|
Elmalı
Tefsiri
1-
Muhakkak biz ( Sûresi'ne bkz.)
"Sana Kevser'i verdik." Hitap, Resulullah'adır. "I'tâ"da
malumdur ki, atıyye vermek, iyilik yapmaktır. Yani ey Muhammed, emin ol
ki biz,
Hak Rabb'ın yüksek şanımızla sana özel lütuf ve ihsan olarak kevser
verdik kevser.
KEVSER:
Asıl
lugatta çokluk demek olan "kesret"ten cevher gibi fev'al vezninde
vasıf veya bir isim olup Râzî'nin ve Ebu Hayyan'ın ifadeleri vechile
çokluğu
ifrat derecede olan, yani çok pek çok, gayet çok şey demektir. Oğlu
seferden
gelen bir Arab'a "Oğlun ne ile geldi?" denildiğinde, "kevserle
geldi" dediğini ve bunun çok şeyle geldi demek olduğunu naklederler.
"Kamus"ta da şöyle der: Kevser, "herşeyin çoğu,"
"birbirine sarılıp burulmuş olan çok toz", İslâm ve peygamberlik,
Taif'te bir mektebin adı, saykal vezninde kevser gibi,"hayyir mi'tâ"
yani çok hayırlı, çok vergili adam, seyyid yani efendi adam ve nehir
mânâsınadır, cennette özel bir nehir adıdır ki cennetin bütün ırmakları
ondan
şubelere ayrılır. Kevser Sûresi bunu içerir. Şu halde kelimenin yalnız
türevine
göre lugattaki esas mânâsı düşünülür, verildiği ve ihsan edildiği haber
verilen
şeyin de hayırlı, güzel bir şey olması lazım geleceği, özellikle
verenin Allah
Teâlâ olması ve bunun verilmesi büyük şanla beyan buyurulması Allah
kelâmında
Kevser adıyla anılmasından da bunun hakikaten Allah Teâlâ katında
sabit, yani
ebedî ve sonsuz bir çokluk ifade ettiği de düşünülürse bundan ilk
anlaşılacak
açık mefhum "hayr-ı kesir" yani çok, pek çok hayır demek olacağında
şüphe edilmez. Ancak bunun aslı itibarıyla ne olduğuna ve din dilinde
daha
hususi bir mânâsı olup olmadığına gelince, bu hususta tefsircilerin
türlü
açıklamalarına rastlanır ki, "Tahrir"de yirmi altı görüşe kadar
sayılmıştır. Bunlar içinde en çok bilinenlerden bir kaçını olsun
söylememiz
gerekir:
BİRİNCİSİ:
Birçok tefsirlerde selef ve halefe meşhur ve yaygın olan mânâ, Kevser,
cennette
bir nehirin özel ismi olmasıdır. Zira yukarıda da geçtiği üzere bu mânâ
Hz.
Peygamber'den sahih olarak rivayet edilmiştir. "Kevser, Rabbimin
cennette
bana verdiği bir nehir." Bazı rivayetlerde bir havuzdur ki, çok hayır
(hayr-ı kesir) ondadır. Ümmetim kıyamet günü varıp ondan içecekler,
kapları
yıldızlar sayısıncadır. İçlerinden kul olur titreme ile çekilir atılır:
Ey
Rabbim, o benim ümmetimdendir, derim. "Bilmezsin senin ardından o neler
yaptı?" buyurulur, meâlinde olan hadiste "çok hayır" kavramı da
açıklığa kavuşturularak cennette bir nehir veya havuz olduğu bilhassa
beyan
edilmiştir. İmam Ahmed b. Hanbel, Buhârî, Müslim, İbnü Mâce, Nesaî,
İbnü Cerir
ve daha diğerleri bu nehirin tarifi hakkında: Kenarları boş inci
kubbeleri,
içinden ezfer miski çıkar, sütten daha beyaz, baldan daha tatlı,
genişliği ve
uzunluğu doğu ve batı arası kadar, derinliği yetmişbin yıllık, ondan
içen bir
daha susamaz, ondan abdest alan ebediyen perişan olmaz, benim ahdi
(anlaşma)mi
bozan, benim Ehl-i beytimi öldüren ondan içmez." gibi vasıflara
Enes'ten,
Hz. Aişe'den, İbnü Ömer'den, İbnü Abbas'tan müteaddit hadisler rivayet
etmişlerdir. Bir çok hadislerde de havuz varid olduğu malumdur. Bundan
dolayı
ikisinden maksat bir midir? Havuz nehrin kaynağı veya denize kavuşan
kısmı gibi
midir? Yoksa ayrı mıdır, diye bahsedilmiştir. Meşhur havuz,
mahşerdedir.
Bazıları, mizandan ve sırattan öncedir demişler, bazıları da onlardan
sonra
cennetin kapısına yakın ve Muhammed ümmetinden cennet ehli aralarındaki
hakları
helallaşmak için hapsolunacakları yerde olduğunu söylemişlerdir. Alûsî
der ki:
Buna göre havuz, değiştirilecek arzda demek olur. Kadı Zekeriyya,
Peygamber
(s.a.v.) hazretlerinin biri sırattan önce, biri de sırattan sonra olmak
üzere
iki havuzu olup, ikisine de Kevser denildiğini nakletmekle beraber
doğrusu
havuzun sırattan sonra ve Kevser'in cennette olduğunu ve onun munsabb
(denize
karışan kısım)ı olduğu için havuza da Kevser denilmiş olduğunu
söylemiştir. Ve
yine Alûsî'nin beyanına göre denilmiştir ki: Bu havuz mânâsına Kevser,
Peygamberimiz'in zikrolunan nehir gibi özelliklerinden değildir. Belki
diğer
peygamberlerin de havuzları vardır.
Ümmetlerinin
müminleri ona geleceklerdir. Nitekim Tirmizî hadisinde: "Her
peygamberin
bir havuzu vardır ve hep onlar hangisinin geleni daha çok diye
öğünürler ve ben
muhakkak onların en çok geleni olacağımı umarım." buyurmuştur ki,
hadis,
Tirmizî'nin dediği gibi hasen garibdir. Onun için bu havuzlara iman ve
itikat
vacip değildir. Fakat Peygamber (s.a.v.)in havuzuna dair olan hadisler
tevatüre
yakın derecede meşhur olduğu için Ehl-i Sünnet katında ona iman vacib
olduğu
Akaid kitaplarında zikredilmiştir. Bununla beraber Mutezile'den ona
imanın
vacib olmadığını söyleyenler vardır. Şüphesiz ki bu sûre gereğince
Resulullah'a
Kevser'in verilmiş olduğuna imanın ittifakla vacib olduğunda söz yoksa
da, onun
bir nehir veya havuz olmasına inanmak sahih olmakla beraber vacibtir
denemez.
Zira daha başka görüşler de vardır. Şöyle ki:
İKİNCİSİ:
İkrime'den
rivayet edildiği üzere peygamberliğin şerefidir. Zira peygamberlik, iki
cihanın
hayırlarını hem dünya, hem din saadetini gerektiren genel başkanlığı
içeren ve
bundan dolayı başlangıç itibarıyla rahmanî lütuf, hem de sonuç
itibarıyla
rahimî lütfu içine alan hayr-ı kesir (çok hayır)dir. "Hikmet verilen
kimseye çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) diye "çok hayır"
olduğu beyan buyurulan hikmetin en yüksek derecesidir. Razî'nin
açıkladığı
vechile peygamberlik rütbesi uluhiyetten sonra ikinci mertebedir. Onun
için
"Kim Peygamber'e itaat ederse, Allah'a itaat etmiştir." (Nisa, 4/80)
buyurulmuştur, imanın bir esası olmuştur ve Allah'ı bilme esasının dalı
gibidir. Zira peygamberlikte marifet için önce Allah Teâlâ'nın zatına,
ilmine,
kudretine, hikmetine dair bilgiler edinmek gerekir. Peygamberlikte
bilgi
(marifet) hasıl olunca da ondan semi (duyma) , basar (görme) ve
bazılarının
görüşüne göre sıfat-ı haberiyye ve vicdaniyye (haberî ve vicdanî sıfat)
gibi
diğer sıfatlara bilgi edinilmiş olur. Gerçi peygamberlik diğer
peygamberlere de
verilmiştir. Fakat peygamberlerin sonuncusu olan Peygamberimiz'in bu
yüksek
menkıbeden hazzı ve nasibi hepsinden çoktur. O hepsinden önce
zikredilmiş,
hepsinden sonra gönderilmiştir. Bütün insanlara ve cinlere
gönderilmiştir,
bütün peygamberlerden önce haşrolunacak, dinine nesih varid
olmayacaktır. Onun
büyük ahlakı ve faziletleri sayılamayacak derecededir. Râzî burada
bilinen
diğer peygamberlerin mucizeleriyle onun mucizeleri arasında özet olarak
bir
karşılaştırma yaptıktan sonra demiştir ki, Allah Teâlâ onu seçtiği
kullarından
önce getirip "Biz peygamberlerden ahidlerini almıştık, senden,
Nuh'dan..." (Ahzab, 33/7) buyurmuş ve ona böyle bir peygamberlik vermiş
olduğu için caizdir ki o peygamberliğe Kevser ismini vererek "biz sana
Kevser'i verdik" buyurmuştur.
Şu halde
Kevser'i Peygamber'in çok faziletleri, büyük ahlâkı, her hayırı içine
alan
Kur'ân, tevhid, İslâm, ilim ve hikmet diye tefsir eden görüşler de
bütün
Muhammed (s.a.v.)'in mucizelerine işareti içeren peygamberlik ve
Muhammedî
risaletin gereklerinde dahil olur. Bunların her birinin de "çok
hayır" olduğunda şüphe olmadığı gibi, Kevser bunların ayrı ayrı her
birine
de bir şer'i isim olmuştur. Muhammedî risaletin özelliklerinden olan
"Mahmud makamı"nı da bu arada zikretmek gerekir. Nitekim bir takım
tefsirciler de bunu söylemişlerdir. Önceki sûrede dini yalanlayanlara
karşılık
olarak düşünülünce Kevser'den bütün mucizeleriyle âlemlere rahmet olan
Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği olur. Bunların her biri cennet
nehirlerinin
kaynağı olan bir nehirin akış feyzi ile temsil de olunabilir. Bundan
başka:
ÜÇÜNCÜSÜ:
Ümmetin âlimleridir. Hakikaten ilmen ve ahlaken peygamberlerin
varisleri olan
âlimler, çok hayırdır. O vahy kaynağından feyz alarak Resullah'ın
zikrini
yaşatmak, dininin eserlerini, şeriat ve ahlâkının bilgilerini yaymak
için
ümmete hayır ve fazilet öğretmek itibarıyla cennette rıdvan kaynağından
akan
Kevser nehrine benzerler. Peygamberler, Allah'ı bilme esaslarında
birlik olup
da şeriatte (dinin amelî hükümlerinde) farklı olarak halkın kurtuluşu
için
ilâhî rahmetin yayıcıları olduğu gibi, ümmetin bilginleri de kalbleri
hak
tevhidi ve vicdanları Muhammedî ahlâk üzere rıdvan neşesiyle Muhammedî
şeriatın
esaslarında birlik, ahval ve zamana göre füru ve dallarında farklı
olarak halka
rahmet neşrederler. Yine Râzî der ki: "Bunda fazilet iki vechiledir:
Birisi; rivayet olunduğu üzere kıyamet günü her peygamber getirilir.
Ümmeti de
ardınca gelir. Nice peygamberin beraberinde bir iki kişi gelir. Bu
ümmetin
âlimlerinden her bir âlim de getirilir. Birçoğunun ardınca binlerce
kişi de
gelerek hepsi Resulullah'ın yanında toplanırlar. Öyle ki bazı âlimlerin
tabileri diğer peygamberlerden birinin tabilerinden çok olur. İkincisi:
Âlimler, vahyden alınmış olan naslara uymalarından dolayı isabet
etmişlerdir.
Kitabı korunmuş ve mazbut olan bu ümmetin âlimleri bütün himmet ve
gayretlerini
sarfedip meşakkatler çekerek yaptıkları istinbat ve içtihadda da isabet
etmişlerdir. Bazıları hata etmiş olsalar bile onlar dahi başlangıçta,
iyi niyetle
hakkı arayıp gayretlerini sarfettiklerinden dolayı sevap
kazanmışlardır."
İsabet eden on sevaba nail olursa, gayret edip de hata edenin bir
sevaba nail
olacağı bir hadis-i şerifte beyan olunmuştur. Fakat hakkı aramayıp da
içtihad
adına arzu ve isteklerine tabi olanların ilim haysiyetiyle hareket
etmemiş
olduklarından dolayı, bu hayır ve faziletten hariç heva ehli
olduklarını ise
hatırlatmaya lüzum yoktur. Bununla beraber bu mânâ da ilim ve hikmet
mânâsı
altında düşünülebilir.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Tabilerinin ve toplumunun, ümmetinin çokluğudur. Allah Teâlâ ona o
kadar çok
hayırlı Ashab ve ümmet ihsan buyurmuştur ki Vakıa Sûresi'nde geçtiği
üzere
cennet ehlinin yarısından fazlası onun ümmetinden olacağı sahih
hadislerle vaad
olunmuş ve müjdelenmiştir. Râzî'nin zikrettiği vechile şu meâlde
rivayet olunan
bir hadis-i şerif ile de istidlal edilmiştir. Peygamber efendimiz
buyurmuştur
ki: "Ben İbrahim halilullah'ın duası ve İsa'nın müjdelediğiyim. Kıyamet
günü şefaatı kabul edilenim. O vakit ben bütün peygamberlerle beraber
bulunurken bize insanlardan bir ümmet ortaya çıkacak. Hepimiz onlara
gözlerimizi dikeceğiz. Her peygamber onların kendi ümmeti olmasını arzu
edecek.
Göreceğiz ki abdest eserinden alınları ve elleri, ayakları parlıyor, (
"abdestin eserinden parlak olarak nişanlanmışlar.") görünce ben
diyeceğim ki Kâbe'nin Rabbi hakkı için bunlar benim ümmetim, derken
onlar
hesapsız olarak cennete girecekler. Sonra bize öncekilerin iki katı
kadar diğer
bir ümmet daha ortaya çıkacak. Yine gözlerimizi dikeceğiz. Her
peygamber
onların kendi ümmeti olmasını arzu edecek. Göreceğiz ki abdest
eserinden
alınları, elleri, ayakları parlıyor. Ben yine Kabe'nin Rabbi hakkı için
bunlar
benim ümmetim diyeceğim. Onlar da hesapsız olarak cennete girecekler.
Sonra
bize o yükseltilenlerin üç katı yükseltilecek. Yine gözlerimizi
dikeceğiz,
deyip birincilerde ve ikincilerde anlattığı gibi söyledikten sonra
Resulullah
buyurmuştur ki: "İnsanlardan hiç kimse girmeden önce benim ümmetimden
üç
fırka muhakkak ve muhakkak cennete girecektir". Peygamberimiz
"Nikahlanınız, üreyiniz, çoğalınız, çünkü kıyamet günü ben sizinle
(diğer)
ümmetlere iftihar edeceğim, hatta bir düşük ile bile." buyurmuş olduğu
hadis de malumdur. "Sukut" (düşük) gibi henüz sorumluluk sınırına
ermemiş olanlarla bile öğünecek olan Peygamber'in öyle çok kalabalık
olan
ümmetin çokluğuyla ne kadar sevineceğini düşünmeli, bunun da pek büyük
bir
nimet olması hasebiyle bunu hatırlatmak hususunda da "Şüphesiz biz sana
Kevser'i verdik." buyurulması da elbette güzeldir. Ve bu mânâda âlimler
de
dahil olur.
BEŞİNCİSİ:
Hz.
Peygamber'in evlatlarının çokluğudur. Bu sûrenin inişi Peygamber
(s.a.v.)in
oğlunun ölümü üzerine ona "ebter" diye edepsizlik etmeye kalkışan
düşmanlarını red için olması sebebiyle bilhassa bu mânâ ile müjdeleme
dahi pek
uygundur. Yani düşmanlarının zannettiği gibi senin oğullarının -hikmet
sebebiyle ölmesiyle neslin kesilecek değil. Bilakis sana zaman
geçmesiyle
kesilip tükenmeyecek çok, pek çok nesil vereceğiz, demek olur ki,
gerçekten de
öyle olmuştur. Bununla beraber bu mânâyı üçüncü âyetten anlamak daha
açık olur.
Bunlardan başka daha bazı nimetler ve faziletler zikrolunmuştur. Fakat
bütün bu
mânâlar söylenmekle beraber tefsircilerin çoğu "çok hayır" mânâsında
ısrar etmişlerdir. Çünkü asıl lügat itibarıyla anlaşılan en geniş mânâ
odur.
Diğerlerine Kevser denilmesi, hep bu "çok hayır" mânâsı
itibarıyladır. Bunda dünyaya ve ahirete mahsus tasavvur olunabilen ve
henüz
tasavvur olunamayan her "çok hayır" da dahil olabilir. İbnü Cerir ve
İbnü Asakir bunu Mücahid'den rivayet etmiş oldukları gibi, Said b.
Cübeyr'den,
İbnü Abbas'tan meşhur olan da budur. Buhârî, İbnü Cerir ve Hakim, Ebu
Bişr
tarikıyle Said b. Cübeyr'den, İbnü Abbas (r.a.)'dan şöyle rivayet
etmişlerdir:
Kevser, Allah Teâlâ'nın ona, yani Resulüne vermiş olduğu hayırdır,
dedi. Ebu
Bişr, ben Said'e: "Birçok kimseler, o cennette bir nehirdir
diyorlar", dedim. "Cennetteki nehir, Allah Teâlâ'nın ona ihsan
buyurduğu hayırdandır." cevabını verdi." diye izah etmiştir. Bu cevap
aynen İbnü Abbas'ın kendisinden de nakledilmiştir.
Şimdi
burada
şöyle bir soru hatıra gelebilir: Kevser'in cennette bir nehir olduğu
hakkındaki
hadisler sahih ve hatta selef ve halefte tevatüre yakın bir dederecede
meşhur
ve yaygın iken, doğrudan doğruya Resulullah'tan sabit olan bu tefsire
karşı
diğer mânâ ve ihtimallerden bahsetmek nasıl caiz olur? Bunca
tefsirciler böyle
farklı görüşlere nasıl sahip olurlar?
Buna
cevap,
"çok hayır" kavramının kesinlik ve kapsamıyla beraber hadislerin bir
misal ile tefsir olması ihtimalidir. Şöyle ki hadisin birinde "onda çok
hayır vardır" denilmesinden de anlaşıldığı üzere "çok hayır"
mânâsı lafzın esaslı mefhumu olduğu ve âyette kelimesinin başındaki
"lâm"ı ahde hamlolunduğu takdirde de bu mefhumun sübutunda tereddüde
yer olmadığı gibi hadislerin de mutlak olan vermeyi yalnız ahirete
tahsis etme
mânâsına olmayıp, Kevser'in yalnız akıl ile bilinmesi kabil olmayan ve
ancak
görmek ve peygamber haberiyle bilinebilecek olan en mühim bir misali
ile
tefsiri kabilinden olması muhtemel bulunduğu ve bundan dolayı mefhumu
tefsir
ederken Kur'ân'ın açık olan mutlaklık ve kapsamını da koruyarak tefsir
etmek
her şüpheden uzak olacağı cihetle tefsirciler zikrolunan ve yalnız
Peygamber
tarafından ayrıca beyan ile bilinebilecek olan nehir ve havuz
hadisleriyle
beraber lafzın makul olan bütün ihtimallerini de düşündürmek ve
tefekkür
ettirmek üzere "çok hayır" mefhumu üzerine diğer birçok misallerini
de tefsir siyakında zikretmeyi vazife bilmişler ve söylenen görüşlerin
hepsi de
âyetin mazmununda dahil ve diğer deliller ve karineler (ip uçları) ile
de teyid
edilmiş bulunduğu için bu konuda birbirini hata ve sapıklığa dahi
nisbet
etmemişler, ancak rivayet itibarıyla zahir (açık) olan hadisler
dolayısıyla
"çok hayır"ın kaynağı olan cennette bir belli nehir diye mi, yoksa
dirayet bakımından zahir olup bir çok misallerle izah edilebilecek olan
mutlaka
"çok hayır" mânâsı ile mi tefsir etmek daha sahih ve daha evla
(faziletli) olacağında ihtilaf etmişlerdir. Nitekim İbnü Abbas'ın da
nehir
hadisini söylemekle beraber Said b. Cübeyr'den rivayet olunduğu vechile
o da
"çok hayır"dandır, demiş olması, nehir tefsirini misal ile tefsir
kabul etmiş olduklarını gösterir. Onun için bütün tefsirlerin sonucu
iki vecih
üzerinde özetlenebilir: Birisi cennette bir nehir ki, "çok hayır"
ondadır. Birisi de mutlaka "çok hayır". Bundan dolayıdır ki Rağıb
"Müfredat"ında bu iki mânâyı tesbit ederek şöyle der: o cennette bir
nehirdir ki, cennetin nehirleri onun kollarıdır, denildi. Bir de o , o
"çok hayır"dır ki Allah Teâlâ onu peygamberi Hz. Muhammed (s.a.v.)
hazretlerine vermiştir, denildi. Cömert adama da Kevser denilir ve bir
şey son
derece çoğaldığı zaman da "Bu şey, son derece çoğaldı." denilir.
Önceki
sûrede
geçtiği gibi dini yalanlayanlara tam karşılık olmak üzere Allah
Teâlâ'nın
hisler, akıllar ötesinde gayb hazinelerinden cereyan eden nice gizli
cemal ve
celal eserleri muhakkak olduğuna iman eden, sırf din neşesiyle, gizli
bir zevk
ile düşünülünce hadis-i şeriflerin temsil ve tasviri gibi cennette bir
nehir
olması daha derin ve daha zevkli, daha mânâlıdır. Bununla ebedi kudsi
bütün
hayır gayelerinin rıdvan kaynağından sonsuz feyiz cereyaniyle gizli
tecellileri
Muhammedî hakikatte ortaya çıkacağı misalî şekilde anlaşılacağından
başka, o
nehirin kendisine Mirac'da gösterildiği ve onun üzerine Sidre-i Münteha
yükseltilerek
büyük eser gösterildiği, yani "Onunla arasındaki mesafe, iki yay kadar,
yahut daha az kaldı." (Necm, 53/9) sırrı tecelli ettiği de bu
hadislerde
haber verilmiş olduğundan bu mânâda "Sidre'yi kaplayan kaplamıştı,
(Muhammed'in) gözü şaşmadı ve sınırı aşmadı. Andolsun, Rabbinin
âyetlerinden en
büyüğünü gördü." (Necm, 53/16-17-18) ifadeleriyle bilhassa Mirac'a da
işaret edilmiş olur. O halde buna mukaddime ve vesile olarak verilmiş
olan
diğer ilâhî lütuflara delalet etmesi ise öncelikle sabit olacağı ve
onlar
lügavi mânâ ile açıkça da anlaşılabileceği cihetle Resulullah özellikle
anılan
nehiri haber vermekle yetinmiş demektir. Lakin yalnız gizli bir zevk
ile değil
de herkes için daha açık olmak üzere aklî bir zevk ve nazarla
düşünüldüğü
şekilde yine hadis-i şerifin işaret ettiği vechile mutlaka "çok
hayır" mefhumuyla tefsir etmek daha açık ve kapsamlı ve herkesin
tefekkür
edebilmesi itibarıyla daha faydalı olduğu da açıktır. Bu şekilde İslâm
dini
"Kime hikmet verildiyse, çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269)
buyurulan hikmet, "(Ey Muhammed), biz seni ancak âlemlere rahmet olarak
gönderdik." (Enbiya, 21/107) buyurulan Muhammedî nübüvvet ve risalet,
özellikle Kur'ân, Kur'ân'ın içerdiği bütün hayır ve faziletler, bu
cümleden
olarak Kur'ân sûrelerinde "Umulur ki Rabbin seni övülmüş bir makama
ulaştırır." (İsra, 17/79), "Muhakkak ki O'nun sana olan lütfu
büyüktür." (İsra, 17/87), "Ve sen, büyük ahlâk üzerindesin."
(Kalem, 68/4), "Rabbin sana verecek ve sen razı olacaksın." (Duhâ,
93/5) gibi âyetlerde Resulullah'a bahşettiği ve vaad ettiği beyan
olunan dünya
ve ahirete ait bütün ihsanlar ve ilâhî feyizler, şeriatinin baki
olması,
ümmetinin âlimleri, hayır tabileri ve ümmetinin, nesil ve evladının
çokluğu,
Mirac'da mazhar olduğu mevhibeler, nihayet şefaatı, cennetteki özel
nehri...
hep "çok hayır" mânâsında dahil misal ve tasdik olunan husus olarak
düşünülür ve açıklanır.
Böyle
biri
mefhum, biri daha çok tasdik olunanı ifade eden bu iki tefsir ile
Kevser
kelimesi şeriat dilinde vasıflıktan isimliğe naklolunarak İslâm dini ve
Muhammedî nübüvvetin dünyaya ve ahirete ait ilâhî feyizlerin ismi
olmuştur.
Tevbe
Sûresi'nde "Dünya hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır."
(Tevbe, 9/38) buyurulduğu üzere malumdur ki dünyevî hayat metaı,
ahirete göre
az, pek az bir şeydir, çünkü fanidir, geçicidir, sonludur. Allah
Teâlâ'nın
Kevser buyurduğu lütuf ise çok, pek çok demek olduğu için geçici dünya
lütuf ve
servetinden ibaret olmayıp, ahirette ve Allah katında çok, ebedi olarak
kesilmez, tükenmez "Kesintisiz vergi." (Hud, 11/108) olduğu gerek
Kevser lafzının mânâsı ve gerek Duhâ Sûresi'nde geçen "Muhakkak ahiret
sana dünyadan daha hayırlıdır." (Duhâ, 93/4) hükmünün gereği olarak
anlaşılmak lazım geleceği gibi sûrenin sonunda da bunun asla
kesilmeyeceği
ayrıca savunulmuştur. Ve işte "Kevser"in bilhassa cennette bir nehir
olduğunu Resulullah'ın beyanı da dünyaya ait cihetlere önem vermeyip
asıl
ahiretle ilgili bu yönü açıkça tefsir olmuştur. Şu halde Duhâ
Sûresi'nde
"Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) diye
gelecek zaman kipiyle vaad buyurulmuş olan ihsan, burada daha kuvvetli
ve daha
çok olmak üzere "biz sana Kevser'i verdik" diye mazi (geçmiş zaman)
kipi ve Kevser lafzıyla ifade buyurulmuştur. bu ise onun dünyada iken
tahakkuk
etmiş emr-i vaki olduğuna işaret eder. O halde en çok ve en mühim kısmı
ahirette tahakkuk edecek olan bu lütfun böyle ifade edilmiş olmasının
nüktesini
düşünmek gerekir. Zira bu "verdik" fiili ya ihbar, ya inşâdır. İhbar
olduğuna göre geçmişte verilmiş bir lütfu haber vermiş olur. Hibe ve
temlik
ahidlerinde olduğu gibi bir inşâ ifade ettiğine göre de şimdiki halde
bir lütfu
gerektirmiş ve inşâ etmiş olur. Usûl-i Fıkıh'ta malum olduğu üzere bu
gibi
ahitlerde kullanılan mâzi (geçmiş zaman) kipleri lugat itibarıyle
ibaresiyle
ihbara konulmuş olmakla beraber, şer'an de iktizasıyla inşâya delalet
eylediklerinden dolayı doğrusu burada ihbar ile beraber inşâ dahi
vardır. Fakat
i'tanın, temlikin geçmişte veya halde tahakkuk etmiş olmasından,
verilenin
bitmesi ve durması lazım geleceği zannedilmemeli, i'tanın taalluk
ettiği şey
kendi mahiyetine göre düşünülmelidir. Gerçi teberrular, almakla tamam
olur,
kaidesine göre vermenin tamam olması verilenin tamamen ortaya
çıkarılarak
teslimine dayanır ise de, ahiret nimetleri sonsuz olduğu için Kevser'in
gelecekteki bütün cereyaniyle hal-i hazırda tamamının ortaya
çıkarılarak
teslimi ihtimalden hariçtir. Bundan dolayı tefsirciler burada mazi ile
tabirin
nüktesinde bir kaç vecih söylemişlerdir:
1-
Bazıları,
gelecekte vukuun tahakkukuna binaen mazi ile tabir olunduğunu
söylemişlerdir.
Bu, "Rabbin sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duhâ, 93/5) gibi
gelecekte bir vaadin tahakkukunu ifade ederse de geçmişte veya halde
bir inşa
ifade etmeyeceği için zahirin tersidir.
2-
Denilmiştir
ki bunda i'tâ (verme)nın büyüklüğüne ve icrası geri bırakılmayıp
yürürlükte
olan emir olduğuna işaret edilmiştir. Bunu şu iki vecih izah eder.
3- Zaman
mânâsı
kastedilmeyerek bu i'tânın ezelde takdir edilmiş bir ilâhî hüküm
olduğunu ve
Allah Teâlâ'nın zenginleştirme ve başarıya ulaştırma yahut
fakirleştirme ve
güçlüğe düşürme ile hüküm ve takdiri sonradan olmayıp ezeli bulunduğuna
işarettir.
4- Bir
şeyin
aslını, kaynağını, sebeplerini ve illetini vermek ve onun bütün
gelecekteki
füru ve neticeleri, fazlalıkları ve meyveleri ile tamamını vermektir.
Nitekim
bir bahçeyi hibe ve teslim onun senelerce meydana gelecek hasılatının
da
temlikini tamam etmiş olacağı gibi, bir evin anahtarını teslim de o evi
teslim
demektir. Bu vechile dünyevî hayırların sebeplerini bahşetmek, dünya
hayırlarını bahşetmek olacağı gibi, dünyada ahirete ait hayırların
sebeplerini
bahşetmek de ahiret hayırlarını bahşetmek olur. İşte Kevser'i bahşetmek
böyle
önce ve sonra sır ve gayb âleminde bulunan çok hayrı bütün kaynakları
ile bahşetmektir.
O, Muhammedî hakikatı ezelde takdir olunarak ihsan emri ile verilmiş,
bu
sûrenin nüzulü esnasında bilfiil verilmiş bulunan Rabbanî mevhibeleri
ile de
ilerde ona terettübü takdir edilmiş olan ilâhî feyizlerin sebeplerinin
verilmiş
olması bakımından gelecekte cereyan edecek olanların hepsi de halde
temsil
ettirilerek verilmiş, ezelî takdir hükmünce ilerisinin kesilmeyeceği de
taahhüt
olunmuştur. Kevser'i cennet nehirlerinin kaynağı olan bir nehir diye
tarif de
bunu anlatır. Çünkü Kur'ân'da cennetin nimetlerinin cereyanı "Onlar
için
altlarından ırmaklar akan, içinde ebedî kalacakları cennetler var."
(Maide, 5/119) diye nehirlerle anlatıldığı gibi, Muhammed Sûresi'nde de
müttakilere vaad olunan cennet naiminin cereyanları ve zevk-u
lezzetleri
"Muttakilere vaad olunan cennetin durumu şudur: İçinde bozulmayan sudan
ırmaklar, tadı değişmeyen sütten ırmaklar, içenlere lezzet veren
şaraptan
ırmaklar ve süzme baldan ırmaklar vardır..." (Muhammed, 47/15) âyetinde
bozulmaz su nehirleri, tadı değişmez süt nehirleri, içenlere lezzet
veren şarap
nehirleri, süzme bal nehirleri ile temsil olunduğu malumdur. Onun için
Kevser'in cennette Peygamber'e verilmiş bir nehir olarak kendisine
Mirac'da
gösterildiğinin beyan olunması ve sütten daha beyaz, baldan daha tatlı
ve tiynetinden
ezher miski (kokusu) çıkar ÉÊ}gibi vasıflarla tarif ve vasfedilmesi ve
ümmetinin kıyamet günü ona çıkıp içeçeklerinin haber verilmesi de
gösterir ki,
o süt ve bal cennet ırmaklarının temsilidir. Ve Kevser onların
hepsinden hoş ve
üstün olarak Peygamber'e özgü kaynak olup, müttakilere vaad olunan
cennet
ırmaklarının ondan kaynaklanacağı Muhammed Sûresi âyeti üslûbu üzere ve
ona
işaret olarak bir beyan olduğundan gaflet edilmemek gerekir. Şu halde
önceki
sûrelerden sonra Mâûn sûresini takip eden bu sûrede mazi (geçmiş zaman)
siga
(kipi)sıyla "biz sana Kevser'i verdik" buyurulmasında ezelden bir
ihbar, halde bir inşa (talep), sonsuz gelecek için de bir taahhüt
mahiyetinde
Resulullah'a ve ümmetine Muhammedî hakikat özelliğinden olmak üzere
müjdeleme üstüne
müjdeleme olarak şu mânâlar var demektir: Ey Muhammed! Biz âlemlerin
Rabbi seni
vucuda getirmezden önce sana bütün saadetin sebeplerini, hayır
menbalarını
yegane lütuf ve ihsan olarak takdir ve tebrik edip önceden verdik. Seni
bu
yüksek fıtratla vücuda getirip yetiştirdikten, sen okumazken "oku"
emriyle temiz sayfaları okuttuktan ve sen hak ruhuyla onların hakkını
ifa ve
şükrünü eda etmek üzere din ve kulluk ile hayır işlemeğe başladıktan
sonra
onlara terettüp ettireceğimiz ve o menbalardan akıtmasını ezelden
takdir ve
taahhüt ettiğimiz dünyaya ve ahirete ait sonuçlar ve semereler, ecir ve
sevaplar, hayır ve bereketler de şimdiden senin olmuştur.
Yalanlayanların
yalanlamalarına rağmen sana o yüksek yaratılışı, nimetlerimizin doğru
yolu olan
dini "Onu (İslâm'ı) bütün dinlerin üstüne çıkarsın." (Sâf, 61/9) her
dine üstün olacak olan hak tevhid dinini, "Muhakkak Allah katında din
İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) olan İslâm'ı , "Hikmet verilen kimseye
çok hayır verilmiştir." (Bakara, 2/269) buyurulan hikmeti, "Âlemlere
rahmet." (Enbiya, 21/107) olan risalet (peygamberlik)i, insanların ve
cinlerin bir dengini getiremeyeceği hüda, nur, Kitab-ı Mübin (açık
kitab) olan
"Muhakkak ki onu biz muhafaza edeceğiz." (Hıcr, 15/9) âyeti gereğince
muhafası taahhüd buyurulan Kur'ân'ı onun içermiş olduğu müjde ve
tehdidi ile
rahmet ve rıdvanı, büyük ahlâkı, velhasıl evvel ve âhiri (önceyi ve
sonrayı)
hamdolan Muhammedî hakikate takdir ve tahsis edilen pek çok faziletleri
ve çok
delilleri bahşetmekle sana dünya ve ahiretin "çok hayrı" ve cennet
nehirlerinin kaynağı olan Kevser verilmiş bulunuyor. Bir ihsan ki hem
en hoş,
hem gayet çok, veren vericisi de bütün âlemlerin Rahmân, Rahîm Rabb'i,
seni
Mirac'a çıkaran, sana "Senin için ahiret dünyadan daha hayırlıdır,
Rabb'ın
sana verecek, sen de razı olacaksın." (Duha, 93/4-5) buyuran "Biz
senin göğsünü açmadık mı?" (İnşirah, 94/1) buyuran, "Oku, Rabb'in en
büyük kerem sahibidir." (Alâk, 96/3) buyuran, sana Kadir gecesini veren
ve
daha sen dünyaya gelirken Beyt'i (Kabe'yi) yıkmak üzere gelmiş Fil
sahiplerini
o şaşılacak durumda defeden ve perişan edip seni yetiştiren şanı yüce
Rabbin.
Emin ol ki senin hayır ve feyzin, bereketin kesilmek ihtimali yoktur.
Ardınca
Peygamberlerin varisleri olan âlimler, hayırlı ümmet, hayırlı nesil ve
evlat
gibi pek çok Ashab ve tabiler gelecek. Onlar da senden feyz alarak
ahirette, o
"Makam-ı mahmud" (öğülmüş makam)da senin emrinde liva-i hamd (hamd
sancağı) altında o Kevser'in bütün lezzetlerden daha tatlı, daha hoş
olan
kesilmez, tükenmez akıntısından nimetlenip ve lezzetlenecekler.
2. Onun
için şimdi
bu Kevser ihsanının şükrünü eda etmek üzere haydi namaz kıl. "Fâ",
sebep bildirmekle önündeki emirlerin kendinden öncekilere ilgisini
ifade etmek
içindir. Çünkü lütuf, önemi oranında şükür ve taatı, şükür
"Şükrederseniz,
muhakkak size arttırırım." (İbrahim,14/7) hükmünce artmayı haketmeyi
gerektirdiği için Kevser ihsanı bu emirlerin en mükemmel şekilde
ifasını icab
ettirir.
Kevser
kavramı
Kur'ân'da zikredilen hayırların hepsini içermek itibariyle de bu
terettüp
yukarda geçen sûrelerin hepsine ve en sonunda Mâûn Sûresi'ne bir özet
halinde
terettübü dahi içine alır. Şu halde şöyle demek olur: Hal böyle
olduğundan,
yani sana o Kevser'i bahşettiğimizden dolayı o nisbette çok şükretmek
üzere
ibadet ve hayır ile meşgul ol da o "İbadet etsinler." (Kureyş, 106/3)
emrini dinlemeyenlerin, dini yalanlayanların ve namazlarından
yanılanların
zıddına olarak evvela namaz kıl, namaza devam et. Çünkü namaz, kalben
ve
lisanen ve bütün bedenin uzuvları ile yapılan şükrün kısımlarını içine
alan ve
tazimin en yükseği demek olan ibadetin başı, dinin direği, gönüllerin
Allah'a
bir çeşit konuşması olarak hayatın bütün cereyaniyle Allah'ın
büyüklüğünü,
celal ve cemaliyle kudret ve lütuflarının yüceliğini duymak ve ona göre
Allah'ın hakkına ve kulların haklarına ilişkin müşkülleri yenmek üzere
"Ey
inananlar, sabır ve namazla (Allah'dan) yardım isteyin." (Bakara,
2/153)
âyeti gereğince Allah'tan yardım ile ruha kuvvet almaktır. Onun içindir
ki bunu
bilenler namazdan aldıkları zevk ve huzuru dünyada hiç bir şeyde
bulamazlar.
"İyi bilin ki Allah'ı anmakla kalbler yatışır." (Ra'd, 13/28),
"Allah'ı anmak, elbette en büyük (ibadet)tür." (Ankebut, 29/45)
buyurulmuştur ve onun içindir ki Resulullah "Namaz benim gözümün nuru
kılınmıştır." demiştir. Namazı böyle bir zevk ile kılmak ise kalbi her
kötü niyetten uzak tutarak, ibadet ancak Allah'ın hakkı bulunduğunu ve
Allah'tan başkasına açıktan veya gizliden tanrılık hissesi verip de
gönlü ona
takarak ibadet ve kulluk etmenin o hakka tecavüz ve Allah'ın hür
yarattığı,
Allah'tan başka kimsenin sırrına vakıf olamayacağı insanlık vicdanını
fanilere
kendi eliyle teslim edip de acıklı azaba sokmak "büyük zulüm" olan
şirk olduğunu bilmek ve bundan dolayı her işinde Allah'ın rızasına
yaklaşmak için
gönlünü yalnız onu yaratan, o gaybların bilicisi olan, ne kahr ve
gazabına, ne
de lütuflarına ve ihsanlarına nihayet olmayan celâl sahibi Allah'a
teslim
ederek Hakk'a kavuşmanın vahdet zevkini vicdan selameti ile duymaya
dayanmaktadır ki, Kevser'in bir mânâsı olan ve "Muhakkak ki Allah
katında
din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan İslâm'ın asıl mânâsı da bu
ihlas ile tevhiddir. Namazı böyle ihlas ile Allah'a yüz tutarak yalnız
şükür ve
tazim ile Allah'a yaklaşmak için kılmayanlar, şirk, riya (gösteriş)
karıştıranlar,
Allah'ın hakkını vermek istemeyenler, önceki sûrede geçtiği üzere
namazlarından
yanılmış olurlar. Ondan dolayı namazın ve bütün ibadetlerin ruhu demek
olan bu
nokta bilhassa açıklanarak buyuruluyor ki: Rabbin için kıl. "Lâm" 'de
olduğu gibi istihkak (hak etmek) veya ihtisas (tahsis etmek) içindir.
Yalnız
Rabbinin hakkı olarak, bilhassa Rabbine yüz tutarak tevhid ve ihlas ile
kıl,
demek olur. Başta azamet nun'u ve mütekellim (birinci şahıs) zamiriyle
buyurulmuşken burada denilmeyip yine Peygamber'e hitap olan zamire
muzaf Rab
özel ismiyle özellikle rububiyet açıklanarak diye zamirden zahire
dönmekte de
bir çok nükteler vardır. Bu evvela mütekellim (birinci şahıs) zamirini
izah ile
vericinin birliğini beyandır. İkinci olarak, emrin haysiyetini
beyandır. Yani
emir, Rab olmanın hakkı ve malikiyet (sahip olmak)le bütün terbiyenin
gereği
olduğunu ifade eder. Bu emir sadece verilmiş olan ihsandan dolayı
değil,
Rabbine kulluk ve bağlılıkla terbiyenin hükmü gereği olarak ilerde daha
çok
kemal gayesine yürüyen özel bir nispetle yalnız ibadet ve kulluk için
sıdk u
sadakatle ifa olunmayı ve böylece her hususta Rabb'in rızasını arayarak
ona
layık olan her hayrı, özel emir olmadan bile yapmaya âmade bulunmayı
gerektirir. Çünkü Allah'a yaklaşmanın kemali yalnız farzlarla değil,
daha çok
nafileler iledir.
Üçüncü
olarak,
bu izafet muhatab hakkında ahdile bilinen bir özel nisbeti ve bir özel
rububiyeti ve muhatabın kulluk vasfını ifade eder ki, bunda da ayrıca
bir
saygıyı açıklama ve özel bir şeref ile işin en mükemmel şekilde ifasına
bir
sevk ve teşvik vardır.
İşte
namazın
bütün bu düşüncelerle sırf Rab'lık hakkı olarak Allah için halis niyet
ile
kılınmasının gereğini anlatmak üzere "namaz kıl" emri hak etme veya
ihtisas lam'ıyla "Rabbin için" kaydıyla kaydedilmiştir. Bundan dolayı
bunun sonucunu diye ifade etmişlerdir ki şöyle demek olur: O halde sen,
o
müşriklerin, yalanlayıcıların, gösterişcilerin tersine olarak o seni
yetiştiren, sana o Kevser'i veren ve her emrine sahip olup özellikle
kendisine
özel şeref ile daha çok yüceltecek olan kerim Rabbinin rızası için ona
ihlaslı
olarak kullukla meşgul ol, onun için ihlas ile namaz kıl. Ve kurban
kes. Namaz
kılmakla beraber kurban da kes, mâûnu men edenlerin tersine fedakârlık
ederek
kıymetli, canlı mallardan, özellikle deve gibi iri bedenlerden sırf
Rabb'inin
adına hayır için kesiver de "Sıkıntı içinde bulunan fakire de
yedirin." (Hacc, 22/28) "Kanaat eden (fakir)e de, isteyen (fakir)e de
yedirin." (Hacc, 22/26) buyurulduğu üzere muhtaçlara yedir, fiilî
olarak
tahdis-i nimet (nimeti söylemek) ile Rabb'inin kerem ve lütfunu duyur,
bayram
yap. Bu "kurban kes" emri, "namaz kıl" emri üzerine
atfedildiği için "Rabbin için" kaydı burada da geçerlidir.
"Rabbin için namaz kıl", "Rabbin için kurban kes"
meâlindedir. İkisinin de Allah için halis niyet ile yapılmasını
emreder. Allah
için olmayan namaz, namaz olmayacağı gibi, Allah için kesilmeyen de
kurban
olmaz. Kurban olmak şöyle dursun, Allah'ın ismi anılmayan ve bilerek
terk
olunan veya Allah'tan başkasının ismi çağırılarak kesilenler "Allah'tan
başkası adına boğazlanan." (Maide, 5/3) olduğu için kesilmiş bile
olmaz,
ölmüş hayvan gibi yenmesi haram olur. (Maide Sûresi'ne bkz.) "Vav" da
çoğul için olduğundan takib veya gecikmeden eam (daha umumî) olarak bu
iki emrin
ihlas ile mutlaka cem'ini ifade eder. Baştaki "fâ"nın terettüp ifade
etmesi, nehirin de şükür olarak ihsana terettübünü gerektirirse de
salattan
sonra gelmesine engel olmadığı cihetle hemen onu takip etmesi de
gerekmez. Öyle
olsaydı buyurulurdu. Bununla beraber mümkün oluğu kadar
çabuklaştırılmasında
müstehab olmasından da hali olmaz. Bir kurban günü bilindiğine göre de
ona
sarfedilmiş olması akla gelir. Sözün akışı da, "vâv"ın mutlak cem'
mânâsı üzerinde bu iki emrin toplanmasıyledir. Hem namaz kılmak, hem
kurban
kesmek. İhlas ile namaz, şükrün kalbî, lisânî, bedenî her çeşidini
içine
almakla beraber malî ibadeti içermiş olmadığından sadece namazla
yetinilmeyip,
onunla beraber mâlî fedakarlıkla kurban keserek hayır yapmak dahi
emrolunmuş ve
bu şekilde Saffat Sûresi'nde geçtiği üzere Hz. İbrahim'in sünneti
olarak
cereyan edegelen Kurban Bayramı'na da işaret buyurulmuştur. Şunu da
unutmamak
lazım gelir ki, kurban kesmek, zekat ve fıtır sadakası (fitre)
vermekten daha
fazla bir fedakârlık ifade eden bir ibadettir. Onun için bunda da
kudret şart
olmakla beraber,
Zekat
kadar
kudret-i müyessire (yüksek mertebe kudret) de şart değildir.
Lafızdan
zahir
olduğu gibi yukarıki sûre de delalet eder ki bu "salli= namaz kıl"
emri, namaz demek olan salattandır, tasliye (salevatı şerife okumak)den
ve
sadece dua mânâsından değildir. Bu namazdan murad hangi namaz olduğu
hakkında
bir kaç görüş vardır:
1- Ebu
Müslim,
salat-ı mektube, yani farz namazlar olmasını tercih etmiştir. İbnü
Cerir ve
İbnü Münzir bunu İbnü Abbas'tan da rivayet etmişlerdir. Emrin vücub
(farz)
ifade etmesi bunda zahir gibi görünürse, bu bir emirden bütün farz
namazlarının
vücubunu yani farz oluşunu anlamak zahir (açık) değildir. Onların farz
oluşu bu
emirle değil "Muhakkak namaz, müminlere vakitli olarak farz
kılınmıştır."
(Nisa, 4/103). "Güneş'in (ufukta aşağı) kaymasından gecenin kararmasına
(yatsı vaktine) kadar namaz kıl." (İsra, 17/78) gibi diğer bir çok
emirler
ve âyetlerle sabittir. Bundan önce de Resulullah (s.a.v.) namaz
kılıyordu. Onun
için bu mânâyı anlatmak istiyen tefsirciler bunu "namaz kıl" gibi
"namaza devam et" diye tefsir etmişlerdir ki, vücub namazın kendisine
değil, devamına yönelmiş olur. Devam da esasen emredilmiş olduğundan bu
emir
bir te'kitten ibaret kalmış bulunur ki, bu da zahirin tersi demektir.
Meğer ki
bu sûre de Mirac'da nazil olmuş bulunsun da o zaman beş vakit namaz
farz
kılınırken bu emir de verilmiş bulunsun.
2-
Farzları da,
nafileleri de içine alan namaz cinsi denilmiştir. Çokları bunu tercih
etmişlerdir. Bu mânâ da yalnız emrin müstehaba yüklenmesiyle
anlaşılmaz. Bunun
durumu şöyle düşünülebilir: Emir vücub ifade ediyorsa da, burada hükmün
asıl
durağı "Rabbin için" kaydı olduğundan vücubun asıl ilgilisi namaz ve
kurbanın kendileri değil de Allah için olmaları kaydıdır. Bu ise şöyle
demek olur:
Gerek farz ve gerek nafile kılacağın namazları halis niyet ile Allah
için kıl.
Mutlaka namaz cinsinden hangisi olursa olsun yalnız Allah için olarak,
bilhassa
niyet ile kılınması şarttır, farzdır. Yoksa namaz olmaz, Kurban da
böyledir.
Kurban kesmek farz olmasa bile, kesilince Allah için kesilmesi farz
olur. Bu
şekilde de namazın ve kurbanın kendisinin vücubu meselesi bu âyetten
başka
delillere ait olmuş olur. Bu mânâyı tercih etmek isteyen tefsircilerin
de buna
"Namazını ve kurbanını yalnız Allah için yap, müşriklerin ve mürâîlerin
tersine olarak sen ancak Rabbine tahsis et". Çünkü müşrikler putlara
tapar
ve putlar için Kurban keserlerdi. Riyakârlar da halka gösteriş için
kılarlar.
Bu mânânın esas itibariyle doğru olduğunda, yani den bu mânâ
anlaşıldığında
şüphe olarak Allah için namazla beraber kurbanın ve kurbanla beraber
bulunan
bir namazın da Peygamber'e vacip oluşu akla geliyor. Yani emrin vacib
oluşu
yalnız "lirabbike" kaydına değil, o kayıt ile şartlanmış olarak kayıt
altına alınana da yönelmiş olacağı açıktır. Mâûnu men edenlere karşı
olması ve
onun arkasından zikredilmesi de bir ipucudur. Bu ise bütün namazların
Allah
için kılınması gereğini anlatmakla beraber., bilhassa bir şükür namazı
ile bir
kurbanın vücubunu da ifade eder. Onun için:
3- Bir
kısım
tefsirciler de demişlerdir ki, bu namazdan maksad Bayram namazı,
nahirden
maksad da dahaya yani kurban bayramında kesilen kurbanların
boğazlanmasıdır.
4-
Mücahid, Ata
ve İkrime'den rivayet edildiği üzere bir kısım tefsirciler de bu
namazdan
maksat Bayram sabahı Müzdelife'de kılınan sabah namazı, nahirden maksad
da
Mina'da kesilen kurbanlar olduğunu söylemişlerdir. Fakat bu sûrenin
nüzulü
Mekkî olduğuna göre bu iki mânânın tahsisi de müşküldür. Zira Mekke'de
iken
Bayram namazı kılındığı malum değildir. Bunun Bayram namazı olduğunu
söyleyenler Medenî olmasına meyletmişlerdir. Hatta Said b. Cübeyr'den
bu âyetin
Hudeybiye'de indiğine ve Resulullah'ın Adhâ hutbesini okuyup iki rekat
namaz
kıldıktan sonra kurbanları kestiğine dair bir rivayet de vardır. Ve
bununla
namazın kurbanı kesmeden önce kılınmasının vacip olduğuna delil
getirenler de
olmuştur. İki defa nüzule kail olanlar da buna dayanmak istemişlerdir.
Bu
şekilde Kevser "Biz sana apaçık bir fetih verdik." (Fetih, 48/1)
mânâsı üzere Hudeybiye anlaşmasından bir işareti de içine almış olur.
Fakat
Mekkîliğin şöhreti karşısında bu rivayetin de sıhhati tesbit
edilememiştir.
Mekke'de iken Haccın farz oluşu dahi sabit olmadığından dördüncü
görüşteki
tahsis de şüphelidir.
Şu halde
bütün
bu görüşlerin tümüne göre en doğrusu şu sonuca gelmek olur: Burada
evvela
Kevser kendisine verilen Hz. Peygamber'in özelliği bahis konusudur. Bu
âyetle
sabit olan vücub, Peygamber'e özgüdür, onun özelliğindendir. Bunun
bilhassa bir
şükür ve sevinç namazı ve inkâr edenlere rağmen Rabbanî bir lütfu
açıklamakla
nimeti anmak için halka ve özellikle muhtaç olanlara Allah rızası için
bir
ziyafet ve ikram olmak üzere Kurban kesmek ile beraber olan bir namaz
olmasına
göre Bayram namazlarına ve özellikle hacda bulunmayanlar hakkında
Kurban
Bayramı namazına esas olan bir namaz olmak üzere daha Mekke'de iken
Peygamber'e
vacib kılınmış olması gerekir ki, buna da en yakışan Kuşluk namazı
olmasıdır.
Gerçekte Resulullah'a beş vakit namazdan fazla olarak Teheccüd ve Duha
namazlarının da yazılı namazlardan olarak vacib olduğu malumdur.
"Kurban
kes" emriyle de bunun hacc günleri olan nahir günleriyle daha çok bir
ilgisi bulunduğu anlaşılır. Bu şekilde bunda farz namazlara devam ve
hatta
nafileye de teşvik mânâsı bulunmakla beraber, şükür ve ibadet için sade
onlarla
yetinilmemesi ve hatta yalnız namaz cinsi gibi bedenî ibadetlerle de
kalınmayıp
Kurban kesmek suretiyle malî fedakârlıklarda da bulunulması ve böyle
bütün
ibadetlerin "De ki: "Benim namazım, ibadetim, hayatım ve ölümüm hep
âlemlerin Rabb'i Allah içindir. Onun ortağı yoktur. Bana böyle
emrolundu ve ben
müslümanların ilkiyim." (En'am, 6/162-163) mânâsı üzere sadece Allah
için
yapılması hak İslâm dininin, Kevser atıyyesinin gereği olduğuna delalet
de
açıktır. Onun için Resulullah Mekke'de iken de bu minval üzere hareket
etmiş,
beş vakit namazlardan başka daha diğer namazlar kılmaya devam etmiş, bu
cümleden olarak Vitir ve Duha namazlarına da kendi hakkında farz olarak
devam
etmiş, hac farz değil iken de nahir günlerinde ve onun dışında
kurbanlar da
kesmiştir. Ve demek ki Kurban'ı keserken kuşluk veya bilhassa bir şükür
namazı
da kılmıştır.
Sonra da
Medine'de ümmet için Zilhicce'nin onuncu nahir günü Kurban Bayramı
namazı ve
Kurban meşru kılınmıştır. Fakat ümmet için bu namaz ve Kurban'ın sübut
ve
takriri doğrudan doğruya bu âyet ile değil, Medine'de Peygamber'in emir
ve
sünnetiyle vaki olmuştur. Gerçi Peygamber'e uymanın vacib oluşundan
dolayı ona
olan "kurban kes" emriyle ümmetin nisaba malik (şer'an zengin)
olanlarına da kurban kesmenin vacib oluşuna istidlâl olunabilir. Ve
Medine'de
nüzulüne kani olanlar bu fikre sahip olmuşlarsa da "Usul-i Fıkıh"da
beyan olunduğu üzere Peygamber'in özelliklerinden olan fiillerde ona
uymanın
vücubu sabit olmaz. Onun için burada şu hadis-i şerif ile de o
istidlale cevap
verilmiştir: "Üç şey benim üzerime yazıldı (yani farz kılındı), sizin
üzerinize yazılmadı: Duha namazı, Udhıyye kurbanı, Vitir namazı." Demek
ki
Peygamber'e farz olduğu halde ümmete farz olmayan şeyler vardır.
Buradaki
"namaz kıl", "kurban kes" emirleri de böyle demektir.
Bunlar ümmet hakkında başkaca bir emir veya yasaklama bulunmadıkça,
olsa olsa
Peygamber'in sünneti olarak meşru olur. umuma delalet eder surette
zanni bazı
delillerin gelmesiyle de şüpheli delil ile sabit mânâsına vacib de
olabilir.
Nitekim Vitir bu mânâ ile vacip veya ameli farzdır denilir. Bayram
namazı ve
kurban da böyledir. "Hidaye" ve diğer fıkıh kitaplarında kurbana dair
şu hadislerle de istidlal edilmiştir. İmam Ahmed ve İbnü Mâce'nin
rivayetleri
üzere "Maldan bir genişlik bulup da Kurban kesmeyen bizim camimize
yaklaşmasın." Bir de peygamberimizin şu emri vardır: "Udhıyye
Kurbanı'nı kesiniz, çünkü o babanız İbrahim aleyhisselamın sünnetidir."
Tirmizî'de: "Kurban vacib midir?" diye bir adam İbnü Ömer (r.a.)'den
sordu, İbnü Ömer "Resulullah (s.a.v.) udhıye kurbanı kesti, müslümanlar
da
kesti." dedi. Adam yine sorusunu tekrar etti, o da: "Anlamıyor
musun" "Resulullah (s.a.v.) udhiye kurbanını kesti, müslümanlar da
kesti, dedi." Tirmizî der ki: "Bu hadis hasendir, sahihtir, bugün
ilim ehli katında amel bunun üzerinedir. Kurban vacib değil (yani farz
değil),
lakin Resulullah'ın sünnetlerinden bir sünnettir." Yine Tirmizî'de İbnü
Ömer'den: "Resulullah Medine'de on sene ikamet etti, hep udhiye kurbanı
kesiyordu". Beva b. Âzib'den: Resulullah (s.a.v.) bir kurban günü bize
hutbede buyurdu ki: Hiç biriniz namaz kılıncaya kadar kurban kesmesin.
Bunun
üzerine dayım kalktı: Ey Allah'ın Resulü! Bugün et günü, bunda mekruh
var mı,
ben ehlimi ve hanemin ehlini ve komşularını doyurmak için kurbanımı
acele
kesmiştim? dedi. "Öyle ise bir daha kes." buyurdu. Ey Allah'ın
Resulü, yanımda bir süt oğlağı var, iki et koyunundan daha hayırlıdır,
onu
keseyim mi? dedi. "Evet, o senin iki kurbanının hayırlısıdır, senden
sonra
bir ceze (çebiş) dahi yetmez." buyurdu. Bu konuda Cabir'den,
Cündeb'den,
Enes'ten, Üveymir b. Eş'ar'dan, İbnü Ömer'den ve Ebu Zeyd Ensarî'den
dahi
rivayetler vardır. Bu hadis, hasendir. Sahihtir, pekçok ehl-i ilim
katında amel
bunun üzerinedir: Mısır'da, yani cuma ve bayram namazları kılınan
kasabada
imam, Bayram namazını kılıncaya kadar Kurban kesilmemelidir. Bazı ilim
ehli de
Bayram namazı kılınmayan köy ahalisi için sabahın doğuşunda (güneşin
doğuşunda)
kesmeye ruhsat olduğunu söylemiştir ki, İbnü Mübarek'in görüşüdür.
Bütün ilim ehli,
keçinin bir yaşını doldurmayan çebişi yeterli olmaz. Fakat koyunun ceze
i (bir
yaşını doldurmayanı) yeterlidir, demişlerdir ve koyunun cezei (toklu)
altı yedi
ayda olabilir. Bunlar gösteriyor ki Kurban Bayramı namazından sonra
kurban
kesmek Resulullah'ın fiil ve emriyle sabit olmuştur. Ona farz olmakla
beraber
ümmeti için farz kılınmamış, onun terketmediği ve Bayram namazından
önce
kesilmesini yeterli görterdiği bir sünneti olarak kararlaşmıştır. Böyle
bir
sünnet ise dinde alâmetlerden olarak yürünen yol olmuş mânâsına bir
sünnettir
ki, farza yakındır. Bu gibilere kesin farz mânâsına vacib denilmezse de
terkinde "mescidimize yaklaşmasın" gibi tehdit şüphesi bulunduğu
takdirde Hanefi fıkhında malum olduğu üzere şüpheli delil ile sabit
mânâsına
vacib de denilir ki, "farz benzeri" demektir. Onun için İmam-ı
Azam'dan zahiri rivayette vacibdir. Diğerlerinin "vacip değil"
demeleri ise, "farz değil" mânâsınadır. Bununla beraber vacib veya
sünnet olan kurbanlar udhıyyeye tahsis edilmiş de değildir. Adaklar,
hac,
kurbanlar, Kâbe'de kesilen kurbanlardan olan kurbanların bir kısmı
vacib
olacağı gibi, hac ve adak dışında şükür ve sadaka için akika ve
diğerleri gibi
sünnet ve mendub olarak tatavvu' ve nafile kabilinden de kurbanlar
kesilir ki
geniş bilgi fıkıh kitaplarında aranmalıdır.
Burada
"kurban kes" emrinin esas mânâsına gelelim: Bu belli ki
"nahır"dan türemedir. "Nahır" kelimesi de isim ve masdar
olarak kullanılır. İsim olan nahır, göğsün boyun tarafına gelen boğaz
çukuruna
doğru gerdanlık yerine denir. Masdar olan nahır ise, Rağıb ve diğer
dilcilerin
beyanına göre aslında nahre isabet ettirmek yani vurmak veya dokunmak
veya
boğaz çukuruna bıçak sokmak suretiyle nahre rastlamak demektir. Deve
başlangıçta oradan kesildiği için onda galip olmuştur. Bundan mutlaka
zebhetmek,
boğazlamak mânâsına da kullanılmıştır. İntihar da bundan alınmıştır.
Maide
Sûresi'nde geçtiği üzere malumdur ki, zebh, lebbe denilen çene altından
kesmekle de olur. "Kurban kes" emri de bu masdar olan nahırdendir.
Zahir olan da boğazlamak mânâsına nahirdendir. Nahr ve zebh, mutlaka
kurban
için olmak lazım gelmeyip, soyut olarak etini yemek veya satmak için de
olabilirse de Zilhicce'nin onuncu günü olan Kurban bayramının üç gününe
de
Kurban kesmek mânâsına nahır günleri denilmek yaygın olduğu gibi,
burada
kelâmın sevki (söz gelişi) şükür ve ibadet mânâsı üzerinde olduğu için
de
kurban mânâsı açıktır. Bundan dolayı, "namaz kıl, kurban kes de Kurban
bayramı yap" mânâsına da olabilir. Fakat "venhar" (kurban kes)
emrinin mef'ulü zikredilmemiş, neyin kurban edileceği tayin
olunmamıştır. Bu
cihet, mücmeldir. Bu, şöyle demek olabilir: "Nahr denilen ibadeti de
yap,
yahut Rabbine kurban için boğazlanmak şanından olanları boğazla. Yahut
Kurban
bayramı yap. Bunun hepsi de Allah için kurban kesmek mânâsına nahr
fiilinde
özetlenir. Demek ki bunda mef'ulün cinsini tayin kastedilmeyerek, yahut
genellemeye işaret olunarak Allah için hayır olmak üzere boğazlanmak
şanından
olan önemi haiz herhangi bir kurban kanı akıtmakla fiilin kendisinin
meydana
gelmesi istenmiştir. Araplar'ın örfünde nahır deve kesmekte çok
kullanıldığı ve
Hacc Sûresi'nde "Biz kurbanlık develeri de size Allah'ın (dininin)
işaretlerinden yaptık. Onlarda sizin için hayır vardır. Onlar, ön
ayaklarını
sıra halinde yere basmış durumda iken üzerlerine Allah'ın ismini anın
(da
kesin). Yanları yere düş(üp canları çık)ınca da onlardan yiyin, kanaat
eden
(fakir)e de, isteyen (fakir)e de yedirin. Allah o(kocaman hayva)nları
size
boyun eğdirdi ki, şükredesiniz." (Hacc, 22/36) âyetinde de "büdün"
(develer) zikredildiği için pekçok tefsirci burada nahrın boğazlamak
mânâsına
olduğunu göstermek için "develeri kes" diye takdir ve tefsir
etmişlerdir. Maksad kurbanı deveye tahsis etmek değil, en çok
bilineniyle en
büyüğünü işaret olarak, "develeri, deve gibi iri gövdeli, önemli
kurbanlıkları kes" demek olduğunu anlatmaktır. Ebu Hayyan "Bahr"
de der ki: "Nahrdan murad hady (Kâbe'ye sevkedilen deve), nüsük
(kurban),
dahâyâ (kuşluk kurbanlıkları) nahridir. Çoğunluk böyle demiştir. O
vakit cihad
yoktu, onun için namaz ve kurban, bu ikisiyle emrolunmuştur."> Alûsî
de
çoğunluğun kurbanlıkların kesilmesi murad olması üzerinde olduğunu
söylemiştir.
Hepsinin de maksadı nahrın kurban kesmek mânâsına olduğunu anlatmaktır.
Yoksa
murad, yalnız deve kesmekten ibaret olduğunu söylemek değildir. Usul-i
Fıkıh
deyimiyle söyleyecek olursak, nahr boğazlamak mânâsında zahirdir. Fakat
mef'ulü
hakkında mücmeldir. Ne gibi hayvanların bu kurban için kesilebileceği
diğer
delillerle beyana muhtaçdır. En'am Sûresi'nde "Sekiz çift (hayvan)."
(En'âm, 6/143) buyurulan koyun, keçi, deve, sığır, erkek ve dişi
hayvanların
sekizinin de büyüklerinden Bayram kurbanı kesilebileceği Fıkıh'ta
açıklandığı
üzere Peygamber'in sünneti ile beyan olunmuştur. Nahr, devede daha çok
bilinmekle beraber diğerlerinin de nahr şanındandır. Bu itibarla nahr,
zebh
(boğazlama) mânâsına olmakla beraber, kurbanın büyüklüğüne ve şu hale
göre
gövdeli, kıymetli en yüksek cinsinden en mükemmel şekilde kesilmesine
itina,
bir de hacc ve kurban bayramı gününün adı olmak münasebetiyle nahr
gününe
işaret için devede galip olan nahr lafzıyle ifade olunmuş demek olur.
Koyun
hakkında "onun eti şifadır" hadis delaletiyle koyun eti daha şifalı
olduğu için daha iyidir. Sayıca değilse de nitelikçe en yükseğidir ve
kurbanın
en esaslı, en genel esasıdır. "Kurbanlığın en hayırlısı koçtur." diye
bir hadis de vardır. Hadis ve Fıkıh kitaplarında kaydedildiği üzere
Resulullah'ın, kurbanda boynuzlu güzel iki koçu diyerek ve ayağını
boyunlarına
koyarak kendi eliyle kestiği meşhurdur: Cabir (r.a.)'den rivayet
edildiği üzere
de demiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) ile beraber namaazgâhta Kurban
namazında hazır bulundum. Hutbesini bitirince minberden indi, bir koçu
vardı,
Resulullah onu "Bismillahi vallahu ekber, bu benden ve ümmetimin kurban
kesemeyenlerinden" diyerek kendi eliyle kesti." Deve ve sığır cinsi
hayvanların yedi kişiye kurban olabileceği de beyan buyurulmuştur. Bir
kişi
keserse elbette daha büyük hayır ve sevap olur. Ancak bunların da
yavruları
yetmez. Hac ve Kurban bayramı kurbanlarından başka gerek nezir yani
adak ve
gerek adamadan sırf nafile olarak tasadduk ve şükür için kesilecek
diğer
kurbanlar ise eti yenir her hayvandan ve her zaman kesilebilir. Şu
halde mutlak
kurban, deve kesmeye münhasır olmadığı gibi, Kurban bayramı ve hacca
ait
kurbanlar ve keffaret kurbanları da deveye mahsus olmadığından "kurban
kes" emri de deveye mahsus değil, kurban günü deyiminde olduğu gibi,
kurban kesmek mânâsına olmak uygundur. Bunu "nahr-i büdün" (deve
kesmek) ile tefsir edenlerin maksadı da develere tahsis için değil,
boğazlamak
mânâsını anlatmak ve kurbanların bedenlilerine itinayı işaret etmek
için
olduğundan dolayı Ebu Hayyan ve Alûsî de çoğunluğun ve ekseriyetin
görüşünü o
şekilde özetlemişlerdir. Ancak Alûsî'nin beyanında Kurban bayramında
kesmeye
hasretme zahirdir. "Üç şey benim üzerime farz kılınd" hadisine uygun
düşen de budur.
Çoğunluk
görüşünün karşıtına gelince: İbnü Ebi Hatim'in rivayetine göre
Ebu'l-Ahvas
"kurban kes" emrinin göğsünü kıbleye döndür mânâsına kıbleye dönme
ile emir olduğunu söylemiştir. Ferra da bu görüşe sahip olmuş ve
tevilinde
şöyle demiştir: "İniş yerleri karşı karşıya olur" tabirinde olduğu
vechile karşı karşıya dönmek mânâsına gelir. Şu beyit de bu mânâdandır:
"Ey Ebu
Hakem! Sen Mücanid'in amcası ve mütenahir, yani nahır nahire, göğüs
göğüse
karşılıklı dere ahalisinin, Mekke ahalisinin efendisi misin?"
el-Ebtahu'l-mütanahır,
göğüs göğüse karşılıklı dere demektir. Bu mânâdan "nahr" kıbleye
dönme mânâsını ifade edebilir. Gerçekte tenahur lügatta intihar etmek
ve
boğazlamak mânâsına geldiği gibi, göğse isabet ettirmek, göğüs göğüse
karşılamak mânâsından mecaz olarak evlerin ve dere kenarlarının
karşılaşması
gibi mutlaka tekabül (karşı karşıya olma) mânâsına da gelebilirse de
bilinen
mânâyı bırakıp da mecaz üstüne mecaz olarak kıbleye dönme mânâsını
anlamaya
kalkışmak doğru olmaz, nahrin de tanahur mânâsına geldiği kabul
edilecek olunca
bundan göğüs göğüse cihadı, mücahedeyi anlamak daha çok yakışırdı.
Âyetin
inişinin Medenî olduğunu söyleyenlere göre bunda bir proplem olmayacağı
gibi Mekke'de
de ileriye ait bir emir olabilirdi. Mutlak emir, fevri (hemen
yapılmayı)
gerektirmeyeceği gibi, kurban hakkında da geçtiği vechile vav da geri
kalmaya
engel olmazdı.
Bunlardan
başka
İbnü Ebi Hatim, Hakim, İbnü Merduye ve "Sünen"de Beyhakî Hz. Ali
(k.v.)'den
şöyle bir rivayette bulunmuşlardır. Demiş ki: Bu Sûresi nâzil olduğunda
Resulullah: "Rabbimin bana emrettiği bu kurbanlık nedir?" diye Cibril
Aleyhisselam'a sordu. O dedi: Kurbanlık değil, lakin namaz için tekbir
aldığında tekbir alırken ve rüku ederken ellerini kaldırmanı sana
emrediyor.
Çünkü o bizim namazımız, yedi semadaki meleklerin namazıdır. Ve her
şeyin bir
zineti vardır, namazın zineti de her tekbirde iki elini kaldırmaktır."
Fakat Suyûtî bunun senedine zayıf demiş, İbnü Kesir, "bu hadis ciddi
olarak münkerdir" demiş; İbnü Cevzi de "Mevzuat"dan saymıştır.
İbnü
Cerir bir
de Ebu Ca'fer hazretlerinden, iftitah tekbirinde el kaldırmak" demiş
olduğunu nakletmiş. Buhari "Tarih"inde ve Darekutnî
"İfrat"da yine Hz. Ali'den, "Namazda sağ elini sol bileğinin
üzerine koy da, sonra ikisini göğsüne koy." demiş olduğunu rivayet
etmişler. Ebu'ş-Şeyh ve "Sünen"de Beyhakî Enes'ten merfu olarak ve
bazıları İbnü Abbas'tan da böyle rivayet etmişler ise de bunların da
sıhhati
sabit olamamıştır. Suyûtî Hz. Ali'den ikinci hadisi, İbnü Ebi Hatim'in
ve
Hakim'in lâbe'sebih (zararsız) olan bir senedle rivayet ettiklerini
söylemiş,
Dahhak ile Süleyman Teymî'de namazdan sonra duada ellerini göğsüne
kaldır demiş
oldukları da nakledilmiştir. Bunlar kurban kesmeye iktidarı olmayanlar
hakkında
veya namazın adabıyla ilgili bazı rivayetler olabilirse de nahrin malum
ve
meşhur olan "Kurban kesmek" mânâsını bırakıp, âyeti bunlarla tevile
kalkışmak ve bu şekilde "kurban kes" emrini de "namaz kıl"
emrine sokmaya çalışmak asla doğru olmaz. Bunların hepsi nihayet namaza
ait
şeylerdir. Sadece bununla sûre, namaz kılmayanlara ve riyakarlık
edenlere karşı
ihlas ile namaz faziletini emretmiş olursa da maunu menetmelerine
karşılık
Allah için halka yardım olan bir hayır ve kerem, lütuf ve faziletini
ihtiva
etmiş olmaz. Bu Kevser ihsanına ulaşma şerefinin esas şükrüyle münasip
olmaz.
Nahrin kurban kesmekte bilindiği ve Kur'ân'ın üslubunda namaz
emirlerinden
sonra çoğunlukla zekat ve infak etme âyetleri zikrolunageldiği ve
müşriklerin
dualarını ve kurbanlarını putlar ve tağutlar adına yaptıkları da
düşünülünce,
bu emrin onların tersine namazdan başka Allah için kurban keserek
zekâttan da
fazla bir fedakarlıkla kıymetli mallara kıyıp Allah'ın kullarına hayır
ve
yardımda bulunmak Kevser atıyyesine şükretmek üzere beden ve mal olarak
ibadet
ve hayır ile meşgul olmayı emretmiş olması en açık ve en esaslı mânâ
olduğunda
tereddüt edilmez. Bu esas tasbit edildikten sonra, bundan mümkün ve
muhtemel
olabilen diğer bir takım işaretler daha anlamakta ise sevk ve irfan
için yasak
koyma yoktur. Bu vecihle iş bu "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes"
âyeti, En'âm Sûresi'nin sonundaki "De ki: "Benim namazım, ibadetim,
hayatım ve ölümüm hep âlemlerin Rabbi Allah içindir. O'nun ortağı
yoktur. Bana
böyle emrolundu ve ben müslümanların ilkiyim." (En'âm, 6/162-163)
âyetindeki emri ve Duhâ Sûresi'nin sonundaki "Ve Rabbinin nimetini
anlat." (Duhâ, 93/11) emrinin Kevser hediyesine şükran olmak üzere
fiilî
bir izahını ifade eder. Bundan dolayı biz de meâlde Kurban kesmek
tabiriyle
ifadeyi "boğazla" demekten daha uygun bulduk. Ki tefsirinin özeti şu
olur: Sana o Kevser'i verdiğimizden dolayı haydi sen Rabbinin lütfuna
hem
kalben, hem dilinle, hem bütün azalarınla bedenen ve malen her vechile
şükretmek üzere Rabbin için ihlas ile namaz kıl, namaz kılmakla beraber
kurban
da kes. Ona böyle tevhid ve ihlas ile fedakarane ibadet ve kulluk et ve
çok
hayır işleyerek nimeti an, Rabbinin sana olan ihsanı kesilmek ihtimali
yoktur.
3. Doğrusu
senin şani'in, sana şeneânı olan, buğz, kin
tutan, hınç besleyen her kim olursa olsun odur ancak ebter. Güdük, ardı
arkası
kesilecek, nesli ve nesebi, iyi adı, sanı kalmayacak odur, sen değilsin
ey
Muhammed! Senin ardınca gelecek hayırlı neslin de, evladın gibi
tabilerin ve
Ensarın, sevgili ümmetin de çoğalacak. Dinin, kitabın, güzel adın,
sanın, feyiz
ve lütfun baki kalacak. Ahirette de beyana sığmaz, kesilmez, tükenmez
ecre
ereceksin. Böyle Kevser'e, çok hayıra buğzedenin, onu sevmeyenin
hayırsız
kalacağında ise şüphe yoktur.
ŞÂNİ',
işaret ettiğimiz "Bir topluluğa karşı duyduğunuz kin, sizi adaletten
saptırmasın." (Maide, 5/8) âyetinde geçtiği üzere buğz ve düşmanlık
etmek
için kin tutmak mânâsına "şeneân"den ism-i fail olarak mübğız,
buğzeden demektir. Anlaşılıyor ki murad, buğzedip geçmiş olan değil,
buğzunda
devam ve ısrar edendir. Yani zaman ve hudus mânâsı değil, devam ve
sübut mânâsı
kastedilmiştir. Onun için izafet (tamlama)i, lafzıyye değil
maneviyyedir. Şu
halde sonradan tevbe edip imana gelenler bu hükümden hariç kalır.
"Ebter",
ayıp şeylerden olduğu için, ef'âl-i tafdil değil, sıfat-ı müşebbehedir.
Müennesi "betra" gelir. Kesiklik mânâsına "betir"den
türemiştir. Şu halde esas mânâsı kesik demek ise de, örfte kuyruk
kesilmesinde
yaygın olmuştur. Onun için kuyruğu kesik hayvana ebter denildiği gibi,
kuyruğu
kesik küçük ayın gibi yazılan hemzeye ayn-ı betra tabir olunur ki,
Türkçe'de
müzekkerine de, müennesine de "güdük" denilir. Kuyruk arkada olmak
hasebiyle sonunda arkası olmayan, yani zürriyeti olmayan, kendinden
sonra eseri
kalmayan kimselere veya sonu gelmeyen, sonunda hayır olmayan işe de
istiare
suretiyle ebter denilmiştir. "Önemli olan her hangi bir iş Allah'ın
ismiyle başlanmazsa o iş ebterdir." hadisinde ebter, sonu gelmez,
sonunda
hayır olmaz, eksik, güdük kalır demektir. Çünkü "O'nun yüzü (zatı)ndan
başka herşey helak olacaktır." (Kasas, 28/88) âyeti gereğince Allah'tan
başka herşey yok olacaktır. Daha sonra ebter, hakir ve zelil mânâsına
da gelir.
Burada gerek zamir-i fasl ve gerek mübteda olsun "el-Ebter" müsnedi
marife (belirli) olduğu için cümle, tahsis ifade ettiğinden dolayı
ebterlik
mânâsını Peygamber'den tamamen red ile ona buğzedene tahsis ettiği
cihetle
ebter kelimesinden anlaşılması muhtemel olabilen mânâların, noksanların
hepsini
Kevser'in sahibi olan Resulullah'dan nefyile ona her buğzedene isbat
etmek
suretiyle nüzul sebebinde zikrolunduğu üzere ebter diyen şahsın
muhakkak
ebterliğini haber vermiş olmakla başta zürriyetsizlik mânâsı olmak
üzere
muhtemel olan her mânâ bu tahsiste dahil olmak gerekir ki, bu şöyle
demek olur:
Ey Muhammed! Sana kesilmek ihtimali olmayan Kevser verilmiş olduğu için
sende
hiç bir vechile, hiç bir mânâ ile ebterlik, güdüklük ihtimali yoktur.
Sana
oğlunun vefatından dolayı ebter diyerek buğz ve söğenin kendisi her
mânâsıyle
ebterdir. Çünkü sana öyle buğzedenlerin hepsi hakikatte mutlaka
ebterdir.
Onlarda mutlak ebterlik mânâsı vardır. İşte yukarda beyan olunan
tefsirin
içeriği tahsisin bu mânâsından anlaşılmaktadır. Bu şekilde bunda bir
taraftan
Kevser'in kesilmek ihtimali olmayan bir "çok hayır" olduğu açıklanmış
oluyor, bir taraftan da onun sahibine buğzedenlerin genellikle
ebterliği kübra
(çok büyük) makamında bir illet ve delil suretinde haber verilmekle
ebter diyen
kâfirin ebterliğini de özellikle haber vermiş bulunuyor ki, buna Bedi'
ilminde
"mezheb-i kelami" (kelami mezheb) denilir. Bundan dolayı bazıları
bunun As b. Vail veya Ebu Cehil veya Kureyş'ten bir topluluk veya Kab
b. Eşref,
her hangisi ise nüzul sebebi olan sözü geçen şahsa veya şahıslara
mahsus
olduğuna kani olmuşlarsa da müştak (türemiş) üzere hüküm, müştakkın
minh
(kendisinden türeyen)in illiyetini ifade edeceğinden şâni' (buğz eden)
vasfiyle
ifadesi zahiren âmm (genel) olduğuna işaret eder. Gerçekte Resulullah'a
buğzetmiş olanlar hep ebter olmuşlardır. Ya maddi bakımdan nesil ve
nesebiîveya
manevî bakımdan hayır ve zikri kesilmiş, nihayet düşük ve zelil olarak
kötü
isim olup gitmişlerdir. Zürriyeti, eseri bulunanların da evlatlarından,
eserlerinden hayır ve faydaları kalmamıştır. Çünkü onların neslinden
iyilik ile
İslâm'a girmiş olanlardan kâfir atalarının dua ve istiğfar ve diğer
şekilde
faydalanmaları kesilmiş, aralarında masumluk kalmamıştır. Bu evlatlar
hep
Peygamber'in ümmeti ve tabileri, manevî evladı olmuşlar. "Akraba bile
olsalar, cehennemin halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah'a)
ortak
koşanlar için mağfiret dilemek ne Peygamber'in, ne de insanların
yapacağı bir
iş değildir." (Tevbe, 9/113) hükmüne tabi kalmışlardır. İyiliği, imanı
olmayanların ise zaten hayrı yoktur, onlar hayru'l-halef (hayırlı
evlat) olmazlar.
Dua bile etseler "Kâfirlerin duası, böyle boşa gitmektedir." (Ra'd,
13/14) hükmünce hep dalalet içinde boşa gider, ölümden sonra
eserlerinin de
Allah katında ahiret için kendilerine hiç bir hayır ve faydası olmaz, o
büyük
azaptan kurtarmaz. "Onlar öyle kimselerdir ki, ahirette onlar için
yalnız
ateş vardır ve yaptıklarının hepsi orada boşa çıkmıştır, amelleri hep
batıl
olmuştur." (Hud, 11/16);
"Kendilerinden
azap hafifletilmez, onların yüzlerine de bakılmaz." (Bakara, 2/162)
Bununla beraber şundan da gaflet edilmemek gerekir ki, Peygamber'e
şenean ile
buğz ve düşmanlık, ona iman etmekten ibaret olan küfürden daha özel,
daha
şiddetli bir küfürdür. Bunun fiilen ortaya çıkarılması, ona fiilen harp
ilanı
olacağı gibi, sözlü olarak açıklanması da, o mânâda olarak, sövme ve
küfretme
olur. Bunun ise Hak şeriatta hakkı harp ve öldürmedir. Peygamber'e sırf
dininden dolayı düşmanlık ederek ebter (güdük) veya "münbetir
sanevber" (kesik çam) diye buğz ve küfürünü açıklayan şani' (buğz
edici)
de ona şöyle sövmekle küfretmiş olduğundan "kurban kes" emrinden
sonra tahkik ile beraber illiyet de ifade eden ile talil siyakında
"Muhakkak ki sanabuğzeden ebterin kendisidir." buyurulmasında ona
öyle sövenlerin önünde olmazsa sonunda kesilmeye hak kazanmış
olduklarına
işaret ve hatta sonlarında bir hayırları kalmayıp büsbütün çirkin adlı
olacaklarını hatırlatmak, Resulullah'ın ise onların zıddına olarak
hayır ve
feyzinin, eserlerinin ve faziletinin kesilmeyeceğini haber verme
vardır. Bundan
dolayı Resulullah'ın keder etmeyip de Rabb'inin lütfuna şükretmek üzere
ibadet
ve kulluk ile meşgul olarak namaz kılıp kurban kesmesi ve böyle hayır
için
fedakarlıkla Allah'ın nimetini söylemesi emrolunmuştur. Ona ebter
(güdük) diyen
buğuzcu, onun erkek evladının vefatını bahane etmiş olduğundan dolayı
burada
Peygamber'in neslinin de kesilmeyeceği ilk önce anlaşılması gereken bir
mânâ
olduğu için, bundan kız evladı ve onların evladı ve evladının evladı da
zincirleme olarak evladdan, torunlardan, zürriyetten olduğuna istidlal
edilmiştir, bu da doğrudur. Bununla beraber Resulullah'ın müteaddid
erkek
evladı da olmuşken, bunların uzun yaşamayıp da onun neslinin yalnız kız
evladından çoğalmış olmasının da elbet bir mânâsı ve hikmeti olması
gerekir. Bu
da peygamberlerin sonuncusu olması ile izah edilmiştir. Onun ruhanî
kuvveti
gibi cismanî kuvvetinin de feyiz ve kemali açıklanmak üzere kendisine
hem oğul,
hem kız nesiller de verilmiş, fakat peygamberlik şerefi kendisiyle
bitirildiği
ve bundan dolayı onun dini, kitabı kıyamete kadar bâkî olup kendisinden
sonra
peygamber gönderilmeyeceği cihetle oğullarının baki kalmaları halinde
peygamberliğe mazhar edilmeleri bu hikmete uygun olmayacağı gibi,
nübüvvetsiz
olarak bekaları da tam mânâsıyla hayırlı evlat olmalarına engel ve
şanlarına
eksiklik olacağından, onların masum olarak vefatları hem kendi
haklarında, hem
de Resulullah hakkında daha hayırlı, daha kudsi olmuştur.
Bundan
başka peygamberliğinin genelliği, dininin yayılması ve ümmetinin
çoğalması
açısından bunun ümmet hakkında da hayır olduğunda ve bu şekilde de
Resulullah'ın ümmetine örnek olması kendisinin ecir ve feyzini daha
yükseltmiş
bulunduğunda da tereddüde yer yoktur. Zira oğullarının kendisinden
sonra baki
kalmaları takdirinde peygamberliğe mazhar edilmeyince hiç olmazsa
imamet
velayetine varis kılınmaları yakışırdı. Bu ise imamet velayetini
ehliyetten çok
neseb verasetine hasretmek olacağından, bu inhisar da Muhammedî
nübüvvetin
genelliğine "Dinini, bütün dinlerin üstüne çıkarması için." (Saf,
61/9) hikmetiyle gönderilen hidayet ve hak dininin gayesine, "Allah
yanında en üstün olanınız, en çok korunanınızdır." (Hucurat, 49/13);
"Allah, size emanetleri ehline vermenizi emrediyor." (Nisa, 4/58);
"Sizi yeryüzünde halifeler yapan odur." (Fatır, 35/39); "O,
hanginizin daha güzel iş yapacağınızı denemek için." (Mülk, 67/2),
"Hayır işlerine koşun, hepinizin dönüşü Allah'adır." (Maide, 5/48)
gibi üstünlük ve fazilet esaslarıyla bütün âlemde zuhur ve yayılması
hikmetlerine aykırı bulunurdu. Bu tahsis kastedilmeyince de bu yüzden
ümmet
için fitneye zahiri bir sebep olurdu. Kadınlarda ise Peygamberlik ve
imamlık
kazıyye (önerme)si esas itibarıyla varid olmadığı için kızları hakkında
bu
mahzurlar varid olmaz. Bundan dolayı Resulullah'ın neslini kız
evladından
ilerletip de erkek evladının fazla yaşamamasının açık olan makul hikmet
ve
mânâsı bu iki sebepte özetlenebilir: Kendisinden sonra peygamberlik
olmaması,
imamet ve velayetin de nesebî verasete tahsis edilmemesi. Yoksa
cahiliye
Araplarının zannettiği gibi oğulların vefatıyla zürriyetin büsbütün
kesileceği
ve kız evladının evladı, evlad ve zürriyetinden sayılmayacağı için
değildir. Ve
belli ki bu son âyet gaybla ilgili ihbarı da içermektedir.
İşte
Muhammed Aleyhisselam'ın şanını Kevser'le anlatan ve her yönden şükür
ve
hamdetmekle namaz kılıp kurban keserek Bayram yapılmaya layık müjdeleri
ihtiva
eden bu yüksek sûre, vecizliğiyle beraber böyle birçok latifeleri ve
hikmetleri
içine almaktadır. Razî tefsirinde bunun Duhâ Sûresi'nden beri gelen
sûrelere
olan münasebetiyle daha birçok işaret ve latifelerini pek güzel beyan
etmiş ve
açıklamış ve bu cümleden olarak demiştir ki:
"Bu
sûrenin latifelerinden biri de şudur: Allah yoluna giden salihler için
üç
derece vardır. En yükseği: Bütün kalbleri ve ruhları ile Allah
Teâlâ'nın nur-i
celaline garkolmalarıdır. İkincisi: Bedenen de taat ve ibadetlerle
meşgul
olmalarıdır. Üçüncüsü: Nefsi, özel lezzetler ve acil şehvetlere
dökülmekten
menetmek makamında olmalarıdır. İşte "biz sana Kevser'i verdik",
önceki makama işarettir ki, o da kudsî ruhun diğer beşerî ruhlardan
gerek sayıca
ve gerek nitelikçe kendini göstermiş olmasıdır. Sayıca kendini
gösterişi: Çünkü
başlangıçları pek çoktur. Nitelikçe kendini gösterişi de, o
başlangıçlardan
neticelere geçmekte diğer ruhlardan çok daha süratli olmasıdır. "Rabbin
için namaz kıl" ikinci mertebeye işaret; "Kurban kes" de üçüncü
mertebeye işarettir. Çünkü nefsi peşin lezzetlerden men etmek kurban
kesmek ve
boğazlamak mecrasına akıcıdır. Sonra da "muhakkak sana buğzeden,
güdüğün
kendisidir" buyurulmuştur. Bunun mânâsı da şudur: Seni şu özellikler
ile
acil şehvetlere davet eden nefis yok mu, o fanidir, baki kalan
güzellikler ise
Rabb'ın katında daha hayırlıdır. "Baki kalacak olan güzel işler
Rabbinin
katında sevapça da daha hayırlıdır, umutça da daha hayırlıdır." (Kehf,
18/46) o ise ebediyen baki olan rûhanî saadetler, Rabbanî
marifetlerdir."
|
|