|
Elmalı Tefsiri
1 -Bu sûre ile
Sûresi'nin başlayışında fazla bir benzeyiş vardır. İlk önce, ikisi de
birer harf ve Kur'ân'a yemin ve ile başlıyor. Kâfirlerin
şaşkınlıklarından bahsediyor. O sûrenin baş tarafında "Bu öğüt dolu
Kur'ân'a and olsun." (Sâd, 38/1) sonunda "O (Kur'ân) bütün alemler için
bir öğüttür." (Sâd, 38/87). Bu sûrenin başında "Bu şerefli Kur'ân'a
andolsun." sonunda "Benim tehdidimden korkanlara bu âyet ile öğüt ver."
(Kaf, 50/45) buyuruluyor. Onda imanın şartlarından ilk esas olan
tevhide, bunda ölümden sonra dirilmeye ve haşre dikkat çekilmiştir.
Yazılışta harf, okunuşta kaf isim şeklindedir. Açıkça anlaşılan harfin
ismi, bundan da bu sûrenin ismidir. Bu vesile ile Kaf dağından da
bahsedilmiş. İşaret ile veya açıkça emr-i hazır olması ihtimali de
söylenmiştir. Doğrusu diğerleri gibi bu da müteşâbih âyetlerdendir.
Yorumunu Allah bilir. Fahreddin Razi burada önce şu hususlara dikkat
çekmiştir: Yukarılarda anlatmıştık ki böyle sûrelerin başındaki
harfler, okunacak Kur'ân'ı iyi dinletmek için dinleyicinin dikkatini
uyandırmak üzere verilen uyarılardır. Yine anlatmıştık ki ibadetin kalb
ile olanı, dil ile olanı ve vücudun dış organları ile olanı vardır.
Organ ile olanlar içinde mânâsına akıl eren de var, mânâsı akıl ile
bilinmeyip sırf ibadetle ilgili olan da vardır. Nitekim hacda
şeytanları taşlamak, sa'y ve benzeri diğer bazı ibadetler böyledir.
Kalple ilgili inançlar içinde Allah'ın birliğini ispatlama ilmi, ve
insanların mahşerde toplanmalarının mümkün olması, Allah'ın sıfatı ve
peygamberlerin doğruluğu gibi hem aklın delil ile bildiği kısım vardır,
hem de kıldan ince kılıçtan keskin sırat ve amelleri tartacak mizan
gibi şeriatla ilgili olmadıkça kesinlikle kabul etmek ve doğrulamak
mümkün olmayan kısım vardır. Şu halde dil ile yapılan ibadet olan
zikirlerde de böyle olması gerekir. Bunların da Kur'an'ın çoğu gibi hem
mânâsına akıl eren kısmı vardır. Hem de bu heceleme harfleri gibi
mânâsını aklın kavrayamayacağı veya anlamadığı kısım vardır. Çünkü onu
okumaktan maksat, yalnız emre boyun eğmektir. Yoksa konuşmada,
alışıldığı üzere bir hüküm veya hoş bir hikaye veyahut "Ey Rabbimiz!
Bizi bağışla ve bize merhamet et!" gibi güzel bir maksadı ifade etmek
değildir. Bilakis sırf söylemek sadece ibadet olur. Bunu şu husus da
destekler: Bu harflere yemin edilmiş bulunuyor. Kendileriyle yemin
edilmiş durumdadırlar. Halbuki Allah Teâlâ'nın incir ve zeytine yemin
etmesi onlara şeref vermek olduğu gibi, (Allah'ı) tanımanın delili, ve
ta'rifin aleti olan şerefli sözün aslı olan harflere yemin etmesi de
onların ayrıca bir şerefe sahip olduklarını öncelikle ifade eder. Şimdi
bu noktada şunları düşünmek gerekir:
1- Allah
Teâlâ'dan yemin ya gibi bir şeye veya gibi bir harf ile de olmuştur.
Veyahut "Göğe ve gece ortaya çıkana yemin olsun." (Târık, 86/1).
"Kuşluk vaktine, kararıp ıssızlaşan geceye yemin olsun ki" (Duhâ, 1-2)
gibi iki şeye ve gibi iki harfe, veyahut "okuyanlara", "sevk edenlere",
"saf bağlayıp duranlara" gibi üç şeye ve gibi üç harfe, veyahut
(Zâriyât Sûresi'nde) (Burüc Sûresi'nde) (Tin Sûresi'nde) olduğu gibi
dört şeye ve gibi dört harfe veyahut 'da da da de olduğu gibi beş şeye
ve ve gibi beş harfe olmuştur. Beş şeyden fazla yemin yalnız bir sûrede
vardır ki o da Şems Sûresi'ndedir. Beş harften fazlaya hiç yemin
yapılmamıştır. Çünkü asıl harfleri beşten fazla kelime ağır
sayılmıştır. Mânâ için birleştirilmesinde ağır görülüp kabul
edilmeyince mânâsı bilinemeyecek veya mânâsı olmadığı zaman daha da
ağır gelmesi gerekir.
2- Bilinen
şeylere yeminde, yemin edatı olan zikredilmiş denilmiş. Fakat harflere
yeminde yemin edatı zikredilmemiştir. Mesela denilmemiştir. Çünkü
yemin, harflerin kendilerine olunca harfin, harfe alet yerinde
getirilmesi eşitliği bozardı.
3- Allah
Teâlâ,
gibi eşyaya yemin etmiş, onların asılları olan zerrelerine ve basit
maddelerine yemin etmemiştir. Fakat harflere, onları birleştirmeden
yemin etmiştir, çünkü eşyanın birleşiminde maddesi en güzel bir şekilde
bulunur. Fakat harfler, birleştirilince yemin sözcüklerine değil, gök
ve yer gibi mânâlarına ait olmuş olur. Mânâsız terkibe göre ise tek
harf daha değerli olur. Onun için harflerin yalnız müfredatına yemin
edilmiştir.
4- Bakara
Sûresi'nde geçtiği üzere harflere yemin, yirmi sekiz sûrededir.
Sayıları harflerin yarısı kadar olan, şeylere yemin ise ki 'den başka
sûrelerdedir, ondört sûrededir. Çünkü harflerden başka şeylere yemin
sûrelerin baş tarafında da vardır, ortasında da vardır. Mesela "O aya
ve döndüğü an o geceye andolsun." (Müddessir, 74/32-33) gibi. Harflere
olan yemin ise ancak sûrelerin baş tarafındadır. Ve orada güzel
olmuştur. Çünkü anlaşılan arasında, anlaşılmayan güzel olmazdı. Onun
için sûre başlarında eşyalara yemin, harflere yeminin yarısı kadardır.
5- Harflere
yemin, Kur'ân'ın iki yarısının ikisinde de hatta yedi kısmında da
vardır. Sayılı eşyalara yemin ise yalnız son yarısında, hatta 'den
başkası son kısımdadır. Zira çoğunlukla harflere yeminden sonra Kur'ân
ve kitab veya tenzil zikredilmiş "Yâsin, hikmet dolu Kur'ân hakkı için"
(Yasin, 36/1-2), "Elif, Lâm, Mîm. O kitap" (Bakara, 2/1-2), "Elif, Lâm,
Mîm, Bu Kitabın indirilmesi..." (Secde, 32/1-2) buyurulmuştur. İşte
Kur'ân'ın hepsi harflerle ifade edilen bir mucize olduğundan onlar her
kısımda bulunmuş olup, sayılı şeylere yemin ise böyle değildir.
Bundan sonra
Razî "Kaf"a ait konulardan olmak üzere şunu da ilâve eder: Kaf
yeryüzünü kuşatan bir dağdır ki göğün etrafı onun üzerindedir denilmiş,
bu görüş, birkaç yönden zayıftır:
1- Okunuşu
vakf
üzeredir. Halbuki dağ ismi olsaydı yemin edilmiş olmakla vasılda vakıf
caiz olmazdı.
2- gibi
yemin
harf ile söylenmesi gerekirdi. Çünkü yemin edatının atıldığı yerlerde
kendisi ile yemin edilen "Allah'a yemin ederim ki mutlaka yapacağım."
gibi yemine layık olarak (yemin edatını) söylemeye bir ipucu olur,
denmez.
3- Öyle olsa
yazılırdı "Kuluna yetmez mi?" (Zümer, 39/36), "Akan bir pınar vardır."
(Gaşiye, 88/12) türünden olurdu. Halbuki bütün mushaflarda harf
yazılmıştır.
4. Bunda
açıkça
anlaşılan harf olmasıdır. Gerçi onun İbnü Abbas'tan nakledilmiş olduğu
da söylenmiştir. Fakat İbnü Abbas'tan rivayet edilen, 'ın bir dağ ismi
olmasıdır. Fakat burada bu 'tan maksadın o dağ olduğu kesin değildir.
Demek ki
Razî
aslında "Kâf" dağı diye söylenegelen rivayeti inkâr etmiyor. Burada
onunla tefsir edilmesi zayıf bulunuyor. Alûsî de rivayetleri
kaydettikten sonra şöyle diyor: "Karafi, Kaf dağının bulunmadığı
görüşünü ileri sürmüş ve buna açık delil getirecek delili olmayan şeye
inanmanın caiz olamayacağını söylemiş. İbnü Hacer-i Heytemide bulunan
rivayetleri ileri sürerek ona bazı itirazlarda bulunmuştur. Alûsî,
bunları rivayet ettikten sonra; "Ben de Karafi'nin dediği gibi his
şahitliğiyle bu dağın var olmadığı görüşündeyim." çünkü bu yeryüzünün
karasını, denizini Yengeç dönencesine kadar kaç defalar katettiler.
Öyle bir şey müşahede etmediler. Gerçi o haberler ravilerinden bir
topluluk sahih rivayet edercesine bağlı kalarak rivayet etmişler ise de
onların sahih olduğunu tenkid etme duygusunu, yalanlamaktan daha
hafiftir. Bu, bulamamaktan dolayı kaf dağının varlığını inkâr etmek
türünden de değildir. Zelzele işinin de öyle bir dağla bağlantısı
yoktur. Çünkü zelzeleler yeryüzünün sertliğiyle beraber çıkmak isteyen
buharların baskısındandır. Ve biraz insaf damarı olanlara göre bunu
inkâr etmek kendini büyük görmektir. Biz de bu münâsebetle şunu
söyleyelim ki daha bilgin olan Râzi bu hususta daha insaflı hareket
etmiştir. Bizce insaf, rivayetleri yalanlamakta değil, bir doğru yorumu
bulmaktadır. Gerçi bu hususta Peygamber (s.a.v)'e kadar isnad edilen
bir hadis yoktur. Fakat bazı alimlerin kanaatlerini gösteren yaygın bir
görüş vardır. İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in rivayetlerine göre İbnü
Abbas şöyle demiştir: Yüce Allah bu yeryüzünü arkasından onu kuşatan
bir deniz, onun arkasından bir dağ yaratmıştır ki ona "Kaf" denilir.
Dünya göğü onun üzerine sarmaktadır. Demek ki "Kaf" yeryüzünü kaplamış
olan Büyük Okyanus'u kuşatmıştır. Bu ifadeye göre Kaf dağı denilen şey
hava küresi (atmosfer) olmuş olur. Çünkü biz biliyoruz ki yeryüzünü
çevresinden kaplayan bir Büyük Okyanus'u vardır. Büyük Okyanus'u da
atmosfer tabakası kaplamıştır. Dünya göğünün etekleri bu atmosfer
tabakası üzerindedir. Bizim gök dediğimiz zümrüt gibi göklük burada
parlamaktadır. İbnü Münzir'in, Ebû'ş-Şeyh'in, Hakim'in, İbnü
Merduye'nin Abdullah b. Büreyde'den rivayetlerinde: "Kaf" dünyayı
kuşatan zümrütten bir dağdır ki göğün etekleri onun üzerindedir diye
zümrüt ile ifade edilmesi de teşbih-i beliğ türünden olmak üzere bu
rengi takviye eder. Buna dağ denilmesi de küresel şekli ile ufuk
üstünde yükselme ve büyüklüğü itibarıyla veya bir kaynak ve anbar
olması bakımından olması gerektir. Bununla beraber İbnü Ebi Dünya'nın
ve Ebû'ş-Şeyh'in rivayetlerinde "Kaf" yalnız dünyayı değil, kainatı
kuşatmış olmak üzere de nakledilmiş ve damarları yeryüzünün içine kadar
indiği ve depremler onun damarlarının hareketinden meydana geldiği de
söylenmiştir. Bu noktaya gelince "Kâf" kelimesi bize eski Yunanlılar'da
bile bilinen ve herşeyin kaynağı olmak üzere maddenin bir kül karışımı
niteliğinde düşünülen ilk durumunu ifade eden "chos kao" kelimesini
hatırlatmıştır. Kâf dağı rivayetleri Hz. Peygamber'e istinad
ettirilmemiş bulunduğu için bunu eski zamanlarda pek yaygın olmuş bir
teori türünden saymakta hiçbir sakınca yoktur. Fakat bunu tefsir için
esas edinmek uygun olmaz. harfini müteşabih olarak Allah'ın kudretine
bir sembol saymak Kaf dağı denilen olabilirlik âlemiyle tefsir etmekten
daha uygun olur. Ve şanlı ve şerefli Kur'ân hakkı için.
MECİD : Mecd
sahibi, mecd, geniş lütuf ile ilgili büyük şeref ve şandır. Şu halde
"Kur'an-ı mecid" şerefi, kitapların hepsinden büyük olan, yahut
mânâsını bilip kendisiyle amel edeni şereflendiren şanlı Kur'ân demek
olur. "Vav" yemin, veyahut yemine alt içindir. "Kaf" ile şanlı Kur'âna
yemin edilmiştir.
2-Yeminin
cevabı
sonraki âyetin ipucuyla hazfedilmiştir. Yani sen uyarıcısın uyarma için
geldin Doğrusu kâfirler kendilerine kendilerinden bir uyarıcı geldiğine
şaştılar. Yani Kur'ân'ın şeref ve şanı olmadığından değil, fakat
insanlara yine insanlardan bir uyarıcı, korku haberi vererek korkutan
bir peygamber geldiğine şaştıklarından dolayı küfür ve inkâra gittiler.
Halbuki insanlara kendileri dışında gelen bir uyarıcı, olağanüstü ve
şaşmağa değer görülse bile yine kendilerinden bir uyarıcı gelmesi
görülmedik bir şey değil idi. Fakat onun gelişine ve uyarmasına
şaştılar. Da kâfirler dediler ki: "Bu tuhaf bir şey!..." Bunda iki ayrı
yorum vardır: Birisi şaşkınlıklarını tefsir ve şaşkınlık noktasını
açıklamakla küfürlerini açıkça anlatmaktır. Bu şekilde tefsir,
peygamberin uyarmasına işarettir. İkincisi Peygamberin peygamber olarak
gönderilmesine şaşırmaktan sonra ahirette dirilmeye şaşırmalarını
açıklamaktır. Bu şekilde atıf (bağlaç) kapalı olarak şu söze işaret
olur.
3-
Öldüğümüz ve
bir toprak olduğumuz vakit (bizi tekrar dirilmekle korkutuyor) ha! Yani
bizi o vakit diriltme ve haşr ile mi korkutuyor? Bu, öldükten sonra
diriltmek uzak bir dönüş. Akıldan veya alışılmıştan uzak olan bir geri
dönüş, bir döndürüş veyahut bir cevaptır.
4-Şimdi
bunun
Allah'ın kudretinden uzak olmadığnı ispatlamakla buyuruluyor ki:
Doğrusu biz toprağın onlardan ne eksilteceğini bilmişizdir. Yani onun
alışılmıştan uzak zannedilmesi bir insanın gerçeği ve bölümlerinin
ayrıntıları tamamıyla bilinemediği için bilgisizlikten ileri gelir.
Yoksa hayat ilmi bilinse de bir insanın özelliğini meydana getiren
bütün sırlar keşfedilse bir kimseyi öldürüp yeniden diriltmek pek uzak
sayılmazdı. Halbuki Allah Teâlâ onu bilmiş ve yaratmıştır. Ölüp çürüyüp
de toprak olan kavimlerin veye şahısların hüviyyet ve aynılıklarını
meydana getiren rükünler ve şartlardan kalan nedir? Eksilen nedir? Ruh
mudur, beden midir? Bedenin maddesi ve parçaları mıdır, yoksa birbirine
benzeyen parçalar arasında hayatı ve aynılığı ifade eden belirli ve
özel bir oran mıdır? Allah hepsini bilir. Toprakta çürüyüp yok olduğu
zannedilen oluşumların, ilişkilerin, kuvvetlerin özelliklerin en küçük
parçasına varıncaya kadar hepsi olduğu gibi Allah Teâlâ'nın ilminde
belli ve korunmuştur. Ve katımızda korunmuş, değişmez, bozulmaz bir
kitap vardır. Hepsi onda korunmuştur. Cüz'î ve küllî (parça ve bütün)
hiçbir şeyi kaçırmaz, hatta onların amellerini de bütün açıklamalarıyla
korumaktadır. Allah'ın ilmi bir de böyle Levh-i mahfuzda yazı ile
sağlamlaştırılmış olarak tecelli etmektedir. Bunu değişme ve korunma
kanununun bir ifadesi olarak düşünebiliriz. Bu tamamıyla bilinmiş
olunca her hangi bir insanı yok ettikten sonra onu meydana getiren ve
ondan yayılan ve değişmiş olan özelliklerin bilinmesi ve korunması
hasebiyle onu yeniden iade etmek hiç de uzak olmaz. Onun için gerek bir
toplumu, gerek bir şahsı öldükten sonra diriltmek ve haşretmek Allah'a
göre uzak bir uygulama olmadığı bu düşünce ile belli olur.
5- Doğrusu
onlar
hakkı, kendilerine geldiği anda yalanladılar. Kendilerini yaratmış olan
Allah'ın ilmini ve gönderdiği kitabını ve peygamberini gelir gelmez
yalanladılar da şimdi onlar pek karmakarışık bir hal içinde
çalkalanıyorlar. Bazen sihirbaz, bazen kâhin, bazen şair diyerek, bazen
şaşkınlıkla, bazen inkâr etmekle ızdırap içinde gelecekten, ahiret
hayatından ümitsiz bir halde kıvranıyorlar.
6- Buna
karşı Allah
Teâlâ'nın ilmini ve diriltmeye kudretini ispatlamakla ızdırabı savma
hususunda buyurulur ki; Artık üstlerindeki göğe bakmadılar mı ki?
Burada gök ufkumuzun üstünde görebildiğimiz (gök) cisimleri ve
boyutları ile özel bir şekilde bakışımıza iz düşüren ve dünya göğü
denilen yüksek binadır ki biri hissî, biri aklî olmak üzere iki yönü
vardır. Herşeyden önce bunun hissî yönüyle gözlerimize olan tecellisine
dikkat çekilmiştir. İkinci derecede fikirler ve deliller ile, akıl ile
anlam çıkarmak mümkün olabilen göğün şeklinin derinliklerine dalmadan
yalnız hissi olan bu yapılmış resmin durumuna bakıldığı zaman bile onu
yapan yaratıcının ilim ve kudretindeki yücelik derhal gözlerde,
gönüllerde kendini gösterir. Buradaki hazfedilmiş bir cümleye atıf
içindir. Görmediler de o kâfirler üstlerindeki o göğe bakmadılar,
baksalar ya! Biz onu nasıl bina etmişiz ve nasıl süslemişiz. Onun
hiçbir yarığı, çatlağı yok. Yani kapısı geçidi yok değil, ayıp ve
kusuru yoktur.
7-
Yeryüzünü de
yaymışız. O binanın döşeği gibi sermişiz, bakıldığı zaman gök, küre
şeklinde görünürken görme alanı içinde yeryüzü de onun altında ufka
doğru özel bir uzama şekli ile uzanmış görünür ve böyle görünmesi onun
da bir küre olduğunu akıl ve delil ile anlamaya engel değildir. (Ra'd
Sûresi'ndeki 13/3. âyetin tefsirine bkz.) Alûsi der ki; (Yeryüzünün) bu
uzaması, yerin tam veyahut kutuplar yönünden noksan bir küre olmasına
aykırı olmaz. Ve ona ağır baskılar, oturaklı dağlar serpmişiz. Ve onda
gözler, gönüller açan her türlü güzel çiftten (bitkiler) bitirmişiz.
BEHÎC:
Behcetli,
gözlere gönüllere neşe ve sevinç veren, sevimli, güzel.
ZEVC; çift.
İNBÂT, görünüşe göre bitkiler için ise de "zevc-i behic" insan dahil
olmak üzere hayvanların da her hoş (güzel) sınıfını kapsadığı açıkça
anlaşılır.
8- (Bütün
bunlar) O, Rabbine gönül verecek, her kulun gözüne göstermek ve öğüt
vermek içindir. Yani bütün bunları böyle yapış ve bitiriş Rabbine gönül
verecek, hakka yüz tutup düşünecek her kulun gözüne göstermek ve
fikrini açmak içni ibret verici delil ve hatırlatma vesilesi kılmak
hikmeti iledir.
TEBSİRA; Hem
göze görme kuvveti, hem de kalbe basiret (seziş) kuvveti vermek
mânâsına olabilirse de ikincisi ile ifade edilmiş olmasından dolayı
burada gözle görme mânâsında olması daha uygun görünür. Bunun birisi
hissî birisi aklî yönü ifade eder. Biri duyurma, biri dikkati çekmedir.
Bunların her biri birer yeni hayat neşesiyle Allah Teâlâ'nın ilmine ve
ölümden sonra diriltme kudretine delalet ederler. Hissettirme, şimdiki
dünya hayatını yaşatırken, dikkati çekme ve hatırlatma geçmiş ve
gelecek şuuruyla ahireti duyurur.
MÜNİB kaydı
da
gerçek olarak faydalananları göstermek ve Allah'a yönelmeye teşvik
etmek içindir.
9- Ve
Gökten
bereketli bir su indirmekteyiz ki hayrı, bereketi ve faydası pek
çoktur. Bununla o güzel çiftlerin nasıl bitirildikleri gösterilerek
yerinde uygulama ve diriltme şekline bir misal verilmiş oluyor. Kur'ân
da bu mübarek suya benzer indirip de onunla, o su sebebiyle
bitirmekteyiz; birçok cennetler, meyveli ağaçları kapsayan bağlar,
bahçeler ve biçilen ekin taneleri,
10-11 ve
dolgun
veya yüksek hurma ağaçları.
BÂSİK: Uzun,
düzgün veya yüklü. Tomurcukları birbiri üzerine dizilmiştir. Yani
birbiri üstüne dizilmiş çok, veya içinde meyvesi çok, çünkü tal'ı,
hurmanın ilk çıkan tomurcuğudur ki meyvesi içinde istiflidir.
Kullara
rızık olsun diye yetiştirmekteyiz. Bir beldeyi ölmüş iken onunla, o su
ile diriltmekteyiz. Gelişme ve büyümeden kesilmiş kuru toprağa hayat
vermekteyiz. İşte dirilip kabirlerden çıkma da böyledir. Yani ölü bir
beldenin bir su indirmekle dirilmesi gibidir. Allah'ın indireceği
bereket ile sizin de dirilip çıkmanız, Allah'ın kudretinden nasıl uzak
değilse bu da uzak değildir. Burada "çıkış" denilmesi anlamlıdır.
Ebbu's-Suud'un açıklamasına göre yerden bitkilerin çıkarılmasına
diriltme ve ölülerin dirilmesine hürûc denilmesi önemsiz gibi görülen
bitirmenin şanını büyütmek ve uzak görülen ölümden sonra dirilme işini
tabii (bir fiil gibi) kolay göstermek ve bu şekilde bitkileri çıkarma
ve ölüleri diriltme arasında benzeyişi gerçekleştirmekle
karşılaştırmayı açıklamak ve anlaşılmasını kolaylaştırmak içindir.
12-14-Muhakkak
ki biz bununla ölmüş bir toplumdan hakkın feyiz ve bereketiyle İslâm'ın
ortaya çıkması ve yeni bir hayat ile başkalarına karşı dirilip
canlanması ve galip gelmesi mânâsına da bir işaret anlarız. Onlardan
önce de yalanlamışlardı. Bununla peygambere teselli ve kâfirlere uyarı
misalleri veriliyor.
"Ress
ashabı."
Bununla ilgili açıklama (Furkan, 25/38. âyetinde geçti, oraya bkz.) Ve
Lut'un hemşehrileri, Lût (a.s)'ın kavmi ki kendisine nikahla meydana
gelen akrabalıkları bulunmaktan dolayı ihvan (kardeşler) denildiği
söylenmiştir. Bu deyim, gerek soy ve gerek evlenmekle meydana gelen
akrabalık ile yakınlığın, kimseyi kurtaramayacağını anlatır. Tübba'ın
kavmi, kendisi değil, kavmi ki Himyeriler'dir. (Duhan, 44/37. âyetin
tefsirine bkz.) Her birisi peygamberleri yalanladı. Yeni hayata davet
için Allah tarafından gönderilen peygamberlerin irşâdlarına
inanmadılar. Ölümden sonra dirilme ve haşr için hazırlanmadılar.
Böylece vaad ettiğim azab hakk oldu. Yani hep helak oldular ve yok
oldular.
VAÎD : Vaad
gibi
masdardır. Mef'ul mânâsına da olur. Vaad maddesi, iyilik ve kötülükte,
acıda ve tatlıda kullanılır. Fakat vaîd ve iy'ad acı ve korkunç
olanlarda kullanılır. Tehdit ve uyarma ifade eder. Burada vaîd, benim
uyarmam demektir. Esre ile yetinilerek mütekellim (birinci şahıs) ya'sı
hazfedilmiştir.
15- Şu
halde ilk
yaratmada aciz mi kaldık? Yani gerek diğerlerini, gerek kendilerini ilk
yaratılışla, birinci defa meydana getirmekle kudretimizi göstermiş
değil miyiz ki ikinci bir yaratışı uzak görüyorlar da "uzak bir
dönüştür" diyorlar. Yahut kendilerinden önce yarattığımız halka, o
önceki insanlara karşı yarattıktan sonra uyarmamızı, tehdidimizi yerine
getirmeye gücümüz yetmemiş de aciz mi kalmışız? Ki korkmadan yalanlayıp
uzak görüyorlar? Veya ilk yaratışla kudretimiz tükenmiş de ilerisini
yaratmaktan güçsüzlüğe mi düşmüşüz. Hayır, öyle
olmadığını bilirler. Onlar yeniden yaratılmaktan şüphe ediyorlar.
LEBS:
Aslında
karıştırıp şüpheye düşürmek demektir. Burada iki mânâsı vardır: Birisi
genellikle tefsir bilginlerinin açıkladığı şekliyle şöyle demektir:
Onlar, ilk yaratılışı ve bizim kudretimizi itiraf etmekle beraber yeni
bir yaratma ile ölülerin dirilebileceğinde şüphe ediyorlar. Bir defa
yapılanın, tekrar yapılabileceği hakkındaki kıyası, tabiî kanunu
bırakıyorlar da kudrete karşı şüpheye düşerek çelişkide bulunuyorlar.
Bu mânâ, susturucu bir mânâ olur. İkincisi En'am Sûresi'nde "Sizleri
geceleyin ölü gibi uyutan, gündüz de yaptığınız işleri bilen odur."
(En'am, 6/60) âyetinde geçtiği üzere bir toplumun hayatı gibi bir
şahsın hayatının da parçalarının her an yenilenmesi şekliyle bir
karışıklık içinde olduğunu ve bundan dolayı ilk yaratma denilen bu
yaratmada şahsiyetin kalması bile cinsin birliği gibi yavaş yavaş
yaratılan birbirine benzer parçalar arasındaki bir karışıklık ve
benzerlik içinde tecelli eden bir nisbet birliğinden aynı nisbette
ardarda gelen yeni bir yaratmanın sürekliliğinden ibaret olduğunu
açıklamadır. Şeyh Muhyiddin-i Arabî buradan bütün eşyanın arazlar
(aslında olmayıp sonradan olan hal ve nitelikler) gibi maddeler de her
an yeni bir yaratılış ile yenilendiğini istinbata (delillerden
hareketle sonuç çıkarmaya kadar gitmiş. Fransız filozofu ünlü Dekart da
bu şekilde yeni bir yaratılış nazariyesini ileri sürmüştür. Bu âyetle
zamirine göre yeni yaratılışın böyle bütün eşyaya genelleştirmesi
açıkça anlaşılmasa bile herhalde insanlar gibi canlı varlıklara
gelişmeleri itibarıyla uygun olması tartışma götürmeyecek kadar açıktır
denilebilir. Bu şekilde bir şahsın asl varlığı için gerek devam
ettirme, gerek eski haline getirmede temel direk olarak düşünülmesi
gereken esası, bir nehrin suyu gibi değişip duran maddi parçalarının
tıpkı tıpkısına kendilerinde ve adetlerinde değil, aralarındaki düzenli
oranla ifade ettikleri benzeme birliği ile ruhani doğrulukta gözetmek
gerekir. Onun için bir şahsın belirlenmesi hacmin büyüklüğü ve
küçüklüğü ile ilgili görünmeyerek gerek bir zerre, bir hücrecik ve
gerek büyük bir cisim ve hacim halinde bile şahsiyetini koruyabiliyor
da yetmiş yaşındaki Zeyd, beşikteki bebek, anne rahmindeki cenin, baba
sulbündeki bir damla su olan aynı şahıs diye düşünülüyor. Kuyruk
kemiğinin ucundan ölümden sonra dirilmeyi gösteren malum "Kuyruk sokumu
kemiği" hadisi de bunu ifade etmiştir. Zaten insanların böyle yeni bir
yaratılışla yaşayabilmeleridir ki onların ihtiyaçlarının sırrını
meydana getirir. Öyle olmasaydı insanın yarın için hiç bir endişesi ve
hiç bir ümidi olmazdı. Bununla beraber bu mânâ yalnız insana ve
canlılara ait değildir. Dünyada her şey "O'nun zatından başka herşey
yok olacaktır." (Kasas, 28/88) âyetinin mânâsı gereğince helak ve yok
olma içinde her an değişmeye maruz ve her değişmede yeni bir yaratılış
ile birbirine karışma ve karıştırma içindedir. "Biz gökten bir su
indirdik de orada her güzel çiftten bitirdik." (Lokman, 10) buyurulması
da bu mânâ ile ilgilidir. Alûsî'nin bu mânâyı uzak görmesi garip
görünür. Bütün kainat böyle yeni yaratılma içinde ahirete doğru
giderken onu Allah'ın kudretinden uzak görerek inkâr etmek ve
yalanlamak o geleceğin mutluluğunu yaşamaya azmedenler için bir
sapıklıktan başka bir şey değildir.
16-
"Andolsun ki
insanı biz yaratmıştık." Bu hatırlatma hem ilk yaratılışı anlatma, hem
de daha sonrakine bir hazırlıktır. Hem Allah'ın ilminin isbat
edilmesine yaratmaktan bir delil, hem de insana en yakın olmaktan
bahsedilirken yaratıcı ile yaratılanı karıştırmamak için Allah'ı bütün
eksikliklerden uzak tutma delilini telkin etmektir.
Ve biz
biliriz
nefsi ona ne fısıldar, yahut ne ile vesvese verir. Nefsin vesvesesi
deyimi, içinden kendine söylediği, gönlünden geçirdiği gizli duygular,
cehimler, hatıralar, kuruntular, kararlar gibi bütün iç duyguları
kapsar. Söyleneceği şekilde zaptetmekle görevli hafaza (koruyucu)
meleklerinin bile henüz farkına varmadıkları derecede gizli olarak
insanın gönlüne gelen hatıralar ve nefisle ilgili şeylerin hepsini de
Allah bilir. Çünkü yaratıcısıdır. Ve biz ona
habli
veridden (şah damarından) daha yakınız. Öyle yakından bilir, öyle
yakından yetişir, etkili oluruz. Yaratıcı ile yaratıkları arasındaki
ilişki, yaratılan ile nefsi arasındaki ilişkiden daha önceliklidir.
Çünkü yaratılanın ayakta kalması bizzat kendinden değildir,
yaratıcısının kudreti iledir. (Bakara Sûresi'nde "Kullarım, sana benden
sorarlarsa (onlara söyle): Ben (onlara) yakınım." (Bakara, 2/186
âyetinin tefsirine bkz.)
Anatomide
iki
çeşit damar sayarlar. Vücudun etrafında kalbe gelen, yani siyah kanı
vücudun etrafından kalbe götüren damarlara verîd (toplardamar),
çoğuluna (evride), kalbden vücudun etrafına giden, kırmızı kanı bedene
dağıtan damarlara da şerayin (atardamar) denilir. Atardamarların kökü
kalbin sol karıncığından çıkan (vücutta kan dağıtan büyük atardamar)
aorttur. Boyunda gırtlağın yanlarından geçen ve "vedecân" denilen şah
damarları bundan şahlanır. Kalbde şahdamarlarının bağlandıkları büyük
damara da vetîn (şahdamarı) denilir. İç şahdamarı yani vetîn,
(anatomide) dokulara temasında oksijenini kaybetmiş olan siyah kanı
kalbin sağ kulakçığına ulaştırır. Sol karıncık ile sağ kulakçık
arasında meydana gelmiş olan bütün bu kablardaki kan dolaşımına "büyük
kan dolaşımı" denilir. Siyah kan, sol kulakçıktan sağ karıncığa ve sağ
karıncıktan akciğer atardamarına geçer. Akciğer atardamarına giren kan,
akciğerde kılcal kablar içerisinde hava ile temas sağlayınca kırmızı
kana dönüşerek akciğer toplardamarları ile sol kulakçığa, ondan sonra
sol karıncığa dökülür. Sağ karıncığı, sol kulakçıkla birleştiren bütün
kablardaki dolaşıma da "küçük kan dolaşımı" denilir. Büyük kan
dolaşımında ise atardamarlarda kırmızı, toplardamarlarda siyah kan
vardır. Küçük kan dolaşımında ise atardamarlarda siyah ve
toplardamarlarda kırmızı kan vardır. Bundan dolayı kırmızı kana
atardamar kanı ve siyah kana toplardamar kanı demek her zaman doğru
olmaz. Büyük kan dolaşımı için doğru olan tarif küçük kan dolaşımı için
yanlıştır. Demek ki toplardamarlara siyah kan damarları denmesi genel
değil, çoğunluk itibarıyladır. Keşşaf'ta der ki: el-Verîdan (iki
toplardamar) boynun önündeki iki yüzünü kavramış iki damardır ki vetine
(şahdamarına) bağlı olup baştan kalbe doğru girerler.
İbnü Esir de
Nihaye'de; verîd, boynun yüzündeki damardır ki öfke halinde şişer.
Bunlar iki verîddirler (şahdamarıdırlar), der. Buna göre verîd, bizim
anatomi kitaplarında vidâca bağlı şahdamarı denilen boyun damarında
meşhur imiş gibi görünürse de bu özelliğin, iki şahdamarından diye ikil
şeklinde olması gerektir. Çünkü Ragıb şöyle anlatmıştır: Verîd, ciğere
ve kalbe bağlı olan bir damardır ki kanın akışı ondadır.(3)
Nizameddin
Nisâburî de Garaibü'l-Kur'ân ismindeki tefsirinde, "Verîd, atardamardan
başka kanı taşıyan damardır. Verîdân (iki doplardamar) ise boynun
önünde iki yüzünü kavramış iki damardır ki baştan dağılarak ve vetîne
(şahdamarına) bağlı olurlar." diye tarif etmiştir.
HABL: Malum
olduğu üzere ip ve bağ demektir. Damar mânâsına da gelir. Burada
çoğunluk, bu mânâ ile verid ipi, servi ağacı gibi umumun hususa
izafetiyle açıklanması türünden verid damarı demektir diye tefsir
etmişlerdir. Habl, boyun dibi mânâsına da geldiğinden Zemahşeri bu mânâ
ile lâmî izafeti de caiz görmüştür ki bu mânâ ile "habli verid" boyun
veya bedenden mecaz da olabilir. Sonra "suyun gümüşü, gümüş gibi su"
kabilinden teşbihî izafet ile verid ipi, boyuna dolanmış ipe benzeyen
verid mânâsını da ifade edebilir. Veridin, müfred olması itibarıyla
cinse yorumlanması lazım geleceği için "habli verid", bütün verid
şebekesi veya onların bağlandığı "vetin" (şah damarı) diye de
düşünülebilir. Bununla beraber bu mânâlar verid damarı demekle de
kastedilebilir. Ragıb, habl-i veridden maksadın ruh olduğunu
söylemiştir. Kırmızı kanı taşıyan atardamarların daha önce düşünülmesi
gerekirse de atardamarlarda cereyan, kalpten etrafa doğru dağılıp
uzaklaştığı, veridde ise, etraftan ve baştan kalbe doğru toplanıp
geldiği için, yakınlık temsilinde verid (toplardamar) zikredilmiştir.
Bu şekilde habli verid, pek yakınlıkta mesel olmuştur. Nitekim şair
"Ölüm ona veridden daha yakındır." demiştir. Şu halde mânâ kalbine kan
akıtan, en yakın damarından, yahut canından daha yakın demek olur.
Sonra veridin siyah kan damarı olması ve kullanılmış, ölmüş,
hücrecikleri taşıyan bir siyah kanın kalbe gelişi bir tasfiye ile yeni
bir yaratılışla ilgili bulunması itibarıyla, gerek üst tarafındaki yeni
yaratılış, ve gerek aşağıda geleceği şekilde anlatılacak olan ahiret
hallerine intikal açısından dikkate değer bir nüktesi de vardır. İbnü
Cerir et-Taberî der ki: Arap dili bilginleri âyetinin mânâsında ihtilaf
ettiler, bazıları bunun mânâsı dediler. Yani "Üzerinde kudret yürütüp
tesir meydana getirmede daha yakın, kendisine daha çok malik ve
tasarruf sahibiyiz." demektir. Bazıları da nefsindeki vesveseyi
bilmekte daha yakın, demektir dediler. Yani zatın yakınlığı mânâsını
anlayan olmadı. Ancak sözün gelişine göre bazıları kudretin tesiri,
bazıları da ilim itibarıyla yakınlık mânâsını tercih ettiler.
Fahrür-Razi
bunu
şöyle ifade etmiştir. Allah Teâlâ'nın ilminin kemalini, genişliğini
beyandır. Allah ilmi ile ona damarındaki kandan daha yakındır. Çünkü
damara bir engel vardır. O, ona gizli kalabilir. Fakat Allah Teâlâ'nın
ilmine engel mümkün değildir. Buna şu mânâ da söylenebilir. Kendisinde
kudretimizin eşsizliği itibarıyla biz ona habli verid'den daha
yakınızdır. Emrimiz onda damarlarındaki kanın akışı gibi cereyan eder.
Keşşaf sahibi de şöyle der: "Biz ona daha yakınız." ifadesi mecazdır,
maksat ona ilminin yakınlığı ve ondan ve durumlarından bilgisine, sanki
zatı yakınmış gibi, en gizli şeylerinden hiçbirisi gizli kalmayacak,
bir şekilde ilgili olmasıdır. Nitekim Allah her yerdedir, denilir.
Halbuki Allah makamlardan yüce ve münezzehtir. Bundan anlaşılan mecaz
denilmesinin sebebi sözlükte yakınlık ve uzaklık mekan ve mesafe
itibarıyla isimlerde hakikat olduğu ve Allah'ın zatında mekan yakınlığı
tasavvur olunamayacağı içindir. Kadı Beydâvî ile Ebu's-Suud da bunu bir
nükte ilavesiyle özetlemişler de şöyle demişlerdir: Yani "Biz onun
halini ona habli veridden daha yakın olandan daha iyi biliriz,
demektir. Zatın yakınlığı ile ilmin yakınlığına mecaz yapılmıştır.
Çünkü o onun gerekçesidir." Görülüyor ki bu ifadede "Ona daha yakın
olandan" diye bir "mufaddalün aleyh" takdir olunmuştur. Çünkü akreb
(daha yakın), a'lem (daha iyi bilmek) mânâsına mecaz olunca habli
verid, ilim itibarıyla "mufaddalün aleyh" olamaz. Şu halde o "olan
kimse" kim? O ya kendisinden kinayedir, bu şekilde habli veridden
maksat, kendi şahsı olup mânâ onu kendisinden daha iyi biliriz demek
olur. Yahut zikredilecek meleklerdir ki, bu durumda o hafaza
meleklerinin de, ona habli verid'den daha yakın olduklarına fakat
Allah'ın onlardan daha yakın olduğuna dikkat çekilmiş oluyor ki bu mânâ
âyetin kendinden sonraki kısma bağlanmasından çıkarılır. Alûsî burada
vahdet ehlinin (vahdet-i vücud görüşünde olanların) sözleri hal sahibi
olmayanlar için zor anlaşılır şeylerdendir, demiştir. Bununla birlikte
biz şeyh Muhyiddin-i Arabî'nin Fütuhat-ı Mekkiye'sinin, Esma-i Hüsnâ
babında "Akreb" ism-i şerifinde şu sözlerini nakledelim.
"En yakın
olanın
huzuru, huzurların en yücesidir. O huzur, keşif ehli için zat iledir. O
huzur,
hakkında günahkâr denilen kimse hakkında içinde uzaklık bulunan bir
yakınlıktır."
Bu huzurun
sahibine "en yakın" olanın kulu ve "yakın"ın kulu denilir, çünkü o Azîz
ve Celil olan Allah bize habli veridden daha yakındır. "Ben yakınım.
Dua edenin duasına icabet ederim". (Bakara, 2/186) buyurmuş. "Şüphesiz
ki o hakkıyla işitendir, yakın olandır." (Sebe, 34/50) buyurmuştur.
Peygamber (s.a.v) Efendimiz'in haber verdiği gibi Arş'tan dünya
semasına inişiyle yakındır, daha yakındır. Çünkü nerede olsak bizimle
beraberdir. Onun için "Karib" (yakın), "Akreb" (daha yakın) isimleriyle
isimlendirilmiştir. O bize bizden daha yakındır. Çünkü habli verid,
bizdendir ve damar bize bitişiktir. O ise ondan da yakındır. Çünkü
bitişme ancak O'nunladır. İşitmemiz, görmemiz, ayağa kalkmamız,
oturmamız, istememiz, hükmümüz O'nunladır. bu hükümler ise habli
veridde yoktur. Demek ki, o bize habli veridden daha yakındır. Çünkü
bizden habli veridin gayesi diğer damarların durumu gibi hayat hükmünün
akışı ve kanların yolu olmasından ibarettir. Sonra Allah Teâlâ bize de
kendisine yakınlığı emretti. Çünkü biz O'nun sureti üzere mahlukları
olduğumuz cihetle bizi emsal menzilesine koydu. Halbuki iki misil
zıttırlar. Zıt ise, zıt olduğu şeye bizzat nefsindeki sıfatlarda ortak
oluşundan dolayı gayet yakın olmakla beraber aynı zamanda gayet de
uzaktır. Kulda böyle ilâhî irade ile Allah'tan uzaklık meydana gelmekle
Allah Teâlâ kendisine yakınlık yollarını meşru kıldı ki, bu uzaklık ile
beraber yapılması meşru kılınan fiilleri yapmakla o onun kulağı, gözü
ve bütün duyguları olana kadar bu şekilde kul zillet ve ihtiyacından
dolayı ona zıttır. Ve onun için meşru kılınan şeylerde zillet ve
ihtiyacı sebebiyle fiilin ona isnadı sahih olmuştur da kendisine nisbet
edilen fiil ile ona yakınlığa yol bulmuş ve dolayısıyla Hak Teâlâ'nın
"Ben onun kulağı ve gözü olurum." diye onun bütün hüvviyetiyle bütün
duyguları olduğunu haber verdiği yakınlık ile yaklaşmıştır. Bundan da
daha yakın olunca artık olmaz, (Abid kâin olmaz) çünkü "Kulağı, gözü ve
dili" buyururken zamiri kula göndermekle kulun aynını tesbit etmiş ve O
"tıpkı kendisi" olmadığını ispat buyurmuştur. Çünkü o ancak
kuvvetleriyle 'dir "tıpkı kendisidir". Kuvvetleri onun zatî
tarifindendir. O olmayış "Attığın zaman sen atmadın fakat Alah attı."
(Enfal, 8/17) buyurduğu gibidir ki o zaman suret ve mânâ ikisi de
Allah'ındır, hepsine sahip olmuş, tamamen aynı olmuştur. Artık kainatta
başka yok, ancak o Esma-i Hüsna'sının menzillerinde kendiliğinden yüce,
münezzeh ve sübhan olan Allah vardır. Çünkü orada, O'ndan başka
kendisini tesbih ve tenzih edeceğin yoktur. Allah Teâlâ yakınlıkları
hep bu huzurdan meşru kıldı. Şeriatın varlığına sebep de dava
olduğundan şeriat davacıya ve davacı olmayana şamil oldu. Kıyamet günü
niyetine göre haşrolunur, millet ve mezhebiyle seçilir.
Görülüyor ki
Şeyh, beytinde zat ile yakınlık görüşüne sahip olmuş ve fiil
yakınlığını anlatmış, sonunu da kulun faniliğiyle vahdete bağlamıştır.
Alûsî'nin dediği gibi bazı noktaları hal ehli olmayana ağırdır. Dünya
semasına inişden mekan itibarıyla yakınlık değil emir itibarıyla
yakınlık anlamak gerekir. Hadiste iniş varsa da "Arş'tan" kaydı yoktur.
Sonundan da vahdet (birlik) çıkarmalı, ittihat (birleşme)
çıkarmamalıdır. Çünkü âyet öyle bir vesveseye ve zanna gidilmemesi,
yaratıcı ve yaratıkların hakkının gözetilmesi için ilk önce "Andolsun
ki biz insanı yarattık." yeminiyle insanın yaratılmış olduğunu tekid
yoluyla açıkça beyan buyurmuştur. Vahdet-i vücud meselesinde de açık ve
şüphesiz bir kaide olmak üzere Keşşaf haşiyesinde İbnü Münir'in de
açıkladığı şekilde şunu söyleyelim ki bizim itikadımızca yani "Allah'ın
zatından, sıfatlarından ve fiillerinden başka mevcut yoktur". Şu kadar
ki, Allah Teâlâ fiillerinin bazısını bazısına yer yapmış, o yere fail,
orada meydana gelen şeylere de onun fiili denilmiştir. Böylece bütün
âlem Allah'ın fiili yani yaratığı olduğu gibi insanlar ve insanlara
zorla ve isteklerine bağlı olarak nisbet olunan fiiller de "Sizi de
yaptıklarınızı da Allah yaratmıştır." (Saffât, 37/96) âyeti uyarınca
Allah'ın yaratmasıdır. İşte bir mümin için zaruri olan tevhid budur,
sıfat zatının aynı değildir. Aynı veya başkası değildir. Fiil de failin
aynı olamaz. Yaratıcı ile yaratık aynen bir olamaz. Allah'ın olmayan
hiç birşey yoktur. Hepsi Allah'ındır. Fakat Allah'ın olmak, Allah olmak
değildir. Şunun da unutulmaması gerekir ki yakınlık makamı ne kadar
yakın olursa olsun bir gereklilik farkıdır. Bağlantı kurmak ve
birleşmek yakınlık değildir. Onun için yakınlık makamında, mesela bir
elçinin fiili ve kuvveti onu gönderene nisbet edildiği zaman elçi,
kendisini gönderenin aynı olması icap etmez. Belki elçinin aynı sabit
olduğu halde kendisi de fiili de gönderenin olur. Aynısı olmada değil,
hükümde birlik bulunur. Gerek farzların yakınlığı ve gerek nafilelerin
yakınlığı ile yakınlık kurmuş olan kulun da aynı sabit olmakla beraber
velilik makamına nail olarak bütün kuvvetinden ilâhî kudret tecelli
eder. Fakat ondan onun Allah olması lazım gelmez, sonra mekan yakınlığı
mutlaka arada bir mesafe bulunmasını gerektirir. Aradaki mesafenin
büyüklüğüne küçüklüğüne göre düşünülür bir nisbettir. Bu itibarla o,
hakikatte bir uzaklıktır. Allah Teâlâ mekandan münezzeh olduğu için
onda mekan yakınlığı düşünülemez. Çünkü onda mekan yakınlığı var saymak
mekanın bir kısmını O'nun kuşatmasının dışında ve mekanı O'ndan büyük
ve geniş farzetmektir. Halbuki o çok yüce ve çok büyük olan Allah, her
şeyi kuşatmış, her mekandan yüksek "Arş üzerine hükümrandır." (Tâhâ,
20/5). Bundan dolayı burada mekan yakınlığı olduğu zannedilmemesi için
zat yakınlığı ile değil, sıfat yakınlığı ile tefsir edilmiştir. Çünkü
sadece ruhu ile değil, bedeni ile de düşünülen insanın zatı yer tutan
bir cisim olduğundan dolayı ona zati yakınlık ile daha yakın oluş
düşüncesi mekani bir yakınlığı akla getirebilir. Ancak bunun gereği
mekani olmayan Allah'ın zatından zati yakınlığı uzak tutmak değil,
mekan itibarıyla yakınlığı ortadan kaldırmak suretiyle bir mecaz
yapılmasıdır. Fakat bu şekilde de mecaz mânâsı zaruri olunca
tefsirciler onun için en uygun olan mânâyı tercih etmişlerdir. "Rahman
ve Rahim"de olduğu gibi sıfat ve Allah'ın isimlerinde aranan gayeleri
olduğuna göre akreb (en yakın) vasfı, zat yakınlığı tefsir edilse bile
müjde veya uyarı makamında zat yakınlığından gayesi ve gerektirdiği
eserleri kastedilmiş olur. Onun için "O her nerede olsanız sizinle
beraberdir." (Hadid, 57/4) âyetinin ifadesince her yerde "hazır ve
nazır" diye anlaşılagelen ilâhî beraberlik ilim ile tefsir olunduğu
gibi buradaki yakınlık da naklettiğimiz şekilde ilim veya kudret
yakınlığı ile tefsir olunmuştur. Bakılırsa bunun birleştirilmesinde bir
çelişki olmamalı hem ilmi hem kudreti ile yakınlık kastedilmiş
olabilmeli idi. Acaba niçin terdid (iki ihtimalden biri) ile
söyleniyor. Buna dair bir açıklama görmedim. Fakat şu iki sebep
gösterilebilir: Birincisi zat yakınlığından mecaz olma itibarıyla iki
mecazın iki lazımının bir arada bulunmasının caiz görülmemesi ve
ikisini toplayan bir mânâda kastedilmiş olmamasıdır. Fakat temsilî
istiare veya kinaye durumunda biz bunu mümkün zannediyoruz. İkincisi
sözün gelişinde ve yukarısında "yarattık", "biliyoruz", "telâkki" ve
zaptederler, "geldi", "üfürüldü" gibi karinelerin bazısının yalnız
ilmi, bazısının da kudreti gerektirip ifade etmesidir ki ihtilafın
sebebi de budur. Biz bunların birleştirilmesine taraftarız. Gerçi ilim
çok geniştir. Fakat kudreti gerektirecek birşey değildir. Kudret ise
ilmi gerektirir. Kudret ile yakınlık kastedildiği takdirde ilim
yakınlığı da ifade edilmiş olacaktır. Halbuki ilim ile yakınlık
kastedildiği durumda bunun bir müjde veya tehdit ifade etmesi kudreti
düşünmeye bağlı olacaktır.
"Nefsinin
ona ne
vesveseler verdiğini biliriz." ifadesi ile en yakından ilim ifade
edildikten sonra bir de "Biz ona habli veridden daha yakınız."
buyurulmasının da bu nükte ile ilgisi olması gerekir, onun için biz,
bundan yalnız ilmî yakınlık değil lütuf ve yardıma, kahır ve gazaba da
darbı mesel olabilen bir yakınlık anlıyoruz ki bu en azından kudret
yakınlığıdır. Nitekim Ragıb Müfredat'ında derki. "Yakınlık ve uzaklık
birbirinin karşıtıdır". Yakınlık zamanda, mekanda, nisbette hazda,
kıymet ve şerefte, gözetmede, kudrette kullanılır. Mekanda: "Şu ağaca
yaklaşmayın." (Bakara, 2/35), "Yetim malına yaklaşmayın." (Enam,
6/152), "Zinaya yaklaşmayın." (İsra, 17/32), "Mescidi harama
yaklaşmasınlar." (Tevbe, 9/28) gibi. Zamanda: "İnsanlara hesapları
yaklaştı." (Enbiya, 21/1), "Uzak mı yoksa yakın mı olduğunu bilmem."
(Enbiya, 21/109) gibi. Nisbette: "Miras taksim olurken akrabalar hazır
bulunursa." (Nisa, 4/8), "Ana baba ve akrabalar." (Nisa, 4/7), "İsterse
yakınlar olsun." (Maide, 5/106), "Yakın komşu." (Nisa, 4/36),
"Yakınlığı olan bir yetim." (Beled, 90/15) gibi. Huzvede yani haz ve
şerefte: "Allah'a yakın melekler." (Nisa, 4/172), "Yakın olanlardan."
(Ali İmran, 3/45), "Allah'a yaklaştırılmış olanlar ondan içerler."
(Mutaffifin, 83/28), "Eğer Allah'a yaklaştırılmış olanlardan ise."
(Vakıa, 56/88), "Şüphesiz ki siz yakın olanlardansınız." (A'raf,
7/114), "Ve onu sırdaş olarak yaklaştırdık." (Meryem, 19/52) gibi. Ve
huzveye yani hazza, yakınlık denilir. "Allah yakınlıklar." (Tevbe,
9/99), "Gerçekten bu onlar için bir yakınlıktır." (Tevbe, 9/99), "Sizi
bize yaklaştırır." (Sebe, 34/37 gibi. Rivayette, gözetmekte. "Şüphesiz
Allah'ın rahmeti yakındır." (Araf, 7/56), "Şüphesiz ki ben yakınım."
(Bakara, 2/186) gibi Kudrette: "Biz ona habli veridden daha yakınız."
gibi.
17- Zabıt
tutan
iki melek tesbit ederlerken, bu de en yakın ilim mânâsında; yalnız
kudret mânâsında ise ile tenazü üzere amil olması yaraşır, yani her
insanın söylediğini, alıp zaptetmekle görevli iki melek vardır.
İfadesini zapteder dururlar. İşte onlar, sağdan ve soldan oturmuş zabıt
tutarlarken, öyleki,
18- her ne
söz
atarsa, yani gerek hayra ve gerek şerre dair, ağzından ne çıkarırsa
herhalde yanında bir murakabeci, ne yaptığını ne söylediğini gözeten
bir murakıp hazırdır. Hiçbir dediğini kaçırmadan kaydederlerken Allah
ona her yakından daha yakındır. Bu sırada insanın nefsinde onların da
bilemeyecekleri gizlilikleri bilir. Dilediği tesiri yapabilir. Şu halde
o meleklerin zaptedip kayda geçmesi onun ihtiyacından değil kulların
geleceği için hikmete bağlıdır. Keşşaf'ta der ki: Hz. Peygamber
(s.a.v.)'den şöyle rivayet edilmiştir. "İki meleğin oturduğu yer, ön
dişlerinin üzeri, dili onların kalemleri, tükürüğün de mürekkebleri,
sen ise lüzumsuz şeyler peşinde akıp gidiyorsun, ne Allah'tan
utanıyorsun ne onlardan." Bu âyetin zahirinden anlaşıldığına göre bu
melekler, ağızdan çıkan her sözü yazarlar, bunun delaletinden, fiilleri
de yazdıkları anlaşılıyor. Öncesine göre getirilişinden de nefisteki
vesveseler gibi bazı şeylerin Allah'a malum olmasıyla beraber, onlardan
gizli kaldığı anlaşılmıştı. İmam Malik herşey yazılır. Hatta
hastalıktaki iniltisi bile demiştir. Fakat bundan anlaşılan dışarıya
çıkan herşey demektir. Akaid kitaplarından cCvhere ve şerhi Lakkânî'de
Alûsî'nin nakline göre şöyle denilmiştir. İtikad etmek vacip olan
şeylerden biri de şudur: Allah Teâlânın öyle melekleri vardır ki
kulların fiillerini gerek hayır gerek şer, gerek onların dışında olsun,
gerek söz olsun, gerek amel, gerek itikat, gerek niyet olsun, gerek
azim, gerek karar verme, hepsini yazarlar. Allah Teâlâ onları onun için
seçmiştir. Gerek kasten ve bile bile işlesinler gerek dalgınlıkla ve
unutarak yapsınlar, gerek sağlıklarında meydana gelsin, gerek
hastalıklarında, işlerinden hiçbir şeyi ihmal etmezler. Nakil ve
rivayet alimleri böyle rivayet etmişlerdir. Demek ki niyet, azim, karar
mertebelerine gelmeyen vesveseler yazılmaz. Bu bakımdan "Nefsinin ona
verdiği vesveseler", niyet ve kast mertebesine içten konuşmalar, kararı
olmayan soyut hatıralar olmuş olur. İçten kendi kendine konuşmanın hiç
yazılmadığını bildiren eserler de vardır. Nitekim, Beyhaki Şuab'da
Huzeyfe b. Yemam (r.a)'da şöyle rivayet etmiştir: Sözün yedi kilidi
vardır. Onlardan çıktığı zaman yazılır. Çıkmazsa yazılmaz, Kalp, küçük
dil, dil, iki çene, iki dudak. Bu "Her ne söylerse" ifadesinin zahirine
uygundur. İmam Malik'in sözü de bunu andırır. Bazıları mübahların
yazılmadığını, ancak sevab veya, azabı bulunanların yani sorumluluğu
olanların yazıldığını söylemişlerdir. Biz ortaya çıkan her fiil ve
sözün yazıldığı, gizli kalanlardan yazılmayanlar bulunduğu, bununla
birlikte hafızaya geçenlerin yazılmış demek olduğu görüşündeyiz. Sonra
burada âyetin ifade üslubuna dikkat edilirse bu tesbit ve kontrol
altında insan gıyabında biyografisi yazılan bir şahıs durumunda değil,
ya sorgulayan birinin huzurunda ifadesi kaydedilen ve gönlünden
heyecanlar ve vesveseler geçen bir suçlu, yahut ölmek üzere bulunup
başı beklenen bir hasta gibi tasvir edilmiş ve öyle bir anda gerek
korku, ve gerek ümit açısından Allah Teâlâ'nın ilmi ve yakınlığı
anlatılmıştır.
19- Bu
nükte
iledir ki buradan ölüm ve ahirete geçilerek buyuruluyor ki, Ve ölüm
sarhoşluğu hak ile geldiğinde de Allah habli veridden daha yakındır.
"Biz ona sizden daha yakınız. Fakat siz görmezsiniz." (Vakıa, 50/85)
ölümün sarhoşluğu, sarhoşlukları, aklı gideren şiddetidir. Ölümün hak
ile gelmesi Allah'ın emriyle "Her nefis ölümü tadacaktır." (Ali İmran,
3/185) gerçeğini getirmesidir.
20- O
işte, ey
insan! Senin kendisinden kaçtığın şeydir. Ve sura üfürülmüştür. İkinci
üfürüş İşte bu cezanın verileceği gündür.
21-Yani
yapılan
tehdidin yerine getirileceği ceza verileceği gündür. Ve her bir nefis
beraberinde bir sevkedici, bir şahit ile gelmiştir. İki çeşit melek,
birisi o nefsi mahşere sevketmekle görevli, birisi de ameline şahittir.
Herkesin ameline göre şahitlik ve sevkin şekli farklı olmakla beraber,
hepsi böyle iki görevli ile beraber sevkedilir. Şahidin kontrol eden
hafaza meleklerinden olması akla gelir. Bazılar günahları yazan
sevkedici, iyilikleri yazan şahit, demişlerdir. Daha başka da
söylenmiştir. Ayrıntılarını Allah bilir.
22-26-
Andolsun
ki sen bundan gaflette idin. Bu cümle ya istinafiye (başlangıç cümlesi)
veya mukadder kavil (söylemek) fiilinin mef'ulüdür. Hepsine bu hitabın
yapılması, herkeste ahiretten az çok bir gaflet bulunması "Haber görmek
gibi değildir." ifadesindeki hikmete dayanmaktadır. Kendisine yakın
olan demiştir. Yani yanındaki sevkedip götüren, Hak Teâla'nın huzuruna
hazırlayıp böyle demiştir. Bu benim yanımdaki hazır, Hak Teâlâ
tarafından da o sevkedene ve şahitlik yapana veya cehennem
zebanilerinden ikisine yahut tekid şeklinde emir suretiyle birine şöyle
hitap buyurulur. "Atın cehenneme her inkarcıyı ve inatçıyı"
27-
"Yakını ona
der ki": Bu yakının, dünyada o kafire musallat olup, ahirette beraber
sevkedilen şeytan olduğu şu sözünden bellidir.
"Ey Rabbimiz
onu
ben azdırmadım." Demek oluyor ki, Ya Rab! Beni bu azıttı diye özür
beyan edip şikayet etmek istemiş, o da bu yolda cevap vermiştir. "Fakat
kendisi uzak bir sapıklık içinde idi." Yani kendisi haktan uzağa sapmış
bulunuyordu da ben ona öyle yanaştım. "Benim size karşı bir hakimiyetim
yoktu." "Ancak sizi davet etmiştim." (İbrahim, 14/22) der.
28- Allah
Tealâ
buyurur ki, benim huzurumda çekişmeyin. Vaktiyle ben size tehdit
göndermiş iken, önceden dünyada çalışma çağında kitaplarla ve
peygamberlerle uyarmış, azgınlık edenlere böyle şiddetli azap
edileceğini haber vererek tenbihler, tehditler yapmış iken
dinlemediğiniz halde şimdi hesap ve ceza yerinde boşuna çekişmeyin.
29-Özellikle
şunu anlamış iken Benim huzurumda söz değiştirilmez. Vaad
değiştirilmediği gibi tehdit de değiştirilmez. Bazı günahkârları af
meselesi ise değiştirme değil, tehditleri tahsis eden af delillerinin
tatbikidir. "Ben kullarıma zulmedici değilim." ifadesi de, genel bir
şekilde hakkı gerçekleştirme hususunda varid olmuştur ki bu şartlar
altında tehdidin tatbik edilmesinin kendi hak ettikleri şeylerin
neticesi olduğunu anlatmaktadır. Şimdi bu tehdit ve vaadi tamamlamak
için buyuruluyor ki;
30- "Biz o
gün
cehenneme doldun mu diyeceğiz." Bu mukadder veya ile mensubdur. Yahut
sonunda o gün ne dehşettir! gibi bir takdir vardır, deniliyor. 'deki
zulmün nefyini ifade eden fiil mânâsı, hepsinden yakındır. Bu soru ve
cevap "Andolsun ki cehennemi dolduracağım." (Sad, 38/85) vaadinin
yerine getirilmesi ve cehennemin dehşetini ve hızını tasirdir. İstifham
takriridir. Yani cehennem o genişliğiyle beraber. "Andolsun ki
cehennemi cinlerden ve insanlardan tamamen dolduracağım." (Hûd, 11/19)
ifadesi gereğince grup grup atılan cin ve insandan doldurulacak, fakat
hızı kesilmeyecek, günahkârlara öfke ve şiddetinden daha fazlasına hırs
gösterecektir. Çokları bu soru ve cevabı bu şekilde bir tasvire
yorumlamışlardır. Bazıları da hakikat demişlerdir ki, Alûsî zahir olan
da budur. Hakikat mümkün iken ahiret işleri dünyaya kıyas edilmemeli
der. Buharî ve Müslim ve daha diğerleri Enes (r.a.)'de şu meâlde bir
hadis rivayet ederler: Resulullah (s.a.v) şöyle buyurdu: "Cehennem
daima içine atılır durur ve atıldıkça daha fazla yok mu der. Ta Aziz
olan Rabbi ona ayağını koyuncaya kadar. O zaman bazısı bazısına büzülür
de yetişir, yetişir, izzetin ve keremin hakkı için derler. Cennette de
daima bir fazlalık bulunur. Ta Allah Teâlâ onun için bir halk meydana
getirip de onları cennetin fazlalıklarında yerleştirinceye kadar." Yine
Buhari ve Müslim ve daha diğerleri Ebu Hüreyre (r.a)'de rivayet
ederler. Demiştir ki: Resulullah (s.a.v) buyurdu.
"Yani cennet
ve
ateş münakaşa ettiler. Ateş ben büyüklük taslayanlar ve zorbalarla
tercih edildim." dedi. Cennet de: "Niye bana insanların ancak zayıfları
ve sakatları giriyor?" dedi. Allah Teâlâ da cennete şöyle buyurdu. "Sen
benim rahmetimsin, ben seninle kullarımdan dilediğime rahmet ederim.
Ateşe de şöyle buyurdu; sen sırf benim azabımsın. Ben seninle
kullarımdan dilediğime azap ederim. Her birinize de dolusu var. Ama
ateş dolmaz ta o ayağını koyuncaya kadar ki o vakit yetişir yetişir
der. O vakit dolar, bazısı bazısına büzülür. Ve Allah yarattıklarına
hiç zulmetmez. Cennete gelince onun için de Allah Teâlâ yeni bir halk
meydana getirir. Ayak cehenneme en son atılacak kullar, yahut ayağını
koymak çiğnemek gibi gazap eseri olan bir sıkıştırma ile şiddetini
kırmaktan kinayedir.
31-
"Fazla"
kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak
veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide
yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf,
50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin
zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva
sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen
şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor.
Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye
diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş
oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi."
ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz
muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad"
mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab
Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr
olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip
korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da
şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan
korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan
Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını
duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o
Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan
kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
32-33-
"Fazla"
kelimesi mimli masdar veya gibi ismi mef'ul olabilir. Uzak olmayarak
veya uzak olmayan bir yakınlık ile, 'den sonra bu kayıt yalnız tekide
yorumlanmış ise de yukarıda geçtiği üzere "Bu uzak bir dönüş" (Kaf,
50/3) diyenlerin sözlerini açıkça red içindir. Yani kâfirlerin
zannettikleri gibi Allah'ın kudretinden uzak olmayarak takva
sahiplerine yaklaştırılmış bulunacaktır. İşte bu size vaad edilen
şeydir. Zahiri, bu şimdi söyleniyor. İşte bu ki size vaad ediliyor.
Fakat tefsircilerin çoğu takdiri ile ahirette söyleneceği, hikaye
diyorlar ki, işte bu o ki size vaad ediliyordu diye mânâsında olmuş
oluyor. Bunun karinesi aşağıdaki "Allah'a yönelmiş bir kalp ile geldi."
ifadesidir. Her tevbekar için. "Müttakiler"den bedel, aradaki söz
muteriza (ara cümlesi) olmuş oluyor. "Her tövbekâr için olan bir vaad"
mânâsıyla "size vaad edilir", ifadesine bağlanması da uygun olur. Evvab
Sâd Sûresi'nde geçtiği üzere Allah'a dönüşü çok olan ve çok tevbekâr
olan mânâlarına gelir. "Vazifesine rivayet eden", vazifesini bilip
korunan "Allah'ın sınırlarını korumuş." (Tevbe, 9/112) olan ki bu da
şöyle bir bedel ile açıklanıyor. Görmediği halde Rahmân olan Allah'dan
korkmuş. Henüz huzuruna gelmeden, ahiret olmadan perdeler açılmadan
Rahmân'a iman edip rahmetinin zevki, azabının dehşeti ile saygısını
duymuş. Ve Allah'a yönelmiş bir kalp ile yani herşeyden geçip yalnız o
Rahmân'ın rahmetine sığınan bir kalp ile huzuruna gelmiş bulunan
kimseler vaad edilmiş olup yaklaştırılmıştır.
34-Haydin
selam
ve selamet ile girin ona, denecek.
İşte o,
giriş
günü ebedilik günüdür. Yani ebedi kalmanın takdir edildiği gündür ki
Kur'ân'da "Orada ebedi olarak kalcaklar." diye zikredilip duran
ebedilik, o günden itibaren başlayacaktır. Artık onun sonu yoktur.
35- Onlara
orada
ne dilerlerse vardır. İstenecek olan çeşitli şeylerden her ne
isterlerse vardır. Nezdimizde fazlası da vardır. Onların hatırlarına
gelmeyen dilekleri içine girmeyen öyle şeyler ki ne gözler görmüştür,
ne kulaklar işitmiştir, ne de bir insanın gönlüne doğmuştur. Burada iki
mânâ vardır. Birisi Allah Teâlâ cennettekilere istediklerinden fazla,
hatırlarına gelmez nimetler verecek, henüz yaratılmamış şeyler de
yaratacak demektir. Birisi de cennetlikler Allah'ın ziyafetine
gidecekler, huzurunda fazlasıyla ikram görecekler demek olur. Bu
tebliğden sonra bir de şu hatırlatma ile buyuruluyor ki;
36- Yani
kuvvetli olduklarından yeri delik deşik etmişler, ölümden kurtulmaya
çare aramışlardı. Allah'dan veya ölümden kaçacak bir yer var mı?
37-
Şüphesiz
bunda, yani bu sûrede söylenen sözde elbette bir ibret dersi, bir öğüt
ve hatırlatma vardır.
Kalbi olan,
yani
vicdanı olan kimse için yahut şahit olarak kulak veren, yani kendinden
gafil olmayarak şuuruna sahip, zihni hazır, görür bir halde duya duya
dinleyen kimseler için.
38- "Altı
günde." (Araf, 7/54 ve Fussilet, 41/10-12'inci âyetlerin tefsirine
bkz.)
Ve bize bir
yorgunluk dokunmadı, bir usanç gelmedi, yani yahudilerin dediği gibi
Allah yedinci gün dinlenmeye ihtiyaç duymuş değildir. Hala yaratıyor,
hala yaratıyor, yeniden de yaratır. Topraktan da yaratır.
39-40- Ve
secdelerin arkalarında, yani namazlardan sonra; tesbih her namazın
arkasında yapılır. Nafile namaz mânâsına tesbih ise sabah ve ikindi
namazlarından sonra mekruhtur. "Secdelerin arkasından" ifadesinin akşam
namazının son sünnetine işaret olduğunu söyleyenler de çoktur.
41-43- O
çağırıcının sesleneceği gün, O çağırıcı İsrafil ve Cebrail (a.s.)'dir.
Ey çürümüş kemikler, kopmuş mafsallar, didiklenmiş etler, dağılmış
saçlar, Allah Teâlâ size ayırt edici dava için toplanmanızı emrediyor
diye bağıracak. Yakın bir yerden, yani ses herkese eşit, olarak
işitilecek şekildeki yeniden yaratmadaki bu seslenmeyi ilk
yaratılıştaki "ol" emrine benzetmişlerdir. Taberî'nin naklettiği üzere
bazı rivayetler de bu yakın yerin, Beyti Makdis sonrası olduğu rivayet
edilmiştir ki, bu Rum Sûresi'ndeki, "Yerin yakın bir yerinde." (Rûm,
30/3) ifadesi gibi olmuş oluyor. İslâm'ın geleceği ile ilgili olan bu
rivayetin bizce özel bir önemi vardır. Hakk'a çağıran o sesi
işitecekleri gün işte o çıkış günüdür. kabirlerden çıkış günü. Beydâvî
der ki; çıkış günü kıyamet gününün isimlerindendir. Bayrama da denilir.
44- Yerin
onlardan çatlayıp ayrılacağı gün, bu öncekilerden bedel veya dönüş
kelimesine bağlı, yahut süratli kelimesine bağlıdır. Gün, gün diye
günlerin çokluğu, korkutmak için olmakla beraber, olayların çokluğuna
da işaret olmalıdır. Yerin yarılıp ayrılmasının nükteli bir kaç mânâya
ihtimali vardır. Süratle kelimesi ya 'den haldir, üzerinde toplanmış
hızla giderlerken altlarından yerin çatlayıp, kendilerinden ayrılması,
ve düşmeleri demek olur. Yahut 'nin müteallakı (bağlandığı kelime)
olarak süratlice çıkarlar, veya süratlice koşarlar, demektir ki, bu
şekilde, yerin üzerlerinden çatlayıp içinden dışarı fırlamaları demek
olur. Birisinde yer üzerinden sıkışma ile birisinde de altından sıkışma
ile çatlamış oluyor. İkisinde de "O gün yer başka yere çevrilir."
(İbrahim, 14/48) ifadesi gerçekleşmiş bulunuyor. Bu toplanış, müthiş
bir toplanıştır. Öyle ki ancak bize kolaydır, başkalarının yapabileceği
bir şey değildir.
45-
Onun için
şimdi sen benim tehdidimden korkacak kimselere bu Kur'ân ile vaaz ve
nasihat et de o gün için korunsunlar. Allah'a yönelmiş bir kalp ile
gelmeye, selam ile ebedîlik yurduna girmeye çalışsınlar.
|
|