|
Elmalı
Tefsiri
1.
İstedi,
dilendi, dua etti, sordu anlamlarına gelir. "İstedi" mânâsı diğer
mânâların hepsini ifade edebilir. Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer
kırâetlerinde hemzesiz gibi okunur ki, aynı mânâya gelebilmekle beraber
"aktı" demek de olur. "Bir sâil yani bir isteyen veya soran yahut akan
bir sel".
Burada
tefsirciler bu âyetin iniş sebebi ile ilgili üç görüş zikrederler.
BİRİNCİSİ,
Nadr
b. Hâris "Ey Allah! Eğer bu senin tarafından gelmiş bir hak kitap ise,
durma üzerimize gökten taşlar yağdır veya bize daha acıklı bir azap
ver."(Enfal, 8/32) demişti. Bunun üzerine bu âyet indi. Çoğunluğun
görüşü budur. Bazıları Ebu Cehil'in "Haydi üzerimize gökten bir parça
düşürüver."(Şuara, 26/187) demesi üzerine indiğini söylemişlerdir.
İKİNCİSİ,
Hasen
ve Katâde şöyle demişlerdir: Yüce Allah Hz. Muhammed (s.a.v)'i gönderip
müşrikleri azap ile korkutunca, müşriklerin bir kısmı bir kısmına,
"sorun bakalım Muhammed'e. Bu azap kimin içinmiş ve kimin başına
inecekmiş" dediler. Bunun üzerine yüce Allah "Bir soran, olacak azabı
sordu." buyurarak onlardan haber verdi. İbnü Enbari: "Buna göre,
"sordu" demektir. de yani "azabı" mânâsında kullanılmıştır. Bu, "Onu
herşeyden haberdar olana sor."(Furkan, 25/59) âyetine benzer. O âyette
de takdirinde olup "Onu" demektir.
ÜÇÜNCÜSÜ,
bazıları da şöyle demiştir: Hz. Peygamber kâfirler için acele bir azap
istemişti. Yüce Allah da: "Onların başına azap gelecektir. Onu savacak
kimse yoktur, biraz sabret, güzel bir sabır gerekiyor." buyurdu. Çünkü
"O halde güzel bir sabırla sabret." emri Peygambere geldiğinden
isteyenin de o olduğunu gösterir. Bununla beraber birinci mânâ daha
sağlamdır. Bu durumda Peygambere "sabret" emri, bu azabı isteyenin veya
soranın küfür edip inkârda bulunarak eziyet vermek istemesi
dolayısıyladır. Meydana gelmiş ve meydana gelecek mânâlarına olabilir.
Burada maksadın ikincisi olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber, "Daha
önce bunun benzeri kâfirlerin başına gelmiştir. Onun başına da
gelecektir." demek olabileceği gibi, "Meydana gelmesine ilâhî emir
taalluk etmiştir. Vakti gelince olacaktır. Onu, vuku bulmuş bir emir
bil." mânâsına olması sözün akışına daha uygun düşmektedir. Ki,
"kesinlikle ilerde vuku bulacağı için vuku bulmuş denilmiştir" diye
meşhur olan nükte de bu mânâ ile açıklanabilir.
2. Kâfirler
için. Bu kelime, "vâki" kelimesinin sılası, yahut "azab" kelimesinin
sıfatı yahut "seele" fiili ile ilgilidir. Başında bulunan "lâm" harfi
sebep bildirmek için de kullanılmış olabilir. "O, kâfirler içindir."
şeklinde yeni bir başlangıç cümlesi de olabilir.
Bu kısım,
azab'ın sıfatı, yahut hâl, yahut başlangıç cümlesi olabilir. Azabın
sıfatı olduğuna göre mânâ "Kimsenin defedemiyeceği bir azap" şeklinde
olur. Hâl olursa "Hiç kimsenin defedemiyeceği halde" demek olur. Yahut
"Kâfirler için onu savacak yoktur." meâlindedir.
3.
Allah'tan.
"Allah'tan savacak" ve "Allah'tan gelen" demektir. "Mirâclar sahibi
olan Allah". Bu, Allah'ın sıfatıdır.
MEÂRİC,
Mirâc
gibi veya aynı anlamda mim harfinin kesresi ile "minber" kalıbında
"mi'rec" veya mimin üstünü ile "menhec" kalıbında "ma'rec"
kelimelerinin çoğuludur. "Uruc" ve "Suud", yani aşağıdan yukarıya çıkma
aletleri, merdivenler ve asansörler, yahut çıkılacak dereceler,
mertebeler, yükseklikler demektir. "Zi'l-meâric" de bunların sahibi
demek olur. Tefsirciler "Meâric" kelimesinin tefsirini yaparken başlıca
dört yorum getirmişlerdir.
BİRİNCİSİ,
İbnü
Abbas'tan rivayet edildiği üzere "gökler, yüksek dereceler" demektir
ki, melekler bunlarda gökten göğe yükselirler. Bazıları da bunlar için
gök demeden, "meleklerin emir ve yasaklarla çıktıkları asansörler ve
derecelerdir" demişlerdir.
İKİNCİSİ,
Katâde'nin rivayetine göre, faziletler, nimetler ve yücelikler, yani
yükseklikler ve yüksek yüksek lütuflar ve nimetlerdir. Çünkü Allah'ın
lütuf ve nimetlerinin birçok dereceleri vardır. Bunlar insanlara
çeşitli mertebelerde ulaşırlar.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Cennette Allah'ın, dostlarına ihsan ettiği derecelerdir, denilmiştir.
DÖRDÜNCÜSÜ,
manevî ve ruhî mertebelerdir. Fahreddin er-Râzî tefsirinde bu yorumu
açıklayarak şöyle der: "Gökler yükseklik ve alçaklıkta, büyüklük ve
küçüklükte farklı olduğu gibi meleklerin ruhları da kuvvet ve
zayıflıkta, olgunluk ve eksiklikte, ilâhî marifetlerin vukuunun
çokluğunda ve bu âlemin işlerini çevirme kuvvetinin şiddet ve azlığında
farklıdırlar. Yüce Allah'ın rahmetinin bolluğunun eseri ve nimetlerinin
nuru, gerek olağan ve gerekse olağanüstü yollarla bu âleme "Derken bir
iş çevirenlere andolsun"(Nâziat, 79/5) ve "Derken bir emir taksim
edenlere andolsun"(Zariyât, 51/4) buyrulduğu üzere o ruhlar
aracılığıyla ulaşması nedeniyle yüce sözü, bu âlemden ona ihtiyaç
basamaklarının yükselmesi için çıkış ve o âlemden buruya rahmet
eserinin inmesi için iniş aletleri olan o değişik ruhlara işaret
olabilir.
" Âlûsi de
bunu
şöyle açıklar: Bir de meâric, amellerin ve zikirlerin bulunduğu manevî
makamlar; bir tarikata girmiş olan müminler için de o yolda
yükseldikleri mertebeler, yahut meleklerin mertebeleri denilmiştir.
Bunun sadece
ruhî ve manevî makamlar için olduğunu söylemeleri,
BİRİNCİSİ,
âyette sadece meleklerin ve Ruh'un yükseldiğinin zikredilmiş olması,
İKİNCİSİ,
Allah'ı cisme benzetme kuruntusuna düşülmemek için Allah'ın noksan
sıfatlardan uzak olduğu kuralına uyulması düşüncesinden çıkmış olması
gerektir. Fakat yer ve göklerin maddî olması, onların mülkünü elinde
bulunduran ve cisimlerin ve ruhların yaratıcısı olan yüce Allah'ın bir
cismî olmasını gerektirmeyeceği gibi, meâricin hem cismânî hem ruhanî
olması da onların sahibi olan yüce Allah'ın noksan sıfatlardan uzak
olmasına zıt olmaz. Zira, birisinin bir şeyin sahibi olduğunu ifade
etmekte kullanılan kelimesi ile yapılan tamlamalar, sahib olunan şeyle
onun sahibi arasında bir cüz'iyet - külliyet (parça bütün) ilişkisi
olduğunu göstermez. Nitekim Zü'l-Mâl, mal sahibi, demektir. Bu, mal
sahibinin malının içine hulul edip girerek onunla bütünleştiğini ifade
etmez. Aynı şekilde yukarılara doğru yükselenlerin melekler ve Ruh
olması çıkılan basamak ve derecelerin de sırf manevî ve ruhanî olmasını
gerektirmez. Cismani ve ruhaniliğin üstünde olan yüce Allah'a yükselmek
de cismanî ve ruhanî mertebelerin hepsinin üstüne yükselmek demek
olacağı için o da bunlardan birine mahsus olmayı gerektirmez. Aksine bu
makamda onların fani ve yok olucu olduklarını hissettirir. Bu mânâ ve
hakikat iyice düşünülebilirse "meâric"ten maksat, İbnü Abbas'tan
rivayet olunduğu üzere maddî ve manevî bütün varlık mertebelerini
kapsayan dereceler demek olup meleklerin ve ruhların çıkıp indiği
cismanî, ruhanî âlemlerin, tabaka tabaka bütün mertebe ve derecelerini,
zi'l-meâric (dereceler sahibi) sıfatı da yüce Allah'ın bunların
hepsinin sahip ve maliki ve hepsinin döneceği ve en son varacağı yer
olmak sıfatıyle hepsinden yüksek olan yücelik ve ululuğunu ifade eder
ki, bu mânâ Zi'l-Arş (Arş'ın sahibi) vasfı gibidir.
4. Bu
mertebe ve
basamaklarda çıkıp inen yüce Allah'ın kendisi değil, onun emri ve
emrini taşıyan elçileri ve memurları yani melekler ve ruh olduğunu
açıklamak için buyruluyor ki, Melekler ve Ruh ona yükselir. Onun
emriyle hepsi çıkar yanına varır, ona döner, hepsi onun huzurunda "O
gün Ruh ve melekler saf saf kıyama duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinin
mânâsına göre saf bağlayıp dururlar. Vasıtalar tamamen kalkar. "Ve
yalnız ona döndürüleceksiniz." (Bakara, 2/245), "Oysa bütün işler
Allah'a döndürülür."(Bakara, 2/210) "Yeryüzündekilerin hepsi
fanidir."(Rahmân, 55/26), "Onun zatından başka herşey yok
olucudur."(Kasas, 28/88), "Bugün mülk kimin?"(Mümin, 40/16) sırrı
ortaya çıkar, ona karşı bir savunucu bulunmaz.
Burada
melekler
çoğul, Ruh tekil zikredilmiştir. O halde Ruh'tan maksat nedir? Bundan
ilk evvel "De ki, ruh Rabbimin emrindendir."(İsra, 17/85) buyrulduğu
üzere Rabbin emrinden olan Ruh akla gelir. Tefsircilerin çoğunluğu
burada Ruh, "Meleklerine, Peygamberlerine ve Cebrail'e..."(Bakara,
2/98) buyrulduğu gibi, genel olarak zikirden sonra özel olarak zikir
kabilinden Cebrail (a.s) olduğunu söylemişlerdir.
Ebu Hayyan
da
şöyle der: "er-Ruh, âlimlerin çoğunluğuna göre Cebrail'dir.
Şereflendirme için özel olarak ayrıca zikredilmiştir. Burada
meleklerden sonra, "O gün Ruh ve melekler saf saf kıyama
duracaklar."(Nebe, 78/38) âyetinde ise önce zikredilmiştir. Mücahid,
"er-Ruh, insanoğlunun yaptığı işleri yazmaya memur olan hafaza
meleklerinin hafazası olan melektir." dedi. Bir de er-Ruh, Cebrail
(a.s)'den başka ulu yaratılışlı bir melektir denildi. Ebu Salih, "insan
şeklinde, fakat insan değil" dedi. Kabisa b. Züeyb, "alındığı vakit
ölünün ruhu" dedi. Lakin "Âyetlerimizi yalanlayanlara ve onları kabul
etmeyi kibirlerine yediremiyenlere göklerin kapıları elbette
açılmaz."(A'raf, 7/40) âyeti gereğince kâfirin ruhunun yükselemeyeceği
beyan edilmiş bulunduğundan muradın, müminin ruhu olduğu da kaydedildi.
Razî de der ki: Allah'ın sırlarını gören keşif ehli kişilerden bazıları
şöyle demiştir: Ruh, büyük bir nurdur. Nurların, Allah'ın azametine en
yakın olanıdır. Diğer meleklerin ve insanların ruhları, ruh
mertebelerinin en son derecesinde ondan dallanır. Bu derecelerin iki
ucu arasında meleki ruhların mertebelerinin basamakları ve kutsi
ruhların konak yerlerinin dereceleri vardır. Onların nasıl olduğunu
Allah'tan başkası bilmez. Fakat kelâmcıların sözlerinden açıkça
anlaşılan Cebrail (a.s)'dir. Bir günde bir zamanda. Bu ifadenin alakalı
olduğu kelime ile ilgili iki görüş vardır. Birisi "yükselir" fiiline
bağlı olmasıdır ki, yükselme o gün meydana gelir demektir. İkincisi de,
Mukatil'den rivayet edildiği üzere bu "gün"ün yükselme fiiline değil,
"vuku bulacak azap" sözüne bağlanmasıdır. Bu durumda Meleklerin ve
Ruh'un yükselmesi zaman ile kayıtlanmamış, azabın meydana geleceği
günün büyüklüğü anlatılmış olur. Bununla beraber bu ikisinden çekişme
üzere hem azabın meydana gelmesi hem de yükselme ile ilgili olup ikisi
de aynı gün olduğundan dolayı birininki zikredilmeyip öbürününki
zikredilmiş bulunması mânâsı da anlaşılır.
Ki o günün
miktarı ellibin sene eder. Burada "sizin saydıklarınızdan" kaydı
yoktur. Fakat, "Gökten yere kadar bütün işleri o tedvir eder. Sonra da
o iş, sizin sayageldiklerinizle bin yıl miktarında olan bir günde ona
yükselir."(Secde, 32/5) buyrulmuş olmasına dayanılarak burada da o
mânânın gözetileceğini söyleyenler olmuştur. Bununla beraber burada bu
senenin melekler ve Ruh senesi olmak ihtimaliyle günün daha ziyade
korkutma ve sakındırma ifade etmiş olması da ihtimal dahilindedir.
Bazıları burada ellibin seneden maksadın, uzunluğun miktarını beyan
değil, o günün dehşetinden kinaye olduğunu söylemişlerdir ki bu, o
günün daha uzun ve daha kısa olmasına engel değildir. Nitekim Ebu Said
el-Hudri'den rivayet olunan bir hadiste, "O gün mümine hafifletilir.
Hatta ona dünyada kıldığı bir tarz namazdan daha hafif olur."
buyrulması da bunu andırır. Ebu Müslim gibi bazıları bu günü dünyanın
ömrü zannetmiş, "ne kadar geçti, ne kadarı kaldı Allah bilir" demiş ise
de doğru değildir. Dünyanın sonuna ait olması daha açıktır. Âlimlerin
çoğunluğu şöyle demiştir: Bu günden maksat ahiret günü, kıyamet
günüdür. Sûrenin ilerisine doğru yapılan açıklamalar da bunu gösterir.
Fakat bu durumda, "ahiretin sonsuz olmayıp bir gaye ile sınırlanmış
olması ve cennet ve cehennemin sonlu olmaları gerekmez mi?" diye bir
soru sorulabileceği düşüncesiyle Ebu Müslim bunu dünya günleri şeklinde
yorumlamak istemiştir. Lakin buna şöyle cevap verilebilir: Kıyamet
gününün üfürmeler arasındaki zamanları gibi geçici çeşitli devreleri,
durumları ve korkunç olayları vardır. Bunlar cennet ve cehenneme
girmeden evvel inanan ve inanmayana başka başkadır. Bu ellibin senelik
gün, kıyamet ve ahiretin hepsi değil, durup bekleme günleridir. Kâfir
hesabı görülüp cehenneme gönderilinceye kadar böyle ne senesi olduğu
bilinmeyen ellibin senelik duraklarda ve hatta nice durma yerlerinde
böyle ellişer bin sene sıkıntılar içinde bekleyecektir.
5. O halde
sabret, ey Muhammed! O kâfirlere öyle azap gelecektir. Bunun emri
verilmiştir. Yahut cehennemde bir vadi sel gibi akmaya başlamış, o
kâfirleri her taraftan saracaktır. Sen onların inkârlarına ve
alaylarına biraz sabret. Fakat güzel bir sabırla, kendini üzmeyecek ve
Allah'ın takdirine güzelce razı olarak görevine bakacak şekilde bir
sabırla sabret.
8. Mühl
gibi.
Mühl, yağ tortusu, potada eritilen maden gibi kaynar. Türlü renklerde
görünür. İbnü Mesud'dan, "eritilen gümüş gibi renkli" diye rivayet
edilmiştir.
9. Yün,
özellikle türlü renklere boyanmış olan renkli yün. Zira dağlarda.
"Beyazlı kırmızılı çeşitli renkte ve kapkara tabakalar vardır."(Fatır,
35/27)
10-14.Yani
öyle
bir dehşet ki, birbirlerine gösterilip dururlarken bile soramaz. Nerde
kaldı ki uzağı arasın. fasîlesini içlerinde yetiştiği ve başı sıkıldığı
zaman kendisini kucaklayan, barındıran kavmini ve kabilesini,
aşiretini, hemşerilerini, obasını.
15.
Kuşkusuz o,
yani azap ateşi alevli salgın ateştir. Bu, cehennemin bir ismidir.
16-19. Bu
kelime
alevli ateşin halini bildirir. "Derileri soyduğu halde alevli ateş"
demektir. Yahut, "ben şunu kastediyorum" şeklinde bir fiil takdir
edilerek, ihtisastan dolayı sonu üstün okunmuştur. Şeklinde okunan
kırâete göre ikinci haberdir. Yani "O azap, alevli ateştir, derileri
soyucudur." demek olur veya sıfat olur. Bu takdirde mânâsı, "derileri
soyan alevli bir ateş" olur. Nüz'u kökünden "saldırıcı"; nezi'
kökündense "soyucu" mânâsına gelir.
ŞEVÂ ; el,
ayak
gibi uzuvlar. Nitekim avcı; kol, bacak gibi öldürmeyecek noktadan bir
uzva isabet ettirdiği zaman derler. Yahut bu kelime, başın derisi demek
olan kelimesinin çoğuludur. Yani eli, ayağı, tepeyi, tırnağı soyar.
"Derileri piştikçe, azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler
vereceğiz."(Nisâ, 4/56) âyetinin ifade ettiği gibi azap yenilenmek için
onlar yine iade olunup eski hallerine çevrilir.
20. HELU,
esasında bir çabukluk mânâsı bulunan, bir taraftan tahammülsüzlük,
mızıkçılık; bir taraftan da şiddet ve hırs gibi farklı kavram arasında
bir huysuzluk ifade eden, mânâsı tam açık olmayan bir vasıftır ki, şu
iki âyet ile izahı yapılmıştır. Kendisine kötülük dokunduğu zaman çok
çok sızlanır. Kendisine mesela bir ağrı, bir sıkıntı, bir yoksulluk,
hastalık gibi bir acı dokundu mu kıvranır, sızlanır, feryat eder,
dayanamaz, başkalarından medet bekler
21. yine
kendisine bir hayır dokunduğu zaman da kıskanır Mesela bir servete, bir
sıhhate, bir makama kondumu hırsından, kıskançlığından kimseye bir şey
vermek istemez, ağladığı günü derhal unutur. Başı ağrıdığı zaman her
şeyden ümit bekleyen o mızmız adam bu kez biraz kuvvet bulunca kimseye
bir lokma vermemek, hayra engel olmak için sımsıkı bir afacan kesilir.
Hakk'a ve hayra sırtını çevirir. Eline geçeni toplayıp yığmaya,
saklamaya çalışır. Onun için de o salgın ateş onu çağırır.
22. Ancak
namaz kılan o müminler, o huydan, o ahlâksızlıktan, o azaptan, o kötü
sonuçtan istisna edilmişlerdir. Onlar aşağıdaki gibi güzel huylarla
nitelenmiş olup cennetlerde ikram göreceklerdir. O huylardan
23.
BİRİNCİSİ,
namazlarına devamlıdırlar. Sadece "onun farz olduğuna inandım" demekle
kalmayıp Allah'ın emrettiği ve Peygamberin öğrettiği şekilde bilinen
namazlarını terk etmeksizin devamlı kılmayı da huy edinmişlerdir.
Allah'ı ve emirlerini unutmazlar.
24-25.İKİNCİSİ,
Mallarında (sade nasıl isterse öyle verecekleri nafile bir yardım
değil, malına göre) belirli bir oranda bilinen bir hak, yerine
getirilmesi farz bir Allah borcu olmak üzere bir vergi vardır. Buna
inanıp da, dilenen ihtiyaç sahiplerine ve dilenmeyi gururlarına
yediremedikleri için dilenmediklerinden dolayı zengin zannedilen ve
fakat hiçbir kazançları bulunmayan yoksullara o hakkı seve seve, iyi
niyetle bizzat veya vekilleri vasıtasıyle verirler.(bilgi için,
Zâriyat, 51/19. âyetin tefsirine bkz.)
26.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Din gününü, (iyi veya kötü amellerinin cezasının verileceği haşir,
neşir ve hesap gününü) tasdik ederler. İmanlarında doğru olduklarını
gösterirler. Yani hakkı ve hukuku tanıyıp ahirette verilecek sevaba
iman ederek bedenle ve malla ilgili ibadetleri yapmak için gayretle
çalışır, nefislerini zahmete koşar, ceza gününe inandıklarını böyle
bizzat yaptıkları işlerle kanıtlarlar.
Burada
ahiret
gününü tasdikten maksadın sadece kalp ile veya dil ile yapılan ve
teoride kalan bir tasdikten ibaret olmayıp bizzat yaparak kanıtlamak
mânâsına olduğu, bu tasdikin namaz ve zekattan sonra amelî ibadetler
arasında sayılmasından ve bunun onlardaki samimiyet ve ihlas
anlatılırken söylenmiş olmasından anlaşılır.
27.
DÖRDÜNCÜSÜ,
Rablarının azabından korku üzere bulunurlar, kendilerine acıyarak
azaptan korku ve sakınma üzere bulunurlar. Görevlerinde, yapmaları
gereken işlerde kusur etmiş veya yasak olan bir şeye atılmış bulunmak
ve Hakka layık işler yapamamış olmak endişesiyle korkar dururlar. Güzel
güzel işler yapmakla beraber çalıştıkları, yaptıkları işlere
güvenmezler, sonunda varıp kavuşacakları Allah'a karşı onları büyük bir
şey yapmış gibi saymayıp küçük görürler. Onun huzuruna çıkacaklarını
düşünerek "Rablarının huzuruna döneceklerinden kalpleri çarparak
zekatlarını verenler.."(Müminûn, 23/60) övgüsü üzere kalpleri titriye
titriye çalışırlar.
28. Çünkü
Rab'larının azabından emin olunmaz. Aman verilmiş, kendisinden güvence
alınmış değildir. Zira insan için bu dünyada herşeyi çözümlemiş, bütün
görevlerini yerine getirmiş ve sakınılması gereken her şeyden sakınmış
bulunduğunu iddia etmek mümkün olmadığı gibi, kaderin sırrı da
bilinmemektedir. İnsanın bugüne kadar hiç kusur işlememiş olduğu
varsayılsa bile yarın nasıl bir durum kazanacağını Allah'tan başka
kimse bilemez.
29-30.
BEŞİNCİSİ, Irzlarını, apışlarını korurlar, kimseye açmazlar, ancak
hanımlarına ve ellerinin kazandığı, mülkleri altında bulunan
cariyelerine karşı başka. Çünkü onlara karşı kınanmazlar. Falancanın üç
dört zevcesi var, mülkü altında şu kadar cariye var diye övülmeleri
gerekmezse de kınanmazlar ve yerilmezler. Kimsenin onları edebe, hukuka
ve şeriate aykırı davranıyor görerek kınamaya ve yermeye hakkı yoktur.
Zira hanımları nikah akdi, cariyeleri de onların mülkü olmalarıyle
kendilerine helal olmuşlardır.
31. Fakat
ondan
ötesini isteyenler nikahlı eşlerinin ve mülkleri altında bulunan
cariyelerin dışında zevk arayan, ırzlarını korumayan, harama açılan,
gayr-i meşru ilişkide bulunan ve fuhuş yapan kişi, gerek erkek, gerek
dişi, İşte onlar haddi aşan, sınır tanımaz kişilerdir. Onlar her türlü
kınama ve yermeye, yasaklama ve engellemeye layıktırlar.
32.
ALTINCISI,
Onlar emanetlerine ve verdikleri sözlere uyarlar. Kendilerine emanet
edilen söz, hâl, fiil, mâl, Allah haklarına ve kul haklarına; Allah'a
ve kullarına, ailelerine, çolukçocuklarına, mülkleri altında
bulunanlara, komşularına, yabancılara ve yakınlarına vermiş oldukları
ahit ve sözlere uyarak onları tutarlar, bozmaktan sakınırlar. Şeriatın
bütün hakları birer emanet olduğu gibi, yüce Allah'ın kullara vermiş
olduğu uzuv, mâl, çoluk-çocuk, makam ve mevki ve diğer nimetlerin hepsi
de emanettir. Onları kullanılması gereken yerin dışında kullananlar
emanete hainlik etmiş olurlar. Buhari ve Müslim'de İbnü Ömer'den
rivayet edildiği üzere dört huy kendisinde bulunan katıksız münafık
olur. Kendisinde bu dört huydan birisi bulunanda da münafıklıktan bir
huy, bir alâmet bulunmuş olur: "Emanet verildiği zaman hainlik eden,
söz söylediği zaman yalan söyleyen, söz verdiği zaman sözünde durmayan,
düşmanlığa kalkıştığı zaman da edepsizlik eden, yani yalan ve iftira
ile edepsizliğe sapan."
Beyhakî'nin
"Şuab-ı İman" da Hz. Enes'ten rivayet ettiği bir hadise göre,
Peygamberimiz (s.a.v) bir hutbesinde şöyle buyurmuştur: "Haberiniz
olsun ki, emaneti olmayan kimsenin imanı yoktur. Ahdi olmayanın da dini
yoktur."
33.
YEDİNCİSİ,
Şahitliklerinde dürüsttürler. Doğru, dürüst adaletle şahitlik yapar,
şahit oldukları şeyin hiçbir noktasını gizlemeden, eğip bükmeden
dosdoğru şahitlik ederler. Bu özellik, emanet kavramı kapsamına
girmekle beraber, önemini açıklamak için özellikle zikredilmiştir.
34.
SEKİZİNCİSİ,
Namazlarını koruyucu olurlar. Ta başta namaza devam söylenildikten
sonra, sonunda da namazın korunmasının ayrıca söylenmesi hakkında
tefsirciler şöyle demişlerdir: Namaz vakitleri açısından, namazın
hiçbir vakit terkedilmemesi için "namazlarına devam ederler" denilmiş;
namazdan önce, namaz kılarken ve namazdan sonra yapılacak işlere özen
göstererek en mükemmel bir şekilde olmasına dikkat etmek için de
"namazlarını korurlar" denilmiştir.
NAMAZDAN
ÖNCEKİ
İŞLER, namazın mükemmel bir şekilde kılınabilmesi için vaktinden evvel
gözetilmesi gereken hazırlıklar, vakitlerin girişine kalben ilgi
göstererek dikkat etmek, abdest ve temizliğe; avret yerlerini örtmek,
kıbleyi aramak, temiz elbise ve temiz yer ve mükemmel olmak için cemaat
ve cami gibi hususlara dikkat etmek ve namazdan evvel kalbini
vesveseden ve Allah'tan başka şeylere çevirmekten arındırıp kalp huzuru
bulmaya ve gösterişten sakınmaya çalışmak.
NAMAZ
KILARKEN
YAPILACAK İŞLER, Namazın, Allah'ın huzuruna yükselten bir mirac
olduğunu düşünerek ve hikmetini bilerek sağa sola dönmeksizin okurken
ve zikrederken kalp huzuru üzere bulunmak.
NAMAZDAN
SONRAKİ
İŞLER, namazdan sonra boş söz ve işlerden ve günaha girmekten
sakınmaktır.
Bununla
beraber
bütün bunları yapabilmek için en önemli bir şart daha vardır ki, o da
namazın "korku namazı" halinde kalmaması ve namaz kılmaya engel olacak
bir dış düşman saldırısına düşüverilmemesi için esenlik içinde bir
vatan, bir İslâm yurdu ve burada iyiliği emir, kötülükten nehiy ile
huzur ve sükunu gözetecek bir toplumun gerekli olduğu bilincine vararak
o hususta gereğine göre karakol ve cihad görevine hazır bulunmak, yani
Allah'tan başka hiçbir şeyden korkmayacak bir durumda bulunmak üzere
korunmaktır. Tevbe Sûresi'nde geçtiği üzere, "Allah'ın mescitlerini
ancak, Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve
Allah'tan başkasından korkmayan kimseler imar ederler"(Tevbe, 9/18)
Yoksa namaza devam ihtimali kalmaz. Bu şekilde müslümanların taşıdığı
bu sekizinci özellik, İslâm'da toplum kurumuyla asayiş, yönetim ve
askerlik işlerinin namazı koruma gayesiyle özellikle ilgili olması
gereğini anlatmıştır. Dolayısıyle namaza devam ederken, namazın önünde
ve sonunda bu koruyuculuk görevini unutmamak gerektiği gibi, korurken
de namaza devamı unutmamak ve onu korumak üzere kutsal bir görev olarak
yapmak gerekir. Gerçi bu sûre Mekke'de inmiş olması ve Mekke'de henüz
savaşa dair bir emir inmemiş bulunması itibariyle orada askerlik işleri
söz konusu olamaz ise de onun hazırlanmasıyla ilgili böyle esaslar da
yok değildir.
Görülüyor ki
burada bu sekiz özelliğin başı ve sonu namaz ile çerçevelenerek hepsi
de namaz kılan kişinin niteliği olarak özetlenmiş ve bu şekilde namazın
dinin direği olduğu anlatılmıştır.
35. İşte
bunlara
Cennetlerde ikram olunacaklardır. Demek ki bu sekiz huy, cennetin sekiz
kapısı yerindedir.
36-44.
"Bölük
bölük" Bu kelime "ize" nin çoğuludur ki aslı "mensup olmak" mânâsına
gelen "azv" kökündendir. Herbiri bir bölüğe mensup olarak, parça parça,
dağınık bir halde demektir. Müşrikler Hz. Peygamber (s.a.v)'in etrafına
halka halka, bölük bölük toplanıyor ve onun söyledikleriyle alay
ederek: "Eğer Muhammed'in dediği gibi bunlar cennete girerlerse biz
onlardan evvel gireriz." diyorlardı. Bunun üzerine bu âyetlerin indiği
rivayet edilmiştir.
Meâric
Sûresi,
Hâkka Sûresi'nde buyrulan, "Gördüklerinize ve görmediklerinize..."
(Hâkka, 69/38, 39) âyetiyle anlatılanlardan geleceğe ait görülecek
şeyleri yüce Allah'ın değiştirmeye gücü yettiğini açıklayarak böyle bir
tehdit ile son bulduğu gibi, bu gücü geçmişte görülmüş bir misal ile
izah ederek aynı davayı açıklamak üzere bunu Nuh sûresi takip edecektir.
|
|