Maide Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

1-Bu sûrenin diğerlerinde bulunmayan onsekiz farzı içine aldığı açıklanıyor. Ebu Hayyan'ın kaydettiği üzere, Arapların ilk filozofu meşhur el- Kindi'ye öğrencileri: "Ey filozof, bize şu Kur'ân'ın bir dengini yapıver" demişler. O da: "Peki, hepsinin değil ama, bir kısmının benzerini yapayım" demiş. Ve bir çok günler çekilip kapanmış, sonra çıkmış: "Vallahi demiş buna ne bizim kudretimiz yetecek, ne de başka birinin. Mushaf'ı açtım, Mâide suresi çıktı, baktım vefa (sözde durma)yı söylemiş, dönekliği yasaklamış, bir genel tahlil yapmış, sonra bir istisna istisna eylemiş, sonra da kudret ve hikmetinden haber vermiş ve bütün bunları iki satıra sığdırmış, bunu ise hiç kimse ciltlerle yazı yazmadan ifade edemez."

UKUD: Akdin çoğuludur. Akd, belgeye bağlanmış anlaşma demektir ki, bir şeyi diğerine sağlam şekilde bağlayan bağ ve düğüme, mesela ip düğümüne benzetilmiştir. Yani anlaşma asıl lugatta sıkı bağlamak ve düğümlemek, sağlam bağ ve düğüm demek olup, bundan nakledilerek bir kimsenin bir şeyi benimsemesi veya başkasını susmaya mecbur ederek kendini veya diğerini bağlamasına veya karşılıklı bağlanmalarına akid adı verilmiştir ki, itikad da bundandır. Şu halde her akid icab ve kabule dayanmayıp, bazıları yalnız razı olmakla da anlaşma yapılmış olur ki, adaklar ve gelecekle ilgili yeminler bu türdendir

AHİD de asıl lugatta bir şeyi halden hale saklayıp gözetlemektir. Böyle gözlenmesi istenen, gerekli görülen belgelere de ahid (anlaşma) ismi verilir. Bu ölçü ile ahid ve akid anlamdaş demek iseler de, akid kelimesi, "misâk" gibi daha çok ihkâm (sağlamlaştırma) ifade eder.

VEFA ve İFA ise ahid ve akdin gereğini yerine getirmek, icabını tamamen icra eylemektir. Burada çoğulu muhallâ bi'l-lâm (lâm harfiyle süslenmiş yani harfi tarifli) olan , "el-ukud", istiğrak ifade eder ki, gerek Allah Teâlâ'nın kullarına gerekli kıldığı ve anlaşma yaptığı teklifleri ve dine ait hükümleri gerek kulların kendiliklerinden Allah'a karşı bağlandıkları adakları ve yeminleri, gerekse insanların kendi aralarında sahih olarak anlaştıkları emanetler, muameleler ve diğerleriyle ilgili her çeşit akidleri içine alır. Hatta harb ehli, zimmet ehli, Haricîler ve diğer insanlar ile yapılan anlaşmalar da dahildir. Şu halde bundan şu kural ortaya çıkar ki, "akidler de aslolan sıhhattir, meğer ki bozulmasına bir delil gelmiş olsun". Bunun için herhangi bir akidde söz, sıhhat davacısının,delil fesad davacısınındır. Meğerki o akidde fesadın batıl olmasından başka bir mânâ ifade etmemiş olsun. Çünkü batıl olma iddiası, akdin yokluğunu iddia ve varlığını inkâr demektir. Bunda ise delil, vücut ve sıhhat iddiacısına yönelir. Çünkü emri yerine getirmek, sahih olarak mevcut olan akde yöneliktir. Akid, sabit ve aktedilmiş değilse yerine getirilecek bir şey yoktur. Ebu Bekir Râzî bu fıkhî mânâ ile "Ahkâm-ı Kur'ân"da der ki: 'Akidleri yerine getirin', ukud (akidler) isminin ulaşmış olduğu bütün akidlerin yerine getirilmesini gerektirir. Şu halde herhangi bir akdin caiz olması veya fasit olmasında veya her hangi bir adağın sıhhat ve lüzumunda anlaşamadığımız zaman ilâhî sözü ile delil getirmek sahih olur". Fakat akidler her çeşit dini sorumluluklardan daha genel olduğu ve halbuki dini teklifler içinde mendublar ve müstehapların da varlığı bilindiği için, bu "îfâ ediniz" emrinin de vücub ve nedben daha genel bir mânâya yüklenilmesi gerekeceğinin de unutulmaması lazım gelir. Nitekim bunu Ebu's-Suud açıkça göstermiştir. Netice olarak dinin özünün, Allah ve kullarla sağlam birtakım anlaşmalar ve mukaveleler yapmak ve sahih olarak aktedilen anlaşmalar ve akidleri ifa etmek suretiyle hükmünü yerine getirmek demek olduğu bu sûrenin başında genel bir esas olarak özetlenip buyurulmuştur ki:

Ey iman etmiş olan müminler, bağlandığınız bütün akid (anlaşma)leri ifa ediniz. Yani ilk önce iman bir akiddir. Ve siz bu akid ile Allah'a karşı bir takım sözleşmeler ve akidler yaptınız, bağlandınız. Sonra kendiliğinizden veya kendi aranızda veya bütün insanlar arasında birtakım akidler daha yapar bağlanırsınız. İşte bütün bu akidleri ifa ediniz. Dinin kökü, imanın hükmü, Allah'ın emri kısaca budur. Şimdi sûrenin ismiyle uyuşmuş olmak üzere önce geçim vasıtalarından başlıyarak bunun biraz açıklamasına gelelim:

Size çeşitli hayvanlar helal kılındı. Bunlardan faydalanır ve helal helal yiyebilirsiniz. Ancak haram olması okunan veya aşağıda geleceği üzere okunacak olanlar müstesna. Ki bu cümleden olarak gelecektir.

Daha önce bilhassa şu dikkat çekicidir ki siz ihramlı iken avlanmayı helal kılamayacağınız, ihram halinde avlanmayı ve av eti yemeyi caiz göremeyeceğiniz halde çeşitli hayvanlar, bazı müstesna ile helal kılındı. Yani ey müminler, siz hayvan öldürmek caiz olmayan ihram halinde avdan ve av eti yemekten yasaklanmışsınız. Fakat bu halde bile bir akdin meyvesi olmak üzere et yemekten mahrum bırakılmadınız. Siz ihramlı iken, av olmamak şartıyla ihramda bulunmayanların kestikleri hayvanlardan yiyebilirsiniz ki, bu helal ve haram olma birer ilâhî akiddir. Ve böyle başkasının kestiği hayvanın etini yiyebilmeniz, herhalde kendi aranızda yapacağınız alış-veriş ve hibe gibi bir akdin meyvesidir. Şu halde bununla akidlerin faydalarını ve İslâm dininde geçiminizin nasıl genişletildiğini takdir edin ve bu helal ve haramı ifa eyleyin de helali haram, haramı helal yapmayınız. İlerde âyetinde açıkça görülecektir ki, ihram halinde haram olan av, deniz avı değil kara avıdır. Buradaki av da kara hayvanları, demek olan behime-i en'âmdan istisna yerinde bulunmak bakımından buna bir işareti içerir. "Behime", esasen aklı olmayan herhangi bir hayvan demektir ki "İbham" (kapalı bırakma) mânâsından alınmıştır. Sonra bu isim kara ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanlarda daha çok kullanılarak onlara tahsis edilmiştir. Burada helal kılınan ise mutlak behâim (hayvanlar) değil, kara ve denizde yaşayan dört ayaklı hayvanlardır.

"EN'AM" da (ne'am) ın çoğulu olup, En'am sûresinde: "Hayvanlardan da kimi yük taşır, kiminin tüyünden döşek yapılır. Allah'ın size verdiği rızıktan yiyin" (En'âm, 6/142), "Sekiz çift (hayvan), koyundan iki, keçiden iki". (En'âm, 6/143) "Ve deveden iki, sığırdan iki" (En'âm, 6/144) diye açıklandığı üzere ehli hayvanlardan deve, sığır, davar, yani koyun ve keçiye söylenir ki, yumuşaklık mânâsına olan "nu'ûmet"den alınmıştır. Pençeliler şöyle dursun beygir, katır, eşek gibi "hafir" denilen tek tırnaklı hayvanlar bile "en'âm"da dahil değildirler. Nitekim Nahl sûresinde "Hayvanları da yarattı.

Onlarda sizin için ısınmanızı sağlayan şeyler ve daha bir çok yararlar vardır. Ve onlardan kimini de yersiniz" (Nalh, 16/5), "Binmeniz ve süs için atları, katırları ve eşekleri ve daha sizin bilmediğiniz nice şeyler yaratmaktadır". (Nalh, 16/8) buyurulmuştur. Şu halde "behimetü'l-en'âm" terkib-i izâfi (isim tamlama)si ya "çam ağacı" gibi izafet-i beyaniyye olup "en'âm denilen kelimeler" demektir ki, bu şekilde diğer bir âyetteki "Size okunup açıklananlar dışındaki hayvanlar sizin için helal kılınmıştır". (Hacc, 22/30) gibi doğrudan doğruya en'âmın helal oluşu nasla bildirilmiş ve bunlara benzeyen ceylan, geyik ve diğerleri gibi av hayvanları en'âma katılarak helal kılınmış olur. Veya "behime" den maksad en'âmın dışından olarak izafet-i lâmiye-i teşbihiyye ile "en'âm gibi olan behâim" demektir ki, bu şekilde de geviş getirmek ve köpek dişleri olmamak bakımından en'âme benzeyen geyik ve diğer vahşi hayvanların helal olduğu ve helal olma sebebine işaret edilmiş olur. En'âmın helal olması ise daha önce diğer nass (dinî metin) ile açıklanmış olduğu gibi, buradan da müşebbehün bih (benzetilen) bir asıl olmak üzere yine bi'l-işâre (işaretle) anlaşılır. Ve bundan "avı helal saymaksızın" hâl kısmı ile avın istisnası (hariç tutulması) bir istisnâ-i muttasıl (bitişik istisna) yerinde bulunacağı "behîme" kaydı da te'kide değil, te'sise sarfedilmiş olup fazla bir menfaat ifade edeceğinden bazı tefsirciler bu şekli tercih etmişlerdir. Fakat bunda ihram durumuna bakarak kelâmı, sırf haram kılmaya yöneltmek vardır. Ki, "akidleri ifa edin" sözünün akışına pek de uygun değildir. Zira vahşi hayvanlardan faydalanmak ava dayandığı için, bunu müteakip ihram halinde avın yasaklanması açıklanırken ihram haline göre bu helal olmanın hiç hükmü kalmamış ve o halde kelamın gelişi büsbütün haram bulmaya yönelmiş ve şu halde bu yasaklama halinde en'amın helal olmasından faydalanma ve anlaşmaların semerelerinden isifade etme hususu nasla bildirilmemiş ve bu İslâm nimeti ile başa kakma mânâsı gösterilmemiş olacaktır. Gerek bu ince beyan zevki ve gerekse en'amın aslında helal oluşunun bilinmesi sebebiyle tefsircilerin çoğu da birinci izafet-i beyaniyye şeklini tercih etmişlerdir. Ki bunda "behime" lafzı helal olma sebebini araştırmamakla beraber, buna işaret etme nüktesinden de uzak değildir. Vahşi hayvanların bunun hükmüne girmesine vasıta olur. Ve her iki takdirde behime-i en'am (kara hayvanları), deniz hayvanlarını içine almaz.

Şimdi bu ilâhî nimetlere karşı acaba bu helal ve haram olma niçin böyle oluyor? Niçin hayvanlar, ihramlı ve ihramsız bütün hallerde mübah kılınır da, avlanmak bazan mübah, bazan haram oluyor? Hayvanların hepsi can değil midir?

Nasıl oluyor da ilâhî hükümde bu hayvanların, isterse bazıları insanlara helal olabiliyor, gibi birtakım düşüncelere de gerek yoktur. Helal ve haramın hükümlerini sebeplerini aramaktan çok Allah'a kullukla yerine getirmelidir. Zira şüphe yoktur ki Allah neyi irade ederse onu hükmeder. Hükmünde serbesttir. Yani esas itibarıyla bütün hükümler onun istek ve iradesine tabidir. İlâhî irade üzerinde tesir icra etmesi düşünülen hiçbir sebep, hiçbir kuvvet yoktur. Gerçi birçok defalar geçtiği üzere Allah Teâlâ hikmet sahibi olduğundan Allah'ın tekliflerinin dayanağı da kulların iyilikleri ve menfaatleridir. Ve şu halde bu helal ve haram da birçok yüksek hikmetleri içermektedir. Fakat bütün bu hikmetler, ilâhî iradenin meyveleri ve sıralanmış hükümlerinden başka bir şey değildirler. Asıl hükmün sebebi, o hikmetler, o iyilikler değil, Allah'ın iradesidir. Mesela insan, hayvanlara tercih edilmiş ve en'am (hayvanlar) insana mahsus hayatın iyiliğine diğerlerinden daha elverişli yaratılmış ve bu gibi fıtri hikmet ve iyiliklerden dolayı en'am helal kılınmış denebileceği farzedilsin. Fakat buna karşı acaba bu hilkat, bu nizam niye böyle olmuş? Bunda ne zaruret varmış, sorusu derhal ortaya çıkar. Bunun ise tek cevabı Allah'ın böyle istemiş ve böyle hükmetmiş olmasıdır. Şu halde esas itibariyle bunların hiç birinde özel zaruret yoktur, hepsi mümkün olan şeylerdendir. Bütün gerekliliğin, zaruretin ve güzelliğin kaynağı Allah'tır. Hüküm, hikmet, hukuk, şeriat hep bu iradenin ortaya çıkmasıdır. Ve bunun için tekliflerin güzel ve çirkin oluşu da her şeyden önce yaratan ve yaratılan, Allahlık ve kulluk ölçüsüyle Allah'ın iradesine dayanmaktadır. İlim ve hukuk hikmeti ne kadar derinleştirilirse derinleştirilsin, esasında hukuk konusundan dışarı çıkamaz.

2-Asıl hikmet eşyanın tabiatı değil, onların yaratıcısı ve "her şeyi kuşatıcı" olan Allah'ındır. Din açısından bu helal ve haram da sırf onun iradesinin eseridir. Bunun için: Ey iman edenler ne Allah'ın şeâirine, yani iradesini gösteren merasim ve dini sorumluluklarına, ibadet ve taatlarına nişane olanı işaret edici alâmetlerine, mesela hacc için ihram , mikatlar, cemreler, Safa ve Merve, Meş'ar-i haram, Arefe ve rükun, tavaf ve sa'y, kurban, traş olma ve ıhlal gibi menasik denilen şiarlara ve ne bu alâmetlerden sayılan haram aya, yani savaş haram olan receb, zilkade, zilhicce, muharrem dört aydan birine (Bakara Sûresi 2/194. âyetine bkz.) ve ne hedye, yani Kabe'ye hediye edilen kurbanlıklara, ne de kılâdelere, yani kurbanlık nişanesi olmak üzere kurbanlıklara herhangi bir şeyden takılan gerdanlıklara ve özellikle bunların takıldığı gerdanlıklı kurbanlıklara, ve Kabe'ye doğru gelenlere, Rabblarından hem bir fadl (dünyaya ait bir ticaret) ve hem hoşnutluk ümit ederek ziyaret kastedenlere hürmetsizlik etmeyin. Yani bütün alametlere hürmet edin, hürmeti terketmeyin. Bu cümleden olarak haram aya savaş ve nesi' (haram ayı tehir etmek) sûretiyle riayetsizlikte bulunmayın, hediye kurbanlık ve gerdanlıkların hürmetini ihlal etmeyin, diğerlerinin sevk ettiklerine hücum etmeyin. Kendinizin kurbanlık götürüp, ona bir nişane takmanız da ihramlının yapacağı işlerdendir. Öyle ise bozmayın, derhal elbisenizi çıkarıp ihrama girmekle ve bundan sonra bunların etlerini sadaka olarak vermekle bu hürmeti koruyun. Hem ziyaret, hem ticaret kastıyla Kabe'ye gelenleri yasaklamayın, hacıların yolunu kesmeyin. Kabe'ye dışardan gelenler de Mekke'ye ihramsız girmesin. Avlanacaksanız ihramdan ve Harem'den çıkıp, hılle (harem dışına) girdiğiniz zaman avlanın. O zaman Harem dışında avlanmaya izin var. Fakat harem avı, ne ihramlı, ne ihramsız hiç bir halde caiz değildir.

Bir zamanlar sizi Mescid-i Haram'dan yasaklamaları sebebiyle bir kavme olan buğz (kızgınlık) sizi kendilerine taarruz ve tecavüzünüzle günaha sokmasın, şeârie hürmetsizlik etmek cürmüne düşürmesin. İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde "hemze"nin esreriyle okunduğuna göre: Bir toplum sizi Mescid-i Haram'dan men ederlerse, onlara buğz ve kininiz şeâire hürmetsizlik ederek kendilerine tecavüz etmeniz suretiyle sizi günaha sokmasın. iyilik ve takva üzerinde yardımlaşın da, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın, ve Allah'tan korkun, bu emirlere karşı gelmekten çekinin. Çünkü Allah'ın azabı çok şiddetlidir, dayanılır şey değildir.

Rivayet edildiğine göre bu âyetin başlıca iniş sebebi Benu Dubey'a b. Sa'lebe'den Hutam b. Hindi Bekri olayı olmuştur .Bu Hutam Medine'ye gelmiş, atlarını Medine dışında bir yere bırakmış, yalnızca Peygamberimizin huzuruna varmış, bir kavmin davetçisi olduğunu ve arkadaşlarıyla beraber gelip müslüman olacaklarını vaad etmiş. Çıktığı zaman Resulullah: "Bu adam bir günahkar yüzüyle girdi ve bir hain kafasıyla çıktı" buyurmuş. Sonra Medine'den çıkmış, Medine halkının yayılmakta olan develerine rastgelmiş sürmüş götürmüş ve şu recez bahriyle söylenmiş şiiri söyleyerek gitmiş:

(1) Haber alınınca takip edilmiş, yetişilememiş, ertesi sene yani kaza Umresi senesi Bekir b. Vail hacıları yanında Yemâme'den çıkmış, hacca gelmiş ve beraberinde hayli ticaret malı varmış. Sürüp götürdüğü develerden bir çoğunu gerdanlıklarla süsleyip Kabe'ye hediye olarak sevk etmiş. Müslümanlar karşıdan bunların geldiklerini işitince karşılayıp vurmak için Resulullah'tan izin istemişler, bu âyet inmiş, izin verilmemiştir.

Kaza Umresi zilkade ayında vaki olduğundan "eş-Şehra'l-Haram" önceden ve bizzat buna işaret demektir. Diğer taraftan İbnü Zeyd'in rivayetine göre Mekke'nin fethi senesi müşrikler de Kabe'yi ziyarete geliyorlar ve Umre'ye giriyorlardı. Müslümanlar, "ey Allah'ın Resulü bunlar müşrik, biz de bunları bırakmayalım baskın edelim" demişler. "Kabe'ye doğru gelenlere engel olmayın" âyeti nazil olmuş, Hudeybiye'yi hatırlatan kısmı da buna daha çok yatkındır.

Bu rivayetlerde gösterilen nüzul sebebine göre yalnız müslüman hacıların değil, müşriklerin bile Kabe'yi ziyaretten yasaklanmamalarını emreder ve hoşnutluk isteği kendi mezheplerine göre "kendi kanaatlarınca" demektir. O halde Berae sûresinde: "Müşrikler, nefislerinin küfrünü göre göre Allah'ın mescidlerini onaramazlar" (Tevbe, 9/17), "Müşrikler pisliktir, artık bu yıllarından sonra Mescid-i Haram'a yaklaşmasınlar" (Tevbe, 9/28) âyetleriyle hicri dokuzuncu seneden sonra müşrikler Mescid-i Haram'a yaklaşmaktan yasaklandıkları zaman bu umûm neshedilmiş, yalnız müslüman hacılara mahsus kalmıştır.

Aynı şekilde hükmü de Bakara sûresinde açıklandığı üzere "Onları nerede yakalarsanız öldürün" (Bakara, 2/191) gibi genelleştirme âyetleriyle neshedilmiştir. Âlimlerin çoğunluğunun görüşü de budur. Fakat bazı âlimler haram ayda hücum harbinin yasaklanmasının baki olduğuna ve taarruzu yasaklayan hükmünün kaldırılmadığı görüşüne sahip oldukları gibi, esasen de müslümanlardan başkasına şamil olmadığına ve çünkü sevap arzusu ve ilâhî rıza mânâsıyla müminlerin şiarında açık bulunduğuna, dolayısıyla müşriklerin yasaklanmasını emreden Berâe âyetlerinin bununla ilgisi olamayacağı görüşüne sahip olmuşlardır. Bunun için Hasen (r.a.), "Mâide sûresinde neshedilmiş âyet yoktur" demiş. Ebu Meysere'nin, "Bu sûrede onsekiz farz vardır ve bunda neshedilmiş âyet yoktur" dediği de nakledilmiş ve bu konuda yukarda anılan: "Mâide sûresi, nüzul bakımından Kur'anın sonlarındadır, helalini helal, haramını haram kabul edin." hadis-i şerifi ile de delil getirilmiştir ki, bunlar sûrenin tamamının Veda haccı senesinde inmiş olduğu rivayetine taraftar olmuşlar demektir. Bununla beraber Mâide sûresinin iki âyetinin dışında neshedilmiş âyet bulunmadığı hakkında da bütün tefsircilerin ittifakı vardır. Hz. Ebu Bekir'in hacc ile görevlendirildiği hicri dokuzuncu seneye kadar Arap müşriklerinin hacdan yasaklanmadıkları bilinmektedir. Zikredilen Berâe âyetlerinin inişi üzerine bu seneden sonra yasakladıklarında ve hicrî onuncu senesinde Resulullah'ın bizzat başkanlık yaptığı Veda haccında kâfirlerden hiç birinin yaklaştırılmadığında da ihtilaf yoktur. Fakat mesele bundan önce kâfirlerin yasaklanmaması, yasaklanmaya dair bir emir varid olmamasından mıdır? Yoksa yasaklanmamaları bu âyet ile emredilmiş olmamasından, yani kâfirleri de içine almış bulunduğundan mıdır? İşte ihtilaf bu noktadadır. Ve bilinmektedir ki nesih, nassın kalanındakinin kesinliğine zarar vermeyeceğinden, her iki şekilde kısmının önce ve sonra müslüman hacıların hacdan yasaklanmaları hükmündeki hükmü kat'i ve muhkemdir. Berâe âyeti de müşrikler aleyhinde muhkemdir. Ve bugün ihtilafın semeresi, ancak "haram ay" meselesinde açıkça olabilecektir. Zira bazı âlimlerin dediği gibi burada nesih yoksa müslümanlar "haram ay" denilebilen dört ayın hiçbirinde saldırıcı olarak harp ilan etmeye izinli değillerdir. Çoğunluğun dediği gibi nesih varsa, lüzumuna göre, gerek savunma ve gerek saldırı savaşı edebilmek için bu dört ay da diğer aylar gibidir. Daha önce mevcut olan "haram aylar" kaydı bugün kaldırılmıştır. Biz de çoğunluk ile beraber bu kanaatteyiz.

Sonra bu âyetin hacc aylarında asayişin korunmasına her zamandan çok ve özel bir şekilde dikkatli davranılması gerektiğine çok ciddi olarak işaret ettiğinde de şüphe yoktur.

"Siz ihramlı olduğunuz zaman avlanmayı helal saymanız hariç" istisnasına dair olan bu açıklamadan sonra, "haram oldukları size okunacak olanlar müstesna" istisnasının açıklanmasına gelelim:

3- "Çeşitli hayvanlar size helal kılındı", fakat size şunlar haram edildi.

1- Meyte, (leş yani, kesilmeden ölen, daha doğrusu tezkiyesiz ölen.) Meyte, canlı karşılığı ölü demek değil, hiç bir haricî tesir olmadan ölen demek de değil, mezbuh (kesilmiş) karşılığı ölü, "kesilmeden ruhu ayrılan" tam şer'i mânâsıyla söylenecek olursa karşılığı ölüdür ki, aşağıda gelecek olan "ancak tezkiye ettikleriniz" ifadesi bu karşılığı gösterecektir.

2- Dem, yani kan ki, maksad akıtılmış kan olduğu diğer bir yerde, bu cümleden olarak En'am sûresi 145. nci âyette açıklanmıştır. Meyte (leş) meyte, kan da kan olduğu için bizzat kendileri pis ve haramdırlar. Fakat kanın böyle haram oluşu şunu anlatır ki, leşin haram olmasında, akabilecek kanın tamamen içinde kalmış olmasının da az çok bir hissesi vardır. Ve leşin mânâsına bu dahildir. Bazı müşrikler leşi yerler ve "Kendi öldürdüğünüzü yiyorsunuz da Allah'ın öldürdüğünü niçin yemiyorsunuz?" derlermiş. Aynı şekilde kanı barsaklara doldururlar ve kızartır misafirlerine yedirirlermiş.

3- Domuz eti, ki, En'am sûresinde "Muhakkak o pistir" (En'am, 6/145) buyurulduğu üzere domuzun kendisi aynen pistir. Domuz eti de, domuz eti olduğu için bizzat haramdır. Domuz kendisi genel mânâda haram olduğu halde, burada denilmeyip de (domuz eti) denilmesi aşağıdaki tezkiye istisnasına bunun için bir ilgisi olamayacağını iyice anlatmak içindir.

4- Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilen" ve mesela "bi'smi'l-lâti ve'l-uzzâ" (Lât ve Uzzâ'nın ismiyle) denilen ki, beraberinde "Bismillah" gerek denilsin ve gerek denilmesin. Bu da Allah'dan başkası adına kesildiği için haramdır. Hayvanı yaratan, insanın emrine veren ve buna onu kesmek hak ve kudretini lütfeden Allah olduğu halde, o hayvanı Allah'tan başkasının adına kesmek büyük bir zulüm, bir şirktir. Böyle kesilen bir hayvan da manevî ve hukukî durumuyla murdar ve haramdır.

Bu dört, esastır. Bundan sonrakiler, dinen bunların şumülüne dahildir. Onun için bir çok âyetlerde yalnız bunların zikredilmesiyle yetinilmiştir. Fakat cahiliye devrinde bir takım kimseler leşi yemedikleri halde, leşi "bir harici tesiri olmaksızın kendi kendine ölen" diye kabul ederler ve gerçekte leş kabilinden olan, gelecekte görüleceği üzere ölüleri yerlerdi ki, müslümanlar dışında böyle kimseler hala vardır. Şu halde burada dini bakımdan leşin kısımlarından bazıları şu şekilde açıklanıyor:

5 - Boğulan, yani gerek takıldığı iple ve gerek kemend ile ve gerek el ile ve gerek ağaç ve taş arasına sıkışarak, özetle herhangi bir şekilde nefesi tıkanarak boğulup ölen.

6- Vurulmuş, yani yakından veya uzaktan her hangi bir darbe ile vurulup ölmüş olan.

7- Tereddi eden, yani yüksekten aşağı veya bir kuyuya, bir suya düşüp ölen.

8- Tosuşan, yani süsülmüş ve süsmüş olan. At veya diğer bir hayvan tekmesiyle ölen de bu mânâda olmakla beraber, daha önce mevkûze (vurulmuş) de dahildir.

9- Canavarın yediği, yırtıcı bir hayvan tarafından telef edilen. Belki bundan maksat hayvanın boğazına giden değil, artığı ve hatta yırttığıdır.

SEBU', nâb denilen sivri dişleri bulunan arslan, kaplan, kurt, köpek ve diğerleri gibi âdet olarak saldıran, kapan, yırtan, öldüren her hangi bir yırtıcı hayvan demektir ki, pençe denilir. Pençesi bulunan yırtıcı kuşlar da aynı mânâda dahildir. Dilimizde canavar (cânver) ismi üç mânâda kullanılmıştır. Biri, canlı mânâsına, genelde hayvan demektir ki, bu kullanış şimdi kalmamış denecek kadar azdır. İkincisi özellikle domuza veya kurda söylenmesidir ki, kara canavar, boz canavar diye ayrılır. Üçüncüsü cana saldıran yırtıcı hayvan demektir, örfümüzde canavarın asıl mânâsı budur. "Sebu" da bu demektir. Cahiliye devrinde leşi yemeyenler içinde de münhanika" (boğulup ölen) dan buraya kadar sayılan beş ölüyü yiyenler bulunuyordu. Nitekim bugün hıristiyanlar domuz etini yedikleri, gibi, darbe ile vurularak ölen (mevkuzey)i de yerler ve özellikle domuzu tepesinden ağır bir demirle vurarak yerler. Güya bunları, dahili bir sebeple ölmeyip , bir insan veya hayvan fiil ve tesiriyle ölmüş olduklarından leş gibi değil, kesilmiş gibi telakki ederler. Halbuki bunların beşi de kesmek suretiyle kanları akıtılmamış olduğundan tamamen leştirler ve haramdırlar.

Ancak tezkiye ettikleriniz müstesnadır. Yani henüz canları çıkmadan yetişip kesmek suretiyle hayatlarına son verdikleriniz haram değildir. Şu halde debelenirlerken, henüz gözünü kırpar veya kuyruğunu oynatır veya bacağını depretirken bile yetişip kesilebilenler helal olur. Bazı tefsirciler bu istisnasının istisna-i munkatı olduğuna, yani yukarda zikredilen hiçbirini haram olmaktan çıkarmış olmayıp, hepsine karşılık olarak helal olanı ayrıca göstermiş bulunduğunu söylemişlerdir. Gerçekte bütün kelimeler şer'î mânâ ile düşünüldüğü takdirde bu istisnanın neticesi, leş ve haram olanlarla kesilmiş ve helal olanların karşıtını ifade etmekten başka bir şey değildir. Diğer bazı tefsirciler ise bu istisnanın en sondaki "canavarın yediği" kısmına tahsis edilmiş bir istisna-i muttasıl olduğunu söylemişlerdir. Zira lafız bakımından en yakın olan budur. Bir de bunun lugat anlamıyla, şer'î anlamı arasında bir fark yoktur .Halbuki kendinden önceki natıha (süsülmüş), yukardan aşağıya düşmüş, vurulmuş, boğulmuş, lugat anlamlarından başka ölüm mânâsını da içine almış olarak leş kısımlarından birer şer'î isimdirler. Şu halde onlara nazaran istisna ancak munkatı istisna olabilir. Bir istisna ise hem muttasıl, hem munkati' olamayacağı ve muttasıl mümkün iken munkatıya gidilemeyeceği için, bu da muttasıl olarak yalnız sonuncuya bağlı olabilir. Ancak bunların mevt (ölüm) mânâsını içine almaları, asıl anlamlarına nazaran değil, istisnayı düşündükten sonra, haram olma hükmüne göre olduğu ve şer'î mânâları da bununla ortaya çıktığı düşünülürse istisnasının, kendisinden önceki dan "münhanika" (boğulmuş)ya kadar beşinden bir muttasıl istisna olduğu anlaşılır. Mesela "münhanika" (boğulmuş)nın mânâsı, lügat mânâsı bakımından ölmüş ve ölmemiş olanı içine aldığından, henüz ölmeden kesilebilenler haram olmaktan çıkarılmış, ölmüş olanlar da haram kısmında kalmış olur. Hakikatte Hz. Ali, İbnü Abbas, Hasen, Katade, bunun "münhanika" (boğulmuş)dan, "canavarın yediği" ne kadar hepsinin istisna olduğunu söylemişler. Tefsircilerin çoğu da bunu tercih etmişlerdir. Bununla beraber bu üç bağlama şeklinin hiçbirinde şer'î hükme göre bir ihtilaf yoktur. Daha yukarıdaki dörde gelince: Bu istisnanın onlara hiç bitişmesi ve onlardan bir şeyi haram olmaktan çıkarması ihtimali yoktur. Çünkü kesilmiş olanın bir daha kesilmesi mümkün olmadığından bir kerre ün e bitişmediği kesinlikle bilinmektedir. Bunu atlayıp da daha üstündekilere bağlanamayacağı da dil kuralları ile bilinmektedir. Bundan başka yukarda hatırlattığımız üzere domuzun kesilmesi mümkün ise de, etin kesilmesi düşünülemez. Aynı şekilde kan ve leş de böyledir. Bunun için hiç kimse bu istisnanın "münhanika"dan daha yukarısına bağlanma ihtimalini söylememişlerdir. Ancak tümümün münkatı' olduğunu söyleyenler bulunmuştur. Şu halde, o dört içinden tezkiye (kesmek)ile helal sayılması düşünülen hiçbir şey akla gelmez. Gelelim tezkiyeye:

TEZKİYE, sülâsî (üç harfli) sinden (tef'il) dir ki zekat yapmak demektir. Burada "zekatına yetişmek" diye tefsir olunmuştur "Asâ" vezninde "zekâ" ve "necât" vezninde "zekât", kesmek yani boğazlamak mânâsınadır. Bu maddenin aslının , lugatte bir tamamlanmak mânâsıyla ilgili olduğu açıklanıyor. Nitekim ateşin parlamasına denilir ki, tamamı parlama demektir. Aynı şekilde anlayışa "zeka" denilir ki, tamamı anlama demektir. Sonra yaşın kemaline "zeka" denilir ki, gençliğin sonuna gelip tamam olması demektir. İşte hayvanı boğazlamak da, kanını akıtarak ve vücudunun normal sıcaklığını teskin ederek hayatına tamamen son vermek demek olduğundan zeka ve zekat denilmiştir. İşte kelimenin lügat bakımından mânâsı ve esası budur. Ve bundan şer'î mânâya nakledilerek zekat bir şer'î isim olmuştur ki, lugatta mânâsı olan kesmekten bir yönden daha özel ve bir yönden daha geneldir. Önce daha özeldir: Çünkü gerek bu âyet ve gerek diğer naslara göre şer'î zekatta zekatın yeri ve kesilecek kısım, alet, diyanet, besmele gibi bazı özel şartlar gereklidir. Şu halde her kesilen temiz değildir. İkinci olarak, şer'î zekatta da kesmek asıl olmakla beraber av hayvanlarında olduğu gibi kesmeye güç yetmediği zaman yalnız yaralama ve kan akıtma ile veya kesilmesi âdet olmayan balıkda herhangi bir haricî sebep ile ölümün ortaya çıkması şer'an zekat olmaya yeterlidir. Halbuki bunlara ne dinen, ne lugat bakımından boğazlama denilmez. Bu şekilde şer'î zekat, isteğe bağlı zekat ve zorunlu zekat adıyla iki kısımdır. İsteğe bağlı zekat mümkün olan yerde zorunlu zekat yeterli olmaz. Bunları biraz açıklıyalım:

Önce boğazlanacak olan hayvanda kesilme yeri "Lebbe" denilen boyun dibinden, yani gerdandan çene altına kadardır. Resulullah "Gerdanda ve boğazda" buyurmuştur. İmam-ı Azam Ebu Hanife demiştir ki:" Boğazın altı, ortası, üstü, hepsinde boğazlamada bir mahzur yoktur".

İkinci olarak kesilmesi vacip olan şey denilen dört şeydir ki, yani nefes borusu olan gırtlak, yani yenip içilen şeylerin geçtiği yemek borusu, bir de şah damarları denilen iki damar ki, nefes borusu ile yemek borusu bunların arasındadır. Bunların dördü de güzelce kesildi mi zekat (kesme) tamamıyla ve sünneti üzere yapılmış olur. Bu dörtten eksik kesilirse Hanefi mezhebi imamları evdacın çoğu kesilirse yenir, bunların herhangi taraftan olursa olsun üçü kesilirse yenir" demişler. Bununla beraber Ebu Yusuf şunu açıklamıştır ki: "Nefes borusu, yemek borusu ve iki damarın biri kesilmedikçe yenmez". İmam Malik ve Leys ise: "Evdac ve nefes borusu kesilmelidir, birisi bırakılırsa olmaz" demişlerdir. Sevrî de: "Evdac kesilirse, nefes borusu kesilmese bile mahzur yoktur" demiş, İmam Şafii hazretleri de: "Zekat (kesmen)ın yetecek en alt derecesi nefes borusu ile yemek borusunu kesmektir, iki damar da kesilmelidir. Bununla beraber, bunlar kesilmez de nefes borusu ile yemek borusu kesilirse caiz olur" demiştir.

Üçüncü olarak: Âlet, evdac (nefes ve yemek boruları ile iki şah damarın)ı yarıp kanı fışkırtabilecek keskince herhangi bir alette mahzur yoktur, zekat (kesme) doğrudur. Yerinde duran dip ve tırnak ile yarmak caiz değildir. Çıkmış tırnak veya kemik veya boynuz veya diş ile yarmak mekruhtur. Aynı şekilde kör bıçakla da mekruhtur. Peygamberimiz buyurmuştur: "Allah Teâlâ her şeye ihsanı yazmıştır. Şu halde öldürülmeyi haketmiş birini öldürdüğünüz zaman, öldürmeyi bile güzel yapınız. Hayvan kestiğiniz zaman da boğazlamayı güzel yapınız, her biriniz bıçağını bilesin ve keseceği hayvanı rahatça yatırsın."

Dördüncü, diyanet, yani kesenin Müslüman veya kitap ehli olması. Müslüman ise ihramda bulunmaması.

Beşinci, besmele çekilmesi.

Altıncı, zorunlu zekat (kesim) olan av meseleleri bundan sonra da gelecektir. İşte şer'î kesim budur. Şu halde (zal) harfi ile olan bu maddeyi, (zay) ile olan ve esasen "temizlik ve üreme" mânâsına gelen (zeka), (zekat) tezkiye maddesiyle karıştırmamalıdır. Böyle bir yanlış ile "temizlediğiniz ve tezkiye ettiğiniz müstesnadır" gibi bir mânâ vermeye kalkışmamalıdır. Tezkiye ile pis hayvan temizlenmez, temiz hayvan pis ölmekten kurtarılır. Bu açıklama ve izahtan maksadımız, zamanımızda bir doktorun müslümanlara domuz eti yedirmek için yazdığı bir risalede düşmüş olduğu sapıklığı hatırlatmaktır. Bilinmektedir ki, domuz etinde zararlı bir mikrop (trişin) bulunduğu son zamanlarda fen bilgileriyle anlaşılmıştır. Bu zat da, önce Kur'ân'da domuz etinin haram kılınmasını, domuz olduğu için aynen değil, ancak bu mikroptan dolayı olduğuna kendince bir karar vermiş, sonra domuz etinde malum olan bu mikrobun ilmen ve kimya ile yok edilebildiğini okumuş ve bunun domuzu temizlemek demek olduğuna da hükmetmiş, bunun üzerine (zâl) ile (zây)ı; ile ı; ile yi ayırmayarak istisnasını ele almış bunun temizlemek demek olduğunu ve domuz etine kadar hepsini içine aldığını, tahlil ve kimyevî tasfiyenin de bir temizleme olması hasebiyle domuz etini temizliyeceğini, dolayısıyla domuz etinin kesmekle helal olmadığı halde, kimyevî tasfiye ile helal olabileceğini, diğerlerinde de aynı hükmün cereyan edeceğini iddia etmiştir. Halbuki burada ve maddelerinin farkını bir kenara koyarak bile böyle bir düşünce tarzına imkan yoktur. Zira bu düşünceye göre domuz ölüsünün yenmesi caiz olacak da, mesela boğulmak üzere bulunan bir koyunu ölmeden kesip yemek caiz olmayacak. Bu şekilde temizlemek mânâsıyla kesmeyi de içine alır, denecek olursa, o zaman domuzun da kesilip yenmesi caiz görülmüş olacak ve domuz eti haram değildir, denilmiş olacaktır .Ve eğer bunun domuzla ilgisi olmadığı itiraf edilecek ise, aynı kelimenin kavramı olduğu iddia edilen mikrop tasfiyesinin domuzla ilgisinden bahsetmek büyük çelişki oluşturacaktır. Sonra unutmamak gerekir ki, Kur'ân'ın haram kıldığı domuz etinin sade mikrobu değil, kendisidir. Buna karşı domuzun yalnız bu mikroptan dolayı pis ve haram olduğunu ve bunda maddî veya manevî daha başka sebep ve hikmetler bulunamayacağını iddia etmek ise baştan bir tehakküm ve bir haksızlıktır. Daha sonra etin içindeki mikropları kimya yoluyla yok edip öldürmek, etin kendisinde tasfiye denebilecek bir kimyevî tahlil yapmak da değildir. Şu halde buna bir temizleme demek de yanlıştır. Eğer maksat, tam anlamıyla bir tahlil veya kimyevî etki ise herhangi bir et, sun'î veya tabiî bir şekilde kimya ile tam bir tahlil ve değiştirmeye tabi tutulduğu zaman o artık et ismini kaybeder, diğer bir niteliğe dönüşür ve başka bir isim alır; dinen onun helal ve haramlığı da yeni aldığı isim ve niteliğe göre ayrıca düşünülür ve takdir edilir. Nitekim pis olan bir şey yanıp kül olduğu zaman temiz olur. Domuz kemiklerinden elde edilecek olan kömür veya fosforun diğerlerinden farkı olmaz, fakat bunlar başka meselelerdir.

Bu açıklamadan sonra konumuza dönelim:

10 - Dikili taşlar (putlar) üzerine boğazlananlar. Bu kısım, "Kesilirken üstüne Allah'tan başkasının ismi çekilenler." üzerine atfolunmuştur, bu da haramdır. Demek ki her kesme, şer'î kesme değildir.

NUSUB, " mansub" (dikilmiş) mânâsına tekil, veya "nisab"ın veya "nusbe" nin çoğuludur, bunun çoğulu da "ensab" gelir. Bazı tefsirciler bunu "asnâm" (putlar) diye tefsir etmişlerdir. Fakat diğerleri "asnâm" ile "ensab"ın farkını göstermişlerdir. Şöyle ki "asnâm", resimli ve nakışlı taşlar, putlardır. "Nusub" ise dikili taşlardır ki, resimli veya nakışlı olması şart değildir, vesen (put) gibidir. Nitekim Adiy b. Hâtim boynunda haç ile geldiği zaman Peygamberimiz : " Boynundan şu putu at" buyurmuş, haç'a vesen demişti. Demek ki "Nusub" resimli ve nakışlı olması şart olmayarak evsan (putlar) kabilinden hürmet için konulmuş ve dikilmiş taşlardır ki, zamanımızda "âkide" derler. Bunlar tek parça bir taştan, ibaret olabilecği gibi, birçok taşların birleşmesinden de olabilir ve sadece bir yığın halinde de bulunabilir. "Nusub"ın tekil ve çoğul olması düşüncesi de bundandır. "Ensab" da birçok nusublar demektir.

Kısaca cahiliye devrinde Kabe'nin etrafında böyle dikilmiş veya konulmuş birtakım taşlar vardı ki, bunlara hürmet ve tazim ederler ve üzerlerinde kurban keserlerdi. Hatta bunlara bile kurban keserlerdi. Mekke'de olduğu gibi diğer Arap beldelerinde de böyle saygı ve hürmet edilen putlar vardı ki "Sa'd" dedikleri taş da bunlardan biri idi. İşte Mücahid, Katade ve diğerlerinin dedikleri gibi nusub (dikili taşlar) bu taşlardır. Mücahid'in açıklamasına göre cahiliye insanları bunların üzerinde kurban keserler ve isterlerse bunları daha hoşlarına giden diğer taşlarla da değiştirirledi. İbnü Abbas hazretlerinden de : " Bunlar üzerinde kurban keserler ve bunlar üzerinde ihramdan çıkarlardı" diye nakledilmiştir. İbnü Cerir demiştir ki:" Bunlar asnâm (putlar) değildirler, sanem resimli olur. Bunlar ise üçyüz altmış kadar dikilmiş taşlardı. "Derler ki, üçyüzü Huzâa'da idi. Kurbanları kestikleri zaman, bunların Kabe'ye gelen taraflarına kanları serperler ve etleri yarıp bu taşların üstlerine korlardı. Müslümanlar: Ey Allah'ın Resulü, cahiliye halkı Kabe'ye kan ile saygı gösterirlerdi. Bu ise bize daha çok layık değil mi? demişler. Peygamberimiz "hayır" dememişti. Bunun üzerine "Onların ne etleri, ne de kanları Allah'a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız ona ulaşır". (Hacc, 22/37) âyeti inmiştir."

İşte bütün bunları haram etmiştir. Bunlar ya açıktan açığa dir veya o kabildendir, o mânâdadır. Bu şekilde iki mânâ ile tefsir edilmiştir. Birisi, "lâm" mânâsına olarak "putlar için boğazlanan" demektir. Fakat bunun, cümlesinden olduğu açıklamaya muhtaç değildir. Diğeri, "Putlara karşı, yani ona bir hürmeti içererek üzerinde veya dibinde ve yanında her ne adına olursa olsun kesilen" demektir ki, bu şekilde boğazlanırken dikili taşların veya putların veya diğer bir adın anılıp anılmamasından daha genel olur. Ve hatta dikili taşlar (putlar)a hürmet fikri beslemek üzere yalnız Allah'ın ismi anılsa bile yine haram olur. Bu ise mânâsında olmakla beraber açık değildir. Dolayısıyla delil olarak gösterilmesi, leşe nazaran boğulmuş hayvan ve diğerleri gibi mühim bir faydayı içermektedir. Özetle her halde dikili taşlar (putlar) üzerinde ve üstünde kesilene mahsus değildir. Ve bununla yalnız kesilenin haram olması değil, bir kesme tarzının haram oluşu da açıklanmıştır. İşte bütün bu mânâlarla haram olduğundan dolayıdır ki, bir âmirin veya büyüklerden birinin gelişinden dolayı kurban kesmek haramdır. Fakat Allah için misafire ikram veya fakirlere sadaka olarak dağıtmak üzere kesmek caizdir.

11- Ezlam, yani zarlarla kısmet istemeniz veya almanız. Cahiliye Arapları bir yolculuğa, bir harbe, bir ticarete, bir nikaha, kısaca mühim bir işe teşebbüs edecekleri zaman üç zar ile bir kısmet çekerlermiş. Zarın birinde ," Rabbim emretti", yahut "yap" diye emir, diğerinde, "Rabbim yasakladı", yahut "yapma" diye yasak yazılı; biri de boş olurmuş. Torbaya elini sokar, birini çeker, emir çıkarsa yaparlar, yasak çıkarsa yapmazlar, boş çıkarsa bir daha çalkalarlarmış. İşte burada böyle falcılık yasaklanmıştır. Cumhur (çoğunluğun görüşü budur. Bu şekilde "istiksam", rızık ve diğer ihtiyaçlarla ilgili hayır ve şer, kısmeti bilme sevdası demek olur. Kaffal tefsirinde der ki: "Bu istiksâm (kısmet isteme) , cahiliye devrinin bir buluşu idi ve yenecek şeyler hakkında yaptıklarına da uygun idi. Çünkü dikili taşlara kesmek Kabe'nin yanında yapıldığı gibi, orada bulundukları zaman bunu da orada yaparlardı." Mücahid, burada "ezlâm" (zarlar)'ın Fars ve Rumlar'ın kumar oynadıkları küp şeklinde olan tavla zarları ile Arab'ın ok gibi olan zarlarından daha genel olduğunu söylemiştir. Bununla beraber Arab'da küçük çakıl taşlarından zarlar olduğu da nakledilmiştir. Diyorlar ki, asıl Arab'ın zarları üç çeşit idi: Birisi, zikrolunduğu üzere üç zar ki herkes kendisi edinebilirdi. İkincisi, yedi zar ki Kabe'nin içinde "Hubel" denilen putun yanında dururdu. Birinde yazılı ki, diyet işlerinde bu yediyi çekerler, kime çıkarsa diyet ona lazım gelirdi. Birinde (evet), diğerinde (hayır) yazılı. Çekerler, çıkan ile amel ederlerdi. Birinde (sizden), birinde (bitişik),birinde (sizden başkası) yazılı, bir insanın kendilerinden olup olmadığını tanımak için çekerler. Çıkana uyarlardı. Birinde de yazılı idi. Su için çıktıklarında da bunu çekerlerdi. Bu yedi zar kahinlerin ve hakimlerin yanında da Hubel'in yanında gibi bulunurdu. Üçüncüsü de on zar ki Bakara sûresinde "Sana şarap ve kumardan soruyorlar" (Bakara, 2/219) âyetinde açıklanan kumar ve piyango zarları idi. Bazı tefsirciler burada "zarlarla kısmet isteme"den maksadın yine bu meysir (kumar) olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte bunun yenecek şeylerle münasebeti açıktır. Çünkü "Dikili taşlar üzerine boğazlananlar"ın bir taksim şekli demektir. Bu şekilde "istiksam" kısmet almak demek olur. Bununla beraber fal ve kısmet aramak da rızık ve yemek meseleleriyle ilgilidir. Netice olarak bir mânâya göre falcılık, bir mânâya göre de kumarcılık yasaklanmıştır. Kumar ayrıca yasaklanmış olduğundan çoğunluk burada öbür mânâyı tercih etmişlerdir. Ve her iki şekilde "kur'a"nın da her şeyde caiz olamayacağı anlaşılmıştır.

Bütün bunlar fasıklıktır bu sayılan haramlara el uzatmak, Allah'a itaattan ve Allah yolundan çıkmaktır. Şu halde müslümanlar bunlara asla el uzatmamalıdırlar. Sofralarını, kursaklarını, şahıslarını, toplumlarını bu gibi kötülüklerden temizlemelidirler.

Bugün, şu şimdiki zamanda, şu son yıllar zarfında veya özellikle şu âyetin indiği şu günde, şu demde. Ki bu âyet hicrî onuncu yılda, Veda Haccı'nda Arefe günü olan cuma günü ikindiden sonra, Peygamber Efendimiz Arafat'da "Adba" adındaki kıymetli devesinin üzerinde vakfede iken nazil olmuştu. Devenin kolları vahyin şiddeti ile, üzerinden basan saadet yükünün ağırlığına dayanamayıp çöküvermişti.

Bugün kâfirler sizin dininizden artık ümitlerini kestiler. Bu dini bozmak ve sizi kendilerine çevirmekten veya bu dine karşı size üstün gelmekten ümitlerini kestiler. Şu halde siz o kâfirlerden korkmayın, korkup da yemenizde, içmenizde ve diğer fiil ve hareketlerinizde onlara göz yummayı hatırınıza getirmeyin, onlardan endişe etmeyin de ancak benden korkun, benden korkun da emirlerimi, yasaklarımı tamamen icra edin ve anlaşmalarınızı güzelce yerine getirin, bugün sizin dininizi kemaline erdirdim, size bütün iman, akaid ve ahlâk kurallarını koydum ve en mükemmel teşrî usulü ve ictihat kanunlarını öğrettim, bundan sonra bu ahkâmın, bu helal ve haramın nesholunma (kaldırılma)sı ihtimali kalmadı, ve size nimetimi tamamladım. Tevfik ve hidayetle tam saadete eriştirdim, galip ve muzaffer kıldım. Mekke'yi fethetmeyi ve cahiliyye nişanelerini yıkmayı, müşrikleri Kabe'ye yaklaşmaktan ve çıplak tavaf etmekten yasaklayarak, sizi bugün tam emniyet ve üstünlükle haccı eda etmeyi ve hükümlerini yerine getirdiğiniz şu mesut makama ulaşmayı nasip ettim.

Mücahedelerinizin meyvelerini toplattırarak, özetle sizi kuvvetli bir güce ve hakim bir devlete mazhar kılıp tam mânâsıyla "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/4) diyebilen tek sosyal toplum haline getirerek bulunduğunuz şu mukaddes makamda, "Allahım, ben senin emir ve fermanına her zaman uyarım, her zaman itaat ederim. Senin ortağın yoktur. Davetine sadakatle icabet ederim. Şüphesiz hamd de, nimet de, mülk de, sana mahsustur. Emir ve davetine uyarım" diye Allah'ın kelimesini yücelten, şükrünü ilan eden, alınları ak, gönülleri pak, seçkin ve yüce bir Muhammed ümmeti kıldım da "size olan nimetimi tamamlayayım" (Bakara, 2/150) vaadimi yerine getirdim, ve size din olmak üzere İslâm'ı beğendim, ona razı oldum ki, Allah katında beğenilen din başkası değil, ancak odur. İşte sayılan haramlar, bu en mükemmel din ve bu tam nimet ve bu İslâm cümlesindendir. Şu halde müslümanlar bundan böyle başka tebliğleri beklemeyerek ve bu haramların kaldırılabileceğini hatıra getirmiyerek bu din gereğince akitlerini yerine getirmeye özen göstermeye ve ilâhî minetler ile nimetlenmiş olmaya devam etmelidir.

Eser sahipleri (râviler) demişlerdir ki, bugünden sonra Hz. Peygamber (s.a.v.) nihayet seksenbir veya sekseniki gün kadar yaşadı ve bundan sonra dini hükümlerde ne bir fazla, ne bir nesh, ne bir tebdil (değiştirme) vaki olmadı. Bununla Hz. Peygamber'e peygamberlik görevinin sonu ve böylece vefatının yaklaştığı haber verilmiş oluyordu. Rivayet ediliyor ki, Hz. Peygamber (s.a.v.) bu âyeti okuduğu zaman ashab-ı kiram gerçekten sevinmiş ve pek büyük sevinçler göstermişler ve fakat Hz. Ebu Bekir ağlamıştı. Sorulduğunda: "Bu âyet Resûlullah'ın vefatının yaklaştığını gösteriyor" demiş ve bundan tebliğ vazifesinin sona erdiğini anlamıştı. Ve yine rivayet edildiğine göre aynı mânâyı Hz. Ömer de anlamıştı. Bakara sûresinde açıklandığı üzere en çok tercih edilen rivayete göre "Bir günden korkunuz ki, o gün hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz" (Bakara, 2/281) âyeti de bundan sonra ertesi gün Kurban Bayramının birinci günü inmiş ve seksenbir gün sonra Peygamberimizin vefatı vuku bulmuştu. Rivayet edilir ki, Hz. Ömer'in halifeliği zamanında bir gün yahudilerden birisi: "Ey müminlerin emiri, siz kitabınızda okuyorsunuz, bir âyet var; eğer bu, bizim yahudi toplumuna inmiş olsaydı, o gün biz bayram yapardık" demiş. "Hangi âyet?" diye sormuş olduğunu söylemiş. Hz. Ömer (r.a.) de: " Biz o günü ve o gün bunun Hz. Peygamber (s.a.v)'e nazil olduğu yeri tanırız. Cuma günü Arefe'de bulunuyordu" buyurmuş ve o günün bayramımız olduğuna işaret etmiştir. İbnü Abbas'dan da bayram günü ve cuma günü, iki bayramın birleştiği bir günde indi" diye nakledilmiştir. den buraya kadar gelen aziz hitapları haram olan yiyeceklerin beyanı sırasında bir mu'tarıza cümlesi siyakında toplanmıştır ki, bunun hikmeti de bu haramların bir zarar ve baskı değil, bir kâmil din ve tam bir nimet cümlesinden olduğunu ve Allah katında hoşnut olunan İslâm dininin sağlam hükümlerinden bulunduğunu ve müslümanların bu çirkinliklere asla tenezzül etmemeleri gerektiğini özellikle anlatmak suretiyle haramı tekit ve ondan çekinmeyi anlatmaktır. Şu halde bunu takip eden bu mu'tarıza cümlesine değil, öncesindeki haramlara bağlıdır. Fakat bu mu'tarıza cümlesinin tekit durumuyla yukarda işaret ettiğimiz üzere bu bağlantıya şöyle bir ifade siyakı verilmiş oluyor:

Şimdi müminler bugün bu dini olgunluğa erdiklerinden ve böyle pisliklerden kurtulup temiz ve saf tam bir nimete erdiklerinden dolayı Allah'a teslim olmak ve bağlanmakla hamd ve şükür etsinler, bayram yapsınlar ve sakın Allah'a itaatten çıkıp da harama el sürmesinler ve bu haramların helal olabileceğini hatırlarına getirmesinler, ancak her kim bir mahmesada yani karın kasığa geçmiş ölümden ve ölümün başlamasından korkulur bir açlık halinde sıkışık durumda olur da, bir günaha meyletmeyerek, yani zaruret miktarını geçmiyerek veya diğer bir çaresiz durumda olanın elinden almayarak bunlardan yerse Allah gafurdur, rahîmdir, cezalandırmaz. Zaruretler, haram olan şeyleri mubah kılar. Fakat muztar olmak, başkasının hakkını iptal etmez. Nitekim bu mânâ Bakara sûresinde "başkasına saldırmadan ve sınırı aşmadan" (Bakara, 2/173) diye ifade olunmuş idi.

Haram edilen şeylerin bu şekilde açıklanmasından hemen sonra bunların zıddı olan helallerin açıklanması siyakında buyuruluyor ki:

4- Ey Muhammed, ümmetin sana şunu sorarlar veya soruyorlar:

Kendilerine neler helâl kılındı? İkrime ve Muhammed b. Ka'b'den nakledildiğine göre Cebrail aleyhisselam: "Biz köpek bulunan eve girmeyiz" demiş olduğundan dolayı Hz. Peygamber köpeklerin öldürülmesini emretmiş ve Ebu Rafi'i bununla görevlendirmiş. O da Medine'deki köpekleri hep öldürüp Avali'ye (şehrin dışındaki yüksek kısımlara) kadar varmış. Bunun üzerine Asım b. Adiy ve Sa'd b. Hayseme ve Uveym b. Sa'd gelmişler: "Bize ne helâl kılındı ey Allah'ın Resulu?" demişler. Resullullah susmuş, sonra bu âyet nazil olmuştur. Hakim Ebu Abdullah "Sahih"inde senediyle rivayet ettiği üzere Ebu Râfî demiştir ki: "Resulullah bana köpeklerin öldürülmesini emretti. İnsanlar geldiler: 'Ey Allah'ın Resulü, öldürülmesini emrettiğin bu ümmetten bize ne helal kılındı?' dediler, Allah Teâlâ âyetlerini indirdi." Bundan başka Saîd b. Cübeyr demiştir ki, "Adiy b. Hatim ve Zeydülhayl : 'Ey Allah'ın Resulü, biz köpeklerle ve doğanlarla av avlarız, Âli Dır'in ve Âli Ebi Havriyye'nin köpekleri yaban sığırlarını, yaban eşeklerini ve geyikleri alırlar. Bazısını kesmeye yetişiriz, bazısı da öldürülür kesmeye yetişemeyiz. Halbuki Allah Teâlâ leşi haram kılmıştır. Şu halde bize bunlardan neler helal oluyor?' demişlerdi. Bu âyet bu sebeple indi." Buna göre bu soru istisnasına ait, ve cevap da tezkiye (kesme) nin şer'î mânâsını açıklama ve izah sadedinde gelmiş demek olur ki, söz gelimine çok uygundur. Önceki rivayet, bu âyetlerin inişinin, haram kılma âyetinden önce olduğuna; ikinci rivayet de sonra olduğuna delalet etmektedir. Bundan sonraki "bugün size helal kılındı", "bugün dininizi ikmal ettim" den başka bir gün olmadığına göre de, bu âyetlerin inişleri başka başka olduğunu kabul etmek zor olacaktır. denilen günlerin birbirinden başka günler olmadığı açık ve belli bulunduğundan, bunlar yalnız Arefe gününü değil, Mâide sûresinin bütün nüzul zamanını kaplayan Muhammed (a.s.)'ın son senesini tek zaman olarak ifade etmekte ve bu şekilde gerek haramın açıklanması ve gerek helalin açıklaması âyetlerinin nüzul tarihi açısından ya hakikaten veya hükmen bitişik ve yakın bulunduklarını anlatmaktadır. "Böyle soruyorlar" diye sorunun vaki oluşunu hikaye değil, " sorarlar" diye olmuş ve mümkünü içine alacak şekilde daha genel bir soru tasavvur edilmesi gerekir. O halde her türlü şüpheyi kaldırmak ve defetmek için:

Ey Muhammed, şöyle söyle: size iyi ve güzel şeyler helal kılındı. Kötü ve çirkin şeyler değil, nitekim "Onlara güzel şeyleri helal, çirkin şeyleri haram kılar" (A'raf, 7/157) buyurulmuştur. Şu halde İslâm midesine, İslâm sofrasına pis şeyler değil, hoş şeyler konmalıdır. Daha önce de işaret edildiği üzere "tayyib" lugatta "müstelezz" yani hoşlanılan temiz ve hoş şey demektir. Haram olma şüphesi bulunmayan - izin verilen- helale de buna benzeterek "tayyib" denilir. Zira zararı olmamak mânâsında birleşirler. İbnü Cerir, Taberi gibi bazı tefsirciler burada "tayyibat", "helaller" diye tefsir etmişlerse de "helaller helal kılındı" demek tutuk bir ifade olacağından tefsircilerin çoğu ve müctehidler bunun "lezzet ve iştah duyulan temiz ve hoş şeyler" mânâsına yorumlanmasının vacib olduğunu göstermişlerdir. Şu halde mânâ, "Hoşa giden ve iştah hissedilen her temiz şey size helal kılındı" demektir. Fakat bundan herkesin her hoşuna giden şeyin helal olduğunu da sanmamalıdır. Muhakkaktır ki, kötü alışkanlık ile huy ve ahlâkı bozulmuş kimselerin zevk ve takdirine itibar yoktur. İbret, selim tabiatadır. Ve "tayyibat" ancak selim tabiatlı kişilerin tiksinmeyip hoşlandıkları şeylerdir. Yoksa çöl halkı ve zorluklar içinde yaşayanlar her çeşit hayvanı hoşlanıp yiyebilirler. Gerçi "Yerde olanların hepsini sizin için yarattı" âyeti delaletince mubah olmak esastır. Ve bu umûma göre insandan başka her hayvandan, her bitkiden ve her şeyden yemek suretiyle de faydalanmanın mubah olması lazım gelirdi. Fakat "Onlara temiz şeyleri helal, murdar olanları haram kılar." (A'raf, 7/157) delaleti üzere bu umûmdan habâis (çirkin ve kötü şeyler) çıkarılarak helal, tayyibata tahsis edilmiş ve dolayısıyla aslî mubah olmayı kayda bağlamak için, bu büyük bir esas ve genel bir kanun olmuştur ki; helal ve haramın tayininde özel delil bulunmadıkça buna müracat olunur. Ve çirkin şeyleri ayırt etmeyenlerin zevkine itibar olunmaz. Cahiliye Arapları, yukarda açıklandığı üzere leşi veya leş kabilinden bir hayli şeyleri yedikleri halde, tayibattan olan en'am (hayvanlar) dan bazılarını, En'am sûresinde açıklanacağı üzere deve), sâibe (puta adanan deve), vasîle (erkek ve dişi olarak ikiz doğan yavrular), ham (on kere döl alınan deve) adlarıyla kendilerine haram ederler yemezlerdi. Bunların temiz olduğuna hükmettikeri halde bazı vehimlerinden dolayı yemezlerdi. Buna karşı temiz olan her şeyin helal olduğu açıklanmış ve bu hüküm: "De ki: 'Allah'ın, kulları için çıkardığı süsü ve güzel rızıkları kim haram etti?' (Araf, 7/32) âyetiyle de tekit edilmiştir ki, sebepler ve nüzul hikmeti yanında bu âdetin kat'i şekilde kalkması da vardır. Şüphe yok ki, bu "tayyibat"da kara ve deniz hayvanlarından başka, kuşların ve hatta bütün bitkilerin de hoşları dahildir. Ve sonra helal olan her hayvanın bütün kısımlarının da helal olması gerekmeyeceğini ve kesilmiş olan hayvanların kısımları meyanında bulunan habâis (çirkin şeyler)in de haram olduğuna işaret etmektedir.

Özetle selim tabiatın ve sağlam fıtratın hoşlandığı bütün tayyibat (hoş ve güzel şeyler) helal kılındı "Allah'ın size öğrettiğinden öğreterek yetiştirdiğiniz avcı hayvanların sizin için tuttuklarını yiyin..."

CEVÂRİH, "cariha"nın çoğuludur ki, esas olarak "cerh"den alınmış olup, tesir mânâsı düşüncesiyle "kasibe" (kazanan) mânâsına isim olmuştur. Şu halde cevarih, kevasib demektir. Bunun için el, ayak ve ağız gibi yaralama ve kazanma aleti olan organa cevarih denildiği gibi, av tutan yırtıcı hayvanlara ve kuşlara da kavasib ve cevarih denilir ki, burada maksat budur. "Mükellibîn", "mükellib"in çoğuludur. Mükellib, teklib eden yani yırtıcı hayvanları ava dadandırıp alıştıran, avcılık talim edip öğreten demektir ki; bir köpek, sahibi tarafından kışkırtıldığı yere gider, çağırılınca gelir, avı tutunca habseder yemez, sahibi almak isteyince kaçmaz, zorlayınca dinler ve bunu en az üç kere yapıp âdet edinirse öğrenmiş sayılır. Ahmed b. Hanbel ikiyi, Hasenü'l-Basri biri yeterli görmüştür. Bu öğretime teklib denilmesi tağlib yoluyladır. Zira çoğunlukla öğretilen köpeklerdir. Bununla beraber her yırtıcı hayvana da köpek (kelb) denir. Nitekim Ebu Leheb'in oğlu Utbe, Şam seferine giderken Resulullah: "Allah'ım buna kelblerinden bir kelbi musallat et" diye dua etmiş, Utbe'yi de yolda arslan yemiş idi. Bunun için bu eğitimin bilinen köpeğe mahsus olduğu sanılmamalıdır. Şu halde mânâ şudur: Bir de kelb ve diğer yırtıcılar meyanından ava alıştırarak Allah'ın size öğrettiği anlayışlardan eğitim yaptırarak öğrettiğiniz eğitilmiş avcı hayvanlar helal kılındı. Şu halde bunlardan bu şekilde faydalanır, besler, alır satarsınız. Fakat yemeye gelince kendilerini değil. Size imsak ettikleri, tutuverdikleri avlardan yiyiniz. Dikkat edilmesi gerekir ki, değil, dir. Tuttuklarının hepsini değil; bir kısmını, güzel kısımlarını yiyiniz. Sonra mutlaka "yakaladıkları" değil, "size tutuverdikleri" dir. Yani kendilerine değil, size tutuverdiklerini yiyiniz. Şu halde bir köpek eğitilmiş olursa ve avcı tarafından sevkedilir de bir avı tutar, yaralar, öldürür de avcı ona ölmüş olduğu halde yetişirse helaldir. Eğitilmiş yırtıcının yaralaması, boğazlama yerine geçen bir kesmedir. O, onun bir aletidir. Diğer parçalayıcılar ve aynı şekilde ok, mızrak, tüfek de böyledir. Muhakkak diriyken yetişilip boğazlanması şart değildir Zira o zaman eğitilmiş ile eğitilmemişin farkı yoktur. Fakat cevarih (yaralayıcılar) kavramı gereğince yaralama gereklidir. Yaralamadan boğar veya çarpar da öldürürse bazıları, "size yakaladıklarından", zahirî olarak mutlaktır, diyerek yine yenir demişse de, doğrusu bunun boğulmuş veya vurularak öldürülmüş olandan farkı yoktur, aynı mânâya dahildir, yenmez. Sonra eğitilmiş köpek, yaralamış ve öldürmüş olmakla beraber, biraz da yemiş bulunursa bu da yenmez. Çünkü o onu kendisine tutmuş demektir. "Size tuttukları" değildir. Bununla beraber Selman-ı Farisi'den, Sa'd b. Ebi Vakkas'dan, İbnü Ömer'den, Ebu Hüreyre'den yenir diye rivayet de edilmiştir. Malik ve Evzâi yenir demişlerdir. Ancak bu meselede köpek ile kuş ayrılmıştır. Ve kuşun yemiş olmasının helal olmasına engel olmayacağı gösterilmiştir ki, Hanefî mezhebi bunu kabullenmiştir.

Bu şekilde bunların tuttuklarından yiyin, ve üstüne Allah'ın ismini anın. Yani köpeği ve kuşu salarken "besmele çekin" ve her halde Allah hesabı süratli olduğundan emirlerine karşı gelmekten sakının.

5- "Bugün sizin dininizi ikmal ettim, size olan nimetimi tamamladım" diye tekit ve belgelendiği gibi yine aynı mânâ ile helallerin vurgulanması ve ondan sonra genellenmesi dolayısıyla buyuruluyor ki: Bugün size bütün tayyibat, her çeşit hoş nimetler helal kılındı. Bir de kitap ehlinin yiyeceği, yani gerek bu tayyibattan kestikleri ve avladıkları ve gerek ekmek ve diğerleri gibi yiyecekleri size helal, sizin yiyecekleriniz de onlara helaldir. Yani yedirir ve satabilirsiniz. "Taam"dan maksadın ne olduğu hakkında üç görüş vardır: Birincisi, kurbanlık demektir. İkincisi, ekmek ve meyve gibi kesilmeye muhtaç olmayandır ki, Zeydiyye imamlarından nakledilen budur. Üçüncüsü, kurbanlıklar ve diğer her çeşit yiyeceği içine alır. Çoğunluk birinci görüşü tercih etmişlerdir. Çünkü kurbanlıktan başkasının yiyecek olmasında sahibine tahsisi yoktur. Kurbanlık ise kesicinin fiiliyle yiyecek olabilir. Ve bunun için kitap ehline bağlanmasının bir mânâsı vardır.

Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebu Bekir er-Râzî der ki: "İbnü Abbas'tan, Ebu'd-Derdâ'dan, Hasen ve Mücahid, İbrahim, Katâde ve Süddi'den rivayet edilmiştir ki den maksad kurbanlıklardır. Gerçekte görünen de bunu gerektirir. Gerçi yiyecek lafzını genel mânâda kullansak, gerek kurbanlıklarını ve gerek diğer yiyeceklerini içine alır. Fakat daha açık olan özellikle kurbanlıklar kastedilmektedir. Çünkü ekmek, zeytin yağı ve diğer yiyeceklerin hükmü, onu imal edenlerin özellikleriyle ayrılık arzetmez. Bunlarda mecusî veya kitabî (semavî bir kitaba inanan kişi)nin farkı olmadığında kimsenin şüphesi yoktur. Haramlarda söylendiği üzere kesilmeden ölenlerin de gerek müslüman ve gerek kitabî ve gerek mecusî ve diğer her kim tarafından öldürülmüş olursa olsun haram olduğunda müslümanların ihtilafı yoktur. Şu halde diye özellikle kitap ehlinin yiyeceğinin mübah sayılmasındaki maksadı, bilhassa dinlerin değişmesi ile hükmü değişen kurbanlıklara yorumlamak vacib olur. Yani açıklamanın faydası, özellikle kurbanlıklar itibarıyla ortadadır. Belli ki kitap verilenler, kitabı olmayanlardan ihtirazdır (yani onları hükmün dışında bırakmaktır). Halbuki yiyecek hususunda kitap ehli ile diğerlerinin farkı ancak kurbanlıklar ve av meselelerindedir. Kitap ehlinin leşine, domuz etine ve şarabına varıncaya kadar her yiyeceği helal olmadığı, haram edilenlerden bulunduğu gibi, kitabî olmayanların her yiyeceğinin haram olmadığı da bilinmektedir. Şu halde kitap ehlini seçerek diğerlerinden ayıran bu özel mubahlığın faydası ancak kurbanlıklarda açıktır. Demek ki yiyecek güzel ve temiz şeylerden olmak şartıyla genel mânâsı üzere bırakılsa da, bakış açısı ve beyanın hedefi, özellikle kitap ehlinin kestikleri ve avladıklarının helal olduğunu göstermek ve bu şekilde kesmek için diyanet, yani müslüman veya kitap ehli olmak şart olduğunu anlatmaktır. Bununla beraber "kendilerine kitap verilenlerin kurbanlığı" denilmiş olsaydı, o zaman diğer yiyeceklerin haram olması, şüphesi ortaya çıkacak ve karşılıklı yiyecek yedirmenin caiz olacağı anlaşılamayacaktır. Bunun için yine "yiyecek" kelimesini, güzel ve hoş, temiz şeylerden olmalı şartıyla kurbanlıklar ve diğerlerinden daha genel olmak üzere, asıl mânâsıyla düşünmek ve ancak kitap ehlinin diğerlerinden farkının, kurbanlıklar itibarıyla olduğunu da mâsîkaleh (sözün kendisi için getirildiği şey) olarak anlamak, yani kurbanlıkların helal olmasını ibarenin delaletiyle, diğerlerinin helal oluşunu da işaretin delaletiyle almak gerekecektir. Ve bundan dolayıdır ki, Ebu Bekir Razî kurbanlıklar hakkında "azher: daha açık " deyimini kullanmıştır. Şunu da unutmamak gerekir ki "Allah'tan başkası için kesilen" mutlak şekilde haram idi. Kitap ehli ise görünüşte tevhid (Allah'ı bir kabul ettiklerini) iddia ettiklerinden dolayı görünüş durumlarına bakarak kurbanlıklarında Allah'tan başkasının adını ilan etmezler demektir. Şu halde bir yahudi veya hıristiyanın kestiğini acaba ne ad ile kesti diye araştırmaya kalkışmayarak ve dış görünüşleriyle yetinerek yemek caizdir. Fakat bir hıristiyanın, mesela bir koyunu keserken veya ava köpeğini salarken "Mesih'in adına" dediğini bizzat duyan bir müslümanın da o koyundan veya avdan yemesi caiz olmaz. Çünkü bunun "Allah'dan başkası için kesilen" olduğu şüphesiz bir şekilde malumu olmuştur. Kitap ehlinin dış görünüşüyle yetinmek caiz olunca, müslümanlık iddiasında bulunan herhangi bir kimsenin de dış görünüşüyle yetinmenin caiz olacağında ve dolayısıyla gerek ehl-i sünnet olsun ve gerek olmasın İslâma ait mezheplerden hepsinin kurbanlığının helal olduğunda şüphe yoktur. Meğer ki -Allah korusun- dinden dönmüş olsun. Çünkü mürted (dinden dönen), kitap ehline da katılsa kestiği asla yenmez.

Yiyecek çeşidinden olan bu temiz ve hoş şeylerden başka müminlerden muhsane olanlar, yani hür ve namuslu müslüman kadınlar ve kızlar, bunlardan başka kitap ehlinden olan muhsaneler, yani hür ve namuslu kadınlar ve kızlar da ihsan ederek yani namuslu bir şekilde nikahınız altına alarak ne metres tutmakla açıktan ne de dost tutmak suretiyle gizlice zina etmiyerek ücretleri olan mehirlerini kendilerine verdiğiniz takdirde sizin için helaldirler.

Görülüyor ki, yiyecek hususunda iki taraftan izin verilmiş, müslümanlara hem kitap ehlinin yiyeceklerini yemek, hem de kitap ehline müslüman yemeğini yedirmek suretiyle karşılıklı alış veriş helal kılınmış, fakat nikah hususunda bu helal olma bir tarafa tahsis edilmiş, yalnız müslümanların kitap ehlinden namus dairesinde nikah ile kadın almaları helal kılınmış ve bununla daha önce Bakara sûresinde geçen "İman etmedikçe müşrik kadınları nikahlamayın" (Bakara, 2/221) yasaklaması, kitap ehli kadınlar hakkında kaldırılmış ve karşılıklı olarak müslüman kadınlarının kitap ehliyle evlenmelerine asla izin verilmemiş, bu cihet aslı ve geçmişteki haramlığı üzerine bâkî kılınmıştır.

İlk önce "O, yeryüzünde ne varsa hepsini sizin için yarattı " (Bakara, 2/29) âyetinde açıklandığı üzere, insana ait nefis ve ırz meselelerinde mubah olmak değil, haram olmak esastır. İkinci olarak bu aslî ve ezelî haramlık "Allah'a ortak koşan erkekler de inanıncaya kadar, onlarla (kadınlarınızı) evlendirmeyin" (Bakara, 2/221) yasaklaması ile tekit edilmiş ve açıklanmıştır. Üçüncü olarak Nisa sûresinde "Allah, müminlere karşı kâfirlere asla yol vermeyecektir." (Nisa, 4/141) ile bu haramlık ve yasaklama daha genel şekilde açıklanmıştır da. Dördüncü olarak bütün helallerin özetlenip açıklandığı bu âyette, yiyecek her iki taraftan incelenerek nikah için de bu beyan sergisi açılmış olduğu halde, kitap ehlinden kadın almanın müslümanlara helal oluşu açıklanmış ve tersinden sükut edilmiştir ki, bunda zaruret beyanı denilen bir kasr (tahsis) vardır . Ve bu şekilde müslüman kadınlarının kitap ehli ile evlendirilmesinin asla bahis konusu olamayacağı hatırlatılmış, aslî ve geçmişteki haramlığı üçüncü defa olarak anlatılmış ve belgelenmiştir. Çok açık olan ve asr-ı saadetten beri ümmetin ittifakı ile de bilinen bu meseleyi hatırlatmamıza sebep zamanımızda İslâmî delilleri bilmeyen bazı cahillerin Kur'ân'da buna dair bir nass (dini delil) bulunup bulunmadığını sormaları olmuştur. Halbuki bu gibi, haramlık asıl olan meselelerde, izin verilmemiş olması yeterli bir delildir. Şu halde bu gibiler hakkında yasaklama var mı diye değil, izin var mı diye sormak lazım gelir.

Burada gerek yiyecek ve gerek nikah bölümlerindeki kitap verilenler, kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Hz. Ali (r.a.) Arap hıristiyanlarından Beni Tağlib hakkında: "Bunlar hıristiyanlıktan, şarap içmekten başka bir şey anlamamışlar. Ve şu halde hıristiyan hükmüne dahil değildirler" demiş. İmam Şafiî de bunu tercih etmiş ise de çoğunluk ve Hanefî imamları, kitabın zahirine göre bütün Arap hıristiyanlarının kestiklerinde de bir mahzur yoktur, demişlerdir. Ancak İbnü Abbas nikah bölümünde kitap ehlinden maksadın harbî (düşman ülkesinde) olmayanlar olduğunu ve dolayısıyla harbî olan yahudi ve hıristiyan kadınlarını nikah etmenin caiz olmadığını söylemiştir. Fakat bunda da âlimlerin çoğunluğu âyetin mutlak olmak üzere harbî ve zimmî düşman ülkesindekileri de, İslâm devleti tebasındaki yahudi ve hıristiyanları da içine aldığını ve bu bakımdan harbî olan kitap ehlinden kadın almanın haram değil, bir zaruret bulunmadıkça nihayet mekruh olduğunu söylemişlerdir.

Kitap ehlinden başkasına gelince: Bunlardan mecusiler hakkında Resullullah: "Mecusilere kitap ehli muamelesi yapınız, fakat kadınlarını nikah etmemek ve kestiklerini yememek şartıyla" buyurmuştur.

Bununla beraber dünyada kitap ehline yiyecek ve kadın yönüyle verilen bu özelliklerden dolayı ahiret açısından da böyle sanılmasın. Çünkü, her kim bu imana yani en mükemmel dine ve İslâm şeriatına küfrederse bütün ameli tutulur, Ve ahirette zarar edenlerden olur. Şu halde bunların yiyeceklerini yerken veya kadınlarını alırken imanı bozmaktan, dinden dönme tehlikesine düşmekten son derece çekinmelidir. Ve bundan dolayıdır ki, düşman ülkesinde yaşayan bir kadını almak mekruhtur. "Sizin hoşunuza gitse, de inanan bir cariye, Allah'a ortak koşan bir kadından daha hayırlıdır." (Bakara, 2/221).

İlâhî anlaşma ve akidlerden helal ve haram hükümlerinin açıklanması sırasında dinin kemale erdirilmesi ve nimetin tamamlanması ile Allah'ın ahdinin (vaadinin) yerine getirilmiş olduğu anlatıldıktan ve bu cümleden olmak üzere dünya hayatının maksatlarından olan sofranın güzel ve temiz şeyleri, Nisâ sûresinin "Size helal olan kadınlardan alın" (Nisâ, 4/3) kavramını açıklayarak temiz ve güzel şeyleri aile ile birleştirerek müslüman toplumuna sunulduktan ve nihayet bundan böyle anlaşmayı yerine getirme hükmünün tamamen kulluk görevine yöneldiği, bunun da iman akdi ile İslâm'a ait hükümleri yerine getirmeye bağlı olduğu işaret edildikten ve bu dünyanın bir de ahireti bulunduğu hatırlatıldıktan sonra "İyi kadınlar, iyi erkeklere" (Nur, 24/26) âyetinin delaleti üzere ahirete ait nimetleri kemale erdirmek için, bu en mükemmel dinin imandan sonra kulluk anahtarı olan temizlik emrinden başlamakla kulluk akdini belgelemek için buyuruluyor ki:

6- Bu âyete, teyemmüm âyeti denilmiştir ki, Buhari ve Müslim'de Hz. Aişe'den rivayet edildiği üzere, adı geçenin gerdanlığının düştüğü seferde geceleyin susuz bir yerde kalınıp abdest almak mümkün olmadığından dolayı nazil olmuş ve bu gibi durumlarda abdest yerine teyemmümü emretmiştir. Gerçi bu âyet, ilk önce abdestin farzlarını tesbit etmekte ve böylece aynı zamanda bir "abdest âyeti" olduğu muhakkak bulunmakta ise de, abdest başlangıçta bu âyet ile meşru kılınmış olmayıp, ta Mekke'de namazla beraber farz kılınmış ve hatta İslâm'da hiçbir zaman abdestsiz namaz kılınmamış olduğu bilindiğinden, bununla abdestin farz oluşu doğrudan doğruya değil, taharet (temizlik) hükümlerini çıkarmada esas alınmak üzere, takrir yoluyla tesbit edilmiş ve bunun ismi abdestten çok teyemmüme dayandırılmıştı. Sahabeden Alkame b. el-Feğra (r.a.) demiştir ki: "Bu âyeti ininceye kadar Resullullah su dökmüş (küçük abdestini yapmış) olursa, abdest almadıkça ne konuşur, ne de selam alırdı. Biz söyleriz, o söylemez, biz selam veririz, o vermez ve almazdı." Yani Ebu Hayyan'ın da naklettiği üzere Resullulllah, bu âyetten önce abdestsiz bir iş yapmak şöyle dursun, söz bile söylemezdi. Şu halde bunun inişi abdestin her işi için değil, namaz için farzolduğunu açıklamakla Resulullah'a bir ruhsat ifade etmiştir. Anılan sefer, ifk (iftira) kıssasının ortaya çıktığı Benî Mustalik Gazvesi olduğuna, bunun da hicrî altıncı sene şaban ayında Hudeybiye seferinden önce vuku bulunduğuna göre bu âyet, Mâide sûresinin ilk inen âyetlerinden ve hatta bu sûrenin Hudeybiye'den sonra inmiş olduğu söylendiğine göre inişinin başlangıcı olan ilk âyeti demek olur. Fakat unutmamak gerekir ki, Nisâ sûresinde "Ey iman edenler, siz sarhoş olduğunuz halde namaza yaklaşmayın" (Nisa", 4/43) âyetinde de geçmişti.

KIRÂET: İbnü Kesir, Ebu Amr, Asım'dan Ebu Bekir Şu'be, Hamze, Ebu Cafer, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ( = lâm) cer ile esre şeklinde; geri kalanlarda yani Nâfi, İbnü Âmir, Âsım'dan Hafs, Kisai, Yakub kırâetlerinde nasb ile üstün şeklinde okunur. Nasb (üstün), ayaklarını, yüz ve el gibi "yıkayın" emrine bağlanmasında, cerr (esre) de "meshedin" hükmüne bağlanmasında açıktır. Ve bu iki kırâetin birbirine uyumu açısından bir mezheb ihtilafı ortaya çıkmıştır. Zira birine göre ayaklar yıkanacak, diğerine göre de mesh ile yetinilebilecek görünüyor. Bunun en güzel en doğru çözüm şekli, çıplak ayakların yıkanması, meşhur sünnet ile sabit olduğu üzere abdestle giyilmiş mest ve fotin üzerine de meshedilmesidir. Ehl-i sünnetin çoğunluğunun mezhebi budur. "Kaffâl Tefsiri"nde, sahabeden yalnız İbnü Abbas ve Enes b. Malik, tabiinden İkrime ve Şa'bi ve Ebu Cafer Muhammed b. Aliyyi'l-Bâkır'dan, "ayaklarda abdestin farzı, mesh" olduğu nakledilmiştir ki, Şia'dan İmamiyye'nin mezhebi budur. Bütün fakihlerin çoğunluğu ve tefsirciler ise, "ayaklarda abdestin farzı, yıkamak" olduğunu beyan etmişlerdir. Zahiriye'nin başkanı olan Davud-ı İsfahanî de: "Her ikisinin cem'i (toplanması) vacib" olduğunu söylemiştir ki, bu da Zeydiye imamlarından Nasır Lilhakk'ın görüşüdür. Hasenü'l-Basrî ile Muhammed b. Cerir et-Taberi de mükellefin, meshetme ile yıkama arasında serbest olduğunu söylemişlerdir. Bunların tartışması fıkıh kitaplarında genişçe yapılmıştır. Burada ancak şu kadar söyleye-lim ki, çıplak ayaklara meshetmeyi caiz görmek âyetin sonunda "sizi temizlemek istiyor" diye açıklanan temizlik hikmetine kesin olarak aykırı bulunduğu ve hele yıkanmamış kirli ayaklarla camilere girmenin, temizlik şöyle dursun, normal temizlik ile bile uyuşmasının mümkün olmadığı ortadadır. Nitekim ayaklarını güzelce yıkamamış ve ökçelerinde biraz kuruluk kalmış olanlar hakkında Resulullah "Vay şu ökçelerin ateşten haline" buyurmuş ve tekrar yıkanmasını emretmiştir. Bir de maksat mesh olsaydı gibi sadece demek yeterli olur. "Topuklara kadar" kaydına hiç de gerek kalmazdı. Bu da farzın esasının yıkamak olduğuna ve meshin buna dayanması lazım geldiğine işaret eder. Kısaca ayaklar hakkında yıkamak emri muhkem, mesh emri mücmeldir ve yüksek sünnet ile açıklanmıştır. tıpkı Nisâ sûresindeki gibi de okunmuştur. (Nisâ, 4/43 âyetine bkz.)

Ey iman edenler! Malum ya, imandan sonra ilk vazife namazdır. Siz namaza kalktığınız, yani namaza kalkmak istediğiniz zaman yüzlerinizi ve dirseklere kadar ellerinizi yıkayınız ve başlarınıza meshediniz, iki topuğa kadar ayaklarınızı da. Yani ayaklarınızı da yıkayınız, yahut mesli ise meshediniz. Bu temizlikler yapılmadan namaz, namaz olmaz. "Allah, taharetsiz hiçbir namazı kabul etmez". Buna "tuhûr: temizlik" ve "vudu: abdest" denilir ve işte abdestin farzı bunlardır. Ve görülüyor ki, bu da dört şeyden, ibarettir: Üç yıkama, bir mesh. İmam Şafii, bunların tertibi de dahil olmak ve bir de niyetsiz ibadet olamayacağı düşüncesiyle niyet de hesaba katılmak üzere altı; Ahmed b. Hanbel hazretleri de yüzde ağız ve burun içlerinin de dahil olduğu düşüncesiyle mazmaza (ağıza su verme) ve istinşak (buruna su vermey)i de katıp sekiz saymıştır. Hanefilerde ise niyet, tertip, ağız ve buruna su vermek sünnettir. Ve abdestin daha birtakım sünnetleri ve edebleri vardır ki, bunları tamamlayıcıdır. Hepsinin başında besmele vardır. Âyetin zahirine bakınca, her namaza kalkarken ayrıca bir abdest almak gerekir gibi görünür. Bunun için Zâhirîler, her namaz için ayrıca bir abdestin farz olduğunu söylemişlerdir. Çoğunlukla Peygamberimizin ve Raşid Halifelerin böyle yaptıkları da muhakkaktır. Fakat bunlar farz değil, sünnettirler. Çünkü Mekke'nin fethi günü Peygamberimiz, beş vakit namazı bir abdest ile kılmış, Hz. Ömer de: "Ey Allah'ın Resulü, bundan önce yapmadığın bir şey yaptın" demiş, cevabında "Bilerek yaptım ey Ömer" buyurulmuş olduğu da rivayet olarak sabittir ki, bu isteyerek yapma ile cevaz (izin) gösterilmiştir. Sonra âyetin tamamiyle zahirine bakılacak olursa, abdestin ancak namaza kalkıldığı zaman alınabilmesi gerekecek ve dolayısıyle otururken abdest alıp da, namaza kalkmak da yeterli olmayacaktır. Bunu ise Zâhiriyye de söylememiştir. Demek olur ki, bu noktada âyetin zahiri kastedilmediği ittifakla sabit olduğundan gerek halin delaleti ve gerek teyemmüm fıkralarında hades (küçük veya büyük abdessizlik)in açıklanması karineleriyle âyetin mutlak oluşu ya hitabın abdesti olmayanlara tahsis edilmesi veya yani "abdestiniz olmadığı halde namaza kalktığınız zaman" mânâsıyla kayıtlanarak tefsir edilmesi gerekir. Ve o halde abdestin vücubunun sebebi, mutlak namazı irade etmek değil, abdestsizlik şartıyla namazı irade etme demek olur ki, çoğunluğun görüşü de budur. Sonra dikkate şayandır ki, "başlarınızı meshediniz" değil, "ba" ile buyurulmuştur. Bu ise "başınızla meshediniz" demek gibidir. Nasıl ki "mendile sildim" demekle "mendil ile sildim" demek arasında fark vardır. Burada meshin başa yapılacağı ve başın mesh aleti olamayacağı açık olduğu halde, ( = ba)'nın getirilmesi bir alet mânâsına işaret, bu ise örf bakımından bir elden ibaret olmakla, bu ifade şeklinden ve bir de "nasıye" hadisinden Hanefi imamları, "Elinizi ölçü tutarak elinizle başınıza meshediniz" mânâsı anlaşıldığını göstermişler ve meshin farzı, "cüz'î bir harekette tam bir el mikdarı, diğer deyimle nasıye mikdarı, diğer deyişle dörtte biri" olduğunu ve tamamını meshin sünnet olduğunu beyan etmişlerdir. Fakat İmam Malik ve Ahmed b. Hanbel tamamına meshin farz olduğunu, İmam Şafiî de bir parmak dokunmanın yeterli bulunduğunu söylemiştir.

YIKAMANIN MAHİYETİ: Suyu âzânın üzerinden tamamen akıtmaktır. Oğmak şart değildir. Şu halde su damlamadıkça yıkama denmez. Abdest, hadesten taharet yani itibarî ve görülmeyen bir kirlilikten temizlik olduğu için bununla necaset (maddî pislik)ten temizlenmek için olan yıkamayı birbirine karıştırmamalıdır. Necasetten temizlenmede, pislik iyice kayboluncaya kadar yıkamak ve gereğine göre oğmak veya silmek gerekli ise de abdestte bu gibi temizliğe engel olan kir ve pislikler daha önce kaldırılmış olacağından görünmeyen hadesi kaldırmak için bir defa yıkamak yeterli olabilir, farzı bu kadardır. Çünkü emir, tekrarı gerektirmez, fakat iki defa daha iyi olur. Ve üç defa tekrar sünnettir, oğmak da sünnettir. Ancak İmam Malik, oğmak farzdır demiştir.

MESH: Esasen bir şeye dokunmak ve örfte el sürmektir. Dînen de farzı, dokunmaktır. Şu halde başa meshetmek, taze, kullanılmamış bir yaşlığın istenen mikdara isabet etmesi demektir. Bundan tekrar sünnet değildir. Fakat hafifçe bir saç düzeltmesi olabilir.

İşte namazın şartlarından biri böyle abdesttir. fakat bunun yeterli olması, cünüp olmadığı takdirdedir. Ve eğer cünüp iseniz, yani rüyada veya uyanıkken fışkırarak meninin inzal (inme)i ve inzal olmasa (inmese) bile iltikai hitaneyn (erkek ve kadının sünnette kesilen yerleri, yani tenasül uzuvlarının birleşmesi) olmuş ise iyice temizleniniz kendinizi baştan tırnağa tamamen yıkayıp temizleyiniz, guslediniz ki Nisâ sûresinde "gusledinceye kadar" (Nisa', 4/43) diye "iğtisal" (gusletme) ile tabir edilmişti. Burada tekellüf (zahmet verici, zorlayıcı) sigasiyle "tetahhür" denilmiş ve gusletmede mübalağa edilmesinin gereği gösterilmiştir. Bunun için zorluğa varmamak üzere mümkün olan her taraf yıkanmalı ve hatta ağız burun içleri bile yıkanmalıdır. Abdestte sünnet olan ağzı çalkalama ve buruna su çekme gusülde farzdır.

Fakat bu gusül ve o abdest mazeret bulunmadığı takdirdedir. ve eğer hasta olur, veya seferde bulunur, veya herhangi biriniz helâdan gelir, veya kadına dokunursunuz da bir su bulamazsanız, yani ya gerekli araştırmadan sonra gerçekten bulamaz veya hastalık veya sefer aramaya engel veya kullanmaya engel olduğundan dolayı arama veya kullanmaya güç ve çare bulamazsanız, o zaman abdest veya gusül yerine hoş ve temiz bir toprakla teyemmüm ediniz. Niyet ediniz de o topraktan yüzlerinize ve kollarınıza meshediniz. Hastalık ve yolculuk kayıtları, suyu bulmaya veya kullanmaya engel olan özürleri; heladan gelmek veya kadına dokunmak da abdesti veya guslü gerektiren sebepleri; suyu bulamamak da bunların yerine teyemmümün sıhhatinin şartını göstermektedir. Açıktır ki, heladan gelmek, bedenden bir necasetin çıkmasından kinayedir ki, dilimizde abdest bozmak denilir. Hanefilerce durum böyledir. Fakat İmam Şafiî sebileyn (idrar ve dışkı yolların) dan çıkması demiş, İmam Malik de iki yol (idrar ve dışkı yolların)dan çıkması alışılmış olan pislikten demiştir.

(Nisâ 4/43. âyetinde teyemmümün, saîdin mânâları ve daha bazı izahlar geçmiş olduğundan oraya bakınız.) Burada fazla olarak kaydı zikredilmiş ve bu şekilde teyemmümde yalnız kasd ve niyet ile mesh yeterli olmayıp temiz toprağa dokunmak da gerektiği işaret edilmiştir. 'in ibtida veya teb'îz olması ihtimali vardır. İbtida olduğuna göre elin temiz toprağa dokunması yeterlidir. Teb'îz olduğuna göre de muhakkak elden yüze ve kollara da biraz bir şey sürülmesi lazım gelir. Birincisi Hanefi mezhebinin, ikincisi de Şafiî mezhebinin görüşüdür. Taşa, mermere ve madene teyemmüm caiz olup olmayacağı hakkındaki ihtilafın kaynağı budur. İbtida olması ruhsat, teb'îz olması ihtiyattır.

Şimdi sakın "bu külfetler, zahmetler nedir?" demeyiniz. Bu taharet (temizlik) veya teyemmüm emirleriyle Allah'ın isteği size bir baskı yapmak sıkıntı ve zahmete koşmak değil, fakat o sizi tathir etmek, maddî manevî, görünür görünmez pisliklerden ve günahlardan temizlemek ve size nimetini tamamlamak ister ki şükredesiniz, dışınız ve içiniz temizlenip nimetin zevkini tadasınız, nimet vereni ve nimet verenin hakkını göresiniz. Şu halde dinde güçlük çıkarma yoktur. Dine ait teklifleri külfet ve zahmet değil, bir nimet tanımalıdır. Abdestin, guslün, teyemmümün hikmeti, maddî paklık ve manevî temizliktir. Güzel ve temiz şeyler, temiz kişiler için olduğundan temizlik, nimet ve saadetin tamamlanmasına sebeptir. Bu da şükretmeye sebeptir. Şükür de: "Andolsun şükrederseniz elbette size nimetimi artırırım". (İbrahim, 14/7) âyeti gereğince nimet ve saadetin artmasına sebeptir. Bu şekilde tamamın üstünde nimet ve saadet sonsuz bir artma ile cereyan edip gidecek demektir. Yukarda "size nimetimi tamamladım" buyurulduğu halde, ondan sonra burada "size olan nimetini tamamlamak için" buyurulması, daha doğrusu inişte önceliği bulunan bu âyetin, bu vechile tertipte geriye bırakılmayı gösterir ki, orada nimeti tamamlamak, izafî ve dünyaya ait bir tamamlamadır. Burada daha tamamlanması vaad olunan nimet de ebedî ve sonsuz olan ahirete ait nimettir. Bu sebeple bunda "Kıyamet günü ecirleriniz size eksiksiz olarak verilecektir" (Al-i İmran, 3/185), "O günden sakının ki, o gün hepiniz Allah'a döndürüleceksiniz, sonra herkese kazandığı tastaman verilecek ve onlara hiç haksızlık edilmiyecektir" (Bakara, 2/281) kavramlarına işaret vardır. Nihayet burada şu da anlaşılıyor ki, nimet ve saadetin en büyüğü şükran (teşekkür etme, iyilik bilme) dir. Ve en mesut kimseler teşekkür hissi ile dolu olanlardır. Ve Allah'ın rızasına erme zevki bunun içindedir. (Fatiha sûresinde ye bkz.)

7-Özetle, nimetin artması şükür ile, şükür de nimeti unutmamakla ayakta duracağından bu temizlikleri yapınız ve Allah'ın size olan nimetini ve özellikle İslâm nimetini unutmayınız, zikir ve fikrinizden çıkarmayınız, daima anmakla şükrediniz ki, namaz bu şükür cümlesindendir. Ve o mîsakı anıp îfa ediniz ki, Allah onunla sizi "işittik ve itaat ettik" dediğiniz zaman belgelemiş, sağlamlaştırmıştı. Burada Bakara sûresinin sonundaki: "İşittik, itaat ettik! Rabbimiz, bizi bağışlamanı dileriz! Dönüş sanadır" (Bakara, 2/285) iman ve belgelemelerine bir işaret bulunduğu açıktır. Bu mîsaktan maksat, Akabe gecesinde ve Beyatu'r-Rıdvan'da vaki olan mîsak (anlaşma) olduğu ve Peygamberimiz ile olan bu mîsakın Allah'a isnad edilmesi "Muhakkak ki sana beyat edenler, söz verenler, gerçekte Allah'a beyat etmektedirler." (Feth, 48/10) âyetinin delaletine dayanmış bulunduğu da söylenmiş ise de, bunun âlemin yaratılması ve Âdem'in hilkati konularının içinde olup, Fatiha'da "Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz" (Fatiha, 1/4) diye aktedilen ve sonra ağır ağır bütün müslümanların Peygamber'e kolay ve zor, sevinç ve keder, bütün durumlarda işitmek ve itaat etmek esası üzere iman, ittiba ve bey'atlarıyla belgelenen ve dolayısıyla bütün anlaşmaları içine alan ezelî ahd olması daha açık ve daha tercih olunandır. Mücahid, bu mîsakdan maksad, A'raf sûresinin 172. âyetinde açıklanan "Ben sizin Rabbiniz değil miyim? "Evet" dediler" (A'raf, 7/172) anlaşması olduğunu; Süddî de, Allah Teâlâ'nın tevhid ve şeriatler hakkında tayin etmiş olduğu aklî ve şer'î deliller olduğunu söylemiş ve ilm-i kelâmcıların çoğunluğu bunu tercih etmişlerdir ki, bunların hepsi aynı yoruma dönüşürler. Çünkü asıl mîsak birdir. Fazlalaşan bunun çeşitli şekilde belgelenmesidir. Bu hatırlatmanın özeti, "sözleşmeleri yerine getirin" gereğinin kabulü geçmiş olduğunu hatırlatmakla yerine getirilmesini belgelemektir. Şu halde mânâ şöyle demek olur:

Yaratılışınızın bütün geçmiş safhalarında ve mutlak acizliğinizin hüküm sürdüğü varlığınıza ait devrelerinizde, fıtrat olarak bağlanmış olduğunuz ve sonra ihtiyaçlarınızın sıkıştırdığı, emellerinizin kaynaştığı şuurlu demlerinizde akıl ve fikrinizle samimi kalbinizden kopan yalvarmalarınızla "işittik ve itaat ettik" diye kuvvetli sözleşmelerle belgelediğiniz o kulluk sözünü, semerelerini vermeye, nimetlerine ermeye başladığınız genişlik günlerinde ve başarılı olduğunuz sırada unutuvermeyiniz de, o İslâm nimetini ve iman hidayetini teşekkür zevkiyle anıp, akitlerinizi tamamen yerine getirin, ve Allah'dan korkunuz da, bunları unutup nankörlük etmeyiniz, kalbinizi bozmayınız, Çünkü "Allah sinelerinizde gizlenen en gizli şeyleri bilir." Şu halde yalnız cisim ve görünüşle ilgili temizlik ile değil, hem cismanî, hem rühanî, hem zahirî, hem batınî tam bir temizlik ile temiz ve pak olarak olgun bir kullukla Allah'ın huzuruna geliniz ve nimetin tamamına erip şükrediniz.

8-9-10-Tevhid dininin ahlâkî gayesini, sosyal ve siyasî hikmetini özetleyen bu âyetin benzeri Nisâ sûresinde geçmiş idi. Fakat orada "Adaleti tam yerine getirerek, Allah için şahidler olun" (Nisâ, 4/135), burada ise "Allah için hakkı ayakta tutanlar olun." buyurulmuştur. Gerçi iki mânânın birbirini gerektirmiş olduğunda şüphe yoktur. Elbette adaletle ayakta duran, Allah için ayakta ; Allah için ayakta olan da adaletle şahitlik eden olur. Şu halde ifade sırf kelâmda bir sanat gösterme ve çeşitlenmeden ibaret sanılabilir. Fakat dikkat edilirse anlaşılır ki, orada asıl maksad, Tu'me olayında olduğu gibi sevgi ve iltimas yerlerinde adalet ve hakkâniyeti gözetmek, kendisi ve sevdiği yakınları aleyhinde bile olsa hakkı (doğruyu) itiraf ve adaleti yerine getirmek idi. Burada ise maksad, düşmanlık ve nefret yerlerinde adalet ve hakkaniyeti gözetmek, düşmanın lehinde bile hak ve adaleti tutmak ve tatbik etmektir. Yani orada dahilî siyaset, burada ise haricî siyaset görüşü üstündür. İkinci olarak, orada sözün gelişi kullara adalet ile Allah'a ihtisas ve kulluğu temindir. Burada ise Allah'a ihtisas ve kulluk ile kullara adaleti temindir. Her iki bakış açısıyla da birincide adaletle ayakta durmakla, burada Allah için ayakta durmakla başlamanın uygun olduğu açıktır. Şu halde:

Ey müminler, yalnız abdest alıp namaz kılmakla kalmayınız ve ancak o zaman Allah huzurunda kıyam edilir zannetmeyiniz, daima Allah için ayakta olunuz, yapmanız gereken her işe Allah için sarılıp Allah için hükümler icra ve işleri idare ediniz, hep adalet ve hakkaniyet şahitleri olarak hakkı yerine getiriniz. Her fiiliniz ve sözünüz Allah için olsun. Her yönden adalet ve hak şahidi olunuz, adaleti yerine getirmede numune-i imtisal (örnek insan) olunuz. Ve bir kavme şiddetli kininiz veya onların size kini ve düşmanlığı sizi adaletsizliğe sevketmesin. Şu halde haklarında doğru şahitlik ve adilane hükmetmeye veya işkenceye, iftiraya, harbe girmeyenleri öldürmeye, sözünden dönme vesaire gibi helal olmayan şeyleri yapmakla zulüm ve düşmanlık yapmaya, günaha sokmaya sebep olmasın. Adalet yapınız ki, o takvaya daha yakındır. Allah'ın korumasına girmek için en yakın vasıtadır. Artık haricî siyasette düşman olan kâfirler hakkında adalet bu derece önemli vacip olunca, dahilî siyasette ve müslümanlar hakkında adaleti yerine getirmenin ne büyük bir fariza (görev) olduğunu ve Nisa sûresi âyetine ne kadar önem vermek lazım geldiğini kıyas ediniz. Evet, adalet böyle yüksek ve takvaya en yakın bir görevdir. Fakat takvanın aynısı da değildir. Bunun için adalet yapınız, ve Allah'dan korkunuz. En yüksek gaye budur. Bütün kurtuluş, bütün iş bundadır. Allah'dan korkmayan adalet de yapamaz. Şu halde emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten sakınıp, Allah'ın korumasına giriniz. Çünkü "Allah yaptıklarınızdan haberdardır" iyi veya kötü, hiçbir işten gaflet etmez ve hiçbirisini hükümsüz bırakmaz.

O her işten haberdar olan Allah, iman edip, temizlik, namaz, adalet ve takva gibi güzel ameller yapan ve akidlerini yerine getiren kimselere şöyle vaad etti:

1- Onlara hem bağışlama, hem de büyük mükafat vardır.

2- İnkar eden ve âyetlerimizi -ki, işte bu adalet ve takva emirleri ve vaad ve tehdit haberleri de bu cümledendir- yalan sayanlar. Bunlar da hep cehennemliktirler. bir de İşte sonuçta amellerin cezası ya o, ya budur. Bu iki kanun, Allah'ın değişme kabul etmeyen vaadidir. Buna dünyada bir misâl olmak üzere:

11-Bunun nüzul sebebi hakkında biri genel, biri de özel olmak üzere iki vecih rivayet edilmiştir:

1. İşin başlangıcında müşrikler galip ve çok, müslümanlar ise mağlub ve yenik idiler. Müşrikler, devamlı şekilde müslümanları belaya sokmak, basmak, öldürmek, yağmalamak istiyorlar. Allah Teâlâ da onları maksatlarından menediyor, müslümanları koruyordu. Bu şekide az zaman içinde İslâm kuvvetlendi, müslümanların gücü büyüdü ve müşriklerin elleri kırıldı. İşte burada bu kurtuluş nimeti hatırlatılmıştır.

2. Özel bir olayı hatırlatmıştır. İbnü Abbas ve Mükâtil'in beyanlarına göre, Hz. Peygamber (s.a.v.) Beni Âmir'e bir seriyye (küçük süvari müfrezesi) göndermişti. Bi'r-i Meûne'de hepsi şehit olmuşlar, ancak bir kayıp aramakta olan üç kişi kurtulmuşlardı ki, bunlardan birisi Amr b. Ümeyye ed-Damrî idi. Bununla diğer biri Resulullah'a durumu haber vermek için beraber gittiler. Yolda Beni Amir'den olduklarını söyleyen iki kişiye rastladılar. İkisini de öldürdüler.

Meğer bunlar Benî Selim'den imişler. Resulullah'tan eman (eminlik)ları varmış, bunu bilmediler ve hata etmiş oldular. Bundan dolayı Benî Selim geldiler, diyet istediler. Bunun üzerine Resûl-i Ekrem (s.a.v.) yüksek maiyyetlerinde dört seçkin dostu Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali (r.anhüm) bulundukları halde çıktılar, Benî Nadir'e vardılar. Çünkü bunlar kendileriyle savaş yapılmamak ve taraflarından diyetlere yardım olmak üzere Resûlullah ile anlaşma yapmışlardı. Hz. Peygamber (s.a.v.) : " Ashabımdan biri benim eman verdiğim iki kişiyi vurdu. Bana diyetleri gerekti. Buna sizin yardımda bulunmanızı istiyorum" buyurdu. Onlar da:" Buyurunuz, yemeğimizi yiyiniz, isteğinizi veririz" derler ve aralarında Peygamber'e ve ashabına bir su-i kast yapmaya da karar verirler. Atâ'nın rivayetine göre, üzerine damın üstünden büyük bir taş yuvarlatıp ezmek için karar verirler ve hazırlarlar. Bu esnada Cebrail inip hemen durumu haber verir. Resullullah, derhal kalkar hareket eder. Yahudiler: "Çömleklerimiz kaynıyor" derler. Resul-i Ekrem niyetlerinin vahy ile haber verildiğini söyler ve açılır. Bu âyetin iniş sebebi, özellikle bu olay olmuştur." Kavm"den maksad, bu Benî Nadir yahudileridir. Bunun gibi daha birtakım olaylar vardır ki bazıları Nisâ sûresinde "korku namazı " (salatu'l-havf)nı emreden "Sen de içlerinde bulunup namaz kıldırdığın zaman, onlardan bir bölük seninle beraber namaza dursun..." (Nisâ, 4/102) âyetinde geçmiş idi.

Yani ey müminler! Allah'ın nimetleri yalnız hayra ulaşmak kabilinden olanlar değildir. Şerden koruma şekliyle olan nice nimetler de vardır. Bunun için Allah'ın size şu nimetini de unutmayınız, şükrünü eda ediniz, Hani bir kavim size ellerini uzatmak istemişlerdi de, Allah onların ellerini sizden menetmişti. O zaman bunu Allah'tan başka kim yapabilirdi? Şu halde müminler bunları unutmasınlar da ancak Allah'a tevekkül etsinler ve dayansınlar. Allah'dan başka itimad ve istinad olunacak hiçbir şey olmadığını bilsinler. O ahlâksızlar gibi dünyaya veya şuna buna meylederek ve dayanarak Allah'ın anlaşmalarını bozmaktan sakınsınlar, akitlerini yerine getirsinler ve ancak Allah'a dayanarak içte ve dışta adalet ve takva ile hükümleri icra ve İslâm'ı ilan etsinler.

Bakınız anlaşmayı bozmak ne kadar çirkin ve sonucu ne fecidir:

12- Bir zamanlar Allah, İsrailoğulları'ndan da söz almıştı. Ve onlardan on iki nakib (müfettiş) göndermiştik. Birinci cümlede "Allah", ikincide " biz" diye gıyabdan tekellüme iltifat (dönme), büyüklük ve ululuğun ortaya konması veya nakibleri Hz. Musa aracılığıyla gönderdiğine işaret içindir.

Nakib, teftiş mânâsına dan veya mânâsına olarak vezninde müfettiş veya teftiş veya tecrübe olunmuş emin (inanılır) ve itimad olunur mânâsına olup bir kavmin durumlarını bilen ve işlerine güçlerine kefil olan amir ve eminlerine söylenir ki, reis (başkan) den başkadır, gibi. Zeccac'ın beyanına göre bu kelimenin aslı, geniş delik demek olan den olduğu için bizim "kulağı delik" deyiminden anladığımız "sırlara âşina olma" mânâsını içine alan bir anlam vardır. İsrailoğulları on iki sıbt (torun) olduklarından, her sıbttan bir nakib gönderilmiştir. Mücahid, Kelbî ve Suddî demişlerdir ki, bu nakibler, Musa (a.s.)'ın harp ile görevlendirilmiş olduğu Cebbarlar şehrine gidip durumlarını öğrenmek ve dönüp peygamberleri Musa'ya haber vermek için gönderilmişlerdi. Gittiler, birtakım büyük cisimler ve bir kuvvet, heybet gördüler ve korktular, döndüler; gelir gelmez de kavimlerine söylediler, bildirdiler. Halbuki Musa (a.s.) onları söylemekten yasaklamıştı. Fakat sözlerinde durmadılar, caydılar. Yalnız Yehudâ sıbtından Kaleb b. Yufenna ile, Efrâim b. Yusuf sıbtından Yuşa b Nun sözlerinde durdular ki, ileride gelecek olan "Allah'tan korkanlardan iki adam dedi" (Mâide 5/23) âyeti bunlar hakkındadır.

Rivayet edildiğine göre Firavun'un suda boğulmasından sonra Allah Teâlâ İsrailoğulları'na Şam topraklarında Kenanlıların zalimlerinin oturdukları Eriha'ya gitmelerini emretmiş ve "Ben, burayı size vatan ve karargâh olmak üzere yazdım. Gidiniz içindekilerle savaş ediniz, yardımcınız benim" demiş. Hz. Musa'ya da verilen emirlerin yerine getirilmesi için, her sıbttan kavmine kefil olacak bir nakib ve emin seçmesini emretmişti. Hz. Musa nakibleri seçti ve İsrailoğulları'ndan söz aldı, nakibler bunlara kefil oldular ve bu şekilde hep birlikte hareket ettiler. Kenan topraklarına yaklaştıkları zaman nakibleri, anıldığı üzere, teftiş ve gizli şeyleri öğrenmeleri için gönderdi.

Ve Allah İsrailoğulları'na demişti ki: ben sizinle beraberim. Yani ilmimle, kudretimle yanınızda hazırım, emin olunuz sizi başarılı kılacağım. Şöyle ki: Eğer siz namazı doğru bir şekilde kılarsanız, ve zekatı verir, ve bütün peygamberlerime inanır, ve onları müdafaa ederseniz -"Ta'zir"in aslı kötülüğü defedecek bir iş yapmaktır. Kabahatli kimselere yapılan yola getirme ve terbiyeye ta'zir denilmesi de kötülükleri yasaklama ve iyilikleri savunma olması bakımındandır.- Bunlardan başka bir de Allah'a karz-ı hasen (borç verme) ile borç verirsiniz. Yani farz vergi olan zekatdan başka sırf kendi arzunuzla Allah için sadakalar, yardımlar verir ve verdiklerinizin mükafat ve karşılığı Allah tarafından muhakkak ödeneceğine inanmakla beraber, onu bugün dünyada almak ve görmek sevdasında bulunmaz ve ahiret sevabını ve sırf Allah'ın rızasını düşünerek verirseniz; işte namazı kılma, zekatı verme, bütün peygamberlere iman, bunları düşmanlara karşı savunma, Allah'a borç verme, bu beş şeyi yaptığınız takdirde muhakkak ve muhakkak tarafınızdan günahlarınızı örteceğim ve mutlaka sizi altlarından, ırmaklar akan cennetlere koyacağım. Bundan sonra, yani bu söz almadan ve bu şart ve tekit edilmiş vaadden sonra her kim de kâfirlik eder, peygamberlerin hepsine iman etmezse, açık yolun ortasında göz göre göre sapmış, hiçbir mazeret kabul etmiyecek çirkin bir hata yapmış, açıktan açığa en büyük tehlikelere atılmış olur. Şu halde bundan önce küfredenler hakkında bir mazeret kuruntusu olsa bile bundan sonrakiler için böyle bir şey bahis konusu olamaz. İşte İsrailoğulları vaktiyle böyle irşad edilmiş ve bu şartlar altında böyle sağlam ve tekit edilmiş bir sözleşmeye bağlanmış idi, fakat bozdular.

13-Şu halde başka bir sebeple değil, ancak sözleşmelerini bozduklarından dolayıdır ki biz de onları lanetledik

Bu lanetin tefsirinde üç şekil zikredilmiştir: Ata'nın açıklamasına göre, rahmetimizden kovduk ve uzaklaştırdık demektir ki, asıl mefhumu ve detaylı mânâsıdır. Hasen ve Mukatil: "çevirdik, şekillerini maymunlara ve domuzlara çevirdik" demek olduğunu söylemişler. İbnü Abbas hazretleri de: "Rezil ettik, üzerlerine cizyeleri, ağır vergileri bastırdık" diye tefsir etmiştir ki, misal ile açıklamaktır.

Özetle sırf sözleşmeyi bozmak yüzündendir ki, başlarına felaketler yağdırdık. ve kalplerini kasvet içerisinde bıraktık, ne söylense duymaz, hak ve adalet tanımaz, haksızlık ve zulümden kaçınmaz, Allah'dan korkmaz, ümitsizlikten kurtulmaz bir hale getirdik. Hamze ve Kisaî kırâetlerinde "ya"nın şeddesiyle ve "elif"siz olarak okunur ki, kalp veya hileli akçe (para) demektir. Yani kalblerini kalp para gibi bozuk ve düşkün bir hale getirdik. Bunun için kelimeleri yerlerinden değiştirerek bozarlar. Kelimeleri şuraya buraya çekerek kelâmı (sözü) değiştirirler. Bu onların öyle bir âdeti olmuştur ki, diğerleri bir yana, Allah'ın kelâmını ve arzularına uymayan ilâhî hükümleri bozar ve değiştirirler. Nitekim Tevrat'taki "recm" âyetini reisler hakkında "tahmim" yani "kömürle yüz karalamak" diye yorumlamaya kalkışmışlardı. Fırsat bulunca kelimeleri de başkalaştırırlar. Fakat çoğunlukla buna imkan bulamadıklarından dolayı bozgunculuklarını, kötü yorum ile yaparlar. Allah'ın kelâmını bozmaktan daha büyük bir kalb katılığı da düşünülmez. (Nisâ sûresindeki "Yahudilerden öyleleri var ki, kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar" (Nisâ, 4/46 âyetine bak.)

Yine kalblerinin katıldığından ve bozukluğundan dolayı hatırlatıldıkarı ve ihtar olundukları şeylerden en mühim bir kısmını da unuttular, Diğer bir mânâ ile, hatırlatıldıkları, belletildikleri şeylerin bir kısmından tad almayı, faydalanmayı unuttular, hatırlarına getirmez veya getiremez oldular ki, peygamberlerin sonuncusu olan peygamberimize iman bu cümledendir. Ey Muhammed, sen de bunlardan daima bir hiyanete muttali olur durursun. Yani bunların âdetleri budur. Geçmişleri, peygamberlere sözleşmeyi bozmak ve öldürmek ile hiyanet edegeldikleri gibi, sonra gelenleri de sana hainlik eder dururlar, sözleşmelerini bozarlar, düşmanlarına yardımda bulunurlar, seni öldürmeye ve zehirlemeye teşebbüs etmek isterler. Ancak birazı müstesna. Ki çoğunluğun açıklamasına göre bunlar iman etmiş olanlardır. Bununla beraber denilmiş ki, bu azlığın küfür üzere kalmış olmakla beraber, siyasi açıdan yaptıkları sözleşmede duran ve hainlik etmeyenler olması da muhtemeldir. Bu kadar kötülüklerin ve hainliklerin sayılmasından sonra bunlara hiç emân vermeyiniz. Hemen mahvediniz ve yok ediniz tarzında bir emir verilecek gibi gelirken bakınız ne buyuruluyor:

Şimdi ey Muhammed, sen bunlardan geçmişteki hainliklerini affet. Onlara aldırma, geçmişi Allah'a bırak ve geleceğe bak. Çünkü "muhakkak Allah iyilik yapanları sever". Affetmek ve aldırmamak da ihsan (iyilik yapma) dır. Sen ise büyük ahlâk, güzel ahlâk ile gönderilmişsin. Bu affetme ve aldırmama emrinin, müstesna olan az kimselere mi, yoksa diğerlerine de mi ait olduğu bahis konusu olmuştur. Bazı tefsirciler müstesnaya ait olduğunu, yani Hz. Peygamber'e iman edenlerin geçmişteki günahlarına veya iman etmemekle beraber sözünde duranların ufak tefek kusurlarına aldırmayıp affetmeyi emrettiğini söylemişlerdir. Fakat bunun böyle hainlikten istisna edilmiş olanlara bağlanması lafız itibarıyla yakın olmakla beraber, mânâ yönüyle kusurlu ve açık değildir. Doğrusu burada bu âyetin inmesinden önce vaki olan hainliklere ait olmak üzere, hainlere ibare ile ve müstesnalara öncelikle ve delaletle olmak üzere hepsine karşı genel bir af ve aldırmama emredilmiş ve bu şekilde âlemlere rahmet olan Hz. Peygamber'e önce el uzatmak isteyen hainlere karşı bile kin ve intikam hissinden uzak olarak adaletten başka güzel ahlâk ile muamele etmesi emredilmiştir. Affın, genelde vaki olan suça sarfedilmiş olacağı malumdur. Bununla beraber bunlarda hainliğin devam edip duracağı açıklandıktan sonra "onları affet" buyurulması, bu affın geleceğe de bir ilişkisine işaretten uzak değildir. Ve işte tefsircileri düşündüren de bu nokta olmuştur. Fakat bu yönle affetme ve aldırmamanın bütün gelecekte her suça ve hatta her hainliğe umum ve şümulünü (kapsamını) ifade eden hiçbir kayıt yoktur. Nihayet bununla her hainliğin cezalandırılmasının vacib olmadığı ve bazılarının affı caiz ve hatta mendub olduğu anlaşılır. Çünkü mutlak emir esasen ne umum ifade eder, ne de tekrar. Şu halde burada yahudilerin bu kadar cinayetlerden sonra muhakkak cezalandırılmaları gerekir gibi bir zan defedilmiş ve İslâm dininin musamahası gösterilmiştir. Şu halde mânânın özeti: "geçmişi affet, gelecekte de her hainliği cezalandırma taraftarı olma" demek olur. Katâde bunun Berâe (Tevbe) sûresindeki "Allah'a inanmayanlarla savaşın" (Tevbe, 9/29) âyetiyle, bazıları seyf (kılıç) âyeti ile, bazıları da Enfal sûresindeki, "Bir kavmin, (sözleşmeye) hainlik yapmasından korkarsan, sen de aynı şekilde onlara at, çünkü Allah hainleri sevmez." (Enfal, 8/58) âyetiyle hükmünün kaldırılmış olduğunu söylemişlerdir. Fakat "geçmişte ve gelecekte yahudilerin hiçbir hainliğini, hiçbir suçunu cezalandırma" demek olmadığı gibi; savaş ve öldürme emirleri de, "hiçbir af yapma" demek olmadığından, bunlarla nesih sözü çoğunluk katında bâtıldır. Ancak yukarda geçen (Enfal, 8/58) âyeti dikkat çekicidir. Fakat yerinde görüleceği üzere bunu da neshin affı değil, belki buradaki özetlemeyi bir açıklama olarak kabul etmek gerekir. Çünkü nebz (atma) emri bile bir izindir. Ve ondan sonra vuku bulacak tevbe ve müracaatın kabulü de yasak değildir.

14- İsrailoğulları böyle olduğu gibi "biz hıristiyanlarız" diyenlerden, kendilerine "hıristiyan" adı veren, hıristiyan oldukları iddiasında bulunan hıristiyanlardan da biz öylece söz almıştık. Bunlar da İncil gereğince Allah'a ve peygamberlerine iman edecekler, Tevrat ve diğer Allah'dan inen kitaplar ile amel edeceklerdi ki, bu arada hak ruh olan Hatemü'l- Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Resulullah Efendimiz de -özellikle- dahil idi. Fakat çok geçmeden bunlar da sözlerinden, kendilerine anılıp hatırlatılan şeylerden mühim bir kısmını, en çok haz ve nasib alacakları esaslı noktaları terkedip unuttular, anlaşmalarını bozdular, bu cümleden olarak Allah'ı birlemek (tevhid) ve hak ruh olan son Peygamber'e iman bu aradadır. Unuttuklarından biz de aralarında kıyamete kadar kin ve düşmanlığı kışkırttık. Birbirlerini küfre nisbet edip kin ve nefret saçtılar, birbirlerinin kanlarını döktüler, kıyamete kadar da dökeceklerdir, ne yaptıklarını, ne sanat işlediklerini de Allah ileride kendilerine haber verecektir. O zaman sanatlarının cezasını görecekler, acısını tadacaklar, ne yaptıklarını anlayacaklardır. Bu cümle, şiddetli bir azab ile korkutma ve tehdittir. Nitekim dilimizde de: "Ben sana bu yaptığını anlatırım" demek, şiddetli bir tehdit ifade eder. "Allah" isminin açıkça geçmesi de büyüklük terbiyesi içindir. Yaptıklarına "sanat" denilmesi de iki nükteyi içerir ki, önce bunların bu kötü işlerde becerikli olduğunu, andlaşmayı bozmayı, kitabı ihmal etmeyi, kin ve düşmanlık saçmayı ve daha birtakım kötülükleri sanat edindiklerini bildirir. İkinci olarak, bunların sanayi ile öğündüklerine işaret ederek, yahudilerin ticaret sevdasıyla dini, Allah'ı ve ahireti unutmaları çoğunlukla ticarette zarar ve ziyan ile tasvir olunduğu gibi; bunların da sanat sevdasıyla Allah'ı, peygamberi, din ve diyaneti unutmaları zararlı bir sanat olarak tasvir edilmiştir.

Azab etme ve cezalandırmanın "haber verir" diye "tenbie", yani haber verme ve bildirme ile ifade edilmesi de bunların yaptıkları kötü, işlerin ahirete ait neticeleriyle hakikatinden "Dünya hayatından sadece (görünen) dış yüzü bilirler, ahiretten ise onlar tamamen gafildirler" (Rum, 30/7) âyeti gereğince gafil bulunduklarına ve başlarına kıyamet kopmadan fenalıklarını anlamayacaklarına işaret eder. Bütün bunlarla beraber bu cümlede, gelecekteki hitaplar ve beyanları destekleyici bir söz ve hazırlama mânâsı da vardır. Zira bu arada yaptıklarının bazıları haber verilecektir. Bunun için bu noktada her iki kitap ehline hitabı yöneltmek ile buyuruluyor ki:

15-16- Ey Kitap ehli, ey Tevrat ve İncil ile kendilerinden söz alınmış yahudi ve hıristiyanlar! Muhakkak kitaplarınızda özel vasıfları anılarak vaad edilmiş ve müjdelenmiş olan Resûlümüz Muhammed aleyhisselam size geldi. O mensup olduğunuz kitabın içeriğinden gizlemekte olduğunuz, haz almayı unuttuğunuz şeylerin birçoğunu size açıkça beyan ediyor, bir çoğundan da affediyor yüzünüze vurmuyor. Açıkladıkları kaçınılmaz olan dinî esasları içerdiği, dolayısıyla diğerlerinden müstağni olduğu için, onları dikkatinize havale ediyor ve dinî bir zaruret bulunmadıkça sizi teşhir ve zelil etmek istemiyor. Şimdi size Allah'tan her türlü şek ve sapıklık zulmetleri (karanlıkları)ni yok eden bir nur ve i'cazlı bir beyan ile doğru yolu açıklayan bir kitab-ı mübin -yani Kur'ân- geldi ki, Allah bununla rızası arkasında giden, yani Allah'a iman ile rızasını arayan kimseleri selamet yollarına ( = es-Selam, Allah'ın güzel isimlerinden olduğuna göre) Allah yollarına hidayet eder, doğrultur, ve onları izin ve kolaylaştırmasıyla karanlıklardan nura, (cehâlet, küfür ve şaşkınlık zulmetlerinden tevhidin yakîn nuruna) çıkarır. Bunları doğru bir yola, dosdoğru bir caddeye, hak bir kanuna götürür ki, artık bundan sonrası selamet ve kurtuluşun kendisidir. Bu caddeden sapmaksızın gidenler doğruca giderler, Allah'ın rızasına ererler. "Nimet verdiğin kimselerin yoluna, kendilerine gazab edilmiş olanların ve sapmışların yoluna değil" (Fatiha, 1/6-7)

Görülüyor ki burada önce yahudi ve hıristiyanların kitaplarında türlü türlü yorumlar, bozmalar ile gizlemeye uğraştıkları Resulullah'ın peygamberliği meselesi kendilerine açıktan haber verilerek hepsi doğru yola davet edilmiş ve bunların yaptıkları işlerde Allah'ın rızasını hesaba katmadıkları ve selameti nur ve açıklıkta ve doğrulukta değil, karanlıklarda, sapa ve eğri yollarda aradıklarına da işaret edilmiştir. Bu ise Allah'a imansızlıktan doğduğu için bu arada özellikle Allah'ın birliğini, birleşme davasıyla gizleyenlerin küfürleri pek açık bir şekilde anlatılmak ve cüz'i aklı bulunup hitaba değer olabilecek hiç kimsenin böyle apaçık bir küfrü benimseyemeyeceği de anlatılmak üzere hitaptan gıyaba geçilerek buyuruluyor ki:

17- "Allah, o Meryem'in oğlu Mesih'dir" diyenler yemin olsun ki şüphesiz küfrettiler. Burada bunu kimlerin söylediği açıklanmıyor. Fakat bunların, "yahudi değil ancak hıristiyanız" diyenler arasında bulunacağı açıktır. Hırıstiyanların bunu inkâr ettikleri nakledilmiştir. Gerçekte genel de teslis (üçlü ilâh)e kani olan hıristiyanların böyle tek başına birlik isnadını inkâr etmesi lazım gelir gibi de görünür. Bunun için bazı tefsirciler, bu söz hıristiyanların arasında ittihadı benimseyen belirsiz bir kısmın mezhebi bulunduğunu, bazısı ise bu âyetin "Yakubiyye mezhebi", gelecek olan "Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür, diyenler kâfir olmuşlardır" (Mâide, 5/73) âyetinin de Keldaniyye mezhebi hakkında nazil olduğunu söylemişlerdir. Diğer tahkik (kritik)çi tefsirciler ise, "hıristiyanlarız" diyenlerin hepsinin mezheplerinin, açıkça olmasa bile benimseme açısından böyle olduğunu anlatmışlardır. Çünkü bunlar genellikle Mesih'e ilâh (tanrı) dedikleri gibi, "eb (baba), oğul, ruh, üç ilâh, bir ilâhtır. Uluhiyet (Allahlık) cevheri birdir" diye, üçlü inanma altında bir de tevhid (tek ilâh inancı) iddia ettiklerinden, gerçekte "Allah, Mesih'ten ibarettir" demiş oluyorlar. Gerçekte hıristiyanların üçlü inanışının iki yüzü vardır ki, birisi şirk, birisi birliktir. Şirk ile azarlandıkları zaman tevhid yüzünden görünürler, ittihad ile muâheze edildikleri zaman da; " biz üç diyoruz" derler. Hıristiyanlar, baba, oğul, ruhul-kudüs diye ayırdıkları üç ilâhı, bir Allah olmak üzere birleştirdikleri zaman bu birlikte Mesih'i kastederler. Baba ve Ruhu'l-kudüs'ün oğulda cesetlendiğini düşünürler ki, işte "Allah, Meryemoğlu Mesih'ten ibaret" dedikleri budur. Küfür olması için " Mesih, ilâhtır" demek bile yeterli olduğunda, şüphe yok ise de, böyle demek, "Mesih, ilâhtır" veya "Allah, Mesih'tir" demenin aynı olmadığı için buna hıristiyan mezheplerinin hangisinin açık ve hangisinin gizli bir şekilde temas edeceğini biraz düşünelim:

Birincisi: "Allah" bir özel isim olduğu gibi, Meryemoğlu Mesih isminin de bir şahsı ifade eden bir özel isim olduğu açıktır. Bunun için "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'dir" demek, Allah ile Mesih arasında, "Mesih İsadır" demek gibi tam bir şahsî birliği iddia etmektir. Ve böyle diyenler Mesih'i ancak lahut (Allah)tan ibaret bir şahsî hüviyet farzetmiş olurlar. Ve Meryem'in oğlu olan bir insanî şahıstan insanlığı uzaklaştırıp, onu yalnız Allah olarak almış olurlar. Bu şekilde, "Allah, Mesih'tir" demek, "Mesih Allah'tır" demenin aynıdır. Mantık bakımından birisi diğerine "aks" olur.

İkincisi, resmî hıristiyanların iddia ettikleri gibi Mesih'in Allah'tan başka insanlık tarafı bulunduğu, Mesih'in hem tam bir ilâh, hem de tam bir insan ve hatta küllî bir insan olduğu tasavvur edildiğine göre anılan söz: "Allah bir insandır veya bir çeşit insandır" demek gibi bir cüz'i birliği veya hulûl (başka cisme girme) iddia etmek olur. Bu takdirde, "Allah, Meryem'in oğlu Mesihtir" sözü, " Mesih aynen Allah"tır" demek olmasa da "Mesih'in bir kısmı: bir cüz'ü Allah'tır, Mesih'in dışında Allah yoktur; fakat Mesih'te Allah'tan başka bir şey de bulunabilir" demek olur.

Mesih hakkında bütün hıristiyanların inancı üç mezhebe ayrılmıştır: Bir kısımı Mesih'de ancak bir tabiat, diğer kısmı iki tabiat tasavvur ederler. Bir tabiat tasavvur edenlerin bazısı yalnız beşer demiş, diğer bazısı da yalnız Allah olduğunu iddia etmiştir. Birisine göre Mesih ilâh değil, ancak bir insandır. Diğerine göre de insan değil, ancak bir ilâhtır. Diğerleri ise Mesih'te biri Allah, biri insan iki tabiat var demişler ve bu beşerî oluşun küllî veya cüz'î olup olmadığından da bahsetmişlerdir. Başlangıçta İskenderiye papazlarından olup Aryan mezhebinin sahibi olan Aryos ve taraftarları gerçekten muvahhid (Allah'ı birleyen) idiler. Bunlar İsa (a.s.)'ın bir kelimetullah (Allah'ın kelimesi) olduğunu ve fakat Allah'ın aşağısında olup mahluk (yaratılmış) olduğunu ve Hz. İsa'nın bir ilâh değil yaratılmış olgun bir insan olduğunu benimsiyorlardı. Aryos Hıristiyanlığı ilk kabul eden İstanbul'un kurucusu I. Konstantinin zamanında idi. Konstantin kendisi ve birkaç halefi bu mezhepte bulunuyorlardı. Hıristiyanlığın resmen ortaya çıkmasından daha önce Antakya patriği olan Şemşat'lı Pols ve buna uyanlar da gerçekten tevhid ehli idiler. Bu zat, "İsa (a.s.) diğer peygamberler gibi Allah'ın kulu ve resulüdür. Allah onu Meryem'in rahminde eşkalsiz yaratmıştır. Hz. İsa bir insandır, onda ilâhlık yoktur. Kelime nedir, Ruhu'l-kudüs nedir, bilmem" diyordu. Aynı şekilde hıristiyanlığın resmen ortaya çıkışından sonra I. Kostantin'in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul patriği bulunan Makdonyos da yalnız tevhidi kabul ediyor Hz. İsa yaratılmış bir kul, bir insandır, diğer peygamberler gibi bir nebi ve Allah'ın resulüdür, İsa Ruhu'l-kudüs ve Allah'ın bir kelimesidir, fakat Ruhu'l-kudüs ve kelime mahlukturlar" diyordu. Bütün bu mezhepler, bir Allah tanıyor ve Hz. İsa'da yalnız bir ilâh durumu görüyorlardı ki, asıl "Apostolik" yani "Havari mezhebi" sayılması gereken Hıristiyanlık inancının da böyle olması gerekirdi. Âyetin bu mezheplerle ilgisi yoktur. Fakat yine I. Konstantin zamanında (M.325) tarihinde İznik'te toplanan ilk konsilde (Hıristiyan ruhani meclisinde) iki bin kırksekiz piskopos toplanıp içlerinden -Aryos hariç bırakılmak ve onun aleyhinde birleşmek üzere- üçyüz onsekiz kişi seçilmiş ve bunlar İskenderiye patriğinin başkanlığı altında toplanarak Aryos'u kâfir ilan ederek ve teslis (üçlü inanç)i kabul edip ilk olarak Hıristiyanlık kanunlarını koymuşlardır. Bunların kabul ve yaydıkları inanç şu idi: "Biz herşeyin sahibi, görülenin görülmiyenin yapıcısı olan bir ilâh babaya ve bir oğula: bir Allah'ın bir oğlu, bütün yaratılmışların ilki ve yaratılmış değil babasının cevherinden bir hak ilâhtan bir hak ilâh, bütün âlemler ve her şey onun eliyle yaratılmış bizim için ve bizim kurtuluşumuz için gökten inmiş ve Ruhu'l-Kudüsten cesetlenip bakire Meryem'den doğmuş ve Filatos zamanında asılıp defnedilmiş olan ve sonra üçüncü gün kalkıp göğe çıkan ve babasının sağında oturan ve ölülerle diriler arasında hüküm vermek için bir kere daha gelmeye hazır bulunan Yesu Mesih'e iman ederiz. Bir de Ruhu'l-kudüse, babasından çıkacak olan hak ruha ve günahları affetmek için bir vaftize (ma'mudiyeye) ve katolik, kutsal bir Mesih cemaatine ve bedenlerimizin dirileceğine ve sonsuz daimî hayata da iman ederiz ve 'bir zaman var idi ki Allah'ın oğlu yoktu' diyenlerle 'Allah'ın oğlu kendisiyle tek cevher değildir' diyenlerin Katolik kilisesi tarafından kâfir ilan olunacaklarını beyan ederiz." demişler ve artık bu "Mukarrerat mezhebi" resmen ilan edilmiş idi.

Görülüyor ki bunlar, ilk iman kısmında önce Allah'ı Mesih'ten başka gibi gösterdikleri halde, ikinci Yesu hakkında: "babasının cevherinden, bir hak ilâhtan bir hak ilâh" diye üç aslı (ekanim-i teslisi) toplayıp üçünü de ilâhlıkta baba cevherinde birleştirmişler, sonra da Mesih'i bulup Allah'ın sağ tarafına yani üstüne oturtmuşlardır ki, bunun: "Allah'ı makamından indirmek ve gerçekten Allah Mesih'ten ibarettir" demek olduğu açıktır.

Sonra bunların ikinci iman kısmında Ruh'ul-kudüs'ü: "babasından çıkacak olan hak ruh" diye vasıflandırıp ve tefsir ederek ayırmaları da dikkate şayandır. Doğrusu bununla geçmiş kitaplardaki son peygamber müjdesini tesbit etmişlerdir. Çünkü bu kısım özellikle İncil'deki "Ben gideceğim ve size benden sonra kendi nefsinden söylemeyen Farıklit, hak ruh gelecek ve herşeyi öğretecek ve benim söylediğim şeyleri de size hatırlatacaktır." diye Hz. İsa'nın kendisinden sonra geleceğini müjdelediği ahir zaman peygamberine ait olduğu çok açıktır. Burada Ruhu'l-kudüs'ün, "hak ruh" diye tefsir edilmesi ve bunun o zaman henüz gönderilmiş olmayıp ileride Allah tarafından geleceğini anlatmak üzere hıristiyanların deyişiyle" babasından çıkacak olan" diye vasıflandırılması ve bir de Hz. İsa'nın bir daha gelmesi meselesinden sonra bunun ayrıca açıklanmış olması tamamen gösterir ki, bu Ruhu'l-kudüs'ten maksat, ilk defa İsa'nın kendisinden cesetlendiği söylenen Ruhu'l-kudüsün aynı değil, sonradan Allah'tan gelecek olan ruhu'l-hak (hak ruh) ile tefsir edilmiş bir Ruhu'l-kudüs'-tür. Bundan da doğrudan doğruya son peygambere iman kasdedilmiş bulunduğu açıktır. O zaman İznik Konsili henüz Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmesi karşısında bulunmadığından bunu kendi terimlerine göre kitaplarından bir gelecek müjde olarak özetlemişler ve belli bir niyete tabi olmamışlardır. Gerçekte geçmiş kitaplarda Allah'tan geleceği vaad edilen o hak ruh, bu karardan üç asır sonra Muhammed (s.a.v.)'in gönderilmesi ile gelmiş ve Allah tarafından hitabıyla Kitap ehline bu gerçeği hatırlatmış ve ihtar eylemiştir. İznik konsili, Mesih'e iman kısımında samimiyet (ihlas) ve açıklığı benimsemeyip "Onların aralarına düşmanlık soktuk." (Mâide, 5/14) âyetinin delaleti üzere, sırf Aryos ve Aryânileri küfre nisbet etmek için harekete geçmiş, İsa'nın hakikatinin yaratılmamış ve fakat Meryem'den doğmuş olmak gibi çelişkili birtakım vasıflarla vasıflandırmış ve ilâhî hakikat ile cevherde birleştirerek bir taraftan üçleme (teslis), bir taraftan birleme ve sonra Mesih'in Allah'a üstünlüğü davalarını içine alan batıl olduğu apaçık bir muamma ile hakkı örtmüş, bozmuş ve bu şekilde gelecek nesilleri için açık ve ortada olan gerçekleri inkâra vesile olacak bir münakaşa başlangıcı ve bir dalalet (sapıklık) muamması koymuş bulunduğundan; Allah ile peygamberi, mâlik ile mülkü, yaratan ile yaratılanı birbirine karıştıran bu sapıklık düğümü, gözleri, gönülleri, karartmış, Allah bilinmez olmuş, Allah'tan geleceğine iman edilen "Hak ruh" büsbütün unutulmuş, sonraki katolikler de "bunun oğuldan, yani Mesih'den çıkması şarttır" diye bir şart daha eklemiş; o ezeli müjde, o nur-i mübin (açık nur) parladığı ve "Biz O'nu Ruhu'l-kudüs ile te'yit ettik" (Bakara, 2/87) âyeti delaletince Hz. Mesih'i kudsiyetiyle tasdik ve teyit ederek bütün beşeriyete hak dini öğretmek ve Mesih'in davetini hakkıyla hatırlatıp düşündürdüğü ve yeryüzünde ilâhî melekûtu bütün âlemlere gönderdiği halde, "bu Hıristiyanlık içinden ve Hıristiyanlık kilisesinden çıkmadı" diye inkâra sapılmış ve hala sapılmaktadır. Sonraki hıristiyanlar doğruyu inkâr hususunda daha çok ifrata (aşırılığa) gitmiş olmakla beraber, bütün bunların sapıtma kaynağı İznik konsilinin bu çekişkili muamması olduğundan , "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibarettir" diyen birlik ve hulul (başka şeye girme) küfründen yalnız Panteistler, Monofozitler, Yakubiler değil, İznik konsilinden itibaren Melekanîler yani Katolik ve Ortadokslar da sorumludurlar.

Tefsirciler burada Hıristiyan mezheplerinden başlıca Melekâiyye, Nesturiyye ve Yakubiyye mezheplerini bahis konusu etmişlerdir. Çünkü bunlara çeşitli mezheplerin prensipleri nazarıyle bakılabilir. Şu halde gerçeği anlamak için bu mezheplere bir göz atmak gerekecektir:

MELKAİYYE YAHUT MELİKiYYE VEYA MELKİT MEZHEBİ: Esasen İbranî dilinden "melk" kelimesinden alınmış olup, "hükümdar fırkası" mânâsıyla Katolikliğe ve Ortadoksluğa verilmiş bir isimdir. Ve bugün Rum katoliklerine "Melkit" denilmektedir. Frenklerin "Larus" lugatında der ki: Melkit, Ötükenler tarafından katoliklere verilmiş bir isimdir. Ve o zamandan beri Grek ortadokslarında kalmıştır. Beşerel lugatında ise "M. 451 tarihinde toplanan dördüncü konsilin kararına tabi olanların ismidir ve bu isim o zaman Ötükenler tarafından Ortadokslara verilmiştir" denilir. IV. hicri asırda yetişmiş olan Endülüslü İbnü Hazm "Fisal" isimli eserinde demiştir ki : "Bugün Hıristiyan mezheplerinin başlıcaları Melekaniyye, Nestûriyye, Yakubiyye olmak üzere üçtür. Ve en büyükleri Melekâniyye fırkasıdır ki, Habeş ve Nube'den başka hıristiyan memleketlerinden her birinin bütün ahalisinin ve İslâm memleketlerinden Afrika, Sicilya ve Endülüs hıristiyanlarının hepsinin ve Şam hıristiyanlarının çoğunun mezhebidir". Ebu Hayyân da Endülüs hıristiyanlarının Melekâni olduğunu ve "Mesih Allah'tır" dediklerini söylüyor. İlk İznik konsilinden sonra Konstantin'in oğlu II. Konstantin zamanında İstanbul Patriği olan "Makdunyos", Aryos gibi Ruhu'l-kudüs ve kelimenin yararatılmış (mahlûk) olduğunu ve İsa'nın mahluk bir insan ve bir peygamber olduğunu açıklayarak tek tevhidi benimsemiş, II. Konstantin de bunu desteklemişti. Sonra büyük "Tedus" zamanında yüzelli piskoposun toplanmasıyla Konstantiniye'de ikinci konsilde bu Makdunyos ve taraftarları aforoz edilmiş ve Aryosî'lerden sonra Makdunîler de kaldırılmış mezheplerden olmuştur. Bundan sonra Ermenistan'ın istiklalini kazandığı küçük Tedus "Teodosios" zamanında (M. 428) İstanbul patriklerinden "Nestoryos" Allah Teâlâ'nın tek olup baba, oğul, Ruhu'l-kudüs ,yani vücud, ilim, hayat üç esası bulunduğunu ve Ekanim-i Selase (üç asıl) Allah'ın zatı üzere ne fazla, ne de "o odur" şeklinde aynı olmadığını; Hz.İsa'da biri ruhanî ve ilâhî, biri de cismanî ve ilâhî iki şahsiyet bulunduğunu, Meryem'den doğan ancak insan olup, ilâhın ancak ilâhdan doğduğunu ; kelimenin İsa'nın cesedi ile birleşmesi Melkâniye'nin dediği gibi uyuşma ve zırhlanma suretiyle olmayıp güneşin pencereye veya bardağa doğması gibi doğmak suretiyle olduğunu kabul etmiştir. Bu şekilde Nesturiyye mezhebi kurulmuş olduğundan Efsus (Efes- Ayasluğ) şehrinde ikiyüz piskopostan ibaret üçüncü konsil toplanıp bunu aforozla lanetleyerek sürmüşler (M.431), böylece Nestûrîlik de kaldırılmış mezheplerden olmuştur. Fakat Nestoryos durmamış, Yukarı Mısır'a gitmiş, mezhebini yaymış ve tabileri çoğalıp muhalifleriyle harp ve öldürme vaki olmuş ve bir zaman bu mezhep sönmüş; sonra Nusaybin Matranı "Bersuma" tarafından tekrar diriltilmiş, Musul, Irak, Faris (İran) ve Horasan hıristiyanlarına galip gelmiş olup bugün Musul ve civarında mevcuttur. Nestoriliğe karşı mücadele ederken İstanbul patriklerinden "Ötükes" tersine, Hz. İsa'da ilâhtan ibaret olmak üzere ancak bir tabiat bulunduğunu ve cesetlenmesinden itibaren ilâhın beşeri yutmuş olduğunu ve şu halde öldürme ve asmanın ilâha taalluk ettiğini iddia etmiş ve bu şekilde Frenklerin "Monofizit veya Monofizim" dedikleri "şahsî birlik" mezhebi ortaya çıkmış bulunduğundan, geçmişte anılan küçük Teodosios'un halefi Merkıyan zamanında (M.451) İstanbul'da Kadıköy'de üçyüz otuz piskoposdan ibaret dördüncü konsil Ötüken aleyhinde toplanmış, fakat bu toplantıda Yakubîler çıkıp muhalefette bulunmuş, konsilin kararını benimseyen çoğunluk mezhebine muhalifleri, Melkit adını vermişler. Bundan sonra Yâkubilik de hayli yayılmış, Merkiye'nin halefi büyük Liyon'dan sonra küçük Liyon, ondan sonra Zenun, ondan sonra Nestas hep Yakubi mezhebinde imişler. Sonra Yustin hükümete geçince Yâkubilerden pek çoğunu öldürmüş, daha sonra Yustanos zamanında da Mısır şehirlerinde Melekanîler arasında bir ihtilal ve öldürmeler olmuştur.

İş bu Yâkubiyye mezhebi, ilk önce İstanbul rahiplerinden olup Antakya Patriği olan Yakub Berdeai (Jakop Barada) ya mensubtur ki, Monofizitlerin en tutucusu sayılır. Şu halde bu mezheb bir çok Monofizit mezheplerinin esası demek olduğundan, hepsi bu ad altında düşünülebilir. Bunlar da ekânim-i selâse (üç esas)yi benimseyen ve üç konsil kararına tabi olmakla beraber, dördüncüye karşı çıkarak kelimenin, et ve kana dönüştüğünü ve dolayısıyla Allah'ın tamamen Mesih olduğunu, Mesih'in cesedinden görünen o ve hatta "o odur" tarzında aynı bulunduğunu iddia etmişlerdir. Bir kısmı, "Mesih Allah'tır" diye açıkça ifade etmişler; bir kısmı, "İlâh insanlık ile ortaya çıkıp Mesih'in insanlığı hakkın mazharı oldu, fakat ne bir cüz'ün hulûlü, ne de sade bir sıfat hükmünde olan kelimenin birleşmesi yoluyla değil, belki aynı ve mesela meleğin insan şeklinde görünmesi gibi" demişlerdir. Çoğunluğu Mesih, tek cevher, tek esastır. Bununla beraber iki cevherdendir diye iddia etmişler, bazan cevher yerine "iki tabiattan bir tabiattır" deyimini kullanmışlar ve dolayısıyla kadim olan Allah'ın cevheriyle sonradan olan insanın cevherinin, nefis ile beden gibi birleşip bir cevher, bir esas olduklarını; ancak " ilâh insan oldu" denilemeyip, tersine "insan ilâh oldu" denileceğini söylemişler. Nitekim kömür ateşe atılır ve "kömür ateş oldu" denilir de, "ateş kömür oldu" denilmez. Gerçekte ise o ne mutlak ateş, ne mutlak kömür değil, bir kordur" demişler, kelimenin de insan-ı küllî ile değil, bir insan-ı cüz'î, yani bir şahıs ile tamamen birleştiğini söylemişler ve bununla beraber bu birleşmeye karışma ve zırhlanma, hulûl (karışma), değişme de demişler, fakat bu hulûlu suyun süte karışması gibi cüz'i hulûl ile değil, aynaya insan suretinin hululiyle temsil etmişlerdir.

Melkâîler ise Mesih'in insanlığının cüz'î ve şahsî değil, bir küllî insanlık olduğuna kânidirler. Ve bundan dolayıdır ki, papalarda ve azizlerde bundan bir hisse ile kudsiyet tasavvur etmektedirler. Endülüslü İbnü Hazm vaktiyle Yakubilerin Mısır'a bağlı yerlerde bulunduklarını, Nube'nin hepsi, Habeş'in hepsi ve her ikisinin kırallarının Yakûbî olduklarını söylemiştir. "Larus" ta diyor ki: "Monofizitler kuvvetli olarak teşekkül etmişlerdi ve bugün üç müstakil (bağımsız) kiliseye sahiptirler: "Ermeni kilisesi, Suriye Yakubiyye kilisesi, Mısır Kıpt kilisesi." İşte Katolikleri ve Ortadoksları içine alan Melkâniyye, bundan sonra Nesturiyye, bundan sonra da bütün Monofozistleri temsil etmek üzere Yakubbiye bu üç mezheb muvahhid (Allah'ı birleyen) Aryonîlerden yüz çevirerek diğer hıristiyan fırkalarının başlıca mezheplerini içine almaktadır ki, zamanımızda bilhassa protestanlığı da bu arada saymak gerekir. İslâm dininin ortaya çıkış ve tesiri üzerine II. hicrî asırdan (H. 145) itibaren kiliselerdeki Hz. İsa, Meryem, Havariler ve diğer başkanların resimlerine kulluk etmenin (ibadetin) puta tapıcılık olduğunu anlıyan ve müslümanların itirazından aciz kalmış olan hıristiyanlar içinde "İkonoklast" putkıranlar adıyla bir gurup ortaya çıkmış olduğu gibi, İstanbul'un müslümanlar tarafından fethi ve bu şekilde Doğu Roma'nın yıkılmasını takip eden hicrî IX. asrın sonlarında ve miladî XVI. asrın başlarında Almanya'da "Luter" adlı rahibin papalara karşı dini ve siyasi itirazlar ve neşriyatıyla başlayan ve "reform" denilen hareket ile protestanlık ortaya çıkmış ve ondokuzuncu konsil olan Latirant Sinodun'da aforoz edilmiş ve bundan sonra siyasî tesirler ile gelişerek birçok şubelere ayrılmış ve nihayet İsveç, Danimarka, Prusya, İngiltere, Amerika'da resmî mezhep olmuştur.

Hıristiyanlıkta "reform" denilen, dinî ve siyasî tahriklerden çıkan mezheplerin ve fırkaların tümüne Protestanlık denilir ki, bunların bir kısmı o zaman İncil ve akıl adına papaları protesto ederek Roma kilisesinden ayrılan katoliklerle kurulmuş, bir kısmı da bizzat protestan cemaatlerinin sinesinden türemiştir. Bu şekilde diğer hıristiyan fırkalarının toplamına eşit denecek kadar protestan fırkaları hasıl olmuştur. Başlıcaları Luteranizm, Kalvinizm, Presbiteranizm, Angilikanizm, Anabaptizm fırkalarıdır. Angilikanizm denilen İngiltere'nin resmi mezhebi katolikliğe en yakın mezheptir. Aralarındaki başlıca fark, İngilizlerin papayı tanımayıp, kralı amir ve hakim tanımaları, papazların bekarlığının İngiltere'de yasak oluşu, İncil'in tercemesiyle ayinin İngilizce yapılması hususlarından ibarettir. Kilisenin eski durumuyla ruhânî reislerin derece sıralaması tamamen bâkidir.

Bütün protestanların da üçlü inanç (teslis) ve Mesih'in ilâhlığı davasında Melkâîlerden yani katoliklerden farkı yoktur. Bunlar da onlar gibi üç esasa (ekânim-i selâse) ve Mesih'te iki tabiat ile ilâhlığın birleşmesine kanidirler. Genel şekilde farkları başlıca birkaç noktada özetlenmiştir:

Birincisi: Protestan kiliseleri Mürcie (günah işlemek insana zarar vermez diyen) dirler. Kurtuluş için inanmayı yeterli görürler ve amele pek önem vermezler. Bunlarca inanmanın ölçüsü, katoliklerde olduğu gibi papalar veya konsiller tarafından tayin ve tefsir edilen anane değil, ferdin akıl ve danışmasıyla inceleme ve tefsir yapılmak üzere kitaplar, yani "Ahd-i atik" denilen Tevrat ve ona dahil olanlar ile "Ahd-i cedid" denilen dört İncil ve ekleridir. Bunlar, hakimiyet ve selahiyeti Pasteur dedikleri "ruhani reisler heyetlerine" dağıtırlar. Ve bunların seçiminde başlıca bazı kimselere seçme selahiyeti vermek suretiyle kilise hükümetinde sadıklara da bir hisse bırakırlar. Şu halde ferdî akıl davası da mutlak değildir.

İkincisi: Protestanlıkta ruhbaniyet, yani papazların bekarlığı şartı kaldırılmıştır. Ve pek çok protestan kiliselerinde İsa'nın çarmıha gerilmiş bir resminden başka put bulundurulmaz.

Üçüncüsü: Protestanlar, günahın doğuştan ve takdirin ezelden olduğu inancını bütün şiddetiyle benimserler. Buna gerçi katolikler de kanidirler. Fakat protestanlar akla önem vermiş oldukları iddiasında bulundukları ve halbuki üçlü (teslis) inancı ve Mesih'in ilâhlığı ve bununla beraber Hz. İsa'nın asılması inancının akıl ile uyuşmadığı da açık bulunduğu için, bu noktada insanların doğuştan günahkâr olduğunu ve bu günahtan ancak üçlü ilâh ve İsa'nın asıldığına inanmakla kurtulmanın mümkün olacağını, bunun ise bir akıl işi değil, bir ezelî takdir ve Allah'ın yardımı işi olduğunu en esaslı bir inanç olarak benimsemişler ve bununla davayı kazanacaklarını sanmışlardır. Mutlak mânâda ezelî takdir inancı doğru olmakla beraber, genel olarak, günahın doğuştan oluşu davası insanları isyana sürüklemekten başka bir şey olmadığı gibi, sonra bunun tek affının çaresi üçlü ilâh ve asılma inancıyla mümkün olacağı iddiası da hak ve akıl ile alay etmekten başka bir şey değildir (Al-i İmran sûresine bak)

Protestanlıkta en çok hakim olan ruh, papaların nüfuzunu kırmak ve Roma kilisesinin hakimiyeti aklından çıkmak arzusu olmuştur. Gerçekte Hıristiyanlığın esasının İncil-i Şerif olması gerekirdi. Güya Katolik kilisesinin esası da bu idi. Fakat gerçekte eldeki İncillerinin ilk İznik konsiline kadar doğruluk ve sıhhatini temin edecek hiçbir ilmî vasıta yoktur. Önce bunların her biri bir zatın yazması olduğundan, nihayet bir tek kişinin haberinde sonuçlanıyordu. Eğer dört kişinin dördü de bir tabaka insanlarından olsalardı, dört İncil'in birleşmiş olduğu noktalar, dört râvînin haber vermesine dayanmış olabilirdi. Fakat bu bile henüz bir tevatür olabilmekten uzak idi. Halbuki bunlar içinde Havarilerden olarak yalnız "Yuhanna" (Senjan) vardır. Bunun ise kendisinden rivayeti sağlam olmadığı gibi, diğerlerinin de kimlerden almak suretiyle rivayet etmiş oldukları belli değildir. Şu halde ittifak ettikleri noktalarda da bir mertebede dört rivayetin birleşmesi yoktur. Sonra bunların ilk yazıldıkları dilin İbrânîce olduğunda, Yunanca, Latince ve diğer dillere önce bundan terceme ve nakledilmiş oluğunda - adeta- ittifak var demektir. Hatta İbnü Hazm bunda hiç ihtilaf olmadığını nakletmiştir. Halbuki mevcut tercemelerin en son Yunancaya dayandığı gösterilmektedir. Özetle eldeki dört İncil'in resmiyeti, yalnız İznik konsiline dayanmaktadır. Ve ondan önce bunların varlığını isbat edecek ilmi vesikalar kayıptır. Bunun için Hıristiyanlığın "mukaddes kitaplar" adına dayandığı İnciller, esas itibariyle Kur'ân-ı Kerim gibi bütün kırâet şekilleriyle kat'i ve mütevatiren sabit bir nass, bir kitab-ı mübin (açık kitap) olmak şöyle dursun; Müslümanlıkta metin ve senetleriyle rivayet ve dirayet bakımından cerh ve ta'dil edilerek tahric ve tenkıh (ayıklama) ve tesbit edilmiş olan hadis kitapları gibi sahih ve ilmî bir rivayet ananesine ve şahitliğine bile dayalı değildir. Eldeki İnciller'in bütün resmi vesikaları "authenticite"si Hz. İsa'dan tam üç asır sonra gelen ilk konsillerin kabullerine dayanır. Şu halde ilk konsillerin tam selahiyeti teslim edilmedikçe ne eldeki İncillerin inanç dayanağı olabilecek bir kıymeti kalır, ne de Hıristiyanlığın. Bunun için akla önem verdikleri iddiasında bulunan protestanların, hiçbir zaman akıl ile uyuşmadığı ittifakla sabit olan teslis (üçlü inanç) ananesinde ve Mesih'in tanrılığı davasındaki tutuculukları ve hatta Mesih'in tanrılığını inkâr ettiğinden dolayı "Mişel Serve" adındaki İspanyalı bir doktoru ateşle yakmaları bir rûhî sapıklık olduğu gibi, ananeyi ve konsillerin selahiyetlerini inkâr eden akılların sırf o anane ile sabit olan İncil tercemelerini sıhhatli, sağlam bir inanç delili gibi ileri sürmeleri de ondan daha garip bir fikrî çelişki oluşturur.

Netice itibariyle Aryos ve diğerleri gibi eski hıristiyanlar istisna edildikten sonra Katolik, Ortadoks, Nestûrî, Yakûbî, Protestan ve diğer hiçbir Hırıstiyan mezhebi yoktur ki inançlarının esasını teslis (üçlü ilâh inancı) teşkil etmesin ve Mesih'in tanrılığını kabul etmesin. Halbuki kendi lugatlarında teslis (üçleme), "seçkin üç şahsın ancak bir ilâh teşkil etmesidir" diye tarif edilmektedir. Şu halde bütün hıristiyanlar, baba, oğul, Ruhu'l-kudüs adıyla herbiri seçkin ve aynı derece eşit birer şahıs saydıkları üç esas (ekânim-i selâse)ın üçü birden Yesu Mesih'te bir ilâh oluşturduğuna ve "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibaret" olduğuna kanidirler. Ancak Mesih'te Allah'tan başka bir cevher, bir tabiat daha olup olmadığında, yani "Mesih Allah'tır" denilip denilmeyeceğinde ihtilaf etmişlerdir. Monofizitler, Yakubiler ona da kanidirler, diğerleri değildir. Ve bunun içindir ki, hıristiyanların çoğu mezheplerinin panteizm, yani "vahdet-i vücûd" teorisi olmadığını iddia ederler. Hatta Monofizitler bile Mesih'in cevherinin ve tanrılık cevherinin tek ve bir olduğuna kani olmakla beraber, mutlak cevher birliğini kabul etmediklerinden mezheplerini panteizmden ayrı tanımak isterler. Bununla beraber yine "hıristiyanız" diyenler içinde "vahdet-i vücud"u benimseyenler de vardır. "Metalib ve Mezâhib" adlı eserimizde Avrupa felsefe tarihlerinden nakledildiği üzere Pavlos'un zamanında yaşayanlardan olup Atina'da hıristiyanlığı yayarken idam edilen "Denis"in hıristiyanlıkta vahdet-i vücud mezhebinin kurucularından olduğu ve bunun birçok zamanlar gizli bir şekilde yayıla yayıla nihayet ondokuzuncu asırda protestanlık içinde Almanya'da resmi mezhep haline geçtiği açıklanmıştır. Demek olur ki âyet: "Muhakkak küfredenler, 'Meryem'in oğlu Mesih Allah'tır' demişlerdir" şeklinde olsaydı, hıristiyan mezheplerinin ancak bir kısmına ilişmiş bulunacaktı. Halbuki :

"Muhakkak küfredenler, 'Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir' dediler" buyurulmuş olmakla teslis (üçleme) iddia edenlerin hepsinin inançlarını içine almış ve burada bunların yalnız şirk ve çokluk ifade eden üçleme açısından değil, özellikle bunun altında iddia ettikleri tevhid bakımından kâfir oldukları açıklanmıştır. Teslis (üçleme) bakımından küfürleri Nisa sûresinde "Allah üçtür demeyin" (Nisâ, 4/171) âyeti ile açıklandığı gibi, ilerde "Küfredenler, 'Muhakkak Allah, üçün üçüncüsüdür' dediler" (Mâide, 5/73) âyetiyle de ikisi birden gösterilecektir. Ve her ne olursa olsun, "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenlerin kâfir olduklarında şüphe yoktur.

Ey Muhammed sen o kâfirlere de ki: Şimdi Allah, Meryem oğlu Mesih'i ve onun aslı olan anasını ve bunlar gibi bütün şu yeryüzünde bulunan kimselerin hepsini, ister azab etmek ister kurtarmak şeklinde olsun, helak ve yok etmek isterse, buna karşı Allah'tan yerde ve gökte kim bir şey kurtarmaya kâdir olabilir ki, tanrılıktan ufak bir hisseye sahip olsun? Şüphe yok ki, hiç bir kimse. Demek ki bütün bunlar, hakikatte yok olabilirler. O halde bunlardan biri olan Mesih'in şahsı veya nevi veya cinsi nasıl ilâh olabilir? Hepsinin yaratıcısı ve hakimi olan Allah devamlı sizin öldürüldüğünü ve asıldığını iddia ve bu şekilde yok olması mümkün olduğunu itiraf etmekte bulunduğunuz Mesih'in üstünde olduğunu Allah'tan korkmadan nasıl inkâr edersiniz? Allah'ın dilemesine karşı anasını ölümden kurtaramayan ve Allah dilemezse kendini ve hatta bir kılını kurtarmak ihtimali bulunmayan Meryem'in oğlu Mesih onu şahsıyla, asliyle, çeşidiyle, cinsiyle ve mensup olduğu bütün âlemi ile helak ve yok etmeye gücü yeten Allah Teâlâ'ya nasıl eşit tutulur? Ve nasıl olur da Mesih'in Allah ile birleşmesi veya Allah'ı içine alması iddia edilir? İlmi, kudret ve iradesi her şeyi kaplamış olan şanı büyük Allah'ı, Meryem'in oğlu Mesih'in şahsiyetine veya nevine veya cinsiyetine indirerek fanilerle çevrilmiş farzedip de açıktan veya gizliden, "Allah, Mesih'ten ibarettir" demekten daha büyük bir küfür mü tasavvur edilir? Bu ne çelişki, bu ne küfür, bu ne cüret? Yeryüzünde bulunan bütün ruh sahiplerinin, akıl sahiplerinin, insanların ölegeldikeri ve ölmekte bulundukları belli. Mesih'ten önce dünyaya gelmiş, Mesih'i doğurmuş ve onun aslı ve anası olmuş olan Hz.Meryem'in de bu fanilerden olduğu ve Mesih'in anası olmakla ölümden kurtulamadığı da belli. Sonra Mesih'in de vefatı ve semaya yükseltilmesi muhakkak. Demek ki bütün bunlar, ne olursa olsunlar, hiç kimsenin karşı koyamayacağı hükmedici bir kudrete boyun eğmişlerdir. İşte hak ilâh, bu kudretin sahibi olan Allah'tır. Şu halde bunların yaşaması ve ölümü, yok olması veya baki olması sırf Allah'ın kudretine ve iradesine mahkumdur. O dilerse, dilediği kadar durdurur, dilerse yok eder. Şayet Allah diler de yok etmezse, onlar yine, gerçekte yok olabilmesi mümkün olmaktan çıkmazlar. Allah yok olmalarını dileyecek olursa Allah'ın iradesine karşı kendi kendilerini tutamazlar, çünkü manen hastadırlar. Bu zaruretten dolayıdır ki hıristiyanlar önce bir baba ilâha inanırlar. Şimdi farzedelim ki bunların hiç biri daha ölmemiştir. Henüz bir beşer hayatı vardır ve henüz Mesih vefat etmemiştir. Fakat bununla, gerek Mesih ve gerek diğerleri ve gerek tümü, yok olması kabil olmaktan çıkamazlar.

Kendi nefislerindeki aciz ve zati imkandan kurtulamazlar. Eğer Allah Teâlâ bundan böyle bunları yok etmeyi dileyiverirse, ne bunlardan, ne de semaviler gibi bunların dışındakilerden Allah'ın kudret ve iradesine karşı gelip dayanıp da en ufak bir şey olsun kurtaracak, koruyacak ve devamlı kılabilecek hiçbir kimse, hiçbir kuvvet tasavvur olunamaz. Şu halde Mesih'in şahsı, nevi, cinsi, haddi zatında yok olması mümkün ve fani olmaktan kurtulamaz. Bunlar bizzat değilse düşünce ile fanidirler. Fani, yok olması mümkün olan herhangi bir şahsın veya türün veya cinsin ilâh sayılması ise haksızdır, batıldır. Gerçek ilâh olan Hak Teâlâ'yı inkârdır, zarardır. İlâhlık, her türlü acizlik ve noksanlık şaibesinden uzak üstün bir kudret ve hakim irade ifade eder. Ve hakkıyla ilâh demek, zat ve sıfatlarına, eserlerine ve hükümlerine ve hatta varlıklardan hiç birisine O'nun kudretinden başka ve O'na ciddi olarak karşı koyabilecek hiçbir kuvvet taalluk etmeyen ve etmek ihtimali bulunmayan her şeyin sahibi, her şeyin hakimi, her şeyi içine alan demektir. Hak ilâhın hakkı, kudretine karşı tesir edebilecek hiçbir kuvvetin düşünülememesidir. Bunun için, isterse düşünce seviyesinde olsun, herhangi bir fani veya faniler toplamı ilâh olamaz. Bunlardan biri veya bir kısmı veya hepsi Allah ile zat veya sıfat bakımından küllî (tüm) veya cüz'î bir şekilde birleşemez.

Her çeşit birleşme, katılım, hulûl (başkasına girme) veya ittihad (birleşme) küfürdür. İlâh olmak başka, ilâhî olmak yine başkadır. Mesih'in öldürülme ve asılmasını iddia eden hıristiyanlar, onun helakinin ve fani oluşunun mümkün olduğunu ikrar ve itiraf etmekte olduklarından, bunların hem bu davalarını reddetmek ve hem ikrarlarıyla kendilerini susmaya mecbur etmek için âyette yalnız "Allah Meryem'in oğlu Mesih'i helak etmeyi dilerse" demek yeterli iken bununla yetinilmeyip, gerçeği hem ilzamî (susturucu), hem burhanî (delilli) bir şekilde beyan etmek ve anlatmak üzere "anasını ve yeryüzündekilerin hepsini", atıfları da eklenmiştir ki, çok dikkate şayandır. Bununla azdan çoğa doğru giden bir bakış istikrası öğretilerek Mesih'in önce anasına, ikinci olarak yeryüzündeki bütün ruh sahipleri, akıl sahipleri beşer cinsine dahil ve bunlarla birtakım hususlarda cins birliği ve aynilik olduğu anlatılmış ve bu şekilde Mesih ve anasının yok ve fani olması mümkün olup ilâh olamayacakları önce açıkça ve özellikle, ikinci olarak bütün içinde gizli ve tekitli olarak isbat edilmiş ve hatırlatılmıştır ki, bu ifade de Mesih'i, şahsî beşer veya küllî beşer ile düşünen hıristiyan mezheplerinin hepsine işaret olunarak "Muhakkak Allah, Meryem'in oğlu İsa'dır" iddiasının gerek şahsî birlik ile şahsî ittihad ve aynilik üzere ve gerek tür ve cinse ait vahdet (birlik) ile cüz'î birleşme ve tazammun (içine alma) şeklinde olsun bütün ihtimalleriyle batıl ve küfür olduğu anlatılmıştır. Yani Allah, Mesih'in ne aynı, ne cüz'ü, ne de cüz'îsi ve ferdidir. Ancak onun üstünde yaratıcısı, sahibi, hakimidir. Diğer deyimle Mesih, Allah'ın ne aynı, ne cüz'ü, ne tümü, ne de küllisi değil, aşağısıdır. Sonra de ve lafızları âmm olmakla, yerdekilerle beraber, göktekiler ve melekler de dahil olmak üzere bütün masivallah (Allah'ın dışındakiler)ı içine almış bulunduklarından Allah'ın zatından başka her şeyin yok olmasının mümkün olduğuna işaret ile, bütün Allah'ın dışındakilerden ilâhlığı inkâr etmiş ve şu halde bütün âlemler veya kısımlarından hiç birisinin de Allah ile ayniliği veya küllî, cüz'î bir birleşmesi mümkün olmadığına ve böyle sözlerin yalnız Mesih hakkında değil, diğerleri hakkında da söylenmesi Allah'a küfretmek olduğuna işaret etmiştir. Şu halde Allah'ı âlemde yok etmeye uğraşan vahdet-i vücut davaları da batıl ve küfürdür.

Özetle ne Mesih ilâh olabilir, ne de âlem ve âlemin kısımlarından herhangi bir şey. Çünkü ilâh, gerçekte zeval (sona erme)den uzak ve üstün bir kudretin işe karışmasından azade olmalıdır. Bunların ise hepsi yok olabilir. Allah bunların baki kalmasını istemeyip ve yok olmalarını isteyecek olursa hepsi derhal mahv olur. Allah'ın ilâhlığında ve bütün bunlar üzerine dilediği gibi tasarruf hakkı, kudreti ve hakimiyetinde ise asla şübhe yoktur. Zira, bütün gökler ve yer ve aralarındaki bütün varlıkların mülk ve melekûtu tamamen ve yalnızca Allah'ındır. Yani bütün varlıklar üzerinde var etme ve yok etme, yaşatma ve öldürme ve diğer herhangi bir şekilde mutlak tasarruf ve hakimiyet hakkı Allah'ındır. Şu halde Allah dilediğini baki kılar, dilediğini yok eder. Ve böyle yapmakla ne bir haksızlık etmiş olur, ne de bir karşı konulmaya maruz kalır. Şüphe yok ki, Mesih de bunların içinde ve Allah'ın hükmü altındadır. Bunun böyle olduğunu hıristiyanların da bilmesi gerekir. Zira inançlarının başında "her şeyin sahibi, görülen ve görülmeyenin yapıcısı ve yaratıcısı bir ilâha inanma" vardır. Böyleyken Mesih'i hiç bir şey değilmiş gibi Allah'ın mülkü saymazlar, sonra dönüp Allah'a eşit tutarlar, sonra dönüp Allah'ın önüne geçirerek sağ tarafına geçirtir oturturlar. Ve bu şekilde başkanlık ve hakimiyeti ona verirler de artık "Allah, dün Meryem'den doğan ve Allah'ın takdirine karşı gelemeyip asılan ve çıkıp üstüne oturan Mesih'ten ibarettir." diye hem Allah'a, hem Mesih'e küfrederler. Ve sonra da Mesih'in insanlığını genelleştirerek âbâ-i yesûiyyeye (ruhban babalarına) bile ilâhlık hissesi vermek isterler. Bunlar Allah'ın, herşeyin maliki, Mesih'in de yok olmasının mümkün olduğunu itiraf ettikten sonra, dönerler Mesih'in yok olmasının mümkün olmadığını iddia etmek için şöyle bir takım şüpheler ve safsatalar da serdederler. "Mesih'in Allah katında özel bir şerefi yok mudur? Baksanıza onun doğumu diğerlerine benziyor mu? O, mucizeleriyle birtakım ölüleri diriltirken, körlerin gözlerini açarken, çamurdan kuş yapıp uçururken Allah'tan bazı şeyleri kurtarmış, Allah'ın yaratıcılığına iştirak etmiş olmuyor mu? Şu halde Allah ona ve onun aracılığıyla bu âleme kendi cevherinden bir şey vermemiş midir? O halde Allah'ın cevherinin yok oluşu kabil olur mu? " derler. İşte bu gibi şüpheler ve vehimleri de reddetmek ve ortadan kaldırmak için buyuruluyor ki:

Allah ne dilerse yaratır ve dilediği gibi yaratır. Şu halde ne Mesih'i bir anadan yaratmasında ve ne ona özel bir şeref verip onun eliyle de yaratma ve öldürme işini yapmasında hiç bir şüpheye yer yoktur. Allah, İsa'yı böyle yaratmakla ona bir ilâhlık cevheri vermiş olmaz ve hele bunlarla Mesih'in Allah'a eşitliği ve ileri geçmesi hiç gerekmez. Yani Allah Teâlâ'nın icâdı (yaşatması) kendi zatından dışarıya bir şey koparıp atmak şekliyle değildir. Varlıklardan hiç biri ondan ayrılmaz, doğmaz, sudûr etmez, ortaya çıkmaz; o her şeye kendini, kendinden bir parçayı vermez. Böyle bir tasavvur, Allah'ın zatında ayrılma ve boşalma tasavvurudur ki, mümkün olmayanı düşünmektir. Allah doğurmaz, yaratır; hem de neyi diler ve nasıl dilerse öyle yaratır. Dilerse başlangıçta göklerin ve yerin sahasını ve basit şeyleri yarattığı gibi, bir asli madde olmadan da yaratır. Dilerse bunların aralarındaki mahlûkları yarattığı gibi bir asıldan yaratır. Bunu da ya başlangıç olarak topraktan bitkileri ve hayvanları ve Âdem'i yarattığı gibi, dilerse cinsin zıddı bir asıldan inşa eder (yapar) veya dilerse aynı cins bir asıldan yapar. Bunu da dilerse bir erkekten dişi yaratmak suretiyle çeşitlendirir, nitekim Âdem'den Havva'yı böyle yaratmıştır. Dilerse bir dişiden erkek yaratmak suretiyle çeşitlendirir, nasıl ki İsa'yı da böyle yaratmıştır. Dilerse hem erkek, hem dişiden yaratır ki, diğer insanları da böyle yaratmış ve yaratmaktadır. Aynı şekilde dilerse diride ölüm yaratır, dilerse ölüde hayat yaratır. Dilerse çok yaratır, dilerse nadir ve benzersiz yaratır. Dilerse hiç bir mahluk hizmetinde kullanmadan yaratır, dilerse beşeri sanatlarda olduğu gibi diğer bir mahluku aracı yaparak yaratır ki, işte İsa'nın eliyle kuş yaratması, ölüleri diriltmesi de bu kabildendir.

Şu halde İsa da Allah'ın yaratığıdır, bunlar da . Ve İsa bunları yaparken Allah'a karşı gelmiş, Allah'tan bir şey kurtarmış ve kendi tanrılığını göstermiş değil, ancak Allah'ın iradesini yerine getirmiş ve ancak Allah'ın ilâhlığını ispat etmiştir. Yoksa Allah istemeseydi İsa bunların hiçbirini yapamazdı. İşte Allah böyle her dilediğini dilediği gibi yaratır. Bir Meryem'den bir Mesih de yaratır ve onun aracılığıyla ölülerde hayat da yaratır, çünkü Allah'tır. Ve Allah herşeye tam kudretle kâdirdir. Ve her şeye karşı mutlak kâdirdir. Allah'ın kudreti hiçbir şekilde kayıt ve tahdide tabi değildir. Her şeye tam kudretle gücü yettiğinden dilediği şeyi yaratır ve onda dilediği kadar kudret ve şeref de yaratır. Sonra her şeye karşı mutlak kâdirdir. Çünkü yaratmak, yaratıcının kendinden birşey koparmak, kendi zatından, kendi kudretinden birşey eksiltmek demek olmadığından, bütün yaratıklar ve onlarda yaratılmış olan kudretler Allah'ın kudretini kendilerine nakletmiş değildirler. Bütün şahsi aczleriyle onun hakimiyetinin altında elegeçirilmiş mahkumlardır. Bütün yaratıklar ve onlardaki güçler Allah'ın ve kudretinin parçaları ve değişmeleri değil, eserleridirler. Eserler ise eseri yapanın aynı veya bir kısmı değil, ancak delilidir. Yaratıklar, biri diğerinden doğabilir, sebep olabilir, değişebilir. Bunun için varlıklarda yok olma, değişme, seçilme, tekamül ve derecelerin değişimi cereyan eder. Fakat bütün bunlar, eşyanın Allah'a göre değil, birinin diğerine göre olan ilgileridir. Çünkü bütün eşyanın Allah'a nisbeti, yaratığın yaratanına mahkumiyet ve delaletleridir. Bütün bu degişimlerden, bu nisbetlerden eşyanın ve eşyadaki kuvvet ile kudretin aslında aczi ve yokluğu ve hepsinin üstünde illet-i kül ve muhit-i kül (herşeyi kuşatmış) olan ilâhî kudretin tek hakimiyeti ve hakimiyetinin baki oluşu okunur. Bunun içindir ki yalnız eşyanın tabiatını incelemekle uğraşan fen bilimleri bile bilgilerinin başına illiyyet (nedensellik) ve baka-yı illet (illetin bakâsı) kanununu yazarlar. Ve illetin değişmesinden, illetin bâki oluşuna ulaşırlar. Yukarılarda da hatırlattığımız üzere fencilerin illetin değişmesi ve baka-yı illet deyimleri arasında görünüşte bir çelişki vardır. Ve bunun halli şudur: "İlletin değişimi" deyimi, yaratılmış şeylerdeki yaratığın kudret ve kudretinin ifadesidir ki, maksat, illetlinin ve izafinin illetinin değişimidir. Baka-yı illet de, hakiki illetin değişiminden azade olarak mutlak hakimiyetini gösterir. Hasılı "yok olan ve değişen baki ve daim olandır" demek çelişki olduğundan aklın ve naklin şu noktada kesin bir uyuşması vardır ki, değişime mahkum olan eşya gerek eksilmek ve gerek gelişmek üzere yürüsün, bunların bütün kemalleri ve kudretleri izafidir. Ve hepsi tamamen, ebedi, sonu olmaktan ve noksanlıkların münezzeh olan ilâhî yüksek kudretin esiridir. Allah her şeye ve her şeye karşı kâdirdir ve hiçbir şey Allah'a karşı kâdir değildir. Allah'tan başka her şey aslında acizdir. Bu da ilâhî kudretin hükmüyledir. Mesih de aciz, Muhammed de aciz, beşer de aciz, melek de acizdir. Yer ve gökleriyle ve aralarındaki bütün kâinatıyla âlemin bütün sistemleri de acizdir. Allah, bunları her an yaşatmakla ve yok etmekle ve hepsinin üzerinde mülk ve melekûtunu açıklayıp durmaktadır. Ve şu halde, "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'den ibarettir" diyenlerin kâfir olduklarından şüphe yoktur.

18- Bir de yahudiler ve hıristiyanlar, 'biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz' dediler. Kendilerinin başka insanlara benzemediklerini, diğer halka karşı Allah katında böyle bir seçkinlikleri olduğunu iddia ettiler ve gurur ile Allah'tan korkmaz oldular. Şu halde müslümanlar Allah'a tevekkül ederken ve dayanırken, her ne yapsak Allah bizi sever sanıp da böyle bir gurura düşmemeli ve Allah'ın kulları olduklarını unutmamalıdırlar. Bunu hıristiyanların söyledikleri belli ise de yahudilerin söyleyip söylemedikleri bahis konusu olmuştur. Fakat İbnü Abbas (r.a)'dan rivayet edildiğine göre nüzul sebebi asıl yahudiler olmuştur. Çünkü Resul-i Ekrem (s.a.v), yahudilerden bir topluluğu İslâm dinine davet etmiş ve Allah'ın azabıyla korkutmuş idi. Buna karşı: "Bizi bununla mı tehdit ediyorsun, "biz Allah'ın oğulları ve sevdikleriyiz" demişlerdir. Hıristiyanlara gelince, İncil'de "Mesih ben babama ve babanıza gidiyorum" dedi diye bir fıkra nakletmektedirler. "Allah'ın oğullarıyız" deyiminin bir özel imtiyaz davası olduğu belli, fakat bunu ne gibi bir anlam düşünerek söyledikleri inceleme noktası olarak görülmüştür. Denilmiş ki yahudiler bununla "Allah'ın oğlu" dedikleri Üzeyr'e mensub olduklarını, hıristiyanlar da "Allah'ın oğlu" dedikleri Mesih'e intisablarını kastedmişler ve intisab ile kendilerini şeref ve imtiyazda Allah'ın torunları hükmünde tutmuşlardır demek olur. Yahut doğrudan doğruya Allah'a intisablarını kasdederek Allah'ın kendilerine bir baba gibi şefkatli ve esirgeyici ve kendilerinin Allah yanında sevgili oğulları gibi nazlanabilecek derecede yakın ve kıymetli olduklarını idda etmişlerdir ki, her iki şekilde "Allah'ın oğulları" deyimi mecaz demek olur. Diğer yerlerde de işaret ettiğimiz üzere geçmiş dinlerde ve özellikle İbranice dilinde Allah Teâlâ'ya raûf (şefkatli) ve rahîm (merhametli) mânâsından mecaz olarak " = baba" denmesi caiz görüldüğünü ve Hz. İsa'nın da bu mânâ ile duasında ve vaazlarında bu deyimi kullandığını ve fakat bunun sonradan kötüye kullanılarak hakikat gibi kabul edilmeye başlandığını bazı âlimler zikretmişlerdir ki, işte oğul deyimi de bu kötüye kullanma cümlesindendir. Nitekim asıl İbrânîce İncil'de (ibn) ve (veled) deyimleri bulunmadığı halde (baba) deyiminin güya buna lüzum göstermekle izin vermiş olması zannıyla sonraki İnciller'e konulmuş olduğunu naklediyorlar. Muhtemel ki bunda yahudilerin "Üzeyr, Allah'ın oğludur" demiş olmaları da bir misal tutulmuştur. Bazı hıristiyanlar Mesih hakkında "Allah'ın oğlu" deyiminin şeref ve yakınlıktan mecaz olduğunu söylemişlerdir. Fakat bunun samimi olmayıp bir perde arkasına gizlenme olduğu anlaşılıyor. Çünkü yukarda söylendiği üzere İznik konsilinin yayınladığı inanç esaslarında "babasının cevherinden" diye açıklanmış olması, bunu doğum görüşüyle bir hakikat gibi isnat ettiklerini göstermektedir. Ancak kendileri hakkında "Allah'ın oğulları" demelerinin mecaz kastıyla olduğunu kabul etmek mümkündür. Bu şekilde "Allah'ın dostları" atfının bir atf-ı tefsir olması gerekecektir. Bu da âyetin zahirinin zıddıdır. Biz, birtakım hıristiyanın ve bu cümleden protestanların bu evlatlık iddiasına sıkı bir şekilde sarıldıklarını görüyoruz. Halbuki mecaz olan bir ifadeye bu kadar şiddetli bir bağnazlıkla sarılmanın sebebi izah edilemez. Anlaşılıyor ki bunlar, "biz Allah'ın evlatlarıyız" demekle, Allah olduğunu iddia ettikleri Mesih'e bağlandıklarını kastediyorlar. Fakat bunun genel şekilde mecaz olarak değil, yine doğum görüşünü takip ederek ve bir gerçek gibi düşünerek söylüyorlar. Çünkü bunlar Mesih'in insanlığını cüz'î ve şahsî değil, bir nâsut-i küllî (tüm insanlık) şeklinde düşündüklerinden ve bu tüm insanlık ile de bütün insanlığı içine alan bir mânâ değil, hıristiyanlık türemesi içinde bir özel kısım kastettiklerinden dolayı Mesih'e "Allah'ın oğlu" derken, onu Allah ile bir cevherde birleştirdikleri gibi, kendilerini de "Allah'ın oğulları" veya "Allah'ın evladı " adıyla anarken Mesih'in cevheri ile birleştiklerini söylemek istiyorlar. Bu şekilde bu deyim cahil hıristiyan halkına göre bir mecaz, seçkinlerine göre de bir hakikat gibi düşünülüyor. Nitekim Cizvit papazlarındaki "ruhbân babalar" deyimi de bunun bir çoğaltılmışıdır. Ve işte hıristiyanların teslis (üçlü inanç), muammasını gizli bir ukde (düğüm) olarak benimseyip takip etmelerinin hikmeti, ilâh ile beşerî bir kısmın doğumu görüşüyle birleştirerek kendilerinden babalar ve oğullar silsilesi içinde bir uluhiyet hanedanı oluşturmak sevdası ve bu şekilde kendilerini her çeşit sorumluluktan azade sayıp, diğer halk ve insan yığınları üzerinde bir sahip olma hakkı ve mutlak bir tasarruf ve hakimiyet iddia etme hayalidir ki, "biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz" dedikleri zamanda "biz bir uluhiyet hanedanıyız" demek isterler ve kendilerinde böyle bir özel imtiyaz farzederler. Her halde âyet bize gösteriyor ki, gerek yahudi ve gerek hıristiyanlar verdikleri sözü bozmak suretiyle hak dinden çıkmış, hakiki veya mecazi bir ilâhlar doğuşu hayali tutturarak kendilerini "her şeye kâdir" olan Allah'ın kulları değil, oğulları ve evlatlığı ve özellikle dostları ve dengi saymak gururuna düşmüşler, Allah'ın haklarını ve kulların haklarını tanımaz ve Allah'tan korkmaz olmuşlardır. Ve bu gurur kendilerinin felaket sebepleri olmuş ve olacaktır.

Ey Muhammed, sen onlara de ki: Öyle de Allah sizi günahlarınızla niçin azab edip duruyor ya? Öldürülmelere mi uğramadınız? Esaretlere mi düşmediniz? Nimetler, devletler mi kaybetmediniz, başka hayvan şekillerine dönüşmeye mi uğratılmadınız? Hayır, siz Allah'ın oğulları veya dostları değil, akıl sahibi olarak yarattığı yaratıklar cinsinden bir beşer, derisi, aplak, aciz, fakat anlayış sahibi bir mahluksunuz; haddiniz, hududunuz bu, durumunuz budur. Allah'ın yaratığı ve onun kudret ve iradesine mahkum bulunmak bakımından diğerlerinden hiçbir farkınız yoktur. Ne olsanız bir mahluk olmaktan kurtulamazsınız. Allah'ı sevenler, hiç Allah'a karşı çıkar, günaha girer mi? Sonra Allah sevdiklerine azab eder mi? Allah ise yaratıklarına karşı hiçbir hususta mecbur değildir. Mutlak dilediğini yapandır. Dilediğini affeder, günahlarını hasenat (sevaplar) ile örter, rahmet ve sevgisine mazhar eder. Ki bunlar Allah'a ve peygamberlerine iman eden ve imanlarında sebat edenler arasında bulunurlar dilediğine de azab eder. Kötülüklerinin azabını çektirir. Allah'a ortak koşan, yaratılanı yaratan yerine koyanlar için de bu azab muhakkaktır. "Allah, kendisine ortak, koşulmasını bağışlamaz, bundan başka dilediğini bağışlar" (Nisâ, 4/116) İşte yaratılanın, yaratan karşısındaki yeri, bu iki dilemenin eşit olarak mutlak ihtimal dairesinde olmasıdır. Ve böyle olmakta sizin beşer cinsi içindeki diğer halktan hiçbir ayrıcalığınız yoktur. Dün çırılçıplak bulunduğunuz, yalın ayak başı açık zaruretler içinde kıvrandığına güldüğünüz, insan yerine koymayıp her türlü hakarete layık gördüğünüz bir fert veya bir kavim, yarın bakarsınız ki Allah'ın lütuf ve mağfiretine ermiş tepenize çıkmıştır. Bugün saadetlere gömülmüş, cihana hakim olmuş, geleceğini temin etmiş sandığınız bir fert veya toplum öbür gün bakarsınız ki Allah'ın bir belasına çatmış, helak olmuş, ateşler içinde yanmakta, ıstıraplar içinde kıvranmaktadır. Allah'a karşı bütün insan cinsi şu iki takdirin nöbetleşme ihtimaline eşit bir şekilde mahkumdur. Çünkü bütün gökler ve yer ve bunların aralarındaki bütün varlıkların hepsi Allah için bir mülk, bir hükümet, bir saltanattır. Bu memleketin, bu hükümetin, bu saltanatın hepsi tamamen ve müstakil olarak Allah'ın mülküdür. Ve hepsi Allah'a, mülkü olmakla mensubdur. Varlıklardan hiçbirinin Allah'a mahlukluk, kulluk ve mahkumiyetten başka bir şekilde bağlılık iddia etmeye hakkı yoktur. Hepsi onun mülkü ve melekûtu altında boynunu eğmiş ve mahkumdur. Allah, bütün bunlar üzerinde yaratma, zabt ve idare, yaratma ve yok etme, can verme ve öldürme, takdir etme ve cezalandırma ile dilediği gibi tasarruf eder. Ve bu hak ancak O'nundur.

Şu halde bunlar içinde bir zerre kadar olan şu yer üzerinde çırılçıplak olarak yaratılan ve yerdeki varlıkların az bir kısmından ibaret olan beşer cinsi ve beşer içinden bir kısım halk nasıl olurda öyle bir iddiada bulunabilir? Halbuki en sonunda varılacak, başvurulacak olan yegane merci de ancak O'dur. Bugün bu iddiada bulunanlar da, diğerleri gibi O'nun hükmü altında bu dünyadan çekilip ahirete gitmeye ve gittikleri zaman da başkasına değil, ancak O'na varmaya ve O'nun huzurunda hesap verip, itaatlarının veya isyanlarının, iyilik veya kötülüklerinin acı veya tatlı cezasını çekmeye mecburdurlar. Bu böyle iken idrak sahibi olan insanlık bunu nasıl düşünmez ve nasıl Allah'a isyandan çekinmez de öyle batıl gururlara saplanır?

Şimdi bu çıkışma ve ihtardan sonra davette bir nezaket olmak üzere iltifat yoluyla buyuruluyor ki:

19- Ey kitap ehli, peygamberlerin ardının kesilmesine karşı, yani vahiylerin kesildiği ve eserlerinin unutulması, bozulması ve tahrif edilmesi ile yıkılmaya yüz tuttuğu ve hak dinin bilinemez, tanınamaz hale geldiği bir fetret (kesilme) zamanında size o Resulümüz Muhammed (s.a.v) geldi, sizin için, siz insanların selamet ve saadeti için, acı tatlı her türlü hükümleri ve haberleri, hakkı açıklıyor ki, yarın ahirette Allah'ın huzuruna varıp hesaba çekildiğiniz zaman, "Bize ne bir müjdeci, ne de Allah'ın azabından korkutucu geldi, daha önce gelenlerin de eserleri bozulmuş, yıkılmış, biz fetret için de kalmıştık." demeyesiniz, böyle özür göstermeyesiniz işte size tam bir müjdeci ve korkutucu geldi. Bundan böyle, öyle bir mazeret göstermeye de hakkınız kalmadı. Allah da her şeye kadirdir. Şu halde insanlardan peygamber göndermeye, hem bunu bir zaman cereyan eden bir sünnet (âdet) yaparak devamlı ardarda göndermeye, hem de bunları kesintiye uğratıp fetretler (aralıklar) yaratmaya ve sonra bu aralıklar içinde unutulan gerçekleri hatırlatacak ve her şeyi öğretip açıklayacak ve insanlığın bütün hata ve saygısızlığını kesecek bir Peygamber yaratıp göndermeye de kadirdir. Özetle kahretmeye de gücü yeter, lutfa da. O halde en çok irşada muhtaç olduğunuz bir zaman aralığında gönderilmiş olan bu şanlı Peygamber'in, bu ilâhî nimetin kıymetini takdir ediniz, açıklamalarına kulak verip itaat ediniz. Eskisi gibi inkâr ve küfürden, sözleşmeyi bozmaktan sakınınız ve bu sayede günahlarınızın affolunmasını isteyiniz. Ve biliniz ki her ne olsanız, sonunda dönüp dolaşıp "dönüş ona ve herşeye kâdir" olan Allah Teâlâ'nın huzuruna varacaksınız ve ona karşı fetret (iki peygamber arası zaman)te kalanlar gibi bir mazeret göstermeye de inkâr bulamayacaksınız, bütün sorumluluk üzerinize yüklenip kalacak ve kendi azabınızı kendi eliniz ve kendi isteğinizle bile bile hazırlamış olacaksınız. Ey yahudi ve hıristiyanlar! Siz bugün de Allah'ın huzurunda bulunduğunuzu düşününüz. Elinizi kalbinize koyup vicdan selametiyle bir düşünürseniz, İbrahim'in duası, Musa'nın haber vermesi, İsa'nın müjdesi olan o Peygamber, o hak ruh, o müjdeci ve korkutucu henüz bize gelmedi, diyemezsiniz. Fetretler içinde karmakarışık olmuş, bin türlü değişiklik ve tahriplere uğramış ve bununla beraber yine delalet ve açıklığıyla bu Peygamber'in geleceğini bildirmiş olan Tevrat ve İncil'den sonra Muhammed Resûlullah'ın geldiğini ve Kur'ânın her şüpheden uzak olarak varlığını inkâr edemezsiniz.

Ey Muhammed! Sen bu açıklama cümlesinden olmak üzere şunu da hatırlat:

20-Hani bir zaman Musa kavmine şöyle demişti: Ey benim kavmim, Allah'ın size olan nimetini anıp yâdediniz. O zamanki nimetini ki, içinizde peygamberler yarattı ve sizi hükümdarlar kıldı ve size âlemlerden hiçbirisine vermediği şeyler verdi. Âlemde hiçbir kavimde İsrâiloğulları'ndaki kadar çok peygamber gönderilmemiş olduğu bilinmektedir. Önce Yâkûb'un evlatları Esbat (torunlar), sonra Musa, Harun, Yûşâ ve bu cümleden Hz. Musa'nın kavminden seçip beraber Tur dağına gittikleri yetmiş zat ve daha sonra nice İsrailoğlu peygamberi gelmiştir. Ancak âyetin ilerisinden kesin bir şekilde anlaşılıyor ki Hz. Musa bu hatırlatmayı yaptığı zaman İsrâiloğulları henüz Arz-ı Mukaddes'e girmemiş ve daha bir vatan tutmamış ve henüz hükümdarlar devrine ermemişti. O sırada da Musa, Harun ve yetmiş zat ile tahakkuk etmiş ise de "sizi hükümdarlar kıldı" demek nasıl mümkün olabilir? Gerçi bunun vaki oluşunun tahakkukuna dayanarak, istikbalden mazi ile tabir olarak kılacaktır, kılacağı muhakkaktır veya ezelde böyle takdir etmiştir" mânâsına olması ve dolayısıyla peygamberlerden bütün İsrailoğulları peygamberleri, hükümdarlardan da bütün İsrailoğulları hükümdarlarının kasdedilmiş olması muhtemeldir. Bu şekilde meâlin özeti şöyledir: "Ey benim kavmim! Muhakkak ki Allah sizin içinizde daha birçok peygamberler yapacak ve sizi hükümdarlar kılacak. Saltanatlara erdirecek ve size diğerlerine vermediği şeyleri verecek. Şimdi Allah'ın bunları yaptığı veya takdir ettiği zaman size olan nimetini anın ve düşünün de ona göre hareket edin." demek olur. Ve Hz. Musa'nın bu hatırlatmasının o günkü bulundukları zamânâ değil, sırf geleceğe ait bir nimeti, ezeli bir takdiri gaybdan müjdeleme ve haber verme şeklinde kabul edilmesi gerekir. Gerçekte İsrailoğulları'nın Mısır'dan çıkışından Hz. Yahya'yı öldürdükleri ve Hz. İsâ'yı öldürmeye teşebbüs ettikleri zamana kadar içlerinden büyük küçük pek çok peygamber ve krallar gelmiş ve bu arada Hz. Davud ve Süleyman saltanatı gibi peygamberlik ve hükümdarlığı şahsında toplayan emsalsiz saltanatlar da geçmiş bulunduğunda şüphe yoktur. Ve burada İsrailoğulları'nın o zamana kadar başka milletlere nasip olmayan en mesut devirlerine işaret de yok değildir. Fakat asıl maksat bu olsaydı "içinizde peygamberler ve krallar yaptı" denilmesi gerekir ve bu daha veciz ve daha açık olurdu. Halbuki buyurulmakta bazısını peygamber ve hepsini hükümdar yapan bir mânâ kastedilmiş olduğu anlaşılıyor. Bunun için tefsircilerin büyüklerinden Süddî ve diğerleri burada "mülük" (hükümdarlar)ün = "hür olanlar" demek olduğunu göstermişler ve hürriyetten maksat ta tam mânâsıyla hürriyet, yani şahsî ve siyasî hürriyeti içine alan bir mânâ olduğunu anlatmışlar da demişlerdir ki: "Siz önceleri Kıbt kavminin elinde bulunduğunuz, hizmetçi, köle ve cizye ehli derecesinde mağlub ve mahkum olduğunuz halde, sizi kurtarıp kendinize mâlik, şahsî, siyasî insanlık hukukunuza sahip, kendinizi anlamaya ve işlerinizi idare etmeye kâdir hürler kıldı; artık kimsenin kulu, kölesi, hizmetçisi değilsiniz ve cizye ehli gibi bir galibiyetin üstünlüğü altında ve istilasında bulunmuyorsunuz. Hem şahsen hür, hem de toplum ve siyaset bakımından hürsünüz" demektir. Ve bu mânâ, hem âyetin nazmına daha uygun ve hem de daha çok faydaları içine almaktadır. Bu şekilde Hz. Musa'nın bu hatırlatması yalnız vaad edilen nimeti ve geleceği haber verme değil, vaki olan nimeti ve gerekli sonuçlarını hatırlatmadır ki, meâlin özeti şu demek olur: Ey benim kavmim, Allah sizin içinizde peygamberler yarattı ve sizin hepinizi esirlikten ve mahkumiyetten kurtarıp sultanlık demek olan hürriyete erdirdi ve size öyle olağanüstü şeyler ihsan etti ki şimdiye kadar hiçbir kavme nasip etmemiştir. Şu halde ey hür ümmetim, Allah'ın bu nimetlerinin değerini biliniz, kendinizi iyi idare ediniz. Peygamberlerinizin Allah tarafından size haber verdiği ve tebliğ ettikleri ve edecekleri hususları güzel rızanızla gereği gibi icra ve tatbik ediniz de bu nimetlerden yararlanmayı ve Allah'ın bu iyiliklerinden istifade etmeyi biliniz." demek olur ki, hürriyet sultanlığının asıl kıymet ve önemi kendine sahip ve hukukuna malik olmanın mânâsı ve faydası lâubalilik (ciddiyetsizlik) değil, insanı gerçekten mesut edecek maksatlara ve iyiliklere gayret sarfetmek için iyi seçimdir. Bu ise ilk önce ilim ve irfana dayanır. Buna da her zaman ve her şahıs için şahsî akıl ve ferdî (tek başına) tecrübe kâfi gelmez. Her şeyden önce Allah'ın özel bir yardımına yani peygamberlerin haber vermesine ihtiyaç vardır. Şu halde genellikle hürriyetten istifade edebilmek için peygamberlere iman, verdikleri haberlere ve irşadlarına başvurmak ve itaat etmek gerekir. Allah da bunları vermiştir.

21-O halde Allah'ın bu nimetlerini hatırlayınız da: Ey benim kavmim, Arz-ı Mukaddes (mukaddes topraklara) giriniz ki, Allah onu sizin için yazdı, yani size vatan ve mesken olmak üzere takdir ve kısmet etti, "Levh-ı mahfuz"a yazdı. Şu halde buna emin olarak ve başka bir endişeye tâbi olmayarak azim ve gayret edip oraya giriniz ve gerisin geri ardınıza dönmeyiniz. İmansızlık edip dinden dönmeyiniz veya sebatsızlık edip karşınızdakilerden kaçmayınız, Mısır'a ve Mısır'daki esaret haline dönmeye kalkmayınız ki hepiniz hiçbir şey elde edemeyen kimseler olursunuz, dünya ve ahirette zarara düşer, herşeyden mahrum kalır, ziyana uğrar, ziyan olursunuz. Yani kısmetiniz geride değil, ileridedir. Bu kısmet de mutlak değil, iman ve itaat, mücedele ve sebat ile şartlanmış ve kayıtlanmıştır. Nitekim yukarda "Eğer namazınızı kılar, zekatınızı verir ve peygamberlerime inanırsanız, muhakkak ben sizinle beraberim" (Mâide, 5/12) buyurulmuştu. İşte o günahların örtülmesi ve o cennetlere girmek bu şartlar altında ve Arz-ı Mukaddes'e girmekle mümkün olacaktır. Yoksa haliniz berbattır. Allah'ın emrini, peygamberlerin tebliğini dinlemeyecek olursanız, hürriyet, esirlikten daha çok, zarara sebep olur. Haydi azmediniz ve gayret gösteriniz de oraya giriniz.

ARZ-I MUKADDES (Mukaddes yer): Temiz ve mübarek yer demektir ki, Kudüs'te "Beyt-i Makdis"in bulunduğu yerdir. Vaktiyle birçok peygamberin oturduğu yer olduğundan böyle isim verilmiştir. Bir rivayete göre İbrahim Aleyhisselam Lübnan dağına çıktığı zaman Allah Teâlâ: "Bak, gözün nereye kadar yetişirse orası mukaddestir ve gelecek nesline mirastır" buyurmuş. Bunun tayin ve takdirinde "Tur" yani dağ ve havalisi denilmiş. Dımeşk, Filistin ve Ürdün'ün bir kısmı denilmiş, Şam toprağı da denilmiştir. Hz. Musa Mısır'dan, çıktıktan sonra Şam arazisinde yerleşme vaad edildiği ve İsrailoğulları'nın buna "arz-ı mevâıd = vaad olunan arz" dedikleri de söylenmiştir.

İbnü Cerir et-Taberi der ki: "En doğrusu Allah'ın peygamberi Musa Aleyhisselâm'ın dediği gibi "arz-ı mukaddes" (mukaddes yer) demekle yetinilmektir. Çünkü şu yer veya bu yer olmasının doğruluğu hakikati ancak haber ile bilinebilir. Halbuki bu konuda kesin şehâdet denebilecek hiçbir haber yoktur. Şu kadar ki bu "mukaddes arz Fırat ile Arîş-i Mısr (el-Ariş) arasındaki sahadan da hariç olmayacaktır. Çünkü bütün tevil (yorum) ve siyer ehli ile âlimlerin bu hususu haber vermekte ittifakları vardır".

22-Musa'nın bu teklifine karşı kavmi ne dediler bilir misiniz? Ey Musa o dediğin yerde öyle bir kavim var ki, hepsi zorba, yani karşı konulmaz, istediğini zorla, cebren ve ezerek yaptırır, yahut boylarına yetişilmez, iri, güçlü kuvvetli, dev gibi adamlar onlar oradan çıkmadıkça biz asla oraya girmeyiz. Şu halde onlar şayet oradan çıkarlarsa biz de muhakkak gireriz, dediler. Allah'a ve peygambere karşı geldiler. Girme emrini kabul etmeyi," deve iğnenin deliğinden geçerse" kabilinden, mümkün olmayan şarta bağlamak istediler ve sanki "balık kavağa çıkarsa biz de oraya gireriz" demiş oldular. Yukarda geçtiği üzere on iki elçi casusluk için gönderildiklerinde iri iri korkunç bir takım cisimler ve manzaralar ve bir kuvvet ve heybet görmüşler, tutulmuş, tehlikelere maruz kalmışlar, korkmuşlar ve döndükleri zaman ikisinden başkası kavimlerine durumu açıklayıp yaymışlar ve korkutmuşlar.

Tefsirciler temsilî bir ifade ile naklederler ki, Musa Aleyhisselam elçileri durumu öğrenmek için gönderdiği zaman bu zorbalardan biri bunları görmüş ve hepsini tutmuş, bahçesinden getirmekte olduğu bir meyve ile beraber torbasına koyup kralın önüne götürmüş, saçıvermiş ve "Garib değil mi bunlar bizimle harp etmek istiyorlar" demiş. Kral da: "Haydi arkadaşınıza gidiniz ve gördüklerinizi haber veriniz" diye bunları salıvermiş, korku içinde gelmişler, olayı Hz. Musa'ya anlatmışlar, o da bunu kimseye söylememelerini emretmiş, fakat dinlememişler, ancak içlerinden Musa'nın yiğiti Nun oğlu Yuşâ ile Musa'nın damadı Yuhanna oğlu Kâleb işi kolaylaştırmaya çalışmışlar, çok güzel, çok hoş, nimeti bol bir memleket, ahalisinin gövdeleri iri, bedenleri kuvvetli ise de kalbleri zayıf demişler. Diğer on kişi ise halkın gözlerini korkutmuş, yıldırmışlar, savaştan çekinmelerine sebep olmuşlardır. Bu nakilde zorba hükümetinin kuvvetli bir zabıta teşkilâtı bulunduğu ve İsrailoğulları'nın kendilerine saldırma hilesinde olduğunu öğrenmiş bulundukları anlatılmış demektir ki, bunların kuvvetlerini ve iriliklerini tasvir yolunda İsrailoğulları'nın türlü türlü hikayeleri, masalları vardır. Bu cümleden olarak bu zorbalar hükümetini başı gökte gururlu ve kibirli bir şahin misaliyle temsil demek olan "Ac" yahut "Unuk oğlu Uc" masalı bu arada nakledilir ki, fevkâlâde büyük ve kıymetli de olsa zorba bir hükümetin Allah'ın kudreti ile ansızın bir darbe (vurup) altında mahvolup yok olabileceğini anlatır. Dilimizde "ucu boluk" diye bilinen bu tarihi masalı burada nakletmek konunun anlaşılması bakımından faydalıdır. Şöyle ki:

Vekiller casusluğa çıktıkları zaman Unuk oğlu Uc ile karşılaşmışlar ki üçbin üçyüz otuzüç arşın uzunluğunda boyu varmış ve üçbin senedir yaşıyormuş. Rastladıkları zaman başında bir deste odun varmış. Bunları tutmuş o destenin içine koymuş, karısına götürmüş: "Bak bunlar bizimle savaşmak arzusunda bulunuyorlar" diye önüne atıvermiş. "Şunları ayağımın altında ezivereyim mi?" demiş. O da: "Hayır öyle yapma, bırak gitsinler, gördüklerini kavimlerine haber versinler" demiş, bırakıvermişler. Onlar da bunların durumlarını gözden geçirmişler. Görmüşler ki, üzümlerinin bir salkımını dört beş kişi götürebiliyor. Nihayet çıkmışlar, birbirlerine:"Eğer bunları İsrailoğulları'na haber verirseniz, Allah'ın peygamberine karşı dinden dönerler, öyle ise gizleyelim, yalnız Musa ve Harun Aleyhisselam'a söyleyelim, onlar ne fikirde bulunacaklarsa bulunsunlar" demişler ve aralarında böyle anlaşma yapmışlar ve yanlarına bir tane de üzüm almışlar ki bir adam ağırlığında varmış. Fakat geldiklerinde Kâleb ile Yûşâ'dan başkası sözlerinde durmamışlar, her biri kendi torunlarına harbi yasaklamaya ve gördüklerini anlatmaya başlamışlar.

Daha sonra Musa'nın ordugâhı bir fersah (üçmil veya beş kilometre) kare imiş. Uc gelmiş, bunlara bakmış, dönmüş dağdan bu asker mikdarında ve değirmentaşı şeklinde kocaman bir kaya yontup ordunun üzerine bastırmak için başına almış, Allah Teâlâ da bir Hüdhüd göndermiş, başına göre kayanın ortasını oymuş. Delinmiş birden bire Uc'un boğazına geçmiş, geçince sendelemiş yıkılmış. Çabalarken karşıdan Hz. Musa yürümüş. Boyu on arşın imiş, on arşın da âsâsı varmış. On arşın da sıçramış bu otuz arşın yükseklikte ancak topuğuna yetişmiş vurmuş, fakat öldürmüş. Bunun üzerine etraftan hançerlerle üşüşmüşler ve başını koparmışlar.

Bu, bir devletin yıkılış şeklini temsildir. Unuk oğlu Uc bir hükmî şahıs, fakat tarihî bir masaldır. O zaman Arz-ı mukaddes'te oturup hüküm süren bir kavmin timsalidir. Ahad (birler), Aşerat (onlar), Miat (yüzler), ulüf (binler) rakamların mertebelerinden her birinin ilk ferd sayısı olan "üç" adedine çarpımının sonucu bulunan üçbin üçyüz otuzüç sayısı Fisagorilerin sayı körletmesine kaynak teşkil eden gizli bir usul (metod) ile bu devletin hükmünün dairesini, arazisini, maddi kuvvetini gösterir. Bununla üçbin üçyüz otuz üç arşın, Hz. Musa'nın on arşın boyu iki tarafın maddi bakımdan mukayese edilmesine bir ölçü teşkil eder. Üçbin sene, bu kavmin eskiliğini, başındaki odun, parlaması mümkün olan bir fitneyi temsildir ki, bu casusların gelişi ve tutuluşları da bu fitneye bir ek olmuş demektir. Kadın, hükümdarın şehveti ve maiyeti; üzüm, servet ve ziraatın feyz ve bereketi; taş, o devrin mancınık ve diğerleri ile harp araçları; bakış ve dönüş İsrailoğulları'nın gelmesinden sonraki tedbirler ve hazırlıklar; Hüdhüd, ilâhî tasarruf; taşın delinmesi, hükümet merkezi (baş şehir)nin fesat ve dağılması; boğazına geçmesi, harbe ait tedbirlerin tepkisi ve iç ihtilâl; sendeleyip yıkılmak devletin yıkılması; bu sırada Hz. Musa'nın yürümesi, İsrailoğulları'nın sonradan saldırması; üçbin küsüra nisbette Musa'nın on arşın boyu İsrailoğulları'nın ve bulundukları arazinin miktarıdır. Asâ, Hz. Musa'nın i'cazının gücü ve bunun on arşın boyu, harp yoluyla yürünülen mesafe; on arşın sıçrama, hiç harp edilmeksizin işgal edilen mesafe; otuzar arşın yükseklik, üçbin üçyüz kusûra nisbetle yok edilen kuvvet ve işgal edilen arazi; topuktan vurulup ölmek, koca bir devlet ve memleketin kenarından ve güzergâhından az bir yerin işgaliyle yıkılıvermesi ve nihayet etraftan üşüşüp başını koparmak, hükümetin yok olması ve memleketin komşu kavimler tarafından bölüşülüp istila edilmesidir.

İlk bakışta bundan İsrailoğulları'nın Arz-ı Mukaddes'e girişi Hz. Musa'nın hayatında olmuş gibi sanılırsa da, bunun yanlış olduğu söyleniyor. Şu halde Hz. Musa'nın da şahsı değil, maneviyatı ve dini düşünülmüş demek olur.

Şimdi bunları nakletmekten maksadımız, efsanelere karşı Kur'ân açıklamalarının sağlamlık ve eminliğini anlatmaktır. Kur'ân bize gösteriyor ki, İsrailoğulları'nın bu gibi efsaneleri, boyunu göklere çıkardıkları Acların, Ucların, devlerin asıl ve hakikatı iki kelimeden ibarettir: "zorba bir kavim". Bu ve bu gibi geçmiş ümmetlerin kıssalarında doğrudan doğruya Kur'ân'ın sağlam ifadesine dikkat etmek ve buluşları, hayalden gerçeğe nasıl yönettiğini anlamak gerekir. Tefsircilerin bu gibi yerlerde böyle hikayeleri nakletmekten maksatları, Kur'ân'ı bunlarla tefsir ve açıklama fikrini vermek değil, Kur'ân-ı Kerim'in sağlam beyanları ile geçmiş rivâyetlerin durumlarını ölçmek için bir ölçü ve misal vermektir. Bunu farkedemeyen ve ayıramıyanlar, Kur'ân'ın mânâsını bunlara döndürerek düşünmenin gerekeceği zannına düşerek pek çok hata etmiş olurlar. Allah Teâlâ bu gibi hatırlatmalar ile müslümanların diğer kitap ehli gibi efsaneler peşinde dolaşmamalarını ve hak dini vehimlerde ve hayaletlerde değil, gerçek hakikatte aramalarını hatırlatmış ve bunun için kitabına "Kitab-ı mübin" (açık kitap), "Kitab-ı hakîm" (hikmetli kitâp) demiş "O'nda muhkem âyetler vardır, onlar kitabın aslıdır" (Al-i İmrân, 3/7) buyurmuştur. Hakikat mümkün iken mecaza gidilmemesinin lüzumunu öğretmiştir. (Bakara sûresinde 26.ncı âyete ve Al-i İmrân sûresine bak.)

23-Kısaca İsrailoğulları Hz. Musa'ya karşı "Biz arz-ı mukaddes (mukaddes yer)e girmeyiz" diye dayattılar. Ancak korkanlardan, yani Allah'dan ve Allah'ın emrine karşı gelmekten korkanlardan iki er -rivayetlerin çoğuna göre Yuşâ ve Kâleb- ki Allah ikisine de nimet vermek suretiyle mesut etmişti, bunlar dediler ki, üzerlerine kapıyı tutunuz, giriniz, çünkü onu tutup girdiniz mi, siz muhakkak galipsiniz. Şu halde böyle yapınız ve ancak Allah'a dayanınız, eğer Allah'a ve Musa'nın peygamberliğine inanıyorsanız böyle yapınız. Allah'tan korkan ve mesud olan bu iki er,

Hz. Musa'nın peygamberliğine, vaadindeki ve verdiği haberindeki doğruluğuna hakkıyla iman etmiş olduklarından, gördükleri kuvvet ve heybete rağmen, Allah'ın lütfuyla, sözlerinde durarak, bu şekilde itimat ve güvenilirliklerini açıklamışlar ve kavimlerini itaate teşvik etmişler ve sürüklemişler ve bunlar başlangıçta bu sebatta Allah'ın nimetine mazhar oldukları gibi, sonra mukaddes arza girme nimetine de erişmişlerdir.

Başka bir rivayete göre İsrailoğulları'nın korkmakta oldukları zorbalar kavminden iki adam demektir. Bunlar, Allah'ın yardımı ile Hz. Musa'ya iman edip gelmişler ve zorbaların içlerinin dışları gibi kuvvetli olmadığını bildiklerinden bu şekilde teşvikte bulunmuşlardır. Dahhâk, Said b. Cübeyr ve Kaffâl bu mânâya kânidirler. Fakat önceki mânâ tercih edilmiştir.

"el-bâb"dan maksat, zorbalar memleketinin kapısı, yani girişi, güzergâhı demek olan bir şehir veya bu şehrin kapısıdır. İbnü Ebi Nüceym'in Mücahid'den rivayetinde (zorbaların şehri) diye vârid olmuştur. Ve bunun "Eriha" olduğu da nakledilmiştir.

24-Acaba Musa'nın kavmi bu garantiye karşı ne yaptılar? Büsbütün azıtıp dediler ki: Ey Musa, muhakkak ki onlar orada bulundukça, biz o yere ebedî olarak girmeyiz, kapı şöyle dursun o yere sonsuza dek ayak basmayız. Şu halde sen Rabbinle git de ikiniz harbediniz, biz muhakkak burada oturacağız, yani bir adım ileri gitmeyiz.

25-Hz. Musa, bunların sapıklık ve inadını, inkârlarını görünce tam hüzün ve kırgınlıkla ve ilâhî rahmet ve icabeti çekecek olan bir kalb inceliği ile Allah'a şikayet ederek, şöyle dedi: Ey Rabb'im! ben kendimden başkasına malik değilim, bir canım var ki, kudretim, iradem, hükmüm ancak ona geçer, bir de kardeşime, yahut kardeşimin de benim gibi. Şu halde bizimle şu itaatten çıkan, isyanda ısrar eden sapık kavmin arasını ayır, yani bize bizim hakettiğimize, onlara da kendi hakettiklerine göre hükmedip aramızı ayır. Demek ki Hz. Musa, ya o iki kişiye bile tamamen inanmayarak veya din kardeşi mânâsını kastedip, onları da hesaba katarak böyle dua etti.

26-Allah Teâlâ da, buyurdu ki o isyan ve bu dua sebebiyle bunlara o vaad edilen "mukaddes yer" kırk sene haram edilmiştir. Yani oraya girmeleri şer'î bir şekilde haram kılma ile dinen haram olmak mânâsına değil, men (yasaklama) mânâsına tekvînî haram etme ile kırk sene mahrum kılınmışlardır. Bu müddet içerisinde hiçbiri oraya giremeyecek. Şu kara yerde Tih içinde nereye gittiklerini bilemeyecek, açıkta vatansız, şaşırmış ve sersem, serseri olarak dolaşacaklardır. Bu hüküm, hürriyetlerini kötüye kullanan, peygamberlerini dinlemeyen o sapıklar hakkında Hak Teâlâ'nın kötü bir cezasıdır. Belli ki bu ifadeden bunların hepsi bu müddeti dolduracak ve sonra kurtulacaklar mânâsı anlaşılmaz. Ölenler ölecek, kalanlar girmek isterlerse girebilecek demek olur. Hatta bazı tefsirciler demişlerdir ki, "kırk sene", "tahrim" (haram kılma)nın değil, nin kaydıdır. Şu halde haram kılma, mutlaktır. Müddet ile kayıtlanan Tih'dir. Yani tîh halinde de nihayet kırk sene kalacaklar, fakat bunlara girişten mahrum kalma hali devamlı olacak, çünkü o zamana kadar hepsi ölecek, ancak evlatları olan yeni nesil girecektir.

Şaşırıp son derece hayrette kalmak; isim olarak içinden çıkılmaz, yol bulunmaz ova, çöl demektir. Bunun için İsrailoğulları'nın mahkum oldukları bu çöle "Sahray-ı Tih" (Tih çölü) denilmiştir.

Acaba bu müddet içerisinde Musa ve Harun Aleyhisselâm ne oldular? Nakledildiğine göre bu meselede rivayetler çeşitlidir. Bazıları Tih'te kalmadılar, demiştir ki, âyetin zahiri de bunu gösteriyor. Diğer bazıları ise kavimleriyle beraber Tih'te kaldıklarını, fakat bunun kendileri hakkında bir azab olmayıp, İbrahim'e ateşin soğuk ve selam olması gibi rahat ve selamet olduğunu söylemişlerdir. Bunu söyleyenler de şu noktada fikir ayrılığına düşmüşlerdir: Acaba Harun ile Musa Tih'de mi vefat ettiler, yoksa çıktılar mı? Bir kısmı Tih'de önce Harun'un, bir sene sonra da Musa'nın öldüğüne, bundan sonra vasisi ve kızkardeşinin oğlu Yuşâ b. Nun peygamberlik göreviyle yerine geçerek, Kâleb de hayatta olduğu halde yeni nesil ile çok geçmeden ve hatta bir rivayette Musa'nın ölümünden üç ay sonra Arz-ı mukaddes'i fethettiğine kâni olmuşlardır ki, yaygın olan da budur. Diğer bir kısmı ise Hz. Musa'nın vefatından önce Tih'den çıkıp zorbalarla harp ettiğini ve üstün gelip Arz-ı Mukaddes'in bir kısmına girmiş olduğunu nakletmişlerdir.

"Tih" kelimesi hem masdar, hem isim olduğundan dolayı "Tih'de kalmak" deyimi iki mânâ ile düşünülmelidir: Birisi, hayretler içinde sersem bir şekilde kalmak; diğeri de çölde kalmak. Şüphe yok ki, birinci mânâ peygamberler hakkında tasavvur edilemez. Âyette gelen, azab ve ceza ifade eden ise bu mânâyadır. Bu mânâ ile Musa ve Harun Aleyhisselam Tih'te kalmamışlardır. Fakat çölde kalmak genelde böyle değildir. Bir çölde yerine getirilen vazifenin zor da olsa bir ceza ve azab olması gerekmez. Nitekim peygamberlerin âlemde en büyük zahmetlere uğramış oldukları ve bu imtihanın onlar hakkında bir azab değil, peygamberlik makamı gereğinden bulunduğu da bilinmektedir.Şu halde Musa ve Harun Tih'te "yetîhûn" (azab ve ceza içinde) değildiler. Fakat çölde yine İsrailoğulları'nın başında bulunuyorlardı demek olur. Hatta bu sayededir ki, İsrailoğulları bu ceza ve terbiye esnasında "Bunun üzerine taştan oniki su kaynağı fışkırdı." (Bakara, 2/60), "Ve bulutu üstünüze gölgelik çektik, size kudret helvası ve bıldırcın indirdik." (Bakara, 2/57) mucizelerinden istifade etmeye devam etmişler ve yeni bir nesil yetiştirmişlerdi. Yoksa kırk yılda değil, kısa bir zamanda tamamen yıkılıp giderlerdi. Arz-ı mukaddes'e girme meselesine gelince, Beyt-i Makdis mevkisine ve Şam toprağına giriş, Hz. Yûşâ zamanında olmakla beraber, ilk hareket ve zorbaları ilk mağlûb eden darbeyle "bâb"e (kapıya) giriş, Hz. Musa'nın hayatında vaki olmuş olduğu anlaşılıyor.

Şu halde ey Musa böyle sapık kavme, sapıklar güruhuna üzülme, bunlar cezayı haketmişlerdir. Rivayet edilir ki, Musa Aleyhisselâm duasına nedâmet etmiş, bunun üzerine böyle buyurulmuştur.

İşte ey Muhammed, sen onlara bu kıssayı hatırlat, yine uyanmazlarsa sen de böyle sapıklara üzülme ve sonraki cinayetlerinin hükmüne bir hazırlık yapmak üzere:

27- Bunlara karşı Âdem'in iki oğlunun veya iki âdem oğlunun kıssasını da hakkiyle oku. Çünkü onlar bu kıssanın tam uygun tipidirler. Tefsircilerin çoğu bu iki Âdem oğlu, Hz. Âdem'in oğulları olan Kâbil ile Hâbil olduğunu söylemişler, Hasen ve Dahhâk ise kıssanın sonundaki "bundan dolayıdır ki" âyetinin karinesiyle bunların İsrailoğulları'ndan iki şahıs olduğunu söylemişlerdir. Her halde dikkat edilmesi gerekir ki, kıssadan faydalanmak için şahısların hüviyet (kimlik) lerinin tayini lazım olmadığından mutlak olarak "Adem'in iki oğlu" buyurulmuş, "hakkıyle" kaydıyla da efsanelere değil, olayın zatî gerçeğine dikkat çekilmiştir. Çünkü Kâbil ve Hâbil kıssası adıyla da acaib ve tuhaf bir çok şeyler söylenmiştir. Yani bu kıssa bir olaydır. Mesela bunun hayal edilen bir olay olduğu dünüşülse bile, İsrailoğulları'nın durumları bunun hakiki bir konusunu teşkil eder, bu onlara hakkıyla okunur. Şu halde hata olmak ihtimalinden kurtulmayacak olan türlü türlü rivayetleri ve açıklamaları bir yana bırakarak yalnız Kur'ân'ın nassını takip etmelidir. Bir hadis-i şerifte görülmüştür ki, "Allah Teâlâ size iki Âdem oğlu ile bir darb-ı mesel getirdi, bunun hayrını tutun, şerrini bırakın". Şöyle ki:

Bir zaman iki âdem oğlu birer kurban sunmuşlardı da, her nedense birininki kabul edilmiş, diğerininki kabul edilmemiş idi. "Kurban", örfümüzde Allah'a yaklaşmak için kesilen kurbanlığa denirse, de asıl mânâsı Allah'a yaklaşmak için sunulan herhangi bir şey demektir ki, gerek kurbanlık ve gerek diğer sadakalardan daha geneldir. Herhangi bir delil ile birinin kurbanının kabulü, diğerinin ise kabul edilmeyişi anlaşılınca, kurbanı kabul edilmeyen diğerini çekemiyerek, yemin olsun ki, seni öldüreceğim, dedi. Öbürüde dediki: Allah ancak yeterince korunanlardan kabul eder.

28-29-Şu halde Allah'tan kork, niyyetini düzelt, eğer sen beni öldürmek için elini uzatırsan, ben seni öldürmek için elimi uzatacak değilim, çünkü ben âlemlerin Rabb'i olan Allah'dan muhakkak korkarım. Ben bu şekilde şunu isterim ki, beni günaha sokmayasın da, hem benim günahım, hem de kendi günahınla dönüp gidesin, bu iki günahı yüklenerek can verip Hakk'ın huzuruna varasın da. ateşe gireceklerden olasın, zira zalimlerin cezası budur".

Burada iki soru vardır: Birincisi "Hiçbir günahkâr, başkasının günah yükünü taşımaz" (İsrâ, 17/15) olduğu halde katil olan, öldürülenin günahını nasıl yüklenir?

Bu nokta birkaç şekilde izah edilmiştir: Bir hadis-i şerifte: "Söğüşen iki kişinin söyledikleri başlıyana aittir, zulme uğrayanı haddi aşmadıkça." Söğüşenlerin bütün söyledikleri başlayana aittir. Yani ilk başlayan hem aynen kendinin günahını, hem de sebep olduğundan dolayı arkadaşının günahının bir aynını yüklenir. Fakat mazlum (zulme uğrayan), haddi aşıp daha ileri gitmedikçe buyurulduğu gibi, burada da "benim günahım" demek, şayet sana karşı karşılık vererek el uzatırsam, gireceğim günahın bir aynı demektir. Şu halde biri tecavüz eder, diğeri de karşılık verir de, her ikisi de öldürülürlerse, başlayan iki cinayet diğeri de bir cinayet işlemiş olur. Beriki, karşılık vermeyecek olursa, bu bir cinayetten de kurtulur. Fakat katil yine iki cinayet yapmış ve iki günah yüklenmiş bulunur ki, birisi mazlumu öldürmek, diğeri kendini cezaya layık bulup ateşe atmak cinayetidir. Bundan başka "benim günahım" demek, muzafın hazfi ile yani beni öldürmek günahı, de bundan önceki günahın. Bu cümleden olarak, "kurbanının kabul edilmemesine sebep olan günahın" demek de olabilir ki, bu mânâ İbnü Abbâs, İbnü Mes'ûd, Hasen ve Katâde hazretlerinden de nakledilmiştir.

İkincisi, bir insan için kendinin Allah'a isyan etmesini istemek caiz olmadığı gibi, başkasının isyanını isteme de caiz değildir. O halde böyle bir muttaki (Allah'dan gereğince korkan)nin diğeri hakkında iki günah istemesi nasıl caiz olur? Buna da iki cevap vardır:

Birincisi, bu sözden asıl maksat, diğerinin günaha girmesini istemek değil; ne kendinin, ne de onun günaha girmemesini istemek, günahtan uzaklaştıracak bir nasihat vermektir.

İkincisi, isyan istemek caiz değilse de isyan edenin cezalandırılmasını istemek caizdir. Bu itibar ile mânâ, ben günaha girmek istemem, sen ısrar edersen ben de senin Allah'tan cezanı isterim, demek de olabilir. Fakat birincisi daha uygundur.

30-Bu takva, bu barış fikri, bu hayır dileme, bu nasihat, bu kardeşlik hissi üzerine kurbanı kabul edilmeyen zalimin nefsi, nefsâniyeti kendisine kardeşinin öldürülmesini güzel gösterdi, yani vazgeçirmek şöyle dursun, böyle büyük bir cinayeti güya bir itaat zevkiyle endişesiz yapılabilecek, engelden uzak, arzusuna itaat eden ve boyun eğen bir şey gibi gösterdi, kolaylaştırdı ve hatta cesaretlendirdi. Derler ki "istediği gibi otlamak için, otlak önüne bol bol seriliverdi" demektir. Burada "tatvic" bu mânâda "tavc" dan tef'il veznidir. Bu şekilde nefsi ona bu cinayeti bir otlak gibi önüne serilmiş pek itaat edici ve hoş bir şey gösterdi veya isyanı bir taat gibi yapılması gerekli bir şey gibi saydırdı da kardeşini öldürdü. Ve şu halde zarar edenlerden oldu. Bununla kendisine bir fayda temin etmek ihtimali olmadıktan başka, dininde de, dünyasında da zarar etti, hüsran (zarar) lar içinde kaldı.

31-İlk önce öldürdüğü insanın cesedini ne yapacağını şaşırdı, sonra Allah bir karga gönderdi ki, yeri deşeliyordu. Bu gönderiş veya bu eşeleyiş ona kardeşinin ayıbını, yani ortada görünmesi çirkin bir hâl alan leşini nasıl örtüp gizleyeceğini göstermek içindi. Katil, karganın bu hareketinden ilham edilmiş olarak Eyvahlar olsun, vay bana ben şu karga kadar olup da kardeşimin leşini gömüp gizlemekten âciz oldum ha..!" dedi ve şu halde nedâmet eden güruhdan oldu, nedâmeler içinde kaldı. İşte:

32- Sırf bundan dolayı, yani âdem oğlunun kardeşini hem de salih ve muttaki (Allah'dan lâyıkıyla korkan) ve hayır düşünen bir kardeşini bile haksız yere öldürmesi vâki olan bir iş ve bu kıssa mefhumunun İsrailoğulları'na hakkıyle uymuş olmasından dolayıdır ki; İsrailoğulları üzerine şöyle yazdık. Yani onlara indirilmiş olan kitaplarda emrimizle şu hükümler yazılıp farz ve kanun yapıldı ki her kim insan nefislerinden bir nefsi, ne kısası gerektiren bir nefsi öldürme, ne de yeryüzünde kanını heder edecek bir bozgunculuk karşılığı olmayarak, yani bu iki sebepten biri bulunmayarak, öldürürse, bunun -kendisi de dahil olduğu halde- bütün insanları öldürmüş gibi olduğu muhakkak. Çünkü haksız yere birini öldüren katil, genellikle yaşama hakkı tanımamış, kanların haramlığına, nefislerin masumluğuna saldırmış, adam öldürmeye yol açmış, başkalarına da cesaret vermiş olur. Şu halde bir kimseyi öldüren herkesi öldürmüş gibi, Allah'ın gazabını ve büyük azabını haketmiş olur da hayat hakkı kalmaz, kanı boşa gider ve öldürülmesi vacib olur. İşte haksız yere adam öldürme, böyle genel bir zarardır. Bu gibi adam öldürmelerine sevkeden ve herkesin zararını gerektirecek ve genel asayişi bozacak fesat, eşkiyalık, ihtilal de böyledir. Bunun için böyle bir katil veya bozguncuyu öldüren herkesi öldürmüş gibi değil, belki hakkı yerine getirmiş veya bir kurtarma yapmış olur. Her kim de bir nefse hayat verir, yani affetmek veya öldürülmesine engel olmak veya herhangi bir yok olma sebebinden kurtarmak suretiyle hayatının devam etmesine sebep olursa sanki insanların hepsine hayat vermiş, birine yaptığını -kendisi de dahil olduğu halde- hepsine yapmış gibi olur.

Bilinmektedir ki, herhangi bir teşbih (benzetme), müşebbeh (benzeyen) ile müşebbehün bih (kendine benzetilen) in her yönde ve bütün hükümlerde eşit olmalarını gerektirmez. Şu halde bundan herkesi ilgilendiren öldürmek veya hayat vermenin, bir kişiyi ilgilendiren adam öldürme ve hayat vermeden hiçbir şekilde farkı yoktur demek anlaşılmamalıdır. Her iki fıkradaki tepkilerden maksad, adam öldürmenin zararını, kişiye hayat vermenin de genel bir fayda olduğunu açık bir şekilde anlatmak ve dolayısıyla adam öldürmeye karşı kısas olarak (öldüreni öldürerek) ve yeryüzünde bozgunculuk suçuna karşı ceza olarak öldürme ve idamın meşruluğunu tesbit ile adam öldürmeye saldırmaktan korkutmak ve hayatı muhafaza etmeye teşviktir.

Fakat burada iki soru vardır: Önce İsrailoğulları'na bu hükümlerin yazılıp vacib olması niçin "bundan dolayı" olsun? Vaktiyle Kâbil'in Hâbil'i o şekilde öldürmüş olması, İsrâiloğulları'na bu hükümlerin vacib olması için ne münasebette sebep ve illet olabiliyor? Bunu İsrailoğulları'na tahsis etmenin sebebi nedir? "Bundan dolayı insanlara yazdık" veya "âdem oğullarına yazdık" buyurulmak gerekmez miydi? İşte bundan dolayı Hasen ve Dahhâk anılan kıssadaki öldürmenin bizzat Hz. Âdem'in sulbünden gelen iki oğulları arasında değil, İsrailoğulları'nda vuku bulduğuna ve iki âdem oğlundan maksad İsrâiloğulları'ndan iki kişi demek olduğuna ve İsrailoğulları'nda böyle bir öldürme olayının olması, bu hükümlerin inmesi için belirli bir sebep teşkil ettiğine kâni olmuşlardı. Fakat çoğunluğun açıklamasına göre kıssa böyle değildir. O halde bunu, şöyle anlamak gerekir: kıssaya değil, kıssanın mânâsındaki etkin mânâlara aittir. Şöyle ki, insan öldürmek, gerçekte, büyük bir zulüm, hüsran ve nedametin sonuçlarından başka bir şey olmayan büyük bir cinayettir. İnsan olanların bundan son derece sakınmaları gerekir. Halbuki insanlıkta bu zulüm olagelen bir iştir. Hatta iki âdem oğlunun biri, iyi bir kardeşine bu zulmü pek hazin bir şekilde yapmış ve felaketi dillere destan olmuştur. Bu önce bir menfaat kastinden değil, sırf bir zarar verme arzusundan, bir çekememe ve nefsaniyetten doğmuş, hem de ihtirasın coşmasına uygun bir hal içinde değil, Allah'a sunulan bir ibadetin, bir kurban takdim etmenin kabul edilip edilmemesinden ve Allah'ın iradesine razı olmamaktan doğan bir haset (çekememezlik), bir haset ki, buna karşı en yüksek bir takva hissi ile öne sürülen hayır dileme, barış severlik ve insanlığın her türlü temiz hislerini gıcıklamaya yeterli olacak olan en ahlâkî, en akla uygun nasihatlar ve mânevî çekindirmeler asla faydalı olmuyor. Tersine bütün bunları cinayetin teşvik edici sebepleri yerine koyuyor. Kendine karşı elini kaldırmayan, kaldırmak istemeyen ve iyi bir kardeş olmaktan başka bir arzu beslemeyen o güzel kardeşine, "Seni öldürmek ne kolay, ne tatlı şeymiş" diyerek saldırıp kıydırıyor. Sonra da zararlara, nedametlere düşürüyor ve öyle bir felaket haline getiriyor ki, ilk önce o yüksek kardeşinin sarih ve açık öğütlerini ve irşadlarını dinlemeyen o kafa, Allah'ın emri ile en sonunda pislikler arkasında dolaşan bir karganın hareketlerinden eyvahlar çekerek uyanma dersi almaya ve ona gıbtalar ederek nedametler çekmeye mecbur oluyor. İşte beşeriyette adam öldürme cinayetinin vâki olan bir iş olmasından dolayı, buna karşı dayanmak ve genel şekilde meşru bir hak olduğu gibi, özellikle bu olay veya bu kıssada cinayete sevkeden ve yapılmasını kolaylaştıran ruh hali, bu cümleden olarak hased, nefsâniyet ve fiilî karşı koyma olmadığı zaman cinayete teşvik etme hasleti İsrailoğulları'nda çok açık ve kıssanın mânâsı bunların hallerine tamamen uygun olduğundan dolayı, bunlar hakkında daha çok şiddetli hükümler indirilmiş; hem kısas, hem de "yeryüzünde bir fesat" suçuna karşı idam cezası farz kılınmış, ferdin hayat hakkı, umumun hayat hakkına eşit ve ferdi kurtarma, umumu kurtarma mânâsında olduğu anlatılmıştır.

Acaba bunlarda hâlâ bu ruh haleti var mıdır? Şu halde bu şiddete hâlâ gerek var mıdır? Ve bu hüküm bugün geçerli olmalı mıdır? Yoksa yalnız nasihat yeterli midir? Allah biliyor ki bunlara bizim nice peygamberlerimiz açık deliller ile geldiler, bu konuda açık ve kesin delillerle açıklamalarda bulundular. Ardından bunların birçoğu bundan sonra da yeryüzünde hâlâ israf etmekte, fırsat buldukça adam öldürme ve fesat çıkarmada pervasızca ifrat etmektedirler. Hatta bundan sonradır ki peygamberleri öldürmeye kalkıştılar ve nice nice ihtilaller çıkardılar. Şu halde yeryüzünde bunlar ve bu gibi israfçılar bulundukça, bunlara karşı yalnız sözlü ve ahirete âit deliller ile yetinilmeyip, fiilî deliller olan şiddetli hükümlerin tatbiki, bütün insanların hayat hakkını korumak ve yeryüzünde fesatçılığın işlenmesine karşı koymak için her zaman hak bir kanundur.

Hakikatte:

33-Bu âyetin nüzul sebebi hakkındaki rivayetler şunlardır:

1- Kitap ehlinden bir kavim hakkında inmiştir ki, Hz. Peygamber ile aralarında sözleşme yapmışlardı, sözleşmelerini bozdular ve yol kesip yeryüzünde bozgunculuk yapmaya kalkıştılar. (İbnü Abbas'dan bir rivayet).

2- Müşrikler hakkında inmiştir. (İkrime'den, Hasenü'l-Basri'den ve Alâ'dan rivayet)

3- Olayları meşhur olan Ureyneliler hakkında inmiştir ki, Ukûl, Ureyne ve Beciyle'den bir kısım halk yoksulluk ve hastalık içinde oldukları halde Medine'ye gelmişler, müslüman olduklarını açıklamışlar, Resulullah kendilerini zekattan toplanan beytü'l-mâl develerinin otladıkları yere göndererek bunların sütlerinden içip geçinmelerini ve hastalıklarını da bu develerin sidikleriyle tedavi etmelerini emretmiş, varmışlar. Bir müddet sonra tamamen sıhhatlerini kazanıp iyileştikten sonra dinden dönmüşler, çobanları öldürüp develeri sürmüşler ve yolları kesip ırza da tecavüz ederek kaçmışlar, fakat takip edilerek yakalanmışlardı. (Enes b. Mâlik, Urve b. Zübeyr ve daha bazı zevattan rivayet)

4- Ebu Bürde de denilen Hilâl b. Uveymirî Eslemî'nin kavmi hakkında inmiştir ki, Peygamberimiz bu Hilâl ile "ne iyiliğine, ne kötülüğüne yardım etmemek; ona gelen müslümanlar emanlı olup heyecana düşürülmemek ve aynı şekilde her kim Resûlullah'a gitmek üzere Hilâl'e uğrarsa emanlı olup heyecana düşürülmemek" üzere "barış anlaşması" (akd-i muvâdea) yapmıştı. Bir gün Kinâne oğullarından bir kısım halk müslüman olmak maksadıyla gelirken Hilâl'in kavmine uğramış, o gün de Hilâl orada yokmuş, kavmi tutmuşlar bunların yollarını kesmişler ve kendilerini öldürüp mallarını almışlardı.

Bu rivayetlerin toplamından anlaşıldığı üzere âyetin inişi, her halde yol kesme haydutluğu ile ilgilidir. Fakat bazıları bu hükmün kâfirlere mahsus olduğuna, bazıları da fâsık müslümanları da içine aldığına kâni olmuşlardır ki, fakihlerin çoğunun görüşü budur.

Peygamber'le harb etmek akıl ve âdet bakımından mümkün olabilirse de, Allah ile savaşmak ne aklen ne de şer'an mümkün olmadığından her halde mecazdır. Halbuki bir lafzın hem hakikat, hem mecaz olması caiz olamaz. Şu halde burada savaş, hem Allah'a ve hem peygamberine ilgisi itibariyle mecaz olmak gerekir. Şu halde "muharebe" lafzı, ya Allah ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine karşı gelmekten mecazdır. Veya o emirler ve hükümleri tatbik ve icra eden Allah'ın kullarına savaştan mecazdır. Sonra bu savaşın bilinen mânasıyla açık savaş olmadığı da gerek siyak (söz gelişin)tan ve gerekse nüzul sebeplerinden anlaşılmaktadır. Zira görülüyor ki bunda esirlik ve cizye gibi hükümler yoktur. Tefsircilerin çoğunluğu ve fakihler, harbin aslı, bir selb (zorla alma) mânâsını içine alması bakımından bu savaştan maksat, yol kesmek demek olduğunu beyan etmişler ve buna "büyük hırsızlık" adını vermişlerdir. Bazıları da gerek, şehir dışında ve gerek içinde olsun. Yani açıktan hırsızlığa kalkışmak demişlerdir. Bu mânâda ise müste'min (emân alarak İslâm ülkesinde bulunan gayr-i müslim), zımmî (gayr-i müslim vatandaş), harbî (müste'min ve zımmî olmayan gayr-i müslim), kâfirlerden vaki olabileceği gibi, fasık müslümanlar tarafından da olabilir. Özetle bunlar, biri diğerini koruyarak toplanıp kuvvetli bir engel teşkil eden ve bu şekilde gerek müslümanların ve gerek İslâm tabiyetinde veya himayesinde bulunanların canlarına veya mallarına veya ırzlarına kasteden ve asayişlerini bozan sosyal ve siyasi sapıklık erbabıdır. Ve bu âyette bunların cezası olan dinî ceza açıklanmıştır. Şöyle ki:

Allah ve Resulüne savaş açan, yani Allah'ın ve Resulünün emirlerine ve hükümlerine fiilen karşı çıkmakla Allah'a ve Resulullah'a harp vaziyeti alan ve yeryüzünde bozgunculuk için koşan, cana veya mala veya ırza saldırmaya veya tarla ve nesli yok etmeye girişmek ve ihmalcilik ile hak (doğru) nizamı ve halkın asayişini bozmak ve ifsat etmek için çalışan kimselerin suçlarının derecelerine göre cezaları şundan ibarettir:

Öldürülmeleri, yani adam öldürmüşler ise kısas yoluyla değil, affı caiz olmamak üzere cezayı tatbik ederek öldürülmeleri veya asılmaları, yani hem adam öldürmüşler, hem de mal almış veya ırza tecavüz etmişlerse diri olarak asılıp, süngü ile öldürülecek, yahut öldürüldükten sonra ölü olarak asılarak halka gösterilmeleri, veya ellerinin ve ayaklarının çapraz kesilmesi, yani adam öldürmemişler de yalnız mal almışlar ise, biri sağdan, biri soldan olmak üzere birer elleriyle birer ayaklarının kesilmesi, veya bulundukları yerden sürülmeleri, (yani bunların hiçbirisini yapmış olmayıp yalnız yolda tehdit etmişler ise yeryüzünden sürülmeleri), hapsedilmeleri veya bulundukları yerden diğer bir yere sürülmeleri.

İşte Allah'a ve peygamberine harp vaziyeti alarak silahlanıp bozgunculuk yapanların derecelerine göre tayin edilen cezaları, yani şer'î cezaları bu şekilde öldürmek veya asmak veya kesmek veya sürgüne göndermekten ibarettir. Bilinmektedir ki, herhangi bir savaşın mahiyeti bu dördün birinin dışında kalmaz ve bu cezalar bunların gerektirdikleri fiillerin mahiyeti gereği olarak hakkıyle karşılıklarıdır. A'ta'dan, Katâde'den, Hasen'den buradaki tekrarların, yani " =ev" atıf harfinin tahyir (iki şeyden birini seçmek) için olduğuna dair bazı rivayetler vardır. Buna göre âmir bunlara bu dört cezadan birisini tatbik etmeye mecbur, fakat işin gerektirdiği duruma göre bunlardan birini seçmekte serbesttir demek olur. Fakat cumhur (âlimlerin çoğunluğu) bunun gerek rivayet ve gerek dirayet bakımından doğru olmadığını ve tekrarın seçim yapmak değil, yukarda gösterildiği üzere suçun derecelerine göre dağıtım ve taksim etmek için olduğunu ve şu halde veliyyü'l-emr (âmir)in bu konuda seçme hakkı olmayıp, suçun derecesine göre cezayı yerine getirmekle yükümlü bulunduğunu, mesela hapis yatması gerekeni kesmek, kesmek gerekeni öldürmek ve yalnız öldürülmesi gerekeni asamayacağı gibi, bunun zıddını da yapamayacağını ve hiçbir şekilde affetme hakkı olmadığını açıklamışlardır. Hakikatte katili hapsetmekle yetinmek ve katil olmayanı asabilmek gibi rivayet ve dirayet bakımından akla uymayan bir "istediğini seçme" mânâsının batıl olduğu açıktır. Fakat biz burada şunu söyleyebiliriz ki " = ev" edatı, hakikatte seçmeye ve bölmeye muhtemeldir. Gerçi burada taksim (bölmek) ve tevzi (dağıtmak) rivayet ve dirayet bakımından tercih edilmiş ve seçilmiştir. Fakat bununla tahyir (seçim yapma) ihtimalinin mutlak batıl ve hükümsüz olması da gerekmez. Çünkü sürgüne göndermeyi âzâ kesmeye, kesmeyi öldürmeye, öldürmeyi asmaya çıkarabilecek şekilde, cezayı şiddetlendirme şeklinde bir seçim yapma asla caiz olamamakla beraber, tersine asmayı öldürmeye, öldürmeyi uzuv kesmeye, uzuv kesmeyi hapse indirebilecek şekliyle cezayı hafifletme suretinde bir seçme ve bir selahiyet düşünülmesi akla yatkın ve mümkündür. Seçim yapma ihtimali, aslında mevcud ve bazı rivayetler de nakledilmiş olduğu halde bu imkan büsbütün inkâr edilemez ve edilemeyince de zaten "cezalar, şüphelerle düşer" olduğu için hâl ve zamanın değişmesine göre cezayı hafifletici olmak üzere, gerektiği zaman bu ihtimali de düşünmek doğru olabilecektir. Bu mânâ, bir lafzı aynı zamanda hem seçim yapmaya, hem de tenviâ (çeşitlendirmeye) yorumlayarak iki mânâyı bir delalette toplamak değil, çeşitli durumlar ve farklı zamanlara göre iki mânâyı sırayla düşünerek bir çeşit seçime ihtimal veren taksim ile "iki ihtimalle amel olarak" her şüpheden uzak bir mânâ almaktır ki, hem cezanın mânâsına, hem de genel kâidelerden hafifletme hükümlerine çok uygundur.

Bilinmektedir ki salb (asman)ın mânâsı kollarından bir yere germektir. Nitekim "salib" bundan alınmıştır. İmam Şâfiî hazretlerinin asmanın ölü olarak yapılmasını, yani önce öldürüp, müslüman ise namazı da kılındıktan sonra asılıp, herkese gösterilmesini tercih etmiştir ki, faydalı olduğunda şüphe yoktur. Bir yere sürgüne göndermeye gelince, esasen nefy, idam etmek, yok etmek demektir. Halbuki burada öldürme ve asmaya karşılık zikredilmiş olduğu için "asma" mânâsına olmadığı açıktır. O halde hayatta olan bir kimsenin bütün yeryüzünden sürülmesi ancak hapsetme demek olabilir ki, Arap dilinde nefy bu mânâya da kullanılmış olmasında fikir ayrılığı yoktur. İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri ve pek çok dil bilgini bu mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi bulunduğu memleketten diğer bir beldeye çıkarmaya veya dâr-ı İslâm (müslüman memleketin) den çıkarmaya da nefy (sürgün) denilebilirse de, bunun ikisi de sakıncadan uzak olmadığı için caiz görülmemiştir. Çünkü maksat, şerri defetmektir. Halbuki bir haydutu diğer bir memlekete sevketmek, orada bulunan Allah'ın kullarına zarar vermekten uzak değildir. Büsbütün İslâm memleketinden gayr-i müslimlerin memleketine çıkarmak ise gayr-i müslimlere bir şahsın katılmasını arzu etmek demek olduğundan hiç caiz olmaz demişlerdir. Bununla beraber şahısların ve yerlerin değişmesine göre anılan sakıncanın ortaya çıkmayacağı anlaşılırsa, diğer bir memlekete sürgün etmenin caiz olduğu söyleyenler de vardır. Bu cümleden olarak Ömer b. Abdülaziz hazretlerinden bu mânâ rivayet edilmiştir. Daha önce Tihâme çölünün en uzağında "Dehlek", Habeş'te "Nâsı' " birer sürgün yeri idi denilmiştir. Dilimizde de nefy, bu mânâda kullanılmaktadır. İmam Şâfiî de demiştir ki, burada nefy'in iki mânâya gelme ihtimali vardır. Birisi, eğer bunlar adam öldürmüş, mal almış ve yakalanmış iseler, cezaları yerine getirilir. Eğer yakalanmamış iseler devamlı takip edilirler. İşte bu şekilde nefyden maksad, bunların hükümetten korkarak bir beldeden bir beldeye devamlı şekilde kaçıp gitmesidir. İkincisi, yalnız korkutmak ile kalmış, adam öldürmemiş ve mal almamış olanlar da devamlı olarak takip edilir. Fakat tutuldukları zaman tazir edilir (şer'î haddin dışında hakimin uygun göreceği bir ceza ile cezalandırılır)ler ve hapsedilirler. Bunlar hakkında da nefyden maksat yalnız hapistir. İmâm Şâfiî'nin nefyi böyle iki hale göre mânâlandırması bizim tahyir (seçme) ve taksim etme meselelerindeki hatırlatmamıza benzer. Bir de Şâfiî'nin bu ifadesi hapsin had (şer'î ceza) değil, tazir mahiyetinde olduğunu göstermektedir. Hakikatte hapis miktarı tayin edilmemiş olduğuna göre böyle olması gerekir. Şu halde bunun şer'î ceza (had) olması, hapsin aslına göredir.

İşte Allah ve Resulüyle savaş eden ve yeryüzünde bozgunculuk etmek için, koşanların cezaları başka bir şey değil, ya öldürülmek, ya asılmak, ya elleri ayaklarının çapraz olarak kesilmesi veya yeryüzünden nefyolunmak (sürülmek)tır. Fakat bu cezanın kısaltılması (veya tahsisi) mutlak değil, izafidir. Zirâ bu ceza bunların sırf dünyadaki düşüklük ve rezaletleridir. Bundan başka bunlar için ahirette pek büyük bir azab daha vardır. Ki bunların hiçbiriyle kıyas edilmesi mümkün değildir.

34- Ancak sizin kudretiniz kendilerine yetişmeden, yakalanmaları tahakkuk etmeden önce tevbe etmiş olanlar müstesnadırlar. O zaman biliniz ki Allah şüphesiz affedicidir, merhamet edicidir. Şu halde bu şekilde tevbe edenler hakkında Allah'ın hukuku davası takip edilmez ve söylenen cezalardan hiçbiri tatbik edilmez. Ancak şahsî hukuk davası kalır. Adam öldürmüşlerse öldürülenin vârisleri isterse affederler, dilerlerse mahkemece suçları sabit olduktan sonra kısas ettirebilirler (öldürttürebilirler). Tevbe ile düşen hüküm, öldürmenin had cezası olarak yerine getirilmesinin vacib olmasıdır, caiz olması değildir. Aynı şekilde mal almışlarsa, mal sahipleri mallarının geri verilmesini veya tazminini (sebep oldukları zarar ve ziyanı ödemelerini) isteyebilirler ve davada serbesttirler. Sonra gerek böyle ve gerekse savaş durumu almadan bozgunculukta koşanlar hakkında gerek Allah'ın hukuku ve gerekse kulların hukuku dolayısıyla ûlü'l-emr (müslümanların en yetkili âmirinin) bir de ta'zir (had cezasının dışında cezalar verme) yetkisi vardır ki, had cezasını gerektirecek dereceye çıkmayan münkerât (dince yapılması çirkin bulunan hususlar)da tatbik edilir. Geniş bilgisi fıkıh ilmine aittir. Genel kaidesi şudur: Bir münker (dince çirkin bulunan bir şey)i işleyen her şahıs, cezalandırılabilir.

Şimdi:

35- Ey Allah'a ve Resulüne iman edenler! Siz o sözleşmelerini bozanlara, o kâfirlere, o fâsıklara, o bozgunculuğa koşanlara benzemeyiniz de, Allah'dan layıkıyle korkunuz. Allah'ın cezasından, azabından korkunuz, çirkinliklerden sakınınız, şayet bir günaha düştünüzse hemen tevbe ediniz. Zira anladınız ki gafûr (çok affedici), rahîm (çok acıyıcı) olan Allah'ın azab ve cezası da pek büyüktür. Fakat takva (Allah'tan gereğince korkma)yı yalnız fenalık yapmamaktan ve yalnız kaçınmaktan ibaret menfi (olumsuz) bir huy kabul etmeyiniz. Kıssada dinlediniz ki muttakî âdem oğlunun kardeşinin karar verdiği cinayete karşı bile Allah korkusuyla elini uzatmak istememesi ve yalnız öğüt ile yetinmesi, kendisini öldürülmeden kurtarmaya yetmedi. Şu halde kötülüklerden kaçınmakla yetinmeyip, tam mânâsıyla korununuz da Allah'ın korumasına girmek ve affına ve rahmetine ermek için Allah'dan vesile de isteyin. Boş durmayıp, yalnız iman ve korku ile yetinmeyip, Allah'a yakınlık için vesile de arayınız. En uygun sebeplere teşebbüs etmek suretiyle Allah'ın sevgisine layık güzel ameller yapmaya iradenizi sarfediniz de ve Allah yolunda, İslâm dini uğrunda, doğru yol üzerinde gücünüzü bolca kullanmakla mücalede ediniz, dahilî ve haricî engel ve zorluklara göğüs gerip hak düşmanlarını yeniniz.

Dilimizde bilindiği üzere "vesile", kendisiyle bir gayeye ulaşılan, yani yaklaşılan sebep, yaklaşma sebebi demektir ki "mâbihittakarrub" (kendisiyle yaklaşılan şey) mânâsına, sadece "kurbet" (yaklaşma) da denilir. Nitekim Hasen, Mücahid, Atâ, Abdullah b. Kesir gibi bir çok selef tefsircileri "yani yakınlık" diye tefsir etmişlerdir. Katâde, Allah'a itaat ve hoşnut olacağı amel ile yaklaşınız, diye anlatmış; Sûddî de: "yani istemek ve yakınlık" diye ifade etmiştir ki, hem "ibtiğâ" (isteme)yi, hem "vesile"yi açıklamaktır. İbnü Zeyd de, "muhabbet (sevgi) ile Allah'a kendinizi sevdirmeye çalışınız" demiş ve, "Onların taptıkları da Rab'lerine bir yol arar, her biri Allah'a daha çok yaklaşmak için çalışır" (İsrâ, 17/57) âyetini okumuştur. Şu halde mânânın özeti: "Biz müminiz, Allah bizi yalnız iman ile sever deyip de ciddiyetsiz olmayınız, Allah'dan korkunuz, kötü ahlâktan ve çirkin amelden sakınınız sonra yalnız korkmak ve sakınmakla da kalmayınız, iradenizi sarfedip gerekli sebeplere de teşebbüs ediniz, Allah'ın emirlerini yerine getiriniz ve bununla da kalmayınız, Allah'a yaklaşmak için daima vesile arayınız, her fırsattan istifade ile kendi gönlünüz ve isteğinizle farzlar ve vacipler dışında güzel güzel işler, Allah'ın rızasına uygun ameller yaparak kendi tarafınızdan da kendinizi Allah'a sevdirmek isteyiniz, isteyerek, yalvararak çalışınız ve uğraşınız" demektir. Ve bunda "Mümin kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya devam eder" kudsî hadisinin mânâsının yerleştirilmiş bulunduğu açıktır. "Vesîle cennette bir makamdır" hadis-i şerifi vesilenin ahirete ait önemini anlatır. Kısaca vesile, lazımdır. Ve onu bulmak için isteyip aramak ve başvurmak da gereklidir. Çünkü vesilenin vesilesi de iman ve ittika (korunma) ile istek ve iradedir. Ve şu halde asıl vesile Allah'a yaklaşma kasdı ve sevme arzusudur. Ve işte bu kast ve niyet ile sebepleri araştırma, güzel ahlâk ve güzel amel gibi Allah'ın rızasına uygun hoş vesileler hazırlamakla kulluk için koşmayı emretmektedir. Ve bunun içindir ki, buna, mücahede emri katılmıştır. İman, ittikâ ile; ittikâ, vesileyi aramakla; vesileyi arama da, mücahede ile tamam olur.

Şimdi imandan sonra bu üç emri yerine getiriniz ve bunlara da inanıp koşunuz ki kurtuluşa ermeyi ümit edersiniz.

36-37-Zira hiç şüphe yok ki o küfredenler, kıyamet gününün azabından fidye verip nefislerini kurtarmak için, mesela bütün yeryüzündeki şeylerin toplamı daha bir o kadarıyla beraber kendilerinin olsa, hepsini feda etmek isterler, ama kendilerinden kabul olunmaz, ve onlara mahsus elem verici bir azab vardır, ateşten kaçmak isterler halbuki onlar ondan çıkamazlar, çıkmak istedikçe küfrün gereği olarak yine içine atılırlar. Ve bunların hakkı köklü ve ebedî bir azabtır. Şu halde siz bunlara asla benzemeyin ve bunlardan korkup çekinmeyin de ancak Allah'tan korkun ve Allah'a yaklaşmak için vesile isteyin, sebeplerini hazırlayın da bunlarla mücahede edin ve yeryüzünde bozgunculuk için çalışanların da dünyadaki cezalarını verin. Ve bu cümleden olmak üzere:

38-SİRKAT, lugatta "başkasının malını gizli olarak almaktır" ki, dilimizde hırsızlık denir. Hırsızın çoğunlukla göz diktiği, çalmak istediği mal, rağbet edilen mallardan olur. Yoksa alınması âdet olarak normal karşılanan şeylerin alınıverilmesini örf tam mânâsıyla bir hırsızlık saymaz. Hırsızlığın mahiyetinde mal sahibinin koruma ve gözetimini çalmaya kalkışmak mânâsı vardır. Bunun için hırsızlık fiilinin cezayı gerektirecek derecede tam anlamıyla oluşması iki şarta bağlıdır ki, birisi alınan malın az çok beğenilebilecek bir ölçüye ulaşması, diğeri de bir mekanda veya muhafızlı bir yerde saklanmış olmasıdır. Ancak İbnü Abbas, İbnü Zübeyr, Hasenü'l-Basri ne miktarın, ne de saklamanın, şart olmadığına ve azın, çoğun hırsızlık olup ceza lazım geleceğine kâni olmuşlardır ki, Zâhiriye mezhebinden Dâvûd-u İsfahâni'nin ve Hâricîlerin görüşleri de budur. Gerçi az veya bekçisiz, açıktaki bir malı alıvermek de hırsızlık kabilinden ise de, bu genellemenin tam bir hakikat olduğu şüphelidir. Zira örfün müsaade ettiği miktarı alıvermek bir terbiyesizlik olmakla beraber ne açığına gasb, ne de habersiz alınmasına hırsızlık denilivermediği de bilinmektedir. Halbuki cezalar her yönden kesin ve yakînî ve şüphe ile düştüklerinden, eli kesilecek hırsıza tam mânâsıyla ve şüphesiz olarak sârik (hırsız erkek) veya sârika (hırsız kadın) denilebilmek için nisab (belli miktar) ve hırz (saklama) her halde şart olmalıdır. Ve bunu isbat için rivayet edilen haberler hiç dikkat nazarına alınmasa bile, hırsızlık kelimesinin tam örfi mânâsı bunu gerektirir. Ve fıkıhçıların çoğunluğu bunda ittifak etmişlerdi. Ancak nisabın ölçüsünde ihtilaf etmişlerdir. Bir kerre dörtte bir dinar veya üç dirhemden aşağısına itibar eden olmamış ve İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri madrûb (basılmış, damgalanmış) olmak üzere on dirhem gümüş akçe kıymetine ulaşamayana itibar edilmiyeceğini yani bunun aşağısında ta'zir (haddin dışında ceza) yapılırsa da, had (şer'î ceza) lazım gelmeyeceğini göstermiştir ki, bir dinara eşit demektir. Hakikatte başkasının bir "tane" sini çalmak bile lugat ve örf bakımından bir hırsızlık olsa da, kesinlik demek olan cezalarda şüphenin muteber olduğunda söz olmadığından, fiilî hırsızlığın ceza ve nekâl olan şer'î cezayı gerektirecek bir suç olması şüphe-i ibâha (bir şeyin alınmasının mubah olduğu hakkındaki şüphe)dan, şübhe-i hak (bir şeyin alınmasının hak olduğu hakkındaki şüphe)dan, şüphe-i ıztırar (bir şeyin alınmasının zaruri olduğu hakkındaki şüphe)dan da uzak olması gerekir. Halbuki bir malın muhafaza edilmemesi bir müsamaha ve dolayısıyla bir ibâha şüphesi teşkil edeceği gibi; bir şahsın az bir miktarda bir malı çalmaya tenezzül etmesi de her halde bir zaruret şüphesinden uzak değildir. İlk önce zekat, sadakalar gibi infak hükümleriyle çaresizliğin defedilmesinin sebepleri temin edildikten "Onların mallarında dilenci ve yoksul için bir hak vardır" (Zâriyât, 51/19) buyurulduktan ve haramlardan zaruret halleri istisna edildikten sonradır ki, Hak Teâlâ hırsızlığın cezasını emretmiştir. Bu genel şartlar altında ise hırsızlığa cesaret eden bir elin İslâm sosyal kurumu içinde kangren olmuş bir uzuv gibi kesilmesi gerekli olur. Fakat fakirlerin hakkını vermeyen, ıztırab sahiplerinin acısını düşünmeyen ve tersine o zorluğu günden güne şiddetlendiren bir sosyal toplumun hırsızlara karşı durumu, büyük çapta hırsızlık yapanların durumuna benzemekten kurtulamaz. Şu halde zorlama veya zaruret şüphesi ile kesin bir ceza ve nekâle hak kazanmak sabit olamaz. Nitekim Hz. Ömer bir kıtlık senesinde hırsızlık cezasını tatbik etmemiştir. Çünkü herkesin sıkıntı ve ihtiyaçla karşı karşıya geldiği böyle bir zamanda infak (fakire dağıtma) görevinin gereği gibi yapılamayacağı açık olduğundan, her fert hadd-i zatında sıkıntılı olmasa bile, zaruret şüphesi içindedir. Şu halde malın açıkta bırakılması bir şüphe-i ibâha olacağı gibi, normal durumlarda çalınan malın bir sıkıntılının el uzatabileceği az miktardan fazla bir nisabda bulunmaması da şüphe-i ıztırardan uzak olamayacağından hırsızlık fiilinin hakkiyle ceza ve nekâl olan cezayı gerektiren bir suç olması için hem nisabın, hem saklamanın, muhafaza etmenin şart olması gerekir. Ve bu şartlar, hırsızlığın lugat anlamından olmasa bile, hakkıyla ceza ve nekâl olan mânâlarından bi'l-işare (işaret yoluyla) sabit, bundan başka hem kitabın genel kâideleri, hem de Resulullah'ın yüksek sünneti ile teyit edilmiştir ki, daha geniş açıklaması Fıkıh ilmine aittir.

Özetle, hırsıza bir özür şüphesi bırakmamak için her halde bir nisâbın da şart olduğu kesindir. Ancak bu nisâbın mikdarı üzerinde ictihatlar yapılmıştır. Ve fakihler nebevi sünnete bakarak bunun dörtte bir dinar ile bir dinar veya on dirhem arasında dönüp dolaştığında da ittifak etmişler, Şâfiî gibi kimisi en küçüğü, İmâm-ı Azam gibi kimisi de en büyüğü tercih etmişlerdir ki, şüpheden tamamen uzak olan da budur. Acaba on dirhemden fazla bir miktar kabulüne imkan yok mudur? Biz buna "vardır" cevabını vermek istiyoruz ve nisâb miktarının, bu iki sınır arasında dönüp dolaştığında ittifak edilmiş olduğuna kâni değiliz. Mademki mikdarın asıl meselesi üzerinde ictihatlar yapılmıştır .Ve madem ki bu konuda şüphe meselesinin büyük bir önemi vardır. O halde bunun ictihada ait mahiyetini muhafaza eden bir zaman meselesi olduğunu kabul etmek gerekir. Eğer böyle olmasaydı müctehidlere en çok ve en az fikirlerini veren misaller, haberler sabit olmazdı. Bir dinar, bir miskal altın demektir ki, o zaman ondört kırat olan vezn-i sebi (yedi dinar = on dirhem) dirhemiyle on dirhem gümüş, kıymetçe buna eşit idi. On iki dirhem sayıldığı da varsa da bu daha küçük bir dirhem ölçüsüdür. Ve buna göre dörtte bir dinara üç dirhem denir. Nitekim bugün bizde meşhur olan onaltı kıratlık dirhem ile sekiz dirhem on iki kırat tutar ki, mecidiyeden biraz fazladır. Demek ki o zamanlar altın-gümüş farkı ortalama olarak bir on, şimdi ise biz görüyoruz ki bu fark beş altı misli artmıştır. Bir miskal altın sekiz on dirhem değil, kırk elli dirhem gümüş karşılığına çıkmıştır. Altın gümüş farkı böyle olduğu gibi, eşya ile nukut (paralar) arasında da bu farklılık açıktır. Bir zaman bir miskal altına eşit olup şüphe-i ıztırârı kaldıran on dirhem gümüş, bugün için o zamanın üç dirhem gümüşünden daha aşağı bir kıymette bulunduğunda şüphe olmadığı gibi, bugünün bir miskal altını da böyledir. Şu halde nisab miktarı, şüphe-i ıztırarın defedilmesi açısından zamanın değişmesiyle değişir.

Bu örneklerden istifade ile zamanımıza göre şüpheye yer bırakmayacak şekilde bir mikdar tayini caiz ve hatta lazımdır. Çünkü: "Kim açlıktan daralır, günaha istekle yönelmeden bunlardan yemek zorunda kalırsa ona günah yoktur" (Mâide, 5/3) âyetinin hükmünün şer'î cezada da geçerli olduğunda söz olmadığı gibi, bunun şüphesinin de geçerli olduğunda şüphe yoktur. Ve işte nisab miktarı o günahı ve ona karşı ceza ve nekâli haketmeyi tayin edecek olan bir ölçüdür.

Ey müminler hırsız erkek ve hırsız kadının da, yani şüphe ve mazeretten âzâde olarak hırsızlığı açığa çıkan gerek erkek ve gerek kadın hırsızların da kazandıkları işe bir ceza, Allah'tan bir nekâl, yani bir daha yapmamaları için hakkıyle bir bağ, bir tuşak, bir kelepçe olmak üzere ellerini kesiniz. İbnü Mesud mushafında olduğundan dolayı, önce sağ elini, tekrar ederse sol elini de kesiniz. Çünkü Allah hem azîz (üstün), hem hakîm (hikmet sahibi)dir. Emrine karşı gelinmez, hükmünü hikmetle verir. "Hak" O'nun yüksek himayesinde, ceza O'nun hikmeti cümlesindendir. Zulüm ve bozgunculuğa razı olmayan, hayır ve hakka çalışmak için el ve kudret ihsan eden; Allah'dan gereğince korkmayı, vesile aramayı, mücahedeyi emreden; fakirleri korumak, sıkıntılı olanları gözetmek, düşkünlere yardım etmek için bu kadar âyetler ve hükümler indiren; infak, zekat, sadakalar, yardımlaşma hükümleriyle gücü olanlara vazifeler farz kılan, zenginlerin mallarından dilencilere, düşkünlere belli bir hak veren Allah Teâlâ'nın bu emirlerini, bu hükümlerini icra ve tatbik eden müslüman, sosyal toplumu içinde Allah'tan korkmayarak, Allah'a yaklaşmak için güzel vesileler dileğinde bulunmayarak ve Allah yolunda mücahede etmek için nefsinin, şehvetinin isteklerine sabredemeyerek başkasının hukukuna gizlice el uzatmak kendisinin ne hakkı, ne de hakkı olduğu şüphesi bulunmayan bir malı Allah görmüyormuş gibi çalmaya kalkışmak elbette Allah'ın izzetine bir tecavüz ve gizliden gizliye bir harptir. Ve böyle bir elin cezası da kesilmektir. Şu halde suç ile ceza arasında denklik yok zannedilmesin. Zira bu ceza yalnız malın karşılığı değil, gizli bir hainlik ve Allah'ın izzetine bir tecavüz olan hırsızlık fiilinin cezasıdır. Bu el kendini ateşe sokmuş veya kılıca uzatmıştır. Bu, gerek ona ve gerek ona uyup azacak olanlara Allah tarafından öyle sabit bir kelepçedir. Bununla hem hırsız fesad (bozgunculuk)tan temizlenir, hem de diğerleri. Sonra Allah Teâlâ'nın izzetine bu şekilde tecavüz edenleri bu cezaya layık kılması ve böyle devamlı bir kelepçeye koyup haddini bildirmesi yalnız bir kızgınlık eseri değil, sırf hikmettir. Bu ceza tatbik edilen sosyal toplumda hırsızlığın kökü kesilir. Kesilmeye layık el bulunmaz olur. O şart ile ki, hakkıyle tatbik edilsin ve her şüpheden sâlim olarak tatbik edilsin de hiçbir haksızlığa meydan verilmesin. Aksi halde Allah'ın izzet ve hikmeti de ters şekilde ortaya çıkar. Haksız yere bir mal çalan elin cezası kesilmek olursa, haksız yere bir el çalan ellerin cezasının ne olması lazım geleceği tasavvur olunsun!

39- Yani hırsızlık yapıp kendi elinin kesilmesine sebep olarak kendine zulmetmiş olan hırsız erkek veya hırsız kadından herhangi birisi eli kesildikten sonra tevbe edip hâlini düzeltirse Allah affedici ve merhametli olduğu için tevbesini -her halde- kabul eder. Ve ahirette ona başka azab yapmaz, rahmet ve mağfiret eder. Şu halde eli kesilmiş ve tevbekâr olmuş olanlara daha önce hırsızlık etmiş diye kötü gözle bakmamalı, acıyıp yardımda bulunmalıdır.

Bu tevbe, cezanın tatbikinden önce olursa ceza düşer mi, düşmez mi? Çoğunluk ve Hanefiler, "mal sahibi affetmedikçe olmaz", İmam Şâfiî ise, bir görüşünde "olur" demiştir. Gerçekte zulümden maksat nefsine değil, başkasına olan hırsızlık olduğu takdirde bu âyet, bunu ifade etmiş olacağı ve yukardaki büyük hırsızlık erbabının tevbeleri meselesi de bir itibar ile bunu teyit edeceği için, biz de bu mânâyı tercih edeceğiz. Ancak bu şekilde "durumunu düzeltirse" şartı gereğince iyi hâlinin ortaya çıkması için tâziren (şer'î bir had cezası dışında) uygun bir müddet hapis ve çalınan mal yok edilmiş ise ödetilmesi lazım geleceğinden gaflet edilmemelidir. Had (el kesme) cezası icra edildiği takdirde ise "yaptıklarına ceza olarak" ifadesinin delaletince, fiilin tam cezası verilmiş ve "haketme" de kazanma mânâsında dahil bulunmuş olacağından ödenmesi lazım gelmez. Fakat aynen mevcut ise geriye alınır. Çünkü kazanılmış değildir.

Şimdi bu hükümler ve Allah'ın emirlerinin şiddeti ve insanlık âleminde bu gibi cezaları haketmiş fesad erbabının varlığı âlemlere rahmet olan Resulullah'ın kalbinde bir korku ve hayrete, bir hüzün ve üzülmeye yol açabileceğinden, bunu yasaklamakla adalet hükümlerinin yerine getirilmesine sevketmek için buyuruluyor ki:

Ey Muhammed!

40-NÜZUL SEBEBİ: Ebu Hureyre, Berâ b. Âzib, İbnü Abbas ve daha birçoklarından gelen rivayetlerin özetine göre Tevrat'ta İsrailoğulları'ndan zina edenlere recm (taşlanmak suretiyle öldürülme) emredilmişti ve bunu tatbik ediyorlardı. Nihayet bir gün büyüklerinden birisi zina etmiş, recm için toplanmışlar, fakat ileri gelen seçkinler ve memleketin saygın kişileri kalkmışlar, yasaklamışlar. Sonra zayıflardan birisi zina etmiş, bunu recm etmek için toplanmışlar. Bu defa da düşkünler gürûhu kalkmış, "Arkadaşınızı recm etmedikçe bunu da etmeyin, ikisini de recm edin" demişler. Bunun üzerine, " mesele zorlaştı, geliniz bir çaresine bakalım" demişler. Recmi bırakıp tahmime karar vermişler ki, yünden örülmüş, zifte bulanmış bir kamçı ile kırk kamçı vururlar, yüzünü karalarlar, ters yüzüne bir eşeğe bindirip dolaştırır teşhir ederlermiş. Peygamberimiz Medine'ye şeref verinceye kadar böyle yapıyorlarmış. Berâ b. Âzib (r.a.) den rivayet edildiği üzere birgün Resulullah Medine'de böyle bir yahudinin dolaştırıldığına bizzat rastlamış, âlimlerinden birini çağırmış, "Sizde zina eden kimsenin cezası böyle midir?" diye sormuş, "evet" demiş. "Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah için söyle, kitabınızda zina edenin cezasını böyle mi buluyorsunuz?" deyince, "Böyle yemin vermeseydin söylemezdim, doğrusu recimdir" demiş ve kıssayı nakletmiştir. Sonra yahudi ileri gelenlerinden Yüsre adında bir kadın Hayber ileri gelenlerinden bir yahudi ile zina yapmış, tutmuşlar, Kureyza oğullarından bir takımlarını Resulullah'a göndermişler, "Sorunuz bakalım zina hakkında ona indirilen hüküm nedir? Korkarız ki bizi rüsvay eder, şayet celd (deynekle vurma cezası) derse tutunuz, recim (taşlamayla öldürme cezası) derse sakınınız" demişler. Gelmişler, sormuşlar. Ebu Hureyre (r.a.)'ın rivayetine göre: "Şu adam ihsanından (namuslu yaşamasından) sonra namuslu bir kadın ile zina etti, seni hakem yapıyoruz, hüküm ver" demişler. Bunun üzerine Peygamberimiz kalkmış yahudilerin dershanelerine gitmiş, "Ey yahudi toplumu, bana en bilgininizi çıkarınız" buyurmuş, onlar da Abdullah b. Sûriya'yı çıkarmışlar, Kureyza oğullarından bazılarının rivayetine göre o gün İbnü Sûriya ile beraber Ebu Yasir b. Ahtab'ı ve Vehb b. Yehûdâ'yı da çıkarmışlar ve "İşte bunlar bizim bilginlerimiz" demişler. Resulullah biraz konuşmuş, nihayet "Kalanlar içinde Tevrat'ı en iyi bilen budur" diye İbnü Sûriya'yı göstermişlerdir ki, henüz genç ve yaşça diğerlerinden küçük ve tek gözlü imiş, Resulullah bununla tenha kalmış ve meseleyi açmış, "Ey İbnü Sûriya Allah'a ve Allah'ın İsrailoğulları'na olan nimetlerine ant vererek söylüyorum. Namuslu hayatından sonra zina eden kimse hakkında Allah'ın Tevrat'ta recm ile hükmettiğini bilmiyor musun?" buyurmuş, o da: "Allah için evet, ey Kasım'ın babası (Muhammed)! Bunlar senin Allah tarafından gönderilmiş bir peygamber olduğunu kesin bir şekilde bilirler ve fakat haset ediyor (kıskanıyor) lar" demiş. Resulullah da oradan çıkmış, gelip hükmünü vermiş, zina eden erkek ve zina eden kadının ikisinin de recmini emretmiş. Beni Osman b. Galip, b. Neccâr mescidinin kapısı önünde recmedilmişler. Fakat İbnü Sûriya böyle dediği halde, sonradan düşük karekterli yahudilerin saldırısıyle inkâr etmiş ve işte âyeti ve tahrif olayı bunları hatırlatarak nazil olmuştur. Bir de İkrime ve Katâde ve daha bazılarının rivayetine göre Beni Nadir yahudileri Beni Kureyza'dan daha haysiyetli ve şerefli imiş. Bunun için Beni Kureyza'dan biri Beni Nadir'den birini öldürürse öldürülür. Fakat Beni Kureyza'dan birini öldürürse yüz vesak (1 vesak = 200 kg) hurma diyet alınırmış. İbnü Zeyd'in rivayetine göre Huyey b. Ahtebî, Nadir'li için iki diyet, Kureyzalı için bir diyet hükmedermiş. Sonra Benî Nadir'den biri, Beni Kureyza'dan birini öldürmüş, Beni Kureyza da Peygamberimizin hükmüne müracaat etmişler. Buna işaret olarak inmiştir. Hasılı bu âyetler müslüman olmayanların, İslâmın hükmüne müracaatı hakkında nazil olmuştur. Ve bu arada onların ahlâkı ve müracaattan maksatları da bildirilmiştir. Fakat bu âyetlerin siyakında zinaya dair açıklık bulunmadığına göre asıl nüzul sebebi olan hadise ikinci rivayet dolayısıyla bir öldürme olayı olmak üzere daha uygun görünüyor. Bundan dolayı önceki olay nüzul sebebi olmaktan çok âyetin istidrâd (bir konudan diğerine geçme) yoluyla işaret ettiği geçmiş olaylar cümlesinden olabilir. Bir de İbnü Atıyye, doğru rivayete göre recm meselesini asıl meydana koyup yahudi bilginlerini rüsvay edenin Abdullah b. Selâm olduğunu söylemiştir.

41- "Ey peygamber!" Peygamberlik ünvanıyla nidâ, şân yükseltmek ve kalbi takviye etmek suretiyle vazife yapmaya sevketmek ve "küfre koşanlar seni üzmesin" tecellisine güzelce hazırlamak içindir. Zira inkâra koşanlar seni üzmesin, demek, görünüşte kâfirleri Peygamber'i üzecek hareketlerden yasaklamakla beraber, gerçekte: "Sen bunlardan dolayı üzülme" diye Peygamber'i yasaklamadır. Hüzün ise insanın elinde olmayan hareketlerden olduğu için, bundan maksat, yasaklama değil, teselli etmek ve üzüntüyü gidermektir. Ve bunda adaleti ve hakkı tanımayanlara karşı gerçeği anlatmak ve hüküm icra etmenin -âdet olarak- üzülmeye sebep olduğuna da işaret vardır. "gerek ağızlarıyla "inandık" deyip, kalpleri ile inanmamış olanlardan ve gerekse yahudilerden (olsun)" Bu ifade küfre koşanları açıklamaktır. Yani bunlar ağızlarıyla "biz inandık" diyen ve fakat kalblerinde iman olmayan münafıklarla yahudilerden imiş. Hüküm, nüzul sebebine ve sayılı şahıslara tahsis edilmiş olmayıp âmm (genel) olmak için belirli vasıflarıyla tarif olunarak buyuruluyor ki, bunlar:

1- dirler, yani pek çok yalan dinleyicidirler. Doğru söz bunların hoşuna gitmez, onu dinlemekten içleri sıkılır, fakat yalana gelince seve seve dinlerler, memnun olurlar. Yalanlar, romanlar, masallar, propagandalar, uydurmalar, iftiralar, ara bozuculuk, yağcılık bunların çok hoşlanarak dinledikleri şeylerdir. Ve bu hal onlarda bir alışkanlık olmuştur. Bunun için daima yalancılara mahkum olurlar. Bundan dolayı,

2- dirler. Yani sana gelmeyen ve geriden geriye insanları, şaşırtıp yanlış iş yaptıran diğer bir kavmi dinlerler ki asıl küfrün, yalanın kaynağı bunlardır. Bunlar öyle bozgunculuk yaparlar ki yerli yerine mahallesine konduktan sonra hak kelimeleri bozarlar, asli yerlerinden çıkarırlar. Güya bunlara göre söz doğruyu anlatmak, doğruyu ve gerçeği açıklamak için değil; hakikati örtmek, aldatmak için konulmuştur. Kendileri hep eğri söyledikten başka belli ve açık sözleri hatta ilâhî kelâm ve kitapları da bozarlar. Baksanıza recm âyetine ne yaptılar!

Bu gelmeyenlerin Fedek yahudileri oldukları da söylenmiştir. Bu fıkra bunların yalnız içerde, perde arkasında tahrik yapanlarına mahsus olmayıp siyasî durumlarına ve yabancı telkinlerine tâbi bulunduklarına da işareti içermektedir. Yani küfre koşanlar en çok yabancı telkinlerine kulak verenlerdir.

Böyle perde arkasından kelâm bozarak ve niyetine hile katarak yalan dinleyicileri tahrik edenler sana ve senin mahkemene gelenlere şöyle hüküm verilirse tutun, verilmezse sakın yanaşmayın, derler, küfür telkin ederler. O yalan dinleyiciler de bunlara aldanır küfre koşarlar. Ve her kim ki, Allah onun fitneye düşmesini isterse, artık sen onun için Allah'tan hiçbir şey kurtarmaya sahip olamazsın. Şu halde bunlar seni üzmesin. Çünkü, bunlar öyle kimselerdir ki, Allah bunların kalblerinin temizlenmesini istememiştir. Kalblerini bu şekilde bozmuş ve mühürlemiştir. Şüphe yok ki Allah bu kalblerin de temizlenmesini isteseydi, bunların da kurtulması mümkün olurdu, fakat istememiştir,. Bunu "Niçin istememiştir?" denemez. Zira Allah'ın iradesi illet (sebeb) lerin başlangıcıdır. (Bu sûrenin başına ve Bakara sûresinin 6.âyetinin tefsirine bkz.) Bu her iki kısımın hakkı dir. Yani, onlar için dünyada bir rezillik yine onlar için ahirette büyük bir azab vardır. Bunlar,

42- yalan dinleyici, haram yiyicidirler. Rüşvet alırlar, yalan olduğunu bildikleri bir davayı dinler hükmederler veya ettirmeye çalışırlar. Basit bir menfaat için yalanı yağlarlar, arabozuculuk ve kandırma peşinde koşarlar, rüşvetle bile bile yalancı şahit dinlerler, yalan yere şahitlik ederler, para alır haksızların, yalancıların yalanını yayınlarlar, yalanlar uydurup para çekerler.

SUHT, (sin)in zammı (ötrüsü) ve "" (hâ)nın sükûniyle ve İbnü Kesir, Kısâi, Ebu Cafer ve Yakûb kırâetlerinde "" (hâ)nın zammı (ötrüsü) ile şeklinde, haram mal demektir ki, bir şeyin kökünü kazımak mânâsına "saht" ten alınmıştır. Haram da bereketi olmadığı ve ev bark yıktığı için "suht" diye isimlendirilmiştir. Bir hadis-i şerifte "Haramın bitirdiği her ete en layık olan şey ateştir" diye rivayet edilmiştir. Suht, her türlü haramı içine alır. Bununla beraber çoğunlukla sahibinin gizlemek zorunluluğunu duyduğu bir ayıp, bir âr olan, basit ve alçak menfaatlerde kullanılır. Nitekim Hz. Ömer, Osman, Ali, İbnü Abbas, Ebu Hureyre ve Mücahid'ten rivayet olarak suht, " rüşvet, fahişenin aldığı ücret, erkek hayvanın dölü karşılığı alınan ücret, şarap parası, kendi kendine ölmüş hayvan satışından alınan para, kâhine verilen ücret, masiyet için verilen ücret diye açıklama yapılmıştır. Bazıları bunlara biraz daha eklemiş, bazıları da çıkarmıştır. İbnü Mes'ud hediye-i şefaat (aracılık hediyesin)i de açıkça ifade etmiştir.

Şimdi ey Muhammed, bunlar sana hükmün vermen için gelirlerse, dilersen duruşmalarına bak, aralarında hüküm ver, tartışmayı kes; dilersen bakma, yüzünü çevir, kendi kendilerine ne halleri varsa görsünler, yani serbestsin. Şayet sen onlardan yüz çevirirsen, sana hiç bir zarar veremezler. Ve eğer hüküm verirsen, aralarında adaletli ve ölçülü hükmet, . Allah adalet yapanları elbette sever. Atâ, Nehâvî, Şa'bî, Katâde, İbnü Cerir, Esamm, Ebu Müslim, Ebu Sevr demişlerdir ki, "Müslüman hakimler için de bu ihtiyar (serbestlik) hükmü bâkidir, dilerlerse hükmederler, dilerlerse vazgeçerler." Fakat İbnü Abbas, Mücahid, İkrime, Hasen, Atâ-i Horasânî, Ömer b. Abdilaziz ve Zühri, "Bu serbestlik hükmü, gelecek olan 'aralarında Allah'ın indirdiğiyle hükmet' emriyle kaldırılmıştır. Şu halde baş vurdukları zaman bunları kendi hakimlerine göndermek caiz değildir." demişlerdi. Halbuki bir iki noktada daha nesh sözü geçmiş idi. Hanefi âlimleri de hüküm vermeyi reddetmenin caiz olmadığını söylemişlerdir. Bu cümleden olarak İmam Şâfiî ehl-i zimmet (müslüman devletin gayr-i müslim tebeası) duruşma istedikleri zaman, müslüman hakimlerine hüküm vermek vacibtir. Fakat müslümanlarla bir müddete kadar anlaşmış olan taraflar arasında hüküm vermek vacib değil, muhayyer (serbest)dir demiştir. Serbest bırakma hükmü bir tarafın başvurusu, vücûb hükmü de iki tarafın rızalarıyla müracaatları haline yorumlanırsa neshe ihtiyaç kalmaksızın yardım ve arabuluculuk mümkün görünür.

Şimdi bunların hakeme başvurmaları fikri doğruluktan ve iyi niyetten doğmayıp, sırf arzularına bir çare aramak maksadıyla olduğunu beyan etmek için buyuruluyor ki:

43- Yanlarında Tevrat, Tevrat'ta Allah'ın hükmü varken onlar seni nasıl tahkim ediyorlar, ne diye hakem yapıyorlar? Sonra da nasıl dönüyorlar? Hiç şüphe yok ki, Allah'ın hükmüne ve kendilerinin iman iddia ettikleri Kitab'a imanları yok da ondan. O halde bunlar asla mümin değillerdir. Ne Tevrat'a iman ederler, ne Kur'ân'a; ancak arzuları, şehvetleri arkasında koşarlar. Bunun için sen bunların küfre koşmalarından dolayı üzülme.

44-İyi amma, Tevrat ile hâlâ amel caiz olabilir mi? Bazı şartlar altında evet. Çünkü hiç şüphesiz biz, Tevrat'ı bir hidayet ve nuru içeren bir kitap olarak indirdik. Bütün müslüman olan, dinleri Allah'a teslim ve uymaktan ibaret bulunan peygamberler bununla yahudiler hakkında hükmederler. Peygamberlerin "İslâm" ile vasıflandırılmaları, İslâmın şerefini ortaya çıkarmak için genel bir övgü sıfatıdır ki, nebiler içinde "Allah katında muhakkak ki din İslâmdır" . (Al-i İmran, 3/19) âyetinde anlatılmış olan İslâmı din edinmedik hiçbir fert bulunmadığına işaretle yahudilere tariz (taşlamay)i ifade eder. Kelâmın zahiri, bütün peygamberleri içine alır ki, "Hangisi olsa yahudiler hakkında bununla hükmeder, dolayısıyla "Muhammed de.." demek olur. Bununla beraber bu hükmün yahudiler hakkında olması karinesiyle maksad, Musa'dan İsa'ya kadar olan peygamberlerdir denilmiş. Bazıları da den maksadı, İbrahim dini üzere olan peygamberlerdir, demişler. İkrime: "Muhammed (s.a.v.) ve ondan önceki peygamberler" diye belirtmiş; Hasen ve Süddî de: "Yahudilere hükmü yönüyle, özellikle Muhammed Aleyhisselâm kastedilmiştir" demişler. Çünkü kelamın sevkedilişinin aslı, Muhammed Aleyhisselâm'a ait olan hükmü isbat etmektir. Şu halde mânânın özeti, yahudilere hakem olma durumunda bulunan her peygamber, bununla onlara hükmeder. Şu halde Muhammed aleyhisselâm da.. Bunlardan başka bütün kendini Tanrıya adamış zâhitler ve yüksek âlimler de. "Rabbânî " ve "Rabbî" kelimelerinin mânâsı Âl-i İmran sûresinde "Nice peygamber var ki, kendileriyle beraber birçok erenler çarpıştılar" (Âl-i İmran, 3/146) âyetinde geçmiş idi ki, İbnü Abbas'dan rivayete göre, "Rabbânî, insanlar üzerinde ilim ile siyaset icra eden ve büyük ilimden önce küçük bilgiler ile terbiye eden" ilim ve iyilik erbabı demek oluyordu." Ahbar" da "" (hâ)nın kesri ve fethiyle kelimesinin çoğuludur ki "tahbir " ve "tahsin" mânâsına "hıbr" kelimesinden alınmış ve "mürekkeb" demek olan "hıbr" ile de ilgili olarak ilm-i tahbir, yani tahriren (yazarak) veya takriren (anlatarak) güzelleştirme, süsleme ve yazarak tesbit ve devam ettirmeye çalışan yahut güzel kalem sahibi olan yüksek âlimler demektir. Esasında bu mânâ ile yahudi âlimlerine "ahbâr" denilmiştir. Fakat burada maksad, doğru ve tam mânâsıyla bilginler olan yahudi fakihleridir. Zemahşeri der ki: "Rabbâniyyun ve ahbar, Harun Aleyhisselâm'ın evlatlarından peygamberlerin yolunu benimseyen zâhidler ve âlimlerdir."

Özetle yalnız peygamberler değil, varisleri olan hakiki zâhitler ve âlimler, imamlar ve fakihler de bununla hükmederler. Çünkü bu peygamberler, zâhidler ve bilginler Allah'ın kitabını, hakikaten Allah'ın kitabından olanı korumakla görevlendirilmiş ve bunun üzerine şahit olmuş bulunduklarından, bu sebep ve bu haysiyetle öyle hükmederler. Ki bu koruma iki şekildedir: Birincisi kalblerinde hissetmek ve dilleriyle öğretmek, eğitmek ve beyan etmek. Diğeri de hükümlerine uyup, gereğince amel ederek korumaktır. Şu halde insanlardan korkmayın, benden korkun, benim âyetlerimi az bir değere satmayın. Çünkü her kim Allah'ın indirdiği kitap ile hükmetmez, onun hakimiyetini tanımazsa, işte bunlar o kâfirlerdir. Ki bunlar için elem verici azab, devamlı azab vardır .Bunlar ateşten çıkmak isteseler de çıkamazlar.

45-46-Biz Tevrat'ı indirdik ve onda bu yahudilerin üzerine şöyle yazdık, şöyle farz kıldık ki elbette cana can, göze göz, buruna burun, kulağa kulak, dişe diş ve seviyelerine göre yaralar birbirine kısastır. Yahut can cana karşılıktır, göz göze karşılıktır, burun buruna karşılıktır, kulak kulağa karşılıktır, diş dişe karşılıktır ve benzerleri bunlar gibi benzeyişleri mümkün olan yaralar birbirine kısastır. Kisâî kırâetinde hepsi ref' ile okunmuştur ki, her biri birer cümle olarak cümlesine mânâ cihetiyle bağlanmakla, "şunu da yazdık, şunu da, şunu da "diye fiilinin mef'ûlü olur. İbnü Kesir, Ebu Amr, İbnü Amir kırâetlerinde ref (ötrü) ile okunur ki, tafsilat verdikten sonra hükmün genellemesi ve özeti olur. Nâfi, Âsım, Hamze kırâetlerinde ise hepsi "nefse" atfedilerek mensub (üstünlü) okunur ve "kısâs" hepsinin haberi olabilir. Gösterdiğimiz iki meâl bunları hatırlatmaktır. Bununla beraber hüküm değişmez. Yani yaşama hakkına bilerek zulmedilip haksız yere öldürülen insanın öldürülmesinden dolayı, öldürenin de tam hakkı bir candır. Yok edilen bir hakkın tam gereği de ayniyle ödenmektir. Bir can da bir cana tamamen eşit ve karşılıktır. Ve hayat hakkı eşittir. Şu halde öldürülenin hakkının esası, katilin canıyla kısas olunmaktır. Bir can yerine bir candan fazla almak veya noksan vermek haksızlıktır, zulümdür. Meğer ki hak sahibi noksanı almaya razı olsun. Aynı şekilde bir göz kör edenin tam borcu bir gözdür. Görme dereceleri isterse, eşit olmasın. Yaşama hakkı açısından bir göz de bir gözün dengidir. Şu halde gözü kör edenin tam borcu da nihayet gözünü verip kör olmaktır. Çünkü bir göz, bir gözün dengi, körlük körlüğün kısasıdır. Fazlası fazla, noksanı noksandır. Burun, kulak, diş.. hepsinde de aynı benzerlik geçerlidir. Ve bu ölçü üzere eşitlik ve benzeyişin korunması, kesinlikle mümkün olan her uzvun kesilmesidir. Her yaşamın kısası kendi dengidir. Bir ekleminden parmak veya el ve ayak veya dibinden zeker (erkeklik organı) ve ünseyeyn (iki husye = iki yumurtalık) kesilmek veya eti ezmeden veya kemiği kırmadan baş yarmak gibi denkliğin korunması mümkün olan yaralar aynı aynına takas olur. Fakat et parçalanmak, kemik kırılmak veya içe girmiş olmak gibi benzeme ve eşitliğin muhafazası mümkün olmayan veya ölüm tehlikesi bulunan yaralar böyle değildir. Kısas, tam dengi dengine karşılama ve takas demek olduğundan, denklik bulunmayan veya denkliğin korunamaması ihtimali bulunan yaralamalara kısas yapılamaz. Şu halde bunlar tam mânâsıyla ödenemeyip zaruri olarak tam makul bir dengi olmayan maliyet itibariyle, yani erş (sakatlanan bir uzuv için yaralayandan alınan şer'i diyet, kan parası) veya hükümet-i adl (bilirkişinin tayin edeceği tazminat) ile ödetilebilir. Kısas, tam bir ödetme olduğu için bunda kul haklarının alınması dolayısıyla, Allah'ın hakkı ve umûmun hakkı da ödetilmiş olur. Ve başka hiçbir ceza gerekmez. Fakat kısas edilemeyince başka şekilde ödetilme eksik demek olacağından erş (şer'î diyet) ile tazminattan başka tazir olarak bir ceza haketmesi ortadan kalkmaz.

Sonra şunu da unutmamak gerekir ki, kısas, şeriat sahibine göre yerine getirilmesi öncelikle ve bizzat kastedilmiş olmak üzere meşrû kılınmış bir hüküm değil; tecavüz edilen, yok edilen bir hakkın gereği olmak ve hayat (yaşama) hakkının masûniyet (dokunulmazlığ)ini temin etmek için meşrû kılınmıştır. Yani cana can, göze göz yazılmak, can almak, göz çıkarmak için değil; cana dokundurmamak, göz çıkartmamak içindir. Şu halde:

Her kim kısas hakkını tasadduk eder, affederse bu kendisine bir keffarettir. Yani kısas öncelikle bir kul hakkıdır. Bunun Allah'ın hukukundan bir görev, bir fariza olması, şahsi hukuk dolayısıyla gerçekleşir. Hak sahibi ise hakkının alınmasına da, düşmesine de sahiptir. O halde hak sahibi tarafından talep ve dava olunmadıkça kısas yapılamaz. Ancak istediği zaman yerine getirilmesi farz olursa da, bu talep kendisine farz değil, hatta affetmesi mendûbtur. Şeriatın sahibi Allah Teâlâ kısas istemeyi emretmek şöyle dursun, tersine affa teşvik etmek için tasadduk ve keffaret diye tabir etmiştir. Bu hakkını affeden, bütün günahlarının bağışlanmasına vesile olacak büyük bir sadaka yapmış olacaktır. Çünkü bu af, bir insana bir hayat kazandırmaktır. Buna da bütün insanları ihyâ etmiş kadar bir sevap vaad edilmiştir. Demek ki kısas, Allah katında icrası (yapılması) istenildiği için değil, "Sizin için kısasta hayat vardır. Ey akıl sahipleri, umulur ki gereğince sakınırsınız" (Bakara, 2/179) âyetinin delaleti üzere hayat hakkına zulüm ve tecavüz vahşetlerinden ve cinayetlerinden insan hayatını korumak için meşru kılınmıştır. Gerçi kısas da bir yok etmeyi içerir ve bir zarara zarar ile karşılık verme gibi anlaşılabilir. Fakat bu yok etme hakkı, hayatı kaldıran bir cinayet ve vahşeti yok etmektir. Bu ise hayat hakkının yaşaması demektir. Bunun için dünyada adalet ve eşitliğe kısastan daha büyük bir misal gösterilemez ve zaten kısasın mânâsı, eşitlik ve tam bir denklik demektir. Yaşama hakkını yok eden bir caninin yaşama hakkı olmadığını kendi gözüyle görmesi ne büyük bir adalet manzarasıdır. Sonra hak ve adaletin bu güçlü manzarası altında hayat hakkının kendi kazancıyla ortadan kalktığını gören bir kimseyi affedip de, kendisine yeniden bir hayat hakkı bağışlamada da öyle yüksek, öyle kutsal bir ihsan (iyilik yapma) manzarası vardır ki, insanlık âleminde bundan daha güzel, daha yüksek bir iyilik örneği gösterilemez, "Kim o kimseyi (hayatını kurtarmak sûretiyle) yaşatırsa, bütün insanları yaşatmış gibi olur". (Mâide, 5/32)

İşte bu ilâhî hüküm, bir tarafında böyle bir adalet manzarası, bir tarafında da böyle bir iyilik manzarası görülen bir hidayet ve nurdur. Yahudiler ise kitaplarında yazılan bu ilâhî hükümler ile de hükmetmez oldular. Ve her kimki Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse, işte bunlar da o zalimlerdir, o haksızlar güruhundan başka birşey değillerdir. Çünkü zulüm herhangi bir şeyin hakkını vermemek, onu Allah'ın tayin ettiği uygun olan yerinden başkasına koymaktır. Allah'ın hükmedilmek için indirdiği, bildirdiği, yazdırdığı hükümler ile hükmetmemek de önce Cenâb-ı Hakk'ın kanununun hakkını vermemektir. Bu da hiçbir şeyin hakkını vermemek, ya ifrat (çok ileri gitmek) veya tefrît (ihmal) etmektir. Zulmün zulüm, zalimin zalim olmasını tayin eden hükmün ve bu hükme ölçü olarak alınan delil de Allah Teâlâ'nın indirdiği hükümler ve hak kaidelerdir. Şu halde bununla hükmetmemek, zulüm ile adaleti, zalim ile mazlumu ve bunlar arasındaki doğruluk orantısını birbirinden ayırmamak ve seçmemektir. Zulüm ve zalimi ayırmayan, ayırmak istemeyen, Hakk ölçüsünü görmeyen ve görmek istemeyenler ise zalimlerin başlarıdırlar ve asıl zalim bunlardır. Ve bunlar Nadir oğulları ve Kureyza oğulları olaylarında olduğu gibi yahudilere yahudilik görevini tatbik etmeyen zalimler güruhundandırlar. Fakat şunu da bilmek gerekir ki, Allah'ın indirdiği hüküm, Tevrat'tan ve Tevrat'takilerden ibaret değildir. Tevrat'ı indirdikten başka bir de biz, o peygamberlerin izleri üzere arkalarından Meryemoğlu İsa'yı, önündeki Tevrat'ı tasdik edici olarak gönderdik. Şu halde Tevrat'ın hükmüyle amel, onun tasdiki ile şartlanmış olmak üzere bir daha teyit edildi. Bu şekilde İsa'yı gönderdik. Ona da İncil'i bir hidayet ve nuru içine almış, ve önündeki Tevrat'ı tasdik ve teyid edici, ve yeterince korunanlara bir hidayet ve öğüt olarak verdik.

47- İncil ehli de Allah'ın bunda indirdiği tasdik, hidayet ve öğüt ile hükmetsin. Hamze kırâetinde (lâm) ın esresi ve (mim)in fethasıyle şeklinde okunur ve mef'ûlün leh olmak üzere e atfolur ki," muttakilere hidayet ve öğüt olmak üzere ve İncil ehlinin bundaki tasdik, hidayet ve ilâhî öğüt ile hükmetmeleri için verdik" demektir. Demek ki İsa, geçmiş peygamberlerin izinde olmakla beraber, bağımsız bir şeriat ile gönderilmiş bir resuldür. Ve yahudilik bununla son bulmuş yani neshedilmiş (hükmü kaldırılmış)tir. Bundan böyle İsa ve İncil'in tasdikini düşünmeden Tevrat ile doğrudan doğruya ve genel olarak amel etmek caiz değildir. İsa ve İncil'i tanımayıp yahudilik iddia edenler, gerçekte kâfir ve zalimdirler. Fakat bunlar kendi dava ve inançlarına göre İncil hükümleri ile mutlak olarak sorumlu tutulamazlarsa da Tevrat hükümleriyle mutlaka yükümlü tutulurlar. Hâlâ mutlak amel edilmesi gerekli Allah'ın kitabı olduğuna imanın lüzümunu iddia eden yahudiler Tevrat ile hükmetmedikleri veya Tevrat gereğince aleyhlerine verilen hükme itiraz ettikleri takdirde kendi davalarını bozmuş, küfürlerini ve zulümlerini itiraf etmiş ve kendilerinin kendi nazarlarında da kâfir ve zalim olduklarını ispatlamış olurlar. Şu halde Tevrat ile yahudiler aleyhine hüküm ve yükümlülük böyle olduğu gibi hıristiyanlar hakkında da İncil böyledir. O halde İncil ehli, yani hıristiyanların hakkı da İncil ile mutlak, Tevrat ile de İncil'in tasdiki dairesinde mukayyed olarak hükmetmek ve bu şekilde verilen hükümleri kayıtsız şartsız kabul etmektir. Ve her kim Allah'ın indirdiği hükümlerle hükmetmezse işte bunlar da o fasıklardır. Yani Allah'ın hükmünden veya imandan çıkmış kimselerdir. Mesela Tevrat'taki kısas hükümlerinden sonra İncil'de mukabele bi'l-misil (yapılan muameleyi aynen tekrarlama suretiyle) yapmayıp her halde affetmeyi emreden bir hüküm nazil olmuş ise, İncil ehli kısas talep edememeli değil, fakat sabit olmasından sonra affetmelidir. Etmediği takdirde kendi nazarında da zarûri olarak fasıktır. Ya Allah'ın hükmüne iman ettiği halde, o hükümden dışarıya çıkmış isyan eden bir fasıktır. Veya o gün onu kalben de tanımamak veya küçümsemekle imandan çıkmış kâfir bir fasıktır, ve her iki halde fasık cezasına layıktır. Şu halde Tevrat'a uygun hükmü kabul etmeyen yahudiler, İncil'e uygun hükmü kabul etmeyen hıristiyanlar kendi görüşlerinde ve inançlarında da kâfir veya zalim veya fasıktırlar veya hepsidirler. Aynı şekilde bunlara benzeyenler de bunlar gibidirler. Küfürleri, ilâhî hükmü inkâr etmelerinden veya hakir görmelerinden; zulümleri, ölçüsü hak olan ilâhî hükmü atıp, başka hükümler ile hükmettiklerinden; fasıklıkları da hak hükümden çıktıklarından dolayıdır. Şu halde ya bu üç vasfın hepsi birliktedir veya her biri hükümden çekinmeye ilave olan bir hâle göre bağımsız sıfatlardandır.

48-Tevrat ve İncil böyle. Fakat Allah'ın inzal ettiği bunlardan ibaret de değil. Ey Muhammed asıl kitabı, o kâmil kitap olan Kur'ân'ı da hakkıyla hakka yakın olarak yani hakkın mânâsı, hakkın vasıtası, hak inzal ile sana indirdik, kitap cinsinden, Allah katından indirilmiş kitaplar cümlesinden önünde bulunanı tasdik edici, ve onun üzerine müheymin, yani diğer kitaplar üzerine emin bir nezaretçi ve şahit, kontrolcü ve hâkim olmak üzere hakkıyle indirdik. Ki bu kitap hem müheymin (koruyucu) olan Allah Teâlâ'nın bizzat muhafazası altında olarak bozulma ve tahriften masun (dokunulmaz olarak) kalacak. Hem diğer kitapların amel edilmesi gerekli olarak içermiş oldukları doğru hükümleri kaybolma ve bozulmadan koruyacak, şâhitliğiyle hakikatleri düzeltecek ve bozukları iptal edecek ve bunun tasdikinden geçmeyen yahut buna aykırı olan diğer kitaplar ve geçmiş şeriatlerin hükümleriyle amel etmek caiz olmayacaktır. Bu kitap onlar üzerinde tasdik ve teyidine başvuruda bulunulacak emin bir merci, bir koruyucu ve murâkıb, bir hak şahid olacaktır .Ve artık Tevrat veya İncil ile hükmün mutlak olması da bununla mukayyed bulunacaktır.

MÜHEYMİN kelimesi, "heymene"den ism-i fâil olarak bir şey üzerine râkıb (gözetici) ve hafız (koruyucu) olan şahit ve emîn (inanılan) demektir. Diyorlar ki, bu vezinde dan, yani bu beş kelimeden başka kelime yoktur. Bazı lugatçılar bunun yerine ; yerine kabilinden olarak korkudan emin kılmak mânâsına den bir ism-i fâil olduğuna kâni olmuşlar ise de anılan benzerler mevcut iken, böyle bir tasavvurun gereksiz bir zorlama olduğu açıklanmıştır. İbnü Kuteybe bunun lafzının in ism-i tasğiri (küçültme ismi) zannetmiş ise de Ebu'l-Abbas Müberred bundan sakındırmıştır. Çünkü "müheymin" Allah'ın isimlerindendir de.

Şu halde sen, onlar, o sana gelenler arasında her kim olursa olsun Allah'ın hak ile indirdiği Kitap ile hükmet, sana gelen haktan saparak onların isteklerine, eğri arzularına uyma. Zira arzulara uyulmamak için sizden her birine yani siz İslâm ümmetinden yahut siz ümmetlerden her birinize, biz bir şir'a, hak maksûda götürür özel birer yol ve bir minhâc, yani bütün o yolları içine alan umûmî bir cadde, açık bir yol tayin ettik.

ŞİR'A, ŞERİA, MEŞRAA, asıl lugatta bir ırmak veya herhangi bir su kaynağından su içmek veya almak için gidilen yol demektir. Bunda insanların ebedî hayata ve gerçek saadete ermesi için Allah Teâlâ'nın koyup teklif ettiği özel hükümlere ve doğru yola istiâre yoluyla isim verilmiştir ki din demektir. Ya kapalı bir şeyi yarıp açmak, beyan ve açıklamak mânâsına "şeraa" masdarından veya bir şeye girmek mânâsına "şuru' "dan alınmıştır. Birincisi şâria (yol göstericiye), ikincisi sâlike (yola girene) göre münasebeti demek olur.

Minhâc da, vâzıh, açık yol demektir. Şir'a Fransızca "procede", minhâc da "methode" kelimeleriyle terceme olunabilir. Bazıları şir'a ile minhâcın bir mânâdan ibaret olup tekit için tekrar edildiğine ve her ikisinden de maksadın "din" demek olduğuna kâni olmuşlardır. Diğerleri ise aralarını ayırmışlar ve demişler ki, şir'a mutlak şeriatten, tarikat da mekârim-i şeriat (şeriâtın kıymetleri)ten ibarettir. Minhâcdan maksad budur. Şu halde şeriat önce, tarikat sonradır demişler. Müberred, "şir'a tarikın (yolun) başlangıcı, minhâc da devamlı tarik (yol)tir" demiştir. İbnü Enbârî de, şir'a o tariktir ki, bazan açık ve bazan kapalı olabilir; minhâc ise her halde açık olur, demiştir. Gerçek budur ki, âyette şir'a ve minhâc bir mânâdan ibaret değildir. Şir'a, zamanların ve zeminlerin, ahvâl (durumlar)in değişmesiyle değişebilen dinin fürûu (dalları); minhâc da daima sabit, açık ve devamlı olan dinin asıllarıdır ki, şir'a bunun şubeleri ve çeşitleri demektir. Her milletin mensub olduğu peygambere indirilen özel hükümler birer şir'a; Allah'a, peygamberlere, ahirete iman gibi bunların hepsinin müşterek ve birlik oldukları usul (asıllar) da minhâcdır. Bu iki durum dolayısıyladır ki bazen peygamber ve şeriatların ihtilaf noktasını, bazan da, "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat (hukuk düzeni) yaptı. Şöyle ki: Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin" (Şûrâ, 42/13) âyeti gibi ittifak noktasını gösteren âyetler görürüz. Nitekim burada da önce birbirlerinin izlerinden gönderilen peygamberlerin ve kitapların sonrakileri öndekilerini tasdik ettikleri, ikinci olarak bu devamlılık ve tasdik içinde şerîatların ve ümmetlerin çeşitli oldukları açıklanmıştır. Bunun birisi "Peygamberlerden hiç birinin arasını ayırmayız" (Bakara, 2/285), birisi de, "Biz, peygamberlerden kimini kiminden üstün kıldık" (Bakara, 2/253) âyeti dolayısıyladır. İncil'in, önündeki Tevrat'ı; Kur'ân'ın, önündeki Tevrat, İncil, bütün kitap cinsini tasdik edici ve birini diğerinden derecelerine göre temâyüz edici olarak indiklerini açıkladıktan sonra, bu âyet bize gösteriyor ki, geçmiş ve şimdiki ümmetlerden çeşitli ümmetlere, nefsani arzularına uymamaları için önce hallerine münasip birer şir'a ve minhâc verilmiştir. Mesela Hz. Musa'dan İsa'nın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası Tevrat'ta ve İsa'nın gönderilmesinden Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesine kadar olan ümmetin şir'ası İncil'de, Muhammed Aleyhiselâm'ın gönderilmesinden itibaren mevcut olan ümmetin şir'ası da Kur'ân'dadır. Ve bütün bu şir'aların birlik ve sona erici oldukları bir küllî minhacı (yolu) vardır ki, bunda hepsi müşterektir ve bu Kur'ân'dadır. Bu şekilde Kur'ân, İslâm dini, Muhammed'e ait şeriat, her kitabın, her şeriatın esasını ihtiva eden ve mevcut olan her ümmetin hareketlerine hakim ve rehber olacak şir'asını toplayıcı olan bir hak yoldur. "O, kiminizi kiminizden derecelerle üstün kıldı". (En'âm, 6/165). Şu halde hükmün, herkesin keyfine ve arzusuna uymakla değil, Allah'ın indirdiği şir'a ve minhâc ile olması vaciptir. Mademki Allah çeşitli zamanlarda, çeşitli ümmetlere bir istifâ (seçim) ve gelişme silsilesi ile birer şir'a ve minhâc göndermiş ve sonra gelen önce geleni tasdik edici ve hakim kılmıştır. O halde sonra gelen şeriatın ortaya çıkmasından itibaren önce gelen şeriât ümmetinin de şeriati olduğunda, yani yahudilerin hıristiyanlığı ve her ikisinin İslâm'ı tanımaları gerektiğinde şüphe yoksa da önce gelen şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin de şeriatı mıdır, değil midir? Âlimler, Fıkıh Usulü ilminde ve bu âyetin tefsirinde bunu bahis konusu etmişlerdir. Bir kısım, mademki bu açıklandığı üzere her ümmete bir şeriat tahsis olunmuştur; o halde önce gelmiş olan şeriat, sonra gelmiş olan ümmetin şeriatı değildir. Ve şu halde "bizden öncekilerin şeriatı, bizim şeriatımız" değildir, demişler. Diğer bir kısmı ise: "Bizden önceki ümmetin şeriati, bizim de şeriatımızdır; fakat mutlaka değil, mensûh olmamak (hükmü kaldırılmamış olması) şartıyla" demişlerdir. Buna göre İncil veya İsa'nın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat hükümleri hıristiyanların da şeriatı olduğu gibi, Kur'ân ve Muhammed Aleyhisselâm'ın sünneti ile hükmü kaldırılmamış olan Tevrat ve İncil'in hükümleri müslümanların da şeriatı demektir. Ve şu halde hükmü kaldırılmamış olan, yani İslâm'a ait nasslara aykırı olmayan yahudi ve hıristiyan hükümleri ile müslümanların amel etmesi caiz olacaktır. Fakat gerçek şudur ki yani "bizden önceki ümmetlerin şeriati bizim de şeriatimizdir; fakat mutlak olarak değil, Allah'ın kitabında ve Resulünün sünnette nakletmiş olması şartıyla". Şu halde hükmü kaldırılmamış olmak, aykırı bulunmamak yeterli değil; Kur'ân'ın ve Peygamber'in tasdikinden geçmiş olması da şarttır. Bu şekildedir ki, geçmiş şeriatler, bizim şeriatimizden bir parçadır ve bizim şeriatimiz, hepsini içermektedir. Bunun için Kur'ân'ın, geçmiş ümmetler, Tevrat ve İncil hakkında naklettiği kıssaları ve hükümleri onlardaki açıklamalara göre değil, Kur'ân'ın ifadesine ve Resulullah'ın beyanına göre anlamak gerektiği gibi; "Kur'ân'da filan hüküm, yahudi veya hıristiyan veya diğerleri hakkındadır. Mesela yahudilere aittir, şu halde biz müslümanların şeriati değildir" demekle de kalmamalıdır. İşte Allah böyle her ümmete bir şeriat vermiş ve onların hepsini de Muhammed ümmetine tahsis ettiği şeriatte "önündekini tasdik edici ve ona şahit olarak" hakkıyla nazil olan bu en mükemmel kitap ile minhâc (şeriat)ı İslâm'da toplamıştır. ü

Ey insanlar, ey çeşitli ümmetler Allah dileseydi sizi, önce gelen sonra gelen hepinizi, insanlığın başlangıcında olduğu gibi, bir ümmet kılardı da, beşer tarihi silsilesinde çeşitli ümmetler yaratmaz, birçok peygamber, birçok şeriat göndermezdi. Bütün insanlar, hayvan çeşitlerinin her birinde olduğu gibi devamlı, yeknasak (bitiveye) bir hayat içinde geçer giderdi.

Fakat böyle yapmadı ve öyle dilemedi de, birçok ümmetler ve zamanlarına, hallerine göre çeşitli şeriatler yaptı. Yaptı da önce yok iken Musa ile Tevrat ehlini ve ondan sonra İsa ile İncil ehlini ve en sonunda Muhammed (s.a.v.) ile Kur'ân ehlini yarattı ve her birinize bir şir'a ve minhac (yol) verdi ki her birinizi, size vermiş olduğu şeriatler hakkında da denesin, tecrübe yolundan geçirsin de o minhâc (yol) üzerinde yarış yaptırsın. Şu halde siz de hep hayır işlere, sonucu en güzel olan şeylere koşunuz, yarış ediniz de nefse ait arzularınıza, keyiflerinize uyup kalmayınız ve bu doğru yolda fikir ayrılığına girmeyiniz. Zira bugün ihtilaf ederseniz, yarın dönüşünüz bütün Allah'adır. O, hakkında ihtilaf ettiklerinizi size haber verir.

49-Ey Muhammed, sana bu hak kitabı bir de şu emri indirdik ki, "Aralarında Allah'ın indirdiği ile hükmet, onların heveslerine uyma!" Rivayet olunduğuna göre yahudilerden bir kalabalık toplanmışlar, "haydi bakalım Muhammed'e gidelim, belki bir fitneye düşürür dininden şaşırtırız" demişler. Varmışlar: "Ey Kasım'ın babası (Muhammed) demişler, bilirsin ki biz yahudilerin âlimleri ve önde gelenleriyiz biz sana tâbi olursak, bütün yahudiler de tabi olurlar. Şimdi bizimle hasımlarımız arasında bir dava var, senin huzurunda muhakeme olalım, sen de bizim lehimize hüküm ver de, biz de iman edelim, seni tasdik edelim." Resulullah bundan yüz çevirmiş ve bu âyet nazil olmuştur. Şu halde mânâ, duruşmadan çekinme, fakat hüküm vermeye gelince, Allah'ın bildirdiği hak ile hüküm ver de, onların isteklerine, haksız arzularına uyma. Ve iyi sakın ki, onlar seni, Allah'ın sana indirdiği şir'a ve minhâc (yol)ın bildirdiği hak hükümlerin tamamından şöyle dursun, birisinden bile aldatıp şaşırtamasınlar, hiçbir şekilde fitneye düşürmesinler, hükmünde küfürden, zulümden, sapıklıktan hiçbir eser bulunmasın. Şayet onlar bunu kabul etmeyip başkasını isterlerse o zaman bil ki, her halde Allah onlara başka bir sebeple değil, günahlarının bir kısım sebebiyle bir bela vermek istiyor. Ki Allah'ın iradesine karşı gelmenin ihtimali olmadığı bellidir. Bu bir kısım günahlar, Allah'ın hükmünü kabul etmemek, hakka aykırı hüküm isteme günahıdır. Bunun bu şekilde ifadesi şu mânâlara işaret eder: Önce gizliye göre bu günah, açıkça söylenmesi layık görülmeyen pek büyük bir günahtır. Haksızlar bile haklı gibi görünerek haksızlık peşinde dolaşırlar. Şu halde açıktan haksızlık istemenin ve Allah'ın hükmünü kabul etmemenin ne büyük bir günah olduğu düşünülsün! İkinci olarak, bu sevdada bulunanların pek çok günahları vardır. Ve bu büyük günah onlardan biridir. Üçüncü olarak, Allah dünyada her günah ile cezalandırmaz, tecil eder (sonraya bırakır). "Eğer Allah, insanları, yaptıkları her haksızlıkla cezalandırsaydı, yeryüzünde tek canlı bırakmazdı." (Fâtır, 16/61) veya affeder, fakat doğru olduğu kesin olarak bilinen bir hükmü kabul etmemenin günahı vâki oldu mu, bunun her halde cezalandırılacağının ve bunların haksızlıkla muhakkak bir felakete uğrayacaklarının bilinmesi lazım gelir. Böyle olmakla beraber insanların birçoğu fâsıkdırlar, malûm ve muayyen bulunan doğru sınırlardan çıkmakta ısrarlıdırlar. Ve işte bundan dolayıdır ki, hakk (doğru) olan hükümleri tebliğden sonra hüküm ve hükümete lüzum vardır. Ve hakimlerin hak ile hükmetmeleri ve bu sapıklar güruhundan olmamaları vacibdir. Yoksa haksız hüküm ve hükümet, musîbeti çabuklaştırmaktan başka bir şey yapmaz.

50-Bu böyle iken o ilim ve din iddiasında bulunanlar, Allah'ın hükmüne razı olmayıp da kötülüğe meyletme, dalkavukluk, garazkârlık, eşitsizlik gibi haksız davaya tâbi olan cahiliyet hükmü, cahiliyet kanunu mu istiyorlar? Halbuki hüküm ve hâkimiyeti Allah'tan daha güzel olan kim vardır? Allah'ın hükmünden daha güzel hangi hüküm, Allah'ın hükmüyle hükmeden hakimden daha güzel hükmedecek hangi hâkim düşünülebilir? Fakat bu soru herkese değil, îkân (sağlam bilgi) sahibi olan kimseler, topluluklar içindir. Bunu ancak sağlam bilgi ehli olanlar takdir eder. Yoksa küfür ve şüphe içinde bulunanlar, kalblerinde hastalık olanlar, bir zalimin haksız hükmüne "daha güzeldir" demekten çekinmezler.

Rivayete göre bu âyet, Benî Nadîr ve Benî Kureyza yahudileri arasındaki adam öldürme olayından dolayı Peygamberimizden hüküm talep etmeleri ve Peygamberimiz tarafından musavat (eşitlik) ile hükmedilmesi üzerine Benî Nadir'in bu eşitlik hükmüne razı olmayarak cahiliye âdeti üzere üstünlük sevdasında bulunmaları sebebiyle nazil olmuştur. Bu sebebe göre, yahudilerin İslâm yoluna, Muhammed Aleyhiselâm'ın hükmüne iman ve ittiba etmemekle yalnız Kur'ân'a ve Muhammed Aleyhisselâm'a değil, kendi dinleri ve kitapları olduğunu iddia ettikleri Tevrat'ı ve Musa şeriatını da tanımayıp mutlak ilâhî hükmü inkâr ederek cahiliye hükümleri peşinde koşmak istediklerini beyan ve isbat etmekle; hem iman iddialarına rağmen küfür, hem ilim ve şeref iddialarına rağmen cehalet, bozgunculuk ve azabı haketmeleriyle cezalandırmış ve sebebin özelliğiyle beraber mefhumun genelliğine göre de bu hükmün yalnız yahudilere mahsus olmayıp hıristiyan ve diğerleri hakkında da böyle olduğunu ve dolayısıyla İslâm şeriatının, umumun şeriatı ve herkesin yolu olup, bunu tanımayan yahudi ve hıristiyanların kendi din ve şeriatlerini de tanımamış olacaklarını anlatmış ve bu şekilde müslümanların ümmetler arası vazifelerindeki genişliğin önemini göstermiştir.

O halde:

51- Yahudi ve hıristiyanları dostlar edinmeyin. Onlara velî olmayınız değil, onları velî tutmayınız, itimat edip de yâr tanımayınız, yardaklık etmeyiniz. Velâyetlerine, hükümlerine yardımlarına müracaat etmek, mühim işlerin başına getirmek şöyle dursun, onlara gerçek bir dost gibi tam bir samimiyetle itimat edip de kendinizi kaptırmayınız. Özetle onları dost olur sanıp da yakın dostlarınız gibi sıkı fıkı beraberliklere dalmayınız, tuzaklarına düşmeyiniz, isteklerine iştirak etmeyiniz. Görülüyor ki "Yahudiler ve hıristiyanlara dostlar olmayınız" buyurulmamış, "Yahudi ve hıristiyanları dost edinmeyiniz" buyurulmuştur. Çünkü "Allah sizi, din hakkında sizinle savaşmayan ve sizi yurtlarınızdan çıkarmayan kimselere iyilik etmekten, onlara adaletli davranmaktan men etmez." (Mümtehine, 60/8) buyurulmuştur. Şu halde müminler yahudi ve hıristiyanlara iyilik etmekten, dostluk yapmaktan, onlara âmir olmaktan yasaklanmış ve men edilmiş değil, onları dost edinmekten, yardaklık etmekten yasaklanmışlardır. Çünkü onlar müminlere yâr olmazlar. Nihayet bazıları bazılarının dostları, birbirlerinin yârânı (dostları) dırlar. Yani yahudiler birbirinin, hıristiyanlar da birbirinin dostlarıdırlar. Ne Yahudiler, kendilerinden olmayana dost olur, ne de hıristiyanlar. Bunların dostlukları kendilerine mahsustur. Bu da hepsi arasında değil, bazısı arasındadır. Ve siz müminlerden her kim onları dost tanır, veli edininirse, şüphe yok ki, o da onlardandır. Onlara benzemiş, onların huyunu kapmıştır. O artık hakka değil, onlara ve isteklerine hizmet eder. Netice itibariyle onlardan sayılır. Ahirette onlarla beraber haşrolunur. Çünkü: Allah zalimler guruhunu her halde doğru yola çıkarmaz. Şu halde Yahudileri ve hıristiyanları dost edinenler de onlardan olur, başlarını kurtaramazlar.

52-Şimdi ey Muhammed, kalblerinde hastalık olanları, (Bakara, 2/10. âyetin tefsirine bkz) İbnü Übeyy ve benzeri münafıkları görürsün ki yahudi ve hıristiyanlar içinde onların dostluk ve yardımları konusunda hızla koşuşurlar, korkarız ki devir aleyhimize döner, başımıza bir felaket gelir derler.

"Daire", dünyanın baş ucunda dönüp dolaşan felaket ve inkılâb demektir. Bunlar, ahireti hesaba almaz, hakkın üstün gelmesine, İslâmın yükselmesine bel bağlamaz, tersine bir devrim oluverip devletin kâfirlere geçmesini düşünür ve öyle bir halde onlardan istifade edebileceğini de ümit eder ve bu ümit ile özürleri kabahatlerinden büyük olmak üzere bu şekilde itiraz ederler. Bununla güya bir darlık zamanında müslümanlara bir hizmet etmek fikriyle akıllıca bir ihtiyatta bulunuyorlarmış gibi görünmek isterler. Halbuki gerçekte Resulullah'ın başarısından ve İslâm dininin gerçeklerinden şüphe ederler. İhtilaf ve inkılâb peşinde koşarlar. Rivayet olunuyor ki, bu sözü münafıkların reisi Abdullah b. Übeyy söylemiştir. Benî Kureyza yahudileri Peygambere karşı bir savaş durumu aldıkları zaman Ubâde b. Sâmit (r.a.): "Benim bu yahudilerden pek çok dostum var, fakat ben bunların dostluklarından Allah'a ve Resulüne sığınıyor, Allah ve Resulüne dostluk ediyorum" demişti. Abdullah b. Übeyy de: "Ben öyle bir adamım ki felaketlerden korkarım, dostlarımdan vazgeçemem" demiş bu âyetler nazil olmuştur.

Öyle amma devrin bu gibi ihtimalleri içinde kendilerinden başka kimseye dost olmayanlardan ümit beklemektense Allah'ın peygambere ve müslümanlara fetihler veya başka şekilde ferahlık ihsan edivermesi veyahut kendi tarafından bir emir ile o dost dediklerine hatır ve hayale gelmez bir felaket verivermesi ve dolayısıyla bu münafıkların gönüllerinde gizledikleri şeylere nâdim olmaları pek yakın ve Allah'tan daha çok beklenen bir ihtimaldir. Ki bu, bir ilâhî vaaddir. Allah'ın kudretiyle yahudi ve hıristiyanların kudret ve ahlâkları karşılaştırılınca, hadd-i zatında yakın olan bu ilâhî vaad ile de kesinlik kazanan bu ihtimal gerçekleştiği zaman, bunların bu hallerini gören müminler ne der bilir misiniz?

53- O zaman da müminler bu münafıklara işaret ederek ve bunların ümit bekledikleri o mağlub ve perişan dostlarına hitap ederek yüzlerine karşı veya kendi aralarında derler ki: Hayret, her halde sizinle beraber olduklarına "Eğer sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım ederiz" (Haşr, 59/11) diye güçlerinin yetebildiği yeminlerle Allah'a kasem edenler, şunlar mıydılar? Bakınız ne oldular: Bütün amelleri, bütün gayretleri boşa gitti de hepsi hiçbir şey elde edemeyen kimseler oldular. (Nitekim sûrenin yukarısında "her kim bu imana küfrederse bütün ameli tutulur. O ahirette de zarar edenlerden olur." (Maide, 5/5) buyurulmuş idi)

Asım, Hamze, Kisâî, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde vâv-ı isti'nâfiyye ve lâm'ın ref'iyle şeklinde, Nâfi, İbnü Kesir, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâetlerinde "vâv"sız şeklinde okunur ki, ikisi de mukadder soruya cevap olacak istinâf cümlesidir ve mânâ birdir. Ebu Amr, Yakûb kırâetlerinde ise atıf vâvı ve lâm'ın nasbiyle şeklinde okunur ki, bu da üzerine atıftır. Sonundaki kısmının den bir haber ve teaccüb istifhâm mânâsına dahil olarak müminlerin sözlerinden olması da muhtemeldir. Ve bu takdirde mânâ: "Onlar bunlar mıdırlar? Allah'ın kudretine bakın ki bütün çalışmaları ne kadar boşa gitti de ne büyük zarara düştüler? " demek olur. Fakat gösterdiğimiz üzere bunun sonucu hali özetleyen tek başına ilâhî bir kelam, bir isti'naf cümlesi olması daha açıktır. İşte yahudileri ve hıristiyanları dost edinmek böyle nifak (iki yüzlülük, ara bozuculuk) gibi bir kalb hastalığından doğar ve dinden dönmeye sebep olur. Bunun da sonucu amellerin boşa gitmesi ile tümden zarardan başka bir şey olmaz. Çünkü dinden dönmenin cezası budur. Görülüyor ki "gördün" buyurulmamış, "görüyorsun" buyurulmuştur. Bu ise istikbâl (gelecek) ve devamlılık fiilidir. Demek ki bunlar geçmişe ait değil, geleceğe ait ve benzerleri birçok defalar görülecek olaylardır. Bunun için şimdi de mutlak dinden dönenlerin hallerine geçilerek, Nâfi, İbnü Amir, Ebu Cafer kırâetlerinde (idğamsız) okunur, buyuruluyor ki, bütün bunlar Kur'ân'ın vâki olmadan önce haber verdiği olaylar cümlesindendir. İbnü Ka'b, Dahhâk, Hasen, Katâde, İbnü Cüreyc ve diğerleri demişlerdir ki, bu âyet kıyamete kadar bütün müminlere hitaben nazil olmuştur. Yani bu âyet, sebebi hâss (özel), hükmü âmm (genel) olan diğer bazı âyetler gibi özel bir sebep ve belli bir olay üzerine değil, doğrudan doğruya bütün müminlere genel mânâda dinden dönmenin bir hükmünü anlatmak için inmiştir. Tefsirciler burada, bu âyetin haber verişine uygun olmak üzere, sonra çeşitli zamanlarda meydana gelen onbir irtidat (dinden dönme) olayından bahsetmişlerdir ki, üçü Resulullah'ın vefatından önce vâki olmuştur.

1- Benî Müdlic (Müdlic oğulları)in dinden dönmeleridir ki, reisleri Zuhmar denilen Esvedü'l-Ansî'dir. Bu bir kahin idi, Yemen'de peygamberlik iddia ve bazı beldeleri istila edip Resulullah'ın memurlarını çıkarmış idi. Peygamberimiz de Yemen valisi Muâz b. Cebel'e ve Yemen'in ileri gelenlerine yazdı, Allah Teâlâ da onu Feyrûz-i Deylemî'nin eliyle helak etti. Gece vakti basılıp öldürüldü, o gece Resulullah bunu haber verdi, müslümanlar sevindiler ve ertesi gün idi ki, Peygamberimizin vefatı vuku buldu. Sonra rebiulevvelin sonunda da Yemen'den haber geldi.

2- Müseylemetü'l-Kezzâb'ın kavmi olan Benî Hanife (Hanife oğulları)nin dinden dönüşüdür. Bu yalancı da peygamberlik iddia etmiş, Resulullah'a şöyle yazmıştı: "Allah'ın elçisi Müseylime'den, Allah'ın Resulü Muhammed'e: Şimdi, yeryüzünün yarısı benim, yarısı senindir". Peygamberimiz de şöyle cevap vermişti: Muhammed Resulullah'dan Museylemetü'l-Kezzâb'a: "Bundan sonra şimdi, muhakkak yeryüzü Allah'ındır, onu kullarından dilediğine verir, sonuç Allah'tan layıkıyle korkanlarındır". (Arâf, 7/128) sonra buna Hz. Ebu Bekir halife olduğu zaman asker gönderip harp etti ve Hz. Hamza'nın katili Vahşi eliyle öldürüldü. Vahşi: "Ben cahiliye zamanında insanların hayırlısını, müslümanlığım zamanında da insanların en şerlisini öldürdüm" derdi.

3- Tuleyha b. Huveylid'in kavmi olan Benî Esed (Esed oğulları)'in dinden dönüşüdür ki, Tuleyha da Peygamberimizin vefatı sıralarında peygamberlik iddia etmişti. Buna da Hz. Ebu Bekir, Hâlid b. Velid'i gönderdi. Savaştan sonra Tuleyha yenildi, Şam'a kaçtı. Bundan sonra İslâm'a girdi ve çok güzel müslüman oldu ki, İran harpleri gibi büyük savaşlarda en güzel hizmet eden büyüklerdendir.

Diğer yedi fırka da Peygamberimizin vefatından sonra Hz. Ebu Bekir zamanında dinden dönmüş idi ki bunlar:

4- (1) Uyeyne b. Hısn'ın kabilesi Fezare,

5- (2) Kurre b. Selemetü'l- Kureyşi'nin kavmi Gatafan,

6- (3) Fûcâe b. Abdi Yâleyl'in kavmi Benî Selim,

7- (4) Mâlik b. Nüveyre'nin kabilesi Benî Yerbu,

8- (5) Secah binti Münzir'in kavmi olan Temim'in bir kısmı ki, bu Secah Müseylemetü'l-Kezzâb ile evlenmişti ve kıssası meşhurdur. Ebu'l-Alâ el-Mearri adlı kitabında şöyle demiştir.

Mânâsı: Secah dul kaldı, Müseylime de onu sevdi. Dünya insanları içinde o bir yalancı kadın, öteki de yalancı bir erkektir".

9- (6) Eş'as b. Kays'in kavmi Kinde.

10- (7) Hutam b. Zeyd'in kavmi Beni Beler b. Vâil. Allah Teâlâ, Hz. Ebu Bekr'in eliyle bütün bu yedi fırka dönmelerinin de işlerini bitirdi, sıkıntılarını defetti.

11- Cebele b. Eyhem'in kavmi olan Gassân ki, bu Cebele de Hz. Ömer zamanında İslâm'a girmişti: Bir fakire vurmuş olduğu bir tokattan dolayı, kısas yapılarak bir tokat yiyeceğini anlayınca gururuna yediremeyip dinden dönmüş ve Rum beldelerine kaçmış idi ki, kıssası meşhurdur.

Görülüyor ki bu olaylar, sadece ferdî bir dinden dönme halinde kalmamıştır.

54-Hasılı, ey iman ehli, sizden fert veya topluluk her kim dininden dönerse bilmiş olsun ki Allah onların belalarını verip, yerlerine diğer bir kavim (toplum) getirecektir. Öyle bir kavim ki hem Allah onları sever, dünya ve ahiret hayırlarını murad eder, hem de onlar Allah'ı severler, itaatına koşar, isyandan kaçarlar. Öyle bir kavim ki, müminlere karşı alçak gönüllü, dost ve merhametli, kâfirlere karşı izzetli, güçlüdürler, Allah yolunda mücahede ederler, kınayanın kınamasından korkmazlar, yani hem cihad ederler, hem de dinlerinde pek sadıktırlar. Vazife yapmanın gereğini gördüler mi, münafıklar gibi şunun bunun hatırına, gönlüne bakmaz, dedikodudan sakınmaz, vazifelerini yaparlar. Bu hal, bu vasıflar ise sırf Allah'ın lutfu ve ihsanıdır. O, bunu kime dilerse verir, dileyene de verir. Şu halde hiç biriniz ümitsizliğe düşmeyiniz, düşüp de kâfirlerin peşinde koşmayınız. Allah'tan, böyle vasıflara sahip bir toplum olmayı isteyiniz, dileyiniz. Fakat bunu zorla alınır bir hak da zannetmeyiniz, inhisar (tekelcilik) fikrine sapmayınız. Allah, hem ihsanı çok olan, hem çok bilendir. Lutufları ve ihsanı çok, ihsanına engel olan ve karşı çıkan yoktur. Onu hiçbir şey bağlayamaz, en ümitsiz zamanda, en umulmadık yerden, en umulmaz kimselerde neler neler yaratır! Nasıl yaratır, bunu O bilir. Zira o her şeyi bilir. Şu halde lutuf ve ihsanını kimlere ve ne şekilde vereceğini de bilir. Bu şereflere, bu hürriyete, bu izzet ve istiklale ermek istiyenler başkalarının değil, ancak Allah'ın dostluğuna koşmalı, Allah'ın sevgili Peygamberine, müminlere kafa tutmamalı, sevmeli ve yardım etmelidir.

Anlaşılıyor ki, dinden dönme bir olaya mahsus olmadığı gibi, bu kavim de belli bir kavimden ibaret değildir. Dinden dönenlerin zararlarına karşı olmak ve onların terkettikleri saadet mevkiini işgal etmek üzere kıyamete kadar zaman zaman nöbetle gelecek ve i'lâ-yı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) ile İslâm'a hizmet edecek birçok toplumlara işarettir ki, anılan vasıflar bunların mümeyyiz (ayırıcı) vasıflarını ve birleşme yönlerini teşkil eder. Şu halde bunların hepsini ancak alîm olan (çok iyi bilen) Allah Teâlâ bilir. Fakat gerek ortaya çıkmasından sonra ve gerek eserlere göre ortaya çıkmadan önce bazılarını tayin ve tasavvur etmek mümkün olabileceğinden tefsirciler bunları kaydetmişlerdir:

1- Hz. Hasen, Katâde, Dahhâk, İbnü Cüreyc demişlerdir ki, bunlar Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Çünkü dinden dönenlerle bunlar savaştılar.

2- Ebu Bekir, Ömer ve arkadaşlarıdır. Zira Resulullah'ın devrinden sonra mücahedeler bunların halifelikleri zamanında olmuştur.

3- Sûddî demiştir ki, bu âyet önce Ensar hakkındadır. Zira ilk önce kâfirlere karşı Resulullah'a yardım eden ve dinin ortaya çıkarılmasına yardımcı olan bunlardır.

4- Yemen ehlidir. Zira Hâkim'in "el-Müstedrek" inde sahih senet ile rivayet edildiği üzere bu âyet indiği zaman Peygamberimiz Ebu Musa'l- Eş'arî (r.a.)ye işaret buyurarak "bunun kavmi" buyurmuştur. Ve hakikaten bunlar Resulullah zamanında çok mücahedeler ve hizmetler etmişler ve Hz. Ömer'in fetihlerinin çoğu da bunların eliyle olmuştur.

5- Fürs (fars, eski İran) kavmidir. Çünkü yine sahih rivayette geldiği üzere Peygamberimizden sorulmuş, mübarek elleriyle Selmân-ı Farisî (r.a.)'nin omuzuna vurup: "bu ve bunun arkadaşları" buyurmuş, sonra da: "İman, Süreyya'ya bağlı olsa, Acem soyundan olan birtakım insanlar her halde uzanır alırlardı" buyurulmuştur ki, bu hadis-i şerifte İmâm-ı Azâm Ebu Hanife hazretlerinin menkıbelerine de delalet vardır.

6- Denilmiş ki, bunlar Neha'den ikibin, Kinde'den beşbin ve diğer insanlardan üç bin kişi idiler ki, Kadisiye günü cihad ettiler.

Sözün kısası bu kavmi, bir zamana mahsus tek bir kavimden ibaret kabul etmemek, imandan sonra herhangi bir şekilde İslâm'dan yüz çevirenlerin kendilerine mevkiyi terketmeye mecbur oldukları ve olacakları herhangi bir kavim olarak anlamalıdır. Ve burada itikat (iman) itibarıyla dinden dönme değil, amel bakımından da dinden dönme bahis konusudur. Vaktiyle yahudilerin hıristiyanlara, hıristiyanların müslümanlara mevkiyi terkettikleri gibi, İslâm nimetinin kadrini bilmeyen nankörler de onun kıymetini bilecek, şükrünü eda edecek yeni bir müslüman kavme mevkiyi terketmeye mecbur olacaklardır. İnsanlık tarihi, İslâm tarihi bunun büyük küçük misalleriyle doludur. Fertleri, küçük toplumları bırakalım da en büyük misallerini alalım: Önce Araplar, kavimden kavime bu hizmeti yapmışlar, bundan sonra Emevilerin son zamanlarında olduğu gibi bu hizmet, Araptan Aceme doğru geçmiş, hadis-i şerifin de gösterdiği üzere Fars kavmi maddî ve manevî olarak İslâm'a çok büyük hizmetler etmiş, sonra bunlar da aynı hale gelmiş, bu defa da Allah Türkleri göndermiş, Arapların, Farsların kıymetini bilemeyip kaybettikleri İslâm devletini ele alarak İstanbul'a ve oradan yeryüzünün her kıtasına yaymışlardır. Şu halde "Ebnâ-i Fâris" hadisinin delaleti ve İstanbul'un fethi ile ilgili hadisin açıklığı ve "Umulur ki Allah, bir fetih ihsan eder ve katından bir emir getirir." (Maide, 5/52) ilâhî vaadinin mutlak oluşu ve işareti ile Türkler de, müjdesine girmişlerdir. Demek ki, onlar da bu nimetin kadrini, kıymetini bilmez, küfür ve küfrâna doğru giderlerse yerlerini Allah'ın göndereceği diğer bir topluma terketmeye mecbur olacaklardır. Ve kim bilir lutfu geniş ve ilmi çok olan Allah kıyamete kadar daha ne toplumlar gönderecektir. İşte tâ yukarıdan "Allah'ın üzerinizdeki nimetini anın" hatırlatmasından beri gelen ve daha devam edecek olan açıklamaların geliş ve akışına göre meâlin özeti bu noktada toplanmaktadır.

55-Şu halde ey müminler, dininizin kıymetini biliniz, hiçbir toplumun tekelinde olmayı kabullenmeyen bu geniş Hakk'ın feyzini, bu ilâhî lutfu, bu yüksek hürriyeti bırakıp da başkalarının dostluğu arkasına düşmeyiniz. Sizin her mânâsıyla veliniz (dostunuz), âmiriniz, sevgiliniz, yardımcınız başkası değil, ancak Allah ve Allah'a tâbi olarak Resulü, Allah'a ve Resulüne tâbi olarak müminlerdir. Öyle müminler ki, Allah'a ve Allah'ın emirlerine boyun eğerek rekatlarıyla güzelce namaz kılarlar ve Allah'ın emrine uyarak, isteyerek, rıza göstererek zekatlarını verirler, yahut rükûda oldukları halde zekat verirler.

Bu âyetin iniş sebebi hakkında birkaç rivayet vardır: Birincisi, Ubâde b. Sâmit hazretlerinin yukarda nakledilen sözü ve müminlerden maksad umumdur. İkincisi, İkrime'nin rivayetine göre Hz. Ebu Bekir'dir. Üçüncüsü, Ata'nın İbnü Abbas'dan rivayetine göre de Hz. Ali'dir. Ebu Zerr'den de: "Bir gün mescidde öğle namazını kılmıştık, bir dilenci: 'Ey Rabbim şahid ol Resulullah'ın mescidine geldim, dilendim, kimse bana bir şey vermedi' diye şikayet etti. Hz. Ali daha namaz kılıyordu ve rükûda idi. Dilenciye serçe parmağındaki bir yüzüğü işaret etti, o da gitti aldı, Resulullah bakıyordu: 'Allah'ım, kardeşim Musa senden: 'Rabbim! benim göğsümü aç, bana işimi kolaylaştır, dilimden düğümü çöz ki, sözümü anlasınlar, bana âilemden bir vezir ver, kardeşim Harun'u; onunla arkamı kuvvetlendir, onu işime ortak yap' (Tâhâ 20/25-32) diye niyaz etti, sen de: 'Senin pazunu kardeşinle kuvvetlendireceğiz ve ikinize bir yetki vereceğiz' (Kasas, 28/35) diye Tevrat'ı indirdin. Allahım, ben de peygamberin Muhammed'im, benim de göğsüme genişlik ver, işimi kolaylaştır, bana da âilemden Ali'yi vezir yap ve bununla arkama kuvvet ver' dedi. Henüz bu kelimeleri tamamlamadan Cebrâil indi, 'Ey Muhammed oku: dedi." diye bir rivayet vardır. Bu iki rivayete göre (iman edenler) den maksat belli şahıstır diyenler olmuş ve bundan dolayıdır ki Şîa, Hz. Ali'nin imameti meselesinde bu âyet ile istidlâl etmek istemişlerdir. Şüphe yok ki Ebu Bekir ve Ali cümlesindedirler, fakat yalnız değil.

56- "Kim Allah'ı, Resulünü ve müminleri dost edinirse (bilsin ki) Allah'ın taraftarları galip geleceklerdir." Hizb, lugatta bir şahsın fikrine tâbi olup kendisiyle beraber bulunan arkadaşlarıdır ki, kendilerini sıkıştıran bir iş için toplanmış kimseler demektir. "Hizbullah" tabirini tefsirciler, "Allah'ın taraftarı", "Allah'ın yardımcıları", "Allah'ın dostları", "Allah'ın ordusu" diye çeşitli tabirlerle tefsir etmişlerdir. Yani gerçekte galip olanlar, ancak Allah ordusu veya Allah dostları yahut Allah yardımcıları ya da Allah taraftarları, Allah fırkasıdır. Asıl velâyet Allah'ındır. Diğerlerinin üstünlüğü görünüşte veya geçicidir.

57-Bunun için: "Ey iman edenler! Sizden önce kendilerine kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi alay ve eğlence konusu yapanları dost edinmeyin." Görülüyor ki önceki yasak umûmi şekilde yalnız yahudi ve hıristiyanlara mahsus idi. Burada ise yasak bütün kâfirlere genelleştirilmiştir. Ve aynı zamanda bu yasak, kitap ehlinin İslâm dinini alaya alan ve küçük görenlerine tahsis olunmuştur. Bunun nüzul sebebinde deniliyor ki, Rifâa b. Zeyd ile Süveyd b. Hâris görünüşte müslüman olmuşlar, müslüman olmuş gibi görünmüşler, sonra münafıklığa girişmişler, müslümanlardan birtakım kimselerin de bunlara sevgisi varmış, bu âyet bunlar hakkında inmiştir. Şu halde dıştan müslüman görünüp içinden küfür ve nifak taşımak, dini çirkin maksatlara alet yapmak, dini eğlence ve oyuncak yerine koymaktır ve bununla önce müslümanlığını açığa vurarak, müslümanlara içlerinden fesat saçmak isteyen dönme kâfirlere dikkat nazarı celbedilmiştir. Bununla beraber sebep hass (özel) olmakla beraber hüküm âmm ( genel)dır ve her çeşit alayı içine alır. Bunun için bu mutlak sözden sonra alay etmenin özel bir çeşidini beyan ile şöyle buyuruluyor:

58- O kâfirleri de dost edinmeyiniz ki, namaza çağırdığınız, yani ezan okuduğunuz zaman o ezan veya namazı eğlence ve oyun yerine tutar, alay ederler. Bu da bunların akılsız bir toplum olmalarından doğar. Bu akılsızlıkları cümlesindendir ki, mânâsız çanları dinlerler de tevhide, namaz ve kurtuluşa çağıran yüksek mânâlı güzel ezanlardan hoşlanmazlar.

Bu âyet önce ezanın meşru olduğuna, ikinci olarak onunla alay etmenin ve hafife almanın küfür olduğuna delalet etmektedir. Bunun için ezana icabet etmek vacibtir. Bu âyetin iniş sebebinde de şu iki rivayet vardır: Ezan okununca müslümanlar namaza kalktıklarında yahudiler gülüp alay ederek "Kalktılar, kalkmaz olsunlar; kıldılar, kılmaz olsunlar; rûkû ettiler, etmez olsunlar" derlermiş. Sûddi'nin rivayetine göre Medine'de bir hıristiyan varmış, müezzinin "Ben şahitlik ederim ki, muhakkak Muhammed Allah'ın Resulüdür" dediğini işittiği zaman "Allah yalancıyı yaksın" dermiş. Bir gece hizmetçisi elinde bir ateş ile odasına giderken bir kıvılcım sıçramış, hane halkı da uykuda imiş, derken bir yangın çıkmış, hıristiyan da bütün âilesi ile beraber yanmış gitmiş, bu âyet de bunun üzerine inmiştir.

59-Şimdi Kitap ehlinin müslümanlar hakkında besledikleri fesat fikri ile dini alaya alma ve küçük görmelerine karşı cevap, ceza, öğüt ve irşad olmak üzere buyuruluyor ki: "De ki: Ey kitap ehli! Sadece Allah'a, bize indirilene ve bizden önce indirilene inandığımız için mi bizden hoşlanmıyorsunuz."

NAKM bir şeyden hoşlanmamaktır ki, nimetin zıddı ve azab demek olan "nikmet" bundan veya bu mânâ ondan alınmıştı. Bu âyette pek güzel bir "kıyas-ı muhassem" (ikilem) vardır. Yani ey kitap ehli, sizin bizden hoşlanmamanız, bizi ayıplamanız, dinimizi beğenmemeniz, başka bir şeyden değil, ancak iki sebepten dolayıdır: Birisi, bizim Allah'a ve Allah tarafından bize, bizim Peygamberimiz Muhammed Mustafa'ya indirilen şeriat ve yola, Kitap ve Sünnete ve bundan önce geçen peygamberlere indirilmiş olan kitaplara ve bu arada Tevrat ve İncil'e de iman etmemiz; diğeri de sizin çoğunuzun fâsık olmasıdır. İşte bizi beğenmemenize ve bize kızmanıza bu iki şeyden başka sebep yoktur. Bizim imanımız sizden geniş ve sizin esaslarınızı da içine almaktadır. Sizin ise hem iman sahanız ve vicdanınız dar, hem de çoğunuz fâsık ve vicdansız. Şüphe yok ki, birincisi olan iman ve vicdan genişliği ayıplanacak bir şey değil, takdir edilmesi gereken bir haktır. Şu halde sizin bizden hoşlanmamanızın tek sebebi fâsıklığınız ve vicdansızlığınızdır. Gerçekte dar kafalılar yüksek kafalıları, vicdansızlar vicdanlıları, günahkârlar doğruları sevmezler ve onları rahatsız etmek için ellerinden geleni yaparlar. Ellerinden gelirse bir yudum suda boğmak isterler. Büyüklerin kıymeti de bunlara tahammül etmek ve mücahede eylemektir. Demek oluyor ki bu âyet, kitap ehline cevap verirken, ilk önce müslümanlara bir derstir. Çünkü müslümanlar toplum olarak bu cevabı verebilmek için, bu geniş ve kuvvetli imana sahip olması ve çoğunluğun günahkâr olmaması lazım gelir. Yoksa yahudilerin ve hıristiyanların günahlarına iştirak edip de onlara kendini beğendirmeye çalışmak veya onlara galip gelme ümidini beslemek hem hakka iftira ve hem kendini rezil etmektir.

60- "Nebe'", mühim haber demektir. Buradaki ism-i işaretin muşârun'ileyhi hakkında ve şerriyyet (şerlik, kötülük) hususunda söz edilmiştir. Bir rivayete göre yahudilerden bir kısmı gelmişler, Resulullah'a dinini sormuşlar, Resulullah "Allah'a, bize indirilene, İbrahim'e, İsmail'e, İshak'a, Yakub'a ve torunlarına indirilene, Musa ve İsa'ya verilene ve diğer peygamberlere Rableri tarafından verilene inandık, onlar arasında ayırım yapmayız, biz Allah'a teslim olanlarız" (Bakara, 2/136) diye cevap vermiş. İsa'yı işittikleri zaman, "Biz, sizin dininizden daha kötü dini bilmiyoruz" demişler. Bu âyet bunun üzerine inmiş. Şu halde bunlar dine "şer" (kötü) dediklerinden dolayı, "Sizin şer dediğinizden daha kötüsünü size haber vereyim ki, o sizin din adını verdiğiniz kendi halinizdir." mânâsına mücârat yoluyla şer denilmiş ve de ayıplanan dine işarettir denilmiş ise de, biz bu iniş sebebine karşı çıkmamakla beraber şu mânâyı daha açık buluyoruz: Ey Muhammed, o kitap ehline şöyle de: Daha kötüsünü çok önemli bir şekilde haber vereyim mi? İşte Allah'ın lanetlediği (Bkz: Bakara, 5/13) ve kendilerine gazab ettiği, ve kendilerinden maymunlar ve domuzlar yaptığı, ve bir de tağuta tapan, tağuta kulluk eden kimseler. işte bunlar mevkice daha fena ve doğru yoldan daha çok sapmış kimselerdir.

"Kırade" (maymunlar) ve "hanâzir" (domuzlar) yapılanların, yani görünüş ve manevî bakımlarından mesih (çirkin bir şekle giriş) denilen, bu hale getirilenlerin "ashâb-ı sebt" (cumartesi günü ehli) olduğu, bunların gençlerinin maymun, ihtiyarlarının da domuz kılığına konulmuş bulunduğu söyleniyor ki, geçmiş ümmetlerde ve özellikle İsrailoğulları'nda böyle mesh (başka bir hayvan kılığına çevrilme) ler bilinmektedir. Hıristiyanlarda da İsa'nın sofra arkadaşları hakkında mesih rivayet edilmiştir. Bunun için bazı tefsirciler, kırade (maymun) cumartesi ehli; hanâzir (domuzlar), İsa'nın sofra arkadaşlarıdır, demişlerdir ki, Bakara sûresinde ashâb-ı sebt hakkında yalnız "Aşağılık maymunlar olun" (Bakara, 2/65) buyurulduğuna göre bu daha uygun olsa gerektir. İnsanların böyle hayvan hâline konulmasına "mesih" denilir ki, ya yalnız manevî veyahut hem sûrî (görünüş itibariyle) ve hem manevî olmak üzere iki türlüdür: Manevî mesih ahlâkî düşüklük doğuran değişme; sûrî ve manevî mesih de ahlâkî düşüklükle beraber hayatı düşüklük doğuran değişimdir ki, buna "hakiki mesh" de denir. Memsûh olanlar (değişime uğrayanlar) da üreme (tenâsül) olmaz. Şu halde, "maymun ve domuz oldular" demek, "hayvan cinslerinden maymun ve domuz üremesi yapan bir çeşit oldular" demek değil, tamamı sefalet içinde tükenmeye ve sonuçsuzluğa mahkum oldular demektir. Bununla birlikte insanın maymundan genesation (doğma, doğum) yoluyla tekamül ettiğini iddia edenlerin yine insanın da doğum yoluyla maymuna döneceğini bir kanun gibi düşünmeleri gerekir. Ve bu âyet bunlara da bir cevap ve inzar (korkutmay)ı içerir. Âyette, lanetten gadab (kızmay)e, kızmadan mesh (hayvana döndürmey)e, mesihden tağuta ibadet (şeytana kulluğ)e doğru giden beyan silsilesi gösteriyor ki, bunların hepsinin toplamı değil, her biri bir şerdir. Ve bunlar içinde en aşağısı lanet, en yukarısı da şeytana tapmaktır. Demek ki şeytana tapmak, bunların hepsini gerekli kılan bir şer başlangıcıdır. Bunlar önce melûn olur, Allah'ın rahmetinden uzaklaştırılırlar. İkinci olarak uzaklaştırılmakla kalmaz Allah'ın gazabı başlarına çöker, elemler ve belalar içinde kıvranırlar. Üçüncü olarak maymun gibi bir insan taklitçisi, kararsız, değişken, sahtekâr, bir bakıma zeki, insanın her yaptığını derhal taklit eder, fakat gerçekte ne yaptığını bilmez, taklid derdiyle her felakete atılır, sevkedilir, gayet çirkin, suratsız bir maskaralık örneği veya domuz gibi canavar, boynu bükülmez, kafası tuttuğuna gider, her kötülüğü yapar, her pisliği yer, derisi bile debâğat (tabaklama) kabul etmez, çirkin, nefret edilen, kahredilmiş bir cinayet ve alçaklık timsali olur giderler. (Tağutun mânâsı için Bakara sûresinin 256. âyetine bkz.) "Tağut'a taptı". "Abede = " fiil-i mazi olarak veya 'ye mâtuf olup demektir. Fakat Hamze kırâetinde = bâ'nın zammı (ötrüsü) ile ve = te'nin cerri (esresi) ile izafî terkip (isim tamlaması) olarak şeklinde okunur ki, bu şekilde de "kırade" ve "hanâzir"e mâtûftur. "yekuz" vezninde sıfattır.

61-Bunlar, ey müminler size geldikleri zaman "inandık" derler, inanmış görünürler, halbuki kâfir girer, kâfir çıkarlar. Gönüllerinde ne küfürler, ne fesatlar gizlerler ve düşünmezler ki, bu gizledikleri küfür ve münafıklıktan Allah gafil değil, onları kendilerinden daha çok bilir.

62-Ey Muhammed veya ey muhatap bunların hepsi değil, fakat çoğunu görürsün ki günah, düşmanlık, haramı yemek, bu üçüne devamlı koşarlar, atılırlar ki yalancılık, küfürbazlık etmek, zulmetmek düşmanlığın; rüşvet de suht (haram)ın en açık misallerindendir. (Bkz: Mâide, 5/42) Bu yaptıkları amel ne kadar kötüdür.

63- Rabbânîler yani başlarında rabbânîlik iddiasında bulunan âmirleri, politikacıları ve ahbâr denilen âlimleri bunları yalan söylemekten ve haram yemekten yasaklasalar ya! Fakat yasaklamıyorlar, en az susmakla olsun destekliyorlar. Her halde bu işledikleri çok fena bir sanat. Demek ki bunlar bunu sanat edinmişler, çok çirkin bir siyaset sanatına düşmüşlerdir. Ve bütün sorumluluğun esası bunlardadır. Ve halkın ahlâkını, dinini bozan bunlardır. Tağut bunların içindedir. Ve anlaşılıyor ki, zâhitlerin sorumluluğu, âlimlerden daha öncedir. Âlimler demişlerdir ki, Kur'ân'da âlimleri tevbih eden (azarlayan) âyetler içinde en şiddetlisi, en korkuncu budur. İbnü Mubârek hazretleri de bu âyetin içeriğini şu beytiyle ifade etmiştir.

64-"Dini en çok bozanlar melikler, kötü bilginler (hahamlar) ve din adamları (papazlar) dır." Yahudiler, Allah'ın eli bağlıdır, sıkıdır, dediler. Bu söz, mahcûr (kullanılmaktan menedilmiş)dur, bağlıdır, dilediği gibi tasarrufa yetkili değildir, her istediğini yapamaz ve şu halde istediği gibi infak ve ihsan da edemez, dardır, bol rızık veremez demek olduğu gibi, eli sıkıdır, tabiatında cimrilik ve tutmak vardır, vermek istemez, isteyemez demek de olabilir. Yani ya doğrudan doğruya cömertliğin inkârı veya kudretin inkârı ile beraber cömertliğin inkârından kinayedir. Arap dilinde "gulliyet" deyimi, cimrilik ve pintilikten; "bast-ı yed" de el açıklığı gibi cömertlik ve keremden kinaye olur. Ve onun için hakikaten el bulunmayan yerde de kullanılır. Dilimizde "eli bağlı" demek, "el darlığı" gibi bir darlık, fakirlik veya aciz olma ve engel mânâsı ifade eder. El sıkılığı ise, esasen yine darlıktan alınmış olmakla beraber bu mânâ düşünülmeksizin servet ve kudreti de varken doğrudan doğruya cimrilik ve yaratılıştan pintiliği ifade eder. Çünkü kinâyeler, ya bir mertebe veya mertebelerle gerekli yerlerde kullanmak demektir. Arapça "gulliyet" ise, her iki mânâya müsaittir. Nitekim "Elini boynuna asıp bağlama" (İsrâ, 17/29) âyetinde el sıkılığı de de el bağlılığı 'zaruret' ve sıkıntılı mânâsınadır. Yahudiler derken, eli, hem bağlı, hem sıkı mânâsını kastetmişler ki, cevapta "hayır, onun eli açıktır, dilediğine infak eder" buyurulmuş, hem kudret ve hem tam irade ile cömertlik isbat olunmuştur. Şu halde yahudilerin bu sözü, "Allah her istediğini yapamaz ve her istediğini veremez, onun için bol bol rızık da veremez, yoksa yahudilere hiç darlık çektirmez, her şeyi ihsan ederdi" meâlinde olduğu anlaşılıyor.

İbnü Abbas, İkrime ve Dahhâk demişlerdir ki, önce bolluk ve ucuzluk içinde bulunan ve hatta bulundukları yerlerde halkın en zengini olan yahudilerin sonradan Allah'a isyanları yüzünden darlığa ve sıkıntıya düşmüş olmalarından dolayı, bu sözü Finhas b. Azura söylemiş ve bu âyet bu sebeple inmiştir. Mukâtil ise İbnü Suriye ve Azir b. Ebî Azir'in de Finhas ile beraber olduklarını ve hatta istikraz (ödünç para alma) âyetlerine karşı, "Muhakkak Allah fakirdir, biz ise zenginiz" (Âl-i İmran, 3/181) dedikleri gibi Bühtünnassar ve hıristiyanlar tarafından Beyt-i Makdis'in tahribi olaylarına da: "Eğer Allah'ın eli bağlı olmasaydı bunları bizden men ederdi" dediklerini riva-yet etmiştir. Yahudilerin bu sözü Resululllah'ın ashâbının çok fakirlik ve ihtiyaç içinde bulundukları sırada: "Muhammed'in Allah'ı fakir, eli bağlıdır, onun için onları sıkıntıdan kurtaramıyor" şeklinde müslümanlarla alay etmek için söylemiş olmaları ihtimali de söylenmiştir. Âyette bunun zâhitlerin ve bilginlerin sanatlarını kınamanın hemen akabinde söylenmiş olması sebebiyle sözün gelişi (siyakı) bize şunu işaret ediyor ki, bu sözün yahudilerin bilginleri tarafından söylenmiş olması itibariyle hepsine nisbet edilmiştir. Ve demek oluyor ki, bu söz yahudilerin inanç ve ahlâklarıyla ilgili bir düstur mahiyetinde özetlenmiş ve herkesin anlayabileceği bir ifade ile anlatılmıştır. Buna göre bunda başlıca iki mesele vardır: Birisi, sonraki yahudilerin Allah'ın hakkındaki felsefi görüşleri; diğeri de buna bağlı olarak ahlâk ve iktisatta tutturdukları cimrilik ve pintilik düsturları ki, bunlar yukarda anılan kötülüklerin sebeplerinden en önemlisini teşkil eder. Demek oluyor ki, yahudi bilginleri sonradan tabiat (huy) ve icab (gerekircilik) nazariye (görüş)sine saparak Allah Teâlâ'nın tam mânâsıyla istediğini yapabilen (fâil-i muhtar) olmadığı ve ilâhî kudret ve iradenin tabiat kanunları ile bağımlı ve mahdut olup onun üstüne çıkamayacağı, diğer deyimle Allah kâinatı yarattıktan sonra artık dinlenmeye çekilip hüküm ve kudretini "biz Allah'ın oğulları ve dostlarıyız" dedikleri gibi, yarattıklarına tevdi etmiş olmakla, onlara dilediği gibi sevap veremeyeceği ve ceza yapamayacağı ve bu şekilde eli bağlanmış, lutuf ve ihsanı gayet daralmış olduğu ve böylece yahudilerin bunu böyle bilip gereğince her hususta cimrilik ve pintiliği iktisat kanunu edinmeleri gerektiği fikrine düşmüşler ve bu fikir altında Allah'ın hem rahmetinden ümitsiz ve hem gazabından emin olarak o fena sanata girmişler, kısacası "Allah'ın eli bağlıdır" demişler. Kendi elleri bağlanmış da öyle söylemişler ve söyledikleriyle lanetlenmişlerdir. Elleri bağlansın ve sözleriyle lanet olunsunlar!. Bu kısım, ya bu sözlerinin sebep ve sonuçlarını haber vermek veya bu sebeple aleyhlerine dua etmeyi öğreten ve telkin eden bir inşa (dilek)dır.

Hayır, Allah'ın iki eli de açıktır. Yed-i cemâli (cemâl eli) de açık, yed-i celâli (celâl eli) de. Hâşâ o cimri değil, mutlak cömerttir, âciz değil, mutlak kâdir (güçlü)dir. Nasıl dilerse öyle verir, isterse verir, isterse vermez; isterse az verir, isterse çok; isterse hesap ile verir, isterse hesapsız; isterse sebep ile verir, isterse sebepsiz; hem zengin, kerim, hem mutlak kâdir; hem isteğini yapan, hem mutlak rızık vericidir. Ne vermeye mecburdur ne vermemeye; ne vermekle zenginliği tükenir, ne vermemekle cimri olması gerekir. Ne kudretini kanıtlayacak bir güç vardır, ne de iradesini yasaklayacak bir kanun. Kudretleri sınırlayan kayıtlar, iradeleri zorlayan kanunlar Allah üzerinde değil, ancak ve ancak yaratıklar üzerinde hâkimdir. Onların sınırlarından çıkmaya yol bulamayacak olanlar yaratıcı değil, yaratık olanlardır. (Bu konuda Bakara 2/212; Al-i İmrân, 3/26-27; Nûr, 24/38; İsrâ', 17/30; Sebe', 34/36; Zümer, 39/52; Şûrâ, 42/12, 27; Talâk, 65/2-3; Zâriyât, 51/58 âyetlerinin tefsirine bkz.)

TENBİH: Biraz önce işaret ettiğimiz üzere dilimizde "filanın eli açık" denildiği zaman bilinir ki bu tabirlerde "el" kelimesinin müfred (tekil) olarak bir mânâsı kastedilmez ve "eli açık" terkibi bütünüyle bir kelime gibi mânâsından mecaz, daha doğrusu kinâye olur. Hakiki mânâ mümkün olsa bile düşünülmez. Sahî, cömert olan kimsenin iyilik etme ve verme sırasında daima elini uzatıp açmakta ve herkes ondan alacağını almakta olması gibi esasa ait kullanmaya sebep olan gerekli şey kimsenin hatırına gelmez. Hatta o derecedeki bazan hakiki mânâ mümkün bile olmaz. Mesela iki kolu dibinden kesilmiş olan bir kimse bile gerçekte cömert olursa ona "eli açık" denir. İşte Arapçada "eli açıktır" da tıpkı böyledir. "İki eli açıktır" ise bunun tekit ile mubalağasıdır ki, kendisinde cimrilikten asla eser olmayıp devamlı ve son derece vergili olduğunu ifade eder. Ve bunlarda "yed" (el) kelimesinin ne tekil ne tesniyesi (ikili)nde özel bir mânâ asla kastedilmiş veya düşünülmüş değildir. Ve bunun Arap dilinde birçok misalleri vardır. Mesela: "İki elin açılması koruya bol bir yağmur verdi. Dereleri ve tepeleri de onun nimetine şükretti." diyen şairin derelerinin, tepelerinin feryadını şükredilmiş kılan kuvvetli bir yağmuru koruya ihsan eden tabirinde asla "el" tasavvur etmeyip, sırf nimeti yaymayı kasteddiği şüphesizdir. Aynı şekilde Lebid: "Soğuğun yuları poyrazın elinde olunca rüzgar sabahı bir ağırlık görür." diye soğuğun yularını poyrazın elinde gördüğü rüzgar sabahı, mücerred (soyut) bir temsilî istiâre ile poyrazın tesirini ve soğuğun şiddetini anlatmıştır. Demek ki "rüzgar gibi el" tasavvuru, mümkün olmayan şeylere bile dilde el isnadı ve hatta müfret bir mânâ kastedilmeyerek isnadı pek çoktur. İşte yüksek nazmında da mânâsıyla cömertliği tekit edilmiş yüksek kudret ve kâmil irade kastedilmiş olduğundan "yed"in ne hakiki, ne hakiki olmayan hiçbir mânâsı düşünülmeyerek tamlamanın toplamından kinayeye ait bir mânâ kastedildiğinde tereddüde yer yoktur. Ancak bundan "yed"in bilinen mânâsı düşünülmeksizin (Allah'ın eli) denilmesinin yasaklanmış olmayıp caiz ve meşru olduğu anlaşılır. Hakikatte Allah'a "el" nisbet eden birçok âyet ve hadis vardır ki, bunların bazısı, sayı beyan olunmaksızın "Allah'ın eli, onların ellerinin üstündedir." (Feth, 48/10), âyeti ve "Allah'ın eli toplumla beraberdir.", hadisi gibi mutlaktır. Bu âyet, aynı şekilde "(Allah) dedi ki: 'Ey İblis, iki elimle (bizzat kudretimde) yarattığıma secde etmekten seni alıkoyan nedir?' (Sâd, 38/75) âyeti "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisi gibi bazısında "iki yed" (iki el) zikredilmiştir. Bazısında da çoğul gelmiştir "Ellerimizin yaptıklarından kendilerine nice hayvanlar yarattık" (Yasîn, 36/71) âyeti gibi. Bunlardan ise bir akaid (inanç) meselesi hasıl olmuştur. Selef âlimleri demişlerdir ki, "Kur'ân'da Allah'a yed (el) isnat edilmiş olduğu ve "Zatına benzer hiçbir şey yoktur" (Şûrâ, 42/11) gereğince yedullah (Allah'ın eli)ın bizim bildiğimiz özel cisim olamayacağı da akıl ve nakil gereğince bilindiği için, biz 'Allah'ın yedi (eli) vardır' diye iman eder ve hakikatini Allah'ın ilmine bırakırız, yorumuna kalkışmayız...". Yani bunu müteşabihlerden tanımışlar ve "O (Kur'ân)ın tevilini ancak Allah bilir" (Âli İmrân, 3/7) demişlerdir. Fakat sonradan bazı Mücessime mezhebinde olanlar ortaya çıktığı için, Kelam âlimleri bunların muhkem âyetlere göre her birini makamına uygun bir mânâ ile yorum ve izahını caiz görmüşlerdir.

Arap dilinde (el) kelimesi çeşitli şekillerde kullanılagelmiştir:

1. Bilinen özel uzvun ismi ki kâh bileğe ve kâh koltuğa kadar söylenir.

2. Nimet mânâsınadır ki çoğulunda kullanılır. "Yanımda filanın nimeti çoğaldı." "Filanın bende bir nimeti var ki onun üzerine kendisine teşekkür ediyorum." denilir. Dilimizde bu mânâ pek bilinmemektedir. Fakat "efendim elinizin altında yaşıyayım" denildiği zaman da nimetiniz ve yardımınız sayesinde demek olur.

3. Kuvvet ve kudret mânâsınadır. Nitekim "kuvvetlerin ve akılların sahibi" diye tefsir edilmiştir. Sîbeveyh'in naklettiği üzere araplar derler ki, maksat tam kudreti inkâr etmektir. Yani "Senin buna pek kudretin yoktur" demektir. Dilimizde de bu mânâ çok bilinir. Mesela "El, elden üstündür arşa varıncaya kadar" denilir ki, "Kudret, kudretten üstündür, ancak Allah'ın kudretinin üstünde hiçbir kudret yoktur" demektir. Aynı şekilde, "Filanın bunda eli var, yahut parmağı var" denildiği zaman da tesiri, etkisi var demektir ki, bu da kudret mânâsına aynı köktendir. Bu cümleden olmak üzere dilimizde "el", âlet ve iş yapma aracı mânâsına da kullanılır, "Bu işte filanın eli filandır; filan, filanın eli ayağıdır" denildiği zaman bu mânâ kastedilir. Bu kullanma şekli, Arapça'da da yok değildir.

4. "Mülk" mânâsınadır. "Şu arazi filanın yedindedir" denilir ki, mülkiyeti altında veya tasarrufundadır, demek olur. Nitekim "Nikah bağı elinde bulunan erkek" (Bakara, 2/237) demek, nikahı akdetmek selahiyetine sahip olan demektir.

5. Yardımın ve özelleştirmenin şiddeti mânâsınadır ki, "Ben bunu elimle yaptım" demek, "kendim yaptım" demek olduğu gibi, "İtina ettim, çok özel şekilde önem verdim, şu halde bence büyük bir kıymeti vardır" demek de olur. Âdem hakkında "Kendi iki elimle yarattığım" (Sâd, 38/75) buyurulması bu cihetle bir özel şerefi beyandır.

İşte Allah Teâlâ'ya nisbet edilen "yed" de birincideki mânâdan başka hepsi için düşünülmesi mümkündür. Ebu'l- Hasen el-Eş'arî (Allah ona rahmet eylesin) bazı sözlerinde demiştir ki, "Yedullah (Allah'ın eli), zâtullah (Allah'ın zâtı) ile kâim bir sıfattır ki kudretten başkadır. Ve ıstıfa (seçme) yoluyla tekvin (yaratma) bunun şanındandır". Fakat Eş'arî'nin, tekvîn sıfatını kudret sıfatına dönüştürdüğüne göre böyle demesi, yed (el) mutlak kudret değil, bir özel kudrettir mânâsına kabul edilebilir. Âlimlerin çoğu da Allah Teâlâ hakkında yed (el)in, kudretten veya nimetten ibaret olduğunu söylemişlerdir. Fakat "hayır, onun iki eli açıktır" da bu konuların cereyan etmesine hiç de lüzum yoktur. Zira bu, yahudilerin kinayesine yine kinâye ile - bilindiği üzere- bir cevap olduğu için, bunun yorumu bilinemeyecek olan müteşabihlerden olmadığı ve şu halde buradaki "yed" (el) den bu mânâların hiçbiri düşünülmeyerek cömertlik ve kudretin doğrudan doğruya tamlamadan kinâî mânâ olmak üzere anlaşıldığı unutulmamalıdır. Ve bundan dolayı burada, "Allah'ın iki kudreti ne demektir? " diye bir soruya da yer yoktur. Çünkü tesniye (ikil), yukarda hatırlatıldığı üzere, cümlenin mânâsına göre sırf mubâlâğa ve tekit içindir. Bununla beraber "Allah'ın iki eli de sağdır." hadisinde olduğu gibi burada da "yed" (el)in kinâyeden vazgeçerek mânâsını düşünmek gerekirse iki "yed"in biri "açık el", biri de "kapalı el" olmak üzere ilâhî kudretin cemâl ve celâli durumlarını anlamak gerekir. Nitekim celâl eserini göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve her halde Rabbinden sana indirilen bu Kur'ân âyetleri o yahudilerden birçoğunun taşkınlığını ve küfrünü artıracaktır. Bundan sonra bunlar tağutluk (şeytanlık)ta daha ileri gideceklerdir. Çünkü laneti haketmiş olanlar "Allah onların kalblerini temizlemeyi istemedi." (Mâide, 5/41) hükmüne mahkum olmuş zalimlerdir. Kur'ân'ın fiilî hidayeti ise muttakiler ve müminler içindir. "Muttakiler için yol göstericidir" (Bakara, 2/2); "Allah onunla birçoğunu saptırır ve yine onunla birçoğunu yola getirir." (Bakara, 2/26); "Biz Kur'ân'dan müminlere şifa ve rahmet olan şeyler indiriyoruz. (Ama Kur'ân) zalimlerin ziyanını artırmaktan başka bir katkıda bulunmaz." (İsrâ', 17/82). Fakat bunların küfür ve taşkınlığından endişeye de yer yoktur. Çünkü "biz onların arasına, kıyamete kadar düşmanlık ve kin atmışız" dır. Bunun için "ne zaman savaş için bir ateş yakmışlarsa Allah onu söndürmüştür." Şu halde bunlar hiç bir zaman hakiki bir kuvvet ve üstünlük bulamazlar. Yeryüzünde daima fesat çıkarmaya çalışır dururlar. Allah ise fesatçıları sevmez, fesatçılığa koşanların cezasını verir. Ve vermek için yed-i kudreti (kudret eli) bağlı değildir. Onlara lanet eder, sıkıştırır ve azab eder de eder. Bununla beraber yed-i rahmeti (rahmet eli) de bağlı değildir.

65-Bunun için Kitap ehli fesatçılığa koşmaktan tevbekâr olup iman etseler ve layıkıyla korunsalar, fesattan sakınıp rahmet eline talip olsalardı, bütün kötülüklerini - istedikleri gibi- kendilerinden muhakkak örter, onları ebedî nimet cennetlerine koyar mesut ederdik.

66- Bunlar iman edip Tevrat ve İncil'i ve Rablerinden kendilerine indirilen diğer kitapları ve âyetleri ikame etseler, yani her türlü tahriften uzak olarak gözlerinin önüne dikip hiç birinden nasiplerini unutmaksızın bunların içermiş olduğu ilâhî anlaşmaları yerine getirseler ve bu şekilde muttakî olsalardı -ki o zaman Muhammed Aleyhisselâm'ın peygamberliğine iman etmiş olacaklardı- bu takdirde hem üstlerinden ve hem ayaklarının altından yiyecekler, her taraflarından Allah'ın nimetine garkolacaklardı da, sıkıntılar içinde kalıp cimrilik ve pintilik derdiyle "Allah'ın eli bağlıdır" demeyecekler, lanet ve gazaba layık olmayacaklar, hem ahiret ve hem dünya saadetine ereceklerdi. Bunlara Tevrat ve İncil'den başka "kendilerine Rablerinden indirilen" den maksad, diğer peygamberlere inmiş olan Şa'ya Kitabı, Habbuk Kitabı, Dâniyel Kitabı gibi Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderileceğinin müjdeleriyle dolu bulunan kitaplar ve Kur'ân'da bu âyetler gibi kitap ehline hitap ederek indirilen âyetlerdir. in birçok mânâlara ihtimâli vardır:

Birincisi: Yalnız alt - üst değil, her yönde bolluktan kinâyedir ki; hiçbir yönden yoksulluk görmeyecek, baştan ayağa nimete gark olarak devamlı nimetleneceklerdi demek olur.

İkincisi: Yukarıdan yemek, yağmur ve diğerleri gibi gökten gelenlerden istifade etmek; ayak altından yemek yeryüzüne ait mahsullerden faydalanmaktır.

Üçüncüsü: Yukardan yemek, ağaçların meyvelerine; aşağıdan yemek de ekilmiş olanlara işaret olabilir.

Dördüncüsü: Yukardan yemek, çalışmaksızın ihsan olunacak Rabbânî mevhibeler (bağışlar); ayaklarının altından yemek de çalışıp çabalamakla kazanılacak nimetleri ifade eder.

Beşincisi: Üstten yemek, devletin elde ettiği ve bölüştürdüğü genel menfaatlere; alttan yemek de şahsî teşebbüs ile olan ferdî üretime delalet edebilir.

Altıncısı: "ahitleri ifâ edin" emrini yerine getirip, size nimetimi tamamladım" hitabıyla ve "üzerinizdeki Allah'ın nimetini hatırlayın" uyarmasına muhatap olan müslümanların, o zaman zaruretten kurtularak nâil oldukları saadet haline işaretle, bu saadetten mahrum kalanların gıbta (imrenme)larını harekete geçirme mânâsı düşünülebilir.

Yedincisi: Bunlardan başka ahiretteki naîm cennetlerinin nimetlenme şeklini de bir tasvirdir.

Fakat bunlar, böyle iman ve ittikâ ile bunları hakkıyla yerine getirmediler içlerinde muktesid, yani mutedil (orta yolu tutan) bir ümmet, bir toplum var, fakat az. Halbuki onların çoğu -yukarda gördüğünüz üzere- ne fena şeyler, ne çirkin işler yapıyorlar!.. Şu halde toplumun tümüne azınlığın celbedebileceği saadeti, çoğunluğun celbettiği felaket yok ediyor.

"Bir fitneden sakının ki, aranızdan yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz (hepinize ulaşır)" (Enfal, 8/25) âyetinin delaleti ortaya çıkıyor. Hepsinde eli açıklık yerine, pintilik vuku buluyor. O halde bu azınlık, o çoğunluktan her yönden ilgisini kesmelidir ki, bu ortaklıktan kurtulmuş olsunlar. Kısaca Allah'ın rahmet eli de açıktır, gazap eli de. Ve bütün bu rahmet ve gazap hükümleri başka hiç bir zorlayıcı şart olmaksızın sırf Allah'ın sübhânî iradesidir. Ve bunlara mahkum olan Allah değil, kullardır. Bununla beraber kullar da istemekte serbesttir. Şu halde kullar bunun hangisini ister ve hangisinin yoluna koşarsa ona ulaşır. Rahmet eline koşan onu daima açık, dilediği gibi rahmet saçıyor bulur. Gazap eline koşan da onun daima açık, dilediği gibi gazap saçıyor bulur. İkisi de sağ, ikisi de kuvvetlidir.

İKTİSAD : Lugatte "işte ölçülü olma" demektir ki "kasd" den alınmıştır. çünkü istediğini iyi tanıyan bir kimse, onu hiç eğilip bükülmeden doğru bir şekilde kasteder. İstediğinin yerini ve mevkisini bilemeyen ise şaşkınlık içinde kalır. İfrat veya tefrit ile kâh sağa, kâh sola bocalar, çabalar durur. İşte bu sebeple iktisad, maksada sebep olan amel (iş) demek olmuştur. Maliyeye ait işlerdeki iktisadın da esası budur. Buradaki "ümmet-i mukteside (orta yollu, ölçülü ümmet) hakkında tefsirciler iki görüş naklediyorlar:

Birine göre maksad, yahudilerden Abdullah b. Selâm, hıristiyanlardan Necâşî gibi kitap ehli arasından Resulullah'a iman edenlerdir. Diğerine göre de "Kitap ehlinden öylesi vardır ki, ona yüklerle emanet bıraksan, onu sana öder" (Âl-i İmran, 3/75) âyetinin delaleti üzere kitap ehli içinde kendi dinlerinde adaletli ve doğru olan ve Resulullah'a iman etmemiş olmakla beraber şiddetli inat ve kızgınlığı bulunmayıp, ölçülü ve tarafsız bulunan kimselerdir ki, öncekiler de bu gibilerden ortaya çıkar. Bizce de açık olan ikincisidir. Zira öncekine göre kevn-i sâbık (geçmiş oluş) la mecaza yüklenmiş olması gerekecektir.

67-Şimdi ey o Kitap ehlinin kitaplarında müjdelenmiş olan ve onların iman etmeleri gereken Resulüm Muhammed! Sen onlar içinde orta yolu tutanların azlığına ve fâsıkların çokluğuna bakma ve o fâsık ve fesatçıların çoğu sana bir zarar yapabileceklerinden korkma da Rabbından sana indirilenin -acı tatlı- hepsini tebliğ et.

Rivayet ediliyor ki Resulullah (s.a.v) bir hadis-i şerîfinde şöyle buyurmuştur: "Allah Teâlâ beni peygamberlik göreviyle gönderdi. Bundan dolayı çok sıkıldım ve görüyorum ki insanlar beni yalanlıyorlar. Yahudiler, hıristiyanlar, Kureyşliler korkutuyorlar. Ne zaman ki Allah, 'Peygamberlik görevlerini tamamen tebliğ etmezsen seni cezalandırırım.' dedi, korku da tamamen ortadan kalktı". Eğer böyle yapmazsan, yani sana tebliğ edilmek için indirilenleri tebliğ etmezsen Allah'ın peygamberlik görevini, elçiliğini ifâ etmemiş olursun. Nâfi kırâetinde, çoğul olarak şeklinde okunduğuna göre, Allah'ın elçilik görevlerini tamamen yerine getirmemiş, vazifeni yapmamış olursun. Allah ise seni insanlardan tamamen koruyacak. Çünkü muhakkak ki Allah kâfirler gürûhunu gayelerine ulaştırmayacak, sana karşı herhangi bir sû-i kast yapmaya kalkışacak olanların herhalde kâfirlerden olacağında şüphe yoktur. Şu halde Allah seni -her halde- insanlardan korur ve muhafaza eder. Fakat hiçbir kimseyi Allah'ın azabından koruyacak bir muhafız yoktur.

68-Onun için peygamberlik görevini tamamen yerine getir ve hiç kimseden çekinmeyerek de ki: ey kitap ehli, siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz, yani diyânetiniz yok, din adını verdiğiniz, gittiğiniz yol hiçbir şey değildir. Tâ ki Tevrat'ı ve İncil'i ve rabbinizden size indirilenlerin hepsini -ki Kur'ân ve Kur'ân'ın bu âyeti de bu cümledendir- ikame edesiniz, bunlara hakkıyle riayet edesiniz. Mukaddem (önce gelen)i, sonra gelenin tasdikinden geçirerek toplamının sonucuna göre Allah'ın ahidlerini ve sözleşmelerini tanıyıp yerine getiresiniz. İşte o zaman bir şey üzerinde bulunmuş, bir dine sahip olmuş olursunuz. Yoksa bu gidişiniz dinsizlikten, yolsuzluktan başka bir şey değildir. Ey Muhammed, bunu hiç sakınmadan söyle ve bununla beraber emin ol ki Rabb'inden sana indirilen ve hak olduğunda hiç şüphe bulunmayan bu âyet de onların çoğunun -bu cümleden olarak bilgin ve reislerinin- taşkınlık ve küfürlerini artıracaktır. Fakat bundan dolayı kâfirler gürûhuna karşı gam yeme (üzülme). Ve bu hak tebliğ, içlerinde bir azınlık da olsa hakkı tanımak kabiliyetinde bulunan orta ümmete faydalı olabilir. Çünkü:

69- Şunda şüphe yoktur ki bütün iman edenler, yani münafıklar da dahil olmak üzere görünüşte iman etmiş olan, müslüman adını taşıyanlar, yahudi olanlar, aynı şekilde sâbiîler (yıldızlara tapanlar) hıristiyanlar, bütün bunlardan, her kim Allah'a ve ahiret gününe gerçekten iman edip imanının gereğine yaraşır güzel işler yaparsa, bunlara ne bir korku vardır, ne de bunlar üzülürler. Görülüyor ki bir benzeri Bakara sûresinde geçen bu âyette önce iman edenler ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler diye dört sınıf zikredilmiş ve bu şekilde yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler, müminlere karşılık ve şu halde müminden başka olarak gösterilmiş ve sonra Allah'a ve ahirete iman edip güzel amel yapanların korku ve hüzünden kesin olarak âzâde olacakları da müjdelenmiştir. Bundan ise bu vaad ve müjdenin bu dört sınıftan ancak müminlere mahsus olduğu ve yahudiler, hıristiyanlar, sâbiîler bu üçünün bu müjdeden hariç bulundukları ve bununla beraber bunlar da iman ederlerse müminler sınıfına dahil olup aynı vaad ve müjdeye nail olacakları ve şu halde bunların da ümitsiz olmayıp hemen tevbekâr olarak iman ve güzel amel yapmaya girişmelerinin lüzumu anlaşılacağı açıktır. Zira "mümin ve mümin olmayan her kim mümin ise bahtiyardır" denilince bu bahtiyarlık mümine tahsis edilmiş ve mümin olmayan istisna edilmiş olur. Ve "mümin ve mümin olmayan her kim mümin olursa bahtiyar olur" denildiği zaman da mümin olmayana iman teklif edilmiş ve bu şart ile ona da bahtiyarlık vaadolunmuş olur. İşte bu âyetin gayet açık ve âşikâr olan mânâsı ve sevkedildiği yönü (mâ sîka lehi) budur. Ve bunun içindir ki, yukarda olduğu gibi, bundan sonraki âyetlerde de bu üç sınıfın küfürleri ve iman kabiliyetleri açıklanmıştır. Bundan başka müminlerin, önce yahudi, hıristiyan ve sâbiîler ile bir tarzda zikredilip bir araya getirilip de sonradan hepsine birden "Allah'a, ahiret gününe inanan" diye şartlı kazıyye (önerme) ile hükmolunmasında başka nükteler de vardır:

Birinci olarak, müminlere de gösteriliyor ki ahirette korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, yalnız zahirî (açıktan) iman ile hasıl olmaz. Müslümanlık zahiren mümin görünmekten ibaret değildir. Zahirî bir müslümanlığın, yahudilik, hıristiyanlık ve sâbiîlikten büyük bir farkı yoktur. Korkusuz, hüzünsüz kesin kurtuluş, dıştan ve içten tekit edilmiş, artırılmış hakiki bir iman ve bununla beraber salih amele bağlanmıştır. Hakiki iman olmadan güzel amel, dünya için faydalı olsa bile ahiret için faydalı olmaz. Sonra, güzel amel olmadan sadece hakiki iman mümkün ise de kamil (tam) olmaz; ebedî azabtan kurtarsa bile, mutlak korku ve hüzünden kurtarmaz. Çünkü âsî müminlere de azab vardır. Ve en azından muhtemeldir. Şu halde dinin kesin müjdesi hakiki iman ile güzel amelin birleşmesindedir. Gerçek imanın ilk esası Allah'a ve ahiret sorumluluğuna gerçekten ve bütün varlığıyla ciddi olarak inanmaktır. Ve yukardan beri anlaşıldığı üzere Allah'a gerçekten inanmak da Allah Teâlâ'nın zât ve sıfatlarına, önceden ve sonradan indirdiği ve gönderdiği her şeye, her doğruya, her hükme gönderdiği ve inzal ettiği şekilde inanmakla mümkün olur ki, bu indirilenler zaman zaman artar ve gelişir ve Allah'a ciddi olarak inanan hepsine inanır. Ahirete iman ise sonunda sorumluluğa, iman ve amel edip edilmediğine göre sevap ve cezaya, bir gün gelip iman ve amel edenlerle etmeyenlerin hesabı görülüp mükafat ve cezalarının verileceğine ciddî bir şekilde inanmaktır. Nitekim Bakara sûresinin başında "Sana indirilene ve senden önce indirilene inanırlar, ahirete de kesinlikle iman ederler." (Bakara, 2/4) ve Nisâ sûresinde "Kim Allah'ı, meleklerini, kitaplarını, peygamberlerini ve ahiret gününü inkâr ederse o uzak bir sapıklığa düşmüştür" (Nisâ', 4/136) buyurulmuştur. Salih (güzel) amele gelince, bu da Allah'a ve ahirete imanın gereğine göre ve Allah'ın indirdiği ve gönderdiği delillere ve hükümlere, haber vermeye ve isteğe uygun olarak tam ihlas (samimiyet )ve hüsn-i niyyet (iyi niyet) ile Allah'ın hoşnut olacağı güzel ameller yapmaktır. Bunun içindir ki bundan önceki âyette buyurulmuş ve yalnız Tevrat ve İncil'in ikamesi (hükümlerinin yerine getirilmesi) bile bu konuda yeterli olmadığı ve Allah tarafından bütün indirilenlerin yerine getirilmesi istendiği anlaşılmıştı. Şu halde, "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, onlara hiç bir korku yoktur, onlar mahzûn da olmazlar" âyetinin mazmûnunun sonucu,

"Hayır, kim işini güzel yaparak özünü Allah'a teslim ederse, onun mükafatı Rabbının yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir" (Bakara, 2/112) âyetinin içerdiği mânânın aynıdır. Ve nitekim Bakara sûresinin âyeti bu mânâ ile özetlenmiştir.

İkinci olarak gösteriliyor ki, Allah'ın hükümlerinde dünyaya ve ahirete ait iki değer ve bunlar da biri zahirî (açık) ve siyasî, biri de hakikî ve tam mânâsıyla dinî iki manzara vardır ki, birisi "muhakkak iman edenler", diğeri de "kim Allah'a inanırsa" ile ifade edilmiştir. Zahirî ve siyasî görüş açısından İslâm hükmü altında müslüman ve gayri müslim toplanır. Bu yönden zahirî müminlerin, yahudi, hıristiyan ve sâbiîlerden büyük bir farkları yoktur. İslâm siyasetinde her biri mensûb oldukları dinleriyle tanınır, din hürriyetlerine riayet edilir, o dâirede özel varlıkları gözetilir, müslüman olmaları için zorlanmaz, inançlarına karışılmaz, kendi dinleriyle başbaşa bırakılırlar. Din açısından her biri inançlarına göre Tevrat ehli Tevrat'a; İncil ehli incil'e; öbürleri de itikatlarına bırakılır, müslüman da müslümanlığına sevkedilir. Ahkam (hükümler) ve dünyaya ait muameleler açısından ise hepsi "Bizim lehimize olan onların da lehine, aleyhimize olan da onların aleyhinedir" sözünün delaleti üzere hukuk ve görevlerde eşit ve aynı anayasaya tâbi tutulur. Bundan dolayı vazifesine riayet eden bu mümin olmayan kişi, bir mümin gibi veya ondan daha çok dünyaya ait hazzı (nasibi) alabilir. Şu halde İslâm'ın vaad ettiği mutlak saadet yalnız bu yönden değil, ahiret ve akıbet (sonuç) itibariyledir. Çünkü sonunda kendini tamamen kurtaracak, korku ve hüzünden kurtulacak olanlar zâhir (dış)i ve bâtın (içi)ı mükemmel gerçek mümin ve müslüman olanlardır. Ve işte zahire göre eşitlik, hakikat ve akıbete göre farklılık ifade eden bu nokta İslâm hükmü altında bulunan yahudi, hıristiyan ve sâbiîlere dünyada müslümanlarla beraber eşitlik, adalet, hürriyet vaadiyle bir müjdeyi ve görünüşte müslümanlara bir inzar (korkutmay)ı ve gerçek müslümanlara da bir mutlak müjdeyi içine alır. Ve şu halde âyetin birinci kısmı İslâm şeriatının dünyaya ait hükümlerini özetleyen siyasî ve sosyal bir değeri, ikinci kısmı da tam mânâsıyla dinî hükmü özetleyen mutlak bir değeri göstermekte ve o siyaseti, böyle hakikî bir imanın devam edeceğini göstermektedir. Bakara sûresinde İslâm devletinin tamamen kurulmadan önce "Bana verdiğiniz sözü tutun ki, ben de size verdiğim sözü tutayım" (Bakara, 2/40) emrine uygun olarak yapılan bu vaad ve müjde Mekke'nin fethi ile İslâm devletinin tamamen kurulmasından sonra, bu Mâide sûresi âyetiyle "akitleri yerine getirin" emrine ekli olarak sözlü ve fiilî olarak tekit ve tesbit edilmiştir. Ve bu tekit ve kararlaşmadan başka iki âyet arasında esas itibariyle hiçbir fark yoktur. Gerçi Bakara sûresi âyetindeki "Rableri katında onların mükafatı vardır." (Bakara, 2/62) kısmı burada zikredilmemiştir. Fakat "onlara ne bir korku vardır, ne de üzülürler." bunu gerektirdiğinden öncekindeki açıklamaya dayanarak burada icaz olunması (kısaca anlatılması) ayrı bir mânâ ifade etmez. Bir de orada atf-ı müfred kabilinden "yâ" ile mansûb ve "nesarâ"dan sonra geldiği halde, burada "kezâlik" (aynı şekilde) meâlinde atf-ı cümle takdirinde "vâv" ile merfû, "nesârâ"dan önce zikrolunmuştur. Bu da gibi bir i'râb farkından ibarettir ki, kelimenin esas mânâsında bir farkı gerektirici değildir. Şu halde "sâbiîn" ne ise "sabiûn" da odur. İkisi de sâbiîler demektir. Bundan nihayet sâbiîlerin yahudi ve hıristiyanlar arasında sebatsız bir halde bulunduklarına veya hıristiyanlarda da bir çeşit sâbiîlik bulunduğuna bir işaret olabilir. Fakat bundan dolayı bu iki cümlenin veya âyetin mânâlarında ve hükümlerinde bir fark da lazım gelmez.

Bu açıklama ve hatırlatmaya sebep şudur:

Kur'ân'ın Fransızca tercemesinde Kazimireski bu i'rab farkı yerine bir nisbet (ölçü) farkı koyarak Bakara sûresi âyetindeki çoğulunu "sabeinler= les sabeites" diye ve bu "Mâide" âyetindeki çoğulunu da "sabeenler=les sabeens" diye terceme ederek iki âyeti farklı gibi ifade etmiş ve sonra dipnotunda "Sabiîler müteassıb (tutucu) hıristiyanlardır ki bunları yıldızlara tapan ve şu halde müşrik olan sabiînlerle karıştırmamak gerekir." diye bir de hatırlatma yapmıştır. Gerçi ilerde göreceğimiz üzere sâbiîn adı altında biri kitap ehli, biri müşrik iki sınıf bulunduğu da zikredilmiş olduğuna göre, bu hatırlatma pek esassız değilse de bununla sâbiîni sâbiûndan başka göstermek ve âyetlerden her birini, birine tahsis ederek ayırmak ve terceme etmek doğru değildir. Öncekindeki yahudi ve hıristiyanlar ile ikincisindeki yahudi ve hıristiyan da fark aramak doğru olmadığı gibi, sâbiîn ile sâbiûn da öyledir. Nikah, kurban meseleleri gibi fer'i hükümlere göre kitap ehli ve müşrik ayırımının bir hükmü, bir faydası olabilirse de asıl imana davet eden ve imanın şartlarıyla ilgili bulunan bu gibi âyetlerde bu farkın ve bu hatırlatmanın hükmü yoktur. Çünkü kitap ehli olanlar iman edince kabul edilecek de müşrikler iman ederse reddolunacak değildir. Zira "Her kim Allah'a ve ahirete hakikaten iman eder ve samimiyetle çalışırsa onlara korku ve hüzün yoktur" hüküm cümlesi öyle bir genellemedir ki, zikredilen dört sınıftan başka olmak üzere tasavvur olunabilecek dinli, dinsiz, mecusî, zındık ve diğerleri herhangi bir sınıf ve herhangi bir ferdin iman ettikleri ve güzel amel yaptıları takdirde aynı hükümde dahil olacaklarını beyan etmiştir. Bununla beraber anılan ayırım büsbütün asılsız olmadığı gibi, iki sınıf yine bir hükümde birleşmiş olmak itibariyle iki âyeti birbirine çarpıştıracak çirkin bir hata da değildir. Nihayet her âyetten bağımsız ve birbirini tekit ve onaylama olmak üzere anlaşılacak olan bir mânâyı iki âyet toplamından müşterek olarak ve tekitsiz anlatmak istemiştir. "Zeyd okursa mesut olur, Amr okursa mesut olur" demekle, "Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar, evet Zeyd ve Amr okurlarsa mesut olurlar" demek arasında bir taaruz (zıtlaşma) bulunmadığı gibi hükümde bir fark da yoktur. Fakat Frenkler bakınız bunu nasıl kötüye kullanmışlardır.

Fransızca "Kur'ân Analyse" (tahlil edilmiş Kur'ân) adında bir eser vardır ki, bunda Fransızlar tarafından Kur'ân'ın Kazimireski tercemesi esas alınarak sûreler, âyetler çeşitli ve birçok konulara göre tahlil edilerek ve bölünerek parçalanmış ve altlarına ara sıra müsteşrikler tarafından bir takım notlarda konulmuş ve mukaddimesinde bu kitabı tertipten maksad müslümanlar üzerine memur olacak Fransızlara müslümanları kitaplarıyla kandırabilmeleri için, Kur'ân'ın içeriğini öğretmek ve özellikle Cezayir müslümanları üzerinde Fransız siyasetine bir hizmet etmek olduğu da açıklanmıştır. Bu eserde bu iki âyet "tolerans" yani musamaha konusu altında toplanmış ve altına şöyle bir dipnot eklenerek denilmiştir ki:

"Eski müslüman müctehitleri bu Bakara sûresi âyetini, beşinci sûre olan Mâide âyeti ile neshedilmiş (kaldırılmış) olmasını istiyorlar. Bu ise mezhep tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. O birisi, yani Bakara sûresi âyeti, gibi diğer âyet de tolerans hususunda daha yüksek bir ruh ile ispat ediyorlar ki, en az dinî olduğu kadar siyasî bir zat olan Hazreti Muhammed şartların, zamanların, mekanların ve durumların gerekli sonuçlarına uyuyordu. Onun hadisini açıkladıklarını ve anlattıklarını iddia eden ilk müctehidler ise, müminlerin askerî başarılarıyla heyecanlanarak Kur'ân'ın insânî olan verilerini, (mebâdi-i mevhûbesi) ilk verilerini unuttular. Fakat hayli zamandan beri Batı'nın her şeyde kazanmış olduğu üstünlük, İslâm'ın en büyük siyasi mahfillerindeki gururları özel bir şekilde sûkûnete kavuşturdu. Şüphesiz ki diğer imamlar, yani kanun babaları gelecek bu işi tamamlayacaktır..." Böyle demiş ve nihayet: "şimdi Fransa'da yeni bir mezhep kurulmasına girişilmiştir ki, mevcut olan esaslı üç mezhepten daha az ortodoks olmayacaktır" diye bir fıkra da ilave yapılmıştır.

Müslümanları gayret ve ictihad (çalışmay)a sevkeden, fakat müslümanlık için değil, yeni Fransız mezhebine simsarlık etmek için sevketmek isteyen ve siyasî gayelerle kaynaşan bu sözler Frenk eserleriyle meşgul olan heveskâr (hevesli) ve gafil gençler üzerinde yanlış kanaatlar bırakmış olduğu için, biz burada tefsir açısından biraz daha bahsi uzatmak mecburiyetinde bulunuyoruz.

Önce şunu hatırlatalım ki, ne eski, ne yeni, ne müctehid, ne de müctehid olmayan İslâm bilginleri yanında bu iki âyetten birinin birisiyle veya diğer bir âyetle mensuh olmasını isteyen veya tasavvur eden hiçbir kimse yoktur ve olma ihtimali de yoktur. Birçok yerlerde açıkladığımız üzere bütün müctehid imamlar ve önceki sonraki bütün müslüman âlimler şunda ittifak etmişlerdir ki, iman ve itikad (inanç) meseleleri gibi dinin esaslarında ve verdiği haberlerinde nesih mümkün ve düşünülmüş değildir. Bu noktada İslâm ve Kur'ân, kendinden öncesini neshedici değil, tasdik edici, teyit edici ve düzelticidir. Evet, nesih de bir gerçek, bir kanundur. Neshi inkâr etmek, yaratılışdaki değişimleri inkâr etmek veya âlemde değişimlerin kanunsuzluğunu iddia etmek gibi bir bilgisizlikten başka bir şey değildir. Neshi inkâr etmek isteyenler şunu düşünmelidir ki, eğer Allah Teâlâ'nın yaratma ve emrinde bir nesih kanunu olmasaydı âlemde ne bir değişme olur, ne de akidlerde, anlaşmalarda ve konmuş kanunlarda insanlar arası feshetme ve ilka (kaldırma) muamelelerine imkan bulunurdu. Fakat şunu da bilmeli ki neshin konusu, ilgilendiği şey, ancak zaman ve mekanın değişmesi, durumların ve menfaatlerin farklılığı ile ilgili olan fer'î hükümler olabilir. Geçmiş dinlerde ve İslâm'ın başlangıcında mensuh olduğu açıklanan hükümler de hep bu cümleden olanlardır. Yoksa ezeli hakikatlarda ameli değil, yalnız ilmi istenen ve hatta zamanla ilgili olan doğru haberlerde de nesih olamaz. Her zaman hak ve sabit olan din ve iman esasları, bütün Allah'dan gönderilmiş dinlerde aynı olmak üzere saklanır, muhafaza edilir. Gerek bilgisizlikten ve gerek şeytanlıktan doğmuş olarak tahrif sûretiyle girmiş olan batıl inançlar ve fâsid fikirler ise, esasta olsun, füru'da olsun daima red ve iptal edilir. Bahis konumuz olan iki âyet ise fürûattan değil, en yüksek iman esaslarındandır. "Kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse, işte bunlara hiçbir korku yoktur, onlar mahzun da olmazlar." düsturu, bir ezelî gerçektir. Ve bunu kabül ve tatbik etmeyen hiçbir din, hak din değildir. Muhammed Aleyhisselâm'ın tebliğ ettiği bu gerçek, Musa'nın da, İsa'nın da ve bütün peygamberlerin de tebliğ ettikleri bir hakikattır. Gerek geçmiş ümmetlerde ve gerek şimdiki ümmetlerde hakikî müminler bu esasa uymuş olanlardır. Gerçekten müslüman ve sonunda da mesud olacak olanlar bunlardır. yahudiler, hıristiyanlar ve sâbiîler bu gerçeğe ciddî olarak iman ile uymadıkları ve bunu tatbik etmedikleri andan itibaren kâfir olmuşlardır ve bütün münafıklar da böyledir. Aynı şekilde buna imanı olup da tatbik etmeyen fâsıklar da korku ve hüzünden kat'î şekilde uzak kalamayacaklardır. Bundan sonra her kim bu gerçeğe ciddî olarak iman eder, sonuna kadar bağlanırsa, hiç şüphesiz hakikî mümin olur. Geçmişteki bütün kötülükleri silinir, o mesutlar zümresine girer. Şu halde en yüksek iman esaslarından bulunan böyle hakikatler nesih konusundan muhakkak hariçtir. Ve bunlarda mensuhluğu söyleyen veya arzu eden müslüman düşünülemez. Eski yeni bütün İslâm âlimleri bu noktada ittifak ettikleri halde Frenklerin "Eski müslüman müctehidleri birinci âyetin bu âyet ile neshedilmiş olmasını istiyorlar." sözü açık bir yalan ve açıktan açığa bir iftiradır. Ve bütün esası böyle bir iftiradan ibaret olan diğer sözlerin durumu da bundan bellidir. Hem de bu iftira, kasıtlı değilse, pek cahilcedir. Çünkü nesih, nefy ve isbat (olumluluk ve olumsuzluk) ile zıtlaşan iki kanunun önce gelenine sonra geleniyle son veren bir değiştirme beyanıdır. Bu âyetler ise sayılan sınıflar, bu cümleden olarak "sâbiin" ve "sâbiûn", gerek birbirinin aynı olsun ve gerek Kazımireski'nin zannettiği gibi farklı bulunsun, hükme gelince ikisinde de birbirinin aynı olan hükmünden ibarettir. Burada nesih mümkün farzedilse bile ortada iki hüküm yoktur ki nesihten bahsedilsin. Ne, neyi neshedecek? yine ile mi neshedilmiş olacak? Şu halde bu şekilde bir nesih iftirasına kalkışmak, aynı zamanda bir bilgisizlik ilan etmektir. Fakat bunu yapan müslüman müctehidleri değil, onlara hücum etmek için iftiradan başka çare bulamayan ve yeni Fransız mezhebine davete çalışan o Frenk doktorlarının kendileri olmuştur. Bu ise siyaset tutuculuğunu her ölçünün dışına çıkarmaktır. Batının son zamanlardaki ihtilal üstünlüğüyle coşarak gururlarını ilan edenlerin, gibi ilâhî prensiplere sarılan ve haktan başka bir şey düşünmeyen ilk müslüman müctehidlerini, "müminlerin zaferleriyle coşmuş olarak insanî prensipleri unuttular" diye kendilerine kıyas ederek insanlık dışı bir duygu ile tasavvur etmeleri de garip bir iftiradır. Müminlerin zaferleriyle coşmuş olmak insanlığı unutmak ise, mümin olmayanların üstünlükleriyle gururlanmak da insanî bir şey olmayacaktır.

İkincisi, Hz. Peygamber'in sözlü ve fiilî hükümleri mabudluğu tebliğ ederken âleme en yüksek bir siyaset dersi öğretmiş olduğu ve şartların, zamanların, zeminlerin ve durumların gereğine uygun amelî hükümleri de tebliğ ve icra buyurduğu şüphesizdir. Ve zaten nesih meseleleri de bu gibi hükümlerdedir. Bu da İslâm dininin her zaman ve mekanda herkes için prensipler koyan bir hak din olması sebeplerinden biridir. Fakat bu gibi değişen hükümler fer'îdir. Bunların başında usûl (esaslar) denilen sabit hükümler vardır. Ve bunların ikisi de hak kanundur. Bu şekildedir ki İslâm dini hem koruma, hem değişme kanununu içerir. Neshi inkâr edenler, dini yalnız bir koruma kanunu olmak üzere düşünürler. Ve bunun için değişme ve inkılâb noktalarında dinsiz kalırlar. Din ile siyasetin birleşmiyeceğini sanırlar. Dini inkâr edenler de koruma kanununu ve sabit hükümleri inkâr ederler. Her açıdan nesih ve değişim içinde yürümek ve sabit bir hak fikir duymamak isterler. Halbuki En'âm sûresinde geleceği üzere âlemin cereyanı ve özellikle beşer hayatı "Sizin için bir kalış süresi ve kalacak bir yer vardır." (En'âm, 6/98) hükmü gereğince, bir taraftan istikra (kalma) ve koruma, bir taraftan bırakma ve değişme nizamları içinde yürür. Bunların biri illet ve sebebin bâki kalmasıyla sebat ve devama; biri de gelişme ve ıstıfa (seçim) ile olgunlaşmaya bakıcıdır. Bunun için koruma kanununa dayanmayan din, din değildir. Değişim kanununu ihtiva etmeyen din de, kamil ve genel değildir. Ve İslâm dini her ikisini içine alır. Ve şüphe yok ki koruma ve sabit kalma aslın, değişime ve inkılâb fer'in vasfıdır. İnanacağım, iman ve itikad edeceğim, dayanacağım prensip, herhalde sabit olmalıdır. Çeşitli zaman ve mekanda, çeşitli şartlar ve durumlar altındaki değişmelerine göre icra ve tatbik edeceğim ölçüler de değişimi mümkün şeyler olmalıdır. Şu halde şunu asla unutmamak gerekir ki, Muhammedî siyaset dinde ve hakkın hükümlerinde hakim değil, din ve hakkın hükümleri Muhammedî siyasetle beraber bütün Muhammedî varlıkta hakimdir. Bunun için Hz. Muhammed dinî olduğu kadar politik değil, siyasetiyle, hayatıyla ve bütün varlık ve insanlığıyla Hakkın emrine bakışını çevirmiş dinî bir zat, bir Allah elçisi idi. Şartların gereğine uygun hükümlerle hareket ettiği zamanlarda da o, şartlara ve çevreye değil, onları ona emreden Allah Teâlâ'nın emirlerine ve sabit (değişmez) hükümlerine uyuyordu ki, bahis konumuz olan iki âyet de işte bu değişmez hükümlerden ve bu esaslardan umuma karşı Allah'a iman ve uyma gereğini haber veren hükmünde şartların ve durumların gereklerine uyma yönünü isbat edecek hiçbir delalet yoktur. Tersine yalnız hakka ittiba ve sayılan sınıflara karşı koyma vardır. "Kur'ân Analyse" yazarları bu âyetleri parçalamayıp da Kur'ân'daki tertiplerine göre alt ve üstleriyle göstermiş olsalardı, belki bu kadar saptırıcı sözler söylemeye cesaret edemezlerdi. Bu cümleden olarak bu âyetin üstündeki iki âyet o kadar açık bir şekilde isbat eder ki, Peygamber bu âyetleri çevresindeki insanların pek çok muhalefet ve karşı çıkmalarına rağmen yalnız Allah'ın emrine ittiba ve sırf Allah'ın korumasına dayanarak tebliğ etmiştir. Gerek Bakara sûresi âyetinin üst tarafı okunur ve gerek "Ey inananlar, sizden önce kitap verilmiş olanlardan ve kâfirlerden dininizi eğlence ve oyun yerine koyanları dost tutmayın" (Mâide, 5/57) âyetinden buraya kadar gelen ve daha gelecek olan âyetlere dikkat edilirse Kur'ân'ın bunlara ne güzel cevaplar vermiş ve ne açık irşadlarda bulunmuş olduğu görülür. (Bak. Bakara, 2/42; Nisâ, 4/46; Mâide, 5/59, 62, 63, 64)

Bununla beraber biz bu satırları haksız yere İslâm aleyhine çalışan Fransızlara karşı değil; İslâm için hakkıyla çalışmayan, Allah'ını, Peygamber'ini dinini, diyanetini, Kitabını, ahiretini unutup vazifesini yapmayan, kendinden geçmiş, bilgisizlik ve düşüklük içinde şeytanlara kul olmak vaziyetine düşmüş müslüman kalıntılarına sonlarını göstermek için yazıyoruz. Anlaşıldı ki Allah Teâlâ Kur'ân'ında zahirî (görünürde) müminleri, yahudi ve hıristiyan, sâbiîn gibi karşıtlarıyla bir ölçüde saymış ve kesin vaadini Allah'a ve ahirete gerçekten iman edip güzel amel işleyen hakikî müminlere tahsis etmiştir. Batı ve doğu değişir, bu kanun değişmez. Demek iş, mümin görünmekte değil, kâmil mümin olmakta ve bu iman ile çalışıp son zaferi kazanmaktadır. İman ve İslâm hiç bir zaman mağlub olmaz, burhan (delil) onundur. Fakat eksik ve fasık müminlerdir ki ona mağlubiyet lekesi sürerler.

Şimdi bu tartışmaya sebep olan "sâbiîn" kelimesine gelelim:

"es- SÂBİÎN" : Kırâetlerin çoğunda "hemze" ile (yukarda yazıldığı gibi), Nâfi ve Ebu Ca'fer kırâetlerinde de "hemze"siz "es-sâbîn", "es-sâbûn" okunur ki bunda ya "hemze"nin "yâ"ye kalbi (dönüştürülmesi) ile veya aslında "hemze"siz olarak "sâbî"nin çoğulu olmak üzere iki vecih (şekil) düşünülmüştür.

Arapça hemze ile vezninde meşhur bir dinden diğer bir dine çıkana denilir. "Kâmus"ta der ki, "dininden başka bir dine çıktı" "yıldızlar doğuş yerinden çıktı" demektir. İbnü Esir de "Minhâc"ında der ki: Bir kimse dininden başka bir dine çıktığı zaman denilir. Kureyş, İslâm dinine girenlere yerinde "masbû", müslümanlara "subat" derlerdi ki "kâdî, kudât" gibi "sâbi "nin çoğuludur. "Sâbi'" ise gençlik, cahillik sevdasıyla bir şeye meyletmek ve sevmek mânâsına "sabv = " ve "sabve= "den ism-i fâildir ki "hevâî" ve "aşüfte" demek gibidir. Bundan başka "sâbiîn" in muhaffefi de olur. Fahruddin er-Râzî demiştir ki, "Hemze ile kırâet (okumak), mânâyı açıklamaya daha yakındır. Çünkü ilim ehli 'O, dinden, diğer dine çıkandır' demişlerdir". Ebu Hayyân'ın ifadesine göre de "o, meşhur bir dinden, diğer dine çıkandır". İşte bu mânâ, kelimenin tam Arapça olan mânâsıdır. Tam Arapça olan bu mânâya göre "sâbiîn" ve "sâbiûn", "İslâm, Yahudi ve Hıristiyan dinlerinden hariç olanlar" mânâsına bir genellemeyi ifade etmiş olur ki, "müminler, yahudiler, hıristiyanlar ve diğerleri" demek gibidir.

Sonra, sâbie, sâbiîn, sâbiûn veya sâbîn ve sâbûn, eski bir din veya özel mezhebe mensup olan bir gruba, bir millete isim olarak söylenir ki, bu mânâca kelimenin aslı Arapça olup olmadığı hakkında ihtilaf edilmiştir. Arapça olduğuna göre zikredilen "sâbî" mânâlarının birinden alınmıştır. Arapça olmayıp Süryâni gibi diğer bir dilden alınmış olduğuna göre ise aslı sâbidir. Şit Aleyhisselâm'ın ikinci oğlu veya İdris Aleyhisselâm'ın oğlu olduğu iddia edilmiştir. Bu ihtilafın özetine göre anlaşılıyor ki bunlar kendilerine sâbiy demişlerdir. Arap da gerek bunlara ve gerek benzerlerine sapık veya "yıldıza tapan" mânâsına sâbiî veya sâbî demişlerdir.

Bunlar kimlerdir? Ve bu nasıl bir mezhep veya dindir? "Kâmus"ta: "Sâbiûn Nûh Aleyhisselâm'ın dini üzere bulunduklarını zannederler ve kıbleleri gündüzün yarısı sırasında kuzey rüzgarının estiği yerdir" diyor. "Tehzib" de ise: "Sâbiûn bir kavimdir ki, dinleri Hıristiyan dinine benzer. Ancak kıbleleri güney rüzgarının estiği yerdir. Ve Nûh Aleyhisselâm'ın dininde olduklarını söylerler". deniliyor. Tefsircilerin açıklamalarının özetine göre bunlar, yahudi ile hıristiyan veya yahudi ile mecûsî veya hıristiyan ile mecûsî dinleri arasında bir gruptur ki, hem kitap ehli denebilecek yönleri veya sınıfı, hem de müşrik veya putperest denecek yönleri veya sınıfı vardır. Dinlerinin aslının, İdris veya Nuh Peygamberlerin dini olduğu da söylenmiş; esasında meleklere veya yıldızlara taptıkları ve puta tapıcılar oldukları da söylenmiştir. Anlaşılıyor ki sâbiîlik esas itibariyle Allah'dan gönderilmiş olması düşünülen ve fakat zamanın geçmesiyle felsefî ve siyasî etkiler altında birçok sapmalar ve değişmelere maruz olarak bir gizlilik veya batınîlik kazanmış eski bir mezhebdir. Ve en az bunları ilk sâbiîler ve son sâbiîler olmak üzere düşünerek, yerine göre aralarındaki müşterek ve farklı yönleri bulunabilecektir. Tarihî bakış açısından ilk sâbiîler; Hind'de ve eski Mısırlılarda, Süryânîler ve Gıldânîlerde az çok bir fark ile devam etmiş bir mezhebtir. Ve bununla beraber bu mezhebi en çok temsil edenler Süryânî ve Gıldânîlerdir. Eski Yunan ve Rum dinleri de bunların bir yansımasıdır. Son sâbiîler de İsrailoğulları, İran, Yunan, Roma ve diğerleri gibi çeşitli kültür ve medeniyetler altında kalmış olan Süryânî ve Gıldânî kalıntılarıdır ki, bunlardan geri kalanları el-Cezire ve Musul taraflarındaki Nabatîler olmuştur. Abbasiler devrinide Yunan eserlerini Arapça'ya terceme eden Sâbit b. Kurre gibi filozof ve mütercimler bunlardan idi. da: "Ebu'l- Hasen Sâbit b. Kurre el- Harrânî, Harran'da oturan sâbi'eden idi. Mezhebiyle ilgili vergiler, farzlar ve sünnetlere dair; ölülerin kefenlenmesi ve defnedilmesine, inançlarına, temizlik ve pisliğe dair risaleleri vardır. Oğlu Sinan b. Sâbit, Hürmüs'ün "Nevâmis"ini Arapçaya çevirmiştir. Ve deniliyor ki, "sâbiûn"un nisbeti (sâb) adır. Bu da İdris aleyhisselâmın oğlu (Tât) dır diye zikredilmiştir.

Şihâbuddin Ahmed b. Fazlullah el-Ömerî "Mesâlikü'l- Ebsâr" ında ve Ebu'l-Fidâ Tarihi'nde, Ebu'l-İsâ el-Mağribi'nin kitabında nakledildiğine göre, "Süryân ümmeti, ümmetlerin ilkidir. Ve bunların milletleri sâbiîn milletidir. Bunlar dinlerini Şit ve İdris Peygamberlerden aldıklarını söylerler. Şit'e yakıştırdıkları bir kitapları vardır, buna "Suhuf-i Şit" (Şit'in sayfaları) derler. Bunda kerem (cömertlik), şecaat, doğruluk, yakına taraftarlık gibi ahlâki güzellikler ve iyilikler zikredilmiş ve emredilmiş, kötülükler zikrolunup bunlardan çekinilmesi emrolunmuştur. Sâbiîlerin bir takım ibadetleri de vardır. Bu cümleden olarak yedi vakit namazları vardır ki beş vakti müslümanlarınkine uyar. Altıncısı kuşluk, yedincisi de gecenin tam altıncı saatindedir. Namazları niyet ve bir de başka bir şey karıştırılmamak itibariyle müslüman namazına benzer. Rükûsuz ve secdesiz cenaze namazları da vardır. Otuz veya yirmidokuz gün oruç da tutarlar. Oruç ve fıtırlarında hilale riayet ederlerdi. O şekilde ki fıtırlarında güneş, hamel (kuzu) burcuna girmiş bulunurdu ve gecenin son dörtte birinden güneşin kursu (yüzü) batıncaya kadar oruç tutarlardı ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın) denilen yıldızların şerefli evlerine inişlerinde bir takım bayramları vardır. Ve hamse-i mütehayyire (beş şaşkın), Zühal (Satürn), Müşte-ri (Jupiter), Mirrih (Merih), Zühre (Venüs), Utarit (Merkür) tir. Mekke'nin Beyti (Kâ'be)ne de hürmet ederler. Fakat Harran üzerinde bir yerleri vardır ki oraya haccederler ve Mısır ehramlarına da hürmet ederler. Ve bunların biri Şit b. Âdem'in kabri, diğer biri Uhnuh'un (İdris'in) kabri, biri de nisbet olundukları Sabi b. İdris'in kabri olduğu kanaatindedirler. Ve güneşin şeref burcuna giriş gününe hürmet ederler. İbnü Hazm demiştir ki, sâbîlerin mensub oldukları din, dinlerin en eskisi ve bir zamana kadar dünyada galip olanıdır. Nihayet birtakım dinde olmayan yeni icatlar ortaya çıkardılar ve bunun üzerine Cenâb-ı Allah bunlara Hz. İbrahim'i gönderdi".

Şehristânî "el-Milel ve'n- Nihal"inde dinler tarihi açısından der ki: İbrahim Aleyhisselâm zamanında bütün insan grupları iki sınıfa dönüşmüş bulunuyordu: Sâbie, Hunefa. Sâbie, biz Allah'ı tanımada; Allah'a itaati, emirlerini ve hükümlerini tanımakta bir aracıya muhtacız. Fakat o aracının ruhânî olması gerekir. Çünkü ruhânîler mukaddes, temiz ve Rablerin Rabbine yakındırlar. Cismânîler ise bizim gibi yerler, içerler ve bizim gibi beşere itaat ederseniz zararda kalırsınız derlerdi. Hunefa (hanifler) de biz beşer; bilgi ve itaatde beşer cinsinden bir aracıya muhtacız. Bir beşer ki temizlik ve masumlukta, teyid (doğrulama) ve hikmette derecesi, mücerred (soyut) ruhaniyetten daha yüksek olsun. Beşer olması durumuyla bize benzeyen, ruhaniyeti yönüyle bizden üstün bulunsun da ruhaniyeti tarafıyla vahy olsun, beşeriyeti tarafıyla da insan türüne telkin etsin. Derlerdi ki, Kur'ân'da: "De ki: Rabbimi tenzih ederim. Ben, sadece elçi olan bir insan değil miyim?" (İsrâ', 17/93), "De ki: 'Ben de sizin gibi bir insanım, bana vahyolunuyor" (Kehf- 18/110) âyetleri bu mânâya işarettir. Fakat yalnız ruhânî elçiyi benimsemek isteyen sâbie, sırf ruhâniyette sıkışıp kalmaya, doğrudan doğruya kendi zatlarına yakınlaşarak onlardan bizzat (aracısız) almalarda bulunmaya da çare bulamadılar. Böylece bir kısmı tuttular rûhanilerin heykellerine sığınarak bunlardan yardım dilenmeye kalktılar ki, bu heykeller yedi gezegen ve bazı sâbitlerdir. Bu şekilde Rum sâbiesinin sığınağı gezegenler, Hind sâbiesinin sığınağı da sâbitler oldu. Bir çoğu da heykellerden şahıslara; yani o yıldızların Rum'da tabiatları, Hind'de seçkinleri dikkat nazarına alınarak görünüş şekillerine göre yapılan müşahhas (somut) resimlerine tenezzül ettiler. Mücerret (soyut) ruhâniyet tutuculuğu böyle tersine dönüp, ruh sahibi olan beşerin kendini unutarak ruhsuz cisimler önünde boyun eğmesine dönüştü ve bu ruhâniyetin temsili sayıldı. Bunlar düşünemiyorlardı ki, bu temsillerin, dolaylı olarak delalet ettiği, mücerret (soyut) rûhâniyet değil, nihayet beşerî rûhâniyetin bir temsili oluyordu. Fark edemiyorlardı ki bu temsiller, yıldızlardan ve onların rûhânilerinden önce bir beşerî ruhun yanlış tasavvurlarını, meyletmelerini ve sapıklıklarını ifade ederler. İşte bunlardan ashâb-ı heyâkil (heykelciler) denilen önceki grup "yıldızlara tapanlar", ashâb-ı eşhas (şahıscılar) denilen ikinci grup da "puta tapanlar" dır. İbrahim Aleyhisselâm her iki fırkayı, sözlü ve fiilî olarak kırmak suretiyle kolaylık ve müsamaha ile bir büyük millet ve büyük şeriat olan ve kıymetli din ve doğru yol bulunan "hanif"liği yerleştirdi ve yaydı. Onun oğullarından olan peygamberlerin hepsi de bunu yerleştirip sağlamlaştırıyorlardı. Özellikle şeriatımızın sahibi Muhammed Mustafa (s.a.v) bu yerleştirmede en sona ve en yüksek maksada erişti. Burada en dikkate şâyân olan nokta şudur ki, tevhid, hanifliğin esaslarının en özelidir. Bunun için Kur'ân'da anıldığı her yerde haniflik, şirki reddetmeye yakın olarak zikredilmiştir. "İbrahim, ne yahudi, ne de hıristiyan idi, dosdoğru bir müslümandı. Müşriklerden de değildi" (Âl-i İmran, 3/67); "Allah'a ortak koşmadan, hâlis olarak Allah'ı birleyenlerden olun" (Hacc, 22/31).

Sâbîilik ilk zamanda yalnız heva ve hayvaniyetleri, kişisel baskıları ve hissî temayülleri peşinde koşan Haşişiyye, Tabiiyye ve Dehriyye'nin ruhî sefaletlerini görerek insanlık ve azimlikten tiksinip bir takım sınırlar ve aklî hükümler kabul etmiş ve bunun esaslarını vahy ile teyid edilmiş kanunlardan almakla beraber görüşlerini aklî soyutlar (mücerredler)a tahsis etmişler ve aradıklarını yerde ve insanlıkta değil, gökte ve gök cisimlerinde bulmak istemiş bir mezhep dini gibi ortaya çıkmıştır ki, bunlar Âzimûn ve Hürmüs'ü ilk muallim (öğretmen) kabul eden ilk sâbiedirler. Şehristânî burada genel sâbieyi anlatmak için, felsefe tarihine göre şöyle bir özet bölüm yaparak ve son sâbi'e felsefelerini inceleyip tartışarak der ki: İnsanların bir kısmı ne mahsûs (hissedilen)u, ne de makul (düşünülen şey)u kabul etmezler, bunlar Sofestâiyyedir. Bir kısmı hissedileni kabul eder, düşünüleni kabullenmez, bunlar Tabiiyyedir. Bir kısmı hissedileni de, düşünüleni de kabul eder, cezaları ve hükümleri kabul etmezler. Bunlar Dehrî filozoflardır. Bir kısmı hissedileni, düşünüleni, cezaları ve hükümleri de kabul eder, Allah'dan gönderilen bir şeriât ve İslâm'ı kabul etmezler, bunlar Sâbiedirler. Bir kısmı, bunların hepsini, bir çeşit şeriat ve İslâm'ı da kabul eder. Fakat Peygamberimiz'in (s.a.v) şeriatini kabul etmezler, bunlar yahudi ve hıristiyandırlar. Bir kısmı da hepsini kabul eder, bunlar da müslümandırlar. Sâbie, Sofestâiyye, Tabiiyye ve Dehrî filozoflar gibi dinsizlere karşı olan bütün din sahipleri içinde ilk mücadele Haniflere karşı olur. Sâbie ve Hanifler: İşte bütün dinlerin bizzat karşı karşıya olan iki aslî şubesi. Sabve, başlangıçtan beri devamlı olarak Haniflik karşıtıdır. Sâbie, din ararken, hak yoldan saptıkları ve peygamberlerin doğru izinden ayrıldıkları içindir ki Sâbie adını almışlardı. Fakat kendileri, aşk ve arzu mânâsıyla, "sabve, insanların kaydından uzaklaşmaktır" derler. Çünkü Hanifler mezhebi beşerî peygamberlik ile cismânî beşere taraftarlık esası üzerinde yürüdüğü gibi, Sâbie mezhebi de cismânî beşerliği düşük görmekle rûhanilere taraftarlık esası üzerinde yürür. Ve bunun için sâbie insanların, beşer olan bir peygambere uymak ve ittiba etmekle doğrudan doğruya Allah'a ibadet etmesini doğru bir iş değil, insanların şartı gibi göstererek beşer dışından Allah'a yaklaşmak için aracılar ve münanesebetler arar. Ve bunu önce yalnız ruhâniyette arar. Ve kendilerini sırf rûhânî olabileceklerini sanarak cisimliği ezmek, cisim olan beşerlikten mutlaka ilgiyi kesmek isterler. Ve bu şekilde, sâbie, mezheplerinin iktisab (kazanma) olduğunu iddia ederler, yaradılış hududundan hariç bir iktisab(kazanç)a davet ederler. Bunlara karşı Hanifler de mezheplerinin fıtrat (yaratılış) olduğunu söyler ve fıtrata davet ederler. Haniflere göre mahsus (hissedilen) ve makul (düşünülen), cismânî ve rûhânî ikisinin de özel kıymetleri vardır. Fakat bu kıymetler hiç birinde mutlak değil, izafî (değişken) dir. Bir makul, gözle görülen şeyler içinde misali bulununcaya kadar hayal ve kuruntudur. Bir mahsus (hissedilen şey) de, düşünülende misali bulunmadıkça, mahsus (gözle görülen) değil, bir yok olan serabdır. Hakkın zatı, ne sırf makul (akla uygunluk), ne de sırf mahsus (gözle görülen) dur. Ne mahsus (görülen) tamamen makule dönüştürülür, ne de makul tamamen mehsusa dönüştürülür. Her ikisi de birbirini karşılıklı olarak temsil etmek üzere hakka dönüştürülür. Aynı şekilde mutlak etki, ne sırf ruhâniyete mahsustur, ne de sırf cismaniyete; cisim ruhtan etkilendiği gibi, ruh da cisimden etkilenir. Ruh ile cisim arasında karşılıklı bir etki ve etkilenme vardır. Hak parıltısı bu ikisinin arasında bulunur. Hakikî fail (yapıcı), ne ruh, ne cisimdir. Ne ruh cismin eseri, ne de cisim ruhun eseridir. İkisi de Allah'ın eseri ve Allah'ın delilleridir. Allah yalnız maddesiz olanların değil, maddenin ve maddeden olanların da yaratıcısı ve yapıcısıdır. Aynı şekilde hayır (iyilik) ve kemal (olgunluk), fazilet ve selâmet yalnız ruhâniyete mahsus değildir. Şer (kötülük) ve noksanlık, fesatlık ve rezillik ruhâniyette de vardır. Öyle olmasaydı rûhâniyetin derecelerinde ihtilaf olunmaz ve meleklik karşılığında şeytanlık olmazdı. Cisim olma, aslına ve yaratılışına göre şerrin başlangıcı değildir. Cisimlikte öyle faziletler vardır ki onlar ruhânilerde bulunamaz. Şu halde rûhâniyeti ve cisimliği içine alan beşer türünde hak delilleri ve Allah'a yakınlık mücerred (soyut) rûhaniyyetten daha fazladır. Beşer türü mücerred rûhâniden -belki- daha faziletli ve daha mükemmeldir. Hatta beşer, meleğin emrinde değil, melek beşerin emrindedir. Beşerin Allah'a yaklaşması için soyut rûhâniyetin aracılığı zaruri değildir. Allah'dan insanlara ve insanlardan Allah'a doğru bir yol vardır. Yaratma Allah'a ait olduğu gibi, emir de Allah'ındır. Hudûd (hadler = cezalar) ve hükümler de Allah'ındır. Allah'ın tayin ettiği, Allah'ın inzal ettiği (indirdiği) dir. Beşer ne sınırsız, ne mühmel (terkedilmiş) dir, ne de yaratılışın müsait olmadığı sınırları kazanabilir.

Yaratılışı bozmaya çalışmamalı ve cesedi hakir görüp ezmeye uğraşmamalıdır. Fakat Sâbie bu noktada orta yoldan çıkmış, "hakka yaklaşmak yalnız ruhâniyettedir" zannıyla hissedilen (mahsus)i makul (akla uygun olan)a, cismânîyi rûhâniye dönüştürmeye, insandan melek yapmaya kalkışmış; kolaylığı zorluğa, hoşgörüyü baskıya, tecerrüd (sıyrılma)ü toplanmaya, bağlanmayı ayrılmaya tercih etmeye çalışmış ve buna göre rûhaniyet tutuculuğu etrafında dolaşmak isterken ruhânî olmayan cisimlerden yardım istemeye kadar inmiş; birlik ve tecerrüd (yalnızlaşma) ararken çokluk ve şirk içinde kalmıştır. Bunun için ilk Sâbie de Haniflerden bazı esaslar alarak ruhâniyet ashabı, yahut meleklere tapanlar olmak üzere başlamış; heykel ashabı yahut yıldızlara tapanlar; eşhas ashabı yahut puta tapanlar olmakta karar etmiş ve bu iki gruptan her biri de, biri Hızbâniyye, biri de Hıribbâniyye adıyla iki esas mezhebe ayrılmıştır.

Ashâb-ı ruhâniyyat (Ruhâniyyât ashâbı): Ruh bir cevher (öz), fetha ile "ravh" da onun özel durumudur. Buna göre "rûhâniyet" ve "ravhâniyet" diye iki deyim (tabir) vardır. Bunların mezhebi şudur: Âlemin hakîm (hikmet sahibi) ve hudûs (sonradan olma) kusurlarından uzak bir yapıcısı, yaratıcısı vardır. Ve bizim görevimiz, onun yüksek huzuruna erişmekten aciz olduğumuzu bilmektir. Ona ancak yanında yakınları (mukarrabîn'i) olan aracıları vasıtasıyla yakınlaşılır. Bunlar ise öz olarak (cevheren), fiil olarak ve hâl olarak temiz ve mukaddes olan ruhânîlerdir. Cevher (öz) açısından ruhâniler, cismânî maddelerden mukaddes, cesede ait güçlerden uzak, mekana ait hareket ve zamanla ilgili değişmelerden münezzeh (kusursuz)dirler. Yaratılışları temizlik, fıtratları Allah'ı büyükleme ve yüceltme üzerinedir. "Allah'ın buyurduğuna karşı gelmeyen ve emredildikleri şeyi yapan melekler" (Tahrim, 66/6) dirler. Bizi buna ilk muallimimiz (hocamız) Azimun ve Hürmüs irşad ettiler. Biz bunlara yaklaşırız ve bunlara tevekkül eder dayanırız. Bizim Rablerimiz, ilâhlarımız, Allah katında aracılarımız, şefaatçılarımız bunlardır. Allah da rablerin rabbi ve ilâhların ilâhıdır. Şu halde bizim görevimiz nefislerimizi tabiata ait şehvetlerin kirlerinden temizlemek ve ahlâkımızı şehvet ve gazap kuvvetlerinin ilgilerinden ayıklamaktır ki, bu sayede bizimle rûhâniler arasında bir ilgi hâsıl olsun da onlardan ihtiyaç duyduğumuz şeyleri istiyelim ve durumlarımızı kendilerine sunalım ve bütün işlerimizde onlara âşık ve sabî (sevgili) olalım ki, onlar da bizi ve kendilerini yaratana ve rızık verene şefaat etsinler. Bu temizleme ve süsleme ise ancak bizim çalışmamızla ve kendimize hakim olmamızla, nefislerimizi şehvet kötülüklerinden keserek rûhâniyet yönünden yardım istememizle olur. Yardım dilemek de dualarla, namazlarla, bol sadaka vermekle, yiyecek ve içeceklerden kendimizi tutmak, kurban kesmek, buhurlarla, tütsülerle tütsülenmek ve büyüklere saygı ile dua ve niyazdır. Bu şekilde nefislerimizde aracısız bir yardım dileme yeteneği meydana gelir ki, o zaman biz de tıpkı vahy aldığını iddia edenlerin hükmünü kazanırız. Ve hatta sırf rûhânî olur, ilâhlar sırasına geçeriz. Peygamberler bizim türde emsalimiz, surette şekillerimiz, maddede ortaklarımızdırlar. Yediğimizden yerler içtiğimizden içerler, şekilde bize benzerler, biz onlara niçin itaat edelim, derler. Kur'ân'da "Eğer sizin gibi bir insana itaat ederseniz, o takdirde siz, mutlaka ziyana uğrayanlarsınız" (Mümimûn, 23/34) âyeti, bunların bu sözlerini söylemektedir.

Fiil açısından rûhânîler, yaratma ve icatta, işleri bir halden bir hale çevirmede ve yaratıkları bir başlangıçta olgunluğa yönetmede aracı etkendirler. Kudsî hazreti ilâhtan kuvvet dilenir ve düşkün varlıklara feyz yayarlar. Ve bunların sıraya konulmuş dereceleri vardır.

Birinci olarak, yıldızları idare eden, bu cümleden olarak gezegen yıldızları yörüngelerinde tedbir ve idare eden rûhânîler vardır ki, yedi gezegen yıldızları bunların heykelleridir. Her rûhânînin bir özel heykeli ve her heykelin bir felek (yörünges)i vardır. Ve o rûhâninin o heykele nisbeti, ruhun cesede nisbeti gibidir. O, o heykelin rabbi, idarecisi ve müdürüdür. Sâbiîler, o rûhânilere ilâhlar, heykellere de rabler derler. Bununla birlikte çoğunlukla heykellere babalar, unsurlara anneler ismini vermişlerdir. Rûhânîlerin fiil ve tesiri, o uydu heykellerde ve unsurlarda birtakım değişiklikler meydana getirecek şekilde özel bir miktarda tahrik etmektir. Bundan bileşiklerin terkipleri ve anlaşmaları hasıl olur da buna uyarak cismanî kuvvetler gelir. Ve bu cismanî kuvvetler üzerine de, bitki ve hayvan türlerinde olduğu gibi, rûhânîlerin nefisleri biner ve bu etkiler, bazan bir küllî rûhânîden kûllî olarak ve bazan cûz'î rûhânîden cûz'î olarak sâdır olur. Mesela yağmur cinsiyle beraber bir melek, her bir damlasıyla de bir melek vardır.

İkinci olarak, gökle yer arasındaki boşlukta ortaya çıkan ulvî eserlerin idarecileri olan rûhâniler vardır ki, yağmur, kar, dolu, rüzgar gibi yerden çıkıp inen eserler, yıldırımlar, kıvılcımlar, gök gürlemesi ve şimşek, kuyruklu yıldızlar gibi gökten inmekle boşlukta ortaya çıkan eserler, aynı şekilde zelzeleler, sular, buharlar ve diğerleri gibi yerde meydana gelen eserler bunlarla idare edilir.

Üçüncü olarak, bütün varlıklarda geçici olan aracı kuvvetler vardır ki, kâinatın hepsindeki yaygın hidayet bunlarla idare olunur. Öyle ki kabiliyeti bulununca kuvvet ve hidayettten uzak hiçbir varlık görmeyiz. İşte rûhâniler böyle etkili yapıcıdırlar.

Hâl açısından rûhânilerin durumları, rablerin rabbi civarında rahat ve rızık, nimet ve lezzet, rahat ve sevinç olduğu da gizli değildir. Yiyecek ve içeçekleri, tesbih ve takdis, temcid ve tehlîldir. Bütün alışkanlıkları Allah'ı zikir ve Allah'a itaat iledir. Kimi, ayakta, kimi rükûda, kimi secdede, kimi ka'dede oturmakta olup, sevinç ve lezzetinden hiç biri durumunu değiştirmez. Kimi Allah'dan korktuğu için gözünü açmaz, kimi bakışından gözünü kırpmaz, kimi sakin hareketsiz, kimi hareketli sükûnsuz, kimi kabz (can alma) âleminde büyük melek, kimi genişlik âleminde rûhânîdir. "Allah'ın kendilerine buyurduğuna karşı gelmezler ve emredildikleri şeyi yaparlar" (Tahrim, 66/6) âyeti bunların durumlarını anlatmaktadır. Hanifler ise bunların tedbir edici, idareci, etkili sebep olmayıp, Allah'ın saltanatının delilleri ve Allah'ın gerek yaratma ve gerek kanun koyma (teşri) itibariyle emirlerini ve hükümlerini tebliğ edici olan elçileri olduğunu ve bütün bunların bir farklı tabiatla yaratılmış beşer fertlerinin aldığı vahy ve bilgi ile bilindiğini ve o farklı yaratılışda bulunmayanların bunları esas itibariyle o mümtaz beşerin aracılığı, öğretmesi ve telkini ile öğrendiklerini ve herhalde insanlıkta ortaya çıkan ve çıkabilecek olan fiillerin ve eserlerin daha yüsek olduğunu ve cismânî olan beşere ait ruhâniyetin sonlu olması mümkün olmakla beraber, kemalden kemale yükselmesinin de kabil olduğunu ve şu halde her beşer ferdinin, her ruhânîye göre değil ise de, rûhânî türe göre beşer türünün daha yüksek bir fazilete ve Hakk'a yakın olmada daha çok imrenmeye değer sevinç ve sûrûra, hem rûhânî, hem cismânî bir naîm cennetine ve büyük hoşnutluğa namzed bulunduğunu ve fakat Allah'a eş bulunmak mümkün olmadığında bu yükselme ve kemâle ermenin hiçbir zaman ilâhlığa yükselme ve ortaklık mertebesine varamayacağını ve bu yükseliş ve kemale ermenin ancak Allah'a tevekkül ve dayanma ile mümkün olabileceğini, hem asıl yaratılışta, hem her ilerleme anında yaratma ve emir ancak bir Allah'ın olduğundan her hangi bir şirkin sonlu olacağını ve şu halde zât ile sıfat, tesir ile emir her şekilde Allah'ı birleyerek beşerin bütün dayanma noktalarını ruhâniyet ve cismâniyetin anlaşmış iki şahit olarak delalet ettikleri herşeyin döneceği âlemin yaratıcısı ve âlemlerin Rabbi olan Hak Teâlâ'ya iman ve şehadette tanıyıp bütün varlıklarıyla ona yönelmeleri ve en yüksek vasıta ve önderlerini de ruhâniyet ve cismaniyeti içine alan beşer türü içinde farklı yaratılış ile yaratılmış peygamberler, resûller ve onların vârislerinde aramaları ve Allah'ın insanlara ihsan buyurduğu bu nimete, bu doğru yola şükredip nankörlük etmemeleri gerekeceğini anlatmışlardır.

Şehristâni önce Sâbiîleri rûhaniyet taassubu ile hareket eden Ruhâniyet ashâbı içinde özetleyip son Sâbiîlerin felsefelerine göre Hanifler ile Sâbiîlerin bu konuda birçok münakaşa ve atışmalarını uzun uzadıya anlatarak muhakeme yaptıktan sonra en esaslı gruplarını ayrıntılarıyla anlatarak der ki:

Ashâb-ı heyakil (Heykeller ashabı): İnsan bir aracıya muhtaç olunca ona yönelmenin ve yaklaşmanın mümkün olması ve kendisinden istifade edilebilmesi için, bu aracının görülür bir şey olması gerekeceğini hisseden rûhaniyet sahipleri, ilk önce "yedi gezegen" den ibaret olan heykellere sığınmışlar ve buna göre önce bunların evlerini ve manzaralarını; ikinci olarak doğuş ve batış yerlerini; üçüncü olarak huylarıyla ilgili, uygun ve uygun olmayan şekillerde bitişmelerini; dördüncü olarak buna göre gecelerin, gündüzlerin, saatlerin taksimlerini; beşinci olarak yine bunun gibi sûretlerin ve şahısların, iklimlerin ve memleketlerin takdirini öğrenmeye çalışmışlar ve bunun üzerine mühürler yapmışlar, azanın adıyla bir takım havass, efsûn, dua bellemişler ve her yıldıza -mesela Zühâl'e cumartesi gibi- bir gün ayırmışlar ve ilk saatine riayet etmişler ve onun şekline ve durumuna göre yapılmış mührünü kullanmışlar, ona mahsus elbise giymişler, ona özgü dualarla ondan istenecek dileklerini istemişler ve her birine böyle gün ve saat tayin etmişler ve bunlara erbâb (rabler), âlihe (ilâhlar); Allah Teâlâ'ya da rablerin rabbi, ilâhların ilâhı demişler; içlerinden bir kısımları da Güneş'i ilâhların ilâhı ve rablerin rabbi saymışlar ve bu şekilde heykellere, rûhânîlere yaklaşmak için, rûhânîlere de yaratıcı Allah'a yaklaşmak için ibadet etmişler. Çünkü heykellerin bedenlerinin rûhâniyet olduğuna inanmışlardır. Ve sonra yıldızların iş ve tesirleri esası üzerine tertip edilmiş bir takım acaib hileler ve sanatlar çıkarmışlardır ki, bunlara "tılsım" adı verilir. Kitaplarında yazılmış olan o tılsımlar ve sihir, kehanet ve tencim (yıldız falcılığı), tahtim (mühür basma), ta'zim (büyükleme), suver (şekiller) bunların hepsi onların bilimlerindendir. İşte bunlara "heykel ashabı" ve "yıldızlara tapanlar" denir.

Ashâb-ı eşhasa (Şahıslar ashabına) gelince: Bunlar da ashab-ı heyâkil gibi aracının gerekliliğine ve rûhâniyetin bu aracı vesileler olduğuna; fakat onların gözle görülmedikleri ve dillerle hitap edilmedikleri için kendilerine yaklaşmak ancak heykellerine yaklaşmakla olabileceğini söylemekle beraber, heykellerin de bazı zaman görünüp, bazı zaman da görünmediklerinden dolayı, onlara yaklaşmanın da saf ve devamlı olamayacağına ve böylece heykellere yaklaşmak için de göz önüne dikilmiş bir takım şekiller ve şahıslar gerekli olduğuna hükmederek yedi heykelden her birinin heykele ait misalinde bir takım müşahhas (somut) putlar edinmişler ve her birinde o heykelin özel cevherine riayet ederek yine yıldızlar esası üzere bunlara tapmaya ve bunlarla yıldızlara ve onlarla rûhânîlere ve onlarla Allah'a yaklaşacaklarına inanmışlardı. Ve bunlara "semâvî ilâhlar" karşılığında "ilâhlar" demişlerdir ki, işte bu Ashâb-ı eşhas, "puta tapıcılar" cümlesindendir. Yukarda gösterildiği üzere İbrahim Aleyhisselâm peygamber olarak gönderildiği zaman Sâbiîler böyle Ashâb-ı heyakil ve Ashâb-ı es'nam (putlar) olmak üzere iki sınıf bulunuyorlardı. Hazreti İbrahim hak olan Hanifliğe davet etti. "Ben yüzümü tamamen, gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve artık ben müşriklerden değilim" (En'âm, 6/79) diye, Hanifler mezhebini ikrar , Sâbie mezhebini de iptal etti. Fıtratın Haniflikten ibaret ve temizliğin bunda bulunduğunu, fıtrattan kastedilen tevhide şahitlik ve kurtuluşun buna bağlı olduğunu, şeriatlerin ve hükümlerin bu şahitliğe birer şeriat ve yol olup, nebilerin ve resullerin bunları yerleştirmek ve takdir için gönderildiğini, fâtiha (giriş) ve hâtim (bitiş)in, başlangıç ve kemalin bu şerîatlar ve yolları özetleme ve yazmaya bağlandığını ve kıymetli dinin ve doğru yolun bundan ibaret olduğunu açıklamıştır. Ve Allah Teâlâ peygamberi Muhammed Mustafa (s.a.v)'ya da "Sen yüzünü, Allah'ı birleyici olarak doğruca dine çevir. Allah'ın yaratma kanununa (uygun olan dine dön) ki, insanları ona göre yaratmıştır. Allah'ın fıtratı değiştirilemez. İşte doğru din odur. Fakat insanların çoğu bilmezler. Yalnız ona yönelin ve O'ndan korkun. Namazı kılın ve müşriklerden olmayın. (Onlar) dinlerini parçaladılar ve bölük bölük oldular. Her parti kendi yanındakiyle sevinmektedir" (Rûm, 30/30-32) buyurmuştur.

Hızbâniye, Sâbie'den bir topluluktur ki, yaratıcı Allah'ın hem tek, hem çok olduğuna kânidirler. Derler ki, zâtında, evvelinde, aslında, ezelde tekdir. Fakat şahıslarla kendi gözünde çoğalır ve bu şahıslar yedi idareci (müdebbir), bir de âlim, faziletli olan hayırlı yeryüzü şahıslarıdır ki, ilk ve bir olan, bunlarla ortaya çıkar ve şahıslarıyle şahıslanır. Ve bu çoğalma, onun zatındaki birliğini iptal etmez. O, feleği (yörüngeyi) ve yörüngedeki bütün gök cisimlerini, yıldızları yaratmış ve onları bu âlemin idarecileri kılmıştır. Bunlar, âbâ (babalar, ana unsurlar), mürekkebât mevâlid (doğurucu bileşikler)dirler. Babalar, diri ve nâtık (konuşan)dırlar. Eserlerini, unsurlara emanet ederler. Unsurlar da o eserleri rahimlerine kabul ederler ve bundan doğumlar olur. Ve sonra vâlidelerden bazan öyle saf ve kâmil yetenek, kusursuz biz mizac ile bir bileşik şahıs raslayıverir ki, ilâh bununla âlemde şahıslanır. Sonra tabiat-ı kül meskûn ilkimlerden her birinde her otuzaltı bin dörtyüz yirmi beş sene başında insan ve diğer hayvan cinslerinin her türünden erkek dişi bir çift yaratır ve o tür o müddetde bâki kalır. O devir tamam olunca o cinslerin nesli ve üremesi kesilir; yeni bir devir, insanı, hayvanları, bitkileriyle yeni bir karn (asır- devir) başlar. Ve dehr (zaman) ebedî olarak böyle gider. Ve işte peygamberler dilindeki vaad edilen kıyamet budur. Yoksa bu dünya evinden başka ahiret evi yoktur. Ölen dirilmez, kabre giren tekrar dirilmez derler. "Siz öldüğünüz, toprak ve kemik haline geldiğiniz zaman size, mutlaka (yeniden hayata) çıkarılacağınızı mı vaad ediyor?. Heyhat, o size vaad edilen şey ne kadar uzak". (Mü'minûn, 23/35-36) bunların sözüdür. Tenâsüh, hulûl davaları bunlardan çıkmıştır. Tenâsüh, sonsuza kadar devirlerin tekrar etmesi, hulûl de anıldığı üzere ilâhın bir şahısta sahışlanmasıdır ki, şahsın mizacının yeteneğine göre bazan tam zatının hulûlü (girmes)yle, bazan da zatından bir cüz'ün hulûlüyle olduğunu söylerler. Ve çoğunlukla demişlerdir ki, bu şahıslanma semâvî heykellerin hepsiyle birdendir. O, tekdir. Ancak teker teker her birinde fiili, ondaki eserleri ve onunla şahıslanması kadar açık olur. Şu halde yedi heykel onun yedi uzvu ve bizim yedi uzvumuz onun yedi heykelidir ki, o bunlarla görünür de bizim dilimizle söyler, gözlerimizle görür, kulaklarımızla işitir, ellerimizle alır ve genişletir, ayaklarımızla gider gelir ve uzuvlarımızla işler ve tesir eder. Ve bunların zannınca şerleri, hataları, gübreleri, pis böcekleri, yılanları, akrepleri yaratmak Allah'ın şanına yaraşmaz; bunların hepsi yıldızların saadet ve uğursuzlukla bitişmesinden, unsurların saflık ve üzüntülerle birleşmesinden zorunlu olarak veya tesadüfen vâki olur.

Hırıbbâniyye'ye gelince: Bunlar sözlerini, "Azimun, Hürmüs, A'yânâ, Evazi" adıyla dört peygambere nisbet ederler ve içlerinde Eflâtun'un anası tarafından dedesi Solün'e de nisbet eden ve bunun peygamber olduğunu iddia edenler de vardır." Evazi bize soğanı, cirris balığını, baklayı haram etti" derler. Genelde Sâbie üç namaz kılarlar, cünüblükten ve bir de ölüye dokunmaktan dolayı yıkanırlar. Domuz, deve, köpek ve pençesi bulunan kuşlar ve güvercin yemeyi haram bilirler. Sünnet olmaktan, içkide sarhoş olmaktan yasaklarlar. Evlendirmede velî ve şahidlerin bulunmasını emrederler. Hâkimin hükmü (kararı) olmaksızın boşanmayı caiz görmezler. İki kadınla evlenmeyi de caiz görmezler.

Sâbie'nin, aklî, rûhânî cevherler adına ve yıldızların semâvî şekilleri üzerine bina ettikleri heykellere gelince: Bu cümleden olarak ilk illet (illet-i ûlâ) heykeli, bunun gerisinde akıl heykeli, zaruret heykeli, nefis heykeli. Bunlar yuvarlak şekildedirler. Zuhal heykeli altıgen, Müşteri heykeli üçgen, Merih heykeli dikdörtgen, Şems (Güneş) heykeli kare, Zühre heykeli karenin karnında üçgen, Utarit heykeli dikdörtgenin karnında üçgen, Kamer (Ay) heykeli sekizgendir.

Yukarda işaret edildiği üzere "sabit yıldızlar"ı, esas kabul eden ve yıldızların kararlarını onların seçkin (havass) lerine dayandıran Sâbie de vardır ki Hind ve Arap Sâbieleri bunlardandır. Sâbie filozofları Âzimun'dan şunu nakletmişlerdir ki, ilk mebâdî (başlangıçlar) beştir: "Allah Teâlâ, akıl, nefs, mekan ve halâ (boşluk)dır. Ve bileşiklerin varlığı bunlardan sonradır". Fakat Hürmüs'ten nakledilen böyle değildir. Hürmüs demiştir ki: "Yaratılışı bakımından faziletli, mayası mahmud (öğülmüş), âdeti merzî (razı olunmuş), sonu ümitli kişinin ilk vazifesi Allah Teâlâ'yı büyüklemek ve onun bilgisine şükretmektir. Bundan sonra da üzerinde namusun yerini itiraf etmekle taat hakkı, sultanın nasihat etme ve uyma hakkı, nefsinin çalışmak ve saadet kapısını açmada başlama ve alışkanlık hakkı ve özünün kendilerine sevgi ve bol bol vermeye koşmakla tahlil (helal kılma) hakkı vardır ki, bu esasları sağlamlaştırdıktan sonra herkesten ezayı defetmek ve güzel ahlâk ile güzel geçinmekten başka bir şey kalmaz". Görülüyor ki Hürmüs tamamen Hanifler'in esasını anlatmış, Allah'ı büyüklemeden sonra namus deyimiyle peygamberliği ifade etmiş ve peygambere itaatı ve yerinin itirafını Allah'ı bilmeye yaklaştırmış ve burada rûhânîleri büyüklemeyi zikretmiş, sonunda da güzel ahlâkı göstermiştir. Hürmüs'ten Hanifler mezhebini anlatan daha başka hikmetler de nakletmişlerdir.

Sâbie'nin farklı vasıfları şu dört hususta özetlenir:

1- Aslında Allah'dan indirilmiş olan bir dinden alınma ve sapma.

2- Rûhâniyet taassubu (tutuculuğu), diğer deyişle meleklere tapma.

3- Yıldızlara tapma.

4- Putlara tapma.

Bu dörtten rûhâniyet tutuculuğu, meleklere tapma en mühim esas ve buna bağlı olarak yıldızlara tapma en açık vasıfları olduğu ve putlara tapmanın bu iki ruh hâlinden doğduğu anlaşılıyor. Şu vasıflar altında mutlak Hind Sâbielerinin Buda'larını, Çin'in Konfüçyüs'lerini, son zamanların "espirtizm" ve "spiritüalizm", "idealizm" dedikleri mezheplerin ve hıristiyanların Entüzyast fırkalarının aslını içine alır. Bilhassa Hızbâniyye ise "panteizm", "panteist" kelimelerinin karşıtı demektir. Hulûl (ruhun başka cisme girmesi), Allah'ın cihanın canı, âlemin ruhu olması inancı, eski Yunan ve Roma dinleri, ilâhların doğması ve doğurması fikirleri Sâbie'nin bu Hızbâniyye mezhebine aittir. Hıristiyanların da rûhâniyetçilikle Mesih'in ilâhlığı davasında bunlara benzerliği vardır. Şer meselesinde de Hızbâniyye, Mecûsilikle ilgilidir. Hırıbbâniyye ise Hızbâniyye kadar ileri gitmemiş, az çok bazı peygamberlerin izini takip etmiştir Âzimun'un hazreti Şit, Hürmüs'ün Hazreti İdris olduğunu söylemişler, Hazreti Nûh'u da öne sürmüşlerdir ki (A'yânâ) dedikleri de bu olsa gerektir. Ve bu kısım Sâbie'de bir "kitap ehli" durumu da yok değildir. Bu noktada Fahreddin Râzî de demiştir ki: "Yıldızlar hakkındaki görüşleri iki şekilde düşünülebilir. Birisi yıldızlara hiçbir tesir isnat etmiyerek yalnız Allah'a ibadet için birer kıble inancıyla yönelmeleridir ki, bu şekilde müşrik değillerdir. Diğeri de, Allah Teâlâ'nın âlemi yarattıktan sonra, onun tedbir ve idaresini yıldızlara vermiş olduğu ve buna göre Allah'ın yıldızlar üzerinde, yıldızların da bu süflî (düşük) âlemde etkili birer rab oldukları inancıyla tapmalarıdır ki, bu Gıldâniler'e nisbet edilen görüştür. Ve bunlar müşriktirler." İşte mutlak Sâbie bir taraftan mutlak müşrik, bir taraftan da bir kitap ehli manzarası arzettiklerinden tâbiîler ve fakihler de son Sâbie'ye şer'an yahudi ve hıristiyan gibi kitap ehli gözüyle mi, yoksa müşrik gözüyle mi muamele edileceğinden bahsetmişler, bazısı "kitap ehli" gibidir, kestikleri yenir, kadınları ile evlenilir demişlerdir. Bazıları da müşrik ve mecûsi gibidirler, kestikleri yenmez, kadınları ile de evlenilmez demişlerdir. İmam-ı Âzam'dan kitap ehli oldukları, İmameyn (İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed) den kitap ehli olmadıkları rivayet edilmiştir. Ebu'l-Hasen el- Kerhî demiştir ki: İmam-ı Âzam katında kitap ehli olan Sâbiîler Mesih dinine geçmiş olan bir kavimdir ki İncil okurlar. Fakat yıldızlara tapan Sâbiîler yani Harran bölgesindekiler ne İmam-ı Âzam, ne İmameyn hiçbirinin katında kitap ehli değildirler. Ebu Bekir er-Râzi "Ahkâm-ı Kur'ân"ında bunu naklettikten sonra der ki: Şu zamanda Sâbiîler ismiyle bilinenlerde kitap ehli yoktur. Yani Harrân civarında bulunanların, gerekse Vâsıt çevresindeki Betaih kısımlarında bulunanların aslında milletleri birdir. Hepsinin de inançlarının aslı yedi yıldızı büyüklemek ve tapmak, onları ilâh kabul etmektir. Bunlar aslında puta tapıcıdırlar. Fakat Fürs'un Irak iklimine üstün geldiği ve Sâbiîler hükümeti (ki Nabat idiler)ni ortadan kaldırdığı zamandan beri bunlar açıktan putlara tapmaya cesaret edemez oldular. Çünkü Fürs'ler onları bundan men etmişlerdi. Aynı şekilde Rumlar, Şamlılar ve Cezire'liler Sâbiî idiler. Konstantin Hıristiyan olunca bunları kılıç ile Hıristiyanlığa sevketti. Ve o zamandan itibaren puta tapma battı ve bunlar görünürde Hıristiyanların içine karıştılar, fakat çoğu puta tapıcılığını gizleyerek eski mezheplerinde kaldılar. İslâm dini ortaya çıkınca da hıristiyan cümlesinden olarak İslâm zamanına dahil oldular. Müslümanlar bunlarla sĞ hıristiyanlar arasını ayırmadılar. Çünkü bunlar putlara taptıklarını gizliyorlar ve asıl inançlarını açıklamıyorlardı. Gerçekte bunlar inançlarını gizlemekte en mahir kimselerdir. Çocuklarının akıllarının esmeye başladığından itibaren dinlerini gizlemeleri hususunda da birçok işleri ve hileleri vardır. İsmâîliyye, mezhep gizlemeyi bunlardan almıştır .Ve davetlerinin en sonu da bunların mezhebine dayanır. Hepsinin aslı "yedi yıldız"ı ilâhlar kabul edip tapmak ve onların isimlerine göre putlar edinmektir. Bu hususta aralarında değişiklik yoktur. Harran bölgesinde bulunanlarla Bataih yöresinde bulunanlar arasındaki değişiklik, ancak şeriatlerinden bazı şeylerdedir. Ve bunlarda kitap ehli yoktur.

Ebu Bekir er-Râzî, Mâide sûresinde bu izahları verdikten ve ikisi arasında bir müşterek asıl gösterdikten sonra Berâe sûresinde de demiştir ki: Sâbiîler iki kısımdır. Birisi Kesker ve Bataih yörelerinde bulunanlardır. Bize ulaştığına göre, bunlar din işlerinin pek çoğunda hıristiyanlara aykırı olmakla beraber, Hıristiyanlıktan bir sınıftırlar. Zira hıristiyanların Merkûniyye, Arsosiyye, Mârûniyye gibi böyle birçok grupları vardır ki, Nastûrıyye, Melkiyye, Yakubiyye adındaki üç mezhebin üçü de onlardan yüz çevirirler ve onları haram kılarlar. Bu mezhep de Yahya b. Zekeriyya'ya ve Şit'e bağlanıyorlar. Allah Teâlâ'nın Şit b. Âdem'e Yahya b. Zekeriya'ya indirdiği kitaplardır diye bazı kitaplara da sahip çıkmaya çalışıyorlar. Ve hıristiyanlar bunlara Yuhannasiyye (Senjan hıristiyanları, yani Yahyaviyye) adını veriyorlar. Ve işte İmam-ı Âzam'ın kitap ehlinden saydığı, kestiklerinin yenmesini ve kadınlarıyla evlenilmesini mubah gördüğü Sâbiîler bu kısımdır. Kendilerine Sâbiîler adını veren bir mezhep daha vardır ki, peygamberlerden hiçbirine intisap etmezler. İlâhî kitaplardan hiçbirine sahip çıkmaları yoktur. Bunlar kitap ehli değildirler. Ve böyle bir mezhebin kestiklerinin yenmiyeceğinde ve kadınlarının nikâh edilmeyeceğinde ise ihtilaf yoktur.

Her iki âyette Kur'ân, Sâbiîleri, yahudi ve hıristiyanlar gibi müminlere karşı zikretmekle, bunların da mümin olmadıklarına işaret etmiştir. Fakat Kitap ehli olup olmadıklarına gelince: Kitap ehli siyakında anılmış olmalarına ve yahudi ile hıristiyanlar arasında deveran ettirilmelerine göre kitap ehli değilse de mecusî gibi ve hatta onları da içine alabilecek bir şekilde -şöyle böyle ikisi ortası- bir kitap ehli şüphesinde bulunduklarında bir îmâ (işaret) yapmış olmakla beraber "Kitap yalnız bizden önceki iki topluluğa indirildi." (En'âm, 6/156) âyetinin gösterdiği üzere Kur'ân'da müslümanlardan önce kitap ehli denilişi yahudi ve hıristiyanlara mahsus olduğundan ve her iki âyette "Sâbiîn" ve "Sâbiûn", yahudi ve hıristiyanlardan ayrı olarak zikredilmiş bulunduğundan, âyetlerin zahiri (görünüşü) bunların kitap ehli olmadığını göstermektedir. Âlimlerin anılan görüş ayrılığı da gerçekte bu adı taşıyanlar içinde yahudi veya hıristiyanlardan sayılanlar bulunup bulunmadığını tayin ve tetkik etme meselesinden doğmuştur.

Şunu hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, Nasara (Hıristiyan) ismi bütün hıristiyan fırkalarını içine almış olduğundan hıristiyanların, Yuhannasiyye, (Senjan hıristiyanları) dedikleri Sâbiîn grubu hıristiyanlardan sayılan bir mezhep olunca, elbet bunlar da hıristiyan ismi altında dahildirler. Ve şu halde yahudi ve hıristiyanlardan başka zikredilen Sâbiîn'in bunlardan başka olan Sâbiûn'a sarfedilmiş olması gerekir. Buna göre Kasımireski madem bunların tutucu hıristiyanlar olduğunu kabul etmiş ve hatırlatmıştır. O halde bu hatırlatmayı yaparken bunları her iki âyette Hıristiyan adı altında düşünmek ve Nesara denildikten sonra Sâbeit denilmesinin mânâsı kalmayacağını düşünmek ve Nesara'dan sonra zikredilen Sâbiîn'i de Sâbiûn gibi "sabeen" diye terceme etmek ve Frenkleri şüpheye düşürmemek gerekirdi. Frenklerin de bu açık hatayı anlamaları ve bundan dolayı İslâm müctehidlerine insanlık dışı bir hisle dil uzatmamaları lazım gelirdi. Ve açıklandığı üzere Sâbie'ye karşılık ruhâniyet ve cismaniyetin birleşmesi noktasında yürüyen ve bu şekilde insanî kıymeti, insana ait fıtratı Allah'dan sonra her şeyin üstünde yükselmesi ve olgunlaşmasını mümkün gören Hanifliğin en yüksek, en olgun görünüşü olan İslâm dinini hak ve insanlık adına bütün insanlara tavsiye edecek yerde politik gayelerle onun aleyhinde söz söylememek gerekirdi.

Özet olarak hakikat şudur ki: Müslüman, yahudi, hıristiyan ve sâbiî, bu dört sınıf içinde ve hatta bunların dışında her kim gerek devam ve sebat, gerek bundan böyle tevbe ve iyilik ile "kim Allah'a ve ahiret gününe iman eder ve güzel amel işlerse" şartını hâiz ve bu vasfa ciddi olarak ve tam mânâsıyla sahip olursa, bunlara korku ve hüzün yoktur. Her lekeden, noksandan uzak bir gerçek kurtuluş kesindir. Ve bu şekilde ilâhî rahmet yolu herkese açıktır.

Şüphe yok ki Allah'a iman, Allah'dan gelen her hakkı tanıyıp kabul ve tasdik etmektir. Bunun gereği olan ahirete iman ise gelecekte muhakkak bir sorumluluk gününün geleceğini ve her amelin iyi veya kötü cezasının verileceğini itiraf ve tasdik etmektir. Bu imana yaraşan amel de yaşadığı zamana kadar Allah'dan gelmiş olan emir ve yasakları hakkıyla yerine getirip, gereğince güzel ve faydalı işler yapmak, kötülükten kaçıp iyiliklere koşmaktır. Ve işte böyle olanların o sorumluluk günü her çeşit korku ve elemden kurtulacakları, esenlik ve hakiki saadete erecekleri muhakkaktır. Bu kanun her zaman için haktır. Dün de hak, bugün de hak, yarın da haktır. Hem herkes ve her toplum için de haktır. Müslüman içinde hak, yahudi için de hak, hıristiyanlar için de hak, hatta sâbiîler için bile haktır. Evvel ve âhir (önce ve sonra) hiçbir din, hiçbir şeriat, tasavvur olunamaz ki bunu bir yol olarak kabul etmesin ve bunun tersini iddia edebilsin. yahudi ve hıristiyanların bu hak kanuna ilerden beri ne derece uygun olduklarına ve olabileceklerine gelince:

70- Kasem olsun ki biz bu iman esası üzere İsrailoğularından söz aldık ve onlara birçok peygamberler gönderdik. Fakat onlara nefislerinin hoşlanmayacağı bir hak emir ile her ne zaman bir peygamber geldiyse, o gelen peygamberlerden bir kısmını -verdikleri iman sözleşmesine rağmen- yalanladılar. Bir kısmını da öldürüyorlardı. Verdikleri söz gereğince Allah'a iman edip, güzel amel şöyle dursun, tersine Allah'ın gönderdiği peygamberleri yalanlayıp ve hatta öldürüyorlardı.

71- Ve bu yalanlama veya öldürmede bir fitne yani kendileri için bir bela ve musibet olmayacağını zannettiler. Yahut Ebu Amr, Hamze, Kisâî, Yakub, Halefü'l-Âşir kırâetlerinde ref' ile okunduğuna göre: "Ve zannettiler ki kesinlikle bir fitne olmaz". Eğer bunların ahirete, sorumluluğa imanları olsaydı böyle zannetmeyeceklerdi. Halbuki böyle zannettiler de kör ve sağır oldular. Hak delilleri görmez, hak sözü işitmez oldular. Sonra Allah kendilerine tevbe nasip etti, tevbe ettiler. Allah da kabul etti.. Sonra yine kör, sağır oldular, fakat hepsi değil içlerinden birçoğu böyle oldular ve öyle yaptılar. Şu halde geçmişte bunların çoğunun "kim Allah'a ve ahiret gününe inanır ve güzel amel işlerse" âyetinin delaletinde dahil olmadıkları muhakkak. Allah ise sadece geçmişteki işlediklerini değil, bundan böyle ne yapacaklarını da bilir. Ve amellerine göre cezalarını verecektir. Bunun için "(Ey Muhammed) Rabbinden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artıracaktır. Sen o kâfirler toplumu için üzülme" (Mâide, 5/68) buyurmuştur.

72-Hıristiyanlara gelince, Mesih kendisi: "Ey İsrailoğulları, Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız. Zira her kim Allah'a ortak koşarsa Allah onu cennetinden mahrum eder, sığınağı ateş olur, zalimlere yardımcılar da yoktur" demiş olduğu halde: "Allah, Meryem'in oğlu Mesih'ten ibarettir" diyenler, kasem olsun ki muhakkak kâfir oldular. Yukarda bu iddianın hadd-i zatında küfür olduğu gösterilmiş idi. Burada ise özellikle Hz. İsa'ya iman ve onu büyükleme adına söylenmiş olan bu sözün onu yalanlamak ve davetine karşı çıkmak olduğu da anlatılmıştır. hıristiyanların ellerindeki İnciller'de bile Hz. Mesih'in bu sözü zikredilmiştir. "Ey Mamûdiyye oğulları toplumu, yahut ey gençler toplumu, bizimle kalkınız, babama ve babanıza, ilâhım ve ilâhınıza, kurtarıcım ve kurtarıcınıza...". (Âl-i İmran, 3/45. âyetin tefsirine bkz.)

73-Evet; Vâhid, yani vâhdâniyet (birlik)le sıfatlanmış ve ortaklığı kabulden uzak bir ilâhtan başka hakikatte ibadete layık olabilecek hiçbir ilâh, hiçbir mabud (ibadet edilen) mevcut olmadığı halde üç ilâh varsayıp da, "Allah üçün üçüncüsüdür" diyenler, kasem olsun ki muhakkak küfrettiler. Bir hayli tefsirci yani "üç ilâhın biri" demek olduğunu söylemişler ve bazıları özellikle "üçüncü" mânâsına tertip kastedilmediğini de açıklamışlardır. Çünkü Arap dilinde "sâni, sâlis, râbi diye ism-i fail vezninde olan adet isimleri, bir sayı ismi, bir de şibh-i fiil (fiilimsi) olan ism-i fâil olmak üzere kullanılır. İsm-i fail olunca, sâni vâhid, sâlisü isneyn, râbiu selâse.. gibi bir derece aşağısına muzaf kılınarak onun dışındaki dereceyi gösterir ki, değiştirme ifade eder. " Biri ikiliyen, ikiyi üçleyen, üçü dörtleyen" demek olur. Diğerinde ise yalnız kendi hali kastedilir. gibi aynı sayıya muzaf kılınır ve "üçün biri demek olur" diye Nahv kitaplarında açıklanmıştır. Şu halde: "Allah, sâlisü selâsedir" diyenler: "İlâh üçtür. Fakat Allah birdir, bu üçün biridir" demiş oluyorlar. Bu takdirde ekânim-i selâse (üç asıllar) adıyla baba, Rûhu'l-Kudüs, oğul yahut bazı görüşe göre, baba, ana, oğul diye üç ilâh sayan hıristiyanlar, Allah dedikleri zaman bu üç arasında hiçbir tertip itibar etmiyerek kapalı bir şekilde genelde birini kastederler demek olur. Bu ise Rûhu'l-Rudüse ve oğula da muhtemel olmakla beraber, daha çok "baba"da akla gelen bir fikir zannedilir. Ve bu şekilde (üçün biri) diyenler "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Mesih'dir" diyenlerden başkası olması gerekir. Bunun içindir ki önceki âyet Yâkûbiyye, bu da Melkânî ve Nestûriyye kısımları hakkında olduğunu söylemişlerdir. Hakikatte küfür olması için (üçün biri) demek de yeterlidir. Ve hıristiyanlardan hikaye olmayan ilâhî sözü de özellikle bu noktaya işaret eder. Sonra hıristiyanların "üç asıl"da eşitlik iddiasına da uygundur. Fakat biz, "sâlisü selâse" deyiminin, "ehadü selâse" deyimine mutlaka mürâdif (anlamdaş) olduğunu kabul edemeyeceğiz. "Sâlisü selâse", üçün içinde üçüncü derecede bulunan biri mânâsına "ehadü selâse" demektir ki ehastır. Bunda da herhalde derece muteberdir. Şu kadar ki bu derece sabit olmak şart olmayıp itibârî (saymaca) de olabilir. Birinci herhangi birisinden itibar edilebilirse, üçüncü yine ikinciden sonra gelir. "Sâlisü selâse" diyen, yalnızca "üçün biri" dememiş, "üçün üçüncüsü" demiştir. Gerçi sabit bir tertip kastedilmediğine göre bu üçüncü, her birini ihtimaline alabilirse de üçüncü üçüncüdür. Şu halde "ehadü selâse" (üçün biri) denilmeyip de, "sâlisü selâse" (üçün üçüncüsü) denilmesi her halde dikkat çekicidir. Ve doğrusu bu görüş , teslis (üçlemey)i kabullenen bütün hıristiyan fırkalarının inancıdır. Burada hıristiyanların üçlemesinin bütün mahiyeti yer almıştır: Sâlisü selâse: Bu bize gösteriyor ki hıristiyanlar üçleme (teslis) ile "Allah üçtür" demiyor, "ilâh üçtür" diyor ve Allah'ı bu üçün üçüncüsü sayıyor. Yani üç ilâhın üçünü de saymadan "Allah" demiş olmuyor. Onun nazarında cevher ve ûlûhiyetin tabiatı birdir, fakat şahıs üçtür. Ekânîm-i selâse (üç esas)nin her biri bir ilâhtır. Baba ilâh, Rûhu'l- Kudüs ilâh, oğlu ilâhtır. Ve bu cihetle üçü eşittir. Bununla birlikte hiç bir tertip de yok değildir. Aralarında itibari de olsa bir tertip vardır. Daha doğrusu baba, oğul kelimeleri, hadd-i zatında birer dereceye işaret eder ve bir tabiî tertibi de gösterirler. Gerçi herhangi birinden saymaya başlanabilir. Fakat genellikle babadan başlanır. Nitekim ilk İznik konsilinin inancında Yesu Mesih hakkında, "babasının cevherinden, hak ilâhtan bir hak ilâh olan tek oğul" denilmiş olması, tabîî bir tertibin ifadesidir. Tek başına düşünülen baba bir ilâh, Ruhu'l-Kudüs bir ilâh, oğul bir ilâh sayılır. Ancak üçü birden düşünüldükleri mertebededir ki Allah denilmiş olur. Bununla üç basit (yalın), bir de mürekkeb (bileşik) olmak üzere dört ilâh farzettikleri de sanılmamalıdır. Zira üçün herhalde üçüncüsü olan birinde birleştiğini tasavvur ederler ki "râbiu selâle" (dördü üçleyen) demezler de "sâlisü selâse" (üçün üçüncüsü) derler. Nitekim bir, iki, üç diye sayıldığı zaman bir birinci, iki ikinci, üç üçüncüdür ve aynı zamanda bir sayıdır ki birle iki bundan birleşmiştir. Bu üçüncü sayı, ikiyi üçleyen bir değildir. Birinci olan bir, ikinci olan ve bir sayı teşkil eden iki de değildir, hepsidir. Ve aynı zamanda üçüncüdür. Yoksa bir, iki, üçün toplamı olan altı sayısı gibi dördüncü bir sayı değildir. İşte hıristiyanların üçleme inancı da hem üç hem birdir. Ve bu, bir râbiu selâse (dördü üçleyen) değil, sâlisü selâse (üçün üçüncüsü)dir. Üç ilâhı, üçüncüsü olan birinde birleştirirler. Bu üçüncüden maksadın "oğul" olduğu da ifadelerinden açıkça anlaşılmaktadır. Fakat genelde bunu, açıklamıyor görünürler de râbiu selâse (üçün dördüncüsü) demezler, "üçün üçüncüsü" derler; fakat üçü sayıp birleştirmeden kelimenin oğulda cesetlendiğine itibar etmeden "evvel = bir Allah" demiş olmazlar. Şu halde bunlara göre "baba" bazı deyime göre "vücûd" hadd-i zatında bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın babasıdır. Aynı şekilde Rûhu'l-Kudüs ve bazı deyime göre hayat, hadd-i zatında bir ilâhtır. Fakat Allah değil, Allah'ın kelimesi veya ruhudur. Aynı şekilde "oğul" veya "kelime" ve bazı deyime göre ilim de kendi zatında bir ilâhtır. Ve babasının cevherinden, ruhundan oğludur. Babadan ve ruhtan ayrı gibi düşünüldüğü derecede henüz Allah değil, Allah'ın oğlu veya kelimedir. Ancak "baba"nın cevheriyle, ruhuyla, kelimesiyle olan oğuldan cesetlendiği düşünüldüğü andadır ki üçü bir Mesih olmuş ve Allah düşünülmüş olur. Nitekim İznik konsili, "Bir zaman var idi ki Allah'ın oğlu yoktu." diyenleri kâfir kabul etmişti. Çünkü kanaatlarında oğuldan önce ilâh varsa bile henüz Allah yok idi. Demek ki hıristiyanlığın üçlemesi açıktan açığa "Allah üçtür" demek olmadığı gibi mutlak olarak "üçün biri" demek de değildir. "İlâhlar üçtür, Allah ise bunların içinde üçün üçüncüsüdür" demektir. Bu da "Allah, Mesih'tir" demektir. Bunun içindir ki hıristiyanlar "İlâh üçtür" dedikleri halde "Allah'dan başka ilâh yoktur" da derler ve bunu "Mesih'den başka ilâh yoktur" demeye eşit tutarlar. "İlâh üçtür" demekle beraber, Mesih'in dışında hiç bir ilâh tanımazlar. Şu halde "üçün üçüncüsü" mânâ bakımından Meryem oğlu İsa'dan eam (daha genel) gibi görünürse de hıristiyanların inancında - araştırma gereği- eşittirler. "Allah, üçün üçüncüsüdür" demek "Muhakkak Allah, Meryem oğlu Mesih'tir" demenin diğer bir ifadesidir. Bunu iyi düşünebilmek için "ilâh" kelimesi ile "Allah" kelimesinin mânâlarındaki mazmûn ve şümul (içeriğ)ü iyi gözetmek gerekir. Fâtiha sûresinde açıkladığımız üzere cins isim olduğundan, mânâsına göre, fazla sayıda sayılabilir. Fakat (Allah) özel isim olduğundan ancak tek olarak düşünülebilir. (Allah), hadd-i zatında, hakkıyle mabud (ibadet olunan) ve kendinden üstünü tasavvur edilemeyen (tek ekmel= eksiksiz)dir. Ve şu halde gerçekte ilâh odur. Fakat "ilâh" ve "mabud" kelimesi izafi (değişken) olarak da düşünülür. Ve bunun için Allah'tan başkasına da söylenir. Ve herhangi bir kimsenin en çok saygı duyduğu, kulluk arzusu duyduğu ne ise o onun ilâhıdır. Fakat, bu batıl ve geçici de olabilir. O zaman ona, "onun ilâhı" denilir de "Allah'ı" denemez. Hatta izafetle, (tamlamayla) "Felanın Allah'ı" demek dil bakımından bile caiz değildir. Allah muzaf (tamlanan) olmaz, muzafın ileyh (tamlayan) olur. "Benim Allah'ım" demek, "benim ilâhım" demek olabilir. Allah ismini bilmeyen veya anlamayan, kullanmayan ve ancak "Mabud, Rab, Tanrı, Diyö, İlâh.." gibi, ilâh mânâsına olan cins ismi kelimeleri kullanan dillerle bu farkı anlatabilmek mümkün değildir. Mesela Fransızcada "Diyö üçtür, Diyö birdir" denilmekle bu mânâ ifade edilemez. Bu noktada hıristiyanlar, "Allah" ismi yerine, Meryemin'in oğlu İsa'nın lakabı olan "Mesih" vasfını, "ehad-i ekmel" (eksiksiz tek) in bir ifadesi olmak üzere almışlardır. Bunun için kanaatlarında "ilâh üçtür, fakat Mesih birdir." Her biri bir ilâh farzedilen ekânîm-i selâse (üç esas)de Yesu yalnız oğuldur. Fakat (Yesu' Mesih) hepsidir. Baba ve kelime ve oğul kendi zatlarında farklı oldukları halde (Yesu' Mesih) de birbirlerini tasdik ederler ve "tek kusursuz= en mükemmel tek" bu sayılır. Bundan dolayıdır ki hıristiyanlar, Yesu Mesih'ten önce âlemlerin kelime ile yaratılmış olduğunu ve her şeyin yaratıcı ve sahibi bir "baba ilâh" bulunduğunu kabul etmekle beraber, henüz âlemlerin sağlam olmayıp, bu sağlamlığın cesetlenmesi "kelime" üzerine Yesû-i Mesih eliyle meydana geldiğini ilk İznik konsilinden beri inançlarının başına yazmışlardır. Demek ki bunlara göre "üçlü esas", birinci ve ikincisiyle değil, üçüncüsüyle en mükemmeldir. Üçünün oluşturduğu tek ilâh ve en mükemmel, tek baba değil, Ruhu'l-Kudüs değil, hepsi olan Yesû-i Mesih'tir, üçün üçüncüsüdür. Buna göre bunların nazarında bir olan Allah mutlak üçün biri değil, üçün üçüncüsüdür, kelimenin cesetlendiği Mesih'tir.

"Muhakkak Allah üçün üçüncüsüdür" demek, hem selâse (üç) kelimesi, hem de sâlis (üçüncü) kelimesi itibariyle olmak üzere iki yönden küfürdür. Birisi gerçekten bir ilâhtan başka ilâh olmadığı halde, üç ilâh farzetmek ve bunların her birine "hak ilâh" demektir ki katıksız şirktir. Birin hakkı olan ilâhlığı onunla beraber ikiye daha vermektir, yalandır, zulümdür. Allah'ın hakkını inkârdır. "Allah üç" demek gibi bir çelişkidir. Birisi de bu şirk ve çoğalma içinde yalan bir tevhid davasıyla Allah'ı bu üçün üçüncüsünü farzetmek, Allah'tan başkasına Allah demektir ki, bu da Allah'ı ve Allah'ın önceliğini inkâr etmektir. Halbuki Allah Teâlâ "yok" demekle yok olmayacağı ve yalan inanç ile hak ve hakikat değişmeyeceği için, bu da hadd-i zatında diğer bir şirktir. Ve gerçekte hıristiyanlığın üçlemesinin böyle biri şirk, biri tevhid görünen iki yüzü vardır ki, hakikatte ikisi de şirktir. Ve bu şirk aslında Allah'ın önceliğini inkâr etmeyen ve bununla birlikte açıktan şirk iddia eden açık müşriklerin şirkinden daha ileri gitmiş olmakla beraber, onlarınki kadar açık değil kaçamaklıdır. Gerçeği ise her şüpheden uzak olarak kesin bilgi ile söylemek gerektiğinden bu hıristiyanların müşrikliği şüpheli olursa da, bu Teslis (üçleme) davası ile kâfir olduklarında asla şüphe yoktur. Ve işte Allah Teâlâ:

"Allah, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kâfir olmuşlardır. Oysa tek ilâhtan başka ilâh yoktur..." âyetiyle teslis inancında olan bütün hıristiyanların iddia ettikleri üçlemenin bütün içyüzünü " üçün üçüncüsü" diye iki kelimede özetlemekle her iki yönden küfürlerini yemin ve tekit ile açıklamıştır. Gerçi Allah Teâlâ bunların Hz. İsa'ya dost olmadıklarını tamamen anlatmak üzere böyle diyenlerin hıristiyanlar olduklarını zikretmemiştir. Fakat "üçün üçüncüsüdür" diyenler deyiminin de ekânîm-i selâse (üç esas)ye kâni olan hıristiyan mezheplerinin hepsini içine aldığı açıktır. Bunda yalnız "Melkânî" denilen Katolik ve Ortadokslarla Nastûrîler değil, Yâkûbîler, diğer deyimle Monofizitler de dahildirler. Hatta bir zamanlar mevcut olup, sonradan tamamen kaybolmuş olan ve "üç esas"ı baba, ana, oğul diye sayan Berberânîler de dahildirler. Yukarda da açıklandığı üzere "Muhakkak Allah, Meryem'in oğlu Mesih'tir" diyenler de Yakûbiyyeye tahsis edilmiş değildir. Gerçek sonuç (üçün üçüncüsü) demek de "o, Meryem'in oğlu Mesihtir" demenin diğer bir deyimidir. Bu iki deyim, biri tevhid şeklinde şirk, biri de şirk içinde tevhid iddia eden hıristiyan üçlemelerinin her iki şekilde içyüzünü ve küfür olduğunu söylemektedir. Şu halde bunlar da hak dinin birinci esası olan "Allah'a iman eden" şartına haiz değillerdir.

74- Ve eğer bu söyledikleri sözlerden vazgeçmezler, vazgeçip şirk şüphesinden uzak bir tevhid ile Allah'a iman etmezlerse içlerinden böyle kâfir kalanlara elbette ve elbette elîm (acıklı) bir azap dokunacaktır. Bunlar bundan böyle bu inkârlardan vazgeçip Allah'a tevbe ve istiğfar etmezler mi? Halbuki Allah gafûr, rahîmdir, tevbe ve istiğfar ederlerse affeder ve kendilerini lutuf ve rahmetiyle mesut eder. Anlaşılıyor ki, hıristiyanlar, yahudiler kadar inkârcı değildirler. İçlerinde tevbe ve istigfar ile imana gelmek kabiliyetinde bulunanlar onlardan çoktur. Hakikaten bir sayfa sonra bu cüzün sonu ile yedinci cüzün başında bu mânâ açıklanacaktır. Bunun için bunlar, tevbe ve istiğfara teşvik edildikten sonra, delilli yolda hakkı araştırmakla aydınlatılmaları için buyuruluyor ki:

75- Meryem'in oğlu Mesih başka bir şey değil, ancak bir Resul (peygamber) dür. İlâh değil, ancak Allah'ın delil ve ferman ile gönderdiği bir elçi, bir tebliğci, bir peygamberdir. Hem ilk olarak gelmiş bir peygamber de değil, ondan önce bir çok peygamberler gelip geçmiştir ki Allah Teâlâ Mesih'e verdiği delillerine ve seçkin özelliklerin benzerlerini daha önce onlara vermiş ve onlar bu özellikleri ve farklı delilleri ile ancak peygamberliklerini isbat etmişler ve sonra da geldikleri gibi durmayıp geçmiş gitmişlerdir. Mesela Allah Mesih'in eliyle ölüye can verdiyse ondan önce Musa'nın elinde asâya can vermiş ve onu koşan bir ejderhayapmıştı ki, bu daha şaşırtıcıdır. Allah Mesih'i babasız yaratmış ise, daha önce Âdem'i babasız ve anasız yarattı ki, bu daha gariptir.

İşte Meryem'in oğlu İsa, geçmişte kendisinin olgunluklarına iştirak etmiş bu kadar denkleri ve benzerleri geçen ve onlar gibi gelip geçeceği açık bulunan bir peygamber. Anası da sıddıka (doğru), yani doğruluk ve sadakatten ayrılmayan, Allah'ı ve peygamberlerini tasdik eden diğer kadınlar gibi özünde, sözünde, işinde gayet doğru bir kadındır. Bundan başka ana oğul ikisi de yemek yerlerdi. Kendi nefislerinde yokluk, eksiklik içinde kalır, dışardan gıda almaya muhtaç olurlar. Nefes alıp vermek, dolup boşalmak ihtiyacından kurtulamazlardı ki, hayvanların mahkum olduğu bir ihtiyaç ve zarûrettir. Herhangi bir ihtiyaç ile muhtaç olanlara ilâh demek ise "muhtaç değil" demektir, yalandır, çelişkidir. Şu halde sadece yemek yediklerinden belli ki, ne Mesih ilâhtır, ne de anası. Görülüyor ki burada ilâh olmanın bir gerektiricisi, bir de muhalifi bakımından çok açık iki delil gösterilmiştir ki, hem istintâcî (sonuç almaya ait), hem istikrâî (bilgi edinmeye dair) özellikleri taşımaktadır:

Birinci olarak: İlâh olmayı gerektiren kemâl açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının çok yüksek kemâlleri, ortaklığı kabul eden ve hatta bizzat emsal (eş ve örnek)leri ve benzerleri geçmiş bulunan bir kemâldir. Böyle bir kemâl ise benzersiz bir kemâli gerektiren ilâhlık hakkını gerektirmez. Ancak örneklerinin ve benzerlerinin hükmünü bağışlar ki, o da Mesih hakkında peygamberlik, anası hakkında sahâbiliktir. Diğer taraftan ilâhlığa uymayan noksanlar açısından bakıldığı zaman Mesih'in ve anasının kemâlleri, gelip geçici imkanı ve son bulmayı inkâr değil, geçmiş örnekleriyle onu teyit ve ispat eden ve bundan dolayı bir noksan ile beraber bulunan bir kemâldir. Bu ise, varlığı vacib ve bâkî olan Allah'a uygun ilâhlık hakkına aykırıdır.

İkinci olarak: Geçmişteki peygamberler geçmemiş, Mesih ilk peygamber ve anası ilk Sıddîka (doğru kadın) olmuş olsaydı, hakkıyla ilâh anlamını idrak eden her akıl sahibi Mesih'i ve anasını kendi şahıslarıyla düşünür ve ilâh olamayacaklarını kesin olarak anlardı. Çünkü anası da, oğlu da yiyorlar, içiyorlar, bütün hayvanlarda bulunan bir ihtiyaçtan uzak kalamıyorlardı. Ve elbette bunun gereklerinden olan dışarı çıkarmaya da mecbur bulunuyorlardı. Şu halde başka bir delil aramaya lüzum kalmadan her selim akıl kaçınılmaz bir şekilde anlar ki, diğer kemâllerine rağmen böyle bir beşerî ve hayvanî ihtiyaç ile bizzat muhtaç olan herhangi bir varlık hak ilâh olamaz. Çünkü hak ilâh, hadd-i zatında her türlü ümit ve korkuya merci, her kemâle bütün kemâliyle sahip, her türlü ihtiyaç ve noksandan uzak, mutlak gani, mutlak kendisine muhtaç olunan varlık demektir.

Ey Muhammed bak, biz onlara hak âyetleri ve delilleri nasıl, ne güzel, ne açık beyan ediyoruz sonra da bak onlar nasıl veya nereden çevriliyorlar. Bu açık gerçeklerden ne fena saptırılıyor da asıl ve esası yok batıl sevdalar peşinde dolaştırılıyorlar. Hemzenin fethiyle kalb ve sarf, yani döndürüp çevirmek demektir.

Ey Muhammed!

76-Yukardaki ayette bulunan istidlâl (delil ile sonuç çıkarma)ler, "ortak ve benzeri bulunan ilâh olamaz, gelip geçici olması mümkün olan ilâh olamaz, muhtaç olan ilâh olamaz" diye birer kübrâ (büyük önerme)ya bağlı bulunuyordu ki, bu büyük önermeler "hak ilâh" anlamının kendi içinde bulunan ve matematiğe ait hükümler gibi mücerred (soyut) bir tahlil (analiz) ile belli, ilk tahlilî hükümler oldukları için dürülmüşlerdi. Ve gösterildiği şekilde mantıkî anlatımının özetleri şu oluyordu:

1- Mesih ve anası ortağı ve benzeri bulunan kimselerdir "küçük önerme", belli ki ortağı ve benzeri bulunanlar ilâh olamazlar "büyük önerme". Şu halde ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.

2- Mesih ve anası, benzerleri delaletiyle gelip geçici olmaları mümkündür. Belli ki gelip geçici olması mümkün olanlar ilâh olamazlar. Şu halde, ne Mesih ne anası ilâh olamazlar.

3- Mesih ve anası yemek yer birer muhtaç idiler. Belli ki muhtaç olan ilâh olamaz. Şu halde ne Mesih, ne anası ilâh olamazlar.

İşte bu âyet ilk önce mabudun en açık bir özelliğini göstermek, "aciz olan mabud olamaz" diye bir genel kazıyye (önerme-hüküm) ile o üç büyük önermeye açık bir uyarma yapmış ve onların apaçıklıklarını idrak edemiyecek olanlara daha genel ve daha açık bir büyük önerme (kübra) ile hakikati açıklayıvermiştir. Yani ortağı ve benzeri bulunan herhangi bir şey onun özelliğine sahip olamayacağından gerçekte bir acizdir. Aynı şekilde gelip geçici olması mümkün olan, gerçekte bir acizdir; muhtaç olan hadd-i zatında bir acizdir. Aciz olan ise mabud olamaz. Çünkü mabud hiç bir şekilde acizliği ve noksanı mümkün olmayan ve düşünülmeyen her şeye gücü yeten ve mutlak en büyük demektir. Bir de "yemek yerlerdi" buyurulmasına karşı sâbiîler ve putperestler tarafından, "O halde yemek içmek ihtiyacı bulunmayan meleklere ve cansız heykellere tapmak akla uygun olacaktır." diye bir kuruntu ortaya atabilirler. Bu yönden de bu âyet, bu kuruntu ve muğalâta (yanıltmaca)nın da kökünü kesmek için meselenin acizlik ve kudret, menfaat ve zarar meselesi olduğunu ve bu mânânın esas itibariyle hepsinde eşit bulunduğunu anlatmış ve bununla beraber Sâbiîliğin ve putlara tapmanın daha düşük bir durumda olduğunu da anlatarak, onlara taş atmak (tarîz) ve hıristiyanları korkutmak ile demiştir ki: "Ey hıristiyanlar siz, sâbiîler ve puta tapanlar gibi, Allah'ı bırakıp da O'na karşı ne zarar, ne fayda hiçbir şey yapamayacak olan acizlere mabud der, ibadet mi edersiniz? Halbuki Allah size her menfaat ve zararı yapmaya gücü yettiği gibi işiten ve bilendir de. Gizli, açık her sözü işitir. Açıktaki fiiller şöyle dursun, kalplerdeki inançları, niyetleri bile bilir. Bu yüksek kudret karşısında Allah'a ortak koşmanın, o acizlere mabud demenin, ibadet etmenin ne büyük inkâr, ne kadar tehlikeli olduğunu düşünmez misiniz? İşte sizin Mesih'e ilâh ve mabud demenizin bundan hiçbir farkı yoktur. Çünkü Mesih, her ne zarar, her ne menfaat yapabilirse kendi zatından malik olarak değil, Allah'ın ihsan etmesi ve vermesiyle yapabilir. Sonra ne Allah'ın verebileceği belalar ve musibetler kadar zarara, ne de Allah'ın ihsan edebileceği sıhhat ve genişlik, hayır ve saadet kadar menfaate hiçbir zaman sahip olamaz. Çünkü Allah bizzat zengin, bizzat güçlüdür. Mesih ise bizzat fakir, bizzat güçsüzdür. Her neye sahip ise hepsi Allah'tan ve Allah'ındır. Allah'ın karşısında Mesih bir lokmaya muhtaç, mutlak âcizdir. Mesih'in karşısında Allah, her şeyi veren mutlak güçlüdür. Allah'ın bütün kemali kendinden, Mesih'in ise nesi varsa Allah'dan. Bu böyle iken Allah'ın kemalini Mesih'e, Mesih'in aczini Allah'a isnat edip de Allah yerine Mesih'e ibadet etmek ne cüret, ne cehalet, ne anlayışsızlıktır? Ne kadar zıddına bir hakkı, doğruyu değiştirmek, ne büyük bir iftira ve beyinsizliktir?

77-Ey Muhammed de ki: Ey kitap ehli ve özellikle ey hıristiyanlar, dininizde haksız yere gulüv etmeyin (aşırı gitmeyiniz). Gulüv, esasında oku ileriye atmaktır. Bundan, herhangi bir şeyin kadrini ve menzilini geçmek ve sınırını aşıp ileriye gitmek mânâsında genişçe kullanılmıştır. Buradan anlaşılıyor ki dinin sınırı haktır. Ve kitap ehlinin bulundukları dinde hak da vardır, batıl da. Aynı şekilde dinde aşırılık iki çeşittir: Birisi haklı gulüv, diğeri haksız gulüvdür. Haklı aşırılık, dinin hakikatlerini inceden inceye araştırmak ve inceliklerini arayıp taramak ve tetkik etmek, delillerini ve burhanlarını elde etmek suretiyle hükümlerini tam bir dikkatle tatbik etmektir ki, buna selabet, ittika, vera, ictihad, mücâhede, gayret ve dînî hamiyet de denilir. Âyet bunu yasaklamamış belki desteklemiştir. Hak olan hususlarda ne kadar ileri gidilse ifrat (aşırı) ve taassub (tutuculuk) sayılmaz. Diğeri ise batıl ve haksız olan gulüvdür ki, bu delillere göz yumup, şüpheler arkasına düşerek ifrat (aşırı) veya tefrit (tersine aşırı) ile hakkın hududunu geçmek ve açık olan hakkı teslim etmeyip tersini benimsemektir ki, buna da taassup (tutuculuk) ve bilgisizliği koruma denilir. Âyet, "haksız yere" diye işte bu çeşit aşırılığı yasaklamıştır. Yani dinde hedefimiz daima hak olsun, kör bir taklit, kuru bir tutuculuk ile ifrat veya tefrîte sapıp hakkın sınırını geçmeyiniz. Haksızlık yapmayınız, haksız şeylerde ısrar etmeyiniz. Ey hıristiyanlar, siz Mesih'in hak olan peygamberliğini ileri geçip de onu ilâhlık mertebesine çıkarmayınız. Ey yahudiler, siz de onun peygamberlik ve nebîliğini inkâr etmeyiniz. Kıymet ve değerini düşünüp de Allah'ın lütfettiği hakkına tecavüz etmeyiniz. Ve bundan önce, yani Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesinden önce dininizden muhakkak sapmış, sapıklığa düşmüş, birçoklarını da sapıtmış ve sonra Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile gösterilmiş olan doğru yoldan yan çizmiş bir kavmin, yani selef (geçmiş)lerinizin arzularına uymayınız. Onları taklit edip arkalarından gitmeyiniz. Görülüyor ki bu âyette, bunların "sonra bak onlar nereden çevriliyorlar?" yeti delaletince nasıl ve nereden çevrilip hak âyetlerden saptırıldıklarının bir açıklaması vardır:

1- Esasen dinlerinde hakkı, hedef edinmemeleridir.

2- Bu sebeple haksız yere aşırı gitmeleri ve tutuculuk etmeleri,

3- Geçmişlerini körü körüne taklit etmeleri,

4- İnsani hevâ ve heveslerine, meyillerine uymaları ki, birincisinin de sebebini teşkil eder. Ve işte iman ile küfrün, hak din ile batıl dinin başlangıç farkı budur. Hak ilâha kulluk, nefsin arzusuna kulluk ki, zamanımızda "hislerine tabi olma" diye söylenir. Demek ki Mesih'e ilâh diyenler, araştırıldığında Mesih'e değil, yalnız kendi arzularına kulluk edenlerdir. Buna karşılık Mesih'e saldıranlar da yine kendi isteklerine kulluk edenlerdir. Şu halde Mesih'e ilâh diyen hıristiyanlar, yahudilerin zıddına gitmiş görünmekle beraber boş isteklere uymak, hissilik ve tutuculuk arkasında koşmak bakımından yahudilerin yoluna gitmişler ve onlara tâbi olmuşlardır.

78-İşte böyle sapan ve sapıtan kimselerin arzularına uymayınız ve bu seslenişe karşı da haksız aşırılık edip, " bizim geçmişlerimizde böyle kimseler yoktur" demeyiniz. Çünkü İsrailoğulları'ndan küfredenlere hem Davud'un lisanı, hem de Meryem'in oğlu İsa'nın lisanı ile lanet edildi. Tefsircilerin çoğunluğu demişlerdir ki, Davud'un lisanı ile lanet sebt ashabına (yahudilere), İsa'nın dili ile lanet mâide ashâbına (hıristiyanlara) olunmuştu. Eyle ahalisi cumartesi günü zulmettikleri zaman Davud Aleyhisselam onlara lanet etmiş, maymunlara dönmüşler (Ârâf sûresine bkz.), sofra ashabı da bu sûrenin sonuna doğru geleceği üzere "maide" (sofra)nin inmesinden ve ondan faydalandıktan sonra nankörlük etmişler, İsa Aleyhisselam da beddua ve lanet etmiş, domuzlara dönmüşler. Bu lanet bu nankörlerin isyan etmeleri ve tecavüz eder olmaları sebebiyle idi.

79-Yani yaptıkları bir kötülükten birbirlerini yasaklamazlardı. Vallahi ne kötü yapıyorlardı. Madem ki lanetinin sebebi, isyanları ve hakka tecavüzü alışkanlık haline getirmeleri idi. Demek oluyor ki, bunlardan sonra isyan, tecavüz ve haksız yere aşırılık edenler de tıpkı onlar gibi Davud ve İsa'nın dilleri ile lanetlenmişlerdir.

80-Ey kendisine hitap edilen! Şimdi din ve iman iddiasında bulunan bu kitap ehlinden birçoğunu görürsün ki, Allah'ın Resulü'ne ve müminlere kinlerinden dolayı, kâfirlerle (yani müşriklerle) pek âlâ dostluk ediyorlar, müşriklerden tarafa oluyorlar, onların dostluğu arkasına düşüyorlar. Vallahi nefisleri kendileri için kıyamet gününe ne kötü şey takdim etti ki şudur: Allah kendilerine kızdı ve ebedî azaptadırlar. Çünkü Allah'a da imanları yok, o Peygamber'e de.

81- Eğer bunlar Allah'a ve o Peygamber'e ve O'na indirilene iman etselerdi, Allah'ın ve Peygamber'in düşmanı olan o kâfirleri dost tutmazlar, yakınları olarak tanımazlardı. Ve fakat bunların çoğu dinden çıkmış fasıklardır. Geçmişte "Allah'a, ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen kimseler" (Mâide, 5/69) olmadıkları gibi, bu gün de değildirler, bundan sonra olmaları da uzaktır. Tersine taşkınlık ve düşmanlıklarını artıracaklardır. Müminlerden hoşlanmamaları, İslâm dini ile alay etmeleri de bundandır. Bunun için inananlar bunları dost bilmemeli ve bunlar gibi olmamalıdırlar. Allah'ın lutfettiği İslâm nimetini unutmamalı, nankörlük etmemeli, anlaşmalarını bozmamalı, ahitlerini, akidlerini yerine getirmeli, güzel amel yapmalı. "Adaleti tam yerine getirerek Allah için şahitlik edenler." (Nisâ, 4/135) olmalıdırlar.

Görülüyor ki bu âyetin kavramı, önce bunlarda şartının halen de faydasını açıklıyor ve fasılası (âyet sonu) ile ta yukardaki (Mâide, 5/59) fasılası (âyet sonu)nı tekit ediyor ve o âyeti hatırlatıyor ve oradan daha üst tarafına doğru geri baktırıyor. Demek ki burada sûrenin başına kadar gerisin geri bir mülâhaza daha yapılacak ve tekrar dönülüp sonrasına devam edilecektir. Dikkate şayandır ki yukarda çoğunun fasık olduğu söylendiği halde burada da "kesîr" (çok) tabir edilmiş, yani birçoğu denilmiştir. Gerçi "ekser" e de "kesîr" denilebilirse de, "onların çoğu" ile "onlardan bir çoğu" yani çoğu ile birçoğu deyimleri arasında fark da vardır. Bu fark bize şu iki mânâdan birini hatırlatır.

1. Demek ki ikinci fısk (günah, isyan) birinciden daha şiddetlidir. Çoğunluğun günahkârlığı, itaatsızlık mânâsına fısktır ki inançsız (itikadsız) olup olmamaktan daha geneldir. Çoğunluğun Kitap ehli olmaktan çıkmasını gerektirmez. Bir çoğunun fıskı (isyanı) ise bütün bütün küfür ve azgınlık ile kitap ehli olmaktan çıkma ve dinden dönme mânâsına bir fısktır ki diğerinden daha şiddetli bir şerdir.

2. Her ikisinde fısk aynı mânâya olmakla beraber, demek ki İslâm dininin yayılması ve bu Kur'ân'a ait seslenişin tesirinin feyzi ile kitap ehlinin çoğunluğunun isyanı azalmış "Fakat onlardan çoğu fasıklar" olarak kalmışlar. Fakat bu çoğunluğun fıskı "Ey Muhammed! Rabb'inden sana indirilen, onlardan çoğunun azgınlık ve inkârını artırır." (Mâide, 5/64) âyeti delaletinde keyfiyet itibariyle eski çoğunluğun fıskından çok fazla, çok şiddetli olmuştur. Gerçekte İslâm dininin yayılması ilk önce bütün kitapları ve dinleri içine alan yeni bir kitap etrafında toplanan salih ve doğru yeni bir ümmet, yeni bir kitap ehli teşkil etmiştir. İkinci olarak, genellikle kitap ehli üzerinde bir düzelme hissi uyandırmış. Üçüncü olarak, kitap ehlinin mümin ve doğru azınlığı İslâm'a girmiş, diğer taraftan fasık çoğunluğu kalmıştır. Sonra bu fasık çoğunluğun birçoğu da müslüman olmamakla beraber az çok bir düzelme uyanışı ile İslâm tabiyyetine girmiş, İslâm'ın zimmeti (koruması)ni kabul etmiş ve bu şekilde eski günahlarının birçoğundan vazgeçmiştir. Bu şekilde fasık (günahkâr) çoğunluk azalmış, fakat buna karşılık birçoğu da hakkı büsbütün unutmuş öfke ve taassub (tutuculuğ)a sarılmış, küfür ve zulmünü artırdıkça artırmış, her kötülüğü desteklemiş, İslâm'a düşmanlıkta müşriklerle beraber olmuş ve hatta daha ileri gitmiş, Davud ve İsa dili ile lanetlenen melunlar derecesine düşmüştür. Şu halde başlangıçta "Muhakkak sizin çoğunuz fasıktır" hitabına layık olan kitap ehli sayı bakımından eski haline göre "Fakat onlardan birçoğu fasıktır" kalmış ve fakat keyfiyet bakımından "Allah kendilerine kızdı ve ebedî olarak azaptadırlar." "Allah katında yeri itibariyle bundan daha kötü." (Mâide, 5/60) olmuşlardır. Demek ki müslümanlar iman sözleşmesine ve iyiliğe gereği gibi uymakta devam ettikçe ve hayır yapmada yarışmak sûretiyle mücâhedeye gayret ettikçe kötülük azalacak, âlemin düzelmesi artacak, herkes "onlara hiçbir korku yoktur, onlar üzülmeyeceklerdir de" sırrına kavuşmakla mesut olacaklar. Bunun tersi bir durumda müslümanların hali de kitap ehlinin haline dönecek, fasıklara mahkum olup onların sürüklediği azaba düşeceklerdir.

Bu açıklamalardan ve kötülüğün azalmasından anlaşıldı ki, kitap ehli içinden önce fasıkların pek çoğuna, sonra da fasıkların çoğuna karşılık olan birer kısım vardır ki haksız aşırılık ve taassubtan sakınır, orta yolu tutar bir mûtedil ümmettirler. Bunların bir kısmı fasıkların çoğuna katılmamış, önce ve sonra iman ve iyi hallerini muhafaza etmişler, Musa'ya olduğu gibi İsa'ya, İsa'ya olduğu gibi son peygamber Hz. Muhammed'e de iman etmişlerdir. Bunların hallerinde bir fark varsa önce o Peygamber, o hak ruh gelecek diye iman ederken, gelince de geldi diye iman etmiş ve geçmişte indirilmiş kitaplar ile beraber bunlara katılan yeni kitapları da doğrulamış olmalarından ibarettir. Diğer kısım ise önce fasıkların çoğundan oldukları halde sonradan uyanmış, tevbe eder olmuş ve diğerlerine katılarak fasıkların çoğunun karşısında yer almışlardır veya alacaklardır ki, işte bunlar "Allah'a ve ahiret gününe inanan ve güzel amel işleyen"dirler.

Acaba bunlar içinde yahudi ve hıristiyanlar da aynı oranda mıdırlar, yoksa farklı mıdırlar? Bu bakış açısından yahudi ile hıristiyanları mukayeseye gelince: Hakikatte bunların ikisinin de çoğu fasıktırlar, fasıklar da müminleri sevmezler, düşmanlık ederler. Bununla beraber hepsinin düşmanlık dereceleri ve sevme kabiliyetleri de eşit değildir.

Ey Muhammed!

82- Gerek yahudi ve hıristiyan kitap ehli, gerekse bunların dışında bütün kâfir olan insanlar içinde müminlere düşmanlık etmede en şiddetlisini -kasem olsun ki- yahudiler ve müşrik (Allah'a eş, ortak katan)leri bulacaksın. İman sahiplerine, düşmanlığın şiddeti açısından yahudileri müşriklerin de önünde göreceksin. Demek ki bunlar imandan uzaktırlar, fasıkların çoğunluğu bunlarda daha fazladır. Çünkü bunların dünyaya hırsı hepsinden çoktur. "Onları, insanların hayata en düşkünü, puta tapanlardan daha tutkunu bulacaksın" (Bakara, 2/96). Çünkü bunların kalpleri kasvetlidir. "Biz onların kalblerini katılaştırdık.." (Mâide, 5/13) Arzuları üzerine düşkünlükleri, fesat çıkarmaya meyilleri, Hakk'a karşı kibir ve inatları pek kuvvetlidir. Peygamberleri yalanlama ve öldürmede , isyan ve ihtilal yapmada alışkanlıkları pek çoktur.

Ve yine kasem (yemin) olsun ki bütün bu insanların müminlere sevgice en yakınını "biz nesaray (hıristiyanlar)ız" diyenleri bulacaksın. Gerçi bunlar da genelde mümin değildir. Ve müminlere düşmanlık bunlarda da vardır. Fakat cins cinse mukayese edildiği zaman öbürlerinin düşmanlıkta şiddeti çok, bunların da müminleri sevebilmek kabiliyeti fazladır. Yani onların sevme ihtimalleri büsbütün yok değil, fakat bunların sevmesi daha çok düşünülebilir ve daha çok yakın ihtimaldir. Bunlarda iman kabiliyeti, iman ehli sevgisi diğerlerinden fazla bulunur. Bunların daha yakın bulunması şu sebepledir ki, bunlardan kıssisler, yani ilim ve ibadetle meşgul olan keşişler, ve rahipler, yani ahiret korkusuyla manastırlarda nefislerini ezen, ibadetle meşgul olan dünyayı terketmişler vardır. Bir de bunlar kibirli değildirler. Mütevazi (alçak gönüllü) ve cana yakındırlar. Bu iki sebeple müminleri sevebilmeleri daha çok düşünülebilir. Ve buna göre kulaklarına söz girme ve anladıkları zaman hakkı kabul etme ihtimalleri fazladır.

KISSÎS: Gece bir şeyi taleb etme ve inceleme mânâsına "kasse"den mübâlağa siğası (kipi)dır. İlim ve dini incelemeleri itibarıyla hıristiyan reislerinden olan bilginlere ve ibadetle meşgul olanlara da "kass" ve "kıssis" denilmiştir. İbnü Zeyd'in açıklamasına göre "kıssis", rahiplerin başı demektir. İbnü Atiyye, aslı Arapça olmayıp Arapçalaşmış olduğunu; Kutrub da, aslı Rumca olup bilgin demek olduğunu söylemişlerdir ki, "Kamus" mütercimi de "keşiş olacaktır" diyor. "Rağıb"ın "Müfredât"ında da açıklandığı üzere "ruhbân" kelimesi "rehbet" kökünden "rahib"in çoğuludur. "Su'büm' gibi müfret (tekil) olarak kullanıldığında zikredilmiştir ki, o zaman çoğulu "rehabîn" ve "rehâbine" gelir.

"Rehbet", ızdırab ile korkup çekinmektir. "Terahhüb", manastırda ibadet etmektir ki, rehbetin kullanılması demektir. "Rehbâniyyet" de fazla korkup çekinmekten dolayı ibadete tahammül etmede aşırılık ve ifrat etmektir. Eski hıristiyanlarda et yememek savm-ı visâl (kavuşma orucu) tutmak, nefislerine eziyet etmek için boyunlarına zincir takmak ve hatta kendilerini iğdiş etmek derecesine varanlar olmuştur ki, bunlar nefs ile mücadele ederek aşırı isteklerini kaldırmak, nefsi sabır ve tahammül ile itaate alıştırmak ve hıristiyanların deyimince doğuştan olan günah ile günahkâr olan nefsi temizleyip kutsayarak Allah'ın rızasını celbetmek (çekmek) gibi maksatları içine alan bir hareket ise de, gerçekte "haksız yere dininizde aşırı gitmeyin" hükmünde dahil olan doğuştan olmayan aşırılık ve şiddet cümlesindendir. hıristiyanlar, güya Hazreti Yahya ve İsa peygamberlerin hayat-ı tecerrüdlerini (her şeyden ellerini eteklerini çekmiş bir hayat sürmelerini ileri götürmek ve bu şekilde Allah'ın rızasına ermek maksadıyla bu ruhbanlık tarzını din reisleri hakkında bir kesin görev koymuş iseler de Hadid sûresinde "Arkalarından Meryem'in oğlu İsa'yı da gönderdik. Ona İncil'i verdik. Ve ona uyanların kalblerine şefkat ve rahmet duygusu koyduk. İcad ettikleri ruhbanlığı biz onlara yazmamıştık, yalnız Allah'ın rızasını kazanmak için onu icad ettiler, fakat ona layıkıyle de uymadılar" (Hadid, 57/27) âyetinde hatırlatıldığı üzere buna hakkıyle riayet edememişler ve meşru olandan kaçarken meşru olmayan durumlara düşmüşlerdir. Ve bunun için "İslâm'da ruhbanlık yok" tur. Ve böyle olduğu bu âyetlerin arkasından anlatılacaktır. Fakat her çeşit kötü ahlâkın başı olan dünya hırsı ve şehvetlere uyma taşkınlığı ile bunun tamamen zıddı demek olan ruhbaniyet karşılaştırıldığı zaman, herhalde dünya ihtiyaçlarına karşı ruhbanlık mücadelesinin bir fazilet olduğu da inkâr edilemez. Çünkü dünya sevgisi bütün hataların başıdır. Bir millet içinde böyle ciddi bir rehbet (korku) ile son derece dindar ve ibadete sarılmışcasına bir tecerrüd (Allah'dan başka her şeyden elini, eteğini çekmek), sabır ve tahammül hayatı takip edebilenler, o millette ölçülü olma hissi uyandırabilecek bir ıslah örneği olmaktan uzak kalmazlar. İşte bundan dolayıdır ki, doğru bir şekilde ilim ve amele ilgi gösteren keşişler ve dünyaya ait arzulardan soyunmaya çalışan rahiplerin varlıkları hıristiyanların kibirlerini kıran ve müminlerin sevgilerinin yakınlaşmasına sebep olan menkibelerinden sayılmıştır. Yoksa ruhbanlık adı altında dünya peşinde koşanların, helali yasaklayıp harama göz yumanların, din ve dünyaya zararlı, "Ve onlardan çoğunun fasık" (Hadid, 57/27) olduklarında şüphe yoktur. Nitekim Hadid sûresinde "Biz de onlardan iman edenlere mükafatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da yoldan çıkmışlardır". (Hadid, 57/27) buyurulmuştur. Kısacası âyet bize gösteriyor ki, ilim ve âlimleri sevmek, ahiret düşüncesi, akibet endişesi, aynı şekilde alçak gönüllülük, isterse kâfir olsun, hadd-i zatında beğenilen, en faydalı, en güzel yakınlaşma sebepleri cümlesindendir. Ve bu sebepledir ki hıristiyanlar, müslümanlara sevgi açısından daha yakın bir vaziyettedir. Bundan dolayı bu ahlâkî durumlar mevcut oldukça hıristiyanlarda iman etme kabiliyeti daha fazladır. Ve bunlardan ciddi olarak imana gelenler yahudilerden daha çok olmuştur.

Bu şekilde bunlar kibirsiz ve müminlere sevgi bakımından diğerlerinden daha yakın bulunduğu gibi, içlerinde bizzat iman eden ve edecek olan ince kalbli, Hakk'ı bilen müminlerin de bulunduğunu ispat ile iman ehline hitabı nakletmek için şöyle buyuruluyor:

83- Peygamber'e indirilen Kur'ân'ı dinledikleri zaman da, gözlerini görürsün tanıdıkları ve bir kısmını bilmiş oldukları haktan dolayı duygulanmış ve etkilenmiş olarak coşar, göz yaşlarından dolar dolar taşar, gözleri dolarak derler ki: Ey Rabb'imiz biz, bu indirdiğin hakka ve gönderdiğin Peygamber'e kayıtsız ve şartsız, iman ettik. Sen bizi de onun ümmeti olan şâhitler ile beraber yaz. Yani bunlar hitaplarında "Ruhu'l-Hakk" (Hakk'ın ruhu) olan o âhir zaman Peygamberinin geleceğini bilirler. Ve "iman ederiz gelecektir", diye inanırlar. Onun gönderilmesine arzu duyarlar, beklerler. Kur'ân'ı dinledikleri zaman da Hakk'a karşı kibirleri olmadığı ve kalblerinde incelik ve ihlâs, o şevk ve bekleyiş mevcut olduğu için Hakk'ı tanırlar, tesirinin feyzini duyarlar. Gözlerine yaşlar dolar, o Hakk'ın Resulünün gönderilmiş, gelmiş olduğunu anlarlar. Gıyâbî (gaybe ait) olan imanları şühûda (görünüre) çevrilir. Başlangıçta "iman ederiz gelecektir" derken, bu defa "geldi iman ettik" derler. Şühûd ve şehâdet ehli olan Muhammed ümmeti defterine yazılmalarını niyaz ederler.

84-Kendi nefislerine, yahut itiraz edenlere karşı bu iman ve itikatlarını teyit ve ispat için şunu da söylerler: Biz Allah'a ve bize hak olarak her ne gelmişse ona niçin, ne sebep, ne hak, ne mazeretle iman etmeyeceğiz. Halbuki Rabbimizin bizi de salihler topluluğuyla beraber aynı yere koymasını ister ve bunu çok arzularız. Şu halde inanmamaya hiçbir sebep olmadıktan başka, salihler zümresinin sonuç ve takdirlerine iştirak etme istek ve arzusu gibi, inanmayı gerektiren yüksek bir sebep ve çağırıcı da vardır.

85-İşte onlar Kur'ân'ı dinledikleri zaman hakkı tanıyıp böyle derler ve derken gözleri yaşlarla dolar taşar. Şu halde Allah da onlara iman ve ihlâs (samimiyet)la söyledikleri bu sözleri sebebiyle altlarından ırmaklar akan cennetleri sevap ve mükafat olarak vermiştir, orada ebedî olarak kalacaklardır. Muhsinlerin, yani güzel bakış, iyi niyet ve iyi amel, sahiplerinin, diğer deyimle yaptıkları işi en güzel şekilde yapmayı alışkanlık edenlerin mükafatı da budur.

Rivayet ediliyor ki, bu dört âyet Necâşî ve ashab (arkadaşlar)ı hakkında inmiştir İlk Muhacirlerin Habeşistan'a göç ettikleri zaman Mekke müşrikleri arkalarından bir grup insan göndermiş ve Necâşî'yi aleyhlerinde tahrik ve teşvik ederek onlara baskı yaptırmak ve perişan ettirmek istemişlerdi. Bunun üzerine Necâşî, ileri gelen keşişler ve rahipler ile bir toplantı yapmış ve müslümanlarla müşrikleri de oraya davet etmiş idi. Bu mecliste toplandıkları zaman Necâşî müslümanlara seslenerek: "Kitabınızda Hz. Meryem'in zikri (anılışı) var mıdır?" diye sormuş, Ca'fer b. Ebî Tâlib hazretleri de: "Evet, onun adına mensub (nisbet edilen) bir sûre vardır." demiş, "İşte Meryem oğlu İsa budur." (Meryem, 19/34) âyetine kadar bu sûre ile "Musa'nın haberi sana geldi mi?" (20/9) âyetine kadar Tâhâ sûresini okumuş ve bundan dolayı Necâşi ağlamış idi. Sonra Necâşi Medine'ye Peygamber'imize yetmiş kişilik bir grup göndermiş, Resulullah (s.a.v.) da onlara Yâsîn sûresini okumuş, aynı şekilde bunlarda ağlamışlar ve iman etmişlerdi.

Bu âyetler de bunların hallerini tasvir ederek nazil olmuştur. Bunun için bazı tefsirciler bu âyetlerin hükmü bunlara ve düşmanlığın şiddeti meselesinin de Peygamber'in zamanında bulunan Medine yahudilerine mahsus olduğuna kâni olmuşlardır. Fakat âyetin zahiri âmm olduğundan tefsircilerin pekçoğu her iki kavmin cins cins mukayeselerini gösterdiğini açıklamışlardır. Gerçekte Abdullah b. Selâm ve benzerleri gibi yahudilerden de bu şekilde imana gelenler bulunmuş ise de bunlar nadir, hıristiyanlardan imana gelenler ise ilerden beri çok bulunduğundan, herhalde iman kabiliyetinin ve sevgi yakınlığının hıristiyanlarda daha çok olduğu gösterilmiştir.

86-Muhsin (iyilik yapan)ler böyle, bunlara karşılık "İnkâr edip âyetlerimizi yalanlayanlar da cehennem ehlidir". hıristiyanların İslâm'a yakınlık ve kabullenmelerine işaret eden bu açıklamada hıristiyanlar önce içlerinde keşişler ve rahipler bulunmakla öğüldüğü, ruhbanlığın mânası da dünya lezzetlerinden ve güzelliklerinden bütün bütün kesilme ve çekinme demek olduğu için, bundan müslümanların ruhbanlığa teşviki mânâsının anlaşılmaması ve İslâm'da ruhbanlığın bulunmadığının anlatılması için burada yine sûrenin başındaki akid (anlaşma)lerin yerine getirilmesi, helal ve haram hükümlerine sözü nakletmekle müminlere seslenilerek buyuruluyor ki:

87- Allah'ın size helal kıldığı nimetlerin hoş, lezzetli olanlarını haram kılmayınız. Yani onlardan kendinizi tesebbüben (sebep olmak sûretiyle) veya mübâşereten (doğrudan doğruya haram saymak sûretiyle) mahrum etmeyiniz. Önce yahudiler gibi akidleri yerine getirmemek ve anlaşmayı unutup bozmak sûretiyle o nimetlerin kesilmesine sebep olmayınız. İkinci olarak hıristiyanlar gibi ilâhî akitlere uymayan akitler yaparak, aşırılığı ve şiddeti benimseyerek Allah'ın size, "Bugün size iyi ve temiz şeyler helal kılındı. Kendilerine kitap verilenlerin yemeği size helal, sizin yemeğiniz de onlara helaldir. Ve inananlardan namuslu hür kadınlar ve sizden önce kendilerine kitap verilenlerden namuslu hür kadınlar -zina etmeksizin, gizli dost tutmaksızın namuslu bir biçimde mehirlerini verdiğiniz takdirde- size helaldir" diye helal ve mubah kıldığı güzel nimetlerden kendinizi menetmeyiniz. Hakkın sınırlarıne, ilâhî akitlerin hükümlerine de tecavüz etmeyiniz (geçmeyiniz). Önce helale haram demeyiniz, ikinci olarak o hoş ve temiz nimetleri kesib de başkasının hakkına yeltenmek sûretiyle haram yapmayınız, üçüncü olarak helal şekilde kazandığınız nimetlere de hakiki ihtiyaçtan çok hırs ve düşkünlük ile atılıp israf etmeyiniz ve yalnız şehvetler peşinde dolaşmayınız, gerek nefsin ve gerek başkasının hakkını gözeterek ölçülü ve iktisad ile hareket ediniz. Çünkü Allah aşırı gidenleri sevmez, bu muhakkaktır.

88-Hasılı, helali haram, haramı helal yapmayınız da, Allah'ın size rızık olarak verdiği nimetlerden helal, hoş ve temiz olarak yiyiniz. Ve iman etmiş olduğunuz Allah'tan korkunuz, azarlamasından korkunuz da ifrat (aşırılık) ve tefrit (ihmalkârlık)ten çekininiz.

Ne Allah'ın nimetlerini beğenmemek, onlardan kaçınmak gibi nankörlük, ne de bu dünya nimetlerini son gaye zannedip Allah'dan ve ahiretten gaflet ederek hırsın ve şehvetin esiri olunuz.

Rivayet ediliyor ki, bir gün Resulullah (s.a.v.) ashâbına kıyameti anlatmış ve son derecede inzar (korkutma)da bulunmuştu. Ashâb-ı kirâm bundan etkilenip duyguları incelerek Osman b. Maz'ûn'un evinde toplanmışlar, daima oruçlu olmaya, döşek üzerinde uyumamaya, et ve yağlı yememeğe, kadınlara yaklaşmamaya, koku sürünmemeye, dünyayı terketmeye, eski çul, paçavra giyip yeryüzünde seyahat etmeye ve erkekliklerini kesmeye ittifakla karar vermişler. Derhal bu haber Resulullah'a erişmiş, bundan dolayı onlara: "Ben böyle emrolunmadım, muhakkak ki nefsinizin üzerinizde bir hakkı vardır. Şu halde oruç tutunuz, iftar da ediniz, namaz kılınız ,uyku da uyuyunuz; ben namaz kılarım, uyku da uyurum, oruç tutarım, iftar da ederim, et de yerim, yağ da yerim, kadınlara da yaklaşırım. "Benim sünnetimden yüz çeviren benden değildir" buyurmuş, bu âyetler inmiştir. Yine rivayet ediliyor ki, Resulullah tavuk ve palûze yerdi, tatlı ve bal hoşuna giderdi ve buyurdu ki "Mümin tatlıdır, halâveti, tatlılığı sever." İbnü Mes'ud hazretlerinden nakledilmiştir ki, bir zat ona: "Ben döşeği kendime haram ettim" demiş, o da bu âyeti okumuş: "Döşeğine yat ve yeminine keffaret ver" diye cevap vermiştir. Hasenü'l- Basrî hazretlerinden nakledilmiştir ki, "Bir gün yemeğe davet edilmiş, beraberinde Ferkad Sebhî ve arkadaşları da varmış, sofraya oturmuşlar, yağlı tavuklar, tatlı ve diğerleri türlü türlü yemekler var. Ferkad bir kenara çekilmiş, Hasenü'l- Basrî de: "Oruçlu mu?" diye sormuş, "Hayır, böyle çeşitli yiyecekleri mekruh görür" demişler. Bunun üzerine Hasenü'l- Basrî Ferkad'e dönmüş: "Ey Ferkadcik demiş, sen hâlis tereyağı ve buğday özü ile lüab-ı nahli, yani balı bir müslüman ayıplar fikrinde mi bulunuyorsun?" demiştir. Yine adı geçen Hasenü'l- Basrî'ye: "Falan zat palûze yemiyor, şükrünü edâ edemem diyor" demişler. "Soğuk su içiyor mu?" diye sormuş, "evet" demişler. Buyurmuş ki:" O halde bu adam cahil, Allah Teâlâ'nın ona soğuk sudaki nimetinin palûzeden daha çok olduğunu bilmiyor".

89-Şimdi burada bir müşkil (mesele, problem) vardır. "Akidleri yerine getirin." emri, bütün akid (anlaşma) leri içine alır ve şüphe yok ki, yeminler de bu akidlerde dahil idi. Burada da "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri haram saymayın" buyurulmuştur. Şu halde bir kimse her hangi bir sebeple yemin eder ve bu yemin ile bir helali kendine haram etmiş olursa ne yapacak? Zira yemininde dursa "haram saymayın" anlaşmasını bozmuş olacak. Yemininde durmasa yemin akdini yerine getirmemiş olacak. İşte bu müşkülü halletmek için buyuruluyor ki: Allah, yeminleriniz içinde lağv olan kasem (yemin)lerle sizi sorumlu tutmaz. O, bir akid değildir. Yemin-i lağvin tarif ve tefsiri Bakara sûresinde geçmişti. (Bakara, 2/225) Ve fakat akdetmiş olduğunuz, yani "şöyle yapacağım, böyle yapacağım, yahut şöyle olursa şöyle edeceğim" şeklinde gelecekle ilgili olmak üzere kendinizi bağladığınız yeminlerle sizi sorumlu tutar. Bunlara "yemin-i mün'akide" (mün'akide yemin) denir. Mesela "Vallahi evlenmiyeceğim, vallahi karıma yaklaşmayacağım, vallahi yarın oruç tutacağım, yahut vallahi sigara içmiyeceğim" gibi yeminler mün'akidedirler. Bu gibi yeminler birer akid oldukları için yerine getirilmeleri lazım gelir. Getirilmezse Allah muâheze eder (cezalandırır). Bunlar ise iki türlüdür. Birisi günah olmayan bir şeye yemindir ki, bunun bozulması asla caiz değildir, büyük günahtır. Diğeri günah olan bir şeye yemindir ki, bunda sebat etmek bozmaktan daha günahtır. Ve bunun için ehven-i şerreyn (iki şerden daha hafifi) seçilip "Kim birşeye yemin eder sonra ondan başka daha hayırlısını görürse yemininin keffaretini versin, sonra o daha hayırlı olanı yapsın" hadis-i şerifi delaletince yeminin bozulması tercih edilir ve keffaret (dünyevî ceza) verilir ki, bu keffaret, hem yeminin bozulmasının bir cezası ve muahezesi, hem de ahirete ait cezadan kurtuluş için bir ibadettir. Bununla beraber keffaretin lüzumu yalnız bu kısma mahsus değildir. Öncekinde de vacibtir. Çünkü bozulması caiz ve daha uygun olan bir yemin akdinin bozulmasından dolayı muaheze demek olan keffaret (ceza) vacib olunca, bozulması asla caiz olmayan yeminin bozulmasından dolayı bu muahezenin öncelikle farz olacağı açıktır. Bu şekilde bütün keffaretlerde hem ceza, hem de ibadet mânâsı vardır. Ve herhangi bir mün'akide yemin bozulduğu zaman da dünyada bir keffaret ile cezalandırılır. Ve bu keffaret ile yukardaki müşkil (problem) halledilir.

Şimdi yemini bozmanın keffareti, ailenize yedirdiğiniz yemeğin çeşit ve miktarında orta bir şekilde on fakiri bir gün doyurmaktır. Bu iki şekilde olur: Birisi bir akşam, bir de sabah çağırıp yemek yedirerek karınlarını doyurmaktır ki, buna ibâha denilir. Diğeri de akşam sabah doyuracak kadar ellerine bir şey vermektir ki, buna da temlik ismi verilir. İmam-ı Âzam Ebu Hanife'ye göre bunun ölçüsü her fakir için bir fıtra (fitre) gibi buğdaydan yarım sâ (sâ = 2.917 kg. hububat ölçüsü), diğerlerinden bir sâ' dır. İmam Şâfiî'ye göre bir "müd" (1 müd = 832 gr.) dür. Yeminin keffareti ya böyle on fakiri doyurmak, yahut on fakirin kisveleridir. Kisve, dinen örtülmesi gereken yerleri örtecek bir elbise demektir. Bir rivayete göre de bir "sevb-i câm" (bütün bir takım elbise)dır. Veyahut bir rakabe, bir köle veya cariye insan azad etmek (hürriyetine kavuşturmak)tir. İmam Şâfiî, adam öldürme keffaretine kıyas ederek, bunun da mümin olmasını şart kılmış ise de, Hanefî imamları, adam öldürme keffaretinden başkasında, nassın (dînî delilin) görünüşüne (zahirine) göre müslüman olmayan köleyi de yeterli görmüşlerdir. Sözün kısası yeminin keffaretinde bu üçten biri vacibdir, tayininde ise mükellef serbesttir. Buna göre her kim bunlardan birini bulamaz, vermeye gücü yetmezse onun keffareti de üç gün oruçtur. İbnü Mes'ud Mushafında olduğundan bu üç günün fasılasız (ara vermeksizin) birbiri ardınca tutulması da vacibtir. İşte yemin ettiğiniz zaman yeminlerinizin keffareti budur. Bozulduğu zaman bu keffareti yerine getiriniz. Ve yeminlerinizi muhafaza ediniz. Yani önce her şeye yemin etmeyiniz. İkinci olarak, yemininizin şeklini iyi belleyiniz, ihmal ederek unutmayınız. Üçüncü olarak, günah olmayan ve bir hayrı yasaklamayan yeminlerde gücünüz yettiği kadar sebat ediniz, bozmayınız. Dördüncü olarak, bozduğunuz takdirde keffaretini de vererek yeminin şanını koruyunuz. İşte Allah size âyetlerini böyle açıklıyor ve gelecekte daha beyan edecektir ki, şükredesiniz.

90- Ey iman edenler! Helâl olan güzel şeyleri haram etmediğiniz gibi, haram olan pisliklerden de iyi sakınınız. Bu cümleden olarak muhakkak ki hamr, yani sarhoş edici şeyler ve meysir, yani piyango ve kumar (Bakara Sûresi 2/219. âyetin tefsirine bkz.) ensâb yani tapılmak için dikilmiş taş vesâir putlar, kumar ve piyango kalemleri, okları, zarları, bütün bunlar başka bir şey değil, ancak birer ricstir, aklınızın tiksineceği, iğreneceği pis, murdar bir şeydir, şeytanın işlerindendir. Şeytanın işi, şeytanın teşvikidir. O halde bu pislikten çekininiz, uzak durunuz ki kurtuluşa eresiniz.

Bu âyet, müskirât (şarhos edici şeyler)ın yasaklanması ve haram edilmesi hakkında üçüncü ve son olarak nazil olan âyettir ki birincisi Nisâ Sûresindeki "Sarhoş olduğunuz zaman namaza yaklaşmayın." (Nisâ, 4/43) ikincisi de Bakara sûresindeki "Senden içki ve kumarı sorarlar. De ki: Onun ikisinde büyük bir günah vardır." (Bakara, 2/219) âyeti idi. (Oraya bkz.) Allah Teâlâ bu âyette içki ve kumarın haramlığını çeşitli yönleriyle tekit etmiştir. Birinci olarak cümlenin başı ile başlanmış; ikinci olarak putlar ve fal okları ile beraber zikredilerek, "Şarap içen puta tapan gibidir" hadis-i şerifi delaletince puta tapıcılık kabilinden gösterilmiş; üçüncü olarak "pislik" adı verilmiş; dördüncü olarak başlı başına şer veya galip olduğuna tenbih edilerek "şeytanın işlerinden" buyurulmuş; beşinci olarak bizzat kendilerinden çekinilmesi emredilmiş; altıncı olarak, bu çekinme, kurtuluş ümidine bir sebep yapılmıştır.

91-Yedinci olarak da bu beyandan asıl maksad, içki ve kumarın haram kılındığını hatırlatan ve bunların haram kılınmasını gerektiren dine, dünyaya ait kötülük ve veballerini anlatmış ve şeytanın işini açıklayarak buyurulmuştur ki: İçki ve kumarda şeytanın gayesi, başka değil, ancak aranıza kin ve düşmanlık düşürmek ve sizi Allah'ı anmak ve yadetmekten, namazdan menetmektir. Ki bir defa bunlar olduktan sonra artık her günah, her cinayet işlenir, ne din kalır, ne iman, ne dünya kalır ne ahiret. Sekizinci olarak, bütün haram olma sebepleri açıklandıktan sonra itaat sözü alınmak üzere soru takriri ile anlaşmayı belgelemek için buyuruluyor ki: Artık siz şimdi bu yasaklamayı kabul ettiniz ve içki ve kumardan tamamen vazgeçtiniz mi? Elbette geçtiniz değil mi? Bunun üzerine Hz. Ömer'in ne söylediği Bakara sûresinde geçmiş idi.

92- Dokuzuncu olarak genelde itaati belgelemek ve tekid edilerek muhalefetten sakındırmak sûretiyle buyuruluyor ki: Vazgeçiniz ve Allah'a itaat ediniz, Peygamber'e de itaat ediniz, ve karşı gelmekten çekininiz. Eğer itaatten yüz çevirecek olursanız biliniz ki, bizim Resulümüzün üzerine ait olan vazife açık bir tebliğden ibarettir ki, O da onu işte yapmıştır. Ondan ötesinin sorumluluğu ve zararı ona değil, sırf sizin kendinize aittir.

93-Rivayet ediliyor ki, içkiyi haram kılan âyet nazil olduktan sonra ashab, "Ey Allah'ın Resulü, ya bundan önce vefat eden ve şarap içmiş bulunan kardeşlerimizin ahirette hali ne olacak? " demişler, şu âyet nazil olmuş: İman edip salih, iyi işler yapanlar haramdan sakınıp iman etmekte ve güzel ameller yapmakta ciddi olarak, dış görünüş ve içyüzü bakımından sebat ettikleri sonra yine haram kılınandan sakınıp iman ettikleri sonra ittikada, kötülüklerden sakınmakta devam edip ihsan (iyilik) yaptıkları, güzel güzel ameller araştırarak onlarla güzelce meşgul oldukları takdirde, geçmişte tattıkları, yani yasaktan önce içtikleri içkide günah yoktur. Bunlar "ihsan mertebesi"ndedirler. Ve Allah iyilik yapanları sever, onları cezalandırmaz. Şu halde, kurtuluş ve saadetin gayesi ruhbanlıkta değil, bu şartlar altında iyilik yapmaktadır.

Görülüyor ki, bu âyette iman ve güzel amel iki defa ve takva üç mertebe olarak zikredilmiş ve neticede ihsan mertebesine gelmiştir ki, takvanın bu üç defa zikri, çeşitli vecihlere ve takva mertebelerine işarettir. Birinci olarak, geçmiş, şimdi, gelecek, üç zamana işarettir. İkinci olarak üç hâle işarettir ki, birincisi insanın kendisiyle yine kendi nefsi ve vicdanı arasında takva ve iman, ikincisi kendisiyle insanlar arasında takva ve iman, üçüncüsü kendisiyle Allah arasında takva ve imandır. Bunun için üçüncüsünde iman, ihsana tebdil edilmiş, Peygamberimiz (s.a.v.)'in "İhsan, senin Allah'a, onu görüyormuş gibi ibadet etmendir. Her ne kadar sen Onu görmüyorsan da, muhakkak ki o seni görüyor" tarifine işaret buyurulmuştur. Üçüncü olarak, Bakara sûresinin başında açıklandığı üzere başlangıç, orta ve nihayet olmak üzere takvanın üç derecesi bulunduğuna işarettir. Dördüncü olarak, sakınılacak şeylerin derecelerine işarettir. Çünkü önce azabdan sakınmak için haramı terk, ikincisi harama düşmemek için şüpheleri terk, üçüncüsü nefsi noksandan korumak, tabiat ve alışkanlık kirlerinden temizlemek için bazı mubah şeyleri terketmek gerektir. Nitekim bu noktaya yukardaki "Allah'ın size helal kıldığı güzel şeyleri siz haram etmeyiniz." (Mâide, 5/87) ilâhî sözünde de bir işaret vardır. Zira "Güzel şeyler size helal kılındı." (Mâide, 5/4) âyeti delaletince helal kılınanlar zaten tayyibât (güzel şeyler) olduğu halde, helallerin tayyibât (güzeller)ı "Allah'ın helal kıldığı güzel şeyler." buyurulması "tayyibâtın tayyibâtı" (güzellerin güzelleri) meâlini ifade eder ki, bu da kıymetsiz olan mubahlardan bir çekinmeyi içine alır.

İçki (şarap), kumar ve diğerleri gibi daima haram olanlardan başka, bir de geçici ve sırf ibadet etme ve terbiye hikmetiyle yasaklanan ve haram edilenler vardır ki, buna da sûrenin başında "İhramda iken avı helal saymamak şartıyla" (Mâide, 5/1) kaydıyla işaret buyurulmuş idi. Şimdi buna dikkat çekerek buyuruluyor ki:  

94-Bu âyet Hudeybiye senesi nazil olmuş ve bu imtihan o sene vuku bulmuştur. Resulullah (s.a.v.), Ten'ûm denilen yere vardıklarında av hayvanları (âhû ve diğer çeşitli vahşi yaratıklar) müminlerin etrafına fazlasıyla dolmuş, yüklerinin aralarına varıncaya kadar sokulmuş, mızraklarını dürtseler yetişecek ve elleriyle tutsalar tutulabilecek derecede yaklaşmışlardı. Halbuki müminlerin hepsi ve bir rivayette bazısı ihramlı olmakla, bunlara el uzatmaktan yasaklanmış olduklarından, bu hâl onlar için önlerine gelen ve hırslarını gıcıklayan bir dünya nimetine karşı ondan meneden Allah'ın emrine uyma derecelerini gösterecek, yani Allah'tan korkanla korkmayanları ayıracak bir deneme olmuştur. Gerçekte içki ve kumar gibi doğrudan doğruya zarar olduklarından dolayı haram kılınan şeylerde Allah'ın emrine uymak nisbeten çok kolaydır. Fakat bu gibi sebep ve hikmeti açık ve bilinen şeylerde emir veya yasağa uymada nefsin zarar ve çıkarı bulunduğundan, Allah sevgisi veya Allah korkusu hâlis ve samimi olamaz. Bunlar Allah için değil, nefis için tapınma demektir. "O kimseler ki gayba inanırlar" (Bakara, 2/3); "İnsanlardan öylesi de vardır ki, Allah'ın rızasını kazanmak için canını verir" (Bakara, 2/207); "Her kim iyilik yaparak kendini Allah'a teslim ederse..." (Bakara, 2/112) âyetleri gereğince tam ihlas ve teslim olma ise, yaptığını sırf Allah için, Allah rızası için yapmaktadır. Tevhid, ancak bundadır. Bu ise bütün nefse ait isteklerden sıyrılmaya bağlıdır. Bu da nefsin, zarar veya menfaati açık olmayan, diğer bir deyişle açıkta mânâsı makul bir sebep ve hikmeti görünmeyip, bütün hikmeti yalnız Allah'ın emrine itaatten ve O'nun rızasına uymaktan ibaret olan ve bundan dolayı görünüşte faydasız ve zararlı görünse bile yerine getirilmesi gereken, kısaca Allah ve Allah'ın rızasının herşeyin ve her menfaatin başı olması iman ve itikadıyla yapılan amellerle ortaya çıkar ki, bunlara ibadetle ilgili işler denilir. Ve bizzat hayır olan ihsan (iyilik) ancak bununla ortaya çıkar. Ve insan nefsin şirkinden ancak bununla kurtulur. Yoksa insanın kalbinde kendine tapmak hissi silinmemiş ve gerçekten "Allah'dan başka ilâh yoktur" denilmemiş olur. Ve Allah'ın dışında kendi iyilik ve çıkarını düşünmek iddiasında bulunanlar da, hakikatte hayır ve menfaat düşünmemiş olurlar. Bunun içindir ki, mesela sarhoş edici şeyleri Allah'ın yasakladığı ve haram ettiği için değil, sırf kendilerine zarar olduğu için terkedenler, bu terkedişlerinden dolayı dünyada o zarardan kendilerini kurtarsalar bile, ahirette bundan dolayı bir sevaba nail olamazlar. Zira onu Allah rızası için terketmemişlerdir. Ve yine bunun içindir ki, namaz, oruç, zekat, hac gibi ibadetlerin, nefsinize şu şu faydaları vardır gibi nefisle ilgili bir maksatla değil, sırf Allah rızası için ve Allah'ın emri olduğu için, yalnız bir ibadet etme fikriyle ve sırf Allah'a yaklaşmak için samimi ve ihlaslı olarak ibadet niyetiyle yapılması gerekir. Ve öyle olmadıkça makbul olmaz. Çünkü o zaman Allah'a değil, nefse ibadet edilmiş olur. Nefis ise hangi arzuları üstün gelirse onun peşinde koşar. Böyle demek, bunların hadd-i zatında hiçbir faydası yok demek değil, tersine faydaları ve menfaatları sayılamayacak ve tayin edilemeyecek kadar genel ve sonsuz demektir. Fakat Allah ve Allah'ın rızası kavramına göre "umûmî" ve "sonsuz" kelimeleri bile ufak olduğundan, ibadette nefsine az-çok bir mabudluk hissesi düşüncesi vermekten uzak olmayan genel menfaatler ve sonsuzluk fikirlerinden de sıyrılarak Allah sevgisini ve Allah korkusunu her menfaat ve zarardan öne almak, ancak ve ancak Allah'ı ve Allah'ın emrini düşünmek aslî bir şarttır. İşte birtakım helalleri geçici olarak haram ve yasak etmek demek olan ihram da Allah'ı böyle halis bir niyyet ile tanıyıp tanımayanları ayırdedecek soyut bir ibadet hikmetiyle emredilmiştir ki, bunlarla insanların fazilet terbiyeleri kemâle erecek, Allah için dindar olanlarla, dünya ve nefisleri için dindar olanlar ayrılacaktır. Fakat bilinmektedir ki, elde bulunmayan bir nimetten vazgeçmekle, nimetin karşısında nefsi menetmek arasında fark vardır. Birincisi kolay, ikincisi zordur. Mesela dağ başında kalmış bir kimsenin açlığa sabrederek Allah'a ibadet etmesiyle, kurulmuş bir sofranın karşısında açlığa sabrederek ibadet etmesi arasındaki fark düşünülsün. Elbette öncekinde fazilet mânâsı az, ikincisinde ise çoktur. Birincide başarılı olanların çoğu ikincide olamaz. Ruhbanlık terbiyesiyle İslâm terbiyesinin arasındaki fark da bu misalden ortaya çıkar. Bu âyette Allah Teâlâ ihrâmın hikmetini göstermek üzere müminleri böyle bir denemeye tâbi tutacağını açıklayarak buyurmuştur ki:

Ey inananlar, elbette Allah sizi av cinsinden bir şeyle -yani can ve bilfiil elde bulunan mal feda etmek kadar zor ve büyük değil, oldukça kolay bir şeyle - deneyecek, öyle bir şey veya o şekilde bir av ki elleriniz ve mızraklarınız onu yakalayıverecek bir halde, yani av hayvanları o kadar çok olacak ve yanınıza o kadar yakın sokulacak ki ellerinizle tutsanız tutulabilecek ve mızraklarınızla dürtseniz erişilebilecek bir vaziyette bulunacak, bu hâl içinde siz ise ihramda ve avdan yasaklanmış olacaksınız. Bu da sizin nimetler karşısında Allah'ı ne kadar saydığınızı ve emirlerini ne kadar tanıdığınızı ve O'nun azabından ne kadar korktuğunuzu isbat edecek bir imtihan olacaktır. Herhalde Allah sizi böyle bir şey ile imtihan edecek ki, Allah kendisi gıyabında tanıyıp azabından korkanları bilsin. Yani başkalarından ayırıp meydana çıkarsın da ilerde kendilerine nice nice büyük nimetler verilecek ve büyük büyük ilâhî emanetlere ehil olacak kimselerin ehliyetlerini ortaya çıkarsın ve tahakkuk ettirsin. Şu halde bu denemeden ve Allah'ın haber verdiği bu av imtihanının tahakkukundan sonra her kim sınırı aşar, yasaklandığı şeye elini sunarsa, ona acıklı bir azab vardır. Böyleleri geleceğin büyük nimetlerinden mahrum olduktan başka, dünya ve ahirette acıklı bir azap da göreceklerdir. Zira böyle bir durumda kendini tutamayan ve Allah'ın hükmüne riayet edemeyenler, nefislerin daha çok meyledici ve daha çok hırslı olacakları şeylere karşı nasıl sabredebilirler? Ve öyle büyük nimetlerin emanetlerini nasıl edâ ederler? Ve o halde böyle kimseler canların, ırzların, hazinelerin, Allah'ın hakları (hukûkullah) ve kulların haklarının başına geçmek ehliyet ve selahiyetini nasıl yüklenebilirler?

Görülüyor ki, bu âyet ihramdaki ibadet hikmetini açıklamak için müminlere ileride yönelecek büyük ilâhî nimetleri av şeklinde bir öncü misal teşkil eden olağanüstü bir bolluğun vuku bulacağını haber vermiş ve bununla müminlerin en büyük ilâhî emanetlere ehliyet temin edecek bir deneme ve düzeltmeden geçirileceklerini hatırlatmış ve iman ehline büyük bir ders ve yüksek bir fazilet terbiyesi veren bir mucizeye işaret etmiştir. Şu halde müminin öyle bir fazilet ile yükselmesi gerekir ki, her zaman haram ve çirkin olan şeyler şöyle dursun, aslı helal olan her türlü nimetler etraflarına saçılmış, önlerine konulmuş olsa bile, Allah'ın izni ve şer'î cevazı olmadan onlara el uzatmayacak, haksız, selâhiyetsiz (yetkisiz) hiçbir şeye dokunmayacak, kendine sahip, nefsine mâlik, eğilimlerine hâkim, Allah'ın emirlerine bağlı olacak. Bu şekilde her türlü emanetlere yetkili, ahlâkî bir fazilet ile başkalarından ayrılacaktır. Hudeybiye senesi müslümanlar böyle bir imtihan ve ıslah ile seçilmiş ve Hudeybiye barışının kendisi de bu imtihanın başka bir şekilde tekit ve teyidi olmuş ve bundan sonra İslâm sofrası gelişmiş de gelişmiştir. Ve ihrâm işte böyle bir seçim hikmetiyle meşru kılınmıştır. Bu hikmetden dolayı:

95- "Siz ihramlı iken av hayvanını öldürmeyin.." Hurum kelimesi "haram"n çoğuludur ki, muhrim, yani gerek Harem'de ve gerek Harem dışında olsun ihramda bulunan kimse demektir. Ve Harem'de bulunup da ihramda olmayan da bu hükümdedir. Sayd, av demektir. Eti yenene de, yenmeyene de söylenir. Fakat örfte daha çok eti yenenlerde yaygındır. Burada da lâm-ı ahd (ahd lâmı) veya mutlakın kemâline sarfı ile murad budur. Nitekim bir hadis-i şerifte: "Beş şey Harem dışında da Harem'de de öldürülür: Çaylak, karga, akrep -ve bir rivayette yılan- fare, kuduz köpek." buyurulması da bunu teyit etmektedir ve kuduz köpek kavramında insana saldıran diğer yırtıcı hayvanların öldürülmesinin caiz olduğuna da uyarma vardır.

Hasılı ey müminler, siz ihramda iken avı öldürmeyiniz. İçinizden her kim kasden, yani ihramda olduğunu ve avı öldürmenin kendisine haram olduğunu bilerek avı kasden öldürürse, öldürdüğü ava denk hayvanlardan deve, sığır, davardan bir ceza gerekir. Yani onun ona denk olduğu, yalnız kendi ölçünüzle değil, ilim ehli makamında itimada şâyan iki doğru kimsenin takdiriyle tayin edilir. Ve bu ceza Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve olmak üzere lazım gelir. İhramda avı öldürmenin cezası ya bu veya fakirlerin yiyeceği bir keffaret, veya bunun dengi oruçtur. Hakem aracılığıyla avın kıymeti takdir edilir. Bununla ya Kâbe'ye varacak bir kurbanlık deve alınır veya yiyecek alınıp her fakire yarım sa' (1 sa' = 2.917 kg) olmak üzere fakirlere verilir. Veyahut her yarım sa' yerine bir oruç tutulur. Bu üçü arasında seçmeli bir ceza vacib olur ki ihramdayken avı öldüren kimse yaptığı işin vebalini, ağırlığını tatsın. Âyetin zahirine göre avı öldürmek istiyerek olmayıp, hata ve unutmak şeklinde olursa ceza gerekmiyecek sanılabilir. Fakat mefhûm-i muhalifin muteber olmadığının da unutulmaması gerekir. Hz. Ömer'den, İbnü Abbas'dan, Tavûs'tan, Hasen'den, İbrâhim Nahaî'den, Zührî'den rivayete göre hata ve unutmada da bu ceza vardır. Ebu Hanife, Mâlik, Şâfiî ve arkadaşları da buna kâni olmuşlardır. Sonra ihramlının avladığı veya kestiği, her ne şekilde olursa olsun, Hanefi ve Mâliki mezheblerince ölü hayvan hükmündedir, kesilmiş temiz değildir; ne kendisi yiyebilir, ne başkası. Fakat İmam Şâfiî, "kesilmiş temizdir, başkası yiyebilir" demiştir. "Allah geçmişi affetmiştir. Kim tekrar bu yasağa uymazsa Allah ondan intikamını alır. Allah daima gâliptir, intikam sahibidir."

96- Size her çeşit deniz avı ve yiyeceği, yani yenebilecek şeylerinden yemek, gerek mukîm (yolcu olmayan) lerin ve gerekse yolcuların yemesi ve istifadesi için her zaman helal kılındı. Ki taze taze tutar veya kurutur, tuzlar, hazar (yolculuk dışın)da veya yolculukta yer veya ticaretle faydalanırsınız. Kara avı da ihramda bulunduğunuz müddetçe size haram kılındı. Dikkate şayandır ki kara avında: "ve onun yiyeceği" buyurulmamıştır. Demekki ihramda bulunan kimse kara avı avlayamaz ve aynı şekilde hayvan da kesemez. Fakat ihramda bulunmayan kimsenin avladığı avdan ve kestiği hayvandan yiyebilir. Şu kadar ki, avlanması veya kesilmesi kendi tarafından emredilmiş veya gösterilmiş olmasın. Deniz avına gelince, başka zaman olduğu gibi, ihramda dahi hem avlanması, hem yemesi mutlak olarak helaldir. İmam Şâfiî "Denizin suyu temiz ve temizleyicidir, ölüsü helaldir" hadis-i şerifi ile de delil getirerek gerek balık cinsinden olsun, gerek olmasın denizden avlanan her hayvanın helal olduğunu söylemiş ise de en çok bilinen balıktır. Balık kesilmeden yendiği için ölü tabir olunmuştur. Yoksa kendi kendine denizde ölen hayvan, balık da olsa, yenmez. Rivayet edildiğine göre bu âyet Benî Müdlic hakkında nazil olmuştur. Bunlar deniz sahillerine inerlerdi, suyun çekilmesiyle kenarda kalan balıkları sormuşlardı. "Bahr"den maksad, bütün geniş ve çok sulardır ki, nehirleri, gölleri, dereleri, büyük havuzları ve kaynakları da içine alır. Hepsinin hükmü birdir. Ancak bazı bilginler "bahir"den maksad, bilindiği üzere denizdir, âyetin nüzul (iniş) sebebi de buna delalet eder, diğerleri buna katılmıştır, demişlerdir. İşte deniz avı ve yiyeceği böyle her zaman helal ve mubah, fakat ihramda veya Harem'de bulunulduğu müddetçe kara avı haramdır. En sonunda toplanıp kendisine varacağınız, huzurunda haşrolacağınız Allah'tan korkun da haramdan, hürmetsizlikten sakının.

97- Allah, Beyt-i haram olan (gayet muhterem ve her şekilde hürmeti vacib bulunan) Kâbe'yi insanların ayakta durmalarına vesile kıldı. Halk bununla tutunur kalkınır, din ve dünyaları bununla ayaktadır. Dünya ve ahiretlerinde kalkınmalarının sebebidir, korkanlar buraya sığınır, zayıflar burada eminlik bulur. Hacılar ve ziyaretçiler buraya gelir, namaz kılanlar buraya döner. "Nerede olursanız olun Allah hepinizi bir araya toplayacaktır." (Bakara, 2/148) âyetinin sırrı bununla açık olur. Haccın yerine getirildiği haram ayı, kurbanlığı ve gerdanlıkları da böyle yaptı, bütün bunları insanların maddî, mânevî hayatlarının kalkınma vesilesi kıldı. Allah'ın bunları böyle yapması şunu bilmeniz içindir, ki hiç şüphesiz ki Allah göklerde her ne var ve yerde her ne varsa hepsini bilir. Ve hiç şüphe yok ki Allah her şeyi tamamiyle bilir. Ve bu ibadetlerin vukuundan önce zararları defeden ve gerekli menfaatleri celbeden hükümlerin konması, insan hayatının böyle birtakım açık ve kapalı hikmetleri içine alan gizli hükümler ve intizamlı düzenle ayakta durması, Allah Teâlâ'nın hikmetine ve noksansız ilmine delildir. Şu halde bunu kısaca bilesiniz ve bunların açık hikmeti sizin eksik ilim ve kısa aklınızla kavranılabilmekten çok yüksek olduğunu anlayasınız da bu ibadetlerin, bu haram ve helal etmelerin gizli hikmetlerini ve sırlarını Allah'ın ilmine bırakıp, gerekleriyle amel edesiniz.

98- İyi biliniz ki, Allah'ın azabının çok şiddetli olduğu muhakkak. Bununla beraber, Allah'ın gafûr (affedici), rahîm (merhametli) olduğu da muhakkak. Bunun için Allah'ın hükümlerine ve dinin korunmasını gerekli kıldığı hususlara iyi dikkat etmeli ve bunları yalnız azab korkusuyla değil, hem yüksek bir korku ve haşyet, hem de yüksek bir bağışlanma ümidi ve rahmet aşkı ile tatbik ve icra etmelidir.

99- Elçinin, Peygamber'in görevi tebliğden ibarettir. İşte o da bunu fazlasıyla yapmıştır. Artık sizin için hiçbir şekilde mazeret göstermeye ve Peygamber'den başka şeyler istemeye hak yoktur. Ve ancak o her şeyi bilen Allah bilir, siz ne açıklayıp ne gizliyorsunuz, dışınızı da bilir, içinizi de". Şu halde tasdik etme ve yalanlamanızda, fiil ve amellerinizde, maksat ve fikirlerinizde ona göre ihlas ve samimiyetle hareket ediniz.

100-Ey Resul de ki: Ey söyleneni anlayan akıllı kişi, şahıslarda, amellerde, mallarda, kısaca herhangi bir şeyde çirkinin çokluğu, kötünün çokluğu hoşunuza gitse bile, hiçbir zaman çirkin ile güzel, iyi ile kötü, pis ile temiz denk olamaz. İyilik kötülük, pislik temizlik sade bir anlayış meselesi değil, gerçekte bir mânâyı içerir. Gerçi dünyada çirkin güzelden daha çok, daha fazla bulunabilir. Mesela boncuk elmastan, bakır altından, ısırgan dikeni gülden, karga bülbülden, hayvan insandan, cahil bilginden, kâfir müminden, günahkâr günahsızdan, hasılı kötü iyiden daha çok bulunur ve daha çabuk yetişir. Ve birtakım kimseler kemmiyyet (nicelik) den daha çok memnun olduklarından dolayı haram helal, iyi kötü demez, kötüleri toplar ve çokluğu ile öğünür, sevinirler. Halbuki gerçekte iyi iyi, kötü kötüdür. Pis pis, temiz temizdir. Yüz okka kokmuş kurtlu et yığmadan ise, bir okkacık tertemiz ekmeğe sahip olmak elbette daha iyidir. Şu halde ey akıl sahipleri, Allah'dan korkun da çok olan çirkinlere talip olacağınıza, isterse az olsun iyilere ve temizlere talip olunuz ki kurtulabilesiniz. Her halde kıymet verme çokluğa değil, temizliğe ve iyiliğedir.

Bu âyetin nüzul sebebi, sûrenin başında "Allah'ın (ibadetine delalet eden) alâmetlerine saygısızlık etmeyin." âyetinde geçtiği üzere Hutam b. Dubey'a el-Bekrî olayı olmuştur. Bir de bir kimse: "Benim ticaretim şarap satmaktı, ben bundan birçok servet kazandım, bu maldan Allah'a ibadet olan ameller yaparsam faydası olur mu?" diye Resulullah'a sormuş Peygamberimiz de: "Sen onu hacca veya cihada veya sadakaya da sarfetsen Allah katında bir sinek kanadına değmez, muhakkakki Allah iyi ve güzelden başkasını kabul etmez" buyurmuş ve bir rivayette bu âyet bunun hakkında inmiştir.

Şimdi akıl sahipleri, az olsa bile, daima iyiyi tercih etmek gerektiği gibi, faydasız, mânâsız, münasebetsiz, neticesi zararlı dedikodudan, asılsız çirkin şeylerden de sakınmak lazımdır. Bunun için:

101-102- Ey iman edenler, bir takım şeyler vardır ki size açıklanır ve beyan edilirse gücünüze gider, üzülmenizi gerektirir, böyle olması düşünülen şeylerden soru sormayınız. Çünkü cevabında kederlenirsiniz. Akıllı olanlar ise kendi üzülmesine sebep olacak şeyi yapmaz. Ve eğer Kur'ân'ın indirildiği sırada, yani vahy zamanında böyle şeylerden soru sorarsanız. Size onlar açıklanır, cevabı verilir, bundan dolayı da kederlenmeniz muhakkak olur. Bunun için Peygamber'e bunları sormayınız. Onlar öyle şeylerdir ki Allah bunlardan sizi affetmiş, sorumlu tutmamıştır. Malûm ya Allah gafûrdur, halîmdir. Birçok şeyleri affeder. Bunun için geçen geçti, Allah affetti, fakat bir daha böyle bir şey yapmayınız.

Anlaşılıyor ki bunlar, haber verilmesi ve açıklanması sahiplerini rezil edecek olan gizli sırlar veya sorulması edepsizlik ve terbiyesizlik olan münasebetsiz, faydasız veya mânâsız, şeyler kabilinden haberlere ilişik sorular, yahut derinleştirilmesi, güç yetiştirilemeyecek birtakım meşakkatli teklifleri gerektirecek duyulmamış, işitilmemiş şeylerle ilgili sorulardır. Nitekim Hz. Ali'den rivayet olunduğu üzere "İnsanlar üzerine o Beyt'i haccetmeleri, Allah'ın bir hakkıdır" (Âl-i İmrân, 3/97) âyeti nazil olduğu zaman Resulullah bir hutbe okumuş, Allah Teâlâ'ya hamd ve senadan sonra, "Allah üzerinize haccı farz kıldı" buyurmuştur. Esed oğulları'ndan Ukâşe b. Mihsan ve bir rivayette Süraka b. Mâlik de: "Her sene mi ey Allah'ın resulü?" dedi. Resulullah cevap vermedi, o da üç kere tekrar etti,bunun üzerine, "Hayır, fakat 'evet' demeyeceğime nasıl emîn oldun, vallahi 'evet' desem vacib olacaktı, vacib olsaydı dayanamayacaktınız, terkederseniz de kâfir olacaktınız. Şu halde benim sizi terkettiğim müddetçe siz de beni terkediniz, sizden öncekiler hep çok soru sormaktan ve peygamberlerine karşı ihtilâf etmekten yok oldular. Bir şey emrettiğim zaman, gücünüz yettiği kadar tutunuz. Bir şeyden yasakladığım zaman da çekininiz" buyurdu. Aynı şekilde Hz. Enes ve Ebu Hüreyre'den rivayet edildiği üzere, "İnsanlar, Resulullah'a birçok şeyler sormuşlar, hatta ısrar ve direnme derecesine varmışlardı. Bir gün Resulullah kızgın bir şekilde hutbeye çıktı, Allah'a hamd ve senâdan sonra:' Sorunuz, Allah'a yemin ederim ki şu makamda bulunduğum müddetçe her ne sorarsanız açıklayacağım' buyurdu. Ashâb-ı kirâm başlarına bir tehlike gelmek üzere bulunduğundan korktular. Enes (r.a.) demiştir ki, 'Sağıma, soluma baktım, herkes başına elbisesini çekmiş ağlıyordu. Kureyş'ten Beni Sehm'den Abdullah b. Huzafe denilen adam ki, erkeklerle bir münâkaşa ettiği zaman babasından başkasına nisbet edilirdi. Kalktı: "Ey Allah'ın Nebisi, benim babam kim?" dedi. Peygamberimiz de: "Baban, Huzafe b. Kays ez- Zührî'dir" buyurdu. Diğer biri de kalktı: "Benim babam nerede?" dedi, "ateştedir" buyurdu. Sonra Hz. Ömer (r.a.) kalktı: "Biz, Rab olarak Allah'a, din olarak İslâm'a, Resul ve Nebi olarak Muhammed Aleyhisselâm'a razı olduk, biz fitnelerden Allah'a sığınırız, henüz bir cahillikten ve şirkten yeni kurtulduk. Şu halde bizi affet ey Allah'ın Resulü" dedi, Resulullah'ın kızgınlığı da yatıştı'. Ki bu âyetlerin nüzul sebebi bu olaylar olduğu rivayet edilmiştir.

Ey müminler, sizden önce bir kavim böyle meseleler sordular da, sonra bu sebeple kâfir oldular. İsrâiloğulları, peygamberlerine birtakım şeyler sorarlar, sonra tutmazlar, terkederler, yok olurlardı. Bundan dolayı müminler bu kâfirler gibi olmamalı, onların mesleğine sarılmamalı, aynı şekilde cahiliyye uydurması asılsız, çirkin şeylerden de vazgeçmelidirler.

103- Allah, ne bahîre ve sâibe, ne vasîle, ne hâm, hiçbirini meşrû kılmamıştır. Allah'ın şeriatınde bunların aslı yoktur. Cehalet devri halkı, bir dişi deve beş kere doğurur ve beşincisi erkek olursa kulağını yararlar ve salıverirlerdi. Artık onu ne sağarlar, ne binerler, ne kullanırlardı ki "bahîre" budur. İkinci olarak: Bir adam, başına bir dert geldiği ve mesela hasta olduğu zaman, "İyileşirsem devem sâibe olsun" diye adar ve bahire gibi salıverir, ondan faydalanmayı haram ederdi. Üçüncü olarak: Koyun dişi doğurursa kendilerinin, erkek doğurursa ilâhlarının olurdu. Eğer ikisini birden doğurursa, "kardeşine ulaştı" derler. Bu dişiden dolayı erkeğini de kurban etmezlerdi ki, vasile de budur. Dördüncü olarak: Bir erkek devenin dölünden on batın doğarsa, onun sırtını haram sayarlar ve hiçbir sudan ve otlaktan menetmezler, "onun sırtı yasaklandı" derlerdi ki "hâmî", "hâm" da budur. Bunlar Hakk'ın meşrû kıldığı şey değil, ve fakat kâfir olanlar Allah'a karşı din, şeriat adına böyle yalan uydurur, iftira ederler. Tefsirciler demişlerdir ki: Amr b. Lûhayyi'l-Huzaî Mekke'ye hükümdar olmuştu. İsmail dinini ilk önce değiştiren de bu idi. Putlar yaptırmış ve diktirmiş, bahire, sâibe, vasîle, hâm âdetlerini koymuştur. Bunun hakkında Peygamberimiz: "Ben onu ateşte gördüm, cehennem ehlini 'bağırsak kokusu' ile incitiyordu" buyurmuştur ki "aksâb" bağırsaklar demektir. İşte kâfirlerin ileri gelen seçkinleri, reisleri böyle yalan ve batıl şeyler uydurarak halkı sapıtırlar ve peygamberleri de kendileri gibi hesap ederek Allah'a iftira ederler. Ve bu kâfirlerin çoğunun, özellikle cahil halkının akılları da ermez, onlara uyar giderler.

104- Bir de bunlara Allah'ın indirdiği hak şerîate ve Peygamber'e geliniz, denildiği zaman, "Babalarımızı üzerinde bulduğumuz şey bize yeter" derler. Körü körüne onları, o kâfirce âdeti taklit ederler. Hayret, ataları hiçbir şey bilmez ve doğru yola gitmez olsalar bile mi? Yani âdete itibar etmek, atalara, geçmişlere hürmet etmekle onlara uymak gerçi genelde yasaklanmış değil, birçok durumlarda gereklidir bile, fakat bu uymanın cahillik ve sapıklığa değil, ilim ve hidayete sarfedilmiş olması lazım gelir. Uyma ve taklit etme, yalnız ilmi olana bile değil, ancak doğru yolda olan ilmi ile âmil kimseye olmalıdır. Daha doğrusu âlimin şahsına değil, onun hak olan ilminedir. Örf ve âdet de makul ve meşru olmak şartıyla kıymetlidir. Zira haktan başkasına uyan muhakkak zarar eder. Bunun için siz o kâfirlere bakmayınız da:

105-Burada kelimesi zarf değil, "üzerinize gereklidir" mânâsına ism-i fiil (fiil ismi) dir.

Müminler kâfirlerin hallerine bakarlar, emir ve yasak dinlemez, sapıklık içinde yüzdüklerini görürler, bunlara acıyarak iman etmelerini temenni ederlerdi. Bu sebeple bu âyet nazil olmuş ve buyurulmuştur ki:

Ey iman edenler! Siz ancak kendinize bakınız, genelde hepiniz kendi şahıslarınızı, kendi millet ve toplumunuzun iyiliğine önem veriniz, önce kendinizi düzeltmeye uğraşınız. Çünkü siz, ferd ve toplum olarak hepiniz hidayette bulunur, doğru yolu tutarsanız, sapıklıkta kalanlar size zarar vermez. Bundan, "hiç kimse kimseye karışmasın, herkes kendi nefsinde bir yalnız hayatı yaşasın" gibi bir mânâ anlaşılmamalıdır. Bilinmektedir ki doğru yolda olmanın, doğru yolu tutmanın esaslarından biri de, gücü yettiği kadar iyiliği emretmek, kötülüğü yasaklamaktır. "İçinizden hayra çağıran, iyiliği buyurup kötülükten men eden bir topluluk olsun. İşte onlar kurtuluşa erenlerdir" (Âl-i İmrân, 3/104); "Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir ümmet oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten men edersiniz" (Âl-i İmrân, 3/110) âyetleri yukarda geçmişti. Aynı şekilde bir hadis-i şerifte de: "Sizden her kim bir kötülüğü görür ve değiştirmeye gücü yeterse onu eliyle değiştirsin, ve eğer buna gücü yetmezse diliyle değiştirsin, buna da gücü etmezse kalbiyle değiştirsin" buyurulmuştur. Hz. Sıddîk (Ebu Bekir) (r.a.)den de rivayet edilmiştir ki, bir gün minberde, şöyle demiştir: Ey insanlar, siz bu âyeti okur ve konusunun dışına kor, ne olduğunu bilmezsiniz. Ben Resulullah'dan işittim, diyordu ki: İnsanlar bir kötülüğü görürler de değiştirmezlerse, Allah Teâlâ genelde hepsine azab eder. Şu halde iyiliği emrediniz ve kötülüğü men ediniz, âyetini yanlış anlayarak aldanıp da herbiriniz: "Neme lazım, ben kendime bakarım" demesin. Allah'a yemin ederim ki, ya iyiliği emreder, kötülükten men edersiniz, yahut Allah sizin üzerinize şer olanlarınızı kullanır da onlar size en kötü azapları getirirler, sonra iyileriniz dua eder de kabul edilmez." Yine Peygamberimizden şu hadis rivayet edilmiştir ki: "Hiç bir kavim yoktur ki, içlerinde kötülük işlensin veya fenalık yol alsın ve onlar onu değiştirmesin ve reddetmesinler de onların hepsine cezaları umûmileştirmek Allaha hak olmasın olmaz. Herhalde genel cezayı hakeder, sonra da duaları kabul olmaz". "Öyle bir fitneden sakının ki, aranızda yalnız haksızlık edenlere erişmekle kalmaz." (Enfâl, 8/25) âyet-i kerimesi bunu anlatmaktadır. Şu halde bu âyeti sırf ferdî bir mânâda almamalı, den ferdî nefsi ve tümüyle toplumun kendisini içine alan bir mânâ anlamalıdır. Yani her ferd, kendi ferdliğinde vazifesini bilir ve yapar. Müslüman sosyal toplumu da bütün işleri itibariyle toplum halinde iyilik üzere bulunur, bizzat hidayet üzere gider, ferdî nefis ferdliğinde, sosyal nefis sosyalliğinde hidayet ve iyiliğini muhafaza ederse, onlara kâfirlerin, müşriklerin, yabancı milletlerin sapıklıkları hiçbir zarar vermez. Yoksa "Ben yapmıyorum ya, başkaları ne yaparsa yapsınlar" deyip de toplum işlerinin işleyişiyle ilgilenmeyen ve onun düzelmesini görev edinmeyenler, kendi şahıslarında doğru yolu tutmamış ve yuları, şerli önderlerin ve sapık kişilerin ellerine teslim etmiş olacaklarından dolayı, herhalde sorumlu olur, zarar görürler. Bununla beraber âyet bize asıl şunu da gösteriyor ki, kurtuluş ve toplumun hidayeti, kurtuluşun başlangıcı ve hidayeti de ferdîdir. Fertler doğrulunca toplum da doğrulmuş olur. Toplumu ıslah ve tazim etmek isteyen kişiler ilk önce kendilerini düzeltmeli, iyiliği emir ve kötülükten menetmeye önce kendi şahıslarından başlamalıdırlar. Her fert, hak yolunu tutup kendini bizzat düzeltince, başkasına örnek olması, kurtuluş ve hidayetinin diğerlerine bulaşması nisbeten kolay olur. Ferdî nefis böyle olduğu gibi, sosyal nefis de böyledir. Nefsinde kendi işleri hasta, kurtuluş ve hidayete muhtaç olan bir toplum da diğer bir toplumu düzeltemez, başkalarını ıslah etmek veya onların zararlarından kendilerini korumak isteyen bir millet ilk önce kendi iç işlerini düzeltmeli ve nizama sokmalı, kendi yolunu doğrultmalıdır. Bunun için müminler de başkalarından önce kendilerini düzeltmeli ve kendi iç işlerini ıslaha dikkat etmelidirler. Bunu yaptılar mı, diğer bozuk olan bireylerin ve toplumların sapıklıklarından rahatsız ve sorumlu olmazlar. Onların zarar ve sorumlulukları sırf kendilerine ait kalır. Bundan dolayı sapıklara bakmayın da önce kendinize dikkat ediniz. Zira her kim, hangi birey veya hangi toplum olursa olsun. Sonunda hepinizin dönüş yeri ancak Allah'adır. Mümin ve kâfir, salih, fâsık, doğru ve eğri hepiniz sonuçta Allah'a gidecek, Allah'ın huzuruna varacaksınız ve Ondan başka bir dönüş yeri bulamayacaksınız. O da, o zaman size her ne yaptınızsa hepsini haber verecek, ona göre muamele edecektir; kâr mı, zarar mı ettiniz, o zaman anlaşılacaktır. Şu halde doğru yol ancak Allah'ın yolu, Allah'ın rızası yoludur. Akıllı olan, önce ve sonra, bundan ayrılmaması gerekir. Her kim olursa olsun ölümden, ahiretten, Allah'tan kurtuluşa imkan yoktur.

Ölüm ve ahireti hatırlatan bu noktada ölüm olayı ile ilgili dünyaya ait bir hükmü tebliğ ile nefislerin muhafazasından sonra, hukuk ve malların muhafazasının da vacib olduğunu anlatmak ve bu şekilde "nefislerinize dikkat ediniz" emrinin son nefeste bile toplumdan ayrılamayacağını anlatmak üzere buyuruluyor ki:

106-Bu âyetin nüzul sebebi: Temim-i Dârî ve kardeşi Adî ve beraberlerinde Amr b. el- Âs'ın azatlısı Büdeyl üçü ticaret için Şam'a çıkmışlardı. Büdeyl, müslüman muhacir; diğer iki kardeş de henüz hıristiyanmışlar. Şam'a vardıklarında Büdeyl hastalanmış ve yanında nesi varsa hepsini güzelce bir defter yapıp bir sayfaya yazmış, arkadaşlarına haber vermeksizin kumaşların arasına yerleştirmiş, sonra onlara döndükleri zaman bu mallarını ailesine teslim edivermelerini vasiyet etmiş ve ölmüş. Onlar da o malların içinden üçyüz miskal miktarında altın ile işlenmiş bir gümüş kabı almışlar, geri kalan eşyayı döndüklerinde Büdeyl'in ailesine teslim etmişler. Bunlar da eşyayı araştırdıklarında defteri bulmuşlar, o gümüş kabın da yazılmış olduğunu görmüşler, Temim ile Adiyy'e, "Bu kab nerede?" diye sormuşlar, "Bilmiyoruz, bize teslim ettiğini size verdik" demişler. Bunun üzerine Resulullah'ın huzurunda muhakeme olunmuşlar, bu"Ey iman edenler" âyeti indirilmiş. Bundan dolayı Resulullah, Temim ile Adiyy'i ikindi namazından sonra minberin yanında, kendilerine teslim edilen eşyadan hiçbir şeye hainlik etmediklerine ve gizlemediklerine dair "Kendisinden başka ilâh olmayan" Allah'a kasem ile yemin ettirmiş, onlar da yemin ettiklerinden yollarını boşaltmış. Sonra o gümüş kab bunlardan satın alan müşterinin elinde Mekke'de bulunmuş, Sehm oğulları bunu haber alınca Adıyy ile Temim'den yine istemişler, bu defa da her ikisi: "Biz bunu Büdeyl'den satın almıştık" demişler, buna karşı: "Biz size Büdeyl eşyasından hiçbir şey sattı mı, diye sormadık mı? O zaman siz hayır demediniz miydi" dediklerinde: "Evet ama bizim delilimiz yoktu, bunun için ikrar etmek istemedik" dediklerinden tekrar Resulullah huzurunda muhakeme olmuşlar, bunun üzerine de âyeti inmiş, Amr b. Âs ile Muttalib b. Ebi Vedâ'a kalkmışlar, yemin etmişler ve kabı almışlardır . Çünkü satın alma iddiası ispat edilemediğinden yemin bunlara dönmüştür. Bu âyet, Kur'ân'ın i'râbı, mânâsı, hükmü itibariyle en müşkil âyetlerinden olduğu söylenmiştir.

Ey iman edenler! Emrolunduğunuz şeylerden biri de herhangi birinize ölüm göründüğü zaman, vasiyet zamanı aranızdaki şahitliktir. O zaman vasiyet etmek gerek olduğu gibi, şahit de getirmeli, şahitler de bunu muhafaza edip gereği halinde güzelce yerine getirmelidirler. Şahitlik edecek olanlar sizden, yani akraba ve teallukatınızdan ve müminlerden iki adalet sahibi yahut gayrınızdan, müslüman olmayanlardan iki kişidir. Fakat bu diğer iki kişinin şahitliği ancak yolculukta bulunursunuz da ölüm musibeti başınıza gelirse o takdirdedir. Çünkü o zaman kendinizden kimse bulmak mümkün olmaz da zaruret tahakkuk edebilir. Bu ikisini namazdan sonra -özellikle ikindi namazından sonra- alıkorsunuz. Yani durdurursunuz da kendilerinden şüphelenir, kuşkulanırsanız Allah'a "bu yemin karşılığında hiçbir bedel almayız, yani yemininizi bedele satarak, şuna buna tamah ederek yalan yere yemin etmeyiz. Çıkarına yemin edeceğimiz kimse yakınlarımızdan olsa yine etmeyiz. Allah'ın şahitliğini, yani Allah'ın bildiği ve doğruca yerine getirilmesini emrettiği şahitliği gizlemeyiz de. o takdirde bizim, herhalde günahkârlardan olduğumuzda şüphe yoktur" diye yemin ederler.

Burada dikkate değer iki mesele vardır ki, birisi müslümanın bulunamayacağı zaruret halinde müslüman olmayanın şahit tutulması ve şahitliği; diğeri de şahitlere yemin verilebilmesi meselesidir. Fakihlerin çoğunluğuna göre akrabanızdan ve kabilenizden, de kabilenizden olmayan müminlerden demektir. Akraba, ölünün durumlarına daha vakıf ve diğerlerinden daha şefkatli olacağı için vasiyete, öncelikle hısım ve akrabadan, yolculuk gibi bunların bulunamadığı durumlarda da yabancılardan şahit getirmek daha uygun olduğu gösterilmiştir. İbnü Abbas, Ebu Mûsâ el-Eş'arî, Saîd b. Cübeyr, Said b. Müseyyeb, Şürayh, Mücâhid ve İbnü Cüreyc'den nakledildiğine göre, bir insan gurbette bulunur ve vasiyetine şahit getirecek müslüman bulamazsa, hıristiyan, yahudi, mecusi, putperest veya herhangi bir kâfir olursa olsun şahit getirebilir ve şahitlikleri kabul edilebilir. Ve bu şekilden başkasında kâfirin mümin aleyhine şahitliği caiz olmaz. Müslümanlardan, müslüman olmayanlardan demektir. İmam Şâfiî demiştir ki: Müslümanlardan bir adam gurbette hastalanmış, vasiyetine şahit getirecek bulamamış, kitap ehlinden iki adamı şahit getirmiş idi. Kûfe'ye geldiler, vali bulunan Ebu Musa el-Eş'ari'ye vardılar, olayı haber verdiler. O adamın terekesini (ölünün bıraktığı malını) ve vasiyetini takdim ettiler. Ebu Musa: "Bu iş bir defa Resulullah zamanında vâki olmuş, o zamandan beri vuku bulmamıştı" dedi ve ikisini de Kûfe mescidinde ikindi namazından sonra "yalan söylemediklerine, değiştirme ve bozmadıklarına dair Allah'a yemin verdi ve şahitliklerini kabul etti". Bu görüşü kabul edenlerin bir kısmı, bu hükmün muhkem ve bâkî (devamlı) olduğunu, bir kısmı da mensûh (hükmünün kalkmış) olduğunu söylemişlerdir. Cessas Ebu Bekr Râzî "Ahkâm-ı Kur'ân"ında der ki: "Bu âyetin zahiri, müslümanın yolculuktaki vasiyetine zimmî (İslâm devletine tâbi olan kitap ehli)nin şahitliğinin caiz olmasını gerektirir. Yani ün gayr-i müslimler demek olduğu ve bunun da zimmet ehline sarfedilmesi açıktır".

Vasiyette satın alma veya borcu ikrar veya bir şeyi vasıyyet veya hîbe veya sadaka herhangisi bulunursa bulunsun, ölüm hastalığında aktedildiği zaman vasiyet ismi hepsini içine alır. Allah Teâlâ seferde olmak üzere vasiyet esnasında bunların şahitliğine izin vermiş ve vasiyeti tahsis etmemiştir. Vasiyet esnasında ise borcu veya aynı (taşınabilen kıymetli eşya) ikrar veya başka şeyler olabilir. Âyet bunları ayırmamıştır. Fakat Bakara sûresindeki "Müdâyene" âyetinin (Bakara, 2/282) Kur'ân'ın en son nâzil olan âyetlerinden olduğu kesin olarak rivayet edilmiştir. Gerçi bazıları Mâide sûresinin de son inen sûrelerden olduğunu rivayet etmişlerse de bu, her âyetinin değil, sûre itibariyle kısmen son inenlerden olduğunu ifade edebilir. Müdâyene (borç) âyetinde ise gerek vasiyet ve gerek diğerlerine ve gerek hazar (evde oturmay)a ve gerek yolculuğa, şâmil olmak üzere müminler zararına şâhitlik ehliyeti, "Erkeklerinizden iki kişiyi şahit tutun." (Bakara, 2/282); "Razı olduğunuz şahitlerden" (Bakara- 2/282) diye müslümanlara tahsis edildiği için müslaman olmayanın ikamet halinde, yolculuğunda ve vasiyette müslüman üzerine şahitliğinin caiz olmasına dair hükmün kalkmış olmasını içine alır. Fakat şu da unutulmaladır ki bu Mâide sûresi âyeti, zimmî (İslâm tebeasındaki kitap ehli)nin yolculukta müslümanın vasiyetine şahitlik etmesinin caiz olduğunu ifade ederken, zimmînin vasiyetine de şahitliğin caiz olduğuna delalet eder. Ve sonra müslümanın vasiyetine şahitliğin caiz olması müdâyene âyeti ile neshedildiği zaman da zimmînin vasiyeti zimmîye gerek yolcu olmadan ve gerekse yolculuğunda şahitliğin caiz olması hükmü bâki kalmış olur. Bundan başka bu Mâide âyeti şuna da delalet eder ki iki vasî (vasiyeti yerine getirmeye memur olan kişi)nin, ölünün vasiyetine şahitliği caizdir. Bunların ölüden bir şey satın alma davaları delilsiz kabul edilmez. Söz, yeminle beraber veresenindir. Yani bahis konusu olan neshin bu noktalara şümûlü yoktur. Gerçi Kâdî Beydâvî, " akraba (yakınlar) demektir, bunu 'zimmet ehli' diye tefsir edenler ise mensûh demişlerdir. Çünkü zimmînin müslüman aleyhine şahitliği ittifakla kabul değildir" demişse de Fahreddin Râzî ihtilaflı olduğunu göstermiştir. Ve hatta mensûh değildir diyenlerin görüşünü altı şekil ile düzelterek, tercih yolunda söz söylemiştir. Birinci olarak: Hitap, bütün müminleredir. Şu halde, "sizden olmayan iki kişi" bütün müminlerden başkası demek olur. İkincisi: Bunların şahitliği "eğer yolculukta iseniz" diye yolculuk ile kayda bağlanmıştır. Eğer bunlar müslüman olsalardı şahit olmalarını istemenin caiz oluşunun yolculukla şartlanmaması gerekirdi. Çünkü müslümanın şahitliği yolcu olmadan da, yolculukta da caizdir. Üçüncüsü: Yemin ettirme meselesi de bunların müslüman olmadıklarına bir karine demektir. Dördüncüsü: Rivayet edilen nüzul sebebi iki hıristiyanın müslüman olan Büdeyl üzerine şahitliği hakkındadır. Bütün bunlar Ebu Bekr Râzî'nin dediği gibi âyetin görünüşü müslüman olmayan hakkında olmasını gerektirir. Beşincisi: Ebu Musa el-Eş'arî'nin yukarda nakledilen hükmü ashabdan kimse tarafından reddedilmemiş olduğuna göre bir icma demektir. Altıncısı: Mesele, müslümanlardan, şahitlik yaptıracak kimsenin bulunamayacağı gurbet haline ait olduğu için bir zaruret meselesidir. "Zaruretler, mahzurları mubah kılar" . Bir gurbette bulunan ve eceli yaklaşan bir müslüman şahitlik yaptıracak müslüman bulamaz ve bu halde kâfirlerin de şahitliği makbul olamazsa birçok mühim şeylerini kaybetmeye mahkum olur. Belki zekat, keffaret borçları vardır. Ve belki yanında emanetler ve üzerinde başka borçlar vardır. Şu halde erkeklerin bilemediği hususlarda, zaruretten dolayı, yalnız kadınların şahitliği caiz olduğu gibi bunda da olmalıdır demiş ve neshi uzak bulmuştur. Hakikatte Mâide sûresi, Kur'ân'ın son nazil olan sûrelerindendir. Bundan mensûh (hükmü kaldırılmış âyet) yoktur. Veya ikiden fazla mensuh yoktur rivayetlerini dikkat nazarına almamak sûretiyle, zaruret sebebiyle caiz görülmüş olan hususlarda da nesih tasavvur olunmaması gerekir. (Bu konuda İbni Kayyim el-Cevzî'nin "Siyâset-i şer'iyyeden turuk-ı hükmiyye" adlı eserinde de geniş bilgi vardır).

Şahit ve yemin ettirme meselesine gelince: "Allah'a şahitlik ederim" demek esasen bir yemin mânâsını içerir. Sonra şahidin, adaletli ve doğru kimse olması gerekir. Şu halde şahide bir daha yemin ettirmek, hem onu hakîr görme ve eza etme mânâsını içine alır, hem de yemini tekrar ettirmek sûretiyle bir ifrat (aşırılık) ve görevi kötüye kullanmadır. Bunun için müctehid imamların çoğuna göre şahide yemin vermek meşrû değildir. Her yemin ettirmenin vacib olmadığı hakkında ittifak vardır. Bu âyette ise "eğer şübhelenirseniz" kaydıyle şüphe halinde şahide yemin ettirmek, hem de vakit ve keyfiyette tağliz (kabalık etme) suretiyle yemin ettirme gereği gösterilmiştir. Gerçi bundan bu vacib olmanın anıldığı üzere müslaman olmayan şahitler hakkında olduğu anlaşılıyor. Fakat aynı zamanda bundan müslüman olan şahitler hakkında da şüphe edildiği zaman yemin ettirmenin caiz olduğu delalet sûretiyle anlaşılır. Hz. Ali'nin şahit ve rivayet edeni töhmet halinde yemin ettirdiği de nakledilmiştir. Bundan dolayı ahlâkın bozulduğu ve ahlâksızlığın çoğaldığı zamanlarda ve özellikle şahitliğin yemin demek olduğunu bilmiyerek şahitliğe gelenlerin yemin ettirilmesi caiz olmalıdır.

107- Bundan sonra, yani hükümden sonra bu iki şahidin günaha müstehak oldukları, yani gerçeği bozmak gibi bir günah işledikleri anlaşılırsa o zaman o iki şahidin veya vasî (vasiyeti yerine getirmekle görevlendirile)nin yerlerine en uygun ve öncelikli olan bu iki şahidin veya vasînin aleyhlerinde günaha müstehak oldukları, yani haklarına tecavüz ettikleri kimselerden diğer iki şahid getirilir. Hafs rivayetinde malum sîgasıyle okunur, bunun fâili olur. Diğer kırâetlerin hepsinde ise meçhul sîgasıyle okunur. Sonra diğerlerinde yine okumakla beraber Âsım'dan Ebu Bekr, aynı şekilde Hamze ve Yakub kırâetlerinde okunur. Şu halde okunduğuna göre mânâ: "Müstehakkun aleyh olanlardan, yani haklarına tecavüz edilmiş bulunanlardan diğer iki şahit öbürlerinin yerine gelir. O zaman bu iki (şahit) daha layık ve daha haklıdır" demek olur ki, bu şekilde takdirinde haber veya den bedel olur. 'nin çoğulu olan kırâetlerine göre mânâ ise: "Önceki haklarına tecavüz edilmiş olanlardan diğer iki öbürlerinin yerine geçer" demektir ki hepsinin meâli birdir. Ve kastedilen o iki şahidin veya vasînin karşısında davacı olan varisler demektir. İlk önce önceki iki kişi vasî veya vasiyet sahibi olduklarında yeminleriyle sözleri makbul idi, sonra, yani hükümden sonra muteber bir delil ile hainliklerine dair bilgi edinilince bu defa söz ve yemin önce aleyhine hüküm verilen ve bu defa inkârcı olan ve durumun açıklanmasını iddia eden varislere yönelecek ve onların yerine bunlar geçecektir. Şu halde varislerin bu defa da- bilinen mânâsıyla - şahid durumunda bulunmadıkları bellidir. O halde bunların iki olması şart olmayıp, bir de olsa hükmün yine böyle olması gerekir. Bundan dolayı "diğer iki kişi" buyurulması, şahidde olduğu gibi tek kişiden mutlaka ihtiraz (kaçınma) için değil, birinci olarak nüzul sebebine göre vukûîdir. İkinci olarak, meselede önceki şahitlerin vasî bulunmaları takdiri de âyetin ifade ettiği manalar cümlesindendir. Vasîlerin hainlikleri ortaya çıktığı takdirde ise görevden alınmalarıyla yerlerine diğerlerinin tayini gerekir. Şu halde ölen tarafından "tercih edilen vasî " olarak tayin edilmiş olan iki kişinin evvela inanılır olmak üzere, yeminleriyle sözleri tasdik olunduktan sonra hainlikleri öğrenilirse, görevden alınmalarıyla yerlerine aynı sayıda vârislerden iki kişinin tayini hususuna da işaret buyurulmak üzere "diğer iki kişi o iki kişinin yerine geçerler" buyurulmuştur. Bunun içindir ki, tercihli vasînin hainliği iddia edildiği zaman, eğer borç dâvası ise duruşmanın bitmesiyle hainliğin sabit olmasından sonra ve fakat ayn (taşınabilir mal) davası ise duruşmanın devam edebilmesi için, ilk önce vasînin görevden alınması ile işten el çektirilmesinin gereği ve duruşmadan sonra hainlik sabit olmayıp şüphe kalktığı takdirde hâkim tarafından tekrar atanabileceği Hanefî fıkıh kitaplarında ittifakla açıklanmıştır.

Bunlardan başka bu âyet şunu da gösteriyor ki, "hükümden sonra def (bir davayı müdafaa için açılan başka bir davâ) mesmû'dur (dinlenir)", "kesinlik kazanan bir hükümden sonra yeni deliller ortaya çıkarsa muhâkeme (duruşma) tekrar edilir". Hasılı bu iki âyet, şahitlik, vasiyet, yemin, delillerin tercihi meseleleri itibariyle birçok hukûkî esasları içeren çok açık ve vecîz birer asıldır.

Bu şekilde iki tarafın durumları değişir, öncekilerin yerine karşıt taraftan ikisi geçer ve bu defa yemin bunlara yönelir de onlar müdafa için açtıkları davayı ispat edemedikleri surette bunlar Allah'a yemin ederiz ki bizim şahitliğimiz, onların şahitliğinden daha hak, daha doğrudur. Ve biz bu şahitliğimizde hakka tecavüz etmedik. Çünkü tecavüz ettiğimiz takdirde muhakkak zalimlerden olduğumuzda şüphe yoktur diye yemin ederler, yeminleriyle sözleri tasdik olunur. Buradaki "bizim şahitliğimiz"den kastedilen, "Onlardan (eşlerine zina suçu atanlardan) her birinin şahitliği, dört defa Allah'a yemin edip şahitlik etmektir" (Nûr, 24/6) âyetinde olduğu gibi yemin etmek demek olduğu beyan olunuyor. Esasen şahitlik, görmeye dayanan bir bilgi ile şüphesiz doğruyu haber vermek demek olduğundan başkası aleyhinde şahitliğe hem "Allah, kendisinden başka tanrı olmadığına şahitlik etti" (Âl-i İmrân, 3/18); "Kendiniz zararına da olsa, yalnız Allah için şahitler olunuz" (Nisâ, 4/135) âyetlerindeki gibi hem ikrara, hem de yemine yani kasem ile tekit ve takviye edilen habere de denir ve vasiyet mânâsına da gelir. Şu halde burada "yemin" ile tefsir edilmesinden "yemine yemin" gibi iki kere kasem mânâsı anlaşılmamalıdır. Maksad, "Bizim kesin ilmimizi ifade eden haberimiz, sözümüz" demek olduğu açıktır.

108- Bu zikrolunan hüküm veya bu yemin verme şahitlerin layıkı vechile, yani yüklendikleri üzere, olduğu gibi şahitlik etmelerine, veyahut yeminlerinden sonra yeminler davacılara red olunmaktan, yani bu şekilde kendilerinin yalanları meydana çıkarak rezil olmaktan korkmalarına daha yakındır. Yemini tekit etmede ahiret korkusu, yemini reddetmede de dünya korkusu şer'î hikmetleri vardır. Bu iki korkunun birleşmesi de şahitliği hakkıyle yerine getirmeye en çok sevkedecek olan sebeptir. Bunu böyle biliniz. Ve Allah'tan korkunuz , ve (Allah'ın tavsiye ettiği hükümleri) dinleyiniz, uyunuz. Eğer korkmaz, sakınmaz ve dinlemezseniz, fasık olursunuz. Allah ise isyankârlar gürûhunu doğru yola çıkarmaz.

109- Bu "yevm" kelimesi, deki "Allah" lafzından bedeldir. Yani Allah'dan, Allah'ın o gününden korkunuz ki o gün Allah bütün peygamberleri toplayacak da ne gibi cevapla cevaplandınız, ne ile, hangi şekilde karşılandınız, kabul edildiniz? diyecektir. Onlar da ne diyecekler bilir misin Ya Rab, senin ilmine göre bizim hiç ilmimiz yoktur. Muhakkak ki, gayb (gizli)'leri layıkıyla bilen sen, ancak sensin. Yani ümmetlerimizin içlerinde gizlediklerini, arkamızdan neler yaptıklarını ancak sen bilirsin, açıkta bize gösterdiklerini de sen bizden daha iyi bilirsin, diyecekler. Böyle diyecekleri Allah'ın ilminde kesindir. Yahut dünyada böyle dediler, ahirette de diyecekler, şefaat etmeye kalkışmak şöyle dursun, işi tamamen Allah'ın ilmine havale etmek sûretiyle kapalı bir şekilde bir çeşit şikayet bile ettiler ve edecekler de "Yapmış olduklarınızı size haber verecek." (Mâide, 5/105) âyetinin sırrı bütün dehşetiyle ortaya çıkacaktır.

Hasılı Allah o gün genellikle peygamberlere ümmetlerinin cevap verme şekillerini soracak; onları, onların aleyhinde şahit tutup konuşturacak, onlar da tamamen Allah'ın ilmine havale edecekler, Allah da her peygambere verdiği âyetleri, delilleri ve bunlara karşı ümmetlerinin aldıkları durumu, gelecekte olduğu üzere, birer birer sayarak iyi cevapta bulunmayanları azarlayacaktır. İşte bu mânâyı ifade etmeye birer birer her peygambere ve ümmetine karşı yapılacak sayım ve tehdit şeklini göstermek üzere peygamberler yanında en çok aşırılığa ve gevşekliğe maruz kalan Hz. İsa örnek olarak şöyle tasvir olunuyor:

O gün, o dem ki:

110- Durum gereği gelecek zaman kipiyle "diyecek" şeklinde buyurulması lazım gelirken, bunun mazi (geçmiş zaman) kipiyle "dedi" buyurulmasında iki nükte vardır, birisi, bilindiği üzere ilerde bu hitabın vâki olması kesin olduğundan dolayı gelecek, vâki olmuş şeklinde tasvir edilmiştir.

Nitekim dilimizde de: "Şöyle dediği zaman ne yaparsın?" denildiği zaman, gelecekten geçmiş zaman kipiyle söylenmiş olur- ki böyle diyeceği muhakkaktır- "derse ne yaparsın?" demek olur. Biri de, Allah'ın kelâmının ezeli olduğuna ve Allah'a nisbet edilen fiillerde zaman kavramı olmadığına ve buna göre o gün ahiretteki bu hitabın bir kelâm başlangıcı değil, ezelî olan ilâhî kelâmın muhataba zuhur ve tecelli ile ilgisi olacağına tenbihtir. Yani Allah'ın şöyle dediği günden sakınınız ki: Ey Meryemoğlu İsa, benim sana ve annene olan nimetimi hatırla. O zaman ki, nimetimi ki hani ben seni Ruhu'l-Kudüs (Cebrail) ile teyit ve takviye etmiştim. Hıristiyanlar, Ruhu'l-Kudüs'e iki şekilde inanırlar: Birisi, İsa'nın Meryem'den doğum ve cesetlenmesine başlangıç olan Ruhu'l-Kudüs ki, buna yalnız Ruhu'l-Kudüs derler. İslâm inancında bu Cebrail Aleyhisselâm'dır. Biri de âhir zamanda çıkacak olan Ruhu'l-Kudüs'tür ki, hıristiyanlar buna Ruhu'l-Hak olan Ruhu'l-Kudüs derler. Bu bir Hâtemü'l-Enbiya (peygamberlerin sonuncusu) inancıdır. Fakat hıristiyanlar bunun Muhammedî hakikat olduğunu kabul etmemektedirler. Doğrusu Ruhu'l-Kudüs zatı itibarıyla birdir ki ülü'l-azm peygamberlere inmiş olan Cebrail Aleyhisselâm'dır. İndirilmesi ve ilgisi itibariyle de bir çok isimlerle anılır. Mesela daha çok soyut ve Ruhaniyet hayatı yaşayan, yahudilerin iftiralarından uzak ve temiz olan Hz. İsa'ya iniş ve tecellisi itibariyle Ruhu'l- Kudüs ve hakikat hayatı yaşayan Hz. Muhammed'e iniş ve tecellisi bakımından da Ruhu'l-Hak (Hakkın Ruhu), Ruhu'l-Emin (Emin Ruh, Nur-i Muhammedî (Muhammedî nur) ve genel olarak da Ruhullah da denir. Şu halde Hz. İsa'ya "Seni Ruhu'l-Kudüs ile teyid ettim" hitabı, birinci olarak ve bizzat Cibril ile teyidi ifade etmekle beraber, arkasından yine Cibril'in inmesi ve Muhammed Aleyhisselâm'ın gönderilmesi ile de teyidine bir işareti içerir. Ve mânâ şu demek olur:" Ey Meryemoğlu İsa, seni Ruhu'l-Kudüs ile, senden sonra Muhammed'i de Ruhu'l-Hak ve Ruhu'l- Emin olarak tecelli eden Cibrîl ile teyit ettim, günahtan temizlenmiş, güçlü bir ruhî hayata erişmiş ve dini ihya eden etkili bir kelâm ile takviye ettim. Sen hem beşikte çocukken ve hem yetişmiş adamken insanlarla konuşuyordun. "Ben Allah'ın kuluyum, bana kitap verdi" (Meryem, 19/30) diyordun. Ve o zamanki nimetimi ki hani sana kitabet (yazı yazma), hikmet, Tevrat ve İncil öğretmiştim. Ve o zamanki nimetimi ki, hani sen çamurdan kuş şekli gibi bir şey yapıyordun ve bunu kendine has olan kudretinle değil benim iznimle, irademle yapıyordun, yapıyordun da içine üflüyordun. O şekil de benim iznimle bir kuş oluyordu. Ve yine benim iznimle körü ve abraş (alacalı)ı iyi ediyordun. Ve o zamanki nimetimi ki, hani ölüleri yine benim iznimle diriltip kabirlerinden çıkarıyordun. Ve o zamanki nimetimi ki hani senden İsrailoğulları'nı defetmiş, seni öldürmek isteyen yahudilerin elinden kurtarmıştım. O zamanki sen onlara, yukarda anlatıldığı üzere, deliller ile gelmiştin de o İsrailoğulları'nın kâfir olanları: "Bu açık bir sihirden başka bir şey değil" demişlerdi.

111-Ey İsa, sen bu nimetlere eriştin ve bu delillere karşı böyle bir küfür ile karşılandın, bundan başka o zamanki nimetimi de hatırla ki, hani ben Havârîlere: "Bana ve Resulüme iman ediniz" diye vahy göndermiştim, yani sana ve diğer peygamberlere vahyettiğim kitaplar ile emretmiştim; yahut kalblerine böyle ilham etmiştim, onlar da iman ettik ve şahit ol, biz hiç kuşkusuz müslümanız, yani imanımızda samimiyiz, dediler. Önceki kâfirlere karşı bir kısım da seni ve Allah'ın emrini böyle bir iman, İslâm ve ihlâsa şahit getirme sözüyle karşıladılar. İşte ey müminler, Allah'ın İsa'ya böyle dediği ve böyle bir bir nimetlerini sayarak kâfirleri tehdit ettiği ve müminleri tasdik edip heyecanlandırdığı günden; bütün peygamberlere ve ümmetlerine yaptıklarını böyle birer birer haber vereceği günden korkun ve korunun.

Dikkat etmek gerekir ki bu âyetler Hz. İsa'ya hitab ederek değil, ahirette ona olacak hitabı hikaye ederek Muhammed ümmetine hitaptır. Çünkü "Allah'tan korkun" emrine bağlıdır. Havârîlerin müslüman olduklarına şahit getirdikleri bu noktada onların da hallerini tasvir ve yadetmek için herkesin şahidi olan Resulullah'a üslûb değişikliği ve umûma hitabı andırır bir beyan lehçesi ve iltifat ile buyuruluyor ki:

Ey Muhammed, sen burada şunu hatırla ve hatırlat:  

112- O zaman havariler, ey Meryemoğlu İsa dediler, Rabbin bizim üzerimize gökten bir sofra indirebilir mi? Bu deyim, dış görünüşüne göre Allah'ın kudretinden bir şüphedir. Bu da havarilerin gerçekten samimiyetle iman etmemiş olduklarını ifade eder. o halde, ya o zaman imanları daha tahkik ve bilgi üzere değildi veyahut "gücü yeter mi?"den kastedilen mânâ başkadır. Nitekim bazı tefsirciler demişlerdir ki, burada istitâat (güç yetme) den maksat, güç yetmeyi gerektiren değil, hikmet ve iradeyi gerektiren istitâattır. Yani "Gökten bize bir sofra indirmek Rabbinin hikmet ve iradesine uygun olabilir mi?" demektir. Süddî gibi diğer bazı tefsirciler ise "duayı kabul etme" ve "cevap verme" gibi, 'nun mânâsına geldiği, yani "Gökten bir sofra indirmek isteğine Rabbın rıza gösterir mi?". Kısaca "istersen indirir mi?" demek olduğunu söylemişlerdir. Kisâî kırâetinde okunur ki: "Gökten bize sofra indirmesini Rabbinden istiyebilir misin?" demek olur. Bu şekilde önceki mahsur varid olmaz. Bununla beraber, her ne olursa olsun, bu soruda bir olağanüstü, bir mucize isteği vardır. Halbuki mucizeler gaye değil, delillerdir. Mümin ise medlul (delil getirilmiş olan)a iman etmiştir. Bunun için mucize istemek küfrün şiarıdır. Hakk'ın gücünü deneme sevdasıdır. Bir de olağanüstü ve mucize talebinde ısrar etmek, onu umumî bir âdet ve tabiat gibi tek düzeye giden bir şey saymaktır. Bu ise bir çelişkidir. Şu halde müminin mucize isteğinde ısrar etmesi asla caiz olamayacağı gibi, mucize istiyor gibi görünmesi bile, imanında bir şüpheye işaret edeceği için edepsizliktir.

İşte bu gibi hikmetlerden dolayı İsa dedi ki: Eğer siz gerçekten mümin iseniz Allah'dan korkunuz. Böyle bir istekte bulunmayınız. Yani Allah'ın kudretinde ve benim peygamberliğimin doğruluğunda şüpheye işaret edecek ve sizi iman ve ihlâs iddianızda, şüpheli gösterecek söz kullanmayınız diye menetti ki, bu yasaklama ve hatırlatmada ne büyük bir incelik ve ne büyük bir terbiyeyi içine almış bulunduğunu iyi düşünmeli.

113- Havârîler özür dileme makamında maksatlarını ve samimiyetlerini açıklamakla "Biz istiyoruz ki ondan yiyelim, kalblerimiz iyice yatışsın da senin bize doğru söylediğini bilelim ve ona şahitlik edenlerden olalım" dediler.

114-Bu açıklama üzerine Meryemoğlu İsa -bunların maksatlarındaki meşruluğu görerek bu arzudan vazgeçemiyeceklerini anlayıp tam anlamında delil getirmeyi arzu ederek- Allah'a dua edip şöyle dedi: Ey rabbimiz olan yüce Allah, bize gökten (yüksekten) bir sofra indir. Öyle bir sofra ki, o, yani onun indiği gün, bize, bizden öncekilere ve sonrakilere bir bayram, ve senden bir âyet -senin tam kudretine ve benim peygamberliğimin doğruluğuna delalet eden bir delil- olsun. Bize böyle bir sofra indir. Ve ondan bizi rızıklandır. Ki rızık verenlerin en hayırlısı sensin. Çünkü Allah rızkın hem yaratıcısı, hem de -karşılıksız olarak- vericisidir. Ne kadar dikkate şâyandır ki, Havârîler sofrayı isteyip maksatlarını anlatırken yemeği öne almışlar ve diğer dinî ve Ruhânî maksatlarını geriye bırakmışlardı. Halbuki Hz. İsa dini maksatları öne almış ve yeme maksadını hem geriye bırakmış, hem de rızık olmakla ifade etmiş ve sonra rızıkta kalmayıp rızkı veren Allah'a geçmiş ve onu ululamış ve onu yüceltmekle şükrünü de arzetmiştir. Bunlar düşünülünce ruhların derecelerindeki mertebeler ne büyük bir fark ile ortaya çıkmış oluyor.

115-Bu dua ve niyaza karşı Allah Teâlâ muhakkak ben onu size indiririm. Bir çok defalar indiririm, bu kolay; fakat bundan sonra da sizden her kim küfrederse, herhalde ona öyle bir azab ile azabederim ki öyle bir azabı âlemlerden hiç birine yapmam, buyurdu.

Şimdi bu sofra indi mi, inmedi mi? Bu konuda tefsirciler arasında üç rivayet vardır:

1- Çoğunluğun rivayetine göre iki bulut arasında kırmızı bir sofra indi. İnerken bakıyorlardı. Geldi ta önlerine düştü. Bunun üzerine İsa Aleyhisselâm ağladı, "Allah'ım, beni şükredenlerden kıl; Allah'ım, bunu bir rahmet kıl, bir işkence ve ceza kılma" diye dua etti. Kalktı abdest alıp namaz kıldı, yine ağladı. Sonra örtüsünü açtı ve "Rızık verenlerin en hayırlısı olan Allah'ın adıyla başlarım" dedi. Ne baksınlar, kızarmış, pulsuz ve kılçıksız yağ akıyor bir balık. Baş tarafında tuz, kuyruk tarafında sirke ve etrafında pırasadan başka her türlü sebze ve beş yufka ki birinde zeytin, ikincisinde bal, üçüncüsünde tereyağı, dördüncüsünde peynir, beşincisinde pastırma. Şem'ûn: "Ey Ruhullah, bu dünya yiyeceklerinden mi, ahiret yiyeceklerinden mi?" dedi. O da: "İkisinden de değil ve fakat Allah Teâlâ'nın kudretiyle yarattığı bir şey, dua ettiğiniz şeyi yiyiniz ve şükrediniz ki, Allah size devam ettirir ve lutuf ve kereminden daha da artırır" dedi. "Ey Ruhullah, bu mucizeden bize bir mucize daha göstersen!" dediler. Bundan dolayı: "Ey balık, Allah'ın izniyle, diril" dedi, balık da deprendi, sonra: "dön önceki haline" dedi, döndü yine kebap oldu. Bundan sonra sofra uçtu, sonra da isyan edenler oldu, maymun ve domuza çevrildiler. İndiği gün bir pazar günü imiş, hıristiyanlar o günü bayram edinmişlerdir.

2- Diğer bir rivayete göre sofra kırk gün, gün aşırı iniyordu; fakirler, zenginler, zayıflar, küçük, büyük toplanıp yiyorlardı. Zeval gölgesi dönünce uçar giderdi ve arkasından gölgesine bakarlardı, bundan hangi bir fakir yediyse ömür boyunca zengin olmuş ve hangi bir hasta yediyse şifa bulmuş ve bir daha hastalanmamıştı. Sonra Allah Teâlâ: "Soframı zenginlere ve sağlamlara değil, fakirlere ve hastalara tahsis et" diye vahyetti, bunun üzerine insanlar ıztırab ve ihtilale düştü ve bundan dolayı seksenüç kişi maymun ve domuza çevrildi.

3- Bir de denilmiştir ki, Allah sofrayı indirmeyi o şart ile vaadedince istiğfar ettiler, "Böyle bir tehlikeyi arzu etmeyiz" dediler, bundan dolayı inmedi.

Kâdî Beydâvî bu üç rivayeti zikrettikten sonra şöyle demiştir: "Mücahid'den: 'Bu bir atasözüdür ki, Allah Teâlâ bunu mucize isteğinde ısrar edenler için söylemiştir', diye nakledilmiştir. Bazı mutasavvıflardan da: 'Burada sofra, bilgilerin hakikatlerinden ibarettir. Çünkü yiyecekler, bedenin gıdası olduğu gibi, bilgilerin gerçekleri (veya gerçek bilgiler) de Ruhun gıdasıdır', diye nakledilmiştir. Bu durum şöyle düşünülebilir ki, bunlar henüz öğrenmeye yetenekleri olmayan birtakım gerçeklere rağbet etmişler, İsa Aleyhisselâm da: 'Eğer siz imanı kazandınızsa takvayı kullanınız ki bunları öğrenebilesiniz' demiş, onlar ise sorudan vazgeçmemişler, üzerine düşmüşler, ısrarlarından dolayı o da istemiş, Allah Teâlâ bunun inmesinin kolay olduğunu ve fakat sonucunun tehlikeli ve korkunç bulunduğunu anlatmıştır. Zira manevî yola girene makamından daha yüksek bir makam açıldığı zaman ona tahammül edememesi ve bundan dolayı istikrar (kararlılık) bulamayıp bu yüzden büyük sapıklıklara düşmesi ihtimali çok düşünülebilir". Şihâb'ın dediği gibi, Kâdî Beydâvî'nin bu ilavesini âyetin bir tefsiri olmak üzere değil, bir işârî mânâ olmak üzere kaydetmelidir. Bununla bu kıssanın Resulullah'a ve müminlere hatırlatma hikmeti de açıklanmış oluyor. Demek ki İsa'nın sofrası, İslâm sofrası için bir ibret örneği olmaktan çok, bir ibret meselidir. Küfrün ve nimeti inkârın azabı yalnız ahirette değil, dünyada da büyüktür. Nimet ne kadar büyük, ne kadar olağanüstü ise küfür ve inkârın azabı da o ölçüde eşsiz ve o nimetin zevali de o ölçüde acı olur. "Bugün size dininizi olgunlaştırdım, size nimetimi tamamladım ve size din olarak İslâm'ı beğendin" (Mâide, 5/3) buyurulduğu gün müslümanlara ihsan edilmiş olan sofranın gerek hoşluğu ve gerek lütfedilme şekli bakımından İsa'nın sofrasından ne kadar büyük bir devlet olduğunu düşünmeli de, buna karşı küfür ve inkârın nasıl bir azaba layık olacağını anlamalıdır.

Bu şekilde Mâide sûresinin içeriğinin bir özeti demek olan bu hatırlatma yapıldıktan sonra, yine ahireti hatırlatmaya devam ile yukardaki kıssasına atfedilerek ve "Allah'tan korkun ve iyi dinleyin." emri altında müminlere seslenilerek şöyle buyuruluyor:

116- O insanlara, "beni ve annemi, Allah'tan başka iki ilâh ediniz" diye sen mi söyledin? Bunun, ne müthiş bir azarlama hitabı olduğunu düşünmeli ve Hz. İsa'nın ilâhlık makamına karşı nasıl bir acizlik ve kulluk mevkiinde bulunduğunu anlamalıdır. Şüphe yok ki bu azarlamanın asıl hedefi şimdi açığa çıkacağı üzere bizzat Hz. İsa değil, onu ilâh edinen üçlü tanrı inanışı sahipleridir. Fakat onların Hz. İsa'yı büyükleme adına taşkınlık ettikleri küfrün ona Allah'ın huzurunda nasıl bir sorumluluk yöneltmiş olduğunu ve bundan dolayı o kâfirlerin Allah'ın katında nasıl bir azarlanma ve azab edilme mevkiinde bulunduklarını düşünmelidir. Bu âyetten anlaşılıyor ki, Allah'tan başka İsa'yı ilâh edinenler bulunduğu gibi, annesi Hz. Meryem'i de ilâh kabul edenler varmış. Acaba bunlar kimlerdir? Âyet bu yönü açıklamamıştır. Bununla beraber açıktır ki, bu da -olsa olsa- hıristiyanlar arasında bulunacaktır. Gerçi hıristiyanlar tarafından mezheplerince Hz. Meryem'in üçlemeye sokulmadığı ve bundan dolayı ona oğlu İsa gibi ilâh denmediği ileri sürülerek bu âyete itiraz edilmek istenilmiştir. Fakat birinci olarak, İbnü Hazm'ın "Fisâl"inde zikrettiği üzere hıristiyanlardan "Berberâniyye" fırkası vardı ki, bunlar İsa'ya da, anasına da ilâh diyorlardı. Bu mezhep sonra bitmiş kalmamıştır. Demek ki bunlar üçlemeyi, baba, ana, oğul diye sayıyorlardı. Ve halk nazarında üçlemenin açık şekli de budur. İkinci olarak, hıristiyanların üçleme inancı birlik değilse, hulûl (ruhun başka bir şeye girmesi) inancından ayrı değildir. İsa'da ilâhî bir tabiat veya İsa'nın bir cüz'ünü ilâh farzederek onu tam bir ilâh edinenler Meryem'in de hamileliği esnasında o ilâhî cüz'ü taşıyan ve bundan dolayı bir ilâh olduğu inancından - ister istemez- uzak değildirler. Sonra kiliselerinde ve evlerinde Hz. İsa gibi Hz. Meryem'in de resimlerine karşı vaziyetleri, ibadet durumundan başka bir şey değildir. Bu bakımdan âyetin mânâsı yalnız "Berberânîler"i değil, diğerlerini de içine alır. Üçüncü olarak, böyle bir itiraz, âyetin mânâsındaki azarlama hitabını ve sorumluluğun dehşetini düşünmemek ve hesaba katmamaktan ileri gelmektedir. Zira azarlamanın asıl şiddeti, İsa'nın ilâh kabul edilmesi noktasında toplanmaktadır. Çünkü sorumluluk hitabı, "Ey Meryemoğlu İsa" diye doğrudan doğruya ona yöneltilmiştir. Buna karşı Hz. İsa'nın "Ey Rabbim, annemi demedim ama beni (kendimi) dedim" diyebileceğini farzetmek ve bundan dolayı İsa'ya ilâh demekte ısrar ettikleri halde, annesine ilâh dememekle bu dehşetli sorumluluğun azabını hafifletecekleri zannında bulunmak ne büyük sapıklık olduğunu hatırlatmaya bile gerek yoktur. Ve işte bu küfürlerdir ki Hz. İsa'yı Allah'ın huzurunda böyle korkunç bir sorumlu mevkide bulundurmuştur. İsa bu sorumluluğu kabul eder sanmasınlar, o bu soruya cevap olarak ne dedi ve ne diyecek bilir misiniz?

İsa muhakkak diyecek ki, seni sana layık paklıkta tenzih ederim, ilâhî paklığına sığınır ve öyle haksız ve yakışıksız bir sözden uzak olmayı dilerim, hâşâ ey Rabbim! bana, hak ve layık olmayan sözü söylemem bana yakışmaz, buna ilmini şahit getiririm. Eğer ben onu söylemiş olsaydım, elbette sen onu bilirdin. Çünkü sen benim dışım, açıklayıp ilân ettiklerim şöyle dursun, nefsimde gizlediğim, gönlümden geçirdiğim şeyleri de bilirsin. Ben ise senin nefsindekini, ilminde gizlediğin bilgileri bilmem. Şu halde söylemediğimi bildiğin halde, bana bu soruyu sormaktaki ilâhî hikmetini de bilmem. Çünkü bütün gaybları tamamıyla bilen "allâmû'l-ğuyub" sen, ancak sensin.

117-Tam paklık ve yüksek ululama ile İsa o müthiş soruya karşı böyle ince bir edebî kulluk içinde, delalet bakımından nefy ile tekit edilmiş ve delilli bir şekilde cevap verdikten sonra, o isnadı açıkça reddederek diyecek ki: Ben onlara başka bir şey söylemedim, ancak bana emrettiğin emrini söyledim. Hem benim, hem sizin Rabbiniz olan Allah'a ibadet ediniz, ancak onu ibadete layık tanıyınız, dedim. (Âl-i İmran, 3/50-51. âyetlerin tefsirine bkz.) İçlerinde bulunduğum müddetçe de kendilerine şahit oldum. Şu halde bu müddet içerisinde çıkar ve zararları hususunda kabul edip etmediklerine şahitlik edebilirim. Fakat ne zaman ki sen beni vefat ettirdin, içlerinden aldın, kaldırdın. "Ben seni öldüreceğim, bana yükselteceğim" (Âl-i İmran, 3/55) vaadini yerine getirdin, o andan itibaren üzerlerine kontrolcü, gözcü ancak sen oldun, ve sen herşeye şahitsin, önüne de şahit, sonuna da şahitsin.

118-Şimdi eğer onlara azab edersen şüphe yok ki onlar kulların, kölelerin, mülk senin, hak senin, adalet senindir. Ve eğer bağışlarsan, şüphesiz ki sen gâlipsin ve hikmet sahibisin, aziz ve hakîm ancak sensin. Şu halde ne azab etmende bir haksızlık, ne bağışlamanda bir düşüklük, bir isabetsizlik düşünülebilir. Ne istersen yaparsın, ne yaparsan aynen hikmet ve sevap olur; yüce şeref senin, yüksek hikmet senindir. Ne hükmüne karışılabilir, ne de hikmetine itiraz edilebilir. Her korkunun kaynağı sen, her ümidin merci'i yine sensin. Hâsılı ilâhlık ve hükümranlık ancak senindir. Tek ilâh ancak sensin.

İşte ey müminler, İsa'nın Allah'ın huzurunda tam teslimiyet, sadakat ve ihlâs ile böyle dediği ve bütün peygamberlerin de bu tarz üzere ilim ve Allah'ın hükmüne dayanmayı emrettiği o toplanma gününden ve sorulardan korkunuz ve o kıyamet gününün tek sahibi olan Allah'tan korkmak sûretiyle sakınınız ve Allah'ın emirlerini dinleyiniz.

Fakat bu hatırlatmalar üzerine: Mademki Allah Teâlâ herkese karşı böyle azap etmeye ve bağışlamaya - mutlak olarak- kâdirdir. Bundan onu menedecek hiçbir kuvvet, hiçbir hüküm de tasavvur edilemez. O halde kâfirlere affı, müminlere azab etmesi de mümkün demektir. O halde Allah'tan korkup korkmamanın, emrini dinleyip dinlememenin hükmü eşit olmaz mı? Dünyada misalleri görüle geldiği gibi Allah o gün de kâfirleri nimetlenmiş, müminleri de acı çeken kılarsa ve mesela sadakatle kulluk eden İsa'yı cezalandırıp da ona ilâh diyen kâfirleri bağışlayacak olursa, bu hatırlatmalardan ne fayda hasıl olacak? diye bir kuruntu hatıra gelebilir. Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın mutlak kudretiyle beraber, ilâhî ahlâkın hikmetini isbat ve Allah üzerine görev (vücüb alallah) olmamakla beraber, Allah'ın emriyle kullara vacib olma (Vucub anillâh) nın sabit olduğunu açıklamak sûretiyle, böyle bir kuruntuyu defetmek ve o müthiş soru karşısında Hz. İsa'da ve diğer peygamberler zümresi ve sıddîklarda meydana gelen korku heyecanını yoketmek için, hükmü yürütmeyi haber verme şeklinde bir vaad veya hükmü yürütmenin vaadi şeklinde bir inşâ (dilek kipi) olmak üzere şu ilâhî hüküm tebliğ olunuyor ki:

119- O aziz ve hakîm ve mutlak hâkim olan Allah Teâlâ muhakkak buyuracak ki işte bu korkunç gün doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündür. Nâfi' kırâetinde nasb ile okunduğuna göre: Allah buyurdu ki, bu soru ve cevap doğrulara doğruluklarının fayda vereceği gündedir. O gün vâki olacaktır. Dünyada sözleşmelerinde duran, akitlerini samimiyetle yerine getiren doğrulara Allah öyle vaad eder ve müjdeler ki, onların doğruluk ve samimiyetleri kıyamet günü olan o korkunç toplanma ve sorgu gününde herhalde kendilerine faydalı olacak. Hem dünyadaki gibi kederler ve gamlarla karışık bir fayda değil, her türlü korku ve hüzünden uzak bir fayda ile faydalı olacaktır. Altlarından ırmaklar akan cennetler onlarındır. O sadıklar orada ebedî olarak kalacaklar. Allah onlardan ezelî rızası ile hoşnut olup rızasına erdirmiş, onlar da dünyada Allah'tan razı olmuş, sırf Allah'ın rızası uğrunda koşmuş oldukları gibi, bugün tamamen rıdvanın zevkine ermiş bulunacaklar; hem hoşnut, hem kendilerinden hoşnut olunmuş olarak kalacaklardır. İşte büyük kurtuluş bundan, bu rıdvandan ibarettir. Bütün gönüllerin aradıkları kavuşma zevkinin en büyüğü bu rızadır, ebedî olarak Allah'ın rızası ile kulun rızasının toplamı demek olan bu rızanın üstünde ne bir murad tasavvur olunabilir, ne de bir zevk.

120-Ve bu büyük zafer Allah'tan başkasında değil, Allah'ın rızasında ve ancak O'na sadakat ve ihlastadır. Çünkü o bütün göklerin, yerin ve ihtivâ ettiklerinin mülk ve saltanatı ancak Allah'ındır. Bununla beraber, O Allah her şeye de tam kudretle kâdirdir. Bütün bu âlemde ve âlemin bölümlerinde dilediği gibi tasarruf ve saltanat icra etmeye kâdir olduğu gibi, daha başka âlemler yapmaya da gücü yeter. Bunun için Allah'ın dışında herhangi bir şeyin ve herhangi bir kimsenin rızasına ermenin kıymeti yoktur. O, bugün zevk ise yarın acıdır. Ebedî olarak faydalı olacak olan doğruluk ve samimiyet ancak Allah'a olan sadakat ve ihlâstır.

Şu halde ey müminler, yahudi ve hıristiyanlar gibi antlaşmalarınızı bozmayınız, sırf Allah rızası için akitlerinizi yerine getirmekle doğruluk ve samimiyetinizi isbat ediniz de bu büyük kurtuluşa ve bu ilâhî rızaya eriniz. Asıl ilâhî sofra bu, asıl bayram işte o gündür .Ve hiç şüphe yok ki Allah her şeye kâdir olduğu gibi, buna da kâdirdir.

Şimdi Mâide Sûresi bununla son buluyor ve bunu "Allah'a hamdolsun" teşekkürü ile En'âm Sûresi takip ediyor.