|
Elmalı
Tefsiri
1."geceye
yemin olsun".
Bu sûrenin başındaki
yeminler, önceki sûredeki yeminlerin bir özeti olmakla beraber,
sıralanmaları itibarıyla ayrıca dikkate değerdir. Orada nurdan
karanlığa geçerek, yok olma ve soyulup çıkarılma âleminden Allah'ı ve
nefsi tanımaya giden yol gösterilmiş ve bedenin karanlıklarında
kalanlara sonunda hüsran ve zarar ile Semud kıssası anlatılmış idi.
Burada ise yokluk karanlıklarından var olup görünme nuruna doğru
açılmak, temizlenmek ve gelişmek suretiyle beka billah (Allah'ta baki
kalmağ)'a doğru gidilecek ve sonunda rızaya erilecektir. O sûre bir
korkutma ile son bulmuştu. Bu, korkutma ile başlayıp müjdeye doğru
gidecektir. Önceki sûre yok olma ve ceza hatırlatmasıyla son bulduğu
için bu sûreye geceye yemin ile başlanıp gündüzün ortaya çıkışına,
yaratılışın erkek ve dişi ile gelişmesine ve çalışmaların farklılığına
geçilmesinde "Onun sonucundan korkmaz."(Şems, 91/15) hatırlatmasının
bir yönünü de açıklığa kavuşturmak vardır. Bir toplumun hatta bütün
âlemin helak ve yok olmasıyla yaratıcıya bir eksiklik, bir ziyan
gelmez. Onun kudretine bir duraklama arız olmaz. O, geceyi gündüz yapar
ve dilediği gibi erkeği dişiyi yine yaratarak yaratılışa bir gelişme
verir. Bu münasebetle karanlıktan ışığa, korkutmadan müjdelemeye doğru
gidilmek ve müjde yolu gösterilmek üzere önce geceye yemin edilmiştir
ki, dışımızdaki ve içimizdeki karanlıklara işarettir. Onun için geceye
yapılan yemin şu kayıtla kayıtlanmıştır:
Bürürken veya bürüyeceği
zaman, yani karanlığıyla Güneşi veya gündüzü veya örtebileceği her şeyi
ile ufukları ve hatta gam ve sıkıntıyı, "Sizleri geceleri ölü gibi
uyutan odur."(En'am, 6/60) buyrulduğu üzere ölüm mânâsında olan uyku ve
gafleti ile gözleri ve gönülleri, bütün şuur ve nefisleri sarıp
bürüyor, kaplıyor olduğu şu ana veya kaplayacağı geleceğe; kısacası şu
anda ve gelecekte insanı ayrılıktan birleştirmeye, çokluktan
yalnızlığa, görünen âlemden yokluğa götürmek üzere hücum ettiği veya
edeceği koyu şiddetli zamana ki, tamamen istila etmiş bulunursa "fenâ-i
küll" (tam yokluk) içinde gömülüp gitme hasıl olur.
Bu yeminle önceki
sûredeki "Onu bürüdüğü zaman geceye."(Şems, 91/3) âyetine işaret
edilmiş olmakla beraber mef'ul (tümlec)ün zikredilmesinde daha çok bir
genelleme ve açıklamayıp müphem bırakmak suretiyle bir korkuya düşürme
vardır. Dolayısıyla "leyl" kelimesinin başında bulunan lâm'ı cins
mânâsına alarak gece cinsinin böyle bir anına veya bu lâmı ahit
mânâsına alarak, hakiki ve mecazi bütün mânâsıyla en dehşetli gecelerin
böyle bir saldırı anına işaret olabilir. vuku bulma mânâsı ifade etmek
ve muzari fiil, "şimdiki" ve "gelecek zaman" mânâsına gelme ihtimalini
taşımış olmak itibariyle bunun şu anda veya gelecekte gerçekleşeceğine
de dikkat çekilmiştir. Bu izah şekli ile bunda Semud'un helak olma
sırası gibi bir beldenin veya bir kavmin battığı, batacağı sırada saran
öfke ve elem eserlerini halin hikayesi şeklinde bir hatırlatma ve genel
olarak uyku ve gaflet veya şiddet ve sıkıntı ve özellikle Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in peygamber olarak gönderildiği sıralarda dünyayı sarmış
bulunan cahiliye devri haline ve geleceğe ait olmak üzere de can
çekişme haline veya kıyamet koparken olacak korkunç hallere işaret dahi
vardır. Bu kayıt gösteriyor ki gece ile olaylar ve olması mümkün olan
şeylere, aslolan asıl yokluğa değil, bilhassa sonradan arız olan veya
olacak olan fanilik halinde geçici yokluk karanlığına yemin olunarak
her şeyden önce onun gerçekleşeceğine dikkat nazarları çekilmiştir ki
bu an eşyada "Yeryüzündekilerin hepsi fanidir. Celal ve ikram sahibi
Rabbinin zatı bakidir."(Rahmân, 55/26-27) ve "Onun zatından başka her
şey yok olucudur."(Kasas, 28/88) âyetlerinin okunduğu andır. Bunu
okuyanlar fanilik hükmünden geçip bakilik yönüne giderler. Onlara o
fanilik anından vahdet nuru ile bakilik âlemi tecelli eder. Bu şekilde
karanlıktan nura götürülmek üzere buyuruluyor ki:
2. Ortaya
çıktığı
vakit
gündüze yemin olsun. Önceki sûrede gündüzün, güneşi ortaya çıkardığı
vakte yemin edilmişti. Bunda ise gündüzün kendi ortaya çıkışına yemin
edimiştir. Bunda hak güneşinin vahdetle aydınlanıp İslâm'ın ortaya
çıkışına işaret vadır. "bürür" ve "ortaya çıkar" fiillerindeki zamirler
görünüşte biri gecenin biri gündüzün yerini tutmakla beraber gerçekte
ikisi de yüce Allah'ın yerini tutan zamirlerdir. Örtmek de ortaya
çıkmak da ona aittir. Bundan dolayı yemin yüce Allah'a döndürülerek
buyuruluyor ki:
3. Ve
erkeği, dişiyi
yaratan o büyük kudret sahibi yaratıcıya, yahut "mâ"nın mastar "mâ"sı
olmasına göre, onun erkeği ve dişiyi yaratmasına yemin olsun.
Bunda ortaya çıkışın
tekten çoğa doğru akışına, önceki sûrede düzgün hale getirildiği
belirtilen nefsin erkek ve dişi türlerine ayrıldığına, bu hitapların
ikisini de kapsadığına, yokları var eden ve çoklukları birleştirerek
bir nizama ve düzene koyan yaratıcının birliğine ve hayatta aktivite ve
kabiliyetle birleşip bir araya gelme düzeninin önemine dikat çekme
vardır. Bundan dolayı çalışma ve amelde farklılıktan sakındırarak
birlik ve düzene teşvik için yeminin cevabında buyuruluyor ki:
4. Sizin
çalışmanız
birbirinden farklıdır. Yani çalışmalarınız birbirini tutmaz şekilde
dağınık, ayrı ve düzensizdir. Oysa hayat ve kurtuluş, birlik nizamı
içinde yardımlaşma ve birleşmeye bağlıdır. Nitekim "Hepiniz toptan
Allah'ın ipine sımsıkı sarılın, parçalanıp ayrılmayın." (Âl-i İmran,
3/103) buyurulmuştur. Yahut çalışmalarınız çok farklıdır. Kimi iyi
çalışır kimi kötü, kimi yüksek kimi aşağı, kimi imanlı kimi imansız.
ŞETTÂ, "şetit"
kelimesinin çoğulu olup ayrı ayrı, dağınık, perakende ve perişan
mânâsınadır. Tefsirciler burada bunu hükümleri değişik, birbirinden
uzak, kimi iman, itaat ve iyilikler gibi hayır ve hidayet; kimi küfür,
isyan ve kötülükler gibi şer ve sapıklıktır meâlinde tefsir
etmişlerdir. Çünkü gayeleri, hükümleri farklı olan çalışmaların
neticesi ayrılık ve dağınıklıktır. Hayra koşan şerre koşandan elbette
ayrılır. Bu durumda mânâ "Mümin olan fasık olan gibi olur mu? Bunlar
eşit olmazlar."(Secde, 32/18); "Yoksa kötülükleri işleyip duranlar,
kendilerini, inanıp iyi amel işleyenler gibi mi yapacağımızı sandılar?
Hayat ve ölümleri onlarla bir olacak öyle mi? Ne kötü hüküm
veriyorlar."(Câsiye, 45/21) âyetlerinin mânâsına döner.
"İhtilaf edip duracaklar.
Ancak Rabb'inin merhamet ettikleri hariç. Onun içindir ki Allah onları
yarattı."(Hud, 11/118-119) âyetlerinin mânâsına göre ayrılma ve
birleşme şeklinde düşünmek de mümkündür. Bununla beraber asıl maksadın,
cahiliyye devrinde olduğu gibi dağınıklık ve ayrılığın kendisinden
sakındırmak ve gönüllerde tevhid fikri ile amellerde bir düzene ve
intizama sevkedilmek olması daha açıktır. Zira çalışmada dağınıklık ve
perişanlık, bir diğerinin çalışmasını bozması itibarıyla aslında
çalışmamaktan daha fena olan boşuna bir yorgunluk ve sakınılması
gereken bir kötülüktür.
Bunun kaynağı da
nefislerde farklı gayelere koşan heves ve arzuların değişikliğiyle
gönüllerin küfür, şirk ve günah buhranları içindeki perişanlığıdır.
Allah'ın birliğine hakkıyla iman edememekten ileri gelen bu durum ise
bireyin de, toplumun da perişanlığıdır. Nitekim bu mânâ Hacc Sûresi'nde
"Kim Allah'a ortak koşarsa onun durumu, yüksekten düşüp de kendisini
kuşun didiklediği veya rüzgarın uzak bir yere sürüklediği kimsenin
durumu gibidir."(Hacc, 22/31) ve İbrahim Sûresi'ndeki "Rabblerini inkâr
edenlerin misali şöyledir. İşledikleri amelleri bir küle benzer.
Fırtınalı bir günde rüzgar onu şiddetle savurmaktadır. Kazandıklarından
hiçbir şey ellerine geçmez. O uzak sapıklık işte budur." (İbrahim,
14/18) âyetleriyle açıklığa kavuşturulmuştur.
Bir sonraki âyette
gelecek olan beyan, dağınıklığın açıklanmasıdır denilmiş ise de
söylediğimiz gibi "Hepiniz toptan Allah'ın ipine sımsıkı sarılın,
parçalanıp ayrılmayın."(Âl-i İmran, 3/103) mânâsı üzerine zıddını
yapmayı teşvik ederek dağınıklıktan sakındırmak için hükümlerini
açıklamak olması bizce daha uygundur.
5. Fakat
her kim vermiş.
Malının hakkı olan vergisini vermiş, "Kendilerine verdiğimiz rızıktan
harcarlar."(Bakara, 2/3) ve benzeri infak âyetlerinde beyan olunduğu ve
az önce Beled Sûresi'nde geçtiği gibi hayır yoluna çıkan sarp yokuşu
aşmak üzere köle azat etmek, darlık gününde yoksullara yedirmek ve
müslümanları düşmanlara karşı savunmak ve desteklemek gibi hayır
yollarına sarf edip harcamış ve korunmuş, takva yolunu tutmuş,
Allah'tan korkup itaat yolunu tutarak kendini dağınıklıktan,
fenalıktan, yasaklanmış şeylerden sakındırmış. "Ufak tefek kusurlar
dışında, büyük günahlardan ve fuhşiyattan sakınanlar." (Necm, 53/32)
vasfını elde ederek müttaki olmuş, Allah'ın korumasına girmiş
6. ve en
güzeli tasdik
etmiş ise. Hakikatte bir güzellik ve güzellerin en güzeli bulunduğuna
inanmış, iyiyi kötüyü, fazileti rezilliği fark etmiş, iyilik güzellik
yaptıkça güzelliklerin en güzele doğru gittikçe artacağına, iyilik
yapanlara ilerisinin daha iyi olacağına inanmış, inanarak ihsanda
bulunanlar hakkında iyimser olarak çalışmış. "İyi iş yapanlara daha
güzeli, bir de daha fazlası var. Yüzlerine ne bir leke bulaşır, ne bir
zillet. Cennet ehli işte bunlardır. Orada sonsuza kadar
kalacaklardır."(Yunus, 10/26), "Kim çalışır bir güzellik kazanırsa ona
daha fazla bir güzellik veririz."(Şura, 42/23), "Güzellik edenleri de
daha güzeliyle mükafatlandıracaktır."(Necm, 53/31), "Allah güzel amel
işleyenlerin ecrini zayi etmez." (Tevbe, 9/120), "İyilik edenlerin
ecrini daha da artıracağız." (Bakara, 2/58) ve "elbette kendilerine
yaptıklarının daha güzelini veririz." (Ankebut, 29/7) gibi âyetlerle
vaad ve beyan olunduğu üzere ihsan eden, Allah'ı görüyor gibi sadakat
ve samimiyetle güzellik yapanlara yaptıkları iyi işlerin ilerde
artırılarak daha güzeliyle karşılığı, daha fazlasıyla ecir ve mükafatı
verileceğini, sonunda en güzel akıbete, güzel bir son ile sonraki
hayatta cennet ve cemale erdirileceğini, kısaca ihsan ve takva
sahipleri hakkında dünyanın sonu ahiretin daha güzel olacağını tasdik
etmiş, bu vaadin, bu en güzel hasletin, bu en güzel kelimenin, bu daha
güzel mükâfatın bu en güzel sonun doğruluğuna inanmış, bunu kendisine
inanç ve huy edinmiş ise...
HÜSNÂ, bilindiği gibi
daha önce geçtiği üzere "ahsen" üstünlük sıfatının müennesi, "daha
güzel" veya "en güzel" mânâsına sıfat olduğu halde, niteliği isim
zikredilmemiş ve böylece isim olarak kullanılmıştır. Burada "haslet-i
hüsna" en güzel haslet; iman ve ihsan hasleti, veya "Kelime-i hüsna",
en güzel kelime: Kelime-i tevhid, yahut bir hakkı gösteren kelime,
ahsen-i kavil yani en güzel söz olan tevhid kelimesi, Kur'ân; hüsnâ (en
güzel) âyetleri öncelikle dahil olur. Veya -Millet-i hüsna: en güzel
din ve millet, islam milleti, veya Mesube-i hüsna: daha güzel karşılık,
yahut en güzel sevap ve mükafat, cennet diye birkaç şekilde tefsir
edilmiştir. Hepsinin mânâsı bir demek ise de âyetlerin akışına göre en
açık ve en faydalı olan mânâ, ihsan eden, Allah için güzellik yapan
ihsan sahiplerine ilerde daha güzeliyle karşılık, sonunda en güzel
sevap ve mükafat kavramıyla mesube-i hüsna (cennet) veya akıbet-i hüsna
(en güzel son) mânâsı veya bunu vaad eden hüsna âyetleridir. En güzeli
tasdik etmek, hüsna âyetlerinin mânâsı üzere ihsana daha güzeli ve
fazlasıyla veya en güzel sevap ve akıbet ile mükafat olunacağına iman
ve imanını fiilen sadakat ile isbat mânâsına düşünmek amelî bakımdan
daha faydalıdır.
Malından vermek ve
takvalı olmak gibi ihsana karşılık en güzeli tasdik eden, onun
doğruluğuna inanarak sadakat gösteren kimse kuşkusuz gücü yettiği kadar
hilesiz hurdasız ihsan yapmağa ve o en güzeli gerçekleştirmeye çalışır.
Böyle kimse, dünyanın sonu önünden, ahiretin dünyadan daha güzel
olacağı imanıyla iyimser olur. Fakat herkes hakkında ve mutlak olarak
değil, ihsan şartıyla ihsan sahipleri hakkında iyimser olur. Fazileti
rezilliği, iyiyi kötüyü birbirinden ayırır. Faziletin önü zor, acı olsa
da sonu pek güzel, mutluluk olduğuna; rezilliğin önü rahat ve lezzet
olsa da sonu pek kötü, mutsuzluk olduğuna inanarak fazilet yolunda mal
ve bedeniyle çalışıp zorlukları aşmaktan; rezilliklerin lezzetini elem
bilip sebeplerinden korunmaktan hoşlanır. İyilik hakkında iyimser
olduğu kadar da kötülük hakkında kötümser olur. Böyle bir kimse
ihsandan haz ve zevk duyacağı için malından vermeyi ve Allah'ın
emirlerini tutup yasaklarından kaçmayı huzur ve gönül rahatlığı ile
seve seve yapar. Hayra sarfettiği mal ve gayrete acımaz ve fenalıktan
korunmak için sıkıntılara katlanmaktan, fedakarlık etmekten yılmaz.
"Kim nefsinin hırsından korunursa, işte felah bulanlar onlardır."
(Haşr, 59/9) der.
Bu şekilde "en güzel"e
iman, var olma sırasına göre malını vermek ve takvalı davranmaktan daha
öncedir. O fazilet ve ihsan, o tasdikin neticesi olarak tasdikten sonra
olur. Böyle iken malını vermek ve takvalı davranmanın daha önce
zikredilmesinde iki nükte vardır:
BİRİNCİSİ, tasdikten
maksat yalnız içinden teorik ve sözlü olarak değil, pratik olarak da
tasdik olduğuna, yani soyut bir şekilde "doğrudur" demek değil, fiilen
samimiyetle yapılması da istenen ve bizzat malını verme ve takvalı
olmanın, ihsana bağlı olarak yapılacak bir şey değil ilk evvel
yapılması gereken birer istenen asıl olduğuna, bununla beraber iman
olmayınca da gerçekte hükümleri olmayacağına dikkat çekmedir. Çünkü en
güzelin fiilen tasdiki, malını Allah için vermenin ve Allah'tan
korkmanın varlığıyla olur. Yani uygulamada hiç eseri görünmeyen
tasdike, burada biraz sonra zikredilecek olan kolaylık vaadi gerekmez.
İKİNCİSİ, netice
sebepten; bedel bedel olduğu şeyden; ücret ve mükafata hak kazanmak,
vazife ve amelden sonra olduğu ve hüsna (en güzel), ihsanın
gerektirdiği bir gaye olduğu için, gerçekleşme hususunda malını vermek
ve takvalı olmaktan sonradır. Tasdikin sona bırakılması da hüsna ile
ilgisi nedeniyle olmuştur.
7. Böyle
her kim
Allah
için malını harcamış, takva sahibi olmuş ve en güzel olanı tasdik etmiş
ise, biz onu en kolaya muvaffak kılacağız. En kolay yola, yani en çok
kolaylık ve rahata erdiren "Kolay bir hesap ile hesaba çekilir ve
sevinerek ehline döner."(İnşikak, 84/8-9) mânâsınca kolay hesap ile
cennete girmek gibi refah ve mutluluk yolu olan hayır yoluna
hazırlayacağız, kolaylıklara muvaffak kılacağız.
Beled Sûresi'nde geçtiği
üzere başkaları için aşılması zor sarp bir yokuş olan hayır yolu onun
için en kolay yol olacak, o bu zorlukları kolaylıkla aşacak, hayırlı
işler yapmaya kolaylıkla mavaffak olup rahat ve mutluluğa erecektir.
Tefsirciler der ki: Bu
'daki "teysir", hazırlamak, hazır etmek mânâsınadır. Zira, "gemini ve
eyerini vurup ata binmek için hazırladı" mânâsına denilir. Buradaki
hazırlama da bu mânâda istiaredir. En güzel olanı hakkıyla tasdik eden,
ihsanın neticesi hakkında iyimser olan kimse Allah yolunda harcamak ve
ondan korkmak suretiyle hayır ve güzel şeyleri ne kadar zor olsa bile
seve seve, aşkla ve atılarak yapacağından zorlukla değil, kolaylıkla,
zevkle ve hoşlanarak yapar. Dolayısıyla o en güzele kolaylıkla ererek
mutluluğa kavuşur ve aynı zamanda bu harcama ve takva ona, gittikçe o
mutluluk yolunu kolaylaştırır. Sebep ve yollarını çoğaltarak maksada
ulaşmayı kolaylaştırır.
8. Fakat
cimrilik etmiş
malını kıskanıp da vergi vermekten kaçınmış ve kendisini artık ihtiyacı
yok sanmış, yani kendini doyuma ermiş, en güzel sonucu bulmuş, ilerisi
için hiçbir ihtiyacı kalmamış, artık korunmayla ilişiği yok ve zengin
sayarak haline, tekliğine saplanmış, geleceğini hesaba almayıp malıyla,
dünya lezzetleriyle ahiret nimetlerine ihtiyacı kalmadığını zannetmiş
9. ve en
güzeli
yalanlamış, daha güzele veya en güzele inanmamış, cennet nimetleriyle
ihsan sahibi kişileri bekleyen akıbetin daha güzel olacağı hakikatine
"yalan" demiş, kısacası gün günden daha kötüdür ihsanın, korunmanın
faydası yoktur diyerek sonuç hakkında kötümser olmuş ise
10. onu da
en zor
olana
hazırlayacağız, ateşe girmek gibi en zor ve en güç akıbete götüren yola
hazır kılacağız, onu en zor akıbete hazırlayacağız. O zorluğu
yenemeyecek, zorluklar onun tepesine binecektir.
11. Çukura
yuvarlandığı
yahut helak olduğu vakit onu malı kurtaramayacaktır. Kıyıp veremiyerek
biriktirdiği ve onunla zengin olmak, hiçbir şeye ihtiyaç hissetmemek
istediği mal, onu kabre yuvarlanmaktan, helak olarak aşağıların
aşağısına gitmekten kurtaracak değil, aksine azap ve zararını
artıracaktır.
TEREDDÂ, yok olmak
mânâsına "reda" kökünden, yahut yuvarlanmak mânâsına "tereddüt"dendir.
İkinci şekilde aslı "tereddede" olup "doğan, konmak için süzüldü"(Geniş
bilgi için Şems, 91/10. âyetin tefsirine bkz.) kelimeside olduğu gibi
yâ'ya çevrilmiştir. Nitekim "mütereddiye" (düşen) kelimesi bundandır.
12. "Doğru
yolu
göstermek
bize aittir." Bu, yukarıda yapılan beyanları açıklayarak vaaz ve irşat
için yeni bir söze başlamaktır. Yani, haberiniz olsun ki her halde
hidayet etmek ve yol göstermek bize atittir. Kurtuluşa götüren doğru
yolu göstermek, hakkı ve doğruyu açıklamak, peygamber göndermek, kitap
indirmek, sizin dışınızda deliller ortaya dikmek, içinizde kalplere
iyiyi kötüyü ilham etmek Rab'lığa yakışır bir iştir. Allah'ın hidayeti
olmayınca siz kendiliğinizden onu yapamazsınız, ona göre hidayeti kabul
ettirip de hak ve hayır yoluna girmek de sizin dilemenize bırakılmış
bir durumdur.
13. Kuşku
yok ki,
son da
bizimdir, ilk de. Başta ve sonda mülk bizim, tasarruf hakkı bizimdir.
Karşı çıkacak veya karışacak başka bir malik yoktur. O halde ne
ahirette, ne de dünyada Allah'tan başka hükmü ve isteği geçerli olacak
bir başvuru yeri bulmanıza ve onun hidayetine ihtiyacımız yok deyip de
kendinizi kurtarmanıza imkan yoktur. O ne derse öyle olacaktır. Hidayet
onun hidayeti, asıl irade onun iradesi, hüküm onun hükmüdür. Onun
iradesi, hidayeti, hükmü aksine hareket etmek isteyen arzularınız,
dilekleriniz, hükümleriniz hep sapıklıktır. Onun, sizin dilemenize
bırakarak gösterdiği hidayeti kabul etmeyip aksine gitmek istediğiniz
takdirde zarar edecek olan o değil, ancak sizsinizdir.
14. İşte
size bir uyarı
yaptım, bir ateş haber verdim ki alevlendikçe alavlenir, köpürdükçe
köpürür.
TELEZZÂ, muzari (geniş
zamanlı) müennes bir fiil olup aslı "tetelezzâ"dır. Mâzi (geçmiş zaman)
olsa idi, ateş mânâsına gelen nâr kelimesi müennes olduğu için
denilmesi gerekirdi.
15. Bir
ateş ki,
ona
ancak en azılı, en bedbaht olan yaslanır.
EŞKÂ'dan maksat kâfir
olduğu anlatılmak için şununla tefsir edilip açıklanmıştır:
16. O ki
yalanlamış Hak
hidayetine yalan demiş ve yüz çevirmiştir. Doğruya yalan demiş, iltifat
etmemiştir ki işte bu kâfirdir. İlâhî takdire göre en mutsuz, en
bedbahttır. O ateşe yaslanıp kalacaktır. Yalanlamaksızın yüz çeviren
fasık ise en bedbaht değil, sadece bedbahttır. O ateşe girerse de
yaslanıp kalmaz.
17. O en
takvalı olan,
yani hem küfürden hem günahtan korunan en müttaki ise, o ateşten
uzaklaştıkça uzaklaştırılacak, çok uzaklaştırılacaktır. Çünkü o, ona
yaslanıp kalmak şöyle dursun, asla girmeyecek, üzerinden kolaylıkla
geçip cennete gidecektir.
18. O en
takvalı
kişi ki
malını verir, temizlenir, feyiz alır, kurtuluşa erer. Yahut hal cümlesi
olduğuna göre, temizlenmek üzere, yani Allah katında temizlenip artmak
üzere malını verir.
19. Ve
onda başka
bir
kimsenin bir nimeti yoktur ki karşılığı, mükafatı verilecek olsun, yani
hiç kimseye borçlu ve minnet altında kalmış değildir ki verirken ona
karşılık olarak versin. Yahut herhangi bir kimseye verdiği vergiyi
ondan bir karşılık, bir mükafat bekliyerek vermez.
20. Ancak
yüce Rabbinin
rızasını aramak için verir, işin bu yönünü gözetir. Onu bulacak mı?
denirse:
21. Yemin
olsun ki,
o
muhakkak hoşnut olacaktır. kelimesinin başındaki yemin veya başlangıç
için; olayın gelecekte gerçekleşeceğini bildirmek içindir. "hoşnut
olacak" fiilinin fail zamiri, "takvalı kişi"yi de "Rabb"i de
gösterebilir. Çokları bu zamirin "takvalı kişi"nin yerini tuttuğunu
daha açık görmüşler, "o takvalı kişi Rabb'inden hoşnut olacak"
demişlerdir ki, Rabb'inin aradığı rızasını bulup razı oluncaya kadar
nimet ve ihsanına erecektir demek olur. İmam Razî, bu zamirin "Rab"
kelimesinin yerini tutmasının daha yakın ve daha beliğ olduğunu, çünkü
kul için yüce Allah'ın rızasının kulun kendi rızasından daha mükemmel
olduğunu söylemiştir ki, Rabb'i de ondan razı olacak, rızasına erdirip
onu razı ettiği kullarından kılacaktır. Yüce Rabb'inin rızasını arayan
o en takvalı kul da daha önce Rabb'inden razı olduğu gibi aradığı
rızaya erip aynı zamanda kendisinden de razı olunan bir kul olarak
vasfı gerçekleşecektir demek olur. "Allah'ın rızası hepsinden büyüktür.
İşte asıl büyük kurtuluş da budur." (Tevbe, 9/72)
Hakim, sahih diye Amir b.
Abdillah b. Zübeyr'den, babasından rivayet etmiş, demiştir ki: Ebu
Kuhafe, oğlu Hz. Ebubekir'e: Görüyorum ki, birtakım zayıf köleleri azat
edip duruyorsun. Madem ki bunu yaptın, bari kuvvet olacak ve önünde
duracak birtakım yiğit adamlar azat etseydin." demişti. O da:
Babacığım, "Ben ancak murat ettiğimi istiyorum." dedi. Bunun üzerine
"Malını Allah yolunda verip takva yolunu tutana gelince..." âyetinden
"Onda hiç kimsenin, karşılığı verilecek bir nimeti yoktur." âyetine
kadar olan âyetler indi.
İbnü Cerir der ki: Hakkında
eser bulunanların en sahihi şudur: Demişlerdir ki: Bu
Ebubekir (r.a.) azat ettiklerini azat etmesi sebebiyle onun hakkında
indi. Bana Muhammed b. İbrahim Enmati anlattı. Ona da Harun b. Maruf,
Bişr b. Seri, Mus'ab b. Sabit ve Amir b. Abdillah kanalıyla gelmiş.
Amir demiş ki: Bana babamın anlattığına göre, âyeti Hz. Ebubekir
es-Sıddık hakkında indi.
Bana Abdu'l-A'lâ anlattı.
Ona da Ma'mer'den rivayet ederek Sevr anlatmış. Ma'mer demiş ki: Bana
Saîd, Katade'den naklederek şöyle haber verdi: âyeti Ebubekir es-Sıddık
(r.a.) hakkında indi. Bazı insanları kendilerinden ne bir karşılık ne
de teşekkür beklemeden azat etmişti. Bunlar altı yahut yedi kişi kadar
idi ki Bilal ve Amir b. Füheyre bunlardandı.
İbnü Ebi Hatim,
Ebu'ş-Şeyh ve İbn Asakir İbnü Mes'ud'un şöyle rivayet ettiğini tesbit
etmişlerdir: Hz. Ebubekir Bilal'i, Ümeyy b. Halef'ten bir hırka ile
dörtyüz dirheme satın alıp azat etti. Yüce Allah da âyetlerini indirdi.
Allah onlardan, onlar da Allah'tan razı oldu.
|
|