|
Elmalı
Tefsiri
1.
"Kureyşin
îlâfı (uzlaşması) için." Kur'ân'ın
asıl resmî imlâsı (yazılış şekli) Hz. Osman'a nisbet edilen Mushafların
hepsinde şeklindedir. "Şafiye Şerhi Şeyh Radıy"de de açıklandığı
üzere Kûfî hattatların ilkleri, kelime ortasında gelen eliflerin
hepsini
ardardına hazfederler. Ve bunların benzerlerini hep böyle elifsiz
yazarlardı.
Basralılar'da ve müteahhirîn (sonrakiler)de çoğunlukla bu elifleri
yazmak kaide
olmakla beraber ve gibi bazı isimler genellikle elifsiz yazıldığı gibi
(Osman),
(Muaviye), (Süleyman) isimlerinde de bazıları elifi hazfetmişlerdir.
Şu
halde Arapça hattı kaidesince burada yahut diye iki imla (yazım şekli)
caiz
olabilirdi. Sonraki Mushaflarda müteahhirîn (sonrakiler)in üslubu üzere
çoğunlukla ikinci şekilde eliflerin ortaya çıkarılışı umuma kolaylık
olmak için
caiz görülmüş ise de Kur'ân yazılışının bir çok yerlerde Arapça yazı
kurallarına da uymayan özellikleri bulunduğu ve bunun aynı şekilde
korunmasının
gereği de unutulmamak lazım gelir. Burada Kur'ân'ın asıl resm-i hattı
(yazım
şekli) ise Kûfi kaidesine yakın olmakla beraber tam aynı olmayıp,
söylediğimiz
gibi dir. "İthaf" da Kur'ân resm-i hattının böyle olduğunu beyan
ederek der ki: Bütün Mushaflar de "ya"nın isbatı ve 'de hazfi ve
ikisinde de (fâ)dan önce elifin hazfi üzerine icma etmişlerdir. Yani
Hz. Osman
Mushaflarının hepsi bunun üzerinde ittifaklıdır. Bunun sebebi de yazı
değişmeksizin, bilinen üç kıraat üzere okunabilmesini muhafaza etmek
olmalıdır.
Çünkü Ebu Ca'fer kırâatında birincisi hemzesiz meksur ya ile ikincisi
"ya"sız hemze ile okunur. Bunun ikisi de mufaale babından mualefe
mânâsına ilâf demek olup, birincisinde hemze ya'ya telyin olunmuştur.
İbnü Amir
kıraatında da birincisi 'sız hemze ile ikincisi hemze ve ile diğer
kıraatlar
gibi okunur. Geri kalan kırâetlerin hepsinde ise ikisi de hemze ve ile
şeklinde
okunur.
Bunların
mânâ itibarıyla farkına ve faydasına gelince: Hepsi de "ilf" ve
"üflet"den olmakla beraber "îlâf", âlefe, yûlifû îlâfen
if'âl babından ülfet ettirmek mânâsına malum masdar ve ülfet ettirilmek
mânâsına mechul masdar olabileceği gibi, âlefe yûâlifi muâlefeten ve
ilâfen ve
îlâfen diye mufaale babından üçüncü masdar da olabilir. Ve bu şekilde
ilaf ve
mualefe gibi ülfet edişmek, yani anlaşmak, andlaşmak, muahede yapmak,
antant
kalmak mânâsına olur. Çoğunluk kırâate göre zahiri if'al babından
göründüğü
için çokları ülfet ettirmek veya ettirilmek, yani alıştırmak,
alıştırılmak
mânâsıyla tefsir etmişlerdir ki, bunda Kureyş'e izafeti mef'ulüne veya
failine
izafet olmak muhtemeldir. Lakin "ya"sız "îlâf" ancak
mufaale babından olduğu ve kırâatler birbirini tefsir etmiş olmak daha
açık
bulunduğu için bir kısım tefsirciler de Ebu Ca'fer ve İbnü Amir
kırâetleri
karinesi (ipucu) ile ikisinin de mufaale babından muahede (antlaşma)
mânâsına
olduğunda ısrar etmişlerdir. Nitekim "Kamus"ta da der ki: Tenzilde
îlâf ahd ve hufare (söz verme) ile icazet vermeye benzer; yani ahd ve
eman ve
korkunç yoldan yolcuların emin ve selametle gidip gelmeleri için
yasakçılık ve
himaye tarzında verilen icazet (pasaport), geçirtme ruhsatına benzer,
emir ve
taahhüddür. Bunda Kureyş'e izafeti failine izafet olmak açıktır. Îlâfın
bu
mânâsı da ülfetten alınmış ise de bunda özel bir örf ve ıstılah mânâsı
da
bulunduğu ve her iki mânânın bir lafz ile ifadesine imkan
bulamadığımız, bir de
ilâf kelimesi sûrenin ismi gibi olduğu için meâlde aynen muhafazasını
daha
muvafık ve doğru bulduk. Zira bunu yalnız ülfet ve itilaf ettirmek,
alıştırmak,
alıştırılmak, yahut andlaşma, anlaşma diye bir ihtimal üzerine tahsis
etmek
doğru olmayacaktır.
Ragıb'ın
beyanına göre ülfet, itilaf mânâsına isim olup aslında iltiyam (yaranın
iyileşmesi) ile toplanmadır. Yani esasında itilaf ve ünsiyet gibi
uyuşup
kaynaşma şekliyle toplanma mânâsı vardır. Onun için itiyat demek olan
alışmak
ve ayrılmamak demek olan lüzum ve uygunluğu ifade eden ısımlılık
mânâları da
onun gereğidir. Ahd, anlaşma, antlaşmak suretiyle itilaf da ülfetten
alınmadır.
Şu halde, Kureyş'i alıştırmak, ısındırmak, Kureyş'in alıştırılması,
alışması demek
olabileceği gibi, Kureyş'in birbiriyle yahut başkalarıyla ahitleşmesi,
andlaşması, anlaşması, itilaf etmesi veya ettirmesi mânâlarını da ifade
eder.
Kureyş,
Arap içinde Adnanîler'den, Adnanîler içinde Mudarîler'den, Mudarîler
içinde
Kinanîler'den, Kinanîler içinde Nadr b. Kinane evladından olan meşhur,
büyük
kabilenin ismidir. Alûsî'nin beyanına göre Kurtubî buna sözlerin en
sahih ve en
sabiti demiş ve bazıları fakihlerin de bunu kabul ettiklerini
söylemiştir.
Fakat Ebu'l-Fida ve diğerlerinin beyanına göre sahih olan Kureyş, Fihr
b. Malik
b. Nadr b. Kinane evladıdır. Fihr evladından olmayanlar Kureyş
sayılmaz. Bunun,
çoğunluğun fikri olduğu söylenmiş, hatta Zübeyr b. Bekkar, neseb ilmi
bilginleri (nessâbûn)nin bunda ittifakları olduğunu söylemiştir. Kaf'ın
fethi
ile "karş", kesmek ve şuradan, buradan bir takım şeyler toplayıp
birbirine katmak ve ve ilhak ederek karıştırmak ve harpte birbirine
karışıp
mızrakları birbirine karmakarışık tokuşturmak mânâlarına masdar olur ki
Türkçe'de karışmak, karıştırmak masdarına lafız ve mânâ bakımından
benzetilebilir. Nitekim harpte mızraklar birbirine girip karıştığı
zaman
denilir ki süngüler mızraklar karıştı, birbirine girdi demektir.
Tekarruş da
tecemmu (toplanma) mânâsınadır. Kaf'ın esresiyle "kırş" deniz
canavarlarından birinin ismi imiş ki denizdeki diğer hayvanları yer,
kahreder
ve kendisi yenilmezmiş. Bunun tasgir (küçültmes)i kaf'ın zammıyla
"Kureyş" gelir. Fihr b. Malik b. Nadr, şiddet ve kuvetinden dolayı bu
isim veya bu lakab ilk anılmış ve onun sülalesine nisbetle Kuraşî veya
Kurayşî
denilmiştir. Künyesi Ebu Galib'dir. Bazıları da demişlerdir ki bu
kabileye
Kureyş denilmesi Fihr zamanında değildir. Bunlar Huzailer'in Mekke'yi
zabtı ve
Kâbe'nin anahtarlarını onlardan almaları üzerine dağılmışlardı. Sonra
Resulullah'ın
ecdadından ve Fihr'in sülalesinden Kusayy b. Kilab b. Mürre b. Ka'b b.
Lüeyy b.
Galib b. Fihr, bu dağılmış olan kabileyi derleyip toparlayarak
Huzailer'den
Kabe'nin anahtarlarını geri alarak şereflerini yeniden kurduğu zaman
Fihr
evladından olanların hepsine Kureyş ve nisbetinde Kuraşî yahut Kurayşî
denilmiştir. Ebu'l-Fida der ki: "İbnü Said Mağribi'nin nakli böyledir.
Buna göre Kureyş, Fihr'in kendisinin değil, evladının ismi olmuştur".
Ve
bu şekilde Kureyş toplanma mânâsına olan "tekarrüş"ten türemiş olarak
terhim (kısaltma) yoluyla küçültülmüş demektir. Zira ziyade babdan
tasğir
(küçültme) sigası ancak kısaltma ile kabil olur. Ferra, ticaretlerinden
dolayı
kazanma mânâsına tekarrüşten olduğunu söylemiştir. "Siyer-i İbnü
Hişam"da der ki: "Kureyş'e Kureyş denilmesi tekarrüştendir. Tekarrüş,
ticaret ve kazanma mânâsınadır. Ru'be b. Accac şöyle demiştir:
"Yağ
ve hilesiz saf şeyler, onları ticaret ve kazancın döküntüleri olan
kalitesiz
buğdaya ve halhal başlarına muhtac etmiyordu."
Şuğuş,
bir çeşit buğday, haşl, halhal ve bilezik başları; kuruş da ticaret ve
kazanmadır. Bu recez bahrinde yazılmış şiirde ticaret ve kazanç
mânâsına olan
kuruş dilimizde ticaret için değişim aracı olan para için birim olarak
kullandığımız "kuruş" kelimesiyle açıktan ilgili görünür. Bundan
takarruş kuruşlanmak, ticaret edip kazanmak demek olur. Bir görüşe göre
Kureyş
ismi bundan alınmadır. Alûsî'nin beyanına göre bazıları da "teftiş"
mânâsına "takriş"ten olduğunu, çünkü bunların atalarından beri
ihtiyaç sahiplerinin ihtiyaçlarını teftiş ederek arayıp sormak ve
hacıların
eksiklerini gediklerini gözetip çaresini araştırmak âdetleri
bulunduğunu
söylemişlerdir. Gerek ziyadeden olsun, gerekse aslı üzere sülasi (üç
harfli)den
olsun Kureyş kelimesinden tasğir (küçültme)in tazim (yüceltmek) için
olduğunda
söz yoktur. Nitekim şu beyitteki:
"İnsanların
hepsinin her halde aralarına girecek
Bir dahiyecik (musibetcik) ki, ondan parmakların uçları sararır."
(Burada
"düveyhiye" diye tasgîr (küçültme) sigasıyla ifade olunan
musibetcikten maksad ölümdür. Küçültme bunun en küçüğünün bile
büyüklüğünü ve
dehşetini ifade etmek için zıddıyle kinaye edilmiş gibidir.)
"Düveyhiye"
kelimesinin tasğiri (küçültmesi) büyüklemek için olduğu meşhurdur. Ve
izah
olunacağı vechile Haşim ve kardeşinin de Kureyş'i ilafta büyük hizmeti
olmuştur. Malumdur ki Rasul-i Ekrem (s.a.v.) hazretleri "Muhammed b.
Abdullah b. Abdulmuttalib b. Haşim b. Abd-i Menaf b. Kusayy b. Kilab b.
Mürre
b. Ka'b b. Lüey b. Galib b. Fihr b. Malik b. Nadr b. Kinane b. Huzeyme
b. Müdrike
b. İlyas b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan"dır. Adnan da daha hayli
batın
ötede İsmail b. İbrahim Aleyhisselam zürriyeti olması hasebiyle
Peygamberimizin
nesebi de İbrahimî, İsmailî, Adnânî, Mudarî, Kinanî, Kureyşî,
Haşimî'dir.
Şu
halde diğer âyetlere ve mücizelere bakmaksızın yalnız bu cihet nazar-ı
itibara
alındığı, Kusayy'in ve Haşim'in Kureyş'i ilaftaki şeref ve hizmeti ve
fil olayı
dolayısıyla de Beyt ve ehl-i beyt hakkında ortaya çıkan Allah'ın
yardımı
düşünüldüğü şekilde bile Hz. Peygamber'in tevhit davetine ilk önce
Kureyş'in
koşması lazım gelirken, yine ilk önce onların Allah'a ortak koşmada
ısrar
ederek muhalefet ve karşı koymaya kalkışmaları bu sûrenin nüzul sebebi
olmuştur.
'Deki
"lâm"ın mânâsında üç vecih söylenmiştir:
1-
İbnü Cerir gibi bazılarının seçtiğine göre teaccüb için olup mahzuf
fiiline
müteallık (ilgili) olmaktır ki, Kureyş'in kış yaz yolculuk ve sefere
ülfetleşip
bu Beyt (Kâbe)in Rabbine kulluk etmemelerine teaccüb edin (şaşın), o
şaşmaya
layıktır demek olur. Bu mânâ sûrenin başlı başına bir sûre oluşuna ve
"ibadet etsinler" emrinin açıklamasına göre münasip bir mânâ olmakla
beraber, yolculuğun mutlaka kötülüğüne işaret eder gibi olması
hasebiyle pek
uygun değildir.
2-
Ta'lil için olmaktır. Bunda da iki vecih vardır:
Birisi,
önceki sûredeki "onları kıldı" veya "nasıl yaptı"
fiilleriyle ilgili olmaktır. Bunu, bazıları sûrenin müstakil olmasına
aykırı
görerek, bu sûrenin başında o fiillerden birini takdir etmek daha uygun
olacağını, yani "öyle yaptı ki Kureyş'in îlâfı için" mânâsına olmasını
tercih etmişlerdir. Bu şekilde ilâf, bir nimet olarak zikredilmiş
demektir.
Lakin buna karşı denilmiştir ki, Kur'ân'ın hepsi bir sûre gibi mânâ
bakımından
birbirine bağlı olmak itibarıyla bir sûrenin diğerine mânâ cihetinden
bir
ilişkisi, onun haddi zatında bir sûre olabilmesine engel olmamak
gerekirse de,
fil olayını yalnız Kureyş'in yolculuğa ilâfı ile sebep gösterme doğru
olmaz.
Çünkü bu yolculuk ve seferden maksad, Yemen'e ve Şam'a ticaret için
sefer
olduğuna göre Kureyş'in bu yolculuğa ülfeti ve bu konuda Yemen ve Şam
hükümetleriyle antlaşma ve uyuşmaları yalnız fil olayından sonra değil,
daha
önceden ve bilhassa Abdi Menaf oğulları Haşim ve kardeşleri zamanından
beri
yapageldikleri bir ülfet olduğu malum bulunduğundan dolayı fil vak'ası
bu ülfeti
meydana getirmek için oldu demek doğru olmaz. Gerçi fil sahipleri
gayelerinde
başarılı olsalardı, bu ülfet kalmayacaktı. Ve onların o şekilde
defedilmeleri
ve yok edilmeleri gerek diğer Arap kabileleri ve gerek etraftaki
melikler
nazarında hürmet ve ilgilerini artırarak kendilerine daha çok
ısınmalarına ve
üfletlerini artırmalarına başlıca bir sebep olmuş bulunması itibarıyla
bunu o
olayın fayda ve semerelerinden başlıca birisi saymak ve bundan dolayı
"lâm"ı ta'lilden çok başlıca bir akıbet için düşünmek doğru
olabilirse de bunu fil vak'asının tek sebebi ve hikmeti imiş gibi
düşünmek
doğru değildir. Onun için bunu fil vak'asının ve bir dış sebebi, ve de
bir
gayeye ait sebebi, yani sırf onun sonucu olan tertip edilmiş bir
hikmeti olarak
değil, onunla da bir münasebeti bulunmakla beraber, Allah Teâlâ'nın
daha sonra
dinini açıklamak üzere Beyt (Kâbe) dolayısıyla Kureyş'e daha önceden
nasib edip
bu sûrede beyan buyurmuş olduğu ayrıca bir nimeti olan bir îlâf ve
ülfet olarak
düşünmek lazımdır. Bu ise deki lâm'ın ta'lil için olmakla beraber,
yukarıki
sûre mefhumuna değil, ancak ilerdeki "ibadet etsinler" emrine
müteallık olmasıyla mümkündür. "fe"nin sonrası evvelinde amil
olamayacağına dair meşhur bir nahiv kaidesi varsa da "Benden sakının."
(Bakara, 2/41); "İnananlar Allah'a dayansınlar." (İbrahim, 14/11)
misalleri vechile buradaki "fe"nin de ona engel olacak kabilden
olmadığı beyan olunmuş ve özellikle Nahiv imamlarından İmam-ı Halil ve
Sibeveyh
bu 'nin lâm'ının 'ye müteallık olduğunu beyan ve tasrih etmişler.
"Keşşaf"
sahibi Zemahşeri gibi dil kritikçileri de bunu tercih etmişlerdir. Bu
taallık
(ilgi) doğrudan doğru olmasa bile ızmar (gizleme) ve tefsir suretiyle
sahih
olacağında hiç tereddüde yer yoktur. Bu sebeplerden dolayı, biz de
meâlde bu
vechi açık olarak tercih edip seçtik. Hitap de Resulullah'a olup
Kureyş'e emir,
emr-i ğaib olduğu için mânânın özeti şu olmuş olur: Ey Muhammed!
Rabb'ının fil
sahiplerine o yaptığından başka Kureyş kabilesine daha bir çok özel
ihsanları
olmuş ve olacaktır. Bunlardan başlıca birisi onlarda veya onların
lehine olan
ilaf, yani meydana getirilen ve daha çok getirilmesi istenen ülfet ve
anlaşmadır ki, fil olayından sonra bilhassa hatırlatmaya değer.
2. Ondan
dolayı
herkesten önce iman ve kulluk etmeleri lazım gelirken etmeyen o
Kureyş'e tebliğ
et ki, onların husule getirilmiş ve getirilecek ülfet ve anlaşması
için,
-önceki îlâf yahut ilaftan bedel-i kül veya ba'zdır yani bilhassa o kış
ve yaz
yolculuğuna îlafları, kışın ve yazın göçe, sefere ülfet ettirildikleri
veya
daha çok ettirilmeleri için, yahut kış ve yaz seferde vardıkları
yerlerde ülfet
ve ünsiyete mazhar edilmeleri için yahut kış ve yaz seferi hakkında
etraf ile
ülfetleşerek anlaşıp andlaşmaları, ahitleşmeleri için.
RIHLET:
Malum
ki göç, sefer demektir. Îlâf if'al babından olduğuna göre rihlet onun
mef'ul-i
bihi, müfaale babından olduğuna göre de "cârr" (cerr eden)in hazfiyle
takdirinde mef'ul-i lehidir. İş bu kış ve yaz İbnü Abbas'tan rivayet
edildiği
üzere Kureyş ticaret için kışın Yemen'e, yazın da Şam tarafına Basra'ya
sefer
ederlerdi. Aynı şekilde gerek ticaret ve gerek diğer maksatla yazın
yazlık
olarak Taif'e göçerler, kışın da Mekke'ye göçerlerdi. Nakkaş tefsirinde
dört
seferleri olduğu zikrolunmuş, İbnü Aliyye bu görüşün reddedilmiş
olduğunu
söylemişse de "Bahru'l-Muhît"de der ki: Reddolunması uygun değildir.
Çünkü ilâf ashabı dört kardeş idi ki, bunlar Abd-i Menaf oğullarıdır:
Haşim,
Şam meliki ile anlaşırdı. Ondan atlar almış, onunla Şam ticaretinde
emniyet
bulmuştu. Abd-i Şems, Habeş'e; Muttalib, Yemen'e; Nevfel de Faris ile
anlaşırdı. Bunlara "Müttecirin" denirdi. Diğer Kureyş tüccarları bu
dört kardeşin adlarıyla ticarete giderler, ondan dolayı onlara da
dokunulmazdı.
Ezherî "el-îlâf yani "hufâre" denilen yasakcılıkta kuruyuşa benzer"
demiştir. Böyle olunca bu dört kardeşin himayesinde olarak tüccarın
bulunduğu
bu dört mevki itibarıyla Kureyş'in dört seferi olmak diye ifade olunan
iki
sefere zıt olmaz. Rihlet, cins ismi olarak bir ve daha çok sefere de
şamil
olabilir. Nitekim şair bu dört kardeşi methettiği şu beyitlerle bu
mânâyı
anlatmıştır:
"Ey
yükünü, seferlerini değiştiren adam!
Abd-i Menaf ailesine inseydin a...
Onlar ufuklarından ahd almışlardır,
Ve seferi ilaf için sefer ederler.
Bir bahşiş veren bulunmazken onlar bahşiş verirler.
Ve misafirlere buyurun derler.
Ve zenginlerini fakirlerine karıştırırlar
O derece ki hatta fakirleri kifayetli gibi olurlar".
"Bahr"ın
sözü burada bitti. Yukarda kaydettiğimiz vechile "Kamus"ta da
tenzildeki "îlâf"ın ahd ve mânâsı beyan edildikten ve bu ahdi ilk
alan Haşim olduğu zikredildikten sonra sûrenin meâli, şöyle izah
edilmiştir:
Kureyş, Harem-i Şerif'in sakinleri idiler. Etraflarında halk vurulup
çarpılırken onlar erzaklarının temininde ve yazın, kışın seferlerinde
emniyetle
gidip geliyorlardı. Bir arızaya uğradıkları zaman, "Biz Allah'ın
hareminin
ehliyiz." diyorlar ve bundan dolayı kendilerine kimse dokunmuyordu.
Haşim,
Şam ile anlaşıyordu; Abdişems, Habeş'le; Muttalib, Yemen'le; Nevfel,
Faris'le,
diğer Kureyş tacirleri de bu kardeşlerin tutamaklarıyla bu şehirlere
gidip
geliyorlar ve o sayede onlara da dokunulmuyordu. Bu dört kardeşten her
biri
kendi sefer nahiyesinin melikinden bir ahd ve eman vesikası almıştı.
Kamus
tercemesi
"Okyanus"un bunu izahında da zikredildiği üzere Kureyş halkı
ötedenberi ticaret ehli ise de ticaretleri -hemen- hemen Mekke ve
etrafına
münhasır gibiydi. Başlangıçta Haşim b. Abdi Menaf, Şam melikinden ahd
ve eman
almıştı. Bir defa Haşim Şam tarafına azmedip vasıl olduğunda şeref ve
şanı,
Şam'da hükümran olan Kayser tarafından duyulup huzuruna davet ve riayet
eylemişti. Haşim bu vesile ile münasebet getirip Kureyş tacirlerinin
bazı Yemen
ve Hicaz mallarıyla Şam ülkesine emanet ve selametle gidip gelmeleri
için ahd
ve emanı içeren bir ruhsatname istemiş, o da isteği üzere resmi bir
vesika vermiş
olmakla ondan sonra Kureyş tacirleri Şam tarafına ülfet ettirilir
olmuştu. Bunu
gören kardeşleri de anlatıldığı üzere Habeş'ten, Yemen'den, İran'dan
böyle
birer ruhsat almışlardı ki, bunlar birer "kapitülasyon" demek olur.
Bu şekilde Kureyş kabilesi yaz kış seferlerinde bu dört kardeşin
hufaret
denilen delalet ve himayesi adı altında emniyet ile gidip geliyorlardı.
Bu
izahlardan
da anlaşılıyor ki, ilaf deyimi iki haysiyetle iki mânâ ifade etmiş
oluyor.
Birisi uyuşup anlaşarak bir muahede ve antlaşma ahdetmek ki, bu mânâda
mufaale
babından olan ilâf ve îlâf sarih; birisi de diğerini alıştıracak
vechile hufare
denilen delalet ve himaye suretiyle koruyarak ülfete sevketmektir ki
bunda da
if'al babından olan i'laf sarihtir. Bu sûrede bu kelimenin bedel
yoluyla iki
defa zikredilmesinden de her birinin bir mânâya işaret olması muhtemel
olduğu
gibi İbnü Amir kırâati de birisinin îlaf, ikincinin ilâf olmasında
sarihtir. Bu
itibar ile de meâlde îlâf lafzının bu iki mânâyı içermek üzere aynen
muhafazası
lüzumu ortaya çıkar. Bütün bu mânâlarda "kış ve yaz seferi"nde
ticaret seferi mânası esası olmuş oluyor. Bununla beraber bu îlâf
Kureyş'e ait
olmakla beraber seferin de mutlaka onlara ait olması lazım gelmez. Bu
anlaşma
suretiyle Kureyş başkalarını da sefer ve rıhlete ilaf etmiş olmak
muhtemeldir.
Bundan
başka
Fahreddin Râzî'nin ikinci bir görüş olarak zikrettiği vechile bu kış ve
yaz
seferinden maksad, diğer halkın hac ve umre için Mekke'ye sefer ve
yolculukları
olmak, Kureyş'in bu sefere ilafından maksad da emniyet ve asayişi temin
ile
etraftaki halkı ona ısındıracak şekilde rağbetin fazlalaşmasına hizmet
etmek
olabilir. Nazmın buna da ihtimali vardır. Fakat meşhur olan öncekidir.
Geçen
açıklamadan da anlaşıldığı vechile Kureyş'in bu seferlere ülfeti fil
olayından
sonra başlamış değildir. Çünkü Haşim ve kardeşlerinin fil olayından
önce, bu
olayın ise hayli sonra Abdülmuttalib zamanında olduğu bilinmektedir. Şu
kadar
ki fil sahipleri maksatlarında başarılı olup da Kâbe'yi yıksalardı
Kureyş'in bu
önemi ve bütün bu ilaf ve anlaşma menfaatleri elden kaçacağı kesin
olduğundan
olayın bunları teyit ve takviye etmiş olduğu da, şüphesizdir. İki sûre
arasında
asıl benzeme yönü de budur.
Şunu da
dikkat
nazarına almak gerekir ki, mef'ul-i leh mutlaka husulî olmak gerekmez.
Gayeye
ait illet, tertip edilmiş fayda kabilinden neticede husule getirilmek
üzere
tahsilî de olur. Mesela sevdiği için söyledi, denildiği gibi, sevdirmek
için
söyledi de denilebilir. Onun için Kureyş'in o zamana kadar husule
gelmiş bulunan
îlâfı için demek olabileceği gibi, o zamana kadar henüz tamamıyla
husule
gelmeyip daha çok ilerde olacağı Allah'ın muradı olan ve yalnız Mekke
ve
Arabistan havalisine değil, bütün cihana karşı ülfet ve anlaşma ile
yüksek bir
medeniyet, emniyet ve asayişi taahhüd edecek gelişen bir îlâf ve te'lif
dahi
olur ki, bu da sadece normal ufak tefek ticaret işleriyle değil, Beyt
(Kâbe)-i
Şerif'in ve Muhammed Aleyhisselam'ın peygamberliğinin ve tevhid dininin
kadrini
hakkıyla bilerek ve gerçekten Emin Belde'nin ve Harem-i Şerif'in ehli
olacak
ahlak ve tavırlara sahip olarak ve fil ashabı gibi ortaya çıkması
düşünülebilen
saldırgan düşmanlara karşı mücahede ve Allah'a kulluk için birleşerek
"Hacılara su verme ve Mescid-i Haram'ı onarmay(işini yapan)ı; Allah'a,
ahiret gününe inanan ve Allah yolunda cihad edenle bir mi tuttunuz?"
(Tevbe, 9/19) mefhumu ile hareket etmek üzere yaz ve kış her mevsim
için
gereğine göre seferberlik edebilecek vechile bir îlâf ve ülfet hasıl
etmekle,
yani İslâm dinine sarılmakla olacaktır. Onun için burada yukarıda
açıklandığı
üzere husule gelmiş bulunan ilafın ve ticaretin de şükrü lazım gelen
Allah'ın
bir nimeti olduğuna işaretle beraber, asıl ilerde husulü arzu edilen
yüksek
ilaf ve anlaşmanın temeli bulunan tevhidî ibadet ve kulluğa sevk için
ilaf
nimetine özellikle önem verildiğini ifade etmek üzere öne alınmıştır.
3. Şu halde
"Keşşaf" sahibinin beyan ettiği vechile mânâ şu olur: Allah Teâlâ'nın
saymaya gelmez diğer nimetlerini hesap edemeseler, düşünmeseler bile
Kureyş hiç
olmazsa sırf bu ilaf nimeti için Bundan böyle bu Beyt (Kâbe)nin
Rabb'ine ibadet
ve kulluk etsinler. Yani Muhammed Aleyhisselam'ın daveti üzerine
serkeşlik
etmeyip hakkı tanısınlar, şirk ve isyandan vazgeçsinler de fil
sahiplerinin
saldırısından muhafaza buyurulmuş Beyt-i Atik (eski Beyt) olan şu
Kâbe'nin
ortak ve benzerden uzak Rabb'ine ibadet etsinler, yalnız onu Mabud
tanıyıp onun
emri gereğince ibadet ve kulluk yapsınlar, o Beyt'in ehli olacak
Rabbanî ahlâk
ile ahlâklanarak ona hizmet için gereken görevi yapmak üzere kış yaz
her türlü
mücahede ile yüksek ilafa hazırlansınlar.
4.
"O Rab
ki" Rabb'in sıfatıdır, yani bu Beyt'in Rabb'i ki onları,
(o Kureyş'i) büyük bir açlıktan doyurdu ( 'un ve 'in tenvinleri
yükseltmek ve
korkuya düşürmek içindir). Bu açlık ve doyum hakkında üç görüş vardır:
1-
İbrahim
Aleyhisselam'ın: "Rabbimiz! Ben çocuklarımdan bazısını, senin Beyt-i
Haram'ının yanında, ekinsiz bir vadiye yerleştirdim. Rabb'imiz, namazı
kılsınlar diye (böyle yaptım). Artık sen de insanlardan bir takım
gönülleri,
onları sever yap ve onları çeşitli meyvelerle besle." (İbrahim, 14/37)
duasına işaret olmasıdır ki, Beyt-i Muharrem (Kâbe)nin yanında Mekke
ziraatsız
bir vadi olduğu halde Hz. İbrahim'in duası ve Kabe'nin hürmeti
sayesinde
İbrahim zürriyetinden İsmail ve evladının ve onlardan olan Kureyş'in
"Onları çeşitli meyvelerle besle." (İbrahim, 14/37) âyeti ölçüsünce
meyvelerden beslenerek yaşayabilmesidir.
2- Yine
bu dua
meyvesi ve Beyt'in bereketi olarak Kureyş'in, beyan olunduğu üzere yaz
ve kış
ticaret seferlerine îlâfı vasıtasıyla o muhitte tabiî olması lazım
gelen
açlıktan korunmuş olmalarıdır ki, burada en açık olan budur.
3- Yusuf
seneleri gibi süren şiddetli kıtlığa işaret olduğunu da söylemişlerdir
ki
leşleri ve kemikleri bile yemişler ve Hz. Peygamber'in duası
berekâtiyle
kurtulmuşlardı da Kureyş kâfirleri yine imana gelmemişlerdi. (A'râf
Sûresi'nde
"Biz her hangi bir ülkeye bir peygamber gönderdiysek, onun halkını
yalvarıp yakarsınlar diye mutlaka yoksulluk ve darlıkla sıkmışızdır."
(A'râf, 7/94) âyetinde ve daha bazı yerlerde buna dair söz geçmişti.
Bkz.). Ve
müdhiş bir korkudan emin buyurdu. Bu da fil ashabının defedilmiş olan
korkusudur. Bununla beraber "Görmediler mi çevrelerinde insanlar
kapıl(ıp
öldürülür veya esir edil)irken biz (Mekke'yi) güvenli bir bölge
yaptık."
(Ankebut, 29/67) buyurulduğu üzere etraflarından halk vahşet ve kötülük
içinde
vurulup çarpılıp dururken Kureyş Beyt'in civarında emin harem, emin
belde olan
Mekke ve havalisinde emniyet buldukları gibi Harem ehli, seferlerinde
de ilaf
ile korkudan emin olarak gidip geliyorlardı. Halbuki o Beyt'in, o
Harem'in ehli
olabilmek için bütün cihana karşı o etrafın cehalet ve kötülüğünü
ıslah,
emniyet ve asayişini tesis, ihtiyaç içinde kıvranan fakirlere ve
miskinlere
gereği vechile yardım etmek, Allah'ın birliğini bilerek onun yolunda ve
onun
hükümlerini yerine getirme uğrunda mücahede ederek ona layık kul olmak,
hasılı
hak ve tevhid dini olan İslâm'a kamil iman, sıdk u sadakatle sarılarak
Ve'l-Asrı Sûresi'nde özetlenen esas üzere çalışmak lazımdır.
Görülüyor
ki
Elemtere Sûresi'ne bağlı gibi görünen bu sûre buradan yukarıki sûrelere
de
dönüp baktırarak ta Vettini Sûresi'ndeki "Ve güvenilir şehre andolsun
ki." (Tîn, 95/3) âyetini hatırlatmış, orada "Artık bundan sonra hangi
şey sana dini yalanlatabilir?" (Tîn, 95/7) buyurulduğu gibi, buraya
kadar
kıymetli dinin esasları özetlendikten sonra, burada da "Dini
yalanlayanı
gördün mü?" (Mâûn, 107/1) diye Mâûn
Sûresi başlayacaktır.
|
|