|
Elmalı
Tefsiri
1."Ey,
örtüsüne
bürünen!" Müddessir kelimesinin aslı mütedessir olup "disâr" denilen
örtüye bürünen demektir. Disâr; entari, cübbe, kaftan, ihram gibi
"şiâr"ın üstüne giyilen veya örtülen dış giysi veya bürgü demektir.
Şiâr ise gömlek, don, peştemal gibi vücuda değen iç çamaşırıdır.
Müzzemmil
Sûresi'nde de geçtiği üzere denilmiştir ki: Peygamber (s.a.v)'in
büründüğü disâr, bir kadife idi.
İkrime'nin
açıklamasına göre, "Peygamberlik ve nefsi olgunluklara bürünüp giyinmiş
olan" demektir. Bu mânâlarla bu hitap Müzzemmil gibi Peygamberliğin ilk
duyurulmasında şöyle bir kinaye ile uyanık olmaya daveti hissettirir:
Ey o bürünen, ey o kendisine verilmiş olan hakikatı halkın bakış ve
görüşünden gizlemeye çalışan Muhammed! O bürünmek, uyumak, rahat etmek
zamanı geçti. Uyanmak, görünmek, o hakikatı açıklamak, zahmetler
çekmek, sıkıntılara katlanmak, halka doğruyu göstermek, etrafı
temizlemek için yükümlülükler ve ağır yükler yüklenerek büyük bir
kararlılıkla kalkıp hareket etmek zamanı geldi.
2. Kalk
yatağından kalk, yahut büyük bir kararlılıkla kalk işe başla, artık
uyarma görevini yap, etrafındakilere neticenin önemini ve korkunçluğunu
anlat, saygısızları gocundur.
3. Ve
Rabbini
artık büyükle. Büyüklüğün ancak onun şanı olduğunu ve ona karşı her
şeyin küçük ve değersiz bulunduğunu kalben tanıdığın gibi, söz ve
fiilinle de anlat, ilan et.
Rivayet olunur
ki, bu âyet inince Resulullah (s.a.v) "Allahu ekber" demiş; Hz. Hatice
de tekbir almış, sevinmiş ve bunun vahy olduğunu iyice anlamıştı.
Burada nin önce söylenmesi "sadece Rabbini" mânâsını ifade etmek
içindir. kelimesinin başındaki "fâ" harfi, bir şarta karşılık olma
mânâsını ifade ederek önce gelen kısmın sonra gelen kısma bağlı
olduğunu anlatır. Buna göre mânâ şöyle demek olur: Ve Rabbini, ancak
Rabbini büyükle. Her ne olay olursa olsun hiçbir nedenle artık onu
tekbir ile büyükleme görevini bırakma.
4. Ve
giysilerini, elbiseni artık temizle. Giysi ve elbise, bazan bunları
giyen kişinin kendisinden, bunların temizliği de giyenin temizliğinden
kinaye olur. Nitekim, "Filân kişinin eteği temizdir." denildiği zaman
onun iffetli ve ahlâkının temiz olduğu anlatılmak istenir. Gaylân b.
Seleme:
"Allah'a
hamdolsun ben ne ahlâksız elbisesi giydim, ne de bir özür ile
maskelenirim." beytinde kendisinin ne ahlâksızlık, ne de bir leke ile
kirlenmediğini ve kirlenmeyeceğini anlatmıştır. Antere:
"Uzun mızrakla
giysisini parçaladım. Kerim kişi mızrağa yabancı değildir." beytinde
giysi kelimesini kullanarak onunla nefisten kinaye etmiştir.
İmrü'l-Kays da:
"Eğer benim bir
huyum sana kötü geldiyse benim giysilerimi kendi giysilerinden
sıyırıver, kurtulursun." beytinde giysi ile kalpten kinaye etmiştir.
Bunlar gibi bu
âyette de "siyab" (giysi) kelimesi nefisten veya kalpten kinaye olmak
üzere birçok tefsirci âyetini "kendini veya kalbini günahtan,
haksızlıktan temiz tut, yaptığın uyarıları kabule engel olacak kirli
huylardan sakın, öğütlerinin kabul edilmesini sağlayacak olan güzel
ahlâk ile ahlâklan" diye manevî ve ahlâkî temizlik ile tefsir
etmişlerdir. Fakat kinaye, hakikî mânânın da kastedilmesine engel
olmadığı için, bu şekilde bir tefsir aynı zamanda gerek bedenin gerek
elbisenin maddi temizliğinin emredilmiş olmasına aykırı olmaz. Çünkü
"taharet" ve "nezafet" kelimeleri dilimizde temizlik mânâsına gelmekle
birlikte taharet, nezafetten daha genel olarak maddî ve manevî
temizliği kapsar. Bununla beraber burada bundan başka bir mânâ daha
vardır ki o da "siyâb" kelimesinin bir şeyi yakından bürüyen, kuşatan
şeyden ve zarftan kinaye ve mecaz olmasıdır. Nitekim bir takım
kişilerin üzerine atılıp binerek alıp getirdikleri bir deveyi anlatmış
olduğu şu beytinde Leylâ:
"Ona hafif hafif
bazı giysiler attılar. Şimdi onun ürkütülmüş deve kuşundan başka bir
benzerini göremeyiz." derken devenin üzerindeki insanları önce
giysilere, sonra da koşan deve kuşunun üzerindeki tüylere benzetmiştir.
Yani "seni üzerindeki giysiler gibi yakından sarmış olan cemaat ve
topluluğunu, ilk önce etrafındaki kimseleri temizle" demek olur ki bu
mânâ "Önce en yakın akrabalarını uyar."(Şuara, 26/214) âyetinin
mânâsına da uygun düşer. Hem bunda Hz. Peygamber (s.a.v)'in maddî ve
manevî nefis temizliği öncelikle anlatılmış olacağından onun nefsindeki
temizliğini hatırlatmaya gerek kalmaz.
5. Ve o
pislikleri artık savıp uzaklaştır. "Rücz" ve "ricz" kelimeleri pislik
ve azap mânâsına geldiği gibi burada put ve heykel demek olduğunu da
açıklamışlardır.
6. Hem
çoksunarak mennetme. Burada da iki mânâ açıklanmıştır. Birisi, menn,
başa kakmak mânâsına olarak, "yaptığın işi, hizmeti, iyiliği çok
sayarak başa kakma, yaptığın işle nazlanma" demek olur. Birisi de menn,
iyilik ve lütuf mânâsına olarak, "bir iyilik yaptığın, bir lütuf ve
ihsanda bulunduğun zaman, verdiğin kimseden karşılığında daha çoğunu
almak maksadıyla yapma" demek olur. Yani on para sadaka verip de yirmi
paralık hizmet ve saygı bekleyenler gibi dünya ticareti ve maksadını
gözeterek veya gösteriş ve iki yüzlülük yaparak iyilik etme; sırf Allah
için iyilik et, başkasından bir karşılık bekleme. Bu mânâ İbnü
Abbas'tan nakledilmiştir.
Bu iki mânâda
cümlesi, hâl ve durum bildirir, demektir. Sonundaki "râ" harfi merfu
olmayıp "başa kakma" olumsuz emrine cevap olarak cezimli olsaydı,
"yaptığın iyiliği başa kakma ki çoğaltasın, çok hayır ve mükâfata
eresin" demek olurdu. Fakat Kırâet-i aşere'de bu okunuş şekli yoktur.
Bununla beraber bir sıralanma ve bir önceki cümleye bağlılık kast
edilmeden şu mânâ da olabilir: Yaptığın hizmeti başa kakma, daha çok
hayırlara ereceksin.
7. Ve
Rabbin
için artık sabret yani bu görevleri yapmak için her ne kadar sıkıntılar
çekecek, eziyetler göreceksen de sırf Rabb'ının hükmü için artık
sabret.
8. Çünkü o
boru
çalındığı vakit:
"NÂKÛR, sur gibi
ağızla üflenerek çalınan boruya denir. Nakr, vurmak ve didiklemek
mânâlarına geldiği gibi boru çalmak mânâsına da gelir. Zira boru
çalındığı zaman içinden hava sıkıştırma ile didiklenmiş olacağı gibi,
dışından da o ses, çarptığı kulakları didikleyeceği için boruya
"minkâr" gaga, didikleme âleti mânâsıyla ilgili olarak nakur
denilmiştir. "Boru çalınmak" örf ve âdette kervanın veya askerin yola
çıkması için hareket kumandası demek olduğu gibi, "borusu ötmek" de,
emir ve kumandasının dinlenmesinden kinaye olması nedeniyle, boruyu
çalmak, ahiret yolculuğuna çıkmak için "Çünkü o sura üfürülüş zorlu bir
kumandadır."(Sâffat, 37/19) ilâhî emrinin ortaya çıkması demektir. "O
sûra üflendiği zaman" âyetinin başındaki "fâ" harfi sebep bildiren bir
harf olarak âyetin mânâsı, "çünkü sûra üfürülünce, o boru çalınınca"
demek olur. Burada üfürmeden maksadın ilk üfürme olduğu açıklanıyor.
9. "O gün."
Kelimenin sonundaki tenvin, muzafun ileyh (tamlayan) den bedeldir. Yani
"o öyle olduğu gün" demektir. Biz bunun mânâsını açıklarken "o gün"
demekle yetiniyoruz.
10.
Kâfirlere
kolay değil. Bir önceki âyette "pek zor" denildikten sonra "kolay
değil" demek ilk bakışta gereksiz gibi görünür. Fakat zorluk iki
türlüdür: Birisi, önce çok zor olmakla beraber, gittikçe kolaylaşır,
yenilebilir. Birisi de, gittikçe zorlaşır, hiç kolaylaşmaz. O günün
herkes için zor olacak olduğu bildirilmek üzere denildikten sonra
buyrulmuştur.
11. "Tek
olarak
yarattığım o kimseyi bana bırak". Burada "tek olarak" mânâsına gelen
kelimesi, hem yaratanın hem de yaratılanın durumunu gösterebilir. Yani
"benimle bırak, hiçbir ortağım olmadığı halde tek başıma yarattığım o
kimseyi" yahut "kendisini tek başına, hiç kimsesi olmadığı halde
yapayalnız yarattığım o kimseyi" demek de olabilir. Bu mânâ "Andolsun
sizi ilk defa nasıl yaratmışsak, onun gibi yapayalnız ve teker teker
huzurumuza gelirsiniz."(En'âm, 6/94) buyrulduğu üzere her kişi hakkında
sahih olur. Bununla kıyametin de yaratılış gibi özellikle her fert için
ayrı bir safhasının olduğuna işaret edilmiş demektir. Âyetin özel bir
olay ve şahısla ilgili olarak inmesi hüküm ve uyarmanın vasıflara göre
genel olmasına engel de değildir. Bu âyetin iniş sebebinin Velid b.
Muğire el-Mahzumi olduğu rivayet ediliyor. Burada onun Nûn sûresinde
geçtiği gibi soysuz, piç olduğuna ima ve "vahid=tek başına" namiyle
anıldığına işaret olduğu söylenmiştir.
12. Hem
ona uzun
uzadıya uzatılmış mal verdim yani çok mal, servet, arazi ve çiftlik
gibi geniş yahut gelişip boy atarak ya da ticaretle artırılmış,
uzatılmış mal verdim. Velid'in Mekke ile Tâif arasında çeşitli türde
malları ve Taif'te yaz kış meyveleri eksik olmayan bostanı ve milyon
kadar parası bulunduğuna dair rivayetler gelmiştir.
13. "Hem
göz
önünde oğullar verdim"
ŞÜHÛD, şahid
kelimesinin çoğuludur. Yani hepsi yanında hazır, göz önünde, çalışmak
için şuraya buraya gitme ihtiyacı duymayan, meclis ve lokallerde
babalarının yanında hazır bulunan oğullar verdim. Yahut, önemli işlerde
şahitliklerine, görüşlerine ve bilgilerine başvurulan oğullar verdim
demektir. Rivayete göre Velid b. Muğire'nin hepsi mevki sahibi
kişilerden olmak üzere on veya onüç oğlu vardı. Fakat bilinenleri
yedidir. Velid b. Velid, Halid b. Velid, Umâre b. Velid, Hişam b.Velid,
As b. Velid, Kabis b. Velid, Abdişems b. Velid. Denildiğine göre
bunlardan Halid, Hişam ve Velid müslüman olma şerefi ile
şereflenmişlerdir. Zemahşeri, "Bunlardan üçü müslüman oldu: Halid,
Hişam ve Umâre" diye zikretmiştir. Alûsî de şöyle der: Umare'nin
Bedir'de veya Habeş'te Necaşî tarafından öldürüldüğü ihtilaflıdır. İki
rivayet de kâfir olarak öldürüldüğü hususunda birleşmiştir. Müslüman
olduğuna dair Sa'lebi'nin Mukatil'den yaptığı rivayet sahih değildir.
İbnü Hacer bunun hata olduğunu yazmıştır. Bu hatayı Zemahşerî de yapmış
ve onun peşinden gidenler de bu hususta ona uymuşlardır. Bunların Velid
b. Velid'i İslâm'la şereflenenler arasında zikretmemeleri şaşılacak bir
iştir. Oysa bütün hadisçiler onun müslüman olduğunda görüş birliğine
varmışlardır" Evet Velid b. Velid'in de sonradan müslüman olduğunda
ihtilaf görülmüyor. Fakat Umare'nin durumu ihtilaflıdır. Bu dördün
dışında kalanlar hakkında ise bir bilgimiz yok.
14. Ona
büyük
imkânlar verdim, mal ve oğullardan başka, birçok sebep ortaya çıkararak
mevki, saygınlık ve şans açıklığı verdim. Velid, Kureyş içinde ileri
gelen saygın kişilerden sayılırdı. "Vahîd" ve "Reyhâ-netü'l-Kureyş"
takma adlarıyle anılırdı.
15. Sonra
daha
çok vereyim diye açgözlülük eder. İşte o, öyle açgözlü birisi. Hatta
demiş ki: "Eğer Muhammed doğru söylüyorsa cennet benim için yaratılmış
demektir."
16. Hayır,
öyle
şey yok
KELLÂ, reddetme
edatıdır. Bir sözü, bir iddiayı veya bir ümit ve isteği reddeder. Biz
bunun yerinde, "hayır öyle değil, öyle şey yok, yağma yok" gibi
deyimler kullanıyoruz. "Hayır" ifadesini yerine göre, kelimeleri
yerinde de kullandığımızdan tam karşılığı denemese de yakınıdır. Burada
onun aşırı istek ve ümidini kesme mânâsını ifade eder. Sebebi, Çünkü o,
bizim âyetlerimize inatçı kesildi. O nimetleri veren şahsın birliğini
gösteren delillere veya Kur'ân âyetlerine karşı inada kalkıştı. Bu ise
nankörlüktür. Verilen nimeti inkâr etmek onun artmasına değil,
kesilmesine sebeptir.
17. Ben
onu sarp
yokuşa, dikine azaba sardıracağım.
Tirmizî, Hakim
ve daha başkalarının rivayet ettiği bir hadiste Hz. Peygamber (s.a.v):
"Sa'ud, ateşten bir dağdır ki kâfir ona yetmiş yıl çıkar, sonra içine
düşer." buyurmuştur. Yine Hz. Peygamber (s.a.v)'in, "Cehennemde bir
yokuşa çıkması teklif olunur ki, ona elini koydukça erir, kaldırınca
yerine gelir. Ayağını koyunca erir, kaldırınca yerine gelir." buyurduğu
rivayet edilmiştir. Yine rivayet olunuyor ki, âyetin inmesinden sonra
Velid'in malı günden güne eksilmiş, nihayet yok olmuştur.
18.
Tehdidin
niçin yapıldığı veya o kâfirin nasıl inat ettiği açıklanmak üzere
buyruluyor ki: Çünkü o düşündü ve bir takdir yaptı, kafasında ölçtü
biçti, bir tahmin yaptı.
19.
Kahrolası,
nasıl da ölçtü biçti Arapça'da bu yahut tabirleri, "kahrolası, Allah
canını alası" gibi asıl itibarıyla beddua olmakla beraber, nazardan
esirgemek şeklinde "yahu ne yaman şey, anası ağlayası" gibi bir değere
işaret olarak övgü yerinde ve bazan da bu mânâda alay etmek ve dalga
geçmek için kullanılır ki, burada, onun düşüncesini beğenenlerin bu
yoldaki övgülerini anlatarak hakaret ve küçümseme mânâsında
kullanılmıştır. Yani dedikleri gibi "kahrolası nasıl da takdir etti
ya!..."
20. Sonra
kahrolası, nasıl da takdir etti ya!.. Bu tekrar, hem hakareti
vurgulamaya, hem de her iki âyette geçen takdirin farklı olduğuna
işarettir.
21. Sonra
baktı
etrafındakilere bir bakındı.
22. Sonra
kaşını
çattı ve ekşidi, surat astı.
BESR, vaktinden
evvel acele olmasını istemek, hamlık yapmaktır. Nitekim meyvenin
hamına, hurmanın koruğuna "büsür" denilir. Rağıb, burada bu mânâdan
olduğunu söyler. Yani, vakti gelmeden kopmuş ham koruk gibi ekşidi,
surat astı.
23. Sonra
ardını
döndü ve büyüklendi. Anlamış olduğu haktan yüz çevirdi, imana arkasını,
küfre yüzünü döndürdü ve Allah'tan korkmayıp gururlanarak büyüklük
tasladı, hakkı kabul etmeyi kibrine yediremedi de her şeyi bilen bir
kişi edasıyla
24. hemen
dedi
ki: Bu Kur'ân, öteden beri öğretilegelen bir sihirden başka bir şey
değil.
Bu âyette geçen
tabirinde iki mânâ vardır:
BİRİNCİSİ;
me'sur, yani öteden beri öğretilip rivayet olunagelen; sihirbazdan
sihirbaza öğrenile geldiği söylenen bir sihir demektir.
İKİNCİSİ;
yü'ser, yani diğer sihirlere tercih edilecek, beğenilecek bir sihir
demek olur. Bu, "parlak sihir" mânâsına "sihr-i mübin" demelerine
benzer.
25.
"Bundan
aldatıcı bir albeni var" demiş oluyor ve nihayet kararını şöyle
veriyordu: Bu, insan sözünden başka bir şey değil. Böyle deyip kararı
bastı. Peygamberliği ve Kur'ân'ın Allah sözü olmasını inkâr ediverdi
ki, işte inatçı kâfirlerin Kur'ân ve Peygamber hakkında söyledikleri
nihayet budur. Bu, Allah'ın indirdiği kelâmı değil, Muhammed'in kendi
söylediği kitabıdır derler. Olay tefsirlerde şöyle anlatılır:
Velid b. Muğire
Peygamber (s.a.v)'in yanına gelmiş, Kur'ân dinlemiş ve etkilenmişti.
Kalkıp Mahzum Oğulları'na varmış;
-Vallahi, Muhammed'den az önce bir
söz dinledim; ne insan sözü, ne de cin sözü. Onun bir tatlılığı, bir
hoşluğu var. Yukarısı meyveli, aşağısı bolluk, zemini bol sulu. O
kesinlikle üste çıkar, onun üstüne çıkılmaz." demiş; buna karşı Kureyş:
-Velid saptı. Vallahi, bütün Kureyş sapacaktır, demişler, bunu işiten
Ebu Cehil,
- Ben size onun hakkından gelirim." deyip kederli kederli
yanına varmış;
-Ey amca demiş, kavmin sana vermek için bir mal
topluyor. Çünkü sen Muhammed'den bir şey elde etmek için onun yanına
gidiyormuşsun.
Velid:
-Kureyş bilir ki, ben onların malca en
zenginleriyim." diye cevap vermiş.
Ebu Cehil demiş ki:
-O halde onun
hakkında bir söz söyle de kavmin işitsin, senin onu sevmediğini, inkâr
ettiğini anlasınlar.
Velid:
-Ne diyeyim, içinizde şiiri, mısraları
kafiyeli kısa vezinli nazmı, kasideyi ve cin şiirlerini benden iyi
bileniniz yoktur. Onun söylediği bunların hiçbirine benzemiyor ki,
demiş.
Ebu Cehil,
-Yok mutlaka bir şey söylemelisin." deyince kalkıp
kavminin toplandıkları yere varmış,
-Siz, demiş, "Muhammed mecnun"
diyorsunuz. Hiç kimseyi boğarken gördünüz mü? Kâhin diyorsunuz. Hiç
kâhinlik yaparken gördünüz mü? Şair diyorsunuz. Hiç şiir ile
uğraşırken, şiir söylerken gördünüz mü? Yalancı diyorsunuz. Hiç
yalanını yakaladınız mı?
Bunlara cevap olarak,
-Hayır, ama peki o
nedir?" demişler;
-Durun düşüneyim, demiş düşünmüş, düşünmüş
-Bu,
öğretilegelen bir sihirdir; bu sadece bir insan sözüdür." demiş, onun
bu sözleri Kureyşlilerin hoşuna gitmiş, salonlarında bir alkıştır
kopmuş ve onun sözlerini alkışlayarak dağılmışlar.
Yukarıda geçtiği
üzere bazılarının sözlerine göre bu olay Müzzemmil ve Müddessir
sûrelerinin iniş sebebi gibi nakledilmiş ise de Velid'in dinlediği
âyetlerin gelen rivayetlerden anlaşıldığına göre
bu, bu sûrenin başının değil, bu âyetlerin iniş sebebi olmuştur.
26.
Buyuruluyor
ki: ben onu Sekar'a yaslıyacağım. Bu âyet "Ben onu sarp bir yokuşa
sardıracağım." âyetinden bedel-i iştimâldir ve onun kapsadığı mânâyı
açıklamaktadır.
SEKAR,
cehennemin isimlerindendir. Bazıları bunun Arapça bir kelime olmadığı
görüşünü savunmuşlar ise de güneşin, yüzü çalıp kavurması mânâsına
gelen "sakr" kelimesinden türetilerek "yakıcı" mânâsından alındığını
söylemişlerdir.
27. Bilir
misin,
nedir o Sekar? Yani o öyle bir Sekar'dır ki, sen aklınla onun
mahiyetini ve özünü kavrayamazsın.
28. Ne
geriye
bir şey bırakır, ne yakasını bırakır. Yani o öyle sırnaşık bir
Sekar'dır ki, bir kere çattığı bir şeyi hiçbir zerresi kalmayacak
şekilde yok edip tüketir, sonra da yakasını yine bırakmaz. O yok olan
yeni bir yaratılışa çevrilir. O yine evvelki gibi azap ile çatmaya
devam eder.
29.
"Durmadan
derileri kavurucudur"
BEŞER, insan
demek olduğu gibi, "beşere" nin çoğulu olarak derinin, özellikle insan
derisinin dış yüzleri mânâsına da gelir. İnsana beşer denilmesi de bu
yüzdendir.
LEVVÂHA, "levh"
kökünden aşırılık ifade eden bir siğa (kip)dır. Levh; susamak veya
güneşin ısısı, yahut susuzluğun bir adamın çehresini bozması, yani
yakıp kavurarak karartmak veya ortaya çıkmak, şimşek çakmak, gözle
görmek mânâlarına gelir ki, Levvâha kelimesinin bütün bu mânâlara
ihtimali vardır. Deriye susamış, yahut hiç durmadan derileri kavuran,
yüzler karartan, yahut hep beşer gözeten beşere saldıran mânâlarını
ifade eder. İbnü Abbas'tan; "Sürekli olarak deriler kavuran, yüzler
karartan" mânâsı rivayet edilmiştir. Daha başka mânâlar da
söylenmiştir. Buna şöyle diyebileceğiz: Kanmak bilmez bir susuz,
sürekli beşersûz (deri yakan).
30.
Üzerinde
ondokuz var.
Bu "ondokuz"un
ne olduğunu açıklayan kelime zikredilmiyor. Ancak bundan sonraki
âyetten bunun, o cehennemin korucuları olan melekler yani zebaniler
olduğu anlaşılıyor. İnsanoğlunun ruhî ve ahlâkî kuvvetlerinin analizini
yapıp sınıflandırarak bu sayının sır ve hikmetini açıklamaya çalışmak
isteyenler olmuşsa da, doğrusu bunun akılla bilinebilecek bir ilim işi
değil, mutlak bir iman işi olmak üzere bir sınama için olduğu ikinci
âyette özellikle anlatılmıştır. Onun için bunun, kayıtsız şartsız bir
iman ile inanılması istenen mutlak bir ilâhî haber olduğunu tasdik edip
"yorumunu ve mânâsını Allah bilir" demek gerekir. Özet olarak şöyle
diyebiliriz: Yüce Allah'ın şimdi sizin tam olarak bilip
anlayamayacağınız ve ilerde ortaya çıkacak öyle kuvvet ve güçleri
vardır ki onların hakikatini ancak kendisi bilir ve sizin ona mutlak
surette inanmanız gerekir. İşte size onlardan bir örnek haber veriyor.
Bu, şu anda imanı olmayan ve kalplerinde bir çürüklük bulunanlar için
şaşırtıcı bir sır, bilinmez bir şey gibi gelir, "böyle kapalı Allah
sözü, Peygamber duyurusu mu olur?" diye alay ve inkâra sapmalarına
sebep olabilirse de, kitap ve peygamberin ne demek olduğunu ve gelecek
işinin bugünkü işlere kıyas edilerek bilinemeyeceğini bilenlerin
kuşkularını kesecek ve iman yeteneği olanların imanlarını artırarak
onları başarı ve kurtuluşa götürecek en önemli sebeplerden, hatırlatma
ve haber verme cümlesinden olduğu için bunların yorumuna çalışmayarak
mutlak bir iman ile inanılması gerekir.
31. Bunun
böyle
olduğunu açıklamak için devamında şöyle buyruluyor: "Biz o ateşin
muhafızlarını hep melekler yaptık. Sayılarını da ancak kâfirler için
bir imtihan kıldık." Bu âyette geçen "ashab-ı nâr" sonsuza kadar o
ateşin içinde kalıp yanacak olanlar mânâsına değil, o ateşe sahip olup
koruyacak bekçiler, muhafızlar mânâsına olduğu açıktır ki maksat,
kendilerine "cehennem bekçileri" denilen ve Tahrim sûresinde "Onun
başında öyle melekler vardır ki iri mi iri, çetin mi çetin.. Allah
kendilerine ne emrettiyse isyan etmezler ve kendilerine ne emredilmişse
onu yaparlar." (Tahrim, 66/6) diye nitelenen ve başkanları malik olan
zebani meleklerdir. Bu âyette geçen "onların sayısı" sözünden maksat
da, zikredilen "ondokuz" sayısı olduğu açıktır. Yani bunların
sayılarının ondokuz yapılması veya şahısları mı, türleri mi ne olduğu
belirtilmeyerek sade ondokuz sayısıyla bir muamma, bir sır halinde
ifade edilerek haber verilmesi sadece kâfirlere bir bela ve imtihan
içindir. Bunun faydası da diye başlayan bölümde anlatılanlardır. Bu
âyetin iniş sebebi hakkında iki rivayet anlatıyor:
BİRİNCİSİ, âyeti
indiği zaman Ebu Cehil Kureyş'e şöyle demişti: "Analarınız ağlasın,
İbnü Ebi Kebşe'nin oğlunu işitiyorum, size cehennem bekçilerinin
ondokuz adet olduğunu haber veriyor. Sizler ise demir pehlivanlarsınız.
Sizin her onunuz onlardan bir adamı yakalamaktan aciz mi?" Ebu'l-eşedd
b. Üseyd b. Kelede el-Cümehi, Pençesi pek kuvvetli yırtıcı bir adamdı.
"Ben size onyedisinin hakkından geliveririm, siz de bana ikisinin
hakkından geliverin." demişti. Bunun üzerine "Biz ateşin bekçilerini
hep melekler kıldık." âyeti indi. Onlar sizin güç yetireceğiniz adamlar
değil, meleklerdir, diye haber verildi. Ebu Cehil hakkında da Kıyame
sûresindeki "Gerektir sana o bela gerek! Evet, gerektir o bela sana
gerek."(Kıyamet, 75/34-35) âyetleri indi.
İKİNCİSİ,
Tirmizî ve İbnü Merduye'nin Hz. Cabir'den ettikleri bir rivayete göre,
yahudilerden bazı kimseler Peygamber (s.a.v)'in ashabından bazılarına
"Sizin Peygamberiniz cehennem bekçilerinin adedini biliyor mu?" diye
sormuşlar, onlar da Hz. Peygamber (s.a.v)'e bunu haber vermişlerdi.
Resulullah (s.a.v), şöyle ve şöyle deyip elleri ile bir kere on, bir
kere de dokuz işareti yapmışlardı. Yahudilerin Medine'de bulunmasından
dolayı bundan bazıları bu âyetin Medine'de indiğini anlamak
istemişlerse de Ashab-ı Kiram'dan bazılarının Medine'ye veya
yahudilerden bazılarının Mekke'ye gitmiş olmaları düşünülebileceğinden
bunu delil göstererek bir neticeye varmanın zayıf olduğu açıktır ve
hatta âyetin iniş sebebinden ziyade bir tefsir mânâsındadır.
"Rabbının
ordularını ancak kendisi bilir." İşte o muammanın asıl sırrı ve faydası
bu hakikata kayıtsız şartsız bir imanla iman etmeyi sağlamaktır.
CÜNUD, "cünd"
kelimesinin çoğuludur. Asker, bir adamın yardımcıları, alay ve ordu
mânâlarına gelir. Kuvvet ve sertliği itibariyle daha çok asker için
kullanılır olmuştur. Aslı kalıbında kelimesinden alınmıştır ki taşlık ,
sert araziye denir. Ve o (yani Sekar veya bu âyetler) başka bir şey
değil ancak insanlık için, insanın yararı için bir öğüt, bir
hatırlatıcıdır.
Bunu hafife
alanları reddederek korkutmayı hem desteklemek hem de olumlu bir gayeye
yöneltmek suretiyle aydınlatma maksadıyla buyruluyor ki.
32-34.
"Hayır
hayır, andolsun o aya." Burada ve sonraki âyetlerde geçen kamer, gece
ve sabah kelimelerinin kendi mânâlarında ve ilâhî orduların görüldüğü
parıltılara işaret olmaları yanında dünyanın karanlıklara boğulduğu
cahiliyye devri içinde Peygamberlik nurunun doğuşu ve o gecenin yok
olmaya yüz tutuşu ve parlamak üzere bulunan hayır ve hakikat sabahının
yaklaşışı anlarıyla İslâm güneşinin doğuşu anına da dolaylı yoldan
işaret vardır. Hatta asıl ifade edilmek istenen budur.
35.
Kuşkusuz o
Sekar herhalde büyük olaylardan biridir yani en büyük felaketlerden
biridir.
36-37.
İnsanı
korkutmak, gocundurmak için, yahut insanı korkutucu olarak. Bazıları
bunun, sûrenin evveline bağlı olduğunu söylemişlerdir ki, "korkutucu
olarak kalk" demektir.
38. Her
nefis
kazancına bağlıdır. Yani Allah katında borçlu olarak kazancına
rehindir. Mutluluğu ve felaketi kazancına uygun düşer. Çalışır güzel
işler yapar, Allah'a borçlarını öderse kendisini kurtarır. (Geniş bilgi
için Tûr sûresindeki "Herkes kendi kazancına bağlıdır."(Tur, 52/21)
âyetinin tefsirine bkz.)
39. Ancak
amel
defterleri sağdan verilenler bunun dışındadır. Zira bunlar sadece kendi
kazançlarına bağlı kalmayarak ezeli takdirde yüce Allah'ın sırf lütuf
ve ihsanından nasipleri, kısmetleri fazla takdir edilmiş olan mutlu
kişilerdir. Çünkü adalet ve hikmet sahibi olan yüce Allah herkese
kazancına uygun bir mükâfat verir, kimsenin hakkını kaybetmez. Hukuk
açısından hepsini eşit kılmış, kazancına bağlamış olmakla beraber
(Allah) yaptıklarından sorumlu tutulacak bir varlık olmadığı için sırf
lütuf ve ihsan açısından hepsinin takdirlerini, mazhar olacakları
şeyleri eşit kılmamış; kimine az, kimine çok vermiş, kimini de fazla
olarak verdiği ihsanından yoksun kılarak onu sadece kazancına
bırakmıştır. İnsanları diğer canlılardan seçkin olarak yaratması nasıl
onların kazancına bağlı değil, sırf bir lütuf eseri ise, insanları
çeşitli mertebelerde yaratması, nebileri ve velileri yüksek derecelere
nail olmakla seçkin kılması, nebilerin bir kısmını bir kısmına üstün
tutması ve Hz. Muhammed (s.a.v)'in derecesini hepsinden üstün kılması
da bu türdendir. Bu şekilde yüksek mertebelerin bir çoğu çalışıp
kazanılmakla elde edilmez. Bu ise "Doğrusu insan için çalıştığından
başkası yoktur."(Necm, 53/39) mânâsı ile çelişkili olmaz.
Zira çalışıp
kazandığından başkası insanın kendi hakkı değil, sadece bir lütuftur.
Bununla beraber âyette "illâ" edatı ile yapılan istisnanın muttasıl
olmasına göre, "ashab-ı yemin" bunun da bir istisnası sayılmalıdır. Şu
halde bu âyette geçen ashab-ı yemin Vâkıa Sûresi'nde geçen ashâb-ı
yeminden daha özel, sabikun yani imanda en ileri gelenler gibi seçkin
bir mânâda demektir. Bunun tefsirini yaparken ashab-ı yeminden maksat
melekler, ihlaslı müminler, müslümanların küçük çocukları, yaratılış
sözleşmesinde, sağ tarafta bulunanlar, yani "Şunları cennet için
yarattım, önem vermem, şunları da cehennem için yarattım, yine önem
vermem." kudsi hadisinde cennet için yaratılmış olanlardır şeklinde
çeşitli rivayetler vardır. Bunların, müslümanların küçük çocukları
olduğuna dair rivayetin Hz. Ali'den geldiği söyleniyor. Bunlar kendi
çalışma ve gayretleri olmadan atalarıyla beraber cennete girecekleri
için istisna edilmiş oluyorlar. Bu rivayet de gösteriyor ki bu istisna,
çalışıp kazananlar içinde cennete girecek yok demek değil, fakat
bazılarının kazançlarına bağlı olmadan veya kazançlarının değerinden
fazla olarak sadece bir lütuf eseri ve müstesna bir şekilde cennete
gireceklerini anlatmış oluyor. Gerçi bunda, cennete girmenin sadece bir
lütuf eseri olduğunu gösteren bir mânâ varsa da bu mânâ "Kazandığı
hayır kendine"(Bakara, 2/286) düsturunu bozmaz.
Kazançta iyi
amele muvaffak kılma da esas itibarıyla yüce Allah'ın bir lütfu ve
başarı ihsan etmesi demek olacağı için hepsinin de ilâhî lütfun bir
eseri olduğunu söylemek doğru olmakla beraber burada maksat, çalışıp
kazanmanın önemini düşürmek değil, "Kuşkusuz, haklarında bizden en
güzel müjdeler geçmiş olanlara gelince..."(Enbiya, 21/101) âyetinin
mânâsınca kaderleri kendilerine yardımcı olan ve çalışmakla elde
edilemiyecek mertebeler kendilerine sırf bir lütuf olarak verilmiş
bulunan seçkin özel kişiler istisna edilmek şartıyla diğer bütün
insanların kurtuluş ve felaketlerinin kendi çalışma ve kazançlarına
bağlı bulunduğunu beyan ederek çalışma ve kazancın değerini
göstermektir. Korkutmanın, öğüt vermenin asıl faydası da budur.
Dolayısıyla bu âyette "yemin" kelimesi iki mânâda düşünülebilir:
BİRİNCİSİ,
kaderde sağ tarafta bulunmuş, hiç çalışma ve gayretleri olmadan
kaderleri iyi kılınmış kimseler demektir. Mesela, Hz. Peygamber
(s.a.v)'in nebilik ve resullüğü, "Rabbinin rahmetini onlar mı taksim
ediyor?"(Zuhruf, 43/32) âyetinden de anlaşıldığı üzere çalışmasının
hiçbir etkisi olmayan bir bağış, bir ilâhî rahmettir.
İKİNCİSİ,
"yemin" kelimesinin ahit ve sözleşme mânâsına olmasıdır. Çünkü
yaratılış sözleşmesi ile ilâhî ahde dahil olmuş ve yeminlerini tutmuş
olan kimseler kendi kazançlarından sorumlu ve bundan istifade etmiş
olmakla beraber sonuç itibariyle yalnız kazançlarına bağlı kalmayıp
kazandıklarından çok fazla nimet ve mutluluklara ererler ki bunun
misali, bir şahsın tek başına çalışmasıyla sosyal bir sözleşmeye bağlı
olarak toplum halinde çalışması arasındaki farktır. Zira toplumla
yaşayanlar yalnız kendi kazançlarından değil, toplumlarının değerine ve
sözleşmelerine bağlılıklarına göre birbirlerinin ortak ve karşılıklı
mesailerinden yüksek bir biçimde yararlanır. Dağınık çalışmaların
zahmeti çok, verimi az olduğu halde bir ahit ve sözleşmeye bağlı olarak
çeşitli çalışmalarını samimi bir şekilde birleştirmiş ve çalışmalarının
dağınık ve ortak noktalarına hep bir ruh ile sarılarak toplum halinde
yürümüş olanlar herbiri kendi çalışmasından yararlanmakla beraber
birbirlerinin çalışmalarından da gittikçe artan bir şekilde pay
alırlar. İşte Allah'a, Peygamberine ve ahiret gününe iman edip de
Sekar'dan korunarak hak yolunda ruhlarını ve çalışmalarını birleştirmiş
olan ve aynı kıbleye yönelerek yürüyen samimi iman sahipleri kendi
kazançlarına bağlanmakla kalmayıp ilâhî lütuftan benzerlerinden ayrı
bir şekilde nasip alan "ashab-ı yemin"dirler.
40-41.
Amel
defterleri solundan verilenler, çalışmayanlar, yahut tek başına
çalışan, kendi keyfince uğraşan yeminsizler kendi çalışma ve
gayretleriyle boğuşurken, amel defterleri sağından verilen bu ashab-ı
yemin cennetlerdedirler suçluları soruştururlar, suçluların hallerinden
kendi aralarında konuşur, bahseder, birbirlerine sorar yahut
sordururlar. "Bu soru kınama ve hasret çektirme içindir." denilmiş ise
de, herşeyden önce hakkı ortaya çıkararak suçlarının mahiyetine göre
şefaat imkânını araştırmak için görüşüp dertleşme veya bir sorguya
çekme olmak, ardından "Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda
vermez."(Müddessir, 74/48) ifadesinin gelmesine daha uygun görünür.
Bu soruşturmanın
bu şekilde anlatılıp açıklanması da suçluların hallerini ve hüküm
giymelerinin sebeplerini sorup araştırarak hakkı ortaya çıkarmanın ve
ona göre hayır ve iyi hal için çalışmanın ashab-ı yeminin özelliği
olduğunu anlatmak, bununla beraber sayılacak olan suçların sahibi
suçluların ahirette şefaat ile de kurtulmalarına ihtimal olmadığını
dünyadakilere hatırlatarak öğüt vermek içindir.
42. Sizi
Sekar'a
sokan nedir? Yani bu cehenneme girmenize sebep olan suçunuz nedir? Bu
soru, ashab-ı yeminin birbirlerine değil de suçlulara doğrudan veya
dolaylı olarak sordukları sorudur. Zemahşerî şöyle der: Bu, ashab-ı
yeminin birbirlerine sorduğu soruyu açıklamak değildir. Öyle olsaydı
"Onları Sekar'a sokan nedir?" denilmesi gerekirdi. Bu, onların
sordukları kişilerin verdiği cevabı hikâye etmektir. Yani, sorulanlar
şöyle anlatırlar: "O suçlulara sizi Sekar'a sokan nedir?" dedik.
43.
dediler ki:
biz namaz kılanlardan değildik,
44. ve
düşküne
yedirmezdik, fakire yemek vermez, karnını doyurma çaresini aramazdık.
Yani Allah'ın emrini tanımaz, kullarına acımazdık.
45. Ve
dalanlarla beraber dalar dururduk, boş lakırdılar, boşuna işler, şunun
bunun aleyhinde lehinde gereksiz sözlerle vakit öldüren, keyif ve
zevkle ilgili boş şeylere dalan gafillerle beraber kendimizden geçer,
dalar giderdik.
46. Din
gününe,
(yani ceza gününe) yalan derdik, inanmazdık dediler. Namaz kılmamanın,
fakirlere bakmamanın, dalanlarla beraber dalıp gitmenin asıl sebebi de
bu imansızlık, bu küfürdür.
47. Ta
bize o
yakın (yani ölüm) gelene kadar bu halde devam ettik ancak ölüm gelince
ceza gününün hak olduğunu iyice anladık dediler. İşte kendilerini
cehenneme sokan suçlarını böyle haber verirler.
48. Onun
için de
onlara şefaatçilerin şefaatı fayda vermez. Zira imansız gitmişlerdir.
Demek ki o gün müminlere şefaat olacak, bunlar da yalanlamasalar,
inkâra sapmasalardı belki ashab-ı yeminin onlara şefaatı da mümkün
olabilecekti. Fakat bu suçları işlemiş, inkâr ile gitmiş oldukları
ortaya çıkan suçlular kendilerini kurtaracak iş yapmamış oldukları gibi
şefaatçilerin hepsi de şefaat edecek olsa fayda vermez, gerçek
değiştirilmez. Onlar işledikleri suçların cezası olarak o Sekar'a dalar
giderler.
49. Şimdi
o
öğütten yüz çevirmekte kendilerine ne fayda var? Bu Kur'ân'dan yüz
çevirmekte, o ölüm hatırlatılarak yapılan öğütten kaçınmalarında
kendileri için bir fayda mı var? Öğütten yüz çevirmekle o kötü sondan
kurtulacaklarını mı zannediyorlar?
50. O
Kur'ân'dan
öyle yüz çeviriyorlar ki sanki onlar ürkmüş yabani eşekler,
51.
aslandan
kaçmaktalar.
KASVERE, "kasr"
kökünden türetilmiş bir kelime olarak zorlu, zorba demek gibi olup
"zorlu avcı alayı" veya "arslan" mânâlarına geldiği açıklanıyor.
Lugatçıların çoğu kasvere'nin arslan mânâsına olduğunu söylemişlerdir.
Bunun Habeş lügati olduğu da rivayet edilmiştir. İşte Kur'ân ile
verilen Allah öğüdünden kaçan, onu dinlemek istemeyen budalalar öyle
ürküp kaçıyorlar. Oysa o zavallı vahşi eşeklerin kaçmaları bir
çaresizlik olmakla beraber yine de tehlikeden kaçmaktır. Onda belki bir
kurtuluş, bir fayda düşünülebilir. Öğütten kaçan bu budalalar ise
tehlikeden değil, kurtuluştan, kurtarıcıdan kaçıyor, faydalarını
bırakıp yok oluşa koşuyorlar.
52. Hayır
o
kadar da değil, aksine onlardan her kişi kendisine ayrı ayrı dağıtılmış
sahifeler halinde öğüt getirilmesini istiyor. Genel bir öğüt ile
yetinmek istemiyor. Herbiri ziyafete çağrılır gibi özel davetiye ile
ayrıca davet edilmesini istiyor. Görevine, çıkarına koşmak için
kibirleniyor da herbiri "yarın ecelin geldi, şu, şu görevleri yapıp
hazırlanarak gelmeniz duyrulur" diye ayrı bir uyarı ve çağrı bekliyor
veya her biri için bir Peygamber olmasını arzu ediyor ki bu budalalık
öncekinden çok fazladır.
53. Hayır,
yok
öyle şey herkes için ayrı bir öğüt, ayrı bir kitap gelmesine ihtimal
yok. Bununla beraber öyle de olsa yine gelmezler. Doğrusu onlar
ahiretten korkmuyorlar. Bu çağrı ve öğütü kabul etmeyenlere sonunda
ceza verileceğine inanmıyor, sonunu saymıyorlar.
54. hayır,
iş
zannettikleri gibi değil korkunç bir ahiret var.
İşte o bir
öğüttür bir uyarı, bir hatırlatmadır.
55. "Artık
her
kim isterse düşünsün" içeriğini anlasın, gereğine göre hareket etsin.
56.
Bununla
beraber Allah dilemeyince düşünmezler. Korkulacak olan da, bağışlayacak
olan da odur. Azabından korkulup korunulacak olan da o, bağışlayacak da
odur. Ondan korkmayan ne ahirette ne dünyada hiçbir şeyden korkmaz,
korunmaz; ondan başkası da ne günahları bağışlayabilir, ne koruyabilir.
Onun için her hikmetin başı Allah korkusu, Allah sevgisidir. İmam
Ahmed, Tirmizî, Nesaî, İbn Mâce, Hakim ve daha başkaları Hz. Enes'ten
şöyle rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyeti yani âyetini
okudu da dedi ki: Rabbiniz şöyle buyurdu
"Ben korkulacak,
korkulup himayesine sığınılacak olanım. Benimle beraber başka bir ilâh
yapılmasın. Her kim benden korkar da benimle bareber başka bir ilâh
tutmazsa onu bağışlayacak olan benim."
Hakim-i Tirmizî
"Nevâdiru'l-Usûl"de Hz. Hasen'den rivayet ettiği bir hadiste şöyle der:
Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: Yüce Allah buyuruyor ki, kulum bana
iki elini kaldırır dua ederse ben o elleri bağışlamadan geri
çevirmekten utanırım. Melekler: "Ey bizim ilâhımız! O, bağışlanacak
kişilerden değil dediler. Yüce Allah, "fakat korkulacak olan da,
bağışlayacak olan da benim. Şahit olun, ben onu bağışladım." buyurdu.
Ey Rabbim! Bu
kulunu da o koruduğun, bağışlamana erdirdiğin kulların arasına kat.
Sensin koruyacak, sensin bağışlayacak.
|
|