|
1-2.
Saat
yaklaştı, müminlere sevabın, kâfirlere cezanın vaad edildiği kıyamet
vakti günden güne yaklaşmaktadır. Hazırlanmak gerekir. Ve Ay, yarıldı.
Peygamber (s.a.v)'in en parlak mucizelerinden olan ayın yarılması
mucizesi meydana geldi. Sahabe, Tâbiîn ve Müteahhirîn (daha sonraki
dönemde yaşayanlar)'den bilinen tefsircilerin hepsi, âyetin bu mucizeyi
haber verdiğinde ittifak etmişlerdir. Haber meşhurdur, sahabeden bir
hayli kimse rivayet etmiştir. Bunlar arasında Hz. Ali, İbnü Mes'ud,
İbnü Abbas, Huzeyfe, Enes, Cübeyr b. Mut'im, İbnü Ömer ve daha
başkalarını sayabiliriz. Gerçi İbnü Abbas ve Enes gibi bazıları bu
olaya bizzat şahid olmamışlardır. Zira İbnü Abbas henüz dünyaya
gelmemişti, Enes de Medine'de o sıralarda dört beş yaşlarında
bulunuyordu. Fakat âyetin tefsirinde olayı sahih olarak rivayet
etmişlerdir. İbnü Mes'ud, Cübeyr b. Mut'îm ise bizzat şahid olarak
rivayet edenlerdendir.
Buharî İbnü
Mes'ud'dan şu rivâyetleri nakleder:
1) "Resulullah
(s.a.v)'ın devrinde ay iki parçaya ayrıldı. Bir parça dağın üstünde bir
parça da dağın ardında idi. Resulullah: "Şahid olun" buyurdu.
2) "Ay yarıldı,
biz peygamberle beraberdik, iki parça oldu, bize şahid olun, şahid olun
buyurdu." Buharî'de İbnü Abbas'tan yapılan bir nakil de şöyledir:
"Peygamberin zamanında ay ikiye ayrıldı". Enes'ten de bir rivayet
vardır. "Mekke halkı, kendilerine bir âyet gösterilmesini istediler.
Peygamber de ayın yarılması mucizesini gösterdi, ay iki parçaya
ayrıldı."
Müslim'in ise
İbnü Mes'ud'dan yaptığı rivâyetler şöyledir:
1) "Resulullah
(s.a.v)'ın sözüyle ay iki parçaya bölündü. Resulullah: "Şahid olun"
buyurdu."
2) "Biz
Resulullah ile Mina'da bulunduğumuz sırada idi, ay ikiye ayrıldı. Bir
parçası dağın arkasında, bir parçası da beri tarafında idi. Resulullah
bize: "Şahid olun" buyurdu.
3)
"Resulullah'ın sözüyle ay iki kısma ayrıldı. Bir kısmını dağ örttü, bir
kısmı da dağın üstünde idi. Resulullah "Allah'ım şahid ol" dedi. İbnü
Ebî Adi rivâyetinde ise, "şahid olun, şahid olun" dediği nakledilir."
Enes de şöyle der: "Mekkeliler Resulullah (s.a.v)'tan bir mucize
göstermesini istediler, o da iki defa "ayın bölünmesi" mucizesini
gösterdi." Diğer bir rivâyette ise, "merreteyn" iki kerre sözü,
"firkateyn" iki parça olarak geçmektedir. Buharî'nin yaptığı gibi,
Tirmizi de İbnü Mes'ud'dan şu hadisleri nakleder: "Biz Resulullah ile
beraber Mina'daydık. Ay, iki parçaya bölündü. Bir parçası, dağın
ötesinde bir parçası da, berisinde idi. Resulullah bize "şahid olun"
dedi." Yani "Kıyamet saati yaklaştı, ay (ikiye) yarıldı". Tirmizî'nin
Enes'ten yaptığı nakil de şöyledir: "Mekkeliler Peygamber (s.a.v)'den
bir mucize istediler. Bunun üzerine Mekke'de ay iki kere (merreteyn)
yarıldı. İşte bu olaydan dolayı âyeti nazil oldu. İbnü Ömer'den de şu
rivâyeti nakleder: "Resulullah'ın sözüyle ay yarıldı. Resulullah:
"Şahid olun" buyurdu." Tirmizî, Cübeyr b. Mutim'den de şu nakilde
bulunur: "Peygamber'in sözüyle ay yarıldı, hatta iki parça oldu. Biri
şu dağın üstünde diğeri de şu dağın üstünde idi. Bunun üzerine,
"Muhammed bizi büyüledi." dediler. Bir kısmı da, "Eğer bizi büyüledi
ise herkesi de büyüleyemez ya!" dediler.
Şifâ-i Şerif'de
de Ebu Huzeyfeti'l-Erhabî'den şöyle bir rivayet nakledilir: Hz. Ali
dedi ki; "Ay ikiye ayrıldı. O sırada biz Resulullah ile beraberdik."
Yine "Şifâ"da ve
Ahmed b. Hanbel'in Müsned'inde Esved rivayetiyle İbnü Mes'ud'un: "Hatta
dağı, ayın iki parçası arasında gördüm." dediği nakledilir. Ayrıca
Mesruk rivâyetiyle de İbnü Mes'ûd'dan şu nakledilir: "Kureyş kâfirleri
"Ebu Kebşe'nin oğlu size büyü yaptı." dediler. İçlerinden birisi, "Eğer
Muhammed, aya büyü yaptı ise, büyüsü bütün yeryüzündeki insanları
tutacak değil ya! Diğer belde (şehir)lerden gelenlere sorun bakalım
görmüşler mi? " dedi. Gelenlere sordular, onlar da aynı şekilde
gördüklerini söylediler." Semerkandi'nin nakline göre; Ebu Cehil, "Bu
bir sihirdir. Uzaklarda yaşayanlara haber gönderin gören olmuş mu
bakalım?" dedi. Uzaklarda yaşayanlar da ayı yarılmış olarak
gördüklerini haber verdiler.
Yine de onlar,
"Bu öteden beri süregelen bir sihirdir." dediler.
İbnü Cesir, İbnü
Ebî Hâtim ve Ebu Nuaym Delâil'de şu rivâyeti naklederler: "Huzeyfe
Medâyin'de okuduğu bir hutbesinde demişti ki: "Uyanın Allah Teâlâ,
"kıyamet saati yaklaştı, ay (ikiye) ayrıldı" buyuruyor. Evet kıyamet
cidden yaklaştı ve peygamberimiz zamanında ay hakikaten ikiye ayrıldı.
Dünya ayrılık ilan etmektedir. Haberiniz olsun ki bugün meydan yarın
koşu vardır."
Kısacası bu
konuda hayli çok hadis mevcuttur. Bütün bunlar âyetin tefsiri hakkında
zikredilmiş rivâyetlerdir. Özellikle İbnü Mes'ud ve İbnü Abbas'ın
rivâyetlerindeki ifadeler, ayın yarılması mucizesinin mâzide olduğunu
göstermektedir. Nitekim İbnü Mes'ud'un diğer bir ifadesinde beş şey
geçmiştir. Bunlar "duhân (duman), lizâm (gereklilik), batşe (şiddetli
yakalama), kamer (ay) ve rum'dur. Enes'in rivâyetinde "iki defa"
ifâdesi vardır. Alûsî'nin nakline göre Abd b. Humeyd, Hakim, İbn
Merdûye ve Beyhakî İbnü Mes'ud'dan "Peygamber çıkmadan önce Mekke'de
iken ay'ı iki kere ikiye ayrılmış olarak gördüm." diye rivayet
etmişlerdir. Bunun için Hâfız Ebu'l-Fadl Irâkî "Nazmu's-siyer" adlı
eserinde yarılmanın iki kere vuku bulduğu üzerinde İcmâ' bulunduğuna
inanmış olarak, "İcmâ ile iki kere yarıldı." demiştir. Hafız İbnü Hacer
de ayın yarılması hakkında demiştir ki: "Peygamber (s.a.v) zamanında
yarılmanın birden fazla olduğunu kesin olarak kabul eden hiçbir hadis
âlimini tanımıyorum. "İcmâ ile" kaydı iki kereye değil, yarılmaya bağlı
olmalıdır diyenin kasdı da, firkateyn "iki parça" demek olsa
gerektir.> Aliyyu'l Kâri der ki: "İbnü Cevziyye bir kitabında
şunları söylemiştir: "Merreteyn"den bazı kere fiiler, bazı kere de
eşyanın kendisi kasdedilir. Ekseriya fiiller için kullanılmakla beraber
"Resulullah zamanında ay iki defa yarıldı." hadisinde olduğu gibi
a'yânda dahi kullanılır ki, bu hadiste şıkkayn (iki yarım) ve filkateyn
(iki parça) demektir. Bunu bilmeyenler, yarılmayı iki zamanda iki defa
olmuş diye zannetmişlerdir. Halbuki şeyhim Irâkiye, yarılmanın bir kere
olduğunu söyledim bana cevap vermedi." Lakin Alûsî İbnü Mes'ûd
rivâyetinde şakketeyn (iki parça) ve merreteyn (iki kere) denilmesi
sebebiyle bunun fırkateyn (iki yarım) mânâsına olmasının uygun
olmayacağını ifade ederek sözüne şöyle devam etmiştir. İbnü Mes'ud'un
sözündeki "merreteyn" ifadesinin, görmekle alakalı olması daha
uygundur. Buna göre mânâ, ikiye yarılma olmayıp, iki kere bakıp
şüphesiz olarak görme demektir. Bizim ise bu konuda vardığımız sonuç
şudur: Ayın yarılması hadisesi iki değil, bir keredir. Ancak bu inşikâk
(yarılma) esnasında ay, şimşek çakar gibi süratle iki defa ayrılıp
kapanmıştır. Ve iki ayrılış esnasında da dağ, yani Hira, yahut Ebu
Kubeys dağı ikiye ayrılan ayın arasından görülmüştür.
Ayetin "Ay
yarıldı" diye açıkça ifade ettiği hadislerde de bu şekilde meşhur
olduğu halde, bir iki müfessirin buna mecâzî bir mânâ verdiği de
söylenmiştir. Ebu's-Suûd'un nakline göre: Osman b. Ata, babasının "ay
kıyamet günü yarılacaktır" dediğini nakletmiştir. Nesefi gibi bazı
tefsirciler de, bu rivâyeti Hasan-ı Basrî'ye isnâd etmişlerdir. Gerçi
mazi (geçmiş zaman)nin muzâri (gelecek zaman) mânâsına geldiği ve
gerçekleşmesine işaret için gelecek zamanın mâzi sigasıyla ifade
edildiği yerler Kur'ân'da pek çoktur. Lakin burada böyle bir te'vilin
mânâsız olacağı gösterilmiştir. Çünkü önündeki âyeti, bunu
reddetmektedir. Fahru'd-dîn Râzî der ki: "Tefsircilerin hepsi bundan
maksadın, "Ay ikiye ayrıldı, onda bölünme meydana geldi." demek
olduğunu söylemişlerdir, nakledilen haberler de, yarılmanın meydana
geldiğine işaret etmektedir ve bu konudaki haberler de sahihtir."
Ayrıca ashabtan bir cemaat da yaptıkları rivâyetlerde, "Resulullah
(s.a.v)'tan bir mucize olarak ayı ikiye ayırması istendi, O da Rabbine
dua etti. Bunun üzerine Allah da onu ikiye ayırdı ve tekrar eski haline
döndü." demişlerdi. Bütün bunlara rağmen bazı tefsircilerin ortaya
çıkıp bundan kasdın "yarılacaktır" demeleri, uzak bir ihtimaldir ve
tamamen mânâsızdır. Çünkü onu kabul etmeyip imkansız gören felsefeci,
mâzide de öyle görür istikbalde de, mümkün olduğunu kabul eden için de
yoruma ihtiyaç yoktur. Ayın yarılması aslında mümkün olan şeylerdendir.
Meydana gelişi, doğru bir haberle ifade edilince inanmamak için hiçbir
sebeb yoktur. Mütevatir olan Kur'ân, onu isbât etmek için en kuvvetli
delil iken başkaca mütevatir haber aramaya da ihtiyaç yoktur. Olayın
dışındaki tarihçi ve falcıların farkına varamamasından veya onu bir ay
tutulması gibi görmelerinden dolayı yazıya geçirmemiş olmaları, söz
konusu olayı inkarda onları haklı çıkaramayacağı gibi, gök
cisimlerinin, yarılma ve kapanması mümkün değildir, diyenlerin
lakırtılarının da önemi yoktur. Boş ve mânâsız olduğu ortadadır." Ebu
Hayyân da der ki: Sözünün mânâsını "Kıyamette ikiye bölünecektir"
şeklinde zannedenlerin hilafına ümmetin ittifakı vardır ve onu
(bölünecektir diyenlerin görüşünü) "Onlar bir mucize görürlerse hemen
yüz çevirirler ve "Eskiden beri devam edegelen bir büyüdür." derler
(Kamer, 54/2) âyeti de reddetmektedir. Çünkü bu söz, ancak istenen bir
mucizenin meydana gelmesinden sonra münasip olur." Huzeyfe Medâin'deki
hutbesinde: "Uyanık olunuz ki, kıyamet saati yaklaştı ve Peygamber
zamanında ay hakikaten yarıldı." demişken, artık Hasan-ı Basrî'nin,
"Saat geldiği vakit, ikinci sûra üfürüldükten sonra ay yarılacaktır."
şeklindeki sözüne itibâr edilemeyeceği gibi, "Ayın yarılması ay doğduğu
esnada karanlığın yarılmasından ibarettir ve mânâsı: "durum ortaya
çıktı" demektir. Çünkü Araplar, açık olan şeyler için ayın, darb-ı
mesel (atasözü) yaparlar. Nitekim karanlığın ortadan kalkmasından
dolayı sabah vaktine felak (sabah aydınlığı) ismi verilmiştir ve
infilâka (yarılmaya), bölünme denilir." diyenlerin sözüne de iltifat
edilmez. Bunlar, bozuk görüşlerdir. Eğer müfessirler bunları
zikretmemiş olsalardı o zaman ben bunlara hiç itibar etmezdim.
Hakikaten imandan ziyade inkara arzulu olanları memnun edecek gibi
görünen bu son tevil, büsbütün bozuk bir safsatadır. Zira her dilde
olduğu gibi Araplar'da da ay ile aydınlığın mesel olmuş bir münasebeti
bulunduğu gizli bir şey değildir. Ayrıca bir şeyin üzerine ayın
doğması, açıklık ve meydana çıkmadan mecaz ve kinâye olabilirse de ayın
yarılmasına, karanlığın yarılması düşüncesinden hareketle "ayın
doğması" mânâsını vermek sonra da bundan açıklık aydınlık ve görünme
mânâsına geçerek, ortalığın aydınlandığı ve kıyametin yaklaştığı
mânâsını anlamak pek aykırı bir düşünce olur. Evet sabahleyin
karanlığın yarılmasına "fecr", "felak" ve "infilak" denilir. Çünkü
sabah demek, o karanlığın yarılışı ve açılışı demektir. Fakat bundan
dolayı güneşin doğmasına "inşikâk-ı şems" (güneşin yarılması)
denilemeyeceği gibi, ayın doğmasına da "inşikâk-ı kamer" denilemez.
Mecazda işitme şart değildir diye birisinin böyle bir mecaz
düşünebileceği farz edilirse, o zaman Kur'ân'ı böyle aykırı mânâlardan
uzak tutmak lazım gelir. Hatırlatmaya ihtiyaç yoktur ki, kıyametin
yaklaşmasına yakışan mânâ ayın doğması ile ortalığın aydınlanması
değil, ayın ayrılması ve gökteki cisimlerin de yıkılabileceğinin
anlaşılmasıdır. Bu sebebledir ki ayın yarılması mucizesi, saatin zamânâ
olan yakınlığından çok, akla yakınlığını göstermiştir. Bu münasebetle
şunu da söyleyelim ki: Hasan-ı Basrî ve Ata'ya isnad edilen mânâda bir
yanlış anlama vardır. Onların, ayın kıyamette yarılacağını söylemeleri,
geçmişte ayın yarılması olayını inkâr ettikleri şeklinde anlaşılmıştır.
Halbuki hakikat öyle değildir. Onlar, âyette açık ve haberde meşhur
olan mâzideki ayın yarılması hadisesini inkâr etmiş değil, âyetin
işaret ettiği diğer bir mânâyı açıklamış ve tefsir etmişlerdir. Yani
meydana gelen ayın yarılması mucizesinden ileride ayın büsbütün yarılıp
kıyametin kopacağı mânâsını anlamanın lüzumunu hatırlatmak
istemişlerdir. Zira "kıyamet saati yaklaştı ve ay yarıldı" denilince,
ayın yarılmasının kıyamet alâmetlerinden olduğu anlaşılmış oluyor.
Fakat Peygamber (s.a.v.) zamanında yarılmış olmakla, olduğu gibi
kalacak mıdır? Yoksa bu yarılışından ileride vakti geldiği zaman,
"Güneşle ay bir araya getirildiği zaman" (Kıyamet, 75/9) âyetine göre
hepsinde yok olma sırrının ortaya çıkacağını anlatmak için mi bu âyet
(Kamer, 54/1) zikredilmiştir? İşte Hasan ve Atâ "Ay, kıyamette
yarılacaktır." demekle bu hususa işaret etmiş olmaktadırlar. Bu mânâ,
zannedildiği gibi fiil-i mâzisinin muzâri mânâsına yorumlanması
tarzında bir mecaz ile te'vili değil, mazi olan yarılmanın
müstakbeldeki yarılmaya bir işâreti ve aynı zamanda "Kıyamet saati
yaklaştı." cümlesinin bir ifadesidir. Bu şöyle demektir: Ayın
yarılması, meydana gelmiş bir hadisedir. Mazide vuku bulan bu yarılma,
ayın ve onun gibi olan gök cisimlerinin de yarılıp parçalanabileceğini
ve bu suretle kâinattaki her şey hakkında Peygmaber (s.a.v)'in haber
verdiği kıyametin akla yakın olduğunu göstermiştir. Binaenaleyh
müşriklere, o saatin gelip çatması ile Peygamber'in zaferi de uzak
değil, yaklaşmaktadır denilmiştir. İşte bizim anladığımıza göre "ay
yarılacaktır" denilmesinin mânâsı budur. Bu da, bütün müfessirlerin
anladığı mânânın muhtevâsından başka bir şey değildir. Yoksa Hasan ile
Ata ayın yarılması mucizesinin vukuundan haberdar olmamış veya
rivâyetleri reddetmiş, yahut âyetin ifade şeklinden habersizce mazi
mânâsını ortadan kaldırmışlardır, demek için hiçbir delil yoktur. Ancak
istikbaldeki yarılmaya işaret için böyle söylemişlerdir.
Felsefe
açısından meselenin münakaşası, kelâm ilminin konusudur. Fahru'ddin-i
Râzî demiştir ki, "Felsefeci, (ayın yarılması hususunda) maziye de
istikbale de karşı çıkar." Esasen mucizeleri tasavvur edemeyenlere
karşı ilk yapılacak iş, Kur'ân'ın birçok yerinde yapıldığı gibi
yaratılıştaki acaibliklere dikkat nazarlarını çekmektir. Bunun için
önce burada İbn Sinâ'nın bazı sözlerini nakledelim:
İbnü Sînâ,
"İşarât"ının sonunda adıyla mucize ve keramet gibi olağanüstü ve
hayranlık uyandıran şeylerden bahseden "Onuncu ünite"de insan nefsinin
fevkalâdelikle ilgili olan bazı hususiyetlerine, karakter ve
kuvvetlerine, irfanına (kâinatın sırlarını bilmek kudretine) ve
metafizik âleme dair işaretlerden sonra şu uyarıları yaparak der ki:
"Belki sana ârifler (veliler) den alışılmamış türden birtakım haberler
ulaşır sen de hemen yalanlamaya kalkışırsın. Mesela denilir ki bir ârif
insanlar için yağmur duasına çıktı da, yağmur yağdı, yahut şifa
dileğinde bulundu da şifa buldular, veya aleyhlerine dua etti de
zelzeleye tutulup yere geçtiler, yahut başka bir şekilde helak
edildiler, yahut lehlerine dua etti de üzerlerinden vebayı, hastalığı,
sel ve tufanı bertaraf etti. Yahut bazılarına yırtıcı hayvanlar boyun
eğdi, yahut bir kısmından kuşlar kaçmadı ve daha bunlar gibi açıkça
imkansızlık derecesinde tutulmayacak şeyler duyduğun zaman birden bire
inkara kalkışma da bekle, acele etme. Çünkü tabiatın sırlarında bu nevi
olayların da sebebleri vardır. Belki ben sana bazılarını da hikaye
ederim. Tabiat âleminde gayba dair işler, üç kaynaktan meydana gelir.
Birincisi, daha önce zikredilen nefsin karakterleri; ikincisi, dört
unsurdan oluşan cisimlerin özellikleri ki mıknatısın kendine has olan
kuvveti ile demiri çekmesi gibi. Üçüncüsü göksel kuvvetler ki, bu
kuvvetlerle yer cisimlerinin konumlarına göre, özel tabiatları arasında
yahut onlarla insanların konumlarına göre özel tabiatları arasında
bulunan bir ilgi, bir takım garip izlerin meydana gelmesine yol açar.
Sihir, ilk kısma ait şeylerdendir. Belki mucizeler, kerametler ve
neyrencât, (bir şeyi başka şeye çevirme) ikinci kısımdandır. Tılsımlar
ise üçüncü kısma aittir. Sakın ukalalığın ve halktan farkın,
münkirlikle her şeyden sıyrılıp çıkmak olmasın. O, bir beyinsizlik,
hafiflik ve acizliktir. Sabit olan bir şeyi anlayamadığından dolayı
yalanlamandaki hımbıllık (güçsüzlük), delili olmayan bir şeyi tasdik
edivermendeki hımbıllıktan aşağı değildir. Kulağına gelen haberin
garipliği seni rahatsız etse bile onun imkânsız olduğuna delilin
olmadıkça bekle, hemen yalanlama. Doğru olan, bu durumdaki haberler
için delilin bulunmadıkça onların mümkün olabileceğini kabul etmektir.
İyi bil ki, tabiatta nice acayib ve aktif halde bulunan üstün
kuvvetlerle, etkilenen pasif kuvvetlerin birleşmesinde nice garip
durumlar vardır. Birader! Sana hak kaynağından yayık döğdüm ve latif
kelimeler içinde hikmet lokmaları ile ziyafet çektim. Sen, o gibi
cahillerden, rezillerden, görgüsü ve alışkanlığı olmayıp, gönül
eğlencesi koku arkasında dolaşmak olan kimselerden yahut şu feylesofluk
taslayanların inkârcılarından ve sinek gibi bulaşık mızmızlarından uzak
ol."
Böyle dua ile
deprem olabilmesi ve koleranın kalkabilmesini bile tabiat sırlarında
imkansız görmeyen İbnü Sinâ maalesef, tabiat ilmi adına nazariyyesinde
yanlış bir fikre saplanmış, gök ve göksel cisimleri, tabiatlarında
doğrusal harekete bir meyil ilkesi bulunmayan, el ile dokunulmayan sırf
örneği olmayan, maddesiz, basit bir cisim olarak düşünmüş ve bunun
sonucu olarak da tabiatında doğrusal hareket ilkesi bulunmayan bir
cismin yırtılma (yarılma) ve kapanma özelliğinin olamayacağını izah
ederek bu büyük önerme ile şu neticeye varmıştır. Cüssesi büyük olan,
yönleri sınırlayan ve kendisinde yalnız dairesel bir meyil ilkesi
bulunan göğün cismi, yırtılmayı kabul etmez. İbnü Sinâ bunu söylerken
delillere dayandığını da göstermiştir. Bu şekilde O, göğün, oluşum ve
bozulma kabul etmediğini, onun tekvînî (madde ve suretin birleşimi)
değil, ibdâî (maddesi ve örneği bulunmayan) bir cevher olduğunu
söylemiş, sonra da yıldızların, taşıyıcıları olan feleklerin cisim
olmadıklarını, bununla beraber dört unsurdan oluşmayan maddesiz bir
cevher cinsinden olduklarını ifade etmiştir. İbnü Sinâ daha sonra da bu
önermeye dayalı olarak mevcut olmayan cisimlerle mevcut olan cisimlerin
yabancı bir şey gibi birbirlerinin içine giremiyeceklerini binaenaleyh,
güneş, ay ve bütün yıldızların da basit (gayr-i mürekkeb) olmaları
gerektiğini isbatlı bir şekilde göstermiş, sonra da rengi kabul edip
görünür olmakla beraber kendilerine dokunulamayacağını da ilave
etmiştir. Kısacası gök ve felekler sanki uzak gibi koparılması
düşünülemeyecek sade bir boyut suretinde saydam ve basit bir büyük
cisim ve yıldızlar da ışık gibi görünen ve fakat dokunulması ve
bölünmesi mümkün olmayan, maddesiz basit ibdaî cisimler şeklinde
telakki edilerek ya heyûla (madde)larının başkalığından yahut
maddelerinin umumî tabiatı ile ayrılması mümkün olduğu halde,
cisimlerinin tabiatlarından dolayı gök ve göksel cisimlerin yırtılma
(yarılma) ve kapanmalarının tabiatıyla imkansız olduğu fizik
felsefesinde delillendirilmiş gibi sayılmakla, zamanlarının ilmi adına
bu felsefe ardından gidenler ayın tabiatına bakarak yarılmasını
imkansız zannetmişlerdir.
Ancak gerçekte
bu, delil ile isbat edilmiş olmayıp söylediğimiz gibi tabiatında
doğrusal harekete ilke olabilecek bir meyil bulunmadığını kabul eden
bir önermeye dayandırılmıştır ki, bu önermenin yıldızları da içine
almasında eski Batlamyos astronomi nazariyelerinin tesiri vardır. Haydi
uzay gibi hiç ölçüsü ve ağırlığı olmadığından dolayı harekete asla
meyli olmayan basit, bölünmeyen sade bir "Etendu" (boyut) suretinde bir
cisim tasavvur olunsun, fakat herhangi bir cisimde dairesel hareket
ilkesi olan meyil kabul edildikten sonra doğrusal hareket ilkesi olan
meylin imkansızlığını iddia eden bir konu bize tenakuz gibi
gelmektedir. Çünkü doğrusal veya dairesel olmak hareket kavramının
cevheri ile ilgili olmayıp, sıfatı ile ilgili bir durumdur. Birinin
mümkün olabildiği bir yerde, diğeri de mümkündür. İki hareketten
birisine mâni olan durumun, hareketin kendisinden değil başka bir
engelden olduğunu düşünmek gerekir. Burada Kelâmcıların münakaşalarını
izah edecek değiliz. Ancak şunu da söyleyelim ki bu feylesofların
yıldızları, taşıyıcıları olan yörüngelerle beraber hareket ettirebilmek
için maddesiz cisimlerden saymaları da doğru değildir. Onlar da yer
yüzü gibi maddî cisimlerden oluşturulmuştur. Dolayısıyla oluşum ve
bozulmayı kabul ederler. Zamanımızın fenni ve felsefî anlayışları da
böyledir. Hatta bugün kabul edilen görüşe göre arz güneşten ayrılmış
olduğu gibi, ay da arzdan ayrılmıştır. Buna göre de mâzide meydana
gelmiş bir hadise olarak doğrudur. Felsefeci isterse âyete bu anlamı
verebilir. Fakat bu mânâyı verirken gerek ayın yarılması mucizesini ve
gerek kıyametin kopmasıyla ileride ayın yarılabileceğini imkansız
saymağa hakkı olmadığını da itiraf etmesi gerekir.
Bugünkü fen, ayı
bir gök cismi kabul etmediği gibi yarılabilme kabiliyyetini de inkâr
etmez. Ancak yarılması için tatbik edilmesi lazım gelen kuvveti veya
kudreti tayin edebilmek bir mesele teşkil eder. Yoksa gerek içinden bir
parçalanma ve gerek dışından bir cereyan, bir dalga bir çarpışmanın
farzedilmesiyle parçalanması düşünülebileceği gibi bir nevi
elastikiyyet veya tazyikin farzedilmesiyle açılıp kapanmasını düşünmek
de mümkündür. Burada söz konusu olan müessir (tesir eden) ise Allah
Teâlâ'nın kudret ve iradesidir. Nitekim "Allah'ın izni olmadan hiçbir
Peygamber için mucize getirme imkanı yoktur." (Ra'd, 13/38) âyeti de
bunu ifade etmektedir. Necm Sûresi'ndeki "müthiş kuvvetlerin"
öğretilmesi ile "doğrulma"dan sonra "İki yay kadar yahut daha yakın
oldu." (Necm, 53/9) âyetinde ifade edilen sarkma sonucu mucizelerin
görünmesiyle ortaya çıkan aklî ve hissî yakınlık, Kamer Sûresi'nde
irade yakınlığı ile tecelli etmiş ve Resulullah (s.a.v)'ın arzusu
üzerine ayın yarılması ile ilgili ilâhî irade ortaya çıkmıştır.
Şeyh Muhyiddin-i
A'râbî "Fütuhât"ının üçyüz otuzuncu bâbında Hz. Muhammediyeden ayın
menzillerini bilme hakkında rûhânî bir ifade ile şöyle der: "(Ey
okuyucu!) Allah seni tarafından bir kuvvet ile güçlendirsin, bilki: Ay,
hilâl ile bedir arasında ışığın fazla ve noksan bulunması haliyle
görünen ara bir makamdır. Görülünce hayret ifadesi olarak "aay!" diye,
sesler yükseldiği için hilâl denilmiştir. Görenin gözüne ışığın,
dolunay halinde görünmesine de "bedr" denilir. Ayın, hilâl ile bedir
arasının dışında başka bir menzili yoktur. Ancak ay ile gözler arasına
perde olan güneş ışınları altında gözlerin idrakinden uzak kalan
dolunay haline "mihâk" denir. O vakit, ayın güneşe gelen yüzünde, tıpkı
bize doğru olduğu zamanki dolunay hali vardır. Güneşin görünmediği yüzü
de mihaktır. Bu iki makam arasında da, bir yüzünde ışık göründüğü kadar
diğer yüzünden eksilir ve bir yüzünden eksildiği kadar da diğer yüzünde
ışık görünür. Bu ise, yörünge çizgisinin eğik olmasındandır. Demek ki
o, hem daima dolunay, hem daima görünmez olur. Bu da, Allah Teâlâ'nın
veli kullarına bildirmeyi istediği bir sır içindir. Onlara fiilen bu
meseli zikretmiştir ki, bundan ibret alıp ayın yaratılış sebebini
anlasınlar. Yani varlığının şekli, ve göründüğü mertebelerin tefsirine
göre hallerinin değişmesi sebebiyle olgun insanı tanıma ve Allah'ı
bilme gayesine ersinler. Allah Teâlâ "Ay için bir takım menziller
(yörüngeler) tayin ettik." (Yâsin, 36/39) buyurdu da buna ne bedir, ne
de hilâl ismini vermedi. Çünkü ayın bu iki durumdan (hilâl-bedr) başka
menzili yoktur. Menziller tabiri, ancak ay hakkında doğru olur.
Yaklaşma ve sarkma dereceleri de ay içindir. Gayb âlemine giriş ve
şehadet âlemine çıkışta ışığın artması ve eksilmesi ona ait bir
özelliktir. Sonra Allah Teâlâ ayı, kâmil (olgun) insanın İlâhî suret
ile ortaya çıkışı için yarılma ile vasıflandırdı. Böylece kâmil insanın
ortaya çıkışı, ayın yarılması demek oldu. Onun için kâmil insanın
ortaya çıkışı ayın iki parça üzere yarılmasının ortaya çıkması gibi iki
emir üzerine gerçekleşti. Sahabilerden rivayet edildi ki, Resulullah'ın
sözü üzerine ay ikiye yarıldı. Araplar'dan bir cemaat, peygamberin hak
Peygamber olduğuna dair kendilerine bir mucize gösterilmesini
istemişlerdi. Bunun üzerine ay ikiye yarıldı da Resulullah (s.a.v) orda
hazır bulunanlara "şahid olun" dedi. Allah Teâlâ da "kıyamet saati
yaklaştı ve ay yarıldı." buyurdu. Fakat bu âyette Allah, istenen
yarılma mucizesini mi kasdetti? Bu bilinmiyor.> Mamafih âyetten
anlaşılan odur. Çünkü yarılmayı ifade eden kelâmın ardından "Onlar bir
mucize görürlerse hemen yüz çevirirler ve 'Eskiden beri süregelen bir
büyüdür.' derler." (Kamer, 54/2) buyurulmuştur. Gerçekten onlar ayın
yarılması mucizesini gördükleri vakit öyle söylemişlerdi.
Ve onun için
Resulullah (s.a.v) orada hazır bulunanlara "şahid olun" demişti. Çünkü
onların meydana gelmesini istedikleri şey, gerçekleşmişti. Bununla
beraber onlara göre gerçek olan ancak görünür olandır, meydana gelen o
husus bizzat kendinde mi yoksa bakanın bakışında mı gerçekleşmiştir?
Çünkü o ihtimal, ancak ayın, kendisinde de gözle görülen yarılmanın
olduğunu haber verdiği zaman, haber verenin sözü üzerine artık tartışma
konusu yapılmayacaktır. Halbuki haber verenin sözü münakaşa konusudur.
(Yani sihir diyenlerin bakış açıları budur. Onlar ayın, açıkça
kendilerine gösterilmesinden başka bir şeye inanmıyorlar.) İstedikleri
mucize meydana geldiği zaman yaptıkları itirazın, kendilerinden ortaya
çıkmamasını isteklerinde şart da koşmamışlardı. Binaenaleyh Peygamber
(s.a.v)'e kendisinden istenenden fazlası da gerekmez. (Yani mucizeyi
gösterdikten sonra zorlayıcı bir surette inandırmak, Peygamber'in
vazifesi değildir. Hatta isteklerinde onlar bunu şart koşmuş olsalardı
yine lazım gelmezdi. Çünkü inanmaya zorlayan mucize, peygamberlerin
geliş hikmetlerine terstir. Yoksa bazı rivâyetlerde zikredildiği gibi
onlar ay yarıldığı takdirde iman edeceklerini vaad etmekle, itiraz
etmeyeceklerine de söz vermişlerdi. Fakat kendi hislerine, görüşlerine
inanmadılar, başka bölgelerden gelecek haberlere işi havale ettiler.)
Sonra başka yerlerden insanlar geldi, o gece meydana gelen ayın
yarılması olayını haber veriyorlardı. Onun için de Allah Teâlâ Onların
"Süregelen bir sihir" dediklerini hikaye etti, sonra da "Her iş yerini
bulacaktır." (Kamer, 54/3) buyurdu. Böylece o iş de meydana gelmiş
oldu. Kısacası: Ay, berzahiyyu'l-mertebe (yani iki mertebe arası)
olmasa idi, ne hilâl ve bedr (dolunay) halini ne de fenâ ve gizlenmeyi
kabul etmezdi. Demek ki, öteden beri süregelen sihir de: "Her iş bir
gayeye bağlıdır." hükmüne dahildir. İşte bu, hakka karşı çıkma ve kesin
bir bilgiden uzak kalmanın sonucudur. "İşte onların erişebilecekleri
bilgi budur..." (Necm, 53/30) denilmek suretiyle de bunun bir ilim
olduğu tesbit edilmiştir. Şeyh'in bu sözlerinden bazıları, yanlış bir
fikre kapılarak, ayın yarılması mucizesi hakkında onun, "ayın aslında
yarılmasının gerekli olmayıp bakanların gözlerine öyle gösterilmiş
olmasının yeterli olduğunu söylediğini" zannetmişlerdir. Halbuki böyle
demek, Şeyh'i sihir diyenlerin sözlerine iştirak etmiş farzetmektir. Bu
ise, Şeyh'in şânına yakışmaz. Zamanımızda basılan en güzel eserlerden
"Maddiyyun Mezhebinin İzmihlâli" adlı kitabında İsmail Fenni Bey
mu'cizata dair verdiği son derece faydalı bilgiler sırasında, Şeyh'in
bu sözlerine de temas ederek şöyle bir mütalaada bulunmuştur:
Muhyiddin-i
Arâbî, ayın yarılmasının, bakan kimsenin bakışında meydana gelme
ihtimalini ortadan kaldırmadığını beyan ediyor, şu halde ona göre bu
mucizenin yalnız insanların bakışlarında vuku bulmuş olması da
muhtemeldir. Gerçekte buna karşı, o halde müşriklerin ona sihir demekte
haklı olmaları gerekir denilerek itiraz edilebilirse de bu itiraza
cevap vermek mümkündür. Denilebilir ki, ayın yarılmasının yalnız
insanların bakışlarında meydana gelmiş olması, onun hakiki bir mucize
olmasına mâni değildir. Çünkü buna benzer bir sihrin vukuu, ne görülmüş
ne de işitilmiştir. Sihirbazların bazı hayaller gösterdikleri rivayet
edilirse de bu hayalleri öyle gök cisimlerini içine alacak seviyeye
ulaştıran ve fiilen mevcud ay'ı, bulunduğu hâlin dışında gösteren bir
sihirbazı hiç kimse işitmemiştir ilh..."
Böyle bir cevap
hiç de doğru olmaz. İtiraf etmek gerekir ki, gerek sözde, gerek fiilde
olsun vuku bulmamış bir şeyi, olmuş gibi göstermek, büyük bir hüner de
sayılsa, yine de gerçeğe uymayan bir yalan ve bir aldatmadan başka bir
şey değildir. Nübüvvet makamının kutsal kudretini, böylesi kusur ve
noksanlıklardan uzak tutmak gerekir. Sihir diyenlerin maksadı da, onun
gerçekte olmayıp yalnızca gözlere sunulan bir görüntüden ibaret
olduğunu iddia etmekten başka bir şey değildir.> Şeyh'in anlattığı
da budur. O, sözlerinin tamamında ayın yarılmasını bir vâkıa olarak
anlatmıştır. Bununla beraber onlara göre gerçek, ancak açıkça
görülendir. O olay ayın bizzat kendisinde mi? Yoksa bakan kimsenin
bakışında mıdır? Bu ihtimal ancak haber verenin sözüyle ortadan
kalkacaktır. Haber verenin sözü ise, tartışma konusudur, şeklindeki
sözünden maksat da, sihir diyenlerin bakış açılarındaki berzehiyyeti
anlatmaktır.
Zamirler, onlara
râcî; ihtimal, onların kendi hislerindeki şüpheleri haber vermektedir.
Tartışmaya giren yine onlardır. "Onların erişebilecekleri bilgi budur."
ifadesi de onlar hakkındadır. Onun için Şeyh o sözlerinin arkasından şu
hatırlatmayı yapar: "Yine bil ki, bakış ve varsayım, sır ve nurlardan
ortaya çıkan ilimlerdendir. Nur da, göz ve görmek içindir. O yüzden
Allah Teâlâ bu makamı zikrettiğinde "Ey akıl sahipleri ibret alın."
(Haşr, 59/2) buyurdu. Yani gözün nuruyla idrak ettiği, görülebilen
şeyler ve hükümlerinden size verdiğini, basiret (kalb) gözleriyle idrak
edeceğiniz görüntü veya fikre geçiniz ki o, en kuvvetli ve en mükemmel
görüştür. Fikir, o yüksek mertebeden aşağıda bulunan en aşağı
görüntüdür. İkisi de açık olandan gizli ve bâtın olana doğru gider.
Bunlar, "Sakınan bir kavim için elbette nice deliller vardır." (Yunus,
10/6) âyetindeki müttakiler olduğu gibi "Şüphesiz bütün bunlarda
düşünen bir toplum için ibretler vardır." (Ra'd, 13/3) âyetinde yer
alan mütefekkirlerdir. Müttakiye Allah ilim öğretir yetiştirir. Onun
için onun ilmine şek ve şüphe girmez. Mütefekkir ise, kendisinde
bulunan kabiliyyetlerin gücüne göre ilim elde eder. Onun için o, bazen
isabet, bazen de hata edebilir. İsabet ettiği takdirde de yollar
çeşitli olduğu için o isabeti ifade eden kuvvet ile kendisine şüphe
girmesi de mümkün olur. Kısaca müttaki, basiret (sezgi) sahibidir.
Mütefekkir ise basar (görme) ile basiret arasındadır."Basar" ile
kalmaz, saf basirete de varamaz." İsmail Fenni Ertuğrul da sözünün
sonunda hiss-i takvası ile basiretine sahip olarak şu sağlam
hakikatleri hatırlatır: "Muhyiddin-i Arâbi, (k.s.) hem âlimlerin hem
şeyhlerin büyüklerinden hem de müfessirlerden olduğu için kendisinin
ayın yarılması mucizesini, bakışlarda meydana gelme ihtimali olan bir
hadise olarak görmesinde şüpheciler, kendi düşüncelerine uygun bir izah
tarzı bulabilirler. Lakin Allah'a şükür biz bu şekilde düşünenlerden
değiliz. Allah'ın kudretinin her şeye yettiğine ve tabiat kanunlarının
"ol!" emrinin neticesinden başka bir şey olmadığına ve Kur'ân'ın sırf
hakikatleri ihtiva eden bir kitab olduğuna imanımız vardır. Madem
Kur'ân'da ay yarıldı buyurulmuştur, âlimlerin büyük çoğunluğu ve
müfessirler bu yarılmanın kıyamette meydana geleceği hakkında Osman b.
Atâ'nın babasından yapmış olduğu rivayeti, daha önce geçen sahabilerin
rivâyetleriyle, ayrıca "Bir mucize görseler yüz çevirirler ve: 'Sürekli
bir sihirdir' derler." âyetinin açık delaletiyle reddederek, ayın
yarılmasının Hz. Peygamber zamanında mucize olarak vuku bulduğunu icma
ile kabul etmişlerdir. Biz artık bunun bizzat meydana gelmiş olduğu
hususunda asla şüphe etmez ve niteliğini ancak Allah ve Resulü'ne
havale ederiz. Böyle bir olayın dünyanın her yerinde görülmesi lazım
geleceği yolunda ortaya atılmak istenen itirazın dahi bize göre şüpheyi
gerektirecek bir tarafı yoktur. Zira ayın yarılmasını etrafta
bulunanlar da görmüşler ve bunu bizzat ifade etmişlerdir. Gerçi
ufukların farklı oluşu, ayın bulutlarla kaplı oluşu, geceleyin
insanların çoğunun evlerinde bulunmaları ve herkesin göğü gözetlemekle
meşgul olmaması gibi sebeblerden dolayı bunu, tabiatiyla bütün âlem
göremezse de, elbette diğer yerlerde de görenler olmuştur. Ancak o
cehâlet döneminde hüküm süren bilgisizliğe dayalı olarak söz konusu
hadisenin sihirbaz, cin ve şeytanların işleri gibi gösterilerek yazıya
geçirilmemiş olması da muhtemeldir. Tabii kanunların mucizeleri olarak
izaha çalışmak bu tarz mucizeleri olağanüstü durumdan çıkarıp sıradan
işler derecesine sokmağa kalkışmak demektir. Halbuki akıl, bu gibi
mucizelerin mahiyetlerini idrak etmekten acizdir. Böyle olmakla
birlikte onu selâhiyyet dairesinin dışında kullanmak pek korkunç
hatalara sebebiyet verir." Şerh-i Mevâkıf'da Seyyid-i şerif Cürcânî,
ayın yarılması mucizesinin mütevatir olduğunu söylemiştir. İbn Hâcib'in
muhtasar şerhinde Sübkî de bu görüşü tercih ederek der ki: "Doğrusu,
ayın yarılması olayı mütevatirdir. Kur'ân'da delili mevcuttur. Buharî,
Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında muhtelif tariklerden gelen
rivayetler bulunmaktadır. Öyle ki mütevatir olduğunda hiç şüphe
yoktur." Mütevatir olduğunu gösteren Kur'ân âyet-i âyetidir. Hadislerin
de bu âyetin tefsiriyle ilgili olduğu düşünülürse bütün bunlara bakarak
tevatürün, manevî tevatür boyutuna ulaştığı görülür. Bununla beraber,
Ay'ın yarılması olayını ifade eden âyetin, mücmel ve mütevatir
derecesine çıkaran hadislerin de tefsir mahiyetinde olduğu göz önünde
tutulursa, hadiseyi değişik yorumlayan ve tafsilatını inkâr eden
kimseyi tekfir etmek doğru olmaz. Çünkü dinden çıkarmak çok önemli bir
iş olduğu için, ihtiyatlı davranmak lazım gelir.
Evet saat
yaklaşıp ay yarıldığı halde hâlâ bir mucize görseler yüz çevirirler.
Olacak, olmadan akıllanmıyorlar, akibeti düşünmüyorlar. İbret almak
istemiyorlar da her gördükleri mucizeden yüz çeviriyorlar. Ve süregelen
bir sihir diyorlar. Bu cümleden anlaşıldığına göre burada âyet, hayret
verici alamet, yani olağanüstü durum ve mucize mânâsınadır. Bununla
beraber şu da bir kâidedir ki, şart cümlesinde yer alan nekreler,
olumsuz cümlelerdeki nekreler gibi umumî mânâ ifade ederler.
Binaenaleyh, buradaki "âyet" söz konusu kâideye göre, herhangi bir
mucize mânâsına gelip, her türlü mucizeyi içine almaktadır. Yani hiçbir
âyeti, hiçbir delili ve hiçbir mucizeyi nazar-ı itibara almıyorlar da
"öteden beri süregelen bir sihir" deyip geçiyorlar. Âyette geçen
"müstemirr" kelimesine de bir kaç mânâ verilmiştir. Birisi bilindiği
gibi yeniden yeniye cereyan eden ve ard arda gelen demektir. İkincisi
de gelip geçici anlamındadır ki, Buharî'de bu mânâ nakledilmiştir. Bu
iki mânâ da "mürûr" mastarından türemiştir. Bir de "mirre"den türemiş
olarak kuvvet ve sağlam anlamı verilmiştir ki bunun da Ebu'l-Âliye ve
Dahhâk'tan nakledildiği söylenir. Bu mânâ, verilen ilk mânânın lazımı
olarak da düşünülebilir. Sihir tabirine yakışan, gelip geçici mânâsını
vermektir. Âyet ve mucizelerin peşpeşe ve birbirini takip etmesine
yakışan da, kuvvet ve devamlılık ifade eden mânâdır. Binaenaleyh bu
mânâların hepsinin yeri vardır. Yukarıda geçtiği üzere ayın yarıldığını
gördükleri vakit bu, Ebu Kebşe'nin oğlunun sihri, bakalım etraftan
gelecek yolculara soralım dediler. Gelenler de gördüklerini söyleyince
o zaman da bunun süregelen bir sihir olduğunu söylediler, şeklinde
rivayet edildiğine göre burada kuvvetli ve devamlı mânâsının
kasdedilmiş olduğu gerekir. Halbuki sihir, her ne suretle de olsa bâtıl
olacağından onların böyle söylemeleri şaşkınlıkla bir nevi tenakuza
düşmüş olduklarını göstermektedir.
3. Ve
tekzib
ettiler. Peygamber (s.a.v)'i ve getirdiği haberleri ve gösterdiği delil
ve mucizeleri yalana nisbet edip inkar ettiler. Fakat bir şey
bildiklerinden yahut bir delile dayandıklarından değil de arzularına
uydular yani keyiflerine ve nefislerinin isteklerine tâbi oldukları
için yalanladılar. Vuku bulan hadisedeki gerçeğin gereğini hesaba
katmadılar. Halbuki her iş, müstakirrdir. Yani Peygamber (s.a.v)'in
işi, zannettikleri gibi gelip geçici değildir. Onun her işi, Allah
Teâlâ'nın ilim ve takdirine göredir ve ona doğru gitmektedir. Hepsinin
varıp karar kılacağı bir gaye ve sonuç vardır ki, hakikatı o zaman
ortaya çıkar. Peygamber (s.a.v)'in işlerinin hakikat ve yüceliği,
onların arzularının mahiyeti ve uğursuzluğu,
4. Allah'ın
yanında belli olduğu gibi saati gelince ortaya çıkacaktır. Şüphesiz
onlara önemli haberlerden öylesi de geldi ki, yani geçen ümmetlerin
halleri veya ahiretle ilgili haberlerden Kur'ân'da öyle mühimleri geldi
ki onda vazgeçirecek tehdit, sakındıracak öğüt, yahut sakınılması
gereken acı sonuçlar vardır.
5.
Müzdecer,
mimli mastar ya da mekân ismi olabilir (bunlar) üstün bir hikmettir.
Hikmet-i Bâliğa, kuvvet ve gayeye isabet etme bakımından en yüksek
dereceye ulaşmış hikmet demek olup, "mâ"dan veya "müzdecer"den
bedeldir, yahut hazfedilmiş bir mübtedânın haberidir. Yani üstün bir
hikmet olan tehdidler ve haberlerle Kur'ân geldi. Yahut bunların hepsi,
durumun bu şekilde cereyan etmesi, üstün bir hikmettir. Demek ki o
uyarılar fayda vermiyor.
6. O halde
sen
de onlardan, yani o arzularının peşinde giden inkârcılardan yüz çevir,
boş yere onlarla mücadele etme de yaklaşmakta olan kıyamet saatine bak.
O gün ki, davetçi davet edecektir. Buradaki "yevm" (gün) yaklaşmakta
olduğu zikredilen saati beyan etmektedir. Bu "yevm" takdir edilen zikre
bağlı olabilirse de, aşağıda gelecek olan fiiline bağlı olması daha
uygundur. Kıyamet günü onlardan yüz çevir, şefaat etme mânâsına fiiline
bağlanmasını caiz görenler varsa da, üzerine vakf-ı lazım işaretinin
konulmuş olması bu ihtimali ortadan kaldırmaktadır. Meşhur görüşe göre
buradaki davetci İsrâfil'dir. Başka bir melek olduğu da söylenmiştir.
Ebu's-Sûud da, "Âyette geçen davetten maksat, "Ol' der, o da oluverir."
ayetindeki emir kabilinden olabilir." diyor. Buna göre çağıran Allah
Teâlâ'dır. Yani O çağırıcı münkere, benzeri görülmedik müthiş bir şeye;
hesaba, haşre veya haşr için neşre, çağıracağı gün
7. gözleri
huşu'
içinde, yani olayın dehşetinden gözler korku ve saygı ile düşkün bir
halde kabirlerden çıkacaklar. Sanki yayılmış çekirge sürüsü gibi. O
çağıran davetciye doğru fırlayacaklar,
8. diyecek
ki o
kâfirler, bu çok zorlu bir gün. Bu ifadeden müminler için öyle
olmayacağı anlaşılıyor.
9. Onlardan
önce
Nuh'un kavmi yalanladı. Yani o yalanlama fiilini ya Muhammed! Senin
kavminden önce Nuh kavmi yaptı, Allah'ın Peygamber gönderdiğine
inanmadı. Öyle ki o kulumuza yalan isnad ettiler ve mecnûn (cinlenmiş
delirmiş) dediler. Hem de zecredildi, yani tebliğden men edilmek için
çok azarlandı, incitildi, eziyet gördü. "Ey Nuh! (bu davadan)
vazgeçmezsen, iyi bil ki, taşa tutulanlardan olacaksın." (Şuarâ,
26/116) diye vazgeçmezse taşlanarak öldürülmekle tehdit ediliyordu.
10. O da
Rabbine
dua etti. Şöyle ki: Ben mağlubum artık sen öcünü al.
11. Biz de
dökülen bir su ile göğün kapılarını açtık. Çoğunluğun beyanına göre "su
ile göğün kapılarını açmak" ifadesi bir istiare-i temsiliyyedir.
Bulutlardan suyun boşalması, kuvvetli bir sel ile göğün kapılarının
açılıp gök kubbenin yarılması manzarasına benzetilmiştir.
12. Yeri
de
kaynaklar halinde coşturduk derken su birleşti. "mâân", iki su
denilmeyip müfred olarak şeklinde zikredilmesi, esas itibarıyla
ikisinin bir su olduğuna işaret için olsa gerektir. Müfessirler söz
konusu kelimenin müfredliği konusunda diyorlar ki, bundan maksat, iki
suyun birleşmesinin mücâveret (yan yana bulunma) yoluyla değil,
birbirine karışma ve birleşme suretiyle olduğunu göstermek içindir.
Ezelde takdir edilmiş bir emre binâen ki bu da, indirilen suyun yerden
çıkarılan kadar olması kanunudur. Yahut ezelde takdir edilmiş bir iş
üzerine ki bu da, Nuh kavminin tufan ile helak edilmesi işidir.
13. Onu
ise
yükledik, tahtalı ve çivili bir şeye bindirdik.
"Elvâh" levh
kelimesinin çoğuludur. Levh, her neden olursa olsun tahta gibi yassı
olan şeye denir. Düsür de, disâr'ın çoğuludur. Disâr, geminin
tahtalarını birbirine bağladıkları bağ, kenet, perçin (çivi) veya
halata denir. Zât-ı elvâh ve düsur'dan maksat, gemidir. Tarif için bir
nevi sıfat isim yerine konulmuştur. Yani bir takım tahtaların
birbirlerine özel bir biçimde kenetlenmesiyle yapılmış olan gemiye
bindirdik.
O tahtalardan
yapılmış gemi bizim gözetimimiz altında akıp gidiyordu. "Gemi, dağlar
gibi dalgalar arasında, onlarla birlikte yüzüp gidiyordu..."
(Yusuf,11/42) âyeti gereğince dağlar gibi dalgalar içinde Allah'ın
görüp gözetmesiyle yani doğrudan doğru koruması altında akıp gidiyordu.
14. O
küfredilmiş, değeri bilinmeyip nankörlükle karşılanmış olan zata, yani
Nuh (a.s)'a mükafat için, ki onu yalanlayanlar boğulurken O, Allah'ın
koruması altında bulunuyordu.
15.
Şüphesiz biz
onu, yani gemiyi bir mucize olarak bıraktık. Bu âyetin tefsiriyle
ilgili Katâde'den, "Hz. Nuh'un gemisinin enkazı Cudi Dağı'nda kaldı,
hatta önceki ümmetler onu gördü." şeklinde bir rivayet vardır. Ancak bu
rivâyette kasdedilen bizzat o geminin kalmış olması değil, mutlaka onu
hatırlatacak bir gemi cinsinin olduğunu göstermektir. Çünkü bunun ibret
alma ve düşünme alanı daha geniş ve daha umûmidir. Böyle olunca da şu
kınamanın faydası daha açık anlaşılmaktadır. Fakat hani düşünen?
kelimesinin aslı zikr'dendir. İftiâl bâbından ism-i fâili gelir.
Müzdecerde olduğu gibi, tâ, dâl'a kalbedilmiş sonra da zâl, dâl'a idgâm
edilmiştir. Böylece mütezekkir gibi, düşünen mânâsını ifade etmektedir.
Yani her gemiyi gören veya duyan kimsenin düşünmesi gerekirken, düşünen
mi vardır? demektir.
16. Ki
nasılmış azabım ve uyarılarım? Bu istifhâm (soru) korkutma, hayret ve
dehşet içindir.
17.
Şüphesiz
Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, yahut kolaylıkla ihsan ettik. Düşünülmek
için fakat hani düşünen? Buradaki âyeti, bu sûrenin tekrar eden
âyetidir ki, her kıssanın sonunda "Andolsun, onlara kötülükten
önleyecek nice önemli haberler gelmiştir." (Kamer, 54/4) âyetini
hatırlatmak için tekrar edilmiş ve bu suretle her birinin müstakil
olarak söz dinleyip, düşünüp ibret alması gerektiğini anlatmıştır.
18. Âd
yalanladı, burada anlatılacak kıssanın müstakil bir kıssa olduğunu
göstermek için atıf yapılmamıştır. Yalanladı da, azabım ve uyarılarım
nasıl oldu? Bu istifhâm önceki gibi korkutmak için değil, söylenecek
söze dikkatleri çekmek içindir.
19. Çünkü
biz
onların üzerine bir sarsar rüzgarı gönderdik. Sarsar, soğuk veya
gürültülü bir fırtına demektir. Uğursuzluğu devamlı bir günde ki
uğursuzluğu, onların helak olmaları ile son bulmadı da, kıyamete kadar
kabirde azab gördüler. Bazı astrologların (yıldız âlimlerinin)
zannettiği gibi o uğursuzluk, günün kendisi ile ilgili değildir. Yani o
gün, herkes ve her şey için uğursuz olmayıp, sadece onlar hakkında
uğursuz olmuştur.
20. O
insanları
yoluyordu, yani çekip koparıp alıyordu. Sanki onlar, dibinden kopmuş
hurma kütükleri gibidirler Âd, iri bedenli bir kavim olduğu için
başları koparılıp yere serildikçe bu teşbihe konu oluyorlardı.
21. O
halde
azabım ve uyarılarım nasılmış? Bu istifham da korkutma ve hayret
içindir.
22.
Şüphesiz
Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen.
23. Semûd
kavmi
de uyarıları yalanladı, burada nüzür, uyarma ve nasihat mânâsına
nezîr'in çoğulu olabileceği gibi münzir, yani peygamberler mânâsına da
gelebilir. Fahr-i Râzî konuyla ilgili şöyle bir mütalaada bulunup
demiştir ki; "Allah Teâlâ, bu sûrede beş kıssa zikretmiş ve orta
derecede bir kıssayı en mükemmel şekilde ifade etmiştir. Çünkü Sâlih
(a.s)'in durumu, Hz. Muhammed (s.a.v)'in durumuna daha çok
benzemektedir. Ayrıca onun getirdiği mucize diğer peygamberlerin
getirdiği mucizelerden daha hayret vericidir. Gerci İsa (a.s) ölüyü
diriltmiştir. Lakin ölü, canlılığın mekanı idi. Demek ki o, Allah'ın
izniyle hayatı, mümkün olan bir yerde isbat etmişti. Musa (a.s)'ın da
asâsı ejderha oldu demek ki Allah Teâlâ, bir odunda hayat ispat
etmiştir. Lakin odun, nebattır. Nebatta da hayvandakine benzer bir
büyüme kuvveti vardır. Bu, diğerinden daha enteresandır. Sâlih (a.s)'ın
elinde görülen mucize ise taştan deve çıkmasıdır. Halbuki taş cemâddır.
Hayata da nemâya (büyümeye) da onda imkan yoktur. Demek ki bu daha çok
hayret vericidir. Hz. Peygamber (s.a.v) ise hepsinden daha üstününü
getirdi ki, o da göksel bir cisimde yaptığı tasarruftur. Müşrikler
diyorlardı ki: "Göğe kimse ulaşamaz. Onun yarılması ve kapanmasına
imkan yoktur. Arz, maddeleri bitişik cisimler olup, her biri diğerinin
suretini kabul edebilirse de gök onu kabul etmez". Bundan dolayı Hz.
Peygamber (s.a.v)'in getirdiği mucize Sâlih (a.s)'in enteresan olan
mucizesinden daha enteresan daha beliğ ve devamlıdır."
24.
Yalanladılar
da dediler ki: bizden bir beşere, bir kişiye mi tâbi olacağız? Önce
demekle bir beşere uymayı kabul etmek istemediler, melek ister gibi
göründüler, sonra bizden demekle kendilerinden ve kendi içlerinden olan
bir beşere tâbi olmak istemediklerini anlatmış oldular. Bunun tersi,
kendilerinden olmayıp da dışardan bir insan olsa ona uyabileceklerini
gösterir ki bu hal genellikle, istiklâle layık olmayan kavimlerin ruh
hallerini gözler önüne sermektedir. Yani onlar kendi aralarında
kıskançlıkla geçimsizlik yaparlar da, bir yabancının başlarına
geçmesini memnuniyetle karşılayarak esârete doğru giderler. Daha sonra
da diyerek kendi içlerinden bir ferde uymayı kabul etmezler. Ancak bu
bir ferd değil de cemiyet olmuş olsa o zaman tâbi olabileceklerini
ifade etmiş bulunurlar. Onun için olmalı ki içlerinde "O şehirde dokuz
kişi vardı ki, bunlar yeryüzünde bozgunculuk yapıyorlar..." (Neml,
27/48) âyetinin mânâsı vâki olmuştu. Halbuki gerçekte bir cemiyetin
teşekkül edebilmesi de bir kişinin başkanlığı altında birlik kanununa
tâbidir. Ancak onlar kendilerinden bir beşere uymayı istemiyorlar da
diyorlar ki, her halde biz o zaman muhakkak bir şaşkınlık ve çılgınlık
içinde kalmış oluruz. Yahut o surette yolumuzu kaybetmiş ve ateşler
içine düşmüş bulunuruz. Sâlih (a.s) onlara Allah'ın emrini
dinlemedikleri takdirde sapıklık içinde kalıp ateşlerde yanacaklarını
söylediği için, onlar da böyle reddediyorlardı. Yani asıl sana uyarsak
şaşkınlık etmiş ve ateşlere düşmüş oluruz diyorlardı.
25. O
zikir,
yani vahiy aramızdan ona mı bırakılıyor? Biz de onun gibi bir ferd bir
beşer değil miyiz? Yahut içimizde ondan daha layıkı yok mu? Hayır o bir
mağrur, şımarık, şımarıklılıkla üstümüze çıkmak isteyen bir yalancıdır.
İşte bu derece yalan isnad etmek suretiyle onu yalanladılar.
26. Yarın,
yani
azabı görecekleri gün bileceklerdir ki kimmiş o kezzâb-ı eşir, yani
hakka inanmayan şımarık yalancı.
27. Çünkü
biz
onlara imtihan için nâkayı salacağız. Nâka, dişi deve demektir. Şuarâ
Sûresi'nde geçtiği gibi, "Sen de, ancak bizim gibi bir beşersin. Eğer
doğru söyleyenlerden isen, haydi bize bir mucize getir". (Şuarâ,
26/154) diye Sâlih (a.s)'den âyet, yani peygamberliğine delil
olabilecek mucize istemeleri üzerine, birkaç sûrede geçtiği şekilde
işte size bir dişi deve, bir âyet olmak üzere Allah'ın devesi "İşte o
da, size bir mucize olarak Allah'ın şu devesidir. Onu bırakın. Allah'ın
yer yüzünde yesin (içsin) sakın ona herhangi bir kötülükle dokunmayın;
sonra sizi acıklı bir azap yakalar." (A'râf, 7/73) denilmişti. Bu dişi
devenin nereden ve nasıl çıktığı Kur'ân'da açıkca izah edilmiş
değildir. Ancak "Allah'ın devesi." şeklinde ifade edilmiştir. Lakin
haberlerde bir den, yani yalçın kayadan ibaret bir tepeden çıkarılmış
olduğu bilinmektedir. Burada söz konusu devenin çıkarılması değil de
irsâlinin, yani Allah'ın arzında otlasın diye salınmasının bir imtihan
için olduğu beyan buyurulmuştur. Bunu çokları imtihan mânâsına tefsir
etmişlerse de, meşhur mânâsına alınmasını caiz görenler de olmuştur.
Râzî der ki: "Âyette geçen "fitne", mef'ûlünleh (tümleç)tir." Buna göre
irsâl (salıvermek)den maksat, fitne (imtihan) demektir. Lakin asıl
maksat, peygamberi tasdik etmektir. Çünkü bu, gerçek mânâda Sâlih
(a.s)'in mucizesidir. Şu halde bunun tefsirindeki hakikat nedir? Deriz
ki bu konuda iki farklı nokta vardır. Birincisi: Mucize bir fitnedir.
Çünkü onunla, sevab kazanacak kimsenin hali, azap görecek kimsenin
halinden ayrılır. Zira, Allah Teâlâ mucize ile sırf peygamberin
doğruluğunu anlatmış olması hasebiyle küfredenlere azap eder. Bu
yönüyle mucize, peygamberi tasdik etmekten ibaret sayılacağı için bir
imtihan demektir. Çünkü tasdikten sonra tasdik edenle yalanlayan
seçilecektir. Diğeri, bundan daha hassas bir durumdur. Şöyle ki:
devenin kayadan çıkarılması bir mucize, salınması, aralarında dolaşması
ve suyun taksim edilmesi de bir imtihandır. Onun için "Şüphesiz ki biz
bir imtihan için deveyi çaracağız." değil de "Biz bir imtihan için
deveyi salacağız." buyurulmuştur. Burada ayrıca gizli bir işaret de
vardır ki o da şudur: Allah Teâlâ, dilediğine hidayet verir ve
hidayetin yolları vardır. Bunlardan bir kısmı, insanın kendi gayreti
ile gireceği şekilde olur. Mesela, Allah delil olacak bir şey yaratır
ve onda insanın bakış ve düşüncesi o şekilde meydana gelir ki, gerçek o
insanın fikrinde ortaya çıkar ve insan ona uyar. Bazan da o insanı
başlangıçta delile mecbur eder de küçüklüğünden itibaren hatadan korur.
İşte peygamberlerin elleriyle mucize göstertmek, çalışmakla doğru yolu
bulmayı kendi dilediğine vermesi kabilindendir. Peygamberlerin
kendilerine olan hidayet ise, çalışmak değil, belki onlarda
çalışmaksızın bir takım ilimler yaratmak suretiyledir. Bu yüzden
denilebilir ki: Onlara işarettir ve onun için "Onlar için."
buyurulmuştur ki mânâsı, onlar için bir imtihan olabilecek şekilde
demektir. Bu sebeble onları gözet, bak o yüzden nasıl bir meşakkat ve
azaba düşeceklerdir. Ve sabırlı ol, sana eziyet ederlerse azabı acele
etme
28. ve
onlara
haber ver ki, su aralarında taksim edilmiştir, yani deve ile onlar
arasında "Su içme hakkı (bir gün) onundur, belli bir günün içme hakkı
da sizin." (Şuarâ, 26/155) âyetinin işaretiyle nöbetleşe taksim
edilmiştir. Birgün deve içer bir gün de onlar su alır ve hayvanlarını
sularlar. Yahut devenin su içtiği günün dışında, onlar arasında taksim
edilmiştir. Her içim, huzur iledir. Fıkıhda şirb (sulama hakkı),
şefeden (kendisinin ve hayvanının içme hakkından) daha umûmidir. Yani
hem içmek, hem kullanmak ve sulamak gibi hususları içine almaktadır.
Her şirb, gerek devenin ve gerek halkın içimi, yahut gerek su ve gerek
süt içimi demektir. Deniliyor ki, halk kendi nöbetlerinde su alıyorlar,
devenin nöbetinde ise onun sütünü sağıp içiyorlardı. Demek ki bu
devenin bir taraftan külfet bir taraftan nimet olan enteresan
özellikleri vardı. Bir kere su nöbeti, bütün halkın su nöbetine eşit
bir günü işgal ediyor, böylece onları tazyik eden bir deneme oluyordu.
Buna mukabil onlara çok süt veriyor ve bu yönüyle de hallerine genişlik
veren bir nimet oluyordu. Bu iki halin ikisinde de bir değil, bir çok
devenin yerini tutan büyük bir yaratık oluyordu. Söz konusu deveye
"Nâkatullah" Allah'ın devesi denilmesine, Allah'ın arzına bırakılıp
yayılmasına bakarak, Allah'ın mülkü hükmüne tâbi olan vakıf veya
beytü'l-mal (maliye hazinesi) malları gibi idare edilmiş bir cins
sağmal mala benziyordu. Nitekim bir de yavrusunun olduğu
nakledilmektedir. Allah için hakkı gözetilerek bakıldığı takdirde
kendileri için pek büyük bir nimet olacak olan bu Allah devesi,
gerektirdiği sıkıntı, zahmet ve taksim nizamı gibi maslahat ahkâmı (iş
hükümleri) ile haklarında bir nevi baskı ifade eden bir imtihan ve
deneme olduğu için bu sınırlama ve sorumluluğa dayanamadılar
29. derken
arkadaşlarına bağrıştılar, şehirlerindeki "dokuz çetenin" başı olan ve
Semûd'un kızılı (Uhaymir-i Semûd) denilen Kudar b. Sâlif'e feryad
ettiler. O da aldı alacağını. Kalktı, silahını, arkadaşını veya
cinayeti karşılığında alacağını aldı da deveyi öldürdü.
Akr, bir hayvanı
ayağından biçerek devirip yıkmaktır. Bu suretle "akare" deveyi vurdu,
öldürdü mânâsını ifade etmektedir. Deniliyor ki, Sâlih (a.s) "Bari
yavrusuna yetişin." dedi. O, dağa kaçmıştı. Koştular, ancak o böğürerek
anasının geldiği kayaya girdi, yetişemediler.
30. Fakat
arkasından azabım ve uyarılarım nasıl oldu? Nasıl acı bir şekilde
gerçekleşti. Salih (a.s) "Yurdunuzda üç gün daha yaşayın. İşte O söz,
yalanlanamayan bir tehdit idi' diye tebliğ etti." (Hûd, 11/65) Rivâyet
edildiğine göre Sâlih (a.s) onlara: "Yarın yüzleriniz sararacak,
yarından sonra kızaracak, üçüncü gün kararacak sonra da sabahleyin
başınıza azab gelecek" dedi. Derken bu alâmetleri görmeğe
başladıklarında Sâlih (a.s.)'i de tutup öldürmek istediler. O da
Allah'ın emri ile beraberindeki müminlerle Filistin'e gidip
kurtuldular. Dördüncü gün ki bir pazar günü idi, o bölgeye azab
geldiğinde, gözleri baka baka, titreye titreye bir anda helak oldular.
Nitekim onların bu durumlarını "Bu yüzden kendilerini göre göre
yıldırım çarpmıştı." (Zâriyât, 51/44) âyeti açık bir şekilde ifade
etmiştir.
31. Zira
biz
onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde
titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir
gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı
kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi
bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş
olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının
yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de
düşünülecek mânâlar vardır.
32-33.
Kur'ân'ı
da kolaylaştırdık, düşünmek için fakat hani düşünen? Düşünüp de bu
mânâlardan ibret alacak ve ona göre hareket edecek olan?
34. Zira
biz
onların üzerlerine şiddetli bir ses salıverdik. Yani evlerinin önünde
titreşerek bakışıp dururlarken yıldırım çatlar gibi gökten şiddetli bir
gürültü koptu, yerden de bir deprem. Ağılcının topladığı çalı çırpı
kırıntıları gibi kırılıp dökülüverdiler. Çoban ağılının etrafına hususi
bir mekân olmak üzere çekilen çalı çırpının döğülüp çiğnenerek çürümüş
olan kırıntıları gibi, yahut çobanın ağılında yaktığı çalı çırpının
yanık kırıntıları gibi kırılakaldılar. Bu teşbihin içeriğinde de
düşünülecek mânâlar vardır. Kur'ân'ı da kolaylaştırdık, düşünmek için
fakat hani düşünen? Düşünüp de bu mânâlardan ibret alacak ve ona göre
hareket edecek olan? Lût kavmi de uyarıları (ve uyarıcıları) yalanladı.
Bu kıssanın da çeşitli yerlerde zikri geçti, fakat sırf tekrar
suretiyle değil, geçtiği her yerde hususi bir noktasına işaret edildi.
Onun için biz üzerlerine salıverdik. Çakıl, taş yağdıran melek yahut
rüzgar, üzerlerine cehennem vadisinden istif edilmiş taşlar
yağdırıyordu. Ancak Lût'un iman eden mensupları müstesnâ ki karısı
hariç olmak üzere ailesinden bir kaç kişi idi. Onları bir seher vakti,
yani sabaha yakın kurtardık. Selamete çıkardık.
35. İşte
biz,
iman ve itaatla nimetimize şükreden kimseleri böyle karşılarız, böyle
mükafatlandırırız.
36.
Halbuki
Celâlim hakkı için Lût, ötekileri yani kavmini uyarmış ve kendilerini
yakalayışımızın dehşetini de onlara haber vermişti. Fakat onlar o
uyarıları şüphe ve mücadele ile karşıladılar.
37-38.
Yemin
ederim ki o gelen misafirlerden dolayı istekte bulundular.
Misafirlerden murad almak, ahlaksızca harekette bulunmak için gidip
geldiler. Misafirlere baskı yapmak istediler ki bunlar, Hz. İbrahim'e
gelen elçilerdi. Onun için biz de gözlerini siliverdik. Yani yüzlerinde
izleri bile kalmayacak şekilde gözlerini kör ettik, evlerine
girdiklerinde hiç bir şey göremez oldular, nereden çıkacaklarını dahi
bilemediler de Hz. Lût onları tutup çıkarttı. "Bu suretle haydi azabımı
ve uyarılarımı tadın!" dedik.
39. "Bu
suretle
haydi azabımı ve uyarılarımı tadın!" dedik. Şüphesiz sabahleyin
erkenden de onları bastırdı. Müstakirr, yani üzerlerinde karar kılmış,
bertaraf edilmez, yahut onları karargahları (kalınacak yer) olan
cehenneme götürene kadar devam eden bir azab. Haydi şimdi azabımı ve
uyarılarımı tadın bakalım. Yani kendilerine böyle diyerek bastırdı,
yahut bu ifade onların hak ettikleri şeyi beyan için temsili bir
hitaptır. Bunlar zevklerine düşkün oldukları için cezalarında da
denilerek kendileriyle alay edilmiştir.
40. Bunlar
gibi
uyarıları yalanlayan çağdaş kâfirler hakkında da buyuruluyor ki.
"Şüphesiz Kur'ân'ı da kolaylaştırdık düşünmek için, fakat hani
düşünen?"
Beşinci kıssa:
41-42. Bu
kıssalardan hisseye gelince;
43. Sizin
kâfirleriniz, hitap, Mekke ehline, dolayısıyla Araplar'a ve son asır
insanlarınadır. Yani ey bu zaman insanları! Sizin kâfirleriniz Onlardan
hayırlı mıdır? Yani Nûh (a.s.)'un kavminden Firavun'a kadar helakleri
zikredilen kâfirlerden daha mı kuvvetli, yahut Allah'ın azabından
kurtulmaya daha mı layıktırlar? Yoksa sizin için kitaplarda bir berâet
mi vardır? Yani ahirzamanda yaşayan insanlar, ne kadar küfr ve isyan
ederlerse etsinler Allah'ın yanında ceza ve sorumlulukları yoktur diye
aklanmanıza dair semâvî kitaplarda bir açıklama mı vardır?
44. Yoksa
biz
yardımlaşan düzenli bir topluluğuz, öcümüzü alır kendimizi kurtarırız
mı diyorlar? Bu, son asrın insanlarında cemiyet ve medeniyet
vasıtalarının çoğalacağına ve onunla iftihar edileceğine delalet eder.
45. Lakin
o
topluluk muhakkak bozulacak ve arkalarını döneceklerdir. İbnü Ebî
Hâtim, Taberânî (Evsat'da) ve İbnü Merdûye, Ebû Huseyre'nin şöyle
dediğini rivayet etmiştir: âyetini Allah Teâlâ, peygamberine Bedir
gününden önce Mekke'de iken indirdi ve Ömer b. Hattâb (r.a.) şöyle
dedi: "Ya Resulullah hangi cemiyet bozulacak?" dedim, vakta ki Bedir
günü oldu ve Kureyş topluluğu bozuldu. Resulullah'a baktım arkalarından
kılıcı çekmiş âyetini okuyordu. Bu suretle söz konusu âyetin Bedir günü
için bir mucize olduğu anlaşıldı."
46. Daha
doğrusu
kıyamet saati onlara vaad edilen asıl saattır. Yani o bozgun, onların
tam cezaları değil, bir başlangıçtır. Asıl miadları yani kendilerine
azabın vaad edildiği zaman kıyamet saatidir. O saat ise daha büyük bir
dâhiyedir. Dâhiye, kurtulma çaresi olmayan bela ve musîbet demektir. Ve
daha acı, daha beterdir.
47. Şüphe
yok
ki, suçlular -gerek öncekiler gerek sonrakiler- sapıklık içinde, yanlış
yolda helake giden şaşkınlık ve çılgın ateşler içindedir, yahut
çılgınlıklar, delilikler içindedirler.
48. O
yüzleri
üstü cehennem ateşi içinde sürüklenecekleri gün, onlara denecektir ki
tadın bakalım sekarın dokunuşunu, bir ismi de sekar olan cehennemin
dokunuşu, okşayışı neymiş, nasılmış? Sekar, gibi güneş çalması denilen
bir nevi yakmadır ki, rengi değiştiriverir.
Sekar, bu
mânâdan alınarak cehenneme isim yapılmıştır ki, alemiyyet ve
müenneslikten dolayı gayr-i munsarıftır. Kelimenin yabancı olduğunu
söyleyenler de vardır Müddessir Sûresi'nde bu kelime, "Sen biliyor
musun, Sekar nedir? Hem bırakmaz, hem vazgeçmez, insanın derisini
kavurur, üzerinde ondokuz melek vardır." (Müddessir, 74/27,28,29,30)
diye tarif edilmiştir.
49. Çünkü
biz,
herşeyi bir kader ile yaratmışızdır. Herşeyin, meydana gelmeden önce
ezelde, Allah'ın ilminde takdir edilen bir kaderi, yani ilmî bir değeri
vardır ki, kazasının cereyanı, fiilen yaratılışı, o kadere göre vâki
olur. Onu başkası istediği gibi yönlendiremez ve mecbur tutamaz. Onun
için suçlu, kendi keyf ve iradesine göre suçun mahiyet ve kaderini
değiştiremez. Kaderde sonucu bedbahtlık, sorumluluk ve mahkûmiyyet ile
cehenneme götürmek olan suç ve günahı, sevab ve mutluluk vesilesi
yapılamaz. Onun için suçlular suçlu olduklarından dolayı sapıklık ve
azab içindedirler.
50. Kader,
kulun
cüz'î iradesine zıt da değildir. Çünkü ihtiyârî fiilerin meydana
gelmesi için cüz'i irade dahi kaderin içinde yer almaktadır. O yaratma
ve fiilin nasıl olduğuna yani kaderin kaza ile cereyan etmesine gelince
bizim emrimiz de, yani işimiz yahut herhangi bir şeyi yaratmak için
verdiğimiz emir de başka değil ancak birdir. Bir kelimeden veya bir
bakıştan ibarettir. Gözle bir bakış gibi, gözle seri bir bakış ânı,
yani bir şuur ânı gibi ki, "Onun işi, bir şey yaratmak istediği vakit
sadece "ol" demektir ve o şey derhal oluverir." (Yâsin, 36/82)
buyrulduğu üzere bir "kün" emrinden ibarettir. Hakikatte tam sebeb, bu
"kün" emridir. Sebeb, meydana gelince, yani "kün" emri vuku bulunca,
sebebin sonucu da hemen oluverir ki bu da yaratmadır. Onun için o
cemiyetler nasıl bozulacak, o saat nasıl olacak, suçlular o takdire
nasıl sürüklenecek diye tereddüde mahal de yoktur. "Ol" deyince hepsi
olur.
51. Hem
benzerlerinizi hep helak etmişizdir, düşünseniz siz de gitmek üzere
bulunduğunuzu anlarsınız. Fakat hani düşünen? Denilebilir ki, dünyadan
kötüler de gidiyor, iyiler de, fâniliği ve helaki düşünmekten ne çıkar?
52. Bu
gibi
mukadder soruları çözmek üzere buyuruluyor ki, bununla beraber
işledikleri her şey, kitaplarda yazılıdır. Yani kendileri helak olup
gitmekle beraber iyi ve kötü bütün fiileri kitaplarına, amel
defterlerine yazılıdır.
53. Küçük
büyük
hepsi satra geçmiştir, yazılmıştır. Demek ki insanın helak olduktan
sonra da bir istikbâli vardır. Ve istikbâlin hakikatı, dünyada yaptığı
işlerin bir özetidir. Hak Teâlâ'nın yanında mizana (ölçüye) konacak
olan ancak odur. Ona göre haşrolunacaktır (diriltilip toplanacaktır).
Helak olduktan sonra gerçeğin böyle olacağını düşünen bir kimse ise
elbette defterini küfür ve suç ile kirletmez.
54. Zira
şüphesiz müttakiler, küfür ve isyandan korunanlar cennetlerde ve nur
cereyanı içindedir. Burada neher'in "nehr" gibi ırmak mânâsına ifade
ettiği ilk olarak akla gelirse de, nehar maddesinden nur ve aydınlık
mânâsına olması daha güzeldir.
55. Sıdk
mak'adında, yani sıdk meclisi, doğruluk sandalyesi, ya da doğru
kimselere mahsus olan, yalan söylenmesi ve ortadan yok olması ihtimali
olmayan sabit bir makam ve mevkide gayet iktidarlı, yani kudretinin
sonu olmayan bir kralın: Pek büyük mülk sahibi bir şahlar şâhının yüce
huzurunda ki o, Allah Teâlâ'dır. "Melik" ve "Muktedir" isimlerinde
bulunan tenvin, azamet (büyüklük) içindir. Denilmiştir ki, Allah Teâlâ
burada, yüce huzuru yakınlığı üstü kapalı, muktedir kelimesini nekre
(belirsiz) olarak zikretmekle, mülk ve kudretinin hakikatini akılların
idrak edemiyeceğine ve onun yüce huzuruna yakınlığın, "Gözlerin
görmediği ve kulakların işitmediği." kabilinden tarif ve beyana
sığmayacak gayet büyük bir saadet ve keramet olduğuna işaret
buyurmuştur. Âlûsî der ki: "Bazı eserlerde zikredildiğine göre duanın
kabul olmasında bu iki yüce ismin keyfiyeti büyüktür." İbn Ebî Şeybe
Saîd b. Müsseyyeb'den şöyle dediğini nakletmiştir: "Mescide girdim,
sabah oldu zannediyordum. Meğerse uzun bir geceymiş. Benden başka kimse
de yoktu. Uyumuşum, arkamdan bir hareket işittim, korktum. Ey kalbi
korku dolan, korkma da: "Allah'ım şüphesiz sen, kudretli bir meliksin
ne istersen o olur." de, "sonra da gönlüne ne doğarsa iste" dedi, ondan
sonra Allah Teâlâ'dan ne istedimse kabul etti. Bu duanın tamamı
şöyledir: "Ey Allah'ım sen kudretli bir meliksin, ne istersen o olur.
Şu anda içinde bulunduğum durumda beni başarılı kıl. Dünya ve ahirette
bana mutluluk ver. Hayat ve ölüm fitnesinden beni koru ve korktuğumuz
şeylerden bizi emin eyle, ey gizli, lütufta bulunan Allah'ım! Allah'ın
rahmeti Seyyidimiz Muhammed üzerine, ailesine ve ashabına olsun. Hamd,
alemlerin Rabbi Allah'adır."
|
|