|
Elmalı Tefsiri
1.Gördün mü?
Hitap yine Allah'ın Resulüne ve
dolayısıyla genel olarak hitaba kabiliyeti olanların her birinedir.
Soru,
teaccüb (şaşma) suretiyle hazırlama içindir. Alemde açlık ve tokluk,
korku
ve emniyet gibi birbirini takip etmekte olan acı ve tatlı halleri görüp
duran, ilaf ve anlaşma ile yardımlaşma ve toplum içinde yaşamak
ihtiyacında
bulunan insanlar içinde Hak Teâlâ'nın ceza ve mükafatını inkâr
edenlerin,
dine inanmayanların bulunması şaşılacak bir şey olduğuna tenbih ederek
onların ruh halleriyle benliklerini tanıtmak ve öylelerin huylarındaki
düşkünlüklerden müminleri sakındırmak için dikkat nazarını
celbetmektir.
Yani Ey Muhammed, Kureyş içinde küfredenlerin neler yaptıklarını
görerek
anladın, tanıdın a: o dini yalanlayanı.
Burada da
"din", en mutlak ve en esaslı menfuhumu
olan ceza mânâsınadır. (Tin Sûresi'ne bkz.) Yani insanların yaptığı
iyilik
veya kötülük karşılığında Hak Teâlâ'nın iyiliğe güzel sevap ile
mükâfat,
kötülüğe kötü azarlama ile ceza vereceğini, diğer tabirle herkesin bir
olup da "Artık kim zerre ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim
zerre
ağırlığınca şer yapmışsa onu görür." (Zilzal, 99/7-8) ölçüsünce
ettiklerini
bulmaları Allah Teâlâ'nın inanılması, uyulması ve teslim olunup
gereğince
amel edilmesi lazım gelen kesin bir hükmü, bir Hak dini olduğunu tasdik
etmeyip de dinin aslı yoktur, o yalandır der, cezaya inanmaz olan
kimseyi
gördün ya... Mukatil'den bunun As b. Vail Sehmî hakkında nazil olduğu
rivayet
edilmiş, ki kıyameti inkâr eder, çirkin işler yaparmış.
Süddî'den
Velid b. Muğire hakkında nazil olduğu
rivayet edilmiş, Mâverdî de Ebu Cehil hakkında nazil olduğunu
nakletmiş,
rivayet edilmiştir ki:
Ebu
Cehil bir yetimin vasisi bulunuyordu. Bir
gün
o yetim çırıl çıplak ona gelmiş, kendi malından bir şey istemişti. Ebu
Cehil onu itivermiş ve aldırmamış idi. Kureyş'in büyükleri de çocuğa:
"Muhammed'e
git de sana şefaat ediversin." demişler, alay etmek istemişler.
Öksüz
onların
maksatlarını bilmediği için Resulullah'a gelip yardımcı olmasını
istemişti.
Peygamberimiz (s.a.v) hiçbir muhtacı reddetmek adeti olmadığı için
kalkmış,
onunla beraber Ebu Cehil'in yanına gitmişti. Ebu Cehil "buyurun" deyip
merhaba etmiş ve öksüzün malını vermişti.
Kureyş'liler
bunun üzerine
Ebu
Cehil'e serzeniş etmişler,
"sen
de sapıttın, Muhammed gibi Sabileştin"
demişler.
"Hayır"
demiş, "sapıtmadım velakin onun sağında solunda birer
harbe gördüm, vermezsem vuracak diye korktum".
İbnü
Abbas'tan bir
rivayette
de hem cimri, hem mürai bir münafık hakkında nazil oldu denilmiştir.
Demek
ki bu sûre bunların birisi veya hepsi sebebiyle nazil olmuştur. Fakat
hükmü
onlara mahsus değil, öylelerin hepsini içine alır.
2. Fâ,
sebebiye veya mahzuf şartın cevabı
olarak kendinden sonrasının kendinden öncesine terettüp etmesini ifade
eder. mübteda, mevsûlü haberdir. Müsnedin marife olunanı da kasr ifade
eder. Yani "gördünse bilirsin ya, görmedinse de bil! İşte cezaya
inanmadığından
dolayı öyle dinsiz imansız olan kimselerdir ki yetimi iter, öksüzü
zayıf
gördüğü ve Allah'tan korkmadığı için insaf ve merhamet etmiyerek kakar
kakıştırır, kahir ve hakaretle kovar azarlar
3. Ve
miskin,
bîçare yoksulun yiyeceğine dair
teşvikte ve isteklendirmede bulunmaz. Kendisi doyurmadığı gibi, gerek
kendi
akrabalarından ve gerek diğer vakit ve durumu müsait olanlardan diğer
kimselerin
bakıp gözetmesi, doyurması için de kayırmaz, bir yardımda, tavsiyede,
teşvikte
bulunmaz, çaresizlerin halini düşünmez, fakirlere bakılmasına taraftar
olmaz.
Burada
"taâm"dan murad it'âm olduğu için "ıt'âmûl'l-miskin"
(yoksulları doyurmak) daha açık olacakken "taâm" denilmesi nüktelidir.
Bunda aç olan bir yoksulun, kudreti olanlar tarafından verilecek taâma
(yemeğe) mülkü imiş gibi dinen bir hakkı taalluk ettiğine işaret vardır
ki "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır."
(Zâriyat,
51/19) âyetinin mânâsıdır. Bu şekilde hak etmenin şiddetine tenbih ve
başa
kakmaktan men edilmiş demektir. Yani öyle bir çaresizi doyuran kimse,
onun
kendi hakkı olan bir yiyeceği vermiş, borcunu ödemiş gibidir.
"Azarlayıp
kovmak ve teşvik etmemek" fiilleri, devamlılık ifade eden muzari olmak
hasebiyle, bu âyetlerin yukarıya bağlanmasından çıkan mânânın neticesi
şu olur: Toplum halinde ülfet ve anlaşma içinde yaşamak ihtiyacında
bulunan
ve Allah'ın yardımıyla açlıktan kurtulmuş ve korkudan emniyete
erdirilmiş
olan insanların Allah'a ibadet ve kulluk etmeleri ve bu kulluğu yapmak
için de öksüzlere, kimsesizlere bakmak, açlara, biçarelere yemek
yedirip
derman aramak için yardımlaşmaları Hak dinin gereği olan bir vazifeleri
olduğu ve güçleri yeterken bunu yapmayanların Allah katında cezaya
çarpılacakları
muhakkak iken, bunun zıddına öksüzü itip kakarak hakkını yemek ve
yanıbaşındaki
yoksul çaresizin en lüzumlu ihtiyacı olan yiyeceği hakkında bir
delalatte
ve teşvikte bile bulunmayacak kadar acımasızlık ve merhametsizlik etmek
insanlık hesabına şaşılmak ve teessüf olunmak lazım gelen pek acı bir
züll,
bir düşkünlük olmakla beraber böyle öksüzü kakmak ve fakirlere bakmamak
gibi insafsızlıklar, dine yalan diyen kimselerin yapageldikleri âdeti,
huyu demektir. Her ne kadar bir insanın dine inanmaması şaşılacak bir
şey
olsa da inanmadıktan sonra o fena huylar ona tabii gibi olacağı için
pek
şaşılmaz. Asıl şaşılacak taraf, dindar görünenlerin bedenen ve malen
vazife
ve ibadetlerinden gafleti ve mürailik edip de cüz'î bir yardımdan
sakınacak
derecede cimrilik etmeleridir.
4.
Onun için
buyuruluyor ki fakat yazıklar
olsun o namaz kılanlara. Yani vay hallerine, yazıklar olsun o
cehennemin
veyl denilen ve kan, irin akan deresine düşecek olan namaz kılanlara,
daha
doğrusu namaz kılıyor, mümin görünenlere.
5. Ki onlar
namazlarından sehiv etmişlerdir,
yanılmışlardır. Dinin direği ve kulların derli toplu kalb ile Hakk'ın
huzuruna
durarak bir yükselişi, Allah'a kavuşmaya bir çeşit vasıl oluşu demek
olan
ve şu halde onun zikriyle yardım ve inayetinden fert ve toplum olarak
medet
ve hidayet alarak onun rızasına, doğru yoldan yaklaşmak üzere emrine
göre
kulluk vazifelerini ihlas ile yapmak için şevk ve uyanıklık almak
gereken
namazlarından gaflet ile yanılmaktadırlar. Dikkate şayandır ki
namazlarında
sehiv değil, namazlarından sehiv ile azarlama yapılmıştır. Çünkü bazan
namaz içinde sehvetmek, yanılmak insanlık gereği çekinilmesi kabil
olmayan
arızalardandır. Ondan dolayı Ata b. Dinar'dan rivayet edildiği üzere
denilmiştir
ki, hamdolsun Allah'a, namazda yanılma ile azarlamamış "namazlarında
yanılanlar"
buyurmamış, "namazlarından yanılmışlar" buyurmuştur.
Namazdan
yanılmanın mânâsında da tefsircilerin
bir hayli açıklamaları vardır: Başlıca namazın öneminde gaflet edip onu
gereği gibi ciddi bir vazife olarak yapmamaktır ki, kılınıp
kılınmadığına
aldırmamak, vaktine dikkat etmemek, geçip geçmediğine aldırış etmeyip
vaktinden
geri bırakmak, terk etmekten üzülmemek, kıldığı vakit de Allah için
halis
niyyet ile kılmayıp, dünyaya ait bir takım maksatlar, gayeler için
münafıkça
bir şekilde kılmak, açıkta, el yanında kılarsa gizlide kılmamak,
kıldıklarını
da Hakk'ın huzurunda hayatın ruhanî ve cismanî bütün değişimlerini
temessül
ettirecek bir kulluk ve tazim olarak değil de Hz. Mevlânâ'nın dediği
gibi,
"baş yerde kuyruk havada" yahut Türkçe bir deyimle söylendiği gibi "iki
yatış, bir kıntış bakış"tan ibaret bir gösteriş veya bir eğlenti
halinde
yapmak şekillerine şamil olur. Söz musalli (namaz kılan) denilenlerde
olduğu
için büsbütün namazı terketmek bu konudan hariç olmak gerektir. Bu
konuda
İbnü Cerir rivayet ettiği iki haberle de delil getirmiştir. Birisi Sa'd
b. Ebi Vakkas (r.a.)'dan:
Demiştir
ki Peygamber (s.a.v.) hazretlerine
'den
sordum.
"Onlar,
namazı vaktinden geriye bırakanlardır." buyurdu.
Birisi
de: Ebu Berzele el-Eslemî (r.a)'den:
Demiştir
ki: İş bu âyeti nazil
olduğu
zaman Resulullah (s.a.v) buyurdu ki:
"Allahü
Ekber, bu sizin için
herbirinize
bütün dünya kadar bağış verilmekten daha hayırlıdır. Onlar o
kimselerdir
ki namaz kılarsa namazın bir hayrı olacağını ummaz, terk ederse
Rabb'inden
korkmaz."
Bunda
sözün
gelişine göre kıldıkları bir kaç
vakit namazdan dolayı gururlanıp yanılıp da dini ondan ibaretmiş gibi
diğer
ibadet ve kulluk vazifelerini yapmıyanlar da dahil olur. Zira birçok
defalar
geçtiği üzere dinin ruhu Allah'ın emrine ihlas ile tazim ve bütün
hareket
ve kuvveti, ceza ve mükâfatı ondan, bilerek, onun adına yarattıklarına
şefkat esasında toplanır. Onun için Kur'ân'da imandan sonra salih
amellerin
esası olmak üzere namaz ve zekat beraber zikrolunagelmiştir. Böyle iken
dindar geçinen birtakım kimseler vardır ki, namaz kılar görünürler de
sadece
onunla bütün dini vazifelerini ifa edivermişler gibi farzederek
yanılırlar.
Zekat gibi diğer vazifelere önem vermez kaçınırlar. Allah için
istemekten
hoşlanırlar da, Allah için ufak bir şey vermekten, Allah'ın kullarına
yardım
etmekten ve Allah'ın emirlerinin îfası için lazım gelen masraflara
güçleri
yettiği kadar iştirak etmekten çekinirler. Halbuki böylelerle mescidler
tamir edilmez. Çünkü Tevbe Sûresi'nde buyurulduğu üzere "Allah'ın
mescitlerini,
ancak Allah'a ve ahiret gününe inanan, namazı kılan, zekatı veren ve
Allah'tan
başka kimseden korkmayan kimseler onarırlar." (Tevbe, 9/18). Ve
"Muhakkak
namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir. Allah'ı anmak, elbette en
büyük
ibadettir." (Ankebut, 29/45) buyurulduğu üzere namaz çirkin ve kötü
şeylerden
vazgeçirir olduğu ve böyle Allah'ın zikri olan namaz en büyük vaiz
olmak
lazım geldiği halde onun yasaklamaları ve öğütleri sayesinde kötülük ve
çirkinliklerden vazgeçmeyen, iyilik ve kulluk görevlerini düşünmeyen,
Allah
için yardım borçlarını vermekten bile sakınan kimseler de namazın
mânâsından,
yasaklama ve öğüdünden gaflet ederek namazlarından yanılmış olurlar.
Bununla
beraber bu âyetin mânâsı şu iki âyet ile de izah olunuyor:
6. Onlar
ki
mürâîlik ederler, gösteriş yaparlar.
Her ne amel yapsalar Allah için yapmazlar da halka gösteriş için ve
herkesin
göreceği yerde yaparlar.
7. Ve mâûnu
menederler. Zekâtı vermezler,
yahut kimsenin esirgemeyeceği ödünç gibi cüz'î bir yardımlığı bile
sakınır,
kimseye bir damla birşey vermek, istemezler. Öyle cimri, öyle pinti
olurlar.
Böyle olanların zekat vermeyecekleri ise öncelikle anlaşılır.
İşte
böyle
namaz kılar, dindar görünüp de
namazlarından yanılan, mürâîlik, gösteriş yapıp da ufak bir yardımdan
bile
kaçınan kimselerin bu halleri, dinsizin dini yalanlamasından değil ise
de yetimi kakıştırmasından, fakirlere yardım etmemesinden daha çok
şaşmaya
değer, yazıklar olsun onlara!
Görülüyor
ki
Fil Sûresi'nden sonra Kureyş
Sûresi bu Mâûn Sûresi ile açıklanarak buradan "veyl" (yazıklar olsun)
kelimesi
ile lafız bakımından ve "yardımlığı sakınırlar" ile de mânâ yönünden
Hümeze
Sûresi'nin "İnsanları diliyle çekiştiren, kaş ve gözüyle işaretler
yapıp
alay eden her fesat kişinin vay haline! O ki mal yığdı, onu saydı
durdu.
Malının, kendisini ebedi yaşatacağını sanır." (Hümeze, 104/1-3)
mefhumuna
bağlandıktan ve Fil Sûresi'nde "Görmedin mi?", burada "gördün mü?"
hitaplarıyla
Peygamber'e "Görmedin mi?" "Gördün ya" diye birer belağatlı uyarma ile
tenbih buyurulduktan sonra bunun arkasından Asr Sûresi gibi yukarıki
bütün
sûrelerin semeresini üç âyette özetleyen ve Kur'ân'ın en veciz sûresi
ve
bilhassa Duhâ Sûresi'nden beri gelen sûrelerin mefhumu üzerinde
hepsinin
tamamlayıcısı olan Kevser Sûresi'yle de Muhammed Aleyhisselam'ın şanı,
özetin özeti olarak tebliğ edilecek ve anlatılacaktır.
|
|