeli hiç böyle bu cennette ebedî olacak olan müttakiler,
O cehennem ateşinde ebedî olarak kalacak olan kimseye benzer mi? ki
cennettekilerin o güzel içeceklerine karşılık bir kaynar su ile
sulanırlar da bağırsaklarını parça parça eder.
16-Âyette
geçen kelimesi kelimesinin çoğuludur ki mideden sonra yemeğin intikal
ettiği bağırsağa denilir. Onlardan seni dinleyenler de var, ki bunlar
münafıklardır. Resulullah'ın meclisine gelirler, sözlerini dinlerler,
fakat iman ve itina ile dinlemedikleri için iyi bellemez. Hafife
alırlardı. Hatta yanından çıktıklarında kendilerine ilim verilmiş olan,
Resulullah'ın sözlerinden ders alıp da ilme nail olan Ashab-ı Kiram'a:
"O demin ne dedi?" derlerdi. Bunu İbnü Mesud hazretlerine
söylediklerine dair bir görüş vardır. Bunlar, bu söz anlamaz herifler O
kimselerdir ki Allah kalplerinin üzerini mühürlemiştir. Ve hep
hevalarına tabi olmaktadırlar, keyiflerine tabi ola ola, kendilerinden
ve kendi hevalarından başka hiçbir şeye bakmayacak şekilde kalpleri
mühürlenmiş olduğundan dolayıdır ki, kulaklarına söz girmez.
17-
Halbuki hidayeti kabul edenlere gelince Allah yahut peygamberin
söylediği söz onların takvalarını artırmaktadır. Takva hislerini,
korunma sebeplerini artırmaktadır. O sayede onlar gereken hazırlığı
yapmakta, saat gelince Allah Teâlâ'nın huzuruna takva ile varmaya
çalışmaktadırlar.
18-
Demek ki ötekiler sırf kıyamet saatini gözetiyorlar. Ansızın
kendilerini bastırıvermesini bekliyorlar. Fiilen başlarına kıyamet
kopmadan inanmayacaklar, söz anlamayacaklar. Çünkü belirtileri de
geldi. Âyette geçen "Râ"nın fethasıyla kelimesinin çoğulu olarak,
alametler, demektir. Yani o kıyamet saatinin alametleri geldi. Bunların
başında buyuran ahir zaman peygamberinin peygamber olarak gönderilişi
vardır. Şehadet parmağı ile orta parmağını göstererek: "Ben peygamber
olarak gönderildim. Saat işte şu ikisi gibi." buyurmuştur. Ayın
yarılması ve diğerleri gibi mucizeler göstermiştir. Böyle alametler
geldiği halde iman etmediler. Demek ki o saatin bilfiil başlarına
birdenbire gelivermesini bekliyorlar, bu âyette de kıyamet saatini,
bütün dünyanın yıkılması mânâsına büyük kıyamet saati olarak
yorumluyorlarsa da burada adı geçen kâfirlerin özellikle kendi
saatleri, kendi kıyametlerinin kopması mânâsını anlamak daha makul ve
"Belirtileri geldi." âyetinin mânâsı ile uyarıya daha uygundur. Bu
alametler sûrenin ilk âyetlerinde gösterildiği üzere Muhammed'e
indirilene iman edip güzel güzel, çalışmakta olan müminlerin günden
güne ilerlemesi ve ona küfredip Allah yolundan sapan kâfirlerin
Mekke'deki müşrikler cumhuriyetinin düşmesini ve şaşkınlığını anlatan
alametler yani Hz. Muhammed'in mucizeleri olmalıdır. Onları gördükleri
halde inanmayanlar bilfiil kendi başlarına kıyamet kopmadan
inanmayacaklardır. Fakat o geldiği vakit akıllanıp anlamaları
kendilerinin ne işlerine yarar? Çünkü o zaman korunmaya imkan kalmaz.
Ümitsizlik halindeki iman makbul olmaz.
19-Sûrenin
başından buraya kadar geçen açıklamalara bir sonuç olmak üzere
buyuruluyor ki: Öyle ise şimdi iyi bil ki Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur, tapılacak, ibadet yapılacak, kulluk edilecek, mabud tanınacak
başka hiçbir mabud yok, yalnız ilâhlık kendisinin hakkı olan Allah
vardır. Gerçeğin böyle olduğunu şimdi kıyamet kopmadan önce bil. Bil de
hem kendi günahın için mağfiret iste, hem de mümin erkekler ve mümin
kadınlar için. Nerede dolaşıp, nerede karar kılacağınızı Allah bilir.
Halinizin ne olduğunu dünya ve ahirette istikbalinizin nereye
varacağını yalnız Allah bilir. Onun için olmuş veya olması mümkün olan
her türlü günaha o şekilde istiğfar et. Bu istiğfarın cevabı Fetih
Sûresi'nde gelecektir.
20-21-
İman edenler diyorlar ki: "Bir sûre indirilseydi".
Durumlarında
günden güne düzelme artmış, imanlarında sadık, ihlaslı müminler,
kâfirlerin sapıklık ve azgınlıkları karşısında takva duygularının
artmasıyla Allah yolunda cihada izin verilmesini arzu ederek o konuda
bir sûre indirilmesine özlem duyuyorlar. Onun üzerine muhkem bir sûre
indirilip, onda savaş anılınca, yani savaşın vacip oluşu, şüphe ve
ihtimalden uzak, sağlam bir şekilde açıklanan bir sûre, yahut hükmü
sabit, neshedilmemiş bir sûre. "Ey iman edenler! Küfredenlerle
karşılaştığınız zaman hemen boyunlarını vurun." (Muhammed, 47/4)
buyurulun bu sûre, "Allah yolunda savaşın." (Bakara, 2/190, 244), "Size
savaş farz kılındı." (Bakara, 2/216) buyurulan Bakara Sûresi, "Ey iman
edenler! Küfredenlerle karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı
dönmeyin." (Enfal, 8/15). "Bir düşman topluluğu ile karşılaştığınız
zaman sebat edin." (Enfal, 8/ 45) buyurulan Enfal ve nihayet Berâe
(Tevbe) Sûresi gibi savaş anılan sûrelerin hepsi bu hususta muhkemdir.
Savaş âyetleri "Savaş ağırlıklarını atana kadar." sabittir.
Görüyorsun
ki o kalplerinde bir hastalık bulunanları, bir münafıklık, yahut din
zayıflığı bulunanları. Sana öyle bir bakış bakıyorlar ki, tıpkı ölümden
baygınlık gelmiş kimsenin bakışı gibi. Yani gözünü açmaya dermanı
olmayan, ölmek üzere bulunan bir kimse gibi baygın baygın gözlerini
kaldıramıyor, yan yan bakıyorlar, öyle korkuyorlar. O da onlara daha
uygundur. Yani öyle kimselere de ölüm yaşamaktan daha uygun, daha
münasiptir. Yahut den ismi tafdil olarak in de en dehşetlisi onlara
demektir.
22-
Demek ki iş başına gelecek olsanız. Burada "Tevellî"nin iki mânâya
ihtimali vardır: Birisi, arkasını dönüp kaçmak mânâsına "tevellî"den,
birisi de "velâyet"ten tefe'ül ölçüsü olarak, vali olmak, iş başına
geçmek mânâsına tefsir edilmiştir. Dolayısıyla şu iki mânânın ikisi de
doğrudur. Birinci mânâya göre nasıl o korkaklıkla döner, savaştan kaçar
da yeryüzünde bozgunculuk yapar, ordu bozanlık edip, düşmanın
istilasına sebep olur, ve yakınlarınızı doğratabilir misiniz?
ERHAM:
"Rahim" kelimesinin çoğuludur. Rahim, esasen kadının çocuk yeri olan
cihazıdır. Yakınlık kaynağı olması itibariyle akrabalığa da rahim
denir. Bu mânâ ile akrabaya ulu'l-erham (rahim sahibi) denildiği gibi
erham da denilir ki burada bu mânâyadır. Yani çoluğunuzu çocuğunuzu,
kadınlarınızı hısımlarınızı parçalatabilir misiniz? Çünkü müslüman
ordusunda bozgun çıkarıp, düşman istilasına sebep olunduğu takdirde
meydana gelecek sonuç budur. Öbür mânâca nasıl o korkaklıkla iş başına
geçer, kumandayı elinize alır da vatanınızı cahiliye devri gibi bozguna
verir, ihtilal içinde hısım ve akrabalarınızı yine öyle perişan
edebilir misiniz? Bu âyetle yakınlarla ilgiyi kesmenin haramlığına
delil getirilir.
23-Burada
bunları bu şekilde kınarken, böyle kınama yoluyla bile hitaba layık
olmadıklarını anlatmak için hitabı değiştirmek suretiyle buyuruluyor
ki: Onlar, o vasıfları anlatılan ve savaş emri kesinlik ve ciddiyet
kazandığı sırada sadakatsizlik edip de yakınlarını doğratacak şekilde
vatanlarını bozguna verecek olan kalbi hastalıklı olanlar, Allah'ın
lanet ettiği, rahmet alanından kovduğu kimselerdir. Onun için
kulaklarını sağır ve gözlerini kör etmiştir. Hak kelamını işitmezler.
Nefislerde ve ufuklardaki hakkın âyetlerini görmezler, bakmak
istemedikleri için görmezler.
24-
Öyle olmasa Kur'an'ı bir düşünmezler mi? Yoksa birtakım kalpler üzerine
kilitler mi vurulmuş? Bunun "Allah onların kalpleri üzerine mühür
vurdu." (Nahl, 16/108) âyetinin mânâsı üzere istifham-ı takdirî olması
sözün gelişine daha uygundur. Burada fâsılası ta yukarıdaki fâsılasına
bakmaktadır. Onu hatırlatır, gözden kaçırılmasın.
25-
Şüphesiz gerisin geri irtidada doğru gidenler, şeytan onlara fit verdi.
Büyük günahları önemsiz göstererek şehvetlere saldırttı. Ve onları arzu
ve uzun emellere düşürdü.
26-
Şu sebeple ki bunlar, bu münafıklar Allah'ın indirdiğinden
hoşlanmayanlar dediler: Kureyzaoğulları ve Nadiroğulları yahudileri Hz.
Peygamber'e Kur'ân'ın indirilmesinden hoşlanmamışlardı. Kureyş
müşrikleri de "Bu Kur'ân şu iki şehirden bir büyük adama indirilseydi
ya." (Zuhruf, 43/31) demişlerdi. Münafıklar o yahudilere veya
müşriklere gizlice söz vererek "Biz size bazı işlerde itaat edeceğiz."
demişlerdi. Nitekim Haşr Sûresi'nde, "Münafıklık yapanları görmedin mi?
Kitap ehlinden küfreden kardeşlerine 'Yemin ederiz ki eğer siz
yurdunuzdan çıkarılırsanız mutlaka biz de sizinle beraber çıkarız. Ve
sizin aleyhinizde ebedî olarak kimseye itaat etmeyiz. Size savaş
açılırsa mutlaka size yardım ederiz' diyorlar." (Haşr, 59/11)
buyurulmuştur. Ahzab (Hendek) savaşındaki ittifakları da vardı. Halbuki
Allah onların o gizli konuşmalarını biliyordu. Öyle iken onu hesaba
almadılar da Allah'a ve peygamberine karşı gizli ittifaka kalkıştılar.
27-
"O halde melekler onların yüzlerine ve arkalarına vura vura canlarını
alırlarken nasıl olacak bakalım?"
28-
Allah onların amellerini boşa çıkarmıştır. Âyette geçen ihbat, amelin
sevabını giderip hiçe indirmektir. Güzel amel günaha keffaret olup kötü
ameli örttüğü gibi kötü ameller de iyi amelleri boşa çıkarır. Bu
şekilde ihbat, keffaret ve mağfiretin zıddı demek olur. Anlaşılıyor ki
onların iyi amelleri de yok değildi. Fakat Allah'ın gazabını davet eden
şeyler yapıp rızasını gözetmediklerinden dolayı iyi amelleri boşa
gitmiştir.
29-
Allah kendilerinin kinlerini hiç meydana çıkarmaz. Yani Allah bilse de
peygamberine ve müminlere bildirmez mi zannettiler? Ne boş zan!
30-
Dilesek onları sana gösterirdik de. Kâdı Beydavî gibi bazıları burada
göstermeyi kalbî ve ilmî gösteriş yani tarif etmek, tanıtmak mânâsına
tefsir etmişlerse de zahir olan gözle gösteriştir. Marifetin onun
üzerine tertibi daha kuvvetli görülür. Şöyle ki: Gösterirdik de
kendilerini simaları ile şahıslarını tayin ettiren farklı alametleri
ile tanırdın. Bununla beraber sen onları sözlerinin lahninde de
tanırsın. Sözün lahni, söyleniş tarzı, edası, üslûbu, yahut eğimi,
kıvrımıdır.
Nitekim
i'rabda veya tecvidde hataya da lahin denilir. Mesela zafer elde
edildiği zaman "Biz de sizinle beraberdik." (Ankebut, 29/10) demeleri,
biraz sıkışınca "Şüphesiz bizim evlerimiz açıktır." (Ahzap, 33/13)
demeleri, yahut demin geçtiği üzere "o demin ne dedi?" demeleri gibi
sözler hep sözün lahni cümlesindendir. Allah bütün amellerinizi bilir.
Hepinizin niyetlerinize göre, iyiye iyi, kötüye kötü, uygun olan
karşılığını verir.
31-
Ve andolsun ki sizi imtihana çekeceğiz. Cihad gibi bazı meşakkatli
sorumluluklarla mükellef kılacağız. Ta ki içinizden cihad edip
uğraşanları ve sabredip dayananları bilelim. Yani belli edip meydana
çıkaralım. Ve haberlerinizi deneyelim. Yani cihad ve sabrınıza, iman ve
sadakatinize, kahramanlıklarınıza ait haberlerinizi, uyulması gereken
bir örnek olması için imtihan meydanlarından görünür âleme yayıp ilan
edelim.
32-
"Haberiniz olsun ki o inkâr edip Allah yolundan meneden ve hak
kendilerine açıkça belli olduktan sonra peygambere karşı gelenler"
Kureyzaoğulları, Nadiroğulları veya Bedir günü müşrikler ordusunu
besleyenler gibiler Allah'a hiçbir zarar verecek değillerdir. Yani
Allah'ın peygamberine hiçbir zarar eriştiremezler de O, onların
amellerini boşa çıkarır. Yani iyi amellerinin sevabını o küfür ve
sapıtıp karşı gelmeleri ile mahvedecek, yahut o yoldaki bütün
mesailerini, çalışmalarını hiçe giderecektir.
33-
Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin de
amellerinizi iptal etmeyin. Yani öbürlerinin yaptığı gibi küfür,
münafıklık, kendini beğenme, riya, başa kakma, eziyet etme ve bunlara
benzer itaatsizlik ve başlanmış olan herhangi bir ameli bozup iptal
edecek ters bir fiil ve hareket ile boşa gidermeyin, hükümsüz
bırakmayın.
34-Çünkü
"Haberiniz olsun ki küfredip Allah yolundan sapan, sonra da kâfir
oldukları halde ölenleri Allah hiçbir zaman bağışlamaz." Yani amelleri
boşa çıkarıldıktan başka bir bağışlanma ihtimali de yoktur. Deniliyor
ki bu âyet de Kalîb ashabı hakkında nazil olmakla beraber, küfür üzere
ölenlerin hepsini kapsamaktadır.
35-Kalîb
ashabı: Bedir'de öldürülüp kuyuya atılmış olan müşriklerdir. Öyle ise
gevşeklik etmeyin, zayıflık göstermeyin, yani öyle küfür ile ölenlerin
bağışlanmayacağı küfrün, itaatsizliğin amelleri boşa çıkaracağı
malumunuz olunca artık amellerinizi iptal etmeyin ve gevşeklik,
alçaklık yapmayın. Alçaklık edip de horluk ve miskinlik ile barışa
yalvarmayın. Sizler en üstün, en galip olacak iken ve Allah sizinle
beraber iken, yani size yardım ve zafer vaad etmekte iken Her iki halde
o size amellerinizi noksanına ödemez, zulmetmez. Burada "Gevşeklik
etmeyin ve barışa yalvarmayın." diye barışa yalvarmaktan menedilmiş
olması, düşman tarafından yapılmış olan herhangi bir barış teklifinin
reddini gerektirmez. Nitekim, Enfal Sûresi'nde "Eğer onlar, barışa
yanaşırlarsa sen de ona yanaş." (Enfal, 8/61) âyetiyle barışa yanaşan
düşmanların talebine karşı barışa yanaşmak, emredilmişti. Fetih
Sûresi'nde geleceği üzere Hudeybiye barışı da müslümanların galibiyeti
halinde idi. Demek ki maksat herhalde, barışı reddetmek değil gevşeklik
edip de zillet ile barışa talip olmamaktır. Bunlar, Muhammed ümmetinin,
"İman edip salih amel işleyenler ve Muhammed'e indirilene inananlar"
(Muhammed, 47/2) niteliğini muhafaza etmek şartıyla gelecekte
ulaşacakları yüksekliği haber vermekle peygamberine vaaddir.
36-Bu
şekilde ileride vaad edilmiş olan fetihlere hazırlık ve ahiret sevabına
teşvik için buyuruluyor ki: Dünya hayatı sırf bir oyun ve eğlenceden
ibarettir. Öyle sebatsız önemsizdir. İlerisi için bir kazanç ve koruma
vasıtası olmak üzere istifade edilmediği takdirde hiçtir. Ve eğer iman
eder ve ahiret için korunursanız iman ve takvanızın sevaplarını Allah
size verir. Bütün mallarınızı da istemez. O korunmak ve cihad etmek
için lâzım gelen masraflara infak etmek üzere mallarınızın hepsini de
istemez.
37-
Eğer sizden o mallarınızın hepsini ister de sizi
çıplak bırakacak
olursa, zekat veya savaş teklifi adına mallarınızın kökünü kazıyacak
olup bütün mallara el koymaya kalkışırsa cimrilik yaparsınız, esirger,
vermezsiniz. Vermemeye hakkınız olur. O zaman bütün kinlerinizi meydana
çıkarır. Bozgun ve ihtilal çıkarmaya sebep olur. Fakat Allah ve
peygamber sizden öyle bütün mallarınızı istemez.
38-
Siz anlarsınız ki Allah yolunda infak edesiniz diye davet
ediliyorsunuz, ki bu davet zekatı ve savaş techizatını, yardımını
kapsayabilir. Allah daha iyisini bilir, Mekke'nin fethine dair
hazırlıklardır. Yine de içinizden cimrilik yapan var. Fakat her kim
cimrilik eder, kıskanırsa sırf kendi nefsinden kıskanmış olur. Çünkü
infakın menfaati, cimriliğin zararı kendine ait olur. Allah zengindir.
Fakir sizsiniz, ihtiyaç sizindir. Bu emirler sizin ihtiyacınız, sizin
menfaatiniz içindir.
Ve
eğer siz yüz çevirirseniz, yani o iman ve takva ile infaktan çekinerek
bu emre sahip olmayacak olursanız, size bedel başka bir kavmi tutar, bu
işin başına geçirir. Sonra onlar sizin gibi olmazlar. İman ve takva ile
bu işe sahip olur, vaad edilmiş olan sevap ve fetihlere onlar nail
olurlar. (Mâide Sûresi'ndeki "Ey iman edenler, sizden her kim dinden
dönerse..." (Mâide,54) âyetinin tefsirine
bkz.)
|
|