|
Elmalı Tefsiri
1. Nûn vakıf
halinde sakin okunur. Üzerinde durulmayıp geçilmesi halinde,
kırâetlerin çoğunda izhar ile, bazısında da gunneli veya gunnesiz idğam
ile okunur. Ta ilk de geçtiği üzere, bizim için lügat yönüyle olmasa
bile mânâ itibariyle müteşabih âyetlerdendir. Bunun görünüşü gibi hecâ
harflerinden bildiğimiz "nun" harfi olmasıdır ki Rahman, Kur'ân
isimlerinin sonunda olduğu gibi gunneli bir sestir. Bir nokta ile bir
hokka ve çanak gibi daireyi andırır bir şekilde yazılır. İsmi de, başı
ve sonu bir olan lafzıdır. Harf denilen sesler içinde en titreşimli ses
olması ve yaratılış kitabının düzeninde derece derece tek ve basit
şeylerden bileşimler dizilerek baştan sona hakkın varlığını gösteren
âyetler satıra konmuş olduğu gibi, fikir ve konuşmada ve kalemle yazıda
da cümlelerin kelimelerden, kelimelerin harflerden dizilmesi nedeniyle
ya özel olarak bir şeyi zikredip hepsini kasdetme türünden bütün hecâ
harflerine işaret olarak veya beşer iniltisini ve yaratılış tınlamasını
en fazla temsil eden bir ses yahut bize göre bir merkeze bakan yarım
küre şeklinde görünen âlemin yer ve göğü ile suret ve mânâsını veya
kalemle yazı yazılan bir hokka ile mürekkebini andırır bir şekilde
yazılan harfinin özellikle kendisini göstererek fıtratta söz ve yazının
kaynak ve gayesine bir işaret ve bunlara yemin ile dilin ve yazının ve
yazı yazanların kıymetine dikkat çekerek meydan okuma ve çağrı ifade
eder bir harftir. Ki zihinleri bir noktada derinlere götürerek
indirilmiş kitaptan yaratılış kitabına ve varlığın başlangıcına kadar
bütün harfleri düşündürebilir. Böyle olması aynı zamanda sûrenin ismi
olmasına da engel değildir. "Nûn" diye okunurken ismi değil de
müsemmâsının kastedildiğine dikkat çekmek için yazılmış ve sonuna
hareke verilmeyip durularak okunmuştur. Harfin üzerinde bu şekilde
durmakla önceki sûrenin sonundaki i kaybetmiş olanların inlemeleri
ancak bir akarsu gibi hayat mayası olmak üzere Rahman tarafından inen
Kur'ân ile dinlendirilebileceğine ve kalemlerin onun için çalışması
gerektiğine de insana zevk veren bir işaret vardır. Kısacası burada
asıl kastedilen mânâ ne olursa olsun, her şeyden önce bunun, bildiğimiz
"nûn" harfi olduğu açıktır. Birçok tefsircinin tercih ettiği görüş de
budur. Bu itibarla bu kelimenin lafzında bulunan müteşabihlik bir
dereceye kadar giderilmiş demek ise de, kelimenin mânâsında bulunan
müteşabihlik devam etmektedir. Bununla beraber Arapça'da "nûn" isminin,
bu harften başka olarak Hz. Yunus'a "Zünnûn" denilmesinde olduğu gibi
hût, yani "balık" mânâsına; kezâ yazı hokkası "divit" mânâsına ve daha
bazı mânâlara geldiği de söylenir. Bu münasebetle burada şu rivâyetler
de nakledilir:
1. Bazıları
demiştir ki: büyük balıktır ki yerler onun üzerindedir ve buna Yehmut
denilir. İbnü Cerir, İbnü Abbas'tan bu hususta şunları rivayet eder:
Yüce
Allah'ın
ilk yarattığı şey kalemdir. O yaratılınca bütün olacaklar oldu. Sonra
buhar yükseltildi, ondan gökler yaratıldı. Sonra yaratıldı. Yer o
Nûn'un sırtına döşendi, sonra arz hareket etti, derken iyice çalkandı,
onun üzerine dağlarla sabitleştirildi. Onun için dağlar yere karşı
böbürlenirler. İbnü Abbas böyle dedi ve âyetlerini okudu.
Diğer bir
rivayet de şöyledir: Rabbimin ilk yarattığı şey kalemdir. Ona "yaz"
dedi o da kıyamete kadar olacakları yazdı. Sonra su üzerinde Nûn'u
yarattı. Sonra onun üzerine yer kabuğunu örttü. Alûsî, bunu Ziya'nın
el-Muhtâre'de ve Hâkim'in sahih diye ve daha bazılarının İbnü Abbas'tan
rivayet eyledikleri bir hadis olmak üzere şöyle nakletmiştir: "Yüce
Allah Nun'u yarattı. Sonra onun üzerine arz yayılıp döşendi. Bu nedenle
Nûn deprendi. Bu sebeple arz meyledip kımıldadı. Bu suretle dağlar
oturtulup yer onlarla sabitleştirildi. İbnü Abbas daha sonra âyetlerini
okudu".
Görülüyor ki
bu
rivayetlerde hep Nûn ismi kullanılmış, Hût denilmemiştir. Fakat
Mücahid'den gelen bir rivayette buna "arzın veya arzların üzerinde
bulunduğu hut denilmiş olduğundan "balık" diye yayılmıştır. Bunun bizim
bildiğimiz balık olmadığı açık olduğu halde bundan birçok yanlış
mânâlar çıkarılmıştır. Fakat dikkatle okununca bunlar bize şunu
anlatmış oluyor: Başlangıçta "Kalem-i a'lâ (yüce kalem) denilen ve
ezeli takdirde kıyamete kadar olacak şeylerin bir projesini yazan
ruhânî bir ilk unsur, bir kuvvet yaratılmıştır ki buna birçokları akl-ı
evvel (ilk akıl) veya Muhammedî nûr demişlerdir. Sonra madde
yaratılmıştır. Buna cevher dahi denilmiştir. Sonra bir su buharı gibi
gaz halindeki maddeden gök cisimleri yaratılmış, sonra bunlardan sıvı
halinde arzın maddesi ayrılmış ki fezâ dediğimiz uzay okyanusunda yüzen
bu maddeye, küreye benzer şekilde olduğu anlatılmak üzere Nûn veya Hût
ismi verilmiştir. Yer küresinin böyle başlangıçta gök maddesinden
ayrılacak yaratılmış olup buharlarla kuşatılan sıvı halindeki havada
yüzmekte olan yuvarlak maddesi üzerinde sonra yer kabuğu dediğimiz
toprak ve taş gibi cansız varlıklar tabakası yaratılmaya başlamış ve bu
taraftan o Nûn maddesinin üzerine bir kabuk halinde yayılıp döşenmiş ve
bu suretle arz meydana gelmiştir. Fakat her taraftan böyle sarılmış
olan o Nûn evvelkisi gibi nefes alamıyarak nefesi tıkanmış bir balık
gibi hareket edip deprenmeye başladığından, bu sebeple yerin hareketi
yani depremler meydana gelmeğe ve bundan da yeryüzü çalkalanıp
yarılarak volkanlar çıkmaya başlamış, bu sebeple de etrafına saçılan
yer dalgaları da bastırıla bastırıla dağlar yaratılmış ve surette
dağlar oturdukça arz zamanla yoğunluk ve sağlamlık kazanarak sabitleşip
üzerinde durulabilecek bir hale gelmiştir.
Kur'ân'da
dağlara "evtâd", yani "Arz'ın çivileri" denilmesi de bu mânâ ile
açıklanmıştır. Dağların oluşumunun bu suretle yer üzerinde hayat için
büyük yararları olmuştur. Bu sebeple dağların yere karşı böbürlenerek
yukardan bakmaya hakları vardır. Bununla beraber bundan sonra yerin
hareketi ve "hast" denilen volkan olayları hiç olmuyor değil zaman
zaman nice yer sarsıntıları olmakta ve nice sivrilen dağlar yıkılıp
yerin altından yeni dağlar, tepeler yaratılmaktadır. Fakat bunlar
arasıra ve ilk çağlara oranla pek az derecede olduğundan, genel
görünüşü ile arzın, üzerinde oturulabilir hale gelmiş olmasına bir
engel teşkil etmemektedir. Bir gün olup da, Hâkka sûresi'nde geleceği
gibi, yer altından büyük bir fışkırma ile yerin ve dağların bir anda un
gibi dağılıp saçılmış bir toz haline getirilivermesi de her gün olması
beklenen bir olaydır. Şimdiki halde meydana gelmekte olan yer
sarsıntıları, yer çökmeleri, volkanlar dahi demek ki hep yerin
altındaki o Nun'un Allah'ın emrine uyarak deprenmesiyle meydana
gelmektedir. Yarılan yerler, fışkıran volkanlar, yeniden meydana gelen
çukurlar, tepeler, ovalar hep o yüce Kalem'in çizdiği çizgiler, yazdığı
yazılardır. Şimdi şunu itiraf etmek gerekir ki, zamanımızda yerin
şekillenmesi ve dağların oluşumu ve yer sarsıntılarının meydana gelmesi
hakkında fen adına arzın tabakaları ile ilgili bilgilerden edinilebilen
kanaatlerin özü de, bu rivayetlerin ifade ettiği mânâlardan başka bir
şey değildir. Böyle iken birçokları, "arzın altında balık mı olurmuş"
diye güler; birçokları da, "arzın altındaki gazların sıkışmasından,
hareketinden, yerin üzerinde zelzele mi olurmuş" diye güler. İki taraf
da birbirinin dediğini düşünüp anlamıyarak karşısındakine cahil veya
kâfir demeye kadar işi götürür. Halbuki iki taraf da bunun Allah'ın
emriyle olduğunu unutup cahillik etmektedir. İşte arzın içindeki asıl
küreyi, merkezi oluşturan o Nûn'a bazı tefsirler "Hût-i A'zam" yani
"Büyük Hût" ve "Yehmut" demişlerdir. Bunu "bâ" harfi ile, "mübhem"
kökünden okuyanlar olmuş ise de "Kâdı hâşiler"inde iki noktalı "yâ"nın
üstünü ve "hâ"nın sükûnu ile "yehmût" şeklinde okunacağı açıkça ifade
edilmiştir. Bununla beraber "hâ"nın üstünüyle "melekût" ve "ceberût"
kalıplarında bir mübâlağa kipi olması da açık görünmektedir.
YEHEM,
delilik;
EYHEMAN, "iki saldırıcı" demektir. Bedeviler, sel ile adama saldıran
kızgın esirik deveye; şehirliler de, sel ile yangına "ey heman" derler.
YEHMA,
"Sahrâ "
kalıbında, ucu bucağı bulunmayan çöle, bir de asla bolluğu ve rahatlığı
bulunmayan şiddetli kıtlık senesine denir. Bundan türetilen mübâlağa
kipiyle "yehemût"; bir mânâ ile volkana, bir mânâ ile uzaya
denilebileceği gibi son mânâ ile de yerin, başlangıçta açık iken sonra
kabuğunun yaratılmasıyle altında merkezine kadar hapis kalıp sıkışmış
ve bir delik buldukça fışkırmaya hazır olmak üzere deprenmesini
saklamakta bulunmuş olan iç kısmına; şiddet ve dehşeti göz önünde
bulundurularak "yehemût" ıztırabı ve çalkantısı itibariyle "Hût",
iniltisi veya merkezi etrafında dönmesine bakılarak da "Nûn" denilmiş
demek olur. İşte bazı tefsirciler bu anlatılan rivayetlere dayanarak
buradaki "nûn"un, hût yani balık mânâsına olarak, burada anlattığımız
"yehemut"a yemin olduğu kanaatine varmışlardır. Bir kısım tefsirciler
de, sûrede "Sen Rabb'inin hükmüne sabret, balık sahibi (Yunus) gibi
olma. Hani o kızgın bir halde Rabb'ine nidâ etmişti." buyrulmuş olması
ve bu âyetteki tan maksadın, Enbiya sûresinde geçen "Zünnûn olan
Yunus'u da hatırla, O, bir zaman kızarak kavmini bırakıp gitmişti.
Bizim kendisine güç yetiremeyeceğimizi sanmıştı da karanlıklar içinde
niyaz etmişti." (Enbiyâ, 21/87) âyeti gereği Zü'n-Nûn (yani Nûn'un
sahibi) olan Hz. Yunus olduğuna ve Saffât suresinde "Kınanmış bir halde
iken balık onu yutmuştu." (Saffât, 37/142) buyrulmasına dayanarak, bu
ipuçları sayesinde, "burada Nûn, karanlıkları içinde Hz. Yunus'un
hapsedildiği bâlıktır." görüşüne varmışlardır.
2. Yine İbnü
Abbas'tan rivayet edilen ve Dahhak, Hasen ve Katade'nin tercihi olan
görüşe dayanarak, bazıları da, "burada nûn, devat yani yazı hokkası
demek olan divittir" demişlerdir. Nûn'un bu mânâya geldiğine İbnü
Atiyye ve Râzi, bir şairin şu beytini şahit getirmişlerdir:
Buna göre,
hokka
ile kaleme yemin edilmiş demek olur. Çünkü yazı bunlarla yazılır.
Konuşma gibi, kitap ve yazının da önem ve faydası pek büyüktür. Bununla
birlikte bu mânâ yalnız Kalem'e yeminden de anlaşılır.
3. Nûr'dan
bir
levhadır denilmiştir ve Muaviye b. Kurre'nin, bunu bir merfu hadis
olarak naklettiği söylenmiştir. Bu mânâ; ufukta göğün çizdiği yay
içinde bir nokta gibi bulunan güneşin veya yerin bir şekli çizmesinden
alınmış olabilir.
4. Yine İbnü
Abbas'tan rivayet edildiğine göre, nûn, kelimesini oluşturan harflerin
sonuncusudur.
5. Cafer-i
Sadık
Hazretlerinden: Cennet nehirlerinden bir nehirdir. Bunlardan başka
Kamus'ta anlatıldığı gibi nûn, hokka ve balık mânâsına geldiği gibi,
"Şefretü's-Seyf", yani kılıcın ağzına da denir ve Arapların balık
şeklinde bulunan bir kılıçlarının da adıdır. Doğru söze, keza küçük
çocuğun çenesindeki çukura "nûne" denir. Bu "nûne" kelimesinin
sonundaki "tâ" teklik için olduğundan, cins kastedildiğinde "nûn"
denilmesi gerekir. Şu halde nûn, cins isim olarak 'in, kılıç ve kaleme
yemin olması ihtimali de vardır. Fakat burada bununla ilgili bir
rivayet gelmemiştir. Keşşâf yazarı şöyle der: "Maksat, noktalı
harflerden olan bu harfidir. Divit demelerine gelince, kelimenin bu
mânâda kullanılması lugat bakımından mı, yoksa şer'î bakımdan mı,
bilemem. Burada divitin ismi olduğu takdirde ya cins isim, ya özel isim
olur. Eğer cins isim ise, i'rab ve tenvin nerede? Eğer özel isim ise,
yine i'rab nerede? Hangisi olsa, söz söylenirken bir yeri olması
gerekir. Eğer "burada nûn, üzerine yemin edilen şeydir" dersek, cins
isim olduğu takdirde, yeminden dolayı sonunun cer ve tenvinle okunması
gerekir. O zaman yemin, bilinmeyen ve tanınmayan bir divite yapılmış ve
sanki denilmiş olur. Özel isim olduğu takdirde de, bunu, yerine göre
her türlü harekeyi alabilen bir kelime yaparak mecrur okumak veya özel
isimlik ve dişilikten dolayı gayr-ı munsarif yaparak sonunu üstün
okumak gerekirdi. Aynı şekilde bunu "hût" ile tefsir etmek de böyledir.
O zaman ya balıklardan herhangi bir balık kastedilmiş olacak, yahut da,
iddia ve zannettikleri "Yehmût"e özel isim olacak. Nûrdan veya altından
bir levha, yahut "cennette bir nehir" diye tefsir de böyledir.
Kısacası, bu kelimenin çeşitli durumlara göre sonu değişik şekillerde
okunamadığı için, bundan maksadın isim değil, harfin kendisi olduğu
ortaya çıkar.
Ebu Hayyân
da
şöyle der: hece harflerinden ve gibi bir harftir. Sonunun harekesini
etkileyen bir etken olmadan diğerleri ile beraber gelen bazı harfler
gibi, sonunun harekesi değişmeyen bir kelimedir. Sonunun değil de cümle
içinde bulunduğu yerin irab aldığına hükmedilir. Bunun, "Büyük Hût" un
ismi olduğuna dari İbnü Abbas ve Mücahid'den; divit ismi olduğuna dair
yine İbnü Abbas, Hasen, Katâde ve Dahhâk'ten; nûrdan bir levha olduğuna
dair merfu olarak Muaviye b. Kurre'den, er-Rahman kelimesinin son harfi
olduğuna dair yine İbnü Abbas'tan ve cennet nehirlerinden bir nehir
olduğuna dair Cafer-i Sadık'tan yapılan rivayetlerden hiçbiri sahih
olmasa gerektir. Ebu Nasr Abdurrahim Kuşeyri de tefsirinde: hece
harflerinden bir harftir. Tam bir kelime olsaydı, Kalem gibi, sonundaki
hareke, duruma göre değişirdi. Demek ki, diğer sûrelerin başındakiler
gibi bir hecâ harfidir" demiştir.
Bizim bütün
bunlardan vardığımız sonuç şudur: Evet, yazılış şeklini ve lâfzını göz
önünde bulundurur ve bu noktadan hareket edersek, burada sade bir hecâ
harfidir. diye ismiyle okunuşu da "elif," "be" gibi sayma tarzında
olduğu şüphesiz. Bunun asıl hükmü de meydan okuma ile ilimde
derinleşenleri imtihandır. Lakin böyle olması sûrenin ismi olmasına
engel olmayacağı gibi aklın yol göstermesiyle birçok anlamlara
gelebilecek müteşabih bir simge olmasına da engel değil; aksine bunu
gerektiricidir. Bundan dolayı "nûn" lafzının zihinleri
sürükleyebileceği olası mânâlardan birini "maksat budur" diyerek,
yalnız o anlama geldiğini söylemeye kalkışmak doğru olmaz. Bununla
beraber dilde az çok bilinen mânâlardan bazıları hakkında gelen ve
rivayetçe pek zayıf olmadığı gibi, akıl açısından da anlayabilenler
için mantıksız değil, aksine yararlı nüktelere işaret eden rivayetleri,
doğru mânâlar taşıdığı halde yalanlamaya kalkışmak doğruluğa uygun
düşmez. Zira İbnü Abbas'tan gelen rivayetlerin birkaç tane olması
gösteriyor ki, İbnü Abbas bunları ayrı birer izah tarzı olmak üzere
söylemiş ve her birinde bir fayda açıklamıştır. Hem Kalem'le ilgili
"Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." fıkrası ve şu durumda "nûn" sesinden
hatıra gelebilen ve özel önemi bulunan her anlam burada zihinden
geçirilmek ve fakat Allah'ın maksadı bunlardan birisi mi, yoksa daha
başka bir şey mi olduğu belirlenmeyerek bunun, insan oğlunun
güçsüzlüğünü tanıtmak üzere anlam bakımından, müteşabih âyetlerden
olduğuna karar verip "Onun tevilini ancak Allah bilir." demek en uygun
hareket olur. Gerçi lâfzın gösterdiği mânâ noktasından hareketle, ilk
evvel yazıldığı gibi hecâ harflerinden olan harfini anlamak, anlatılan
okunuşa göre, kesin demektir. Fakat burada bu kadarı müteşabihliği
gidermek için yeterli değildir. "Bu vav, yemin içindir", demeye
benzemez. Çünkü bu durumda da kelâmın meydana getirilmesi için harfiyle
kalemin ve yazının ilgisini takdir edebilmek üzere akla ve zevke hitap
eden birtakım ilgilerin düşünülmesi gerekir. İşte o zaman bu harfin
yalnız bir simge olmak üzere söylenmiş bulunduğu ortaya çıkar. Bundan
ise yine simge tarzında mümkün olabilen diğer ihtimalleri düşünmeye
dalmak zorunlu olur. Bundan dolayıdır ki, bu kelimenin müteşabih olduğu
gerçeği ortaya çıkar. Biz de bunun için diğer sûre başlarında bulunan
bu tür harflerde olduğu gibi, bunun da müteşabih âyetlerden olduğunu
açıklayarak söze başladık ki, bu hem selefin takip ettiği yola uygun,
hem de "hecâ harflerinden bir harftir" diye kestirip atanların
gözettikleri meydan okuma maksadına uygundur. Şu halde bir yemin mânâsı
içeriyor mu, içermiyor mu, kestirilemez. Yemin takdir edilirse deki
vâv, daki gibi atf (bağlaç) değilse yemin için olur. Bu Kalem nedir?
Tefsirciler burada iki izah tarzı söylemişlerdir. Birisi "lâm"ın sözü
geçen, bilinen bir şeyi ifade etmesi; birisi de cins için olmasına
göredir. İbnü Cerir der ki: "Kalem, bilinen kalemdir. Şu kadar ki,
Rabbimizin kalemler içinde yemin ettiği kalem, yüce Allah'ın yarattığı
ve kendisine emir verdiği kalemdir. O kalem de bu emir üzerine,
kıyamete kadar olacak şeyleri yazmıştır. Bana Muhammed b. Salih Enmati,
ona Abbad b. Avvâm, ona da Abdulvahid b. Selim rivayet etmiştir.
Abdulvahid dedi ki: Ata'yı dinledim, şöyle diyordu: Ubâde b. Samit'in
oğlu Velid'e, "Baban vefat ederken ne vasiyet etti?" diye sordum. Şöyle
cevap verdi: Babam beni çağırdı, ey oğulcuğum! dedi. Allah'a karşı
takva sahibi olarak korun. Haberin olsun ki sen, Allah'ın birliğine;
iyi ve kötü kadere iman etmedikçe Allah'a karşı takvalı olamaz ve ilme
eremezsin. Ben, Allah Resulü (s.a.v)'nü dinledim şöyle diyordu:
"Haberiniz olsun ki, Allah ilk yarattığında kalemi yarattı da, ona
"yaz" dedi. Kalem: "Ey rabbim! Ne yazayım ki? dedi. Allah: "Kaderi yaz"
dedi. Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki: İşte o anda kalem olmuş ve
sonsuza kadar olacak şeyleri yazdı." Mücahid'den gelen bir rivayet de
şöyledir: "kendisiyle zikir yazılandır". Demek ki, üzerine yemin edilen
kalem, şer'an bilinen kalemdir ki, o da Levh-i Mahfuz'u yazan kalem,
yahut Kur'ân yazılan kalemdir. Bununla beraber bunu, de olduğu gibi
kalem cinsine yorumlayanlar da vardır. Zemahşeri şöyle der: Yüce Allah,
kalemin şanının yüceliğini göstermek için kaleme yemin etti. Çünkü onun
yaratılıp düzlenmesinde büyük bir hikmete işaret vardır. Ve çünkü onda
anlatılamayacak kadar çok fayda ve yararlar vardır. İbnü Atiyye de
şöyle der: Nun'a "Behmût" diyenler, kalemi, yüce Allah'ın yaratıp olmuş
olacak her şeyi yazmasını emrettiği kaleme yorumladılar. deki zamirin
de, meleklerin yerini tuttuğunu söylediler. Ona "isimdir" diyenler de,
onu, "insanların ellerinde kullanılan ve bilinen kalem" şeklinde
yorumladılar. İbnü Abbas bunu rivayet etmiş ve deki zamiri de,
"insanlar"a göndermiştir. Bu durumda yemin, bunların hepsine yani yazı
işine yapılmış olur ki "bu yazı işi bütün ilimlerin ve dünya ve ahiret
işlerinin direğidir. Çünkü kalem, dilin kardeşi ve Allah tarafından
verilen genel bir nimettir."
İmam Râzi de
şöyle der: "Vel-Kalem" hakkında iki görüş vardır. Birisi budur ki,
yemin edilen kalem, gerek gökte bulunanın, gerek yerde bulunanın
yazdığı kalemin hepsini içine alan cins ismidir. Yüce Allah mantığı
ihsan etmekle "İnsanı yarattı, ona beyanı öğretti." (Rahmân, 55/3-4)
diye minnet buyurduğu gibi "Rabb'in en büyük kerem sahibidir. O, insana
kalemle öğretti. İnsana bilmediğini öğretti" (Alâk, 96/3-5) diye kalem
ile yazmayı ihsan etmesiyle de minnet buyurmuştur. Bununla
faydalanmanın izah ve yorumu şudur : Kalem üçüncü şahsı ikinci şahıs
yerine koyar. Bu sebeple insan dil ile yakınına anlatabildiği istek ve
maksadını kalem ile uzağa da anlatabilir. İkincisi, üzerine yemin
edilen kalem "Allah'ın ilk yarattığı kalemdir." diye hadiste bildirilen
daha evvel sözü edilen kalemdir. Yüce Allah bunu evvela yaratmış, sonra
da onu kıyamete kadar olacakları yazdırmış, saat gelene kadar olacağı,
bütün ecelleri, amelleri yazar, bu kalem, uzunluğu gök ile yer arası
kadar nûrdan bir kalemdir. Kâdi, (herhalde bu, Kâdı Ebu Bekr Bâkıllânî
olmalı) demiştir ki: Bu haberi mecazi mânâda almak gerekir. Çünkü yazı
için özel bir alet olan kalem, kendisine emir verilecek veya yasak
konulacak canlı ve akıllı bir varlık değildir. Onun yükümlü bir canlı
olmasıyla, bir yazı âleti olması, birlikte düşünülebilecek bir şey
değildir. Belki maksat "ona bütün olacakları yazdırdı" demektir. Bu
tıpkı "Bir şeyi yaratmak istedi mi, ona sadece "ol" der, o da hemen
oluverir" (Bakara, 2/117) sözü gibidir. Çünkü bunda ne bir emir, ne de
bir yükümlülük yoktur. Belki takdir edilende, itiraz etmeden ve karşı
koymadan sadece kudretin yerine getirilmesi vardır. Yine Râzi der ki:
İnsanlardan bazıları da şu zan ve iddiada bulunmuştur: "Burada adı
geçen kalem, akıldır. Ve o, bütün yaratılanların aslı gibi bir şeydir."
Ve buna şunu delil göstermişlerdir. Zira haberlerde rivayet edilmiştir
ki "Allah'ın ilk yarattığı kalem" dir. Diğer bir haberde de "Allah'ın
ilk yarattığı akıl" dır. Diğer bir haberde ise, "Allah'ın ilk yarattığı
şey, bir cevherdir ki yüce Allah ona heybetle baktı, o eridi ve
sıcaklık yaydı. Ondan bir duman ve köpük çıktı. Dumandan gökler,
köpükten yer yaratıldı" buyrulmuştur. Bu haberlerin hepsi birden
gösteriyor ki, kalem, akıl ve yaratılmışların aslı olan o cevher hepsi
aynı şeydir. Yoksa haberler arasında zıtlık olurdu."
Kâdı Beydâvî
de
bunları şöyle özetler: "Vel-Kalem", Levh'i yazan veya kendisiyle
yazılandır. Ona yemin edildi. Çünkü faydaları çoktur."
Celâleyn
Tefsiri'nde de şöyle denir: "Kalem, bütün olanların Levh-i Mahfuz'da
yazıldığı şeydir." Bunu, kalem cinsinin tanıtımı olarak anlamak mümkün
ise de, Süyuti'nin maksadı, bunun daha önce sözü edilen, bilinen kalem
olmasıdır.
Bütün
bunları
gözden geçirdikten sonra biz de bu kanâate geliyoruz: Bilindiği gibi,
daha önce kendisinden söz edildiği için, sonradan başına belirlilik
takısı olan in getirildiği isimler de, cins isim cümlesindendir.
"Kalemle öğretti" kriterine göre, kendisiyle insana ilim öğretilen
kalem cinsinin bildiğimiz ve insanların kullandığı kalem olduğu
açıktır. İnsan kalemi de Allah'ın yaratmasıyla olmuştur. Bu da ilk
yaratıldığından beri olmuş ve olacak ve hatta sonsuza kadar olacakları
ve söyleneni ve düşünüleni mümkün olduğu kadar yazmaktadır. Şüphe yok
ki, gerek hakikat gerek mecaz, her ne mânâ ile olursa olsun, kaleme
yemin edilince, bundan bir tek bilinen kalem dahi kastedilse, yine
kalem cinsinin ve dolayısıyle insan kaleminin de bir şeref ve değeri
anlaşılmış olur. Eğer bu yeminin cevabında, kendisine hitap edilen kişi
özellikle Hz. Peygamber'in kendisi olmasaydı da hitap genel olsaydı,
burada "O, kalemi öğretti. İnsana bilmediğini öğretti." (Alak,96/4-5)
gibi, insan kaleminin kastedildiği açık olurdu. Çünkü bütün insanlığın
bizzat kullanmak suretiyle bilebildiği kalem o olurdu. Daha önce sözü
geçen kalem olması kastedildiği takdirde de bunlardan biri veya bir
kısmı olurdu. Bununla beraber bundan mecaz olarak, insan kaleminin
bereket kaynağı olan yaratılış kaleminin kastedilmiş olması ihtimali de
bulunurdu. Fakat burada hitap özellikle ilâhî nimete kavuşturularak
hakkında, "Muhakkak ki sen büyük bir ahlâk üzeresin." buyrulan Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in zatına ait olması ve bu yüce ahlâk kavramının
içine "Sen Kur'ân'dan önce ne bir kitap okuyor, ne de elinle
yazıyordun." (Ankebut, 29/48) ve ayrıca "Sen önceleri, kitap nedir,
iman nedir, bilmezdin." (Şûrâ, 42/52) âyetlerinin ifade ettiği mânâlar
da dahil olmakla, nimetin ve Hz. Peygamber'in sahip olduğu ahlâkın
yüceliği insan kaleminden değil, doğrudan doğruya "yaratılış
kalemi"nden meydana gelmiş, bundan önce de ilâhî mülkün büyüklük ve
oluşundan söz edilmiş bulunması sebebiyle burada Peygambere yemin
olunan kalemden maksat, ona bildirilmiş ve önceden bilinmiş olan
"yaratılış kalemi" veya "ilk kalem" veya "yüce kalem" denilen ilâhî
kalem olması gerekir. Bundan dolayı biz bu hususta en güzel açıklama
biçimini İbnü Cerir'in rivayeti ile Celâleyn'in özetlenmesinde
buluyoruz. Bunu usûl ilmi diliyle ifade edecek olursak şöyle dememiz
gerekir: Bu de kalem, metnin ibaresiyle "ilâhî kalem" mânâsına; işaret
yoluyla da "insan kalemi" mânâsına gelmektedir. Buna cins isim
diyenlerin maksadı da Râzî'nin uyarısına göre, gerek hakikat gerek
mecaz "Kendisine kalem denilen şey" mânâsına bu ikisinden daha
geneldir. Yalnız, metnin ibaresi veya işareti ile gösterdiği mânâ ile
zahirî yani görünen mânânın arasını ayırmamışlardır. Sonra şunu da
unutmamak gerekir ki, bu deki elif-lâm'ın, cinsin bütün fertlerini
kapsamayı sağlamak için söylenmiş olduğu görüşünde olan yoktur. Yani
kalem cinsinin her ferdine de yemin edilmiş değildir. Dolayısıyle
kaleme yemin edilmekle kalem cinsi, cins olarak yüceltilmiş olmakla
beraber, her bir kalem ayrı ayrı yüceltilmiş değildir. Zira hakkı
geçersiz kılma veya Allah'ın kullarına zarar verme yolunda şeytanlık ve
ahlâksızlık veya beyinsizlikle fitne ve bozgunculuk vadilerinde yazı
yazan yalancı ve delice kalemler yüceltilmeye layık değildir. Onlar da
birer kalem olmaları nedeniyle önemli iseler de, hak ve hayır yönüyle
değil, kötülük ve zarar yönüyledir. Bundan dolayı burada bu yeminin
arkasından Hz. Peygamber'de delilik ve fitnenin bulunmadığı, ilâhî
nimetin, anlayış ve ahlâkın, ecrin büyüklüğü açıklanarak ve ahlâksız ve
yalancılar yerilerek o yöne de dikkat çekilecektir. Bu da gösterir ki,
kalemden maksat, ilâhî kalem, hak kalemdir. O halde anlam şu olur:
"Nûn" denilen başlangıç üzerinde bir an dur, dinle. Yemin ederim ona ve
o bildiğin hak kaleme, ve yazanların satıra dizip yazdıklarına ve
yazacaklarına ki ey Muhammed! Burada da dikkat edilecek önemli bir
nükte vardır. Erkek kişiler için kullanılan düzenli bir çoğul
kelimedir. Bu çoğul, akıl sahibi olanlara özgü bir çoğuldur. Kalem
tekil olarak söylendiği halde, yazış ve yazılanlar ona nisbet
edilmeyip, daha önce hiç anılmamış akıl sahibi çoğul kişilere nisbet
edilmiştir. Bu ise şunu anlatmış olur: Yazı yazan asıl kalem değil,
onun arkasında göze görünmeyen bir akıl ve anlayış sahibidir. Onun için
gördüğümüz kalemler, yazıları oranında daima arkalarında gizli olup da
onları işleten bir akıl âlemindeki anlayışlı sahiplerini yani
kendilerini tutanları gösterirler ki, gerçekte o kalemle o yazıları
satıra dizip yazan onlardır. Kalemden maksat da kendisi değil, o
yazdıklarıdır. , deki atıf (bağlaç) görevini yapan vav gibi bir
alettir. Bu suretle burada vâv, daha önce geçen kalemi daha sonra gelen
kelimeye bağlayarak, yemin, kalem ve kalemin yazıları ile onun sahibi
olan akıl sahibi kişileri göstermek üzere, hepsine birden yapılmıştır.
O halde kalem ve yazılardan akıl ve mânâ âlemini, bunlardan da onları
insan aklına yazan ilk kalemi, ondan da bu ilk kalemin sahibi,
âlemlerin rabbı olan yüce Allah'ı anlamalıdır.
Kalem'e
"insan
kalemi" anlamı verilmesi halinde, kalem tutan yazıcılar, akıl ve idrak
sahibi insanlar, hem de göze görünen bedenler değil, insanlık gerçeğine
şekil veren şuurlar, zekâlar olduğu gibi; "yüce kalem" mânâsı verilmesi
halinde de, görünüşte eşyanın şekillerini ve zihinlerde de mânâların
şekillerini yazan melekler, onları yazan da yüce Allah'tır. Bunun için
burada 'un faili (öznesi) olan zamir, kalemin insan kalemi olmasına
göre, akıl sahibi insanlara işaret olduğu gibi "yüce kalem" olmasına
göre de melekler olmak üzere yorumlanmıştır. Bazı tefsirlerde insanlar,
bazılarında da melekler denilmesi bundan dolayıdır. Dilimiz de böyle
akıl sahibi erkekleri ifade etmek için kullanılan çoğul şekli
bulunmadığı için bu nükte ifade edilemez. "Kalem ve yazdıklarına"
dediğimizde, bundan yazıcılara geçiş, açıkça belirtilmemiş olur. Bir de
muzari kipidir. Bir şeyin devamlı yapıldığını, şu anda yapılmakta
olduğunu ve gelecekte yapılacağını gösterir. Biz ise şimdiki hâl
sigasından zaman kipinden sîğa-i sıla (bağ-fiil) kullanmadığımızdan
bunu bir kelime ile ifade edemeyiz. "Yazdıklarına ve yazacaklarına"
dediğimiz zaman da "yazıyor idiklerine" dememiş oluruz. Bu bize şunu da
anlatmış oluyor ki, bu âyetler inerken yüce kalem yazmaya devam
ediyordu ve daha edecektir. O halde, "Kalem, olan ile kurumuştur."
hadisi şerifi, "kalemin yazması tamamen durmuştur" demek değil,
"olanlar yazılmış bitmiştir, fakat olacaklarla kalem kurumuş değil,
onları yazmaya devam etmektedir" demek olur. Kaderde her şeyin yazılıp
bitmesi, Kitab'ın anası olan Allah'ın ilmine göredir. Yoksa Levh-i
mahfuz'a ve yaratılış sahasına göre "Allah dilediğini mahveder,
dilediğini bırakır." (Ra'd, 13/39)
2. Kısacası
onlara yemin olsun ki, ey Muhammed! Sen Rabbinin nimeti sayesinde (veya
onun nimeti hakkı için) deli değilsin. Bu ve buna bağlı olarak
anlatılanlar yeminin cevabıdır. de bulunan sıla (ulaç) veya yemin için
olabilir. Ebu Hayyân, "Olumsuzlukta daha fazla vurgu ifade etmek üzere
bunun, bir ara cümlesi halinde yemin için olması açıktır." demiştir.
İbnü Atıyye de: "Sen, Allah'a hamdolsun, fazilet sahibisin."
cümlesindeki "Allah'a hamdolsun." sözü gibi, ara cümlesi olduğunu
söylemiştir. zemahşeri ise, olumsuz olan haberler ilgisinden dolayı,
"sen Rabbinin nimetiyle akıllısın." demek türünden, deli olmadığını
söylemenin akıllı olduğunu söylemeye eşit olmak üzere ilâhî nimetin
ilgisini ifade ettiğini veya zarf-ı müstekar olarak zamirinden hâl
olduğunu söylemiştir. Nimetten maksat da, peygamberlik ve onun gereği
olan akıl, akılla beraber olan cesaret, güzel ahlâk, erdem, dünya ve
ahirette mutluluk sebebi olan ilâhî lütuf ve bağışlardır. Kısacası
mânâ: Hz. Peygamber'e ilk vahyin gelmesi ile peygmaberliğin başlaması
üzerine Mekke kâfirlerinin haset, düşmanlık ve şaşkınlıkla yakıştırmaya
kalkıştıkları delilik ve sapıklık kusurlarının kendisinden uzak; aksine
onun akıl, cesaret, doğruluk ve erdemle seçkin bir kimse olduğunu ve
bütün bunlar, onu terbiye edip yetiştirerek nebilik ve resullük
lütfeden yüce Rabbinin nimetleri cümlesinden olup, bu yüzden göreceği
eziyetlere ve çekeceği sıkıntılara karşılık ilerde başa kakılmayan ve
tükenmeyen mükafat ve nimetlere kavuşmak üzere bulunduğunu açıklayıp
söz vererek Hz. Muhammed'in (s.a.v) şerefli nefsini aklamak ve temize
çıkarmakla kuvvetlendirmek ve bu şekilde onu ilâhî bildirileri bütün
âlemlere ulaştırmaya sevketmektir.
3.
Kesilmez,
tükenmez, devamlı hiç kesilmeyen bir nimet, yahut hiç kimsenin
minnetini çekmeden sırf Allah'ın lütfu ve yardımı olan bir mükafat
4. ve her
halde
sen kuşkusuz pek büyük bir ahlâk üzerindesin yani gayret edip
çalışmakla en yüksek hayır gayesine ulaştıracak pek büyük huylar,
gerçekten saygıya değer karakter, meleke (yeti) ve maneviyat üzere
yaratılmış bulunuyorsun. Onunla yürüyecek o gayeye ereceksin. İşte o
ahlâk, doğru yolu, hak din olan İslâm dinini teşkil eden Kur'ân edebi
ve ilâhî ahlâktır ki, onu yüce Allah lütfetmiş ve "Andolsun,
Resulullah'ta sizin için güzel bir örnek vardır." (Ahzab sûresi, 33/21)
buyurmuştur. Onun büyüklüğünü insanlar anlayamaz da sabır ve tahammül
edilmesi gereken deliliklerde bulunurlar. Rağıb'ın "Müfredât"ında
açıklandığına göre "halk" ve "hulk" aslında birdir. Şerb ve şûrb
(içmek), sarm ve surm (kesmek) gibidir. Fakat halk, gözleri görülebilen
sûret, şekil ve durumlara; hulk ise, gönülle anlaşılabilen kuvvetlere
ait olmuştur. Çoğulu "huluk" ve "ahlâk" gelir. Fakat dilimizde ahlâk
kelimesinin de "evlad" kelimesi gibi tekil anlamda kullanılması yaygın
hale gelmiştir. Ahlâk, aslında güzel olan huylardır. Çirkin huylulara
ahlâksız denir. Bununla beraber yatkınlık ve maharet esas olduğundan
iyilik veya kötülüğü alışkanlık haline getirmiş olmasına göre iyi ahlâk
ve kötü ahlâk, güzel ahlâklı ve çirkin ahlâklı diye bir ayırım yapılır.
'in tefsiri ile ilgili olarak gelen rivayetler: İbnü Abbas'tan: 1)
Büyük bir din, 2) büyük bir din ki, o İslâm'dır. Mücahid'den: Din, İbnü
Zeyd'den: Kur'ân edebi. İmam Ahmed, Dârimi, İbnü Mâce, Nesâî İbnü Cerir
ve daha diğerlerinin Said b. Hişam'dan yaptıkları nakil şöyledir: Said
der ki: Allah Resulü'nün ahlâkını Hz. Aişe'ye sordum. "Kur'ân okumuyor
musun?" dedi. "Okuyorum" dedim. "İşte, dedi. Hz. Peygamber'in ahlâkı
Kur'ân idi". Bunda iki mânâ vardır: Kur'ân'da anlatılan bütün ahlâkî
değerlerin hepsi onda vardı. O, Kur'ân'ın sakındırdığı eksikliklerin
hepsinden korunurdu. "Emrolunduğun şekilde dosdoğru hareket et." (Hud
Suresi, 11/112) emrinin tamamiyle doğruluk ölçütü idi. Onu anlamak,
Kur'ân'ı tamamen anlamaya bağlıdır, demek olur. Birisi de, onun ahlâkı
Kur'ân'da buyrulduğu üzere öyle büyük bir ahlâk idi ki, onu başka bir
tarif ile anlatmak mümkün değildir, demek olur. Dahhâk'tan şöyle
rivayet edilmiştir: " yani o, Allah'ın kendisine emrettiği ve ona
vekalet verdiği dini ve emri üzerinedir." Burada kelimesinin sonundaki
tenvin yüceltme ifade eder. Başkalarının tam anlamıyle
anlayamayacakları güzelliklerle seçkin kılınmış bir ahlâk demektir.
Görülüyor ki, önce gerçeklik ve vurgu için olan , ikinci olarak vurgu
ifade eden başlangıç "lâm"ı ile, üçüncü olarak, yüceltme ifade eden
tenvin, döndüncü olarak da "büyük" sıfatı ile Hz. Muhammed'in sahip
olduğu ahlâkın ululuk ve yüceliği kat kat güvence içinde açıklanıp
duyurulmuş ve bu cümlede, yukardaki yeminin cevabına bağlamak suretiyle
desteklenip vurgulanarak bu apaçık Kitap'ta "yüce kalem"in yazdığı
satırların, büyük ve seçkin bir âyeti olmak üzere konulmuştur.
5. "Sen
göreceksin, onlar da görecekler." Ahlâk kavramında pratik olarak bir
gayeye yürümek, istenen ve beklenen bir şey olduğu için bu âyet de,
onun ilerde niyet ve fikirden iş sahasına çıkarak deney sahasındaki
belirtileriyle düşmanlar tarafından da görülebileceğine dair bir söz
verme ve bu suretle Peygamber'e ve müminlere bir kat daha destek olma
ve Peygamber'e deli ve çıldırmış diyen kafirlere bir uyarı ve
korkutmadır.
6. "O fitne
hanginizde imiş?" Meftûn, ism-i mef'ul olarak, "fitne ve belâya
tutulmuş deli" demek olduğu gibi, mastar olarak "fitne ve delilik"
mânâsına da gelir. Burada "hanginiz" denilmeyip ile "hanginizde"
denilmiş olması açısından tefsirciler ikinci mânâyı daha uygun
görmüşlerdir. Öncekine göre mânâ; "içinizde iki taraftan hanginizde
imiş veya hanginizle imiş o fitneye tutulmuş deli? Sen mi, yoksa sana o
kâfirler içinden mecnun, deli diyen mi?" demek olur. İkinciye göre de
mânâ: "İki taraftan hanginizde imiş o fitne ve delilik? Sende mi,
onlarda mı?" demek olur ki iki mânâ da doğrudur. Ancak öncekinde
"meftûn" lâfzının görünüşüne bakarak açık olmakla beraber, anlam
itibarıyla herkesin kavrayamayacağı ince bir dolaşım vardır.
İkincisinde ise "meftûn" lâfzının dış görünüşünün aksine olmakla
birlikte mânâ açıktır.
7.
"Şüphesiz
Rabb'in daha iyi bilendir." Bu açıklama da Peygamber'e yukarki hitabı
yapan ve güvenceyi veren yüce Allah'ın ortaktan uzak olan kendi ilâhlık
şanını; sıfatlarının, ilim ve gücünün yüksekliğini ve dolayısıyle ona
inanılıp güvenilerek itaat edilmesi ve aksine hareket etmekten
sakınılması gerektiğini anlatmak suretiyle, bir taraftan yapılacak
bildiri ve duyuruları başından ve sonundan vesikalandırarak ve
özellikle kendisine yönelterek verilecek duyurulara bir hazırlamadır.
Yani sana o ihsanı yapan, o garanti ve güvenceyi veren ve önünü sonunu
görüp gözetecek ve eğriye doğruya hak ettiğini verecek olan ancak
Rabbındır. Çünkü odur ancak seni yetiştiren, herkesten de senden de
daha iyi bilen yolundan sapanı. Aklı varken dünya ve ahirette mutluluğa
götürecek hak yolundan sapmış, çığırından çıkmış, sonsuz mutsuzluğa
götürecek yanlış yolda kendini kaybetmiş olanları ki gerçekte deliler,
sapıklar onlardır. Yine odur ancak en iyi bilen eğrilikten sakınıp
doğru yolu tutmuş, neticede arzuladıklarına kavuşacak olanları, ki
gerçekte aklı olanlar da işte onlardır.
8. O halde
ancak
Rabbine itaat et, Rabbinin gösterdiği yolda git de artık itaat etme o
yalanlayıcılara. Bu gerçekleri yalanlayan, yalan çıkarmaya çalışarak
yalancılık eden ve sonunda kendi kendilerini yalanlayacak olan
inkârcıları dinleme, tanıma, sözlerini tutma, seni sokmak istedikleri
yanlış yola gitme, haksızlıklarına, isyanlarına rağmen görevine, o yüce
ahlâkın uygulanmasına devam et. "Fâ-i cezâiyye" nin işaretiyle yukarıki
güvencenin ilk neticesi olan bu yasaklama, Allah yolunda yapılacak
görevin başlangıcını açıklayan bir öğüttür. Öncelikle ve özel olarak
Peygambere hitap olmakla birlikte, sûrenin sonundan anlaşılacağı gibi,
dolaylı olarak, akıl taşıyan herkese bir öğüttür. Yani, hakyolunda ilk
işin bu olsun. Hakk'ı tanımayan, cezasına inanmayan inkârcıları tanıma,
sözlerini tutma, yalanlarına aldanmaktan, düşecekleri kötü sonuca
düşmekten sakın, her şeyden önce uyanık ve samimi ol. Temizlik,
dürüstlük her olgunluğun başıdır. Gerçi ahlâkın büyüklerinden birisi de
hoş görülü olmak, bağışlamaktır. Fakat bağış, hoşgörülü ve yumuşak
huylu olmak, haksızlığı teşvikte, ciddiyetsizlikte ve yağcılıkta değil;
temiz, samimi ve cesur olmakta ve bunların neticelerine sabır ve
tahammül ile ilim, irfan ve terbiye yaymaktadır. Şunu da bil ki, sana
deli diyen, aldanmış diyen, sapık diyen, öyle yalanlar yayan o
yalancılar onu samimiyetle değil, düşmanlık güderek söylediler.
9. Zira
arzu
ettiler ki sen yağcılık yapsan. Onları yağlasan, taptıklarına, alçak
maksatlarına, haksızlıklarına ilişmesen, olur desen, yalanlarına yağ
sürsen diye istediler de onun için yalanlamaya kalkıştılar. Yoksa sen
yağcılık edecek, maksatlarını yerine getirme arzularını devam ettirecek
olsaydın, böylece sen de onların sapıklıklarına katılmış bulunsaydın o
vakit yaltaklanacaklardı. Onlar da sana yağ çekecek, yalanı
doğrulayacak, ne büyük, ne akıllı adam diyeceklerdi. Fakat sen onlara
yağcılık yapmayıp doğruyu söylediğin, Allah'ın emrini, peygamberliğini
bildirdiğin için öyle iftiraya kalkıştılar, bile bile yalan söylediler.
Onun için sen onlara itaat etme, arzularına yağ sürme. İşte yüce
ahlâkın ilk prensibi budur. Demek ki dil, kalem kendilerine yemin
edilmeye layık varlıklar olmakla beraber doğruyu söylemek için
çalışmayan yağcı diller, yağcı kalemler ve onları dinleyenler
büyüklükten, yüce ahlâktan, akıldan uzak ve itaat edilmeye layık
olmayan zavallılardır.
10.
Şunların
hiçbirine ve genel kurullarına itaat etme. Çok yemin edici çok yemin
etmeye alışmış, eğriye doğruya yemin eder durur. Yemin bir zorunluluk
ve kesin bir gereklilik halinde hakkı vurgulamak ve ortaya çıkarmak
için yapılır, pek büyük bir vurgu gücüdür. Çok çok yemin edip durmak
ise, onu hafife almak, kendi kendinin delilini çürütmektir. Gerçi
Allah'ın ismini saygı ile çok zikretmek çok sevaptır. En büyük
ibadettir. Fakat onu her şeyde bir destekleme aracı olarak kullanmak,
sık sık şahit olarak çağırıp durmak ise Allah'ı anmak ve ona saygı
göstermek değil, onun ululuk ve kutsallığına saldırmaktır. Onun için
yemin eden kimse son bir zorunluluk halinde, onun şahitlik ve
kefilliğine baş vururken bütün hakkından emin olacak şekilde düşüne
düşüne titriye titriye başvurmalıdır. Yoksa o yemin o kimsenin
saygısızlığını ve yüce Allah'ın ululuğunu tanımadığını, yeminin son
derece kutsal tutulması gereken ve hakkın ortaya çıkarılması,
güvenliğin yerleştirilip sabitleştirilmesi için her yolun kesildiği en
son noktada baş vurulacak en son ve biricik destekleyici güç olduğunu
ve onu hafife alanın bütün yasal güvenliği çiğnemiş ve dolayısıyle
kendi vicdanında kendine dahi hayat hakkı bırakmamış olacağını
duymadığını, düşünmediğini gösterir. Bu ise yeminin hükmünü tanımamak
demek olan yeminsizlikten "Onların yeminleri yoktur." (Tevbe sûresi,
9/12) kriteri ile ifade edilen mânâdan daha bayağı bir çelişkidir.
Destek almak için başvurduğu en büyük gücün zayıflığını ilan ederek
kendini yıkmaktır. Onun için bu, gerek inanç, gerekse amel bakımından
her kötülüğün kaynağıdır. Bunu anlamak için burada her fenalığın
başında sayılmasını düşünmek yeter. Bundan dolayı insan kesin olarak
bildiği hakta dahi çok çok yemin etmekten sakınmalıdır. Zira
düşüncesizce yemin eden, yalan yere yemin etmeye de alışır. Doğruya
eğriye yemin etmeye alışmış olanlarda ise şu niteliklerin hepsi
bulunabilir. alçak, görüşü ve düşüncesi önemsiz, bayağı düşünür, kendi
kendini küçük düşürür, yalancı, değersiz, her kalıba dökülür, her
fenalığa sürüklenir.
11.
Koğucu: Şunu
bunu ayıplar, yerer, arkasından çekiştirir, kötüleyip ayıplayarak
bizler, iğneler, dürtüştürür, bizleyici, mahmuzlayıcı. Koğuculukla
gezer, hafiyelik, boşboğazlıkla yaşar.
12. Hayır
engeli, hiç hayra yaramaz. Son derece cimri olduğu gibi başkalarının
yapacağı hayra da engel olur. Hayır düşmanı. Sınır tanımaz, haddini
aşkın, hakkına razı olmaz, hak yiyen, Günahtan vebalden çekinmez, günah
yüklü,
13. Zobu
kaba,
saygısız, zorba, obur, bulduğunu çarpar yer, ölçüsüz ve yakışıksız
sözler söyler, acımasız, despot. Ondan sonra da yani bütün bu fena
huyların arkasından da, onlarla beraber bir delme takma, soyu takma,
uydurma, yahut fenalıkla tanınan, edepsiz damgalı, yahut dalkavuk.
ZENÎM,
"zeneme"
den türetilmiştir. Zeneme, keçinin, koyunun boynunda, kulağı dibinde
derisinden küpeye benzer yumrucuklara yahut kulağı delinip de ucundan
asılı bırakılan sarkıntıya denir ki, her tarafa sallanır durur.
Dilimizde o koyun veya keçiye küpeli denildiği gibi Arapça'da da zenim
denilir. Burada bundan istiâre edilmiştir ki, bu Türkçe'de en çok
dalkavuk veya kulağı yirik yahut kulağı kesik yahut kulağı küpeli
sözlerindeki mecaz mânâyı andırır. İbnü Cerir'in tefsirinde açıklandığı
gibi tefsirciler İbnü Abbas ve diğerlerinden bu kelimenin tanıtımı
hususunda şunları nakletmişlerdir: "Nesebi şüpheli, nesebi başkasının
nesebine katılmış, piç, kötülükle tanınmış, kötü damgalı, damgalı
kâfir, çok zalim, aşağılık, fena huylu...."
Buharî'de bu
sûrenin tefsirinde Mücahid ve İbnü Abbas'tan şöyle rivayet edilmiştir:
"Zenim, Kureyş'ten kulağında, bazı koyunların kulağındaki küpeyi
andırır sarkıntı gibi sarkıntı bulunan bir adamdır." İbnü Cerir ve İbnü
Merduye de bu mânâda rivayet etmişlerdir. Fakat "bunun çalışarak elde
edilen bir şey olmayıp yaratılıştan var olan bir şey olduğuna göre
yerilen huylar arasında sayılmaması gerektiği halde, nasıl olur da
huyların en yerileni, en aşağısı sayılır?" diye bir soru sorulduğunda
bunun mânâsında bir müşkillik bulunduğunu söylemiş ve çözümünde
duraksamıştır. Fakat yine Âlûsi'nin açıklamasına göre, bu özellik
söylediğimiz gibi hem doğal hem sonradan kazanılmış olabileceği için,
bunu sonradan elde edilmiş bir özellik olarak anlamak veya mecazî
mânâya almak daha uygun olur. Onun için diğer mânâlarla izah
edilmiştir. Sonra aynı soru, kişinin kendi yapması olmadan ona katılan
ve ondan ayrılmayan diğer özellikler hakkında da sorulabilir. O halde
gerek âyeti ve gerek rivayeti bu özelliğin sonradan kazanılmış olması
noktasından ele alarak anlamak gerekir. Bundan dolayı in dalkavuk yahut
küpeli alçak mânâsında olması uygun düşer. Bunlar herhalde bir n yani
kaba, saygısız, acımasızın arkasındadır. Yahut utüll, kendisi de
öyledir demek olur.
Konu fena
huylardan, alçaklıklardan sakınmak ve onların sembolü olup da o yola
sevkedebilecek olanların ardına düşmemekle ilgili ahlâkî ve sosyal bir
konu olunca, tefsirciler gayet renkli ve zengin olan bu Kur'ân
kelimelerini anlayıp anlatarak irşada çalışmışlardır. Zira Kur'ân o
fenalık sembollerine itaat etmemeyi emrederken, Kur'ân tertibinin
güzellik ve inceliğine bir leke kondurmamak üzere onları her birinin
sırasıyle çok beğenip takındığı şatafatlı bir tavır ve edâ içinde deste
deste mimliyerek süzgeçten geçirmiş ve bunlara uyanların, hepsinden
aşağılık olduğunu göstermek üzere de "soysuz"u hepsinin sonuna takarak,
hepsini bir küll halinde fırlatıp atıvermiştir.
Tefsirciler
bunlarla belirli bir şahıs kastedilip edilmediğini araştırmakla
uğraşmışlar ise de doğrusu Ebu Hayyân'ın dediği gibi âyette açık olan
budur ki: Bu nitelikler belirli bir şahıs için değildir. Başta "her çok
yemin edici" buyrulmasından da açıkça anlaşıldığı gibi belli ve özel
bir şahıs kastedilmeyerek hem her birinden hem de bu tür insanların
hepsinden birden sakındırılmaktadır. Geçmişi olduğu gibi geleceği de
kapsar. Burada "itaat etme" yasağı tekil olarak öncelikle fertlere
yöneltilmiş olmakla beraber, uyulmaması istenilen bu niteliklerin
bütünüyle bireye ait olması şart değil, bireylerden meydana gelen
bütünü, o özellikte bulunan herhangi bir toplumu kapsayacak şekilde
ifade edilmiştir. Ancak toplum vicdanı kendini bireylerde göstereceği
ve birey olmadan toplum mânâsı mücerred (soyut) bir fikirden ibaret
kalacağı için, fikir ve düşünceler bireylerden başlayarak yürütülür.
14. Şimdi,
"böyle bir ferde veya topluma, akıllı bir kimsenin itaat etmesi nasıl
düşünülebilir?" denilecek olursa, böyle denilmesine sebep olan gerekçe
şöyle açıklanıyor: Mal sahibi olmuş ve oğulları var diye yani servet
kazanmış ve kuvveti var, belki bir faydası dokunur veya kötülüğünden
sakınılır diye itaat etme, başka bir sebeple itaat edilmeyeceği
öncelikle bellidir. Aklı olan ve onların ahlâkında bulunmayan bir
kimsenin onlara başka bir nedenle itaat etmesine ve bir çıkar elde etme
gayesiyle doğruyu bırakıp onlar seviyesine inmesine ihtimal yoktur. Şu
kadar var ki onun servetinden veya gücünden kişisel olan veya olmayan
bir fayda veya zararından korunmak maksadıyle yağcılık yapmayı uygun
görenler bulunabilir. Fakat kişisel istifade maksadı güdenler, onlar da
bu "alçak" ve "soysuz" kavramlarının ifade ettiği mânâ kapsamına girmiş
olacaklarından burada bu ihtimal de ortadan kalkmaktadır. Olsa olsa bir
hayra yaramak ve kötülüklerinden korunmak ümidi kalır. Oysa bunlar
hayır sahibi değil, hayır engelidirler. Kendi çıkarlarını gözetmeden,
istedikleri gibi sürüklemeyi kurmadan bir lokma vermezler.
Kötülüklerinden korunmak için öylelerine yağcılık edenler kendilerini
daha büyük bir kötülüğün kucağına atmış olurlar. Büyük ahlâk sahibi ise
birçok eziyete, sıkıntıya ve yoksulluğa katlanır, sabır ve tahammül
eder de onlara itaat ve yağcılık edecek kadar küçülmez. Hak yolunda
hayır kapılarının açılabilmesi için öncelikle o engellere göğüs germeye
çalışır. "Her kim bir zengine sırf malından dolayı saygı gösterirse,
dininin üçte ikisi gider." anlamındaki bir hadis-i şerif de, bu âyetin
ifade ettiği mânâ kapsamına girer. , demektir. Bunun, kendinden önceki
veya sonraki cümlelere bağlanması hususunda birkaç izah şekli vardır.
Birisi önceki kısma bağlı olup açıkladığımız gibi yukarıdaki "itaat
etme" emri ile ilgilidir. Birisi de "zenim"e veya "hallâf"tan "zenim"e
kadar birbirine bitişik olarak hepsiyle ilgili olmak üzere illet-i
gaiyelerini de göstermiş olmasıdır ki, onlar neticede mal ve oğul
sahibi olmak için bu kötülükleri işlerler demek olur. Birisi de
kendinden sonraki kısma ait olmak üzere takdir edilen "kibirlendi"
fiiliyle veya gelecek olan (dedi) fiiliyle ilgi olmasıdır.
15. Bu
durumda
mânâ şu olur: Onlardan birisi mal ve oğul sahibi olduğu için
gururlandı, burnunu şişirdi de âyetlerimiz, karşısında okunduğu zaman
"evvelkilerin mitolojisidir dedi. (En'am, 6/25. âyetin tefsirine bkz.)
16.
Yakında biz
onu, o hortumun üzerinde damgalayacağız. Burada "burun" yerine "hortum"
denilmesi, yukarda takdir edilmiş olduğunu söylediğimiz kibir ve gurur
fiiline işarettir. "Burnu büyümek," "burun şişirmek" gibi kibir ve
gururdan kinayedir. Sonra hortum fil ve domuz burunlarında kullanıldığı
ve yüze, burna damga ve dağ en çirkin şeyler olduğu için, bu sözde onu
büyük bir şekilde aşağılama mânâsı vardır. Onun için Hz. Peygamber
hayvanların bile yüzlerinden damgalanmasını yasaklamış ve bunu yapana
lânet etmiştir. Yüzde burun ise en önde olduğu için en göze batan, ilk
sakınılması gereken ve şeref ve onur işareti sayılan ve ondan dolayı en
muhterem secde yeri olan bir uzuvdur. Hatta bazıları, "yüz güzelliği
burundadır" demişerdir ki şairin şu beyti bundandır:
Kısacası
hortumunu dağlamak, damgalamak; bizim kullandığımız "burnunu kırmak"
deyiminde olduğu gibi son derece aşağılamaktan kinayedir ki nasıl
olursa olsun, gerek maddî olsun, gerek manevî; gerek dünya ile ilgili
olsun, gerek ahiretle ilgili olsun.
17.
Bununla
beraber burada işin önce dünya ile ilgili yönü anlatılmak üzere
buyruluyor ki: Kuşkusuz biz onlara bir bela verdik. Yani mal ve
oğullarına güvenip de öyle diyenleri, o yalanlayıcıları belaya
düşürmüş, bir sınava sokmuşuzdur. O mal ve çocuklar onlara bir fitne,
bir felaket kesilir. Nitekim peygamberliğin ilk yıllarında Mekkeliler
öyle ahlâksızların sözlerine uyarak Allah'ın âyetlerini yalanladıkları
ve peygambere eziyet ve sıkıntı vermede ısrar ettikleri için Allah
Resulü: "Allah'ım, Mudar'a vereceğin belayı şiddetlendir. Onlara
Yusuf'un seneleri gibi kıtlık ver." diye dua etmiş; Allah da onları
yedi sene kıtlık kuraklık içinde ezmiş, belâlarını vermişti. O mal ve
çocukların yaratılmasındaki hikmeti bilmeyen ve onu hayrı için
sarfederek şükredecek yerde hayra engel olmak ve hakka karşı burun
şişirmek için toplayanlara onların bir iyilik ve lütuf değil, birer
bela olduklarını tanıtmıştı ki, burada o haber verilerek bir uyarıda
bulunulmaktadır. Ve bunun, sade onlara ait bir tesadüften ibaret
olmayıp önce ve sonra uygulanması gereken bir kanun olduğunu misal ve
hikmeti ile son derece sade ve fakat pek derin mânâlara değinerek
açıklamak üzere şöyle buyruluyor: Nasıl ki o cennet sahiplerini bir
bela ile sınamıştık. Burada cennetten maksat, dünya cenneti, güzel bağ
ve bostan demektir. Daha derin bakışla da vatan demektir. Elif-lâm ile
yalnız burada böyle dünya cenneti mânâsında kullanılmıştır. Zira
verilen misalin gösterdiği gibi bu hikâye Araplar tarafından
bilinirmiş. "Cennet sahipleri"nden maksat, o bağı kullanma hakkı ve
yetkisi bulunanlar, ellerinde tutup idare edenlerdir. Bunun Kehf
Sûresi'nde "Ve bağına girdi." (Kehf, 18/35) âyetinde olduğu gibi bir
tek kişi misali ile getirilmeyip "bağ sahipleri" diye çoğul kipiyle
ortak bir mülk misali olarak getirilmesi, bireysel mülkün idaresinden
ziyade toplum ve vatan kavramları açısından yapılmış bir temsil
olduğunu gösterir. Hikâyenin, en meşhur rivayetlerde özeti şöyledir:
Yemen'de San'a'ya yakın Savran denilen yerde dinin emirlerine uygun
hareket eden bir adamın güzel bir bağı vardı. Ona iyi bakar, ondan
Allah hakkını yerine getirirdi. Derken vefat etti, bağ çocuklarına
kaldı. Onlar ise insanları onun hayrından istifade ettirmediler ve
Allah hakkını kıskanıp cimrilik yaptılar. Sonuç yüce Allah'ın anlattığı
gibi oldu: O zaman bela vermiştik ki yemin etmişlerdi. Hikâyeye bu
şekilde önce yeminlerinden başlanmasında önemli nükteler vardır.
Birincisi her sosyal bir işin bir akit ve sözleşme ile başladığını ve
bundan dolayı neticede kâr ve zararın da ona bağlı bulunduğunu anlatır.
İkincisi, yukarıda "her çok yemin edici" sözü en başta söylenmiş olduğu
gibi burada da ondan başlanmış ve ettiği yeminin ne demek olduğunu ve
giriştiği sözleşmenin ne dereceye kadar kendi ilmi ve gücü kapsamına
girdiğini iyi düşünmeden kesin yemin ile bir işi üstüne almaya
kalkışanların yalan yere yemin etmiş ve ondan dolayı başlarını nasıl
belaya sokmuş oldukları gösterilmiştir. Çünkü bunlar şuna yemin
etmişlerdi: Her ne olursa olsun, kesinlikle sabahleyin o cenneti
kesecekler.
SARM, bağ
kesmek, üzüm ve meyve devşirmek anlamına geldiği gibi, bir şeyi
kökünden kesip tamamen ayırmak anlamına da gelir. Bunlar gönüllerince
bağın kendisini değil, meyvesini devşirmeyi kastetmiş olsalar da
yeminlerinde şöyle demişlerdir: "Vallahi o bağı sabahleyin mutlaka ve
kesinlikle keseceğiz". Oysa bu tamamen kendi ellerinde değildi. Gerek o
bağın gerek kendilerinin sabaha çıkıp çıkmayacaklarını öyle kesin bir
şekilde bilemezlerdi.
18. Bir
istisna
da yapmıyorlardı. "İnşaallah", "Allah izin verirse" yahut "sağ salim
sabaha çıkarsak", "bir kaza ve belaya uğramazsak" gibi bir şart,
ilerisi için hesaba katılan bir kayıt koymuyorlardı. Çok kuvvetli ve
kararlı olmak için yeminlerini yerine getirememek ve bu yüzden felakete
uğramak ihtimallerini düşünmüyorlar, bir dönüm noktası bulunmasını
istemiyorlardı. Yahut kendilerinden başka kimseye bir şey vermek
istemiyorlar, onu kendilerinden başka birisinin kesebileceğini hesaba
katmıyorlardı. Öyle kesin bir şekilde konuşup karar vererek uykuya
yatmışlardı.
19 Fakat
onlar
uykuda iken Rabbin tarafından bir dolaşıcı, dolaşan ilâhî bir emir, bir
âfet o bağın üzerinden her tarafını dolaşıverdi. Bir rivayete göre
bağın bulunduğu vadiden bir ateş çıkıp o bağı kökünden yakarak kavurup
bitirivermişti.
20. Derhal
o
cennet gibi bağ, sabaha kadar sırıma dönüvermişti.
SARÎM,
tamamen
kesilmiş veya kesik demektir. Meyvesi kesilmiş bağa, ürünü biçilmiş
tarlaya, gecenin bir parçasına, hiçbir şey bitirmeyen kumluk bir yere
de denilir. Burada birinci mânâda olabilirse de sonraki mânâlardan
biriyle o bağın meyvesinin değil, kendisinin kökünden kesilip yanmış,
kül gibi karara, kalmış olduğu rivayet edilmiştir. Demek ki yemin
ettikleri iş olmuştu, fakat gönüllerindeki gibi ve kendileri
tarafından, lehlerine değil; hatırlarına getirmedikleri bir şekilde
aleyhlerine olmuştu, henüz haberleri yoktu.
21. Derken
sabahleyin birbirlerine seslendiler.
22.
Haydin,
kesecekseniz ürününüz üzerine erkence koşun, dediler. Bunda iki hata
ediyorlardı. Birisi o bağı yalnız kendileri yetiştirmiş, sade onların
ekimi, kültürü imiş gibi, "ürününüz" diyorlar, sonra da "ürününüze"
demiyorlar da "ürününüz üzerine" diyorlar. Onu ekin biçer gibi kesip
bitirmek niyetiyle, düşmanın üzerine saldırır gibi kıymak kesin
kararıyla aleyhine yürüyorlar, çünkü ondan kimseye bir şey bırakmak
istemiyorlar, son derece hırslı hareket ediyorlar.
23. Onun
için
hemen fırladılar. Giderken gizlli gizli birbirilerine
mızıldaşıyorlardı.
24. Sakın,
bugün
üzerinize bir yoksul sokulmasın diyorlardı. Hiç düşünmüyorlardı ki dün
birbirleriyle sözleşirken birbirlerinin gönüllerini ancak yemin ederek
rahatlatabiliyorlar, biricik güvenceyi onda buluyorlar, ondan kuvvet
alıyorlar, ortaklık ve toplumlarını onunla kurabiliyorlardı. O bağ ve
ekine ve onun ürünlerini toplamaya nail olabilirlerse yine bu sayede
nail olabileceklerdi. Düşünmeleri gerekirdi ki o bağ ve ürün,
kendilerinden önce onu onlara veren ve onlar uyurken onu gözetecek olan
Allah'ındır. Onda bir Allah hakkı, Allah'ın yoksul kullarının nice
hakları vardır. O yoksulları gözetmek, bu iyiliği bilme alâmeti olmak
üzere Allah için onlara efendilik etmek, hem o bağı bozmaya giderlerken
öyle despotça hareket etmeyip mümkün olabildiği kadar onlardan bir
kısmına da yararlanma imkanı vermek, hırs ve zorbalıkla bağlarına
düşman çoğaltacaklarına ona gözleri takılabilecek olan fakirleri,
babaları zamanında olduğu gibi az çok gözeterek hayırlarını isteyen
duacılar, bekçiler yetiştirmek ve bunun kendileri için bir görev
olduğunu unutmamak gerekirdi. Oysa onlar uykuda iken bağın ne olduğunu,
ne duruma geldiğini hiç hesaba katmıyarak fırlamışlar, "Sakın yanınıza
bir fakir sokulmasın." diyerek, bunu da kimse işitmesin diye seslerini
dahi kıskanır bir şekilde fısıl fısıl, mızıl mızıl birbirlerine uyarıda
bulunarak hızla gidiyorlardı.
25. Ve
sade bir
engellemeye güçleri yeterek, yani hızlı bir engelleme ve zorbalığa,
sırf bir hırs ve öfkeye güçleri yeterek erkenden gittiler. Demek ki
topluluğun hızı ve despotluğu bireyden daha kuvvetli ve daha dehşet
vericidir. Evet öyle gittiler, varacakları yere vardılar ama sonu ne
oldu?
26-27.
İşte şu
şaşkınlık, şu yoksunluk, şu pişmanlık oldu: "Fakat bahçeyi
gördüklerinde, biz her halde yanlış gelmişiz, yok, biz mahrum edilmişiz
dediler".
Böyle
şaşırdılar
önce yalnız yollarını şaşırdıklarına hükmettiler, sonra da cezaya
uğradıklarına, engel olmak istedikleri yoksullardan ziyade yoksun
bırakıldıklarına hükmettiler. Hayal kırıklığı ile o andan ve gelecekten
bütün ümidi kesip ümitsizliğe düştüler. Eğer içlerinde aklı erer ölçülü
davranan bir kişi bulunmasa idi o ümitsizlik içinde kalacaklar, o
yoksunlukla inleyip gideceklerdi. Lakin içlerinde, önceden görüşünü
açıklaması istenmemiş bir ortancaları, yani aralarında aklı erer, hakkı
bilir, zorbalığı sevmez, bela karşısında şaşırıvermez, ölçülü davranan
birisi vardı.
28.O
vakit o
evsatları dedi. Burada evsat "ortanca" demek değildir. Üç veya beş
kişiden ibaret imişler de bir en ortancaları varmış şeklinde
anlamamalıdır. İbnü Cerir'in İbnü Abbas, Mücahid, Katade ve Dahhak'ten
rivayet ederek açıkça belirttiği şekilde Bakara Suresi'nde "Böylece
sizi vasat bir ümmet kıldık." (Bakara, 2/143) âyetinde vasat, adaletli
mânâsına olduğu gibi burada da onun üstünlük ismi olarak en doğru, en
haktanır, en hayırlı, başka bir tabirle "en ölçülü" davranan demektir.
Bundan dolayı bir toplum içinde baştan kıymeti bilinmemiş, söylediği
dinlenmemiş bir şahsın kıymetini gösterir. Demek ki mesele, toplumu yok
sayan aşırı bireycilerin, zorbaların, bencillerin zannettiği gibi ne
sadece yalnız kalmada; ne de bireye hiç değer vermek istemeyen aşırı
toplumcuların zannettikleri gibi yalnız toplumdadır. İkisi arası bir
ılımlılık noktasındadır. Ruh ile beden gibi bireyin ortaya çıkışı
toplumda, toplumun ayakta durması bireyde, başta ve sonda ikisinin en
uygun durumu, kıvamı haktadır. Onun için bireyler hakkın birliğine
dayanarak bir sözleşme yapmadan toplum meydana getiremediler, aynı
zamanda sözleşme ve hareketlerinde doğruluk ve adaletin hakkını
gözetmedikleri için de başarılı olamadılar. İşte içlerinde bunu bilen
bir fert dedi ki: Demedim mi size? Tesbih etseydiniz ya! Yüce Allah'ın
kusursuzluğunu tanısanız, onun eksiklikten uzak bir Allah olduğunu
egemenliğini kimseye vermeyeceğini; alçaklığı, haksızlığı, zorbalığı
sevmediğini bilseniz, hakkı gözetseniz, istisna yapsanız da zorbalığa
sapmasanız. Bu, "vaktiyle beni niye dinlemediniz?" diye benlik
sevdasıyla yapılan sadece bir sitem değil, bu kez düştükleri
ümitsizlikten kurtarmak ve ümitsizlikle Allah'a zulüm yakıştırmak gibi,
ona karşı daha büyük bir küfür ve günaha düşmekten sakındırmak için
sitem tarzında, edilen hatayı hatırlatarak tevbe etmeye ve uyanmaya bir
çağrıdır. Bu sebeple uyandılar.
29.Önce
dinlemedikleri öğüdü bu kez gördükleri felaket içinde dinlediler de, ey
Rabbımız! Seni noksan sıfatlardan uzak tutarız. Bizler doğrusu
zalimlermişiz dediler. Böyle Allah'ın noksanlıklardan uzak olduğunu
söylediler ve kendi zalimliklerini, düşüncesiz yeminleriyle, yemin
ederken istisna etmemek ve fakirlere bakmamaya kesin karar vermekle
kendilerine yazık etmiş olduklarını itiraf ettiler.
30.
Bununla da
kalmadılar, dağılıp gidivermediler. Daha çok tevbe edip pişmanlık
duyarak salih kişi olmaya yüz tuttular ve bir kısmı bir kısmına dönüp
birbirlerini kınadılar. Gösterdikleri aşırılık ve ihmalden dolayı
karşılıklı görüşme ve müzakereler yaparak her biri teker teker "ben şu
kusuru ettim", "sen şöyle yaptın" diye kendi kendilerini kınayıp
pişmanlıklarını anlattılar. Zemahşeri şöyle der: "Çünkü kimi ettikleri
zulmü güzel göstermiş ve ona teşvik etmiş, kimi onu kabul etmiş, kimi
sakınılmasını emretmiş, ayıplamış, kimisi bunu emredene karşı çıkmış,
kimisi razı olmadığı halde susmuş."
31.
Nihayet
şöyle karar verdiler de dediler yazıklar olsun bizlere, bizler
gerçekten azgınlarmışız, cezayı hak etmişiz, bütün kusur bizim,
Rabbimiz her yönden noksan sıfatlardan uzak, o halde öyle bir Rabbin
kulu olan bizler niye ümidimizi keselim, niçin tevbe ile ona yüz
tutmayalım, onu, o gelip geçici cenneti kusurumuzdan dolayı aldı ise
biz samimiyetle ona yüz tuttuğumuz takdirde o bize onun yerine daha
iyisini veremez mi?
32.
Ola ki
Rabb'imiz bize onun yerine ondan daha iyisini vere ki o asıl ahiret
mükâfatı, öyle gam keder ve beladan uzak olan Naim cennetidir. Dünyada
hayra yarayarak ona vesile olacak olan da onun başlangıcı demektir.
Bununla beraber onlar bu isteği bile samimiyetlerini göstermek için
yeterli bulmadılar da en sonunda şöyle dediler: Her halde biz ancak
Rabbimizi arzulayıcıyız, bütün istek ve arzumuzu sadece ona çevirdik .
Ona, onun rızasına ermek, bundan böyle hep onun için çalışmak isteriz.
Verir, vermez; ona karışmayız. O artık onun bileceği bir şeydir.
33.
İşte
böyledir azab. Bilenleri, bilmeye ve anlamaya yatkın olanları böyle
dünyada uyandırır, yola getirir, hakka teslim ettirir, daha büyük
tehlikeden korunmasına ve daha büyük hayra ermesine vesile olur. Yüce
Allah'ın bela vermesinin acı azap ile cezalandırmasının hikmeti de
budur. Ve elbette ahiret azabı daha büyüktür. Mala değil, canadır.
Geçici değil, sonsuzdur. O bir kez başa geldikten sonra uyanmanın
faydası olmaz. Onun farkına varıldıkça şiddeti artar. O, o kadar büyük
ve şiddetlidir ki içine düşen kurtulmaz. Onun insanı uyandırmasının
faydası dünya azabı gibi bizzat içine düşülmesinde değil, içine
düşülmezden önce bilinmesinde, uzaktan bilinip dünyada iken
korunulmasındadır. Evet ikisi de kesin bir uyanış faydası taşımakta,
meydana gelmeden önce ilim ve iman ile önüne geçilerek korunabilmek
hususunda ortaktır. Dünya azabı da fiilen meydana geldikten sonra
olmasın olmaz. Bundan da korunmak ancak önceden bilinip mümkün olduğu
kadar çaresine bakılarak sakınılmakla olur. Bununla beraber bu her
nasıl olursa olsun geçer. Bu şekilde ilerisi için deneye dayanan bir
ilim ile uyanık olma faydası bırakır. Fakat ahiret azabı sondur. O,
deneye gelmez. Artık bütün deneyler onda tükenmiş neticesini vermiş
bulunur. Bundan korunmak, meydana geldikten sonra deneme ile değil,
Mülk Sûresi'nde geçtiği gibi işitme ve akıl ile haber verene iman ve
işitilen, görülen dünya azaplarının acılığından, karşılaştırma yapmak
suretiyle parçadan bütüne giden bir temsil ile bilinir. Onun için hem
haber verilmiş, hem misal verilerek temsil yapılmıştır. Fakat
bilselerdi. Bunlara "eskilerin masalları" diyen ve kendilerine mal ve
çocukları ile bela verilmiş olan o yalanlayıcılar o dünya azabını
gördükten sonra olsun bunu bilselerdi, o cennet sahiplerinin
cennetlerinden mahrum olduktan sonra en hayırlılarının kadrini
bildikleri, uyarısını dinledikleri gibi bunlar da Peygamberin duyurduğu
âyetleri dinlerler, o kötü huylardan vazgeçerler, imana gelir, bütün
istek ve arzularını Allah'a çevirerek o büyük ahiret azabından
korunmaya çalışırlardı.
Bu cennet
sahiplerinin daha sonlarının ne olduğuna gelince, bu Katade'ye
sorulduğunda, sorana, "bana zor bir görev yükledin, demiş, yani "İşin
bu yanı âyette açık açık belirtilmemiş, gaybla ilgilidir, bilmiyorum."
demek istemiştir. Mücahid'in ise, "Tevbe ettiler, Allah da kendilerine
daha hayırlısını verdi." dediği nakledilmiştir. İbnü Mes'ud (r.a)'dan
da şöyle rivayet edilmiştir: "Bana öyle ulaştı ki onlar çok ihlaslı
davrandılar. Yüce Allah da oların bu doğruluğuna mükafat buyurdu da
onun yerine öyle bir cennet verdi ki, ona "el-Hayevân" denilir. Onda
öyle bir üzüm olur ki, bir salkımını bir katır götürür." "Âhiret yurdu
ise, işte gerçek hayat odur." (Ankebut Suresi, 29/64) âyeti düşünülürse
hayatın kendisi demek olan "el-Hayevân"ın ahiret yurdunun ismi olduğu
anlaşılır. Şu halde İbnü Mes'ud'dan gelen bu rivayetin mânâsı, onlara
sonraki samimiyetlerine karşılık Allah sonsuz hayat olan Ahiret
cennetini verdi, demek olur. Bunlar "cennet" kelimesinin başına
belirlilik takısı olan getirilmek suretiyle "O cennetin sahipleri"
denilmesinin sebebi de onların bu güzel akıbetlerinin olması gerektir.
Değil mi ki
onların sonu ancak Allah'a dönmek ve onu arzulamakla
neticelendirilmiştir. O halde şu gelen âyet, onların da akıbetlerine
işareti kapsar:
34.
"Şüphesiz
takva sahipleri için" Ahiret azabının büyüklüğüne karşılık sevap ve
mükafatının da büyüklüğünü açıklayan bu âyet, yukarıdaki "onlara bela
verdik" âyetine karşılık olarak daha yukardaki "itaat etme" yasağının
illeti yerine geçen ilâhî bir vaaddir. Yani o yalanlayan inkârcılara, o
kötü ahlâkların sembolü olan bireylere, toplumlara uymada Allah'tan
kortun. Çünkü bir taraftan biz onlara dünyada bela vermişizdir, o
malları, oğulları, o cennet gibi yurtlar onlara kalmayacaktır. Uyanık
olmadıkları takdirde ahiret azabı daha büyüktür. Diğer taraftan da,
takva sahiplerine, yani inkârdan, günahtan ve kötü ahlâklardan ve bu
gibilere uymaktan sakınıp Allah'ın azabından korunan takvalı kimselere
özeldir. Rablerinin katında, O'nun birlik huzurunda Naim cennetleri gam
ve kederden, bela ve sıkıntıdan uzak katıksız nimet ve mutluluk
bağları, bostanları ki, o takva sahibi kişiler dünyada ona iman ederek
ve vicdan rahatlığının zevkini tadarak ve o gayeye ermek için vazife
şevki, temizlik neşesi, ibadet huzuru ve hakikat aşkıyle; ahirette ise
yüce Allah'ın cemalini, ona kavuşmanın safasını ve onun razı olduğunu
görmenin lezzetini hakka'l-yakin tadarak sonsuz nimetler içinde mutlu
olurlar.
35. Ya
biz artık
müslümanları yüzlerini ancak Allah'a tutmuş, esenliği düşünür, suç
işlemekten korunur, güzellikle çalışır, temiz kalpli müslümanları hiç
suç işleyenler gibi kılar mıyız? Gerçekte ikisinin akıbetlerini eşit
yapar mıyız? Elbette suç işleyen akıbetini azap, müslümanın akıbetini
Naim yapacağız. Burada müslüman mücrimin yani suç işleyenin karşılığı
olarak zikredilmiştir.
MÜCRİM, suç
işleyen demektir. Bunun başı da, suç işlemeyi vicdanen helal ve mübah
saymaktır ki küfürdür. Böyleleri suç işlemekten ancak fiilî bir engel
karşısında çekinirler.
MÜSLİM,
bunun
tam anlamıyla zıddıdır. Bunun imanı vardır. Suç işlemeyi vicdanında
çirkin bilir, cezasına inanır; işlerse insanlık icabı bir hata ile veya
zorunlu bir sebeple işler. Doğrusu inanmayanlar da suç işlemenin çirkin
olduğunu bilir. Onun için kendisine karşı işlenen bir suça öfke
püskürür fakat kendi yaptığını suç saymaz, hoş görür. Çünkü suçu hak
gözüyle değil, kendi keyfine göre ölçer, kendi üstünde bir hak tanımaz.
Aslında o suçun çirkinliği kendisine sonsuza kadar bir ceza olacağını
hesap etmez. Âhirete inanmaz. Bunun bütün nedeni de verdiği hükümde
yanılması, her hak ve yetkiyi kendisinde görmesidir. Tefsirlerin
açıklamasına göre, Mekke'de kâfirler şöyle demişlerdi: "Öldükten sonra
her şey biter. Müslüman ile suçlu eşit olur. Biz dünyada fırsatı
kaçırmayız, canımızın istediğini yapar, dilediğimiz gibi hüküm verir,
zevkimize bakarız. Bu nedenle öldükten sonra müslümanlardan daha iyi
ölmüş oluruz. Şayet Muhammed'in dediği o öldükten sonra dirilme varsa,
biz zevkimizi peşin almış oluruz".
36.
İşte burada
yüce Allah bunları şiddetle reddetmek ve kınamak için buyuruyor ki:
Neniz var? Yani aklınıza ve fikrinize ne oldu? Yahut neyinize, hangi
delilinize, kuvvetinize güveniyorsunuz? Nasıl hükmediyorsunuz?.
Suçluları müslümanlardan daha iyi veya ikisini eşit nasıl tutuyorsunuz?
Cezayı inkâr eden, iyiliği ve kötülüğü bir sayan, suçluyu müslümandan
ayıramayan veya daha iyi tutan nasıl hakim olur?
37.
Yoksa size
ait bir kitap, sade sizin için indirilmiş ilâhî bir kitap var da, onda
şu dersi mi okuyorsunuz?
38.
Siz bu
âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi
seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız
hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi
uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol"
emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız
yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre
olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine
özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne
rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir
delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile
geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının
ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler,
nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde
koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından
kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı
düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına
bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders
veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle
hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete
kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
39.
Siz bu
âlemde neyi beğenirseniz kesinlikle o sizindir diye, yahut her neyi
seçerseniz kesinlikle lehinizedir diye, yahut her neyi hayır sayarsanız
hakkınızdır diye yani sizin üstünüzde hükmedici bir hak, kendinizi
uydurmaya mecbur olacağınız bir hakikat kanunu yok; "kün" yani "ol"
emri sizin elinizdedir, her istediğinizi yaratır, her yaptığınız
yanınıza kâr kalır, hayır ve şer sadece sizin irade ve isteğinize göre
olur diye yalnız size ait bir düstur mu var? Çünkü yüce Allah kendine
özel olan bu hakkı kimseye vermemiş, indirdiği kitaplarda, hatta ne
rivayet edilen hadis ve haberlerde, ne akılda tutunabilecek böyle bir
delil, bir kural, bir ilim indirmemiştir. İndirse idi, o sevda ile
geçen, bu âlemi kimseye vermek istemeyen, bir an bile başlarının
ağrımasını arzu etmeyen nice zorbalar, nice devletler, nice milletler,
nice bireyler, nice "bana göreci"ler, nice uzun emel ve arzular peşinde
koşanlar inleye inleye burayı bırakıp gitmemiş, arkalarından
kötülükleri ile anılmamış bulunurlardı. Hem herkes de sizin gibi aynı
düsturla mücadele eder, yine sizin dediğiniz olmazdı. Yoksa başkalarına
bir kitap verilmemiş olduğu halde, size ait olmak üzere öyle bir ders
veren bir kitap mı var? Var da ondaki nakle dayanarak mı böyle
hükmediyorsunuz? Yoksa sadece size özel olarak üzerimizde kıyamete
kadar sürecek birçok yeminler, verilmiş sözler mi var?
40. Ey
Muhammed!
Sor bakalım onlara, içlerinden hangisi imiş ona kefil. Ne akla ne nakle
dayanan hiçbir delilin, hiçbir akıl ve düşüncenin kabul edemiyeceği
öyle bir hükmün doğruluğuna içlerinden kefil olacak kimmiş? Yahut
Allah'tan öyle bir söz alan ve bunu yapmayı üzerine alanlar kimmiş?
41.
Yoksa
kendilerinin birçok ortakları mı var? Onlara o hükümde katılan,
gönüllerinin isteğine taklit yoluyla uyan birçok ortakları veya
kendilerinin uydukları ilahları var da onlardan aldıkları kuvvet ile
hak ve hakikati değiştirebileceklerini ve istedikleri gibi müslümanları
suçlulara benzetmeye Allah'ı mecbur tutacaklarını mı iddia ediyorlar?
Öyle ise ortakları ile gelsinler. Eğer iddialarında doğru iseler! Çünkü
dünya bir tarafa gelse Allah'ın bir hükmünü bozamaz, bir geçreği
değiştiremez, hepsi hakkın karşısında aşağılanmaya ve kahrolmaya
mahkûmdur.
42. O
gün hakkın
emri şiddetlenip iş büyümeye başlar. Âyette geçen "sâk" kelimesi,
lügatte, topuktan baldıra doğru bacağın incik yerine denir. Bundan
ağacın gövdesi gibi herhangi bir şeyin aslına da denir. Burada "Sâk"
mutlak olarak zikredilmiş olup herhangi bir şeye nisbet edilmemiştir.
Fakat Buhârî, Müslim, Nesaî, İbnü Münzir ve İbnü Merduye, Ebu Saîd
(r.a)'den şöyle bir hadis rivayet etmişlerdir: Peygamber (s.a.v)
Hazretleri'ni dinledim, şöyle diyordu: "Rabbimiz sâk'ını açar, derhal
ona her mümin erkek ve kadın secde eder. Dünyada görsünler ve duysunlar
diye secde eden kalır. O da secde etmeye gider, fakat beli tutulur
kalır". Bu hadiste ise Sâk kelimesi, "onun sâkı" şeklinde zamirle bir
tamamlama halinde zikredilmiştir. Bundan başka İshak b. Raheveyh
Sened'inde, Taberâni, Darkutni Kitabu'r-rü'yet'inde ve Hakim sahih diye
ve İbnü Merduye ve diğerleri de İbnü Mes'ud'dan Hz. Peygamber
(s.a.v)'in şöyle buyurduğunu rivayet etmişlerdir: "Allah kıyamet günü
insanları toplar ve buluttan gölgeler içerisinde iner de bir seslenici
şöyle seslenir: "Ey insanlar! Sizi yaratan, size şekil veren, sizi
rızıklandıran Rabbiniz, sizlerden herbir insana dünyada taptığı,
kendine veli tanıdığına gitsin." der. Ve dünyada ilâh tanıdıkları
şeyler onlara görünür, şekilleriyle karşılarına dikilirler. Hz. İsa'ya
tapanlara İsa (a.s.)'ın Şeytanı görünür. Uzeyr'e tapanlara da keza,
hatta ağaç, odun ve taşa varıncaya kadar herbirinin taptığı kendilerine
gösterilir. Müslümanlar da diz çökmüş, göğsüne doğru yaslanmış bir
durumda kalır. Onlara da yüce Allah görünür ve kendilerine: "Siz niye
herkesin gittiği gibi gitmiyorsunuz? denilir. Onlar, "Bizim, derler,
bir Rabbimiz vardır ki henüz görmedik". O vakit buyurur ki: "Siz
Rabbinizi görseniz ne ile tanırsınız?" "Onunla bizim aramızda bir
alâmet vardır, görsek onu tanırız." derler. "O nedir?" buyurur. Derler
ki: "Sak'tan açar". O vakit Rahman, Sâk'ını açar, müminler hemen
secdeye kapanırlar. Münafıklar ise sırtları tabak tabak içlerine şişler
saplanmış gibi olur. Bu gibi hadislerde nasıl olduğu kavranamıyacak
müteşabih bir anlam vardır ki yüce Allah onu zamanı gelince fiilen
bildirecektir. Bizim anlayacağımız: "Sâk'ın açılması" gerçeğin ortaya
çıkması, insanlardan dalgınlık perdelerini sıyırarak bir şiddet ve
dehşetle, hakkın vereceği hükmün doğru yolda olanlara rahmet ve bâtıl
yolda olanlara öfke saçarak görünmeyen âlemden görünen âleme çıkmasını
ifade eden ilâhî bir işarettir ki nasıl olacağını şimdi anlatma
imkanımız yoktur. Bu bakımdan burada da gibi bir simge vardır. Fakat
müteşabih âyetlere mânâ verme sevdasına düşen birtakım kimseler
bunlardan Allah'ı cisim şeklinde gösterme ve onu başka bir varlığa
benzetme, yani "Hiçbir şey ona benzemez." (Şura, 42/11) âyetinin
zıddına olarak Allah'ı cisimlere benzetme sevdasına kapılmışlar,
gizemci sofilerden birtakımları da, bunun tam aksine bu âyeti dış
mânâsına yorumlayarak hakiki olmayan bir görünme anında aynen öyle
olacağına inanmışlardır.
Zemahşeri
der
ki: "Sâk'ı açmak, baldırı açmak tabirleri, durumun şiddeti ve belânın
çetinliğini anlatmak için misal olarak verilen sözlerdir. Bunun aslı
korku, dehşet ve hezimet anında ve örtülü kadınların kaçarken
paçalarını sıvamaları ve o sırada baldırlarını açmaları
meselesindendir."
Fahreddin
er-Râzi de şöyle der: Sâk'ın tefsirinde dört ayrı izah şekli vardır:
Birincisi:
Şiddettir. İbnü Abbas'a bu âyetin tefsiri sorulduğunda şöyle demiştir:
Size Kur'ân'dan bir şey gizli geldiği zaman onu şiirde araştırın. Çünkü
şiir Arab'ın Divan'ıdır. Şairin şu sözünü işitmediniz mi?
"Senin
kavminin
boyunları vurmayı bize gelenek haline getirdi. Savaş, bize, birden bire
alevlendi".
O gam, keder
ve
sıkıntı günüdür. Mücahid de ibn Abbas'tan bu günün, kıyametin en
şiddetli ânı olduğunu rivayet etmiştir. Dilciler bu anlamda birçok
beyit rivayet etmişlerdir. Bunlar dilcilerin, "sâk" kelimesinin şiddet
mânâsında mecaz olarak kullanılmış olduğunu itiraf etmeleri demektir.
Yüce Allah'a hakiki mânâda "sâk" yani bacak isnat etmenin kesin
delillerle imkansız olduğu bilindiğinden bunun mecaz olduğu ortaya
çıkar.
İkinci
görüş:
Bu, Ebu Saidi Dariri'nin görüşüdür. Bir şeyin sâk'ı demek, onu ayakta
tutan aslı demektir. Yani "durum aslında ortaya çıktığı, açıldığı gün"
demektir. Kıyamet günü her şeyin hakikatleri ve asılları ortaya
çıkacaktır.
Üçüncü
görüş:
Cehennem'in sâkı veya Arş'ın sâkı veya korkunç bir meleğin sâkı
demektir. Fakat âyet sadece bir sâk'a işaret ediyor. Bunun hangi şeyin
sâkı olduğuna lâfızda bir işaret yoktur.
Dördüncüsü:
Müşebbihe'nin yani Allah'ı cisme benzetenlerin tercih ettiği görüştür
ki, bunlar, "bu âyetten maksat Allah'ın sâkıdır" demişlerdir. Oysa yüce
Allah cisme benzemekten yücedir. İbnü Mesud hadisi gibi gelen bazı
rivayetleri bir cismin baldırı şeklinde anlamak batıldır ve âyette
"sâk" kelimesi belirli değil, belirsizdir.
Hâtim
demiştir
ki:
"Harbin
kardeşi
harbe alışıp onunla tanışmış. Savaşçı yiğit kişi, eğer harp onu
ısırırsa o da harbi ısırır ve eğer harp paçalarını sıvarsa o da sıvar."
İbnü
Rukayyat da
şöyle demiştir:
"O dehşet,
ihtiyara oğullarını unutturur ve gözden sakınılan namuslu hanım
kızların baldırlarını açtırır."
Şu halde
âyetinin mânâsı, "hakkın emri şiddetlenip iş büyümeye başladığı gün"
demektir. Yoksa ne baldır vardır, ne de açma. Nitekim, kolları kesik
fakat aynı zamanda cimri olan adam hakkında "eli bağlı" denilir. Oysa
ortada ne el vardır, ne de bağ. Bu ancak cimrilik için söylenmiş bir
meseledir. Burada Allah'ın insan gibi baldırı olduğu zannına kapılana
gelince, bu onun kavrama yetisinin darlığından ve beyan ilmini iyi
bilmediğindendir. Onun aldandığı şey İbnü Mesud hadisindeki, "Rahman,
sâk'ını açar." kısmıdır. Oysa bunun mânâsı, "Rahmanın emri şiddetlenip
iş büyüdüğü zaman" demektir ki o da kıyamet günü "en büyük feryat" tır.
Bugün
hakkında
da iki görüş vardır:
Birincisi:
Çoğunluğun görüşü. Bugün kıyamet günüdür.
İkincisi:
Ebu
Müslim'in görüşüdür ki bugün kıyamet günü değil, dünyadadır. Ebu Müslim
şöyle der: Bunun kıyamet gününe yorumlanması mümkün değildir. Zira
bugünün özellikleri anlatılırken "secdeye çağrılırlar" buyurulmuştur.
Oysa kıyamet günü ne tapınma, ne yükümlülük vardır. Bundan maksat, ya
kişinin dünyadaki son günüdür. "Melekleri görecekleri gün, o gün müjde
yoktur." (Furkan, 25/22) buyrulduğu üzere melekleri müjdesiz olarak
görürler. Sonra insanları görür, vakti gelince namaza çağırırlar
kendisi namaza güç yetiremez. Çünkü o vakit "Daha önce iman etmemiş
kimseye o gün imanı fayda vermez."(En'âm, 6/158) buyurulduğu üzere daha
önceden îmana gelmemiş bir nefsin o anda îman etmesi fayda sağlamaz.
Yahut da hastalık, kocalık ve acizlik halidir. Oysa "Sağ salim kişiler
oldukları halde secdeye çağrılıyorlardı". O zaman bugün başlarında
bulunan dertleri yoktu. İşte ya ölüm sırasında başlarına inip
gözleriyle gördükleri o korkunç olayın şiddetinden veya acizlik ve
ihtiyarlıktandır. Şu bilinmelidir ki âyetin lafzını, Ebu Müslim'in
dediği gibi yorumlamak mümkündür. Fakat onun, "Kıyamet gününe
yorumlanması mümkün değildir." demesi doğru değildir. Çünkü bu secdeye
çağırma yükümlülük yoluyla değil, başa vurmak ve utandırmak içindir .Ve
secdeye cağrıldıklarında ellerinden güçleri alınacak ve güçleri ile
kendilerinin arasına bir set çekilmiş bulunacaktır ki, vaktiyle sağ ve
esenlikte iken yaptıkları aşırılık ve kusurdan dolayı kederleri ve
pişmanlıkları artsın.
Ebu Hayyan
da
der ki: Sâk'ın açılması, olayın şiddetinden ve gittikçe büyümesinden
kinayedir. Mücahid şöyle demiştir: Bu şiddet, kıyametin ilk saati olup
en kötüsüdür. Hadiste gelen "O gün baldır onlara açılır." ifadesi de
yine o günkü şiddete yorumlanır. Bu Arap dilinde yaygın bir mecazdır.
Hâtim'in az önce geçen beytinden başka, bir diğer şair şöyle der:
"Baldırını
açan,
kıpkırmızı, etleri ta dibinden yontan bir senede nefsime, nefsimin
korkusuna ve atların yiyeceklerine saldırmalarına şaştım."
Diğer bir
şair
de şöyle der:
"Paçasını
sıvadı, saldırın. Harp size ciddileşti, siz de ciddileşin."
Bir başka
şair
ise şöyle der:
"Devamlı bir
kötülüğün kızıştığı ve harbin bizimle bir ayak üzerine dikildiği
zamanın önünde sabredin, dayanın."
Bir şair de
demiştir ki:
"Savaş
onlara
paçasını sıvadı ve kötülükten bârihler ortaya çıktı." Bârih, avcının
sağında görünüp de soluna doğru geçen ava denir ki Arap bunu uğursuzluk
sayardı. Burada "bevârih" yerine rivayeti de vardır ki, "açık"
demektir.
İbnü Abbas
demiştir ki demek, demektir. Ebu Übeyde de demiştir ki: Bu kelime,
şiddet mânâsını ifade etmede kullanılır. "Çemrendi" yani kol, etek ve
paçasını sıvadı mânâsına denir. Bundan dolayı Arap kıtlık senesine "bu
sene paçalarını sıvadı" der. "Sâk" kelimesinin belirsiz olarak
getirilmesi de Zemahşerî'nin dediği gibi, alışılıp bilinen bir şiddetin
dışında, bilinmeyen bir durumu göstermek içindir. "O çağırıcının,
görülmemiş dehşetli bir şeye çağıracağı gün"(Kamer, 54/6) âyetinde
olduğu gibi, "pek şiddetli korkunç bir durumun olacağı gün" denilmiş
gibidir.
Bunlardan
sonra
biz de şunu kaydedelim ki:
Birincisi,
herhangi bir isim tamlamasının asıl mânâsı, bir şeyin diğer bir şeye
ait olduğunu göstermektir. Burada tamlanan ile tamlayan arasında, bir
bütün ile onun bir parçası arasındaki bir oranın varlığı gerekmez. Bu
oranın özelliği, tamlanan ile tamlayanın durumuna göre ortaya çıkar.
Onun için "Hiçbir şey onun benzeri olamaz."(Şura, 42/11) vasfını
taşıyan yüce Allah'a nisbet edilen herhangi bir şeyde el, ayak, baldır,
ev, ruh gibi bir benzetmeyi andırsın veya andırmasın, bunların
hiçbirinde tamlayanın tamlananın parçası olduğu anlamını çıkarmaya
çalışmak doğru olmaz. Mesela "Allah'ın eli" tamlamasında, el'in
Allah'ın bir parçası olduğu anlamını çıkarmak doğru olmaz. Zira yüce
Allah cüzlere ve parçalara ayrılmaktan uzak bir tek varlıktır.
İkinci
olarak,
âyetin açıklanmasına delil olarak getirilen şiirlerde geçen "teşmir-i
sâk" ile "keşf-i sâk" açıklamış oldukları gibi hakikat ve mecaz da aynı
kaynaktan ve aynı mânâda olmakla birlikte, biz bunların aralarında,
kullanılış şekillerine göre biraz bir fark da hissediyoruz. Teşmir-i
sâk, paçayı sıvamak veya çemremek, yerine göre toplanmak, hazırlanmak,
sakıncalı bir şeyden korunarak ciddiyet ve özenle işe sıvanmak, şiddet
göstermek anlamlarını ifade ettiği gibi, "keşf-i sâk, veya "keşf an
sâk" örtülü bir hakikatin içerden dışarıya, aşağıdan yukarıya doğru bir
uçtan kendini açık bir şekilde göze veya kalp gözüne göstermesi,
kendini tanıtması anlamını ifade eder. Kuşkusuz bu, idrakin açıklığında
bir şiddet ve heyecanın varlığını hissettirir. Fakat bu şiddetin bir
korku veya arzu, bir güç veya zayıflık, bir elem veya lezzet ifade
etmesi, ortaya çıkan bu hakikatin özelliği ile onu idrak edenlerin ona
olan ilgilerine bağlıdır. "Harp baldırını açtı" ve "falan kahraman
baldırını açıverdi" denilmekle "zafer baldırını açtı", "murat bir uçtan
kendini gösterdi", "canân baldırını açıverdi" denilmesi arasında
açıklık açısından bir fark olmaz ise de, ifade ettikleri etki ve
heyecan açısından fark vardır. Onun için Neml sûresinde "Belkıs
baldırını açtı"(Neml, 27/44) buyrulduğu şekilde Belkıs'ın baldırını
açması onun gücünü değil, zayıflık ve kusurunu anlatmıştı. Keşşaf'ın
kısaca yapılan açıklamasında bu iki yöne de işaret vardır. Bir de
Alûsî'nin naklettiği üzere Abd b. Humeyd'in rivayet ettiğine göre Rebi
b. Enes demiştir ki: O gün örtünün kaldırılacağı, perdenin açılacağı
gündür. Beyhakî de İbnü Abbas'tan, "Durumun anlaşılacağı, amellerin
ortaya çıkacağı gündür." diye rivayet etmiştir.
Said b.
Cübeyr
bu âyette "sâk" kelimesinin yüce Allah'a nisbet edilmesini kabul
etmemiş ve bu âyetin mânâsı sorulduğunda şiddetle öfkelenip şöyle
demiştir: "Birtakım kişiler, yüce Alah kendi baldırını açar
zannediyorlar. Oysa yüce Allah şiddetli durumu açıp ortaya çıkarır." O
halde hadisi de bu şekilde anlamak gerekir. İşte bu sunduğumuz
sebeplerden dolayı biz burada, âyet-i kerimesinde "keşf-i sâk"
tabirinden, müslümanın imanıyla beklediği ve suçlunun kaçındığı hakkın
veya hak hükmün görünmeyen âlemden görünen âleme kendini bir uçtan
göstermeye başlaması mânâsını anladığımız gibi, bunun ortaya çıkardığı
şiddet ve dehşet içinde de suçlulara sırf elem olan korkunç bir
kahroluş ve ezilme, müslümanlara da aynı korkunç olay içinde murat
kapısını açan albenili bir heves ve yücelik heyecanı seziyoruz. Çünkü
suçluların bütün ortaklarıyla beraber topuna şiddetli bir tehdit ve
uyarı olan bu âyet, müslümanlara bir vaad ve müjde olmak üzere
Peygamber'e hitap edilirken söylenmiştir. "gelsinler" emri, (gün)
sözüyle ilgilidir. Yani "o gün gelsinler" demektir. "hatırla" gibi,
metinde söylenmemiş olan bir fiille veya daha sonra gelecek olan
"onları saracak" fiili ile alâkalı da olabilir. Buna göre mânâyı şöyle
özetleyebiliriz: Gelsinler, yahut haber ver ki gelecekler, o kıyamet
günü ki şimdi bakışlardan gizli olan hakkın hükmü görünmeye, hakikat
perdesi aşağıdan yukarıya açılmaya, müslümanların arzu ettiği,
suçlulara ise düşüklük ve felaket olan gaye bir uçtan kendini
göstermeye başlayacak. Ve secdeye çağrılacaklar. Hakka boyun eğmek
istemeyen, istedikleri gibi hüküm verip fenalıktan korunmayan,
istedikleri gibi yaşamayı arzu eden o suçlular, inkârcılar,
ortaklarıyla beraber birer birer veya alay alay, "Kalkın bakalım
vaktiyle tanımadığınız hakkın emrine boyun eğin, teslim olun, tam bir
hürmet ve saygıyla secdeye kapanın, yüzlerinizi yere koyun, haddinizi
anlayın." diye zelil etmek ve kınamak için çağrılacaklar. O zaman
secdeye kapanmak için can atacaklar fakat güçleri yetmeyecek.
43. Ne
başlarını
kaldırabilecekler, ne bellerini eğebilecekler; belleri kazık kesilmiş,
gözleri korku ve saygıyla dolu, işarete bile güçleri yetmiyecek şekilde
düşkün kendilerini bir zelillik saracak da saracak. Oysa vaktiyle
dünyada başları esenlikte iken o secdeye çağrılıyorlardı. İsteyerek
secde etmeleri ve boyun eğmeleri kendilerine teklif olunuyordu da onu
kabul etmiyorlardı, o esenliğin kıymetini bilmiyorlar, gönül hoşluğu ve
istekleriyle secdeye yanaşmıyorlar, Allah'a boyun eğmenin mükâfatına,
neticede bunun tadına inanmıyorlar, suçluları müslümanlardan akıllı
sayıyorlardı. İşte o vakit başlarında bu dert yok iken gönül hoşluğu
ile yapmadıkları o secdeye bugün ister istemez can atacaklar ama,
kımıldanmaya güçleri kalmıyacak, gittikçe büyüyen bir düşkünlük de
hiçbir şey elde edememiş, kahrolmuş olacaklar.
44. O
halde bana
bırak bu sözü yalanlayanı, bu Kur'ân'a inanmayan, eskilerin masalları
diyen, secde etmenin ve Allah'a ibadetin gerekli olduğuna inanmayan,
ahiret azabını inkâr eden, suçlular cezalandırılmaz, takva sahiplerine
mükâfat verilmez sanan, o büyük ahlâkın kıymetini bilmek istemeyen,
hakkın kendini göstereceği bir gün gelmez zannedip de nasıl isterse
öyle hüküm veren kimselerin herbirini bana bırak. Yani sen onların
yaptıklarından etkilenme, çekinme, dediklerine aldırma da görevini
yapmaya bak ey Muhammed! Biz onlara bilemeyecekleri bir yönden neticede
kötülüklerine sebep olan bir yükselme veririz, haklarında iyi
zannettikleri aldatıcı bazı servetler, kuvvetler, zevkler vererek ve
onları gittikçe artırıp hızlandırarak hiç hissettirmeden derece derece
azap uçurumuna, çeker, bilemeyecekleri bir yönden yuvarlarız.
45. Ve ben
onların iplerini uzatırım, istediklerine bırakıvermişim gibi mühlet
veririm, onu kendilerince iyi bir iş, bir kâr zannederler, zevklerine
göre günahlara dalar, sevinir oynarlar. Artık kurtulduk, öyle gideceğiz
zannına kapılırlar, belki ipi koparırlar da kaçarlar diye korkmam.
Çünkü tuzağım sağlamdır, ilmim her şeyi kuşatmıştır, aldığım önlem
sağlamdır. Her an her durumlarını bilir, tam sırası gelince iplerini
çekiverir, kendilerine verdiğim hızla onları bir anda yuvarlayacağım
yere yuvarlarım.
46. Yoksa
onlardan bir karşılık mı istiyorsun da, onlar ceremeden, ağır ağır
borçlardan ezilmişler? Yani onlar yok yere ceza çekmekten ağır borçlar
altında ezilmekte bulunuyorlarsa sen onlara Allah'ın emirlerini
ileterek yaptığın öğüt ve yol göstermeden dolayı bir ücret istiyorsun
da onun için mi ezilmişler? Onun için mi sana kin besliyorlar? Hayır
senin mükâfatın Allah'a aittir. Onların borçlanmaları ve çektikleri
ceza ve bela, kendi akılsızlıkları, ahlâksızlıkları, beyinsizce
davranışları sebebiyle ve uydukları ortaklara aldanmaları yüzündendir.
O halde kendi sapıklıklarını, kendi zararlarını bu şekilde olsun takdir
edip imana gelmeleri gerekirken, sana kin besleyip düşmanlık etmeleri
sırf kendi düşüncesizliklerindendir.
47. Yoksa
gayb
(yani gizli olan, bilinmeyen şeyler) onların yanında da, artık onlar mı
yazıyorlar. Yani Allah'a ait olan gayb ilmi onların yanında, Levh-i
Mahfuz'u yazan yüce kalem onların elinde de artık her şeyin kaderini,
olup olacak olayları onlar mı yazıyor, işledikleri suçların, Allah'ı
inkâr etmenin ve ona ortak koşmanın günah olmayıp sevap ve doğru
olduğunu deftere onlar mı yazıyorlar ki bu şekilde akla ve kitaba uymaz
hükümler veriyor, zulümler ediyor, henüz gayb aleminde olan ilahi
hükmün, tepelerine ineceği günden çekinmiyorlar.
Bu iki ayet
yukarda geçen ve âyetlerine benzer olmakla beraber mânâyı toplayıp, ta
sûrenin başındaki âyetine kadar götürmüş ve bu suretle "kalem"den
maksadın da gayb ilminden olmuş olacak her şeyin kaderini yazan ilâhî
kalem olduğunu anlatmıştır.
48. O
halde
Rabbinin hükmüne sabret. Onları hemen yok edivermeyip mühlet vermesine
ve seni tükenmez mükâfata kavuşturmak için o büyük ahlâk ile büyük
dayanıklılık ve katlanma gerektiren nebilik ve resullük görevini yerine
getirmek için sıkıntılara sokmasına sabret ki, bunlar onun hükmü, o
kalemin yazısıdır. Sabır et de, ilerde vereceği yapma ve yürütme
hükmünü bekle. Çünkü o hakikatını gösterecek, ilâhî hükmü ortaya
çıkaracaktır. Balık sahibi gibi olma. Balık sahibi, Saffât sûresinde
"Nefsini kınamış bir haldeyken balık onu yuttu." (Saffât, 37/142)
buyrulduğu üzere Yunus (a.s)'dur.
el-HÛT,
karnında
Yunus (a.s)'un hapsolduğu meşhur olan balıktır ki, ona "en-Nûn" da
denilir. Nitekim Enbiya sûresi "Zü'n-Nûn'u da hatırla. Hani o
öfkelenerek gitmişti de, kendisini hiçbir zaman sıkıştırmayacağımızı
sanmıştı. Derken karanlıklar içinde: "Senden başka hiçbir ilâh yoktur,
seni bütün noksanlıklardan uzak tutarım. Gerçekten ben haksızlık
edenlerden oldum" diye dua etmişti."(Enbiya, 21/87) âyetinde Yunus
(a.s)'a Zu'n-Nûn denilmişti.
"ZÛ" da
bilindiği gibi SÂHİB mânâsınadır. Bazıları "Zû" nun "Sâhib"ten daha
beliğ ve fasih olduğunu söylemişlerdir. Zü'n-nun denildiği zaman, Yunus
(a.s)'ın ona mahkum kalmayıp onun sıkıntısından kurtuluşu; "Sâhib"
denildiği zaman da o balığın içinde bulunması durumlarına işaret
edilmiş oluyor. Onun için Enbiya sûresinde övülürken "Zü'n-nun", bu
sûrede ise ona benzemekten nehyedilirken "Sâhib-i hût" diye
isimlendirilmiştir. Burada "hût" ve "Nûn" kelimelerinin ikisinin de
balık mânâsına gelmesi itibariyle, bu âyet ile sûrenin başındaki "Nûn"a
dolaylı yoldan bir işaret yapılmış demektir. Bundan bazıları dan
maksadın bu "hût" olduğu görüşüne varmışlardır. Fakat öyle olsaydı
burada "Sahibu'n-nûn" denilmek uygun düşerdi. Demek ki maksat o
olmamakla beraber dolaylı yoldan ona bir işaret de vardır. (Yunus
kıssası hakkında Ve's-Saffât sûresi 139-148 âyetlere bkz.)
Kısacası,
yüce
Allah'ın ilk kalem ile yazdığı kadere sabret, o eziyetlere dayan da
yarın için vereceği hükmü gözet, sabırsızlıkla kavmine kızıp öfke ile
karanlıklarda hapse düşen Yunus gibi olma. Hiçbir şekilde onun gibi
olma değil, ancak şu durum ve vakitteki Yunus gibi olma. Hani bir zaman
o, mekzum, öfke ile nefesi tıkanmış bir halde seslenmişti.. diye
inlemişti. Bununla beraber burada maksat kime ve nasıl seslendiğini
anlatmak değil, yalnız öfke ile boğulacak bir halde seslenmiş olduğunu
anlatmaktır.
49. Eğer
Rabb'inin nimeti ona yetişmiş olmasa idi tevbe etmeyi ve pişman olarak
Allah'ı tesbih etmeyi içine doğurup duâsını kabul etmek suretiyle
yardım etmeseydi herhalde o boşluğa, çıkarıldığı açıklığa, alana fena
bir halde atılacaktı. Gerçi sonsuza kadar balığın karnında kalmayacak,
her nasılsa atılacaktı, lakin iyi, övülmüş bir şey olarak değil;
yerilmiş olarak, fena bir halde atılacaktı. Demek ki onun oraya düşmesi
ve düşmesine sebep olan öfkesi ve sabırsızlığı doğal olarak iyi bir şey
değildi.
50. Fakat
Rabbi
onu seçti. O huyda bırakmadı, arıttı, yardımıyla derleyip topladı,
süzdü, yerilmiş olmaktan korudu, öfkeden, tasadan kurtarıp yeni baştan
vahyine nail eyledi. Onu salih (yani iyi) kullarından kıldı, yüzbinlere
Peygamber olarak ve şefaat için gönderdi, onları bu sebeple azaptan
kurtarıp faydalandırdı da kendisini salih kul olmada olgunluğa ermiş
peygamberlerden kıldı. Demek ki her şey gaybı bilen Rabbinin yazısı ve
hükmü ile meydana gelir ve o bir şey takdir ederken asıl irade onun
olmakla beraber, geleceği şu içinde bulunduğumuz âna, içinde
bulunduğumuz ânı geçmişe bağlayan ve her yaşanmakta olan ânı gelecekte
bir sonuca doğru götüren ve aynı zamanda insanlara da takdirine göre
bir yetki veren ve bu şekilde her konuya kendi özelliğine göre iyi veya
kötü neticeleri gerekli kılan, bunun da her ânı yine onun hükmüne bağlı
olan bir düzen vardır. Kâinat bu şekilde hakkın kaleminin yazdığı ve
yazacağı satırlardan ortaya çıkan bir mânâdır. Onun için Peygamber olma
nimetine kavuşmuş Yunus'un bir öfkesi kendisini balığın karnında hapse
düşürdü. O öfke ile kalsaydı az daha istenmeyen kötü bir akıbete
düşecekti. Fakat Rabb'ı ona o öfkeye karşı bir de nimet vermişti. O
nimetin hayrını, öfkesinin kötülüğüne galip getirerek Rabb'ı onu
kurtardı ve bu suretle o öfke huyundan süzüp nimetiyle esenliğe
çıkararak tam anlamıyle onu salih bir kul yaptı. Öfke veya sabır gibi
hallerin bir ucu yüce Allah'ın takdirinde olup bir ucu da insanın
iradesine bağlanmıştır. O halde o büyük ahlâkın sahibi ve daha büyük
nimete kavuşmuş biri olarak süzülmüş ve arınmış olan sen ey Muhammed
Mustafa! (s.a.v) Yunus gibi sabırsızlık etme de Rabbinin bugünkü
hükmüne sabret. Görevine tam bir dayanıklılıkla devam edip yarınki
hükmünü gözet, gör ki o yüce kalem gaybda neler yazmış, hak ve gerçek
nasıl ortaya çıkacaktır.
51.
Gerçekte o
inkârcılar, Allah'ın nimetlerine nankörlük ederek âyetlerine yalan
deyip seni yalancı çıkarmaya kalkışan ve durumları ve huyları anlatılan
Mekke kâfirleri, o zikri, Allah tarafından öğüt olarak okuduğun
Kur'ân'ı işittikleri vakit, az daha seni gözleri ile kaydıracaklardı.
Onun yüksekliğini öyle hissetmişlerdi ki kıskançlıklarından az daha
nazar değdirecekler, aç ve kem gözlerinin kötülükleriyle ellerinden
gelse seni yok edeceklerdi. Demek ki öfkenin bedende bir hükmü ve
tesiri olduğu gibi, gözlerin de karşılarındakine bakışlarına göre, iyi
veya kötü bir hükmü vardır. Kimi elektrik gibi dokunur, çarpar,
mıknatıslar, manyatize eder; kimi tutkun olur, kimi de aldığı etkiyle
kıskançlığından bir öfkeye düşer, türlü türlü suikastlara, tuzaklara
kalkışır ki maddî veya manevî bunun hangisi olursa olsun hedefine
ulaştığında göz isabet etmesi, göz değmesi veya nazar denilen şey olur.
Bunun hakkında uzun uzadıya sözler söylenmiş, inkâr edenler ve böyle
bir şeyin olduğunu kabul edenler olmuş ise de biz detayına gerek
duymayarak bu kadarla yetiniyoruz. Nasıllığı ne şekilde olursa olsun
gözdeğmesi vardır. Allah korusun, göze batmak tehlikeli bir şeydir.
Allah koruyacağı kulları için gözdeğmesine karşı bir siper yapar.
İnanmıyanlar bu sûre ile veya bundan evvel Kur'ân'ı ilk işittikleri
zaman onun nazmı ve mânâsıyle edebî güzelliğinin yüksekliğini ve
peygamberin ona nâil olmasını son derece kıskanmış ve hemen hemen
yiyecek gibi bütün bakışlarını ona dikmiş, onu kaydırmak istemişler, bu
onların o derece dikkat nazarlarını çekmişti. Öyle iken bir de
durmuşlar, o herhalde bir deli diyorlar, şaşkınlıklarından kendi
kendileriyle çelişkiye düşüyorlar. Böylece gözlerinin zehirini
kendilerine döküyorlar.
52. Oysa o
Kur'ân sade onlara ait değil, bir zikir, bir öğüttür bütün âlemler
için, bilinç ve algısı olan bütün akıllılar âlemleri için. Yalnız temiz
akıllı olmayanlardır ki ondan yararlanacak yerde aleyhinde bulunarak
kendilerine zarar vermiş olurlar. Nihayet bir inilti içinde inler inler
giderler.
İşte ile
başlayan Kalem sûresi, 'in sonunda yine bir "nûn" ile sona ermiş
bulunuyor. Âlemlerin Rabbi olan yüce Allah yazan, okuyan ve
dinleyenleri zikretmeye ve düşünmeye muvaffak kılsın.
|
|