|
Elmalı
Tefsiri
1. "Allah
işitmiştir." Tahkik (kuvvetlendirmek) ve tevki', yani vuku bulması
beklenen anlamını ifade etmektedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir.
"Evet Allah işitti, hakikaten beklendiği gibi işitti ve dinleyip
gereğini yaptı." O kadının sözünü ki, kocası hakkında seninle mücadele
ediyor ve Allah'a şikayette bulunuyordu. Gam ve kederini dile
getiriyor, derdinin çaresini istiyordu. Rivayetlerden anlaşıldığına
göre bu âyetlerin inmesine sebeb olan kadın, Ensar'dan Evs b. Sâmit'in
karısı Havle binti Sâlebe idi. Hadise şöyle meydana gelmişti:
"Havle'nin
kocası olan Evs b. Sâmit -ki Ubâde b. Sâmit'in kardeşiydi
ihtiyarlamış ve titiz bir yapıya sahip olmuştu. Bir gün karısı
kendisinden birşey istemiş, o da öfkelenip
"Sen bana anamın sırtı
gibisin." deyivermişti ki, buna zıhâr denilmektedir.
Cahiliye
âdetlerine göre bir adam karısına bu sözü söylediği zaman karısı ona
haram olurdu. Onu bir daha alamazdı. Bu hadise İslâm'da ilk defa
meydana gelen bir zıhâr olmuştu. Derken Evs çok geçmeden söylediğine
pişman olup Havle'yi çağırmıştı. Ancak Havle, yanına gelmekten çekinmiş
ve ona;
"Canım kudret elinde bulunan Rabbime yemin
ederim ki sen o sözü
söyledikten sonra, Allah ve Resulü hükmünü verinceye kadar benim yanıma
gelemezsin. Git Resulullah'a danış." demişti.
Koca,
"Ben utanırım
Resullullah'a bunu soramam." cevabını vermişti.
Bunun üzerine kadın,
"Ben gider sorarım." deyip Resulullah'ın
huzuruna vardı ve,
"Ya
Resulullah! Evs beni eş olarak seçip evlendiğinde gençtim, çekici idim.
Ancak yaşım ilerleyip birçok çocuğum olunca Evs beni anası gibi kıldı
ve kimsesiz bırakıverdi. Eğer bana bir çare bulup onunla geçinmemi
temin edersen, bunu beyan buyur ya Resulullah!" diye istekte bulundu.
Hz. Peygamber de ona:
"Ben şimdiye kadar bu konuda bir şeyle
emrolunmadım, ictihadım ise senin ona haram olduğun şeklindedir." dedi.
Havle,
"Vallahi o, talak zikretmedi." dedi.
Resulullah ise haram
olmuşsun diye tekrar etti.
Ancak kadın,
"Kurbanın
olayım nazar buyur Ya
Resullullah" dedi ve bu hususta Resulullah ile defalarca mücâdelede
bulundu.
Havle daha sonra da şikayetini Allah'a
arzederek,
"Allah'ım
yalnızlığımın şiddetinden ve bana zor gelecek olan ayrılık acısından
sana şikayette bulunuyorum. Küçük çocuklarım var, onları ona (Evs'e)
bıraksam zâyi' olacaklar, yanıma alsam aç kalacaklar." dedi ve başını
göğe kaldırıp "Allah'ım sana şikayet ediyorum, Peygamberinin lisanına
bir vahiy indir." şeklinde yalvardı.
Havle henüz oradan ayrılmamıştı
ki, hakkında Kur'ân âyeti nazil oldu. Vahyin şiddeti geçtikten sonra
Peygamber (s.a.v) Efendimiz,
"Ya Havle müjde!" dedi ve arkasından
âyetini okudu.
Bunun üzerine Resulullah, kadının kocasını
çağırttı,
"O
yaptığın yeminle kasdın ne idi?" diye sordu.
Evs de,
"Onun keffâreti
var mı?" dedi.
Buna karşılık Peygamberimiz,
"Bir köle azad etmeye gücün
yeter mi? " şeklinde mukabelede bulundu.
Evs cevabında,
"Hayır
Vallahi
ya Resulullah, ona gücüm yetmez, malımın hepsi gider, köle pahalıdır,
benim ise malım azdır." dedi.
Hz. Peygamber de
"Ona gücün yetmezse iki
ay peşpeşe aralıksız oruç tutabilir misin?" buyurdu.
Evs ise,
"Hayır
vallahi ben günde üç kere yemezsem gözümün feri kaçar." dedi.
Hz.
Peygamber,
"O halde altmış fakiri doyurabilir misin?"
diye sordu.
Buna
karşılık da Evs,
"Hayır, vallahi buna da gücüm yetmez.
Eğer bana
yardımda bulunursanız, o zaman olabilir." dedi.
Resulullah da
"Ben sana
onbeş sa' (on beş bin dirhem) yardımda bulunurum ve bereketi içinde dua
ederim." dedi.
Ve bu şekilde aralarını düzeltti.
Hz. Aişe'den şöyle
dediği rivayet edilmiştir: "İşitmesi seslerin hepsini ihata eden O
Allah, ne büyüktür!" Ne yücedir ki, kadın Hz. Peygamber (s.a.v)'e
hâlini arzederken öyle yavaş fısıltı ile söylüyordu ki, yanlarında
olduğum halde ben bile söylediklerinin bazılarını duyuyor, bazılarını
duyamıyordum. O, Resulullah'a kocasından şikayet ediyor, "Ya Resulullah
gençliğimi yedi, karnım ona saçıldı, yani ona çocuklar doğurdum.
Nihayet yaşım ilerleyip çocuktan kesildiğim zaman bana zıhâr yaptı,
Allah'ım sana şikayet ediyorum." diyordu. Kadın daha yerinden
ayrılmamıştı
ki, Cebrail (a.s.) şu âyetleri getirdi. Yine rivayet edilir ki Hz. Ömer
(ra) bu kadın yanına geldiği zaman ona ikramda bulunur ve "Allah Teâlâ
onu dinledi." derdi. İbnü Ebî Hâtim ve "el-Esmâ ve's-sıfât"ta Beyhakî
şöyle bir rivayeti nakletmişlerdir: "Bir gün Hz. Ömer (r.a.) insanlarla
beraber yürürken bu kadın Ömer'in durmasını istedi, o da durdu ve
kadına yaklaşıp elini omuzuna koydu ve onu dikkatle dinledi. Kadın
söyleyeceklerini söyleyip gidince, Hz. Ömer'in yanında bulunanlardan
biri "Ya Emir'el-Müminin! Şu kocakarının karşısında Kureyş'in
adamlarını beklettin." dedi. Hz. Ömer ona, "Yuh olsun sana, kim o
biliyor musun?" dedi. O da, "Hayır bilmiyorum." deyince, Hz. Ömer, "Bu,
Allah Teâlâ'nın yedi kat göğün üstünden şikayetini dinlediği kadındır.
Bu Havle binti Sa'lebe'dir. Vallahi geceye kadar gitmeseydi, ihtiyacını
bitirmeden ben ayrılmazdım." buyurdu. "Buharî'nin Tarih'inde konuyla
ilgili naklettiği rivayet de şöyledir: "Söz konusu kadın Hz. Ömer'e,
"Dur ey Ömer!" dedi, o da durdu. Kadın ona oldukça sert sözler söyledi.
Oradakilerden biri, "Ey müminlerin emiri ben bu kadın gibisini
görmedim." dedi. Bunun üzerine Ömer de, "Nasıl dinlemem ki, onu Allah
Teâlâ dinledi de hakkında âyetlerini indirdi." dedi. Âyetlerin nüzul
sebebine dair nakledilen bu rivayetlerden, örf ve âdetlerin yürürlükten
kaldırılmadıkça muteber olduğu hususu anlaşılmaktadır. Nitekim zıhâr
hakkında henüz bir hüküm nazil olmadığı için Resulullah örf ve adet
gereği kadına, "Haram olmuşsun." demiştir. Bu nevi delillerden
dolayıdır ki, "âdet muhakkemdir (geçerli bir hükümdür.)" önermesi,
fıkıhta genel bir kâide olarak kabul edilmiştir. Yukarıda da geçtiği
üzere zıhâr İslâm'dan önce Araplar'ın âdetlerine göre kesin bir
haramlık ifade ediyordu ve helale çevrilmesine dair bir çözüm yolu
yoktu. Kur'ân, zıhâr olarak söylenen sözün İslâm'a yakışmayan,
yadırganan ve çirkin bir yalan olduğunu beyan etmiş, evvela ondan
sakınılması lazım geldiğini, söylendiği takdirde de hiç hükümsüz
kalmayıp yine haram hükmünü ifade edeceğini belirtmiştir. Ancak münker
olarak söylenen o sözü, bir keffaret ile telafi ederek geri alıp, o
haramlığı kaldırmanın gerekli olacağını beyan ile, zikredilen âdeti
kısmen bırakmış, kısmen ortadan kaldırarak değiştirmiş böylece çirkin
âdetlerin ıslah edilmelerinin gerekli olduğunu da göstermiştir. Şöyle
ki:
2.
Kadınlarına
zihâr yapan kimseler yani zıhâr denilen sözle kadınlarından uzaklaşan
kimseler. Sırt ve arka mânâsındaki "zahr" kelimesinden alınan zıhâr
veya müzâhere: Bir kimsenin karısına "Sen bana anamın sırtı gibisin."
demesi veya onun bir uzvunu kendine haram olan kadınlardan birinin
karın, bel, ve kasık gibi bakılması haram olan bir uzvuna benzetmesidir
ki, helalı haram kılan çirkin bir sözdür.> İlk önce bunun söylenmesi
câiz olmayan çirkin bir davranış, bir cinayet olduğu anlatılmak üzere
şöyle buyuruluyor. Cahiliyede o sözü söylemeyi âdet haline getirenler
bilmelidirler ki, o zıhâr yaptıkları kadınlar onların anaları
değildirler. Onların anaları, ancak onları doğurmuş olan vâlideleridir
ki "...sizi emziren analarınız..." (Nisâ, 4/23) âyetinde ifade
edilenlerle "Peygamber müminlere kendi canlarından üstündür. Eşleri
onların analarıdır." (Ahzâb, 33/6) âyetinde zikredilen Peygamber'in
zevceleri dahi analar hükmündedir. Ve haberleri olsun ki onlar yani o
zıhâr sözünü söyleyenler herhalde münker, yani meşru olmayan, çirkin
bir lakırdı ve yalan bir söz söylüyorlardır. Yalandır çünkü kadınları,
anaları değildir. Hem de başkalarına zarar veren bir yalan, bir günah,
ve kadının gönlünü kıran, hukukunu zayi eden bir şeydir. Bununla
beraber çirkin bir sözdür, çünkü zıhâr anasının veya mahreminin
(kendisine nikahı haram olan yakınının) bir uzvunu ağzına almak
demektir. Ayrıca Allah'ın helal kıldığını haram kılmak gibi bir
küstahlıkla Allah Teâlâ'nın haklarına tecavüzdür. O halde ağza
alınmaması lazım gelen bir cinayet, bir günahtır. Fakat söylenince de
hükümsüz kalamaz. Haber vermek yalan olmakla beraber, gereği itibariyle
bir haramlığa yol açmaktan da uzak değildir. Öyle ki erkeğin ağzından
çıkan bu çirkin söz, kadının hayız zamanındaki eziyete benzer bir
haramlık ifade eder. Bununla beraber şu da muhakkak ki Allah, affı çok
bir mağfiret sahibidir. Onun için günahkârlara, tevbe ve günahlardan
dönmekle o sözü geri alma ve bir keffaret ile o çirkinliği örtüp
temizleterek af ve mağfiretine kavuşma yolunu açmış, bunu da şu şekilde
öğretmiştir.
3.
Kadınlarından
zıhâra kalkışıp da sonra dediklerini telafi etmek için dönecek
olanlar.> Yani söylediklerini geri alıp önceki gibi karısıyla
geçinmek ve kocalık muamelesi yapmak isteyenler ki, bunu
istemelidirler. Fakat kendilerini kirletmiş olan o çirkinliği telafi
edip temizleyebilmek için, sırf niyet etmek veya sözü geri almak kâfi
gelmeyip, ona keffaret olacak güzel bir amel yapmak da gerekir. Onun
için, yani zıhârdan dönmek için çare bir rakabe azad etmektir. Rakabe,
esasen boyun kökü demek ise de, mecazi anlamda insan için özellikle hür
olmayan insan için kullanılmaktadır. Yani büyük veya küçük, erkek veya
dişi bir kul azad edip hürriyete kavuşturmak keffaret olarak vacibtir.
Buna göre Allah'ın yanında o çirkin sözü söylemek kadının şerefini ve
varlığını yok etmek mânâsına gelmesi itibariyle, bir insanı hata sonucu
öldürmek fiili kadar büyük bir günahtır. Böyle olduğu için zıhâr, ancak
ona benzer bir keffaretle affedilebilir. İmam Şâfii buradaki mutlak
mânâyı, katil keffaretindeki (Nisâ, 4/92) mümine kaydıyla yorumlayarak
bu âyette azad edilmesi istenen kölenin de, mümin olmasını şart koşmuş
ise de, Hanefiler meydana gelen hadiseler farklı olduğu zaman mutlakın
mukayyede göre yorumlanmasını caiz görmeyip, onun mutlak anlamı üzere
kalmasının lazım geleceğini ileri sürmüşler ve bu yüzden de burada azad
edilmesi istenen kölenin mümin olmasını şart koşmamışlardır. Onlara
göre bu, gayr-i müslim bir köle de olabilir. Önemli olan bir köle azad
etmektir. Ancak, köle kör, elleri yahut ayakları yahut bir taraftan bir
eliyle bir ayağı veya ellerinin baş parmakları kesik ise, keffaret için
bunun kâfi olmadığını da beyan etmişlerdir. Hem bu köle azad etmeyi
dokunmadan önce yapmak gerekmektedir. Bu kayıt, zıhârın haram olduğunu
işaret yoluyla anlatmış olmaktadır. Yani zıhâr, kocanın karısına el
sürmesine mâni bir günah olduğundan dolayı, zıhârdan dönmek isteyen
kocanın temizlenmesi için keffaret olan bu köle azad etme işini,
karısıyla karı-koca ilişkisine girmeden önce yapması gerekir. Köle
azadından önce bu muamele gerçekleşirse haram işlemiş ve günaha girmiş
olurlar. Gerçi nikah bâki olduğu için bu bir zina sayılmasa da, hayız
halinde yaklaşmak gibi haram ve çirkinlik üstüne çirkinlik olur. Bu
yani böyle temastan evvel bir köle azadı ile keffaret hükmünü duydunuz
ya işte siz bununla öğütlenirsiniz nasihat alırsınız. Zıhâr denilen
şeyin Allah'ın katında ne büyük bir cinayet olduğunu anlar, ibret
alırsınız. Hem Allah, her ne yaparsanız haberdardır. Gerek zıhâr gibi
çirkin ve gerek bir kula hürriyet kazandırmak gibi güzel amellerden
gizli ve açık her ne yaparsanız onu bilir. Binaenaleyh, yaptıklarımızı
gizleriz de haberi olmaz zannetmeyiniz.
4. Her kim
güç
yetiremezse, yani bir kul azad etme imkan ve kudretine sahip olamazsa;
gerek malca kendisine yetecek miktardan fazla gücü bulunmaz ve gerek
hür olmayan sahipli bir köle bulamazsa bu takdirde her ikisi birbirine
dokunmadan önce ard arda iki ay oruç tutsun. Onun da keffareti budur.
Buna da güç yetiremeyen yine birbirlerine temas etmeden evvel altmış
fakiri doyursun. Fıtır sadakasında olduğu gibi, hadislerde izah
edildiğine göre her fakir için, en azı buğdaydan yarım sa', (bin
dirhemin yarısı) arpadan veya hurmadan olursa bir sa' takdir
edilmiştir. Bunlardan elde edilen unlar da kendileri gibidir. (Daha
geniş bilgi için fıkıh kitaplarına bkz.) Bu da onun keffaretidir. İşte
Allah Teâlâ, kudretlerin derecesine göre böyle üç derece keffaret ile,
zihâr çirkinliğinin telafi edilmesi için af ve mağfiretiyle yol
göstermiştir. Bu beyan edilen husus Allah'a ve Resulüne iman etmeniz
içindir. Zıhâr gibi cahiliye âdeti olan gayr-i meşrû işleri bırakıp
Allah ve Resulü'nün koyduğu ve tebliğ ettiği güzel hükümlere iman edip
gereğince amel etmeniz içindir. Çünkü bunda hem aile hayatı açısından
kolaylık, hem de ahlâkî bir temizlik ve güzellik vardır. Ve bunlar, bu
izah edilen hükümler, yani zıhârın çirkinliği, ondan dönmenin meşru
olması ve kadına dokunmadan önce tâkat derecesine göre üç mertebe
keffaretten birinin vücubu, Allah'ın tayin buyurduğu hudududur. Bunları
aşmak caiz olmaz. Binaenaleyh haddinizi bilin ve bu sınırda durun.
Bunun için fakihler demişlerdir ki kadın, zıhâr yapan kocasını
keffarete ve geri dönmeye zorlar, keffaret yerine getirilmeyince de
kendisini teslim etmez. Hâkim de, kadının zararını ortadan kaldırmak
için kocaya hapis ve ta'zir (azarlama) cezası vermek suretiyle
keffarete zorlayabilir. Şayet koca, "Keffaretimi yaptım." derse
yalancılıkla meşhur olmadıkça sözü doğru kabul edilir. Bunları
tanımayıp haddi aşan kâfirlere de şiddetli bir azab vardır.
5.
"Şüphesiz
Allah'a ve Resulüne muhalefet edenler..." Bu âyet, Mücadele Sûresi'nin
indirilişindeki hedefi demektir. Onun için bu âyet sûrenin başında ve
sonunda tekrar etmektedir. Yani muhakkak ki Allah ve Resulü'ne karşı
hudud yarışına kalkışanlar. Kadî Beydâvî'nin kısaca beyanına göre Allah
ve Resulü'nün koyduğu sınırları tanımayıp onlara düşmanlık eden veya
onların tayin ettiği sınırlardan başka hükümler koyan yahut tercihte
bulunmaya kalkışan kimseler. Alûsî tefsirinde bu münasebetle meseleri
çözüme kavuşturan ve akid yapan kimselerin kanun koyma ve
selâhiyetlerinin sınırları hakkında bazı detaylı bilgiler vermiştir. Bu
kaynağa bakılabilir. Kısacası, Allah ve Resulü ile rekabete yeltenen
kimseler itildiler, yahut çarpıldılar, veya tepelendiler, ukâlalık
yaparken yüzleri üstü kakıldılar. Onlardan öncekilerin itildikleri ve
çarpıldıkları gibi halbuki biz açık açık âyetler de indirmiştik. Bu
âyet, Peygamber (s.a.v)'in sıdkına delalet ettiği gibi doğru yolu
göstermekte, Allah ve Resulü'ne karşı gelmenin fenalığını da
anlatmaktadır. Bundan başka kâfirlere bir de mühîn, küçük düşürücü bir
azab vardır. Fakat o dünyada değil, ahirettedir.
6. O gün
ki,
Allah onların hepsini birlikte diriltecek de yaptıklarını kendilerine
haber verecektir. Şahidler huzurunda zelil ve hakir bir duruma
sokacaktır. Onlar onu unutmuşlarsa da, Allah onu bir bir saymış ve
defterlerine kaydetmiştir. Ve Allah her şeye şahiddir. Hiçbir şey O'nun
ilminin dışına çıkamaz .
7. "Görmez
misin
ki Allah, göklerdekini ve yerdekini bilir." Bu âyet Allah Teâlâ'nın her
şeye şahid olduğunun delilidir. deki rü'yet, görülebilir delillerden
çıkarılan ilim mânâsınadır. Yani görüp seyrettiğini göklerin ve yerin
saltanatından, düzen ve idaresinden onlarda gerek sakin ve gerek
hareket halinde olsun her ne varsa Allah Teâlâ'nın hepsini biliyor
olduğuna sen kalbinle şehadet etmez misin? Ey muhatab Herhangi bir üçün
necvâsı olmaz ki, mutlak onların dörtleyicileri O, olmasın, yani her
halde O, onların beraberlerinde bulunur, onları dörtler. Necvâ, Enbiyâ
Sûresi'nde geçtiği gibi sır söylemek gizli konuşmak, Türkçesi Kamus
müterciminin de ifade ettiği şekilde fisildi, daha Türkçesi fısıltı
demektir. Yüksek tepe mânâsına "Necveh"den, yahut kurtuluş anlamına
gelen "necât"tan alınmıştır. Aralarında sır konuşmak isteyenlerin,
herkesin çıkamayacağı yüksek yerlere çıkmak, yahut etraflarında bulunan
kimselerin işitmelerinden kurtulmak istemeleri düşüncesiyle, fısıltıya
bu ismin verildiğini söyleyenler de vardır.
Arapça'da
üçten
ona kadar râbi, hâmis gibi fâil veznindeki sayı isimleri iki şekilde
kullanılmaktadır. Birisinde üçüncü, dördüncü, beşinci vb. mânâsında
sıra sayıları dediğimiz sayı ismi olur. Bu durumda mensup olduğu
sayının biri veya sonuncusu demek olup kendi derecesinden bir sayıya
bağlanmış, olur. Mesela, sâlisuselâse, râbiuerbaa, üçün biri yahut
üçüncü sırada bulunan, dördün biri veya dördüncü sırada bulunan
mânâsını ifade eder. Diğerinde ise ism-i fâil olup türediği sayıdan bir
eksiğine bağlanmış olur. Mesela, sâlis üçleyen, râbi dörtleyen, hâmis
beşleyen, sâdis altılayan vb. demek olup, sâlisu isneyn, rabiu selâse,
hâmusi erbaa, sâdisu hamse diye kullanılır. Âyete "râbi" üçe muzaf
olduğu için ikinci anlamdadır. Yani dörtleyen veya dörtleyici demektir.
Sâdis de bunun gibidir. Ne de bir beşin, fısıltısı olmaz ki mutlak O,
altılayıcıları olmasın ve gerek ondan daha azın yani zikredilen üç veya
beşten az ki, iki veya dörttür. Çünkü ikiden aşağı karşılıklı konuşma,
müşâvere ve müzakere olmaz. Gerekse daha çoğun ki altı veya daha
fazlanın fısıltısı olmaz ki mutlak O (Allah) beraberlerinde bulunmasın
yani hepsiyle beraberdir. Her nerede olurlarsa olsunlar
beraberlerindedir. Görülüyor ki bu âyette önce üçten başlanmış, sonra
beşe geçilmiş, ikisinde de tek sayılar zikredilmiş, sonra da daha az
veya daha çoğu şeklinde kısaca ifade edilmiştir. Bunun bir hayli
nüktesi vardır. Evvela, âyetin nüzul sebebine işarettir. Zira rivayet
olunmaktadır ki, "Rabia b. Amr ile biraderi Habib b. Amr, bir de Safvân
b. Ümeyye bir gün tenhada konuşuyorlarmış. Birisi, "Allah bizim
söylediklerimizi bilir mi dersiniz?" diye sormuş. İçlerinden biri,
"Bazısını bilir, bazısını bilmez." demişti. Üçüncü şahıs da, "Bazısını
bilirse hepsini bilir." demiş. İşte söz konusu âyetin inişine bu olay
sebeb olmuştur." İkincisi, sûrenin başında zikredilen mücâdeleci kadın
Hz. Peygamber'le konuşurken yanlarında Hz. Aişe de vardı. Bunun için
sayıları üçe ulaşmıştı. Üçüncüsü, gizli konuşmak çoğu defa müşâvere
(danışma) için olur. Müşâvere iki kişi arasında olabilirse de, ihtilaf
edildiği takdirde bir tarafın çoğunlukla tercih edilebilmesi için
müzakerenin üç, beş, yedi, dokuz gibi tek sayı ile yapılmasının daha
uygun olacağına işaret sayılabilir. Hz. Ömer'in vefatı sırasında
danışma meclisini altı kişi yapması, aşere-i mübeşşere (cennetle
müjdelenenler)den olan o altı zâtın belirlenmiş olmasından dolayıdır.
Nitekim Hz. Ömer onlara, "Resullullah (s.a.v) sizden razı olarak vefat
etti." demiştir. Bununla beraber oğlu Abdullah'ın hilafetten hissesi
olmamakla beraber icabında tercih noktasından hareketle onun da
beraberlerinde bulunmalarını şart koşarak yine tek sayıya riayet
etmiştir. Dördüncüsü, böyle gizli konuşacak komisyonların,
toplulukların ekseriya üç, en fazla beş kişiden ibaret olmasına
işarettir.
Mamafih daha
aşağı, daha yukarı gizli cemiyetler de olabileceğinden ile hepsi ifade
edilmiştir. Sonra bütün bunların yaptıkları amellerini kıyamet günü
kendilerine haber verecektir. Amelleriyle onları rezil edip azaba
sokacaktır. Öyle ya Allah her şeyi bilicidir.
8. "Gizli
konuşmaktan men edilip de yine o men edildikleri şeyi yapmaya
kalkışanları görmedin mi?" Buradaki rü'yet (görme) fiili, ile
kullanılmış olduğu için bakmak mânâsını ifade etmektedir. Bu âyet de
yahudilerle münafıklar hakkında indirilmiştir. (Bakara, 2/14 âyetine
bkz.) Hem de günah, vebal, müminlere karşı düşmanlık, tecavüz ve
Peygamber'e isyan konusunda fısıldaşıyorlardı. Gizli cemiyetler
yapıyor, gizli gizli konuşuyorlardı. "Onlar sana geldikleri zaman seni
Allah'n selamlamadığı bir tarzda selamlıyor." Tahiyye, Allah ömürler
versin ve sabahınız hayır olsun gibi sağlık ve esenlik mânâsı ifade
etmektedir ki, biz müslümanların tahiyyesi selamdır. Bu, "Orada
birbirlerine sağlık dilekleri selamdır..." (Yûnus, 10/10) âyetinde
görülmektedir. Peygamber'e verilecek selam da, "Selam senin üzerine
olsun Ey Allahın Resulü." "Salat ve selam senin üzerine olsun Ey
Allah'ın Resulü." "Allah'ın selamı, rahmet ve bereketi senin üzerine
olsun Ey Allah'ın nebisi." şeklindedir. Allah Teâlâ da peygamberini
"Selam olsun seçkin kıldığı kullarına..." (Neml, 27/59), "Gönderilen
bütün peygamberlere selam" (Saffât, 37/181),
9-10. "Ey
iman
edenler! Siz de ona salât edin ve tam bir teslimiyetle selam verin."
(Ahzâb, 33/56) gibi salât ve selam ile selamlamıştır. Buhari, Müslim ve
diğer kaynaklarda Hz. Aişe'den nakledilen bir rivayete göre,
yahudilerden bazıları Hz. Peygamber'in huzuruna geldiler ve ona "Ölüm
senin üzerine olsun, Ey Kâsım'ın babası." dediler. Peygamber de, "sizin
üzerinize olsun" şeklinde karşılık verdi. Hz. Aişe diyor ki ben de
onlara: "Ölüm size olsun, Allah size lanet etsin ve Allah'ın gadabına
uğrayasınız." dedim. Bir başka rivayette de, "Ölüm, kusur ve lanet size
olsun." Bundan dolayı Peygamber bana, "Ey Aişe Allah Teâlâ, gereğinden
fazla söyleyeni sevmez." buyurdu. Ben de ona, "Duymuyor musun? "Ölüm"
diyorlar." dedim. "Sen de işitmedin mi? ben de onlar için dedim."
buyurdu." İbnü Esir der ki: " 'ın kullanılışında meşhur olan hemzesiz
olmasıdır. Onlar bununla ölüm murad ediyorlardı. Ancak bazı
rivayetlerde hemzeli olduğu görülmektedir ki bunun mânâsı da,
dininizden bıkasınız demektir." Ahmed b. Hanbel ve "Şuabu'l- iman"da
Beyhakî Abdullah b. Ömer'den şöyle bir rivayet nakletmişlerdir:
"Yahudiler Resulullah (s.a.v)'a diyorlar ve bununla sövmeyi
kasdediyorlardı. Sonra da aralarında "Bu söylediklerimiz yüzünden
Allah'ın bize azab etmesi gerekmez miydi?" (Mücâdele, 58/8) diyorlardı.
İşte bunun üzerine âyeti nazil oldu. Ve nefislerinde, yani kendi
aralarında veya gönüllerinde diyorlardı ki, Allah söylediğimizle bize
azab etse ya!... Yani o Allah'ın Resulü ise ona tahiyye (selam) adına
söylediğimiz söz sebebiyle Allah bize bir azab verse ya! diye dünyada
azab istiyorlardı. Onlara cehennem yeter, bu dünyada azab edilmeyeceği
mânâsına değildir, lakin ahiretteki cehennem azabı her azabdan da
beterdir. Yani hepsinin yerine yetecek derecededir. Onlar ona
yaslanacaklardır, (cehennemin) içine atılacaklardır. O ne kötü dönüş
yeridir. O cehennem ne fena bir son, ne kötü akıbettir. Dönüp varılacak
yerlerin en fenası, düşülecek değişim yerlerinin en kötüsüdür.
"Ey iman
edenler! Gizli konuştuğunuz zaman..." Müminler gizli konuşmalardan,
fısıldaşmalardan mutlak surette men edilmeyip, ancak günahtan, şuna
buna zulüm ve tecavüz etmek ve Hz. Peygamber'e isyan mahiyetinde şeyler
konuşmaktan nehyediliyorlar. Gizli görüşmeler yaptıkları zaman da
hayra, hasenâta ve Allah'ın azabından korunma yollarına dair hususlarda
konuşmakla emrolunuyorlar. Buhârî, Müslim, Tirmizi ve Ebu Davud'un İbnü
Mes'ud'dan yaptıkları rivayette Hz. peygamber buyurmuştur ki, "Üç kişi
bir arada bulunduğunuz zaman, insanlara karışıncaya kadar ikiniz
diğerini bırakıp da fısıldaşmayın. Çünkü bu durum onu mahzun eder."
Âlimler demişlerdir ki, iki kişi bir üçüncü şahsın yanında onun
anlamadığı bir lisanla konuştuklarında eğer o bundan üzüntü duyuyorsa,
bu da tıpkı yukardaki gibidir.
11. Gizli
konuşma hakkındaki bu öğretiden sonra açık meclislerdeki adâbla ilgili
olarak buyuruluyor ki,
12. Ey
iman
edenler! Sizlere meclislerde, oturduğunuz yerlerde genişleyin
denildiğinde genişleyiverin. Yani açılın, gelene yer verin denildiği
zaman yer açın, ortalığı daraltmayın. İbnü Ebî Hâtim'in Mukâtil b.
Hibbân'dan yaptığı nakle göre, Âlûsî bu âyetin nüzul sebebini şöyle
anlatmıştır: "Hz. Peygamber (s.a.v) Muhâcir ve Ensâr içinden Bedir
ehline ikramda bulunurdu. Sâbit b. Kays b. Şemmâs'ın içinde bulunduğu
Bedir ehlinden bir grup meclise geldiğinde, meclis dolmuştu. Resulullah
(s.a.v)'ın karşısında durarak ona: "Allah'ın selâmı, rahmeti ve
bereketi üzerine olsun ey Nebi!" dediler. Resulullah da "Allah'ın
selamı, rahmet ve bereketi sizin üzerinize de olsun." diye selamlarına
karşılık verdi. Sonra meclistekilere selam verdiler, onlar da selam ile
mukabelede bulundular. Böylece ayakta dikilip kaldılar ve kendilerine
yer açılmasını beklediler. Ancak kimse onlara yer vermedi. Bu ise
Resulullah (s.a.v)'ı üzdü. O da çevresinde bulunanlardan bazılarına,
"Kalk ya filan, ya filan!" diyerek bir kaç kişiyi kaldırdı. Ancak,
durumun hoşlarına gitmediği, kalkanların yüzlerinden belli oluyordu.
Münafıklar bunu dedikodu vesilesi yaparak "Yakınına oturanı kaldırıp da
sonra geleni oturtması adalet değildir." dediler. İşte söz konusu âyet
bu sebeble indirildi." Hasan el-Basri ve Yezid b. Ebî Habîb gibi bazı
zatlar ise, "Sahabiler harp saflarında, savaş alanlarında kıskançlık
göstererek sıkı bir şekilde durur ve şehid olma arzusuyla birbirlerine
yer açmazlardı. Bu âyet işte bu sebeble nazil oldu." demişlerdir.
Âyetteki mânânın kapsam itibarıyla bunu da içine aldığı kabul edilirse
de çoğunluk, sözü edilen âyetin, Peygamber (s.a.v)'in meclisindeki
izdiham nedeniyle indirildiğini söylemiştir. Kısacası hangisi olursa
olsun bulunduğunuz meclislerde darlık yapmayın, etrafınızdakilere
sıkıntı vermeyin, genişleyin. Ve açılın, yer verin denildiği zaman, ne
suretle olursa olsun yer açın genişletin ki Allah size genişlik versin.
Kalkın yahut yukarı geçin, denildiğinde de hemen kalkıverin ki Allah
içinizden iman edenleri, yani hakikaten imanlı olan ve bu emirlere de
temiz yürekle iman eden müminleri yükseltsin. İman ile emre boyun
eğmelerinin mükafatı olarak dünyada başarı ve güzel ünvan, ahirette
cennet köşklerinde makam ile üstünlük versin. Kendilerine ilim verilmiş
olan zatları da derecelerle yükseltsin bilhassa ilim ile uğraşıp
gereğince amel eden âlimleri de derecelerle daha yüksek makamlara
geçirsin. Bu âyet, ilmin fazileti ve âlimlerin üstünlüğü hakkındaki
açık delillerdendir. Bu konuda birçok hadis de vardır. Kısaca ifade
etmek gerekirse denilebilir ki, imam-ı Azam Ebu Hanife'nin Müsned'inde
İbnü Mesud'dan naklettiği şu hadis, bu hussutaki hadislerin en
mühimlerindendir. Peygamber buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ kıyamet günü
âlimleri toplayıp da buyuracak ki: 'Ben size sırf hayır istediğim
cihetle hikmetimi kalplerinize koydum. Haydi cennete girin. Çünkü
sizden ortaya çıkacak kusurlara karşı sizi affettim." Tirmizi, Ebu
Davûd ve Dârimî şu hadisi merfu olarak Ebu'd-Derdâ'dan rivayet
etmişlerdir: "Âlimin âbid karşısındaki üstünlüğü, ayın dolunay gecesi
diğer yıldızlar karşısındaki üstünlüğü gibidir." Yine Tirmizi, Ebu
Ümâme (r.a.)'den Resulullah (s.a.v)'ın şöyle dediğini nakletmiştir:
"Âlimin âbide olan üstünlüğü benim, (derece itibariyle) sizin en
aşağıda olanınıza karşı üstünlüğüm gibidir. Muhakkak ki Allah Teâlâ ve
melekleri, gökler ve yerde bulunanlar hatta yuvasındaki karınca ve
hatta balıklar, insanlara hayır öğreten kimseye salavat getirirler."
Dârimi'nin Hasan el Basri'den yaptığı rivayette Resulullah şöyle
buyurmuştur: "Her kim İslâm'ı ihyâ etmek (yaşatmak) için ilim taleb
ederken, kendisine ölüm gelirse, onunla peygamberler arasında tek bir
derece vardır." Şu hadisler de bu konuda pek önemlidir. Deylemi,
"Firdevs" de Ümmühâni (r.a.) naklediyor: "Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "İlim benim ve benden evvelki peygamberlerin
mirasıdır." İbnü Adiy Hz. Ali'den naklediyor: "Âlimler yerin ışıkları
peygamberlerin halifeleri, benim varislerim ve peygamberlerin
varisleridir?" İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den naklediyor: "Âlimler,
Peygamberlerin varisleridir. Gök ehli onlara karşı muhabbet besler ve
öldükleri zaman denizdeki balıklar kıyamete kadar onların günahlarının
affı için dua ederler." Ahmed b. Hanbel ve İbnü Hibbân, Ebü'd-Derdâ
(r.a.)'dan naklediyor: "Her kim bir yola girer ve onda ilim taleb
ederse, Allah Teâlâ onu cennet yollarından bir yola götürür ve melekler
ilim taleb edenlere sanatlarından hoşlandıklarından dolayı kanat
gererler. Âlimler, peygamberlerin varisleridir. Peygamberler ne dinar
ne de dirhem miras bırakmadılar. Ancak ilim miras bıraktılar. Şu halde
o ilmi alan, büyük bir pay almış olur." İbnü'n-Neccâr Enes (r.a.)'den
naklediyor: "Âlimler komutan, müttakiler efendidirler. Onlarla oturmak
da kârlı bir iştir." Hâtib, İbnü Ömer'den (r.a.) naklediyor: "Âlimlerin
mürekkebi şehidlerin kanıyla tartıldı da ondan ağır geldi." Taberânî,
"Evsât"da Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "İlim elde edin ve ilim
için kararlılık ve vekâr da öğrenin. Kendisinden ilim öğreneceğiniz
kimseye karşı mütevazi olun." Deylemî, "Firdevs"de Hz. Ali (r.a.)'den
naklediyor: "Kendisinden istifade edilen âlim bir âbidden daha
hayırlıdır." İbnü Adi, Hatib, İbnü Asâkir, Ebu'd-Derdâ (r.a.)'dan
naklediyor. "Öğrenmek istediğinizi öğrenin, fakat bildiğinizle amel
etmediğiniz müddetçe ilmin size hiçbir faydası olmaz." Ebu'l-Hasen İbnü
Ahzemi el-Medinî, "Emâli"sinde Enes (r.a.)'den naklediyor: "İlimden
istediğinizi öğrenin. Fakat amel etmedikçe vallahi ilim toplamakla
sevab elde edemezsiniz." Ahmed b. Hanbel, Buhari, Müslim, Muaviye'den,
yine Ahmed b. Hanbel ve Tirmizî İbnü Abbas'tan ayrıca İbnü Mâce Ebu
Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Her kime Allah hayır dilerse, onu dinde
fakîh kılar." Taberani, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor: "İbadetin en
faziletli olanı fıkıh, dinin en faziletlisi de takvadır." Hatib, Câbir
(r.a.)'den naklediyor: "Âlimlere ikram ediniz. Çünkü onlar
Peygamberlerin mirasçılarıdır. Kim onlara ikram ederse Allah ve
Resulü'ne ikram etmiş olur." Rafii, Benz b. Hakim'den, o da babasından,
dedesinden naklediyor: "Âlimleri karşılayan beni karşılamış, onları
ziyaret eden beni ziyaret etmiş ve onların meclisinde bulunan, benim
meclisimde bulunmuş olur. Benim meclisimde bulunan da sanki Rabbim'in
meclisinde bulunmuş gibidir." Deylemî, İbnü Mes'ud'dan ve Ebu Hureyre
(r.a.)'den naklediyor: "İlim ortadan kaldırılmadan evvel ilim öğrenin.
Çünkü her biriniz, yanındakine ne zaman muhtaç olacağını bilmez." Ahmed
b. Hanbel, Dârimî, Tâberânî, Ebu'ş-Şeyh (tefsirinde) ve İbnü Merdûye,
Ebu Umâme (r.a.)'den naklediyor: "Ey insanlar ilim alınmadan,
kaldırılmadan önce nasibinizi alın. Denildi ki: "Ya Resulullah Kur'ân
bizim aramızdayken ilim nasıl kaldırılır? Buyurdu ki: "Hay seni anası
yitesi! İşte yahudi ve hıristiyanlar, aralarında kitapları var. Fakat
peygamberlerinin getirdiğinden bir harfe tutunmaz olmuşlardır.
Haberiniz olsun ki ilmin gitmesi, hepsinin gitmesidir. İlmin gitmesi,
cümlesinin gitmesidir. İlmin gitmesi, cümlesinin gitmesidir. (bu son
kısmı üç defa tekrar etti.)"> Ahmed b. Hanbel, Buharî, Müslim, Nesâî
ve İbnü Mâce, İbnü Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Allah Teâlâ, ilmi
kullardan soymak suretiyle çekip almaz. Ancak ilmi, âlimleri almak
suretiyle ortadan kaldırır. Allah hiçbir âlim bırakmayınca da, insanlar
bir takım cahil başlar edinirler ve onlara sorular sorarlar, onlar da
ilimsiz fetva verirler. Bu yüzden de hem kendileri saparlar hem de
başkalarını saptırırlar." Ebu Nuaym ve Deylemî, Ebu Hureyre (r.a.)'den
naklediyor: "Ahir zamanda bir kavim ortaya çıkar. Cahiller başa geçerek
insanlara fetvâ verirler. Böylece hem kendileri sapar hem de
başkalarını saptırırlar." İbnü Neccâr, Ebu Hureyre (r.a.)'den
naklediyor: "Kötü âlimler kıyamet günü getirilir, cehennem ateşine
atılır. Her biri, cehennemde bir kamış ile değirmen döndüren merkeb
gibi dolaşır durur. Ona: "Vay sana, biz seninle doğru yolu bulmuştuk,
bu halin de ne?" diye sorarlar. O da der ki: "Ben, sizi nehyettiğim
şeyleri tutmaz aksini yapardım." Deylemî, "Firdevs" de İbnü Abbas
(r.a.)'tan naklediyor: "Dinin felaketine yol açan üç sebeb vardır:
Günahkâr fakih, zalim devlet başkanı ve cahil müctehiddir." Askerî, Hz.
Ali (r.a.)'den naklediyor: "Fakihler, dünyaya dalmadıkları ve sultana
uymadıkları müddetçe peygamberlerin güvenilir (vâris)leridirler. Ancak
bunu yaparlarsa o zaman onlardan sakının." Ahmed b. Hanbel, Hz. Ömer
(r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin aleyhine korktuğumuz şeylerin en
korkuncu, her dili bilen münafıktır." Yine Ahmed b. Hanbel ve Ebu Nuaym
"hilye" de Hz. Ömer (r.a.)'den naklediyor: "Ümmetimin aleyhine
korktuğumun en korkuncu, saptırıcı liderlerdir." Taberânî, İbnü Mesud
(r.a.)'dan naklediyor: "Eğer bir kimseye Allah Teâlâ bir ilim vermiş de
o da onu gizlemişse, Kıyamet günü Allah Teâlâ da ona ateşten bir gem
vurur." İbnü Asâkir Ebu Hureyre (r.a.)'den naklediyor: "Kıyamet gününde
insanların en şiddetli azab çekeni, Allah'ın ilmiyle kendisine bir
menfaat vermediği âlimdir." Tirmizî, İbnü
Ömer (r.a.)'den naklediyor:
"Her kim
Allah'tan başkası için ilim elde ederse, cehennemdeki yerine
hazırlansın." Ebu'ş-Şeyh Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den naklediyor: "İlim
amelden hayırlıdır, dinin kuvvetlenmesi ise, takva iledir. Âlim, az da
olsa ilmiyle amel edendir." İbnü Lâl, "Mekârimu'l-Ahlâk"da Hz. Ali
(r.a.)'den naklediyor: "Size mükemmel bir fakihi haber vereyim mi?
Allah'ın rahmetinden insanların ümidini kesmeyen ve merhametinden
onları ümitsizliğe götürmeyen, Allah'ın tuzağından onları emin kılmayan
ve dünyaya rağbet için Kur'ân'ı bırakmayan kimsedir. Haberiniz olsun ki
ne anlaşılmayan bir ibadette, ne de üzerinde düşünülmeyen ilimde hayır
yoktur." Hatib, "el Müttefâk ve'l-müfterak"de Şeddâd b. Evs'den
naklediyor: "Kul, Allah'ın zâtı hakkında insanlara ve herkesten fazla
da kendi nefsine buğz etmedikçe mükemmel bir fakih olamaz."
Kısacası,
ilmin
ve âlimlerin gerek fazileti ve gerekse musibeti hakkında, hadis
kitaplarında pek çok hadis mevcuttur. Nitekim Kenzü'l-Ummâl'de
yüzlercesi nakledilmektedir. Bütün bunlardan anlaşılan husus ise, ilmin
amelden fazilet ve meziyyet bakımından üstün olması ve Allah'ın yanında
yüksek derecelere ulaşan âlimlerin, kendilerini ilme verip ilmiyle amel
eden âlimler olmasıdır. Onun için âlimler, ilimleriyle amel etmeli,
müminler de âlimlere hürmet ve ikrâmda bulunmalıdırlar. Âlimler, ilmin
şerefini, konusunun şerefi, gayesinin şerefi ve meselelerinin kuvveti
ile uygun olmak üzere üç açıdan çeşitli derecelere ayırmışlardır. Ahmet
b. Kays demiştir ki: "İlimle desteklenmeyen üstünlük sonuçta bir
perişanlığa dönüşür.
Ve Allah,
bütün
amellerinizden haberdardır. Ona göre mükafat veya ceza verecektir. Bu
cümle, esasen ilimle kasdedilenin amel olduğunu ifade etmekte ve ilme
saygı göstermeyenleri uyarmaktadır.
"Ey iman
edenler! Peygamber ile gizli konuştuğunuz zaman..." Bu âyet de
özellikle Resullullah (s.a.v)'ın meclisinde kendisine fısıltı ile bir
şey arzetmek isteyenlerin adâbı hakkında nazil olmuştur.
İbnü
Abbas'tan
rivayet edildiğine göre, "Bazı sahabiler, Resulullah (s.a.v)'ın
meclisinde kendilerini göstermek için lüzumlu, lüzumsuz fısıltı ile ona
bir şeyler arzetmeğe kalkıyor ve bu, gittikçe çoğalıyordu. Hz.
Peygamber de, lütuf ve hoşgörüsü sebebiyle hiç birisini reddetmiyordu.
İşte bu yüzden söz konusu âyet indirildi." Katâde'den yapılan rivayete
göre de, "Zenginler Peygamber'in huzuruna geliyorlar ve sık sık dilekte
bulunarak mecliste fakirlere galebe ediyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.v)
de bunların çok oturmalarından ve çok fısıldaşmaya kalkışmalarından
sıkılıyordu. İşte bunun üzerine bu âyet indirildi. "Böylece buyuruluyor
ki: Ey iman edenler Peygamber'e bir şey fısıldamak istediğiniz vakit
fısıltınızdan önce bir sadaka veriniz ki miktarı ne olursa olsun bu
suretle bir sadaka verilmesi sizin için hayırlıdır. Muhtaçları
sevindirecek ve size sevab kazandıracak bir hayırdır. Hem de daha
ziyade bir temizliktir ve Peygamber'den dilekte bulunmak hususundaki
niyetlerin samimiyetine, mallarınızda fakirlerin gözlerinin kalmamasına
ve ahlâkın berraklaştırılmasıyla hayır ve iyilikleri âdet edinmeye
sebeb olur. Şayet bulamazsanız sadaka vermeye gücünü yetmezse o halde
de Allah, Gafûr'dur Rahim'dir. Öyle sadaka veremeyecek olan fakirlerin
de fısıltı ile istekte bulunmasına izin verir. Burada Gafûr isminin
zikredilmesi, emrinin ibâha değil vücub ifade ettiğini göstermektedir.
Şunu da unutmamak lazımdır ki, Resulullah kendi adına hediye kabul
ederdiyse de, sadaka kabul etmezdi. Hatta şunu da belirtmek gerekir ki
Peygamber (s.a.v)'in aile fertlerinin bile sadaka ve zekat almaları
haramdır. Onun için burada verilmesi emredilen sadakadan maksad,
lüzumuna göre fâkirlere sarfedilmek üzere verilen sadakadır. Nitekim
Nisâ Sûresi'nde "Onların fısıldaşmalarının bir çoğunda hayır yoktur.
Ancak bir sadaka verilmesini, yahut bir iyilik yapılmasını yahut da
insanların arasının düzeltilmesini isteyenlerin fısıldaşması başka. Kim
Allah'ın rızasını elde etmek için onu yaparsa, Biz ona yakında büyük
bir mükafat vereceğiz." (Nisâ, 4/114) buyurulmuştu. Bununla beraber
burada emrolunan sadakanın vücûbiyyeti, çok geçmeden bundan sonra
gelecek olan âyet ile nesh edilmiştir.
Hakim, İbnü
Münzir, Abd b. Humeyde ve daha başkalarının yaptıkları rivayette Hz.
Ali şöyle demiştir: "Allah'ın kitabında bir âyet vardır ki, onunla
benden evvel kimse amel etmediği gibi, benden sonra da kimse amel
etmeyecektir. Bu âyet, "Necvâ Ayeti"dir: yanımda bir dinar vardı onu on
dirheme sattım. Peygamber (s.a.v)'den her ne zaman bir dilekte
bulunduysam o fısıltıdan evvel bir dirhem sadaka verdim. Daha sonra da
o âyet neshedildi, (yürürlükten kaldırıldı) artık kimse onunla amel
etmedi, âyeti indirildi."
13.
Fısıltınızın
önünde sadakalar vermekten korktunuz öyle mi? Bu âyetten anlaşıldığına
göre, demek ki ondan sonra bir iki sadaka veren olmuşsa da, fazla
olmamış, böylece fısıltı hevesinin arkası kesilmişti. Yani sadaka
vermekle fakirliğe düşeriz diye korktunuz, fısıltıyla konuşmadan önce
çok sadaka vermediniz de dileklerinizden vazgeçtiniz değil mi? Madem ki
yapmadınız yapabileceğiniz halde yapmadınız Allah da size tevbe ile
nazar buyurdu. Kusurunuzu affedip yine sadaka vermeksizin Peygamber'den
dilekte bulunmanıza müsaade etti. Bunun bir şükür ifadesi olmak üzere o
halde namaza devam edin ve zekatı verin, Allah'a ve Resulü'ne itaat
edin. Gerek meclislerin adâbı ve gerek diğer emirlerde itaatsızlık
yapmayın da gereğini yerine getirin ki Allah habirdir, haberdardır, bir
an bile ilminden kaçırmaz. Her ne yapıyorsanız gerek açıkta gerek
gizlide, gerek sevap gerek günah, gerek yapma gerek terk etme gibi
hususların hepsini bilir ve ona göre karşılığını verir.
14. Bakmaz
mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını
çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba
hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara
Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler.
Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara
naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip
gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile
yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v)
odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı.
Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken
gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana
niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti
ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim."
dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler.
İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü
Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve
Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda
da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin
ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve
sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den
nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer,
kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve
uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri
ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu
rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin
sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin
kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi,
bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b.
Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar
arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de
onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi
de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır."
Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
15. Bakmaz
mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını
çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba
hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara
Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler.
Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara
naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip
gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile
yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v)
odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı.
Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken
gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana
niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti
ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim."
dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler.
İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü
Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve
Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda
da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin
ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve
sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den
nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer,
kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve
uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri
ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu
rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin
sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin
kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi,
bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b.
Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar
arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de
onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi
de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır."
Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
16-18.
Bakmaz
mısın. Bu ifade taaccüb ve hakaret anlamındadır. Dikkat nazarlarını
çekmek için Peygamber'e veya hitab edilmesi gereken her muhataba
hitabdır. Yani ne çirkin halleri var bak! Şunlara, şu münafıklara
Allah'ın gadab etmiş olduğu bir kavme yardaklık etmektedirler.
Münafıklar yahudilere yardaklık ediyor, müminlerin sırlarını onlara
naklediyorlardı. Onlar ne sizdendirler ne de onlardan; arada gidip
gelen, bir orada bir burada çalkanıp duran münafıklardır. Ve bile bile
yalan yere yemin ederler. Rivayet olunuyor ki: "Hz. Peygamber (s.a.v)
odalarından birinde oturuyordu ve yanında da birkaç sahabi vardı.
Resulullah, "Şimdi yanınıza şeytan gözlü birisi gelecek." dedi. Derken
gök gözlü birisi çıktı geldi. Resulullah ona: "Sen ve arkadaşların bana
niye sövüyorsunuz?" buyurdu. O da, öyle bir şey yapmadığına yemin etti
ve Hz. Peygamber'e "Bırak beni de gideyim arkadaşlarımı da getireyim."
dedi. Gitti, arkadaşlarını çağırdı ve geldi. Onlar da yemin ettiler.
İşte bunun üzerine bu âyet indirildi." Ahmed b. Hanbel, Bezzâr, İbnü
Münzir, İbnü Ebî Hâtim, "Delâil" adlı eserinde Beyhaki, İbnü Merdûye ve
Hâkim İbnü Abbas'tan isim açıklamadan böyle rivayet etmişler ve sonunda
da "Allah onların hepsini yeniden dirilteceği gün, dünyada size yemin
ettikleri gibi, O'na da yemin ettiler.." (Haşr, 58/18) âyetinin ve
sonraki âyetlerin nazil olduğunu söylemişlerdir. Süddi ve Mukâtil'den
nakledilen rivayette isim zikredilerek gelen adamın gök gözlü, esmer,
kısa boylu ve hafif sakallı Abdullah b. Nebtel adında bir zât olduğu ve
uzun uzadıya anlatıldığı üzere arkadaşlarıyla beraber yemin ettikleri
ve bundan dolayı da bu âyetin indirildiği nakledilmiştir. Zikredilen bu
rivayetler arasında bir tezat söz konusu olmadığı için buradan, sûrenin
sonuna kadar bu sebeble indirilmiş olduğu söylenebilir. Âlûsî'nin
kaydettiğine göre burada ismi zikredilen İbnü Nebtel, -ki nûnun fethi,
bânın sükûnu, sonra üstünde iki nokta olan tâ ve lâm ile- İbnü Hâris b.
Kaysı Ensâriyyi Evsi'dir. İbnü Kelbî ve Belâzûrî bu zâtı münafıklar
arasında zikrederken, Ebu Ubeyde onu sahâbeden saymıştır. İbnü Hacer de
onun tevbe ettiğine kanaat getirmiş olduğunu söylemiştir. Kâmus sahibi
de bu hususta şöyle der: "Abdullah b. Nebîl Kemir, münafıklardandır."
Ancak bunun başka birisi olma ihtimali de vardır.
19. Onlar,
yani
yukarıdan beri özellikleri sayılan ve şeytanın da istilası altında
kalıp Allah düşüncesini unutanlar hep şeytanın hizbi, şeytanın
taraftarı ve şeytanın partisidir. Uyanık ol ki şeytanın partisi
muhakkak zarara uğrayanlardır. Çünkü ebedi nimeti zayi edip kendilerini
azaba düşürerek nefislerini ziyân etmişlerdir.
20. Şüphe
yok ki
Allah ve Resulü'ne karşı yarışa kalkan haddini bilmezler öyleleri bütün
o gördükleriniz, hallerini dinledikleriniz hep en alçakların
içindedirler. Öncekiler ve sonrakiler içinde halkın en aşağılık, en
zillete layık alçaklarından sayılmaktadırlar. Çünkü iki düşman taraftan
birinin zillet ve sefaletinin en aşağı basamağı, düşmanlık ettiği
tarafın izzet ve kuvvetinin derecesi ile ters yönde bir uygunluk
arzetmektedir.
21. Allah
yazdı.
Ezelde hükmünü verip silinmesi ve bozulması mümkün olmayan bir yazı ile
levh-i mahfuzda tesbit etti. Katade'ye göre bu söz, yemin makamında
söylenmiştir. Yazdı ki: Celâlim hakkı için her halde ben gâlibim ben ve
elçilerim. Onun için peygamberler öldürülseler bile davalarında gerek
delil ve gerek kılıç itibarıyla gâlib ve muzaffer olurlar. Çünkü Allah
kuvvet ve izzetine nihayet olmayan, eşi ve ortağı bulunmayan çok
kuvvetli bir azizdir. Kuvveti ile resullerine yardım eder, muradına
karşı asla mağlub edilmez.
22.
Allah'a ve
ahiret gününe iman eden hiçbir kavmi Allah'a ve Resulü'ne karşı
düşmanlık eden kimselerle sevişir bir halde bulamazsın. Öyle kimselerle
sevişmek Allah'a ve ahirete imanın gerekleriyle taban tabana zıttır.
Zira, onlara o durumda dostluk yapmak küfre sevgi göstermektir. Çünkü
Allah ve Resulü'ne düşmanlık etmek, küfrün en şiddetlisidir. Küfre
muhabbet ise, iman ile bir arada bulunmaz. Âyetin zahirî anlamı için bu
mânâ daha uygundur. Mamafih müfessirlerin bir çoğu kelâmi bir nükte
üzerine oturtarak bunu şu mânâ ile tefsir etmişlerdir. "Sevmemeleri
gerekir, sevmemelidirler." "İsterse onlar, babaları veya oğulları veya
kardeşleri, yahut hısımları olsun..." Bu âyetin anlamı ile ilgili
olarak Mümtehine Sûresi'nin "Allah, sizinle din uğrunda savaşmayan ve
sizi yurtlarınızdan çıkarmayanlara iyilik yapmanızı ve âdil
davranmanızı yasaklamaz.." (Mümtehine, 60/8), "Allah, yalnız sizinle
din uğrunda savaşanları, sizi yurtlarınızdan çıkaranları ve
çıkarılmanız için yardım edenleri dost edinmenizi yasaklar. Kim onlarla
dost olursa, işte zalimler onlardır." (Mümtehine, 60/9) âyetlerini de
burada düşünmek gerekmektedir. İşte onlar, o Allah ve Resulü'ne karşı
yarışa kalkışan kimseleri sevmeyen müminler yok mu Allah onların
kalplerine iman yazmıştır. Yalnız lisanlarında değil, kalplerinde de
tesbit etmiş ve yerleştirmiştir. Bundan anlaşılır ki asıl iman kalp
işidir. Ve kendilerini tarafından bir ruh ile güçlendirmiştir.
Kalplerine hayat veren ilâhî bir irfan nuruyla kuvvetlendirmiştir. Onun
için Allah'ı unutmazlar. Ahiret yolunu görür, sevilecek ve sevilmeyecek
kimseleri tanırlar. Allah ve Resulü'ne itaat eder ve Allah yolunda her
fedakârlığa katlanırlar. Hem Allah onları altından ırmaklar akan
cennetlere koyacaktır. O suretle ki içlerinde sonsuza dek kalmak üzere
öyle ki Allah onlardan hoşnut, onlar da Allah'tan hoşnut oldular, hem
kendilerinden razı olunmuş hem de kendileri ondan razı olmuş olarak
Allah'ın rızasına erdiler. İşte bu özelliklerini işittiğin müminler,
Allah'ın partisidir. Allah'ın askerleri, Allah dininin yardımcıları ve
Allah yolunda cihad eden mücahidlerdir. Uyanık ol ki Allah'ın partisi,
taraftarları, muhakkak hep felah bulanlardır. Dünya ve ahirette hayır
ve isteklerine kavuşanlar ancak onlardır. "Allah'ım bizi de onlardan
kıl."
|
|