|
Elmalı Tefsiri
1-2-3.
O
kâria. O çarpacak bela, yani kıyamet.
Çünkü "kâria", "kâr' "dan türemiştir. Maddesinden "kar'", şiddetli bir
ses çıkaracak derecede şiddetle dayanıp çarpmaktır. Sopayı başına
çaldı.
"Tokmak" mânâsına "mikraa", kapı çalmak mânâsına "kar'-ı bâb"; kılıçla
çarpışmak mânâsına "kılıçla vuruştu" ifadesi bundandır. Bu şekilde
çarpan
her şeye kâria, çoğulunda kavari' denilir. Sonra dehr (zaman)ın başlara
çarpan büyük hadiselerine kâria denilmiştir. Nitekim "Küfredenlere,
yaptıkları
işler sebebiyle bir felaket isabet edecek." (Ra'd, 13/31)
buyurulmuştur.
Kur'ân'ın inzar (korkutma) âyetlerine de denilir. Bilhassa elif-lâm ile
"el-Kâria" da "el-Hâkka" gibi kıyametin isimlerinden olmuştur. Ki
başlangıcı,
birinci sûr üfleme, sonu da kaza etmektir. Böyle isimlendirmenin de bir
kaç vechi söylenmiştir.
1-
İnsanların
akıllarını alacak, ödlerini
patlatacak olan ilk haykırıştır.
"(Birinci
defa) Sûr'a üflendi, göklerde ve
yerde olanlar (korkudan) düşüp bayıldılar." (Zümer, 39/68) buyurulduğu
üzere "sa'k" üflemesinde olacaktır. "Onlar, başka değil, sadece korkunç
bir sese bakıyorlar." (Yâsin, 36/49) buyurulması da bunu teyit eder.
2-
Âlemin
tahribi zamanında ulvî ve süflî
cisimlerin şiddetle, çarpışacaklarından dolayıdır.
3-
Kâria,
insanları korku ve dehşet ile çarpan
demektir. Bu ise gökde yarılma ve parçalanma; Güneş ve Ay'da dürme,
çarpıp
yıkma; yıldızlarda saçılmak; dağlarda ufalmak ve kökünden sökmek; yerde
dürmek ve değiştirme iledir. Bu, Kelbi'nin görüşüdür.
4-
Hak
düşmanlarını zillet, azap ve işkence
ile çarpacağından dolayıdır ki, bu da Mükatil'in görüşüdür. Bazı
araştırmacılar
demiştir ki, bu, Kelbi'nin görüşünden daha kuvvetlidir. Çünkü "Ve onlar
(hayır işleyenler) o gün korkudan emin kalırlar." (Neml, 27/89)
buyurulmuştur.
Bununla beraber bu sûrede gelecek beyan ile yetinmek daha uygundur.
Nedir o
kâria? Mâ konumunda mahiyet ve hakikatten
sorudur. Fakat bununla maksat gerçekten soru değil, "o ne dehşetli
kariadır?"
meâlinde korkutmak için olması açıktır. Nitekim ne bildirdi sana ki,
nedir
o kâria (kıyamet)? buyurulması da onun hakikati, insanların ilim
dairesinin
dışında, yani fiilen görülmedikçe şiddet ve dehşetinin büyüklüğünü hiç
kimsenin hatta Peygamber'in bile dirayetle bilemeyeceğini hatırlatmak
suretiyle
o korkutma te'kit ve takviye edilmiştir. Zamir ile ifade edilmeyip de
"kâria"
isminin üç defa açıkça tekrar edilmesi de o korkutmayı terbiye ve
anlatmak
içindir. Bundan dolayı Râzî'nin zikrettiği üzere birtakım tefsir
bilginleri
nün irabı tahzir (sakındırma) babından olduğuna kâni olmuşlardır. Çünkü
"sakın kendini, arslan var aslan!" mânâsında diye tahzir (sakındırma)
nesb
ile de, ref ile de caizdir. Buna göre mânâ: Sakının kendinizi kâria
var,
çok korkunç kâria, öyle ki onun ne büyük kâria olduğunu görmeyince
dirayetle
bilemezsiniz, demek olur. Bunun aslı (kork) fiilinin mef'ulü olarak
nasıbdan
değiştirmedir. Diğer bir kısım tefsirciler de "size kâria gelecek", çok
dehşetli kâria, mânâsına olduğunu söylemişlerdir. Fakat fiil takdirine
ihtiyaç olmayacak "el-Kâria" doğrudan doğruya mübteda, ...'l-kâria) da
haber ve mübteda olarak cümlesi onun haberi olmak, tahzir (sakındırma)
ve tehvil (korkutma) kelâmın mânâsından anlaşılmak, yukarıki sûreye
göre
de, gösterildiği üzere, takdir edilmiş sorunun cevabı olmak daha açık
ve
daha tercihe değerdir.
4.
"O
gün
insanlar olur." Bu kelimesinin zahiri
zarf olmak üzere mensub olmaktır ki, yani o kâria o gün çarpacak ki
demek
olur "Keşşaf" sahibi bu vechi tercih etmiştir. "An o günü" diye
mukadder
ile mansub olduğunu da söyleyenler olmuştur. Bir de cümlesine muzaf
olmak
hasebiyle feth üzere mebnî, mahal itibarıyla merfu olarak mahzuf
mübtedanın
haberi de olur. Ki Ebu's-Suud'un beyanı üzere Kûfelilerin tercihi
budur.
Yani o kâria o gündür ki demek olur. Günden maksad da uzun zamandır.
"pervaneler
gibi" "Ferâş", "feraşe"nin çoğuludur. Geceleri ışık ve ateş etrafında
çırpınıp
uçarak kendisini ateş içine atan ve Farsça'da olduğu gibi dilimizde de
pervane diye bilinen küçük kelebeklere denir. Ateşe çarptıktan sonra
kanatlarını
yayıp döşendiği için feraşe diye isimlendirilmiştir.
Yayılmış,
demek olduğu için onların çok ve
yayılmakla çırpınıp çırpınıp yayılış, dağılış ve seriliş hallerini
özellikle
ifade etmektedir. Bundan görünen de sa'k (bayılma) halidir. Şiir ve
edebiyatta
pervane, kendisini ateşe atıncaya kadar mum ve ateşe düşkünlüğü
sebebiyle
kendini feda etmekle darb-ı mesel olmuştur. Nitekim Şeyh Sadi
feryadıyla
meşhur olan bülbüle aşkı öğretmek için:
Ey
murğ-i
seher zi-pervâne biyâmuz
K'ân sûhterâ
can şüd ü âvâz neyâmed
"Ey seher
kuşu! Aşkı pervane (kelebek)den
öğren.
Zira o
yanmışın canı gitti de sesi çıkmadı".
Yani
sen de
onun gibi can verde feryat edip
durma! demiştir. Şüphe yok ki Sâdi, bununla bir ateşe tapıcılık remzi
değil,
ilâhî aşkda sabır ve ihlas ile bir fedakârlık misali kastetmiştir. Bu
mânâ
ile bizim Divan Edebiyatı'nda da nar (ateş)dan çok, nur üzerine dönen
pervane
(kelebek)ye dair:
"Döner
pervane-âsâ bâşıma her ârif-i billâh
Dilim bezm-i
hakikatte çerağ-ı ruşen olmuştur"
"Allah'ı
tanıyan herkes pervane gibi etrafımda
döner.
Gönlüm
hakikat meclisinde parlak bir kandil
olmuştur." gibi binlerce mazmun söylenmiştir.
Peygamber'e
ait Mevlid'de Süleyman Çelebi
Efendinin:
"Bir
aceb nur
kim Güneş pervanesi", mısrası
da bunun en güzellerindendir. Fakat görülüyor ki, bu âyette "feraş-i
mebsus"
(yayılan pervaneler) diye ifade olması kelebeklerin hali övülecek ve
gıbta
olunacak bir durum olarak değil, son derece sakınılması gereken
kârianın
(kıyametin) dehşetini, en büyük bir felaket perişanlığının şiddet ve
korkusunu
temsil biçiminde zikrolunmaktadır. Bu itibar ile burada ateşe
tapanların
ve onlar gibi batıl inançlarıyla kendilerini ateşlere atanların
durumlarındaki
fecaate de bir işaret yok değilse de, yalnız onları değil, iyi ve kötü
bütün insanları saracak olan ve gerek hak uğrunda ve gerek batıl
peşinde
can vermek için çırpınıp serilenlerin hepsiyle ilgisi bulunan bir günün
korkusunu düşündürmektedir. Alûsî'nin naklettiği üzere "Te'vilat"
sahibi
demiştir ki: "Bunun yorumunda bir kaç vecih üzerinde ihtilaf etmişlerse
de hepsi bir mânâya dayanır: O günün korkusundan hayret ve ıstıraba
işarettir."
Katade'den rivayet olunduğu üzere bir takımları şu fikri benimsemişler
ve demişlerdir ki: "İnsanlar mahşere çağırıldıkları sıra, çağıran
davetçiye
doğru uçuşmakta ve nizamsız gelip gidişteki perişanlıkta, zayıflık ve
düşkünlükte,
çokluk ve yayılmada uçuşup çırpınan çeşitli kelebeklere
benzetilmişlerdir."
Bu mânâ ise Kamer Sûresi'ndeki: "O çağırıcının görülmemiş, tanınmamış
bir
şeye çağırdığı gün. Gözleri düşkün düşkün (zillet ve dehşet içinde)
kabirlerden
çıkarlar, tıpkı yayılan çekirgeler gibi. Boyunlarını çağırana doğru
uzatmış
koşarlarken." (Kamer, 54/6-8) mefhumu olduğundan, buradaki "feraş-i
mebsus"
(yayılan kelebekler) benzetmesi, oradaki "yayılan çekirgeler" teşbihi
(benzetmesi)
mânâsında demek olur. Nitekim Ferra, yerde yapılan ve dehşetle birbiri
üzerine yığılan çekirge kavgası, yani çekirge hurdalarına da "faraş"
denildiğini
söylemiş olduğundan "yayılmış kelebek", "yayılmış çekirge" demek
olduğunu
söyleyenler de olmuştur. Fakat genellikle lügat ve tefsirlerde bilinen
"feraş", yukarıda açıklandığı üzere kelebeklerdir. Bununla beraber
ikisine
de teşbihten kastedilen, o günün dehşetinden hayret ve ıstırabı tasvir
olmak itibarıyla, asıl mânâ bir demektir. Şu kadar ki, "yayılmış
çekirge"de
zarar durumu, kelebekte ise imtihan durumu daha açık görünür. Bir de
kelebekler
heyecan zamanında hep bir yöne değil, her biri çeşitli yöne dönerek
dağılır,
bayılırlar. Çekirgeler ise yayılmalarında çoğunlukla yığılarak bir
semte
yönelerek çılgın bir halde dalgalanır giderler. Bu itibar ile "yayılan
kelebek", kıyamet gününde çeşitli insanların, çeşit yönlere fırlayıp
yayılışları
halini; "yayılan çekirge" çoğunlukla bir semte sevkedilişleri halini
ifade
eder denilmiştir.
Hâsılı
o gün
o "kâria" (kıyamet) öyle çarpacak
ki, insanlar "yayılmış kelebekler" gibi olacak.
5. Dağlar
da
atılmış renkli yünler gibi olacak.
Dağlar böyle olunca insanların ne hale geleceği artık kıyas
olunabilirse
olunsun. O halde Allah'ın rahmeti yetişmeyecek olursa vay o insanların
haline.
IHN
, yün,
özellikle çeşitli renkte yün; MENFÛŞ
de didilmiş, atılmış yani parçaları parmaklarla birbirinden ayrılıp
dağılmakta
veya hallaçla atılmakta bulunan demektir ki, zerre zerre uçuştuğu
haldir.
Zira dağlar önce ufalanacak, sonra korkunç kum yığını olacak, sonra
bulut
gibi geçerek "atılmış renkli yün"ler gibi olacak. Sonra da serap
olacaktır.
Bu iki hal, yani insanların "yayılmış kelebekler" gibi ve dağların
"atılmış
renkli yünler" gibi olmaları hali, bizim idrakimize göre bütün yer
küresinin
volkan gibi infilak edip patlaması halini düşündürdüğü gibi, son zaman
savaşlarının o hali almaya doğru giden yıkıcı manzaralarını da göz
önüne
getirmektedir. Bununla beraber burada yalnız insanları nihayet ölüme
sevketmek
üzere parçalayıp seren ölüm bayılması değil, önceki sûrenin
"Kabirlerdekilerin
fırlatılacağı zaman." (Âdiyat, 100/9) âyetinden anlaşıldığı üzere
"Kabirlerden
çıkarlar." (Kamer, 54/7) âyeti delaletince kabirlerden fırlayıp yeniden
dirilmek ile ahirette hesap ve tartı için mahşere sevkedecek olan
kıyamet
sûrunun üflenmesine kadar geçen zamanı içine alan bir mânâdır ve bu
itibarladır
ki hakikati bizim dirayetlerimizin tasavvurları hududu dışında ve ancak
Allah'ın haber vermesiyle hakkın ğaybına eren, iman sahasına giren bir
durumu haiz olduğu "kârianın ne olduğunu sana ne bildirdi?" hitabıyla
anlatılmıştır.
Bundan dolayı kıyametin başlangıcı olan korku üflemesinden "(O gün
insanlardan)
bir kısmı cennette, bir kısmı ateştedir." (Şûrâ, 42/7) ayrımının
tahakkuk
edeceği kaza faslı zamanına kadar devam edecek olan bu kâria günü iki
kısma
ayrılmış demektir ki, birincisi ölüm üflemesi ile dirilip ayaklanma
üflemesinin
ayırım günü olan mizan (tartı) ve fasıl (ayrılma) zamanına kadar olan
haşr
ve neşr kısmı; ikincisi de insanların "(O gün insanların) bir bölümü
cennette,
bir bölümü ateştedir." (Şûrâ, 42/7) olmak üzere iki kısma ayrıldıkları
fasl (ayrılma) ve hüküm anından ötesi, yani cennet ehlinin cennete,
cehennem
ehlinin cehenneme sevk ve sokulmalarıyla hükmün yerine getirilmesi
devri
demek olan ebedilik safhasıdır. İşte "kâria"nın herkesi içine alan
birinci
bölümünü açıkladıktan sonra netice ve sonu bulunan, insanları mes'ud ve
bedbaht iki kısma ayıracak olan bu ikinci safhasını açıklayarak
buyuruluyor
ki:
6-7. İşte
o
gün mizan (tartı)ları ağır basan
her kimse.
MEVÂZÎN
kelimesi, "mîzân"ın çoğuludur. Zira
veznin aslında "vâv"ile "mivzân"dır. "Vav" sakin, önceki harf esreli
olduğu
için "yâ"ya dönüştürülmüştür. Bununla beraber "mevâzîn", "mevzûn"un
çoğulu
da olur. Bilinmektedir ki "mizân", tartı âleti, eşyanın veznini, yani
ağırlık
nisbetini ölçmeye mahsus olan terazi demektir. Bununla birlikte
ağırlığa
mahsus olmayarak adalet ve hukuk gibi manevi olan her hangi bir nisbeti
mukayese ile tayin için de mecaz olarak kullanılır. Nitekim toplama ve
çıkarma gibi bir hesap işleminin doğruluğunu denemek için yapılan
karşıt
işleme mizan denilmek meşhur olduğu gibi, bir hesap defterinin matlub
alacak
ve borcunun karşılaştırılmasına da mizan denilir. Yine bilinmektedir
ki,
bir mizanın ağır gelmesi, ağır basması, onunla tartılan mevzunun
(tartılanın)
ağırlığıyla orantılıdır. Asıl kastedilen tartılanın tartısıdır. Onun
için
burada da "mevazin", mizanın veya mevzunun çoğulu olmak üzere iki görüş
rivayet edilmiştir. Nitekim Râzî der ki: "Mevâzîn"de iki görüş vardır:
Birincisi:
"Mevzûn"un çoğulu olmasıdır ki,
Allah katında vezin ve kıymeti olan ameldir. Ferrâ bunu kabullenmiş ve
demiştir ki: Bunun benzeri: Bende senin dirhemimsi mîzânın, senin
dirheminin
vezni ile bir dirhem var ve benim evim, senin evinin tam mîzanında ve
veznindedir.
Yani tam hizasında veya dengidir denilmesindeki mânâdır.
İkincisi:
"Mîzân"ın çoğuludur. İbnü Abbas
demiştir ki: Mîzânın bir dili ve iki kefesi vardır. Onda ancak ameller
tartılır. Allah'a itaat edenlerin haseneleri, sevapları en güzel
şekilde
getirilir, üstün olunca cennet onun olur. Kâfirin de kötülükleri en
çirkin
şekilde getirilir, tartısı hafif gelir, cehenneme girer. Hasen'den de:
İki kefesi vardır, fakat tansif olunamaz, diye rivayet edilmiştir.
Kelâm
bilginleri demişlerdir ki, sevapların ve kötülüklerin kendileri işin
bitmesinden
sonra tartılması mümkün değildir. Ancak yazılmış oldukları amel
sayfaları
tartılır. Yahut nur, iyilik alâmeti kılınır; zulmet kötülük alâmeti
kılınır.
Yahut iyilikler, iyilik şekliyle; kötülükler, kötü şekliyle şekillenir
de o şekilde ağırlık ve hafiflik ortaya çıkar. Bunun faydası da ilâhî
adaleti
ortaya çıkarmak ve mazeretleri defetmek için halkın toplandığı büyük
topluluk
içinde iyilik sahibinin güzel hal ve tavırları açık olarak sevinci
artmış
olması ve kötülük sahibinin çirkin hal ve tavırları açık olarak kepaze
ve rüsvay olmasıdır". Bazıları da vezn (tartı), doğru kaza ve adil
hükümdür,
demişler. Mücahid, A'meş ve Dahhak buna kani olmuşlardır.
Müteahhirînden
birçoğu da bunu benimsemişler ve demişlerdir ki: Terazi ile ancak
cisimlerin
ağırlıkları, miktarı bilinebilir, bitmiş araz (kendi kendine
bulunamayan)
olan amellerin miktarları onunla nasıl tartılır? Fakat şunu itiraf
etmek
gerekir ki bunun mânâsı, mutlak mîzân (terazi) ve vezni inkar değil,
amellerin
cismani tartı ile tartılamayacağını söylemektir. Yoksa ister manevi
olsun,
iki şey arasında bir hak ölçü ve tartısı olmayınca bir adalet tecellisi
düşünülemez. Onun içindir ki, "Kitabı ve ölçüyü, bir gerçek olarak
indiren
Allah'tır." (Şûrâ, 42/17) buyurulmuştur. "Biz kıyamet günü için adalet
terazileri kuracağız. Hiç bir kimse, hiç bir zulme uğratılmayacaktır."
(Enbiya, 21/47) buyurulduğu üzere kıyamet günü için konulacak olan
adalet
tartıları da aynı mânâda olarak adaleti hakkıyla tecelli ettirmek üzere
konulacak hak kanunu olmalıdır ki, kıyametin bütün karışıklık ve
buhranı
onun ortaya çıkardığı adalet tartısıyla halledilip ayrılacaktır, demek
olur. Bu mânâ ile tartının tatbiki ise yalnız cisimlerde değil, arazda
da cereyan eder. Nasıl ki ısı ve soğuk gibi arazdan olan şeyler de
kendilerine
mahsus tartılarla tartılır. Şu halde "O gün tartı haktır." (A'raf, 7/8)
buyurulduğu üzere kıyamet günü hak olduğunda şüphe olmayan amellerin
tartılması
da gereği gibi bir tartısı olmak ve her tartı gibi onun da iki tarafın
eşitliğine işaret eden bir dil ile iki tarafı bulunmak gerekirse de,
amellerin
hakikatine göre bunun durum ve niceliğinin tayin ve tarifi bizim idrak
ve dirayetimizin kapsamı sahasından uzaktır. Onun için demişlerdir ki
tartı
ve terazinin hakikat olduğuna iman etmek lazım gelmekle beraber,
niceliğinin
tarifine iman etmek şart değildir. Bununla beraber şunu da itiraf etmek
gerekir ki, amellerin cismanî bir şekilde tartılması da hiç tasavvur
olunamaz
değildir. Zira ameller kendileri durumları itibariyle cisim değilseler
de, eserleri itibarıyla cismanî değer ve kıymetleri içerdiklerinde de
şüphe
yoktur. Bütün cisimlerin yaratılışı Allah'ın fiili olduğu gibi,
insanlar
en güzel sanat ve amelleriyle müsabaka ve imtihan edilmek için
yaratılmışlar
hayat ve ölüm ile mübtela kılınmışlardır. Bu yönden ameller, Allah
yanında
değeri olan sevap veya ıkâb (ceza) ile karşılanmak için ahirette
üzerlerine
düşecek eserler noktasından kazanacakları şekle göre bir terazi ile
tartılması
gerekir. Dünyada bunların akıl ve mantık, için şeriat itibarıyla
mizanları
indirilmiş olduğu gibi Allah katında hakikat âlemindeki değerlerine
göre
de bir tartıları var demektir ki, bu onların ahiret neş'etinde ortaya
çıkacakları
hakiki şekilleriyle orantılı olan bir tartı olarak ruhani ve cismani
her
iki itibarla da tecelli edebilir. İşte İbnü Abbas hazretlerinden
rivayet
edilen iyiliklerin, iyi şekilleri; kötülüklerin çirkin şekilleri ile
tartılmaları
önermesi de eserler itibariyle tartıları demek olacağı gibi, amel
defterlerinin
tartısı veya alametleri olan nur ve karanlığın tartısı hakkındaki
görüşler
veya rivayetler de yine eserler itibariyle tartı mânâsına dönüşür.
Bunların
her birine delalet eden eserler (rivayetler) de varid olmuştur. Şu
halde
amellerin tartısı netice itibarıyla ilâhî hüküm ve adaleti ortaya
çıkarma
mânâsı şüphesiz olmakla beraber, layık olan her hangi bir şekil ile
doğru
tartıda gerçekten vezin mânâsı da imkansız değildir. Şu halde amellerin
mutlaka vezin ve tartısını inkar etmek küfür olursa da, niceliği
hakkındaki
tafsilatı inkar, küfrü gerektirmiş olmaz. Bundan dolayı Alûsî demiştir
ki: Bu âyet amellerin tartılmasına işarettir ve buna hakikat olarak
iman
etmek vaciptir. Ancak inkâr eden küfre nisbet olunmaz. Yani zahiri
vechile
cismani mânâyı inkar edip de adalete yorma gibi mecaza kani olanlar
küfre
nisbet edilmez. Zira onlar inkarcı değil, yorumcudurlar. Nassın yoruma
ihtimali de açıktır. Yoksa mutlaka vezin (tartı), Kur'ân'da açık olduğu
için inkârının küfür olacağında şüphe yoktur. Ve bu tartı, sayfaların
uçuşmasından,
sağdan ve soldan verilip alınışından, sual ve hesaptan sonradır. Vahidi
ve daha başkaları böyle zikretmişlerdir. Ve "Kenzu'l-Esrar" sahibi de
buna
kesin hüküm vermiştir. Ve o, bir dili ve yer ve göğün tabakaları gibi
iki
kefesi bulunan bir terazi ile olacaktır ki mahiyetini ancak Allah
bilir.
İbnü
Abbas'tan ve Hasan-ı Basrî'den böyle
rivayet olunmuştur. Ve "Şerh-i Makasıd"da tefsircilerden çoğuna nisbet
edilmiştir. "Nevadiru'l-Usul"de zikredildiğine göre yeri de cennet ile
cehennem arasıdır. En meşhur ve sahih olan da bu, bütün ümmetler ve
bütün
ameller için zikredildiği üzere bir terazidir. Çoğul kipiyle
buyurulması
ise ya "Âd (kavmi) de Peygamberleri yalanladı." (Şuarâ, 26/123)
âyetinde
olduğu gibi tazim (büyükleme) için veya (başının ortasındaki saçları
ağardı)
kabilinden kısımları itibariyle yahut itibari değişimle fertlerinin
çoğalması
itibarıyladır ki şairin:
"Şimşeğin
parıltısı yahut güneşlerin ışığı"
mısraındaki "şümûs" (güneşler) gibidir. Konunun çoğul olduğuna göre ise
yoruma ihtiyaç yoktur. Ağırlık da rüçhan (üstün gelme) mânâsına olması
tartışmasız olur.
Böyle
"mevazin" (tartılar)i ağır basan, güzel
amelleri üstün gelen kısım artık o bir hoşnut geçimdir. Râzî (razı
olucu)
bir hayat, hoşnut bir geçim ve yaşayış içindedir. Gerçekte razı ve
hoşnut
olmak, hayatın şanı değil, sahibinin sıfatı olduğundan görünürde
ifadenin
hakkı, "geçim, razı olmak" değil, razı olunan olması yani "razı olunan
hayat" denilmek iken tersi zâhir olarak "hoşnut olan hayat" buyurulması
belagatlı bir nükteyi içerir ki, rızanın tasavvurlar üstünde olan
kemalini
belagatle ifade ederek sahibinin o hayata tam ehliyetini, hem razı
olan,
hem razı olunan (râdiye ve mardıyye) makamında bulunduğuna işaret eder.
Yani öyle güzel bir hayat ve geçim ki güzel amelleriyle ona sebep olan
kimseyi sadece razı ve hoşnut etmekle kalmaz, aynı zamanda onu, "Ey
huzura
ermiş nefis, razı olmuş ve razı olunmuş olarak Rabbine dön, (iyi)
kullarım
arasına gir, cennetime gir." (Fecr, 89/27-30) âyeti delaletince nefs-i
râdiyye (razı olan nefis) makamından, nefs-i mardıyye (kendisinden razı
olunan nefis) makamına yükselterek ebedi olarak mesud edecek ve ondan
asla
ayrılmak istemeyecek şekilde kendisini bütün hoşnutlukla sarar, ebedi
bir
rıza ve hoşnutluğa ait muhiti içinde ihata eder, kuşatır, donatır,
Âlûsî
der ki: Meşhur olan burada razıye (razı olucu), nisbet bakımından
olmaktır,
yani rızanın kendisi: Rızalı, hoşnutluklu bir hayat demektir. Kelimenin
kendisinde veya isnadda mecaz olarak "râzîye"nin, "merdıyye" mânâsı
olması
da caiz görülmüştür ki, bunun hakikati, sahibinin razı olacağı bir
hayat
demek olur. Meâni kitaplarında anlatıldığı üzere bunda "istiare-i
mekniye"
ve tahliliyye de caiz görülmüştür. Fakat bazı büyükler burada çok güzel
bir beyanda bulunmuşlar ve demişlerdir ki, "niseb" babında olanlar diye
tevil olunur ve müennes getirilmez. Çünkü bir mevsuf üzerine cereyan
ettirilmeyip
cansızlara katılır. Sirafi'den de şöyle nakledilmiş: de nin sükutu
meselesinde
yaptıkları tâlile atıp tutarak demiştir ki: Halbuki bunda iki vecih
vardır:
Birisi, o hayat, ehline razı olmuştur, onlardan hoşnut kendilerinden
ayrılmaz.
Onları bırakmaz, ayrılmaz mânâsına olmasıdır. diğeri de "allame",
"raviye"
gibi mubalağa için olmaktır. Bir de şöyle tevcih edilmiştir. nin lüzumu
nın sukûtuyla bünye (yapı)ye noksanlık vermemek içindir. ve gibi.
Halbuki
derler "Müf'ıl" ve "mif'al" babı müenneslenmez. Bununla beraber gibi
bazılarında
kattıkları da vardır. Sonra demiştir ki: Kabul etmeye değer olan budur.
Bunun neticesi birkaç vechile cevaptır:
Birincisi:
Burada "radıye" nisbet babından
değil, ism-i faildir, mânânın lazımı kastedilmiştir. Zira bir şeye razı
olan ve dileyen ona devam eder. Bu mecaz-ı mürsel veya istiaredir.
İsnadda
mecaz olup zikrolunan mânâ, neticesini beyan olması da caizdir.
İkincisi:
Mübalağa için olmaktır. Bu da "allame"
gibi, "faal" veznine özel değildir. Onun için "raviye" ile de temsil
etmiştir.
Üçüncüsü:
İlletlide 'nin katılması kelimenin
yapısını muhafaza etmek içindir. "Misakke", ya söz (istisna)dür, yahut
muctebbi mudaafe benzetmektir." Âlûsî bunu naklettikten sonra: "Bunu
hıfzet,
çünkü çok güzeldir, kitapların çoğunda bu yoktur" diye de bir
hatırlatma
yapmıştır. Birçok hususta bu "razı olan geçim" terkibi misal olarak
zikredilegeldiği
için biz de bu izahı kaydetmeye lüzum gördük.
8. Ve fakat
tartıları hafif gelen her kimse,
yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen
kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı
yeri, yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri
kalmayacak,
artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır. Diğer
bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe
takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.
9. Ve fakat
tartıları hafif gelen her kimse,
yani sevabı olmayan yahut günahları ağır basıp da sevapları hafif gelen
kısımdan olan kimse artık onun anası haviye (uçurum)dir. Yani varacağı
yeri, yatağı kucağına sığınacağı anavatanı haviyedir. Barınacak yeri
kalmayacak,
artık "haviye" denilen cehennem uçurumunun kucağına atılacaktır. Diğer
bir mânâ ile onun ümm-i dimağı, yani beyninin kökü haviye olacak, tepe
takla cehennemin dibine atılacak öyle kaynayacaktır.
10. O
haviyenin ne olduğuna, mahiyetine gelince
şöyle beyan buyurulur: Bildin mi ki o haviye nedir? ( inkârî istifham;
hâviyeye râci müennes zamiridir; sonundaki fasıla için ha-i şehittir.
Aslı
dir) mahiyeti neden ibarettir?
11. O
kızgın
bir ateştir, yani şiddetli, kızışkan
bir ateş. Bundan sonraki sûrede "cahim" diye zikrolunacak olan cehennem
ateşi, daha sonra "Hümeze" Sûresi'nde tarif olunacak olan Allah
ateşidir.
"Kamus"ta
kelimeleri, cehennemin isimleri
olarak geçmektedir. Yukardan aşağıya düşmek, sukut etmek mânâsına
"hüviy"
ve "heveyân"dan türemiş ism-i fail olarak "sakuf" mânâsına gelir ve
hava
boşluğu gibi içi boş, derin, düşüldükçe düşülür engin uçuruma, "mehvat"
gibi sukut yerine denir. Çukur demek olduğu gibi, "haviye" de devamlı
aşağıya
doğru düşen uçurum veya uçuruma düşen demek olabilir. Bu mânâdan
cehenneme
isim olmuştur. Ve Alûsî'nin naklettiği üzere denilmiştir ki: Ona
"hâviye"
denilmesi gayet derin olmasındandır. Bazıları da ateşin en aşağı
kapısına
tahsis etmişlerdir. İncil tercemelerinde de "haviye"ye tesadüf edilir.
"Ümm-i haviye" denilmesine gelince: Bunda işaret ettiğimiz vechile üç
mânâ
söylenmiştir:
Birincisi:
Ümm, ana mânâsından me'vâ, yani
varılacak, kucağına sığınılıp barınılacak yurt ve yatak mânâsına
istiare
yoluyla mecazdır. Zira ana kucağı, çocuğun sığınıp barınacağı sığınağı
olmak bakımından me'va ona benzetilmiştir ki, bunda pek acıklı bir alay
etme, küçümseme vardır. Nihayet sığınıp varacağı en şefkatli anası,
hâmisi
kızgın ateş olan haviyeden ibaret bulunan bir kimsenin halindeki
felaket
ve fecaatin şiddet ve büyüklüğünü düşünmeli.
İkincisi:
Araplar, bir kimsenin yok olmasına
dua makamında kinaye yoluyla derler ki, "anası ağlayıp düşesi,
bayılası!"
demek gibidir. Zira bir kimse düştüğü, helak olduğu zaman anası ağlar,
merakından düşer bayılır. Bu bizim, "anası ağlasın", yahut "anası
ağladı",
yahut "anası ağlayasıca" deyimlerimizi andırır. Bununla beraber,
"kahrolası,
Allah canını alası" duaları gibi duası da her zaman vaki olması
istenilen
dualardan olmayıp, teaccüb (hayrete düşme), takdir ve medhetmek için de
söylenir. Nitekim Ka'b b. Sa'di Ğanevi'nin şu beyti bu kabilden olarak
meşhurdur:
"Anası
ağlasın, o giderken sabah ne gönderdi?
Ve dönerken
gece ne çevirdi?" Yani ne kahraman,
ne afacan adamdı!
Hamase'nin
şu
beyti de o türdendir:
"Anaları
bayılası! Ne olmuştu onlara yıkıldıkları
gün. Ceyşan denilen yerde kesilen şan ve şeref sebeplerinden dolayı.
Mızraklar
gerdanlarında iken kaçmak ve ölüm korkusundan bir merdivene çıkmak
istemediler.
Eğer kaçsalardı yine aziz olacaklardı. Fakat ölüme karşı sabrı daha çok
değerli gördüler."
İşte
Katade'den bir rivayet olarak geldiği
üzere bir çok tefsirciler: İş bu tabirinden olduğunu söylemişlerdir
"Keşşaf"
sahibi ve "Müfredat"da Rağıb bunu tercih etmişler. "Keşşaf" sahibi
bunun
"razı olan hayat" kavline "tıbak sanatı"nı içermesi itibarıyla daha
bedi
olduğunu söylemiş, Taybî de buna "daha açık" demiştir. Bu mânâda "ümm",
hakikaten ana demek olduğu gibi, "haviye" de cehennemin ismi değil,
sakıta
(düşen) mânâsına demektir. Yani "anası düşmüştür" demek olup bununla
kıyamette
helak ve cezasının şiddetinden kinaye edilmiş olur. Bunun inceliğinde
şüphe
yoktur. Fakat bu şekilde " mahiye" zamiri "haviye"ye dönmeyip, kelamın
delâletinden anlaşılan, yani anasını ağlatan "dahiye"ye raci olmak
gerekir.
Halbuki önceki mânâda "haviye"ye dönüşü açık, istiare itibariyle
mübalağa
belağatı da şüphesiz olduğu için daha açıktır.
Üçüncüsü:
Yine Katade'den, Ebu Salih'den,
İkrime, Kelbi ve diğerlerinden rivayet edildiği üzere "ümm", beyin ve
başın
aslı ve kökü mânâsına olmaktır ki, bu şekilde "haviye", cehennem demek
de, ona sakıta (düşücü) demek de olabilir. Yani beyninin kökü haviye
olmuştur.
Yahut "tepe taklak haviyeye yuvarlanmıştır" demek olur. Çünkü tepesi
aşağı
olarak cehenneme atılacaktır. Şu halde "mahiye" zamirinde iki vecih
cereyan
eder: Nâr (ateş), (bu ateştir) takdirinde mahzuf mübtedanın haberidir.
HÂMİYE
yani
ısının şiddeti mânâsına "hami"den,
kızgın ve kızışgın demektir "fırın kızıştı" demek olduğu gibi, "güneş
ve
ateş kızıştı, hararetleri şiddetlendi" demektir. Masdarı "hamyen" ve
"humyen"
ve "humuyyen" gelir. Ateş zaten kızgın demek iken, "nâr" denildikten
sonra
bir de "hamiye" (kızgın) diye tavsifi, diğer ateşlerin buna oranla
sanki
"hamiye" (kızgın) değil, soğukmuşlar gibi hafif kalacaklarına işaret
eden
bir teşdid (kuvvetlendirme)dir. İşte o kâria (kıyamet)da tartıları
hafif
gelenlerin sonu budur. "Allah korusun."
|
|