|
Kafirun
Suresi Tefsiri
|
|
|
Elmalı
Tefsiri
1-
De ki: Ey
kâfirler!" Bu nidaya "de" emriyle
başlanmasında Razî kırk kadar nükte saymıştır, tafsili uzun gider. En
birincisi
Hz. Peygam ber'in kendi tarafından değil, Allah Teâlâ'dan açık emir ile
bilhassa tebliğ ve ilan edilmek üzere peygamberlik görevi olarak
söylenildiğini
ilk baştan anlatmaktır. Zira Fahr-i Âlem (s.a.v.) işlerinde
yumuşaklıkla
ve mülayim olmakla emrolunmuştu. Ona "A llah'ın rahmeti sebebiyledir
ki,
sen onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,
çevrenden
dağılır giderlerdi." (Al-i İmran, 3/159 buyurulmuş, "(Ey Muhammed), biz
seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya, 21/107)
buyurulmuştu.
Allah'a daveti de en güzel yolda olmak üzere "(Ey Muhammed), sen
hikmetle,
güzel öğütle Rabbinin yoluna çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele
et." (Nahl, 16/125) diye emrolunmuştu. Bununla beraber "Ey elçi,
Rabbinden
sana indirileni duyur, eğer b u nu yapmazsan, O'nun elçiliğini yapmamış
olursun." (Maide, 5/67) hitabıyla da kendisine her indirileni tebliğ
etmesi,
etmezse peygamberlik görevini yerine getirmemiş olacağı da
emredilmiştir.
Burada ise muhataplarına "ey kâfirler" diye en ağır vasfile ni d a
edeceği,
çünkü beyan ve tebliğ olunacak hak hükmü hakiki sebebi onların
değişmeyecek
olan kâfirlik sıfatları olduğundan dolayı burada bu sıfatın açıkça
söylenmesi
lazım geldiği için bu ağır hitap o yumuşak ve mülayim olma emirlerine
nasıl
layık olur? di y e bir itiraza mahal bırakmamak ve hakkın beyanı için
bunu
açıklamak gerektiği başlangıçta anlatılmak üzere: "Bunu ben
kendiliğimden
söylemiyorum, emredilmiş olarak söylüyorum." demiş olmak için evvela
"de"
emri açıklanmıştır. Ve bunun Kevser Sûresi'nde n sonraya konulmuş
olmasıyla
da hem bu emrin "Rabbin için namaz kıl ve kurban kes." (Kevser, 108/2)
gibi Kevser ihsanına tertip edilmiş emirlerden olduğuna hem de
Peygamber'e
öyle buğz ve düşmanlık beslemekte ısrarlı olanların güdüklükleri,
hayırdan
mahr u m oluşları gibi kâfirlikleri de ayrılmaz sabit vasıfları ve
onlara
böyle nida kendilerinin yeğledikleri gerekleri olmuş bulunduğuna da bir
siyak (söz gelimi) işareti yapılmış ve bu şekilde inme sebebi olan ve
kabulüne
ihtimal olmayan birbirine zıt, yapılmaz teklifleri yani putlarına
tapılmak
şartıyla Allah'a ibadet edeceklerini ileri sürmeleri de ısrarlı
oldukları
o buğz ve kinin bir neticesi olduğuna dahi işaret olunmuştur. Onun için
büyük tefsirciler demişlerdir ki burada böyle "ey kâfirler!" diye nida
g enel olarak kâfir olanlara değil, ebedî olarak imana gelmeyeceklerini
Allah Teâlânın bildiği bir takım kimselere mahsustur. Çünkü kâfirler
içinde
de, Kitap ehlinde olduğu vechile, Allah'ı mabud tanıyanlar bulunduğu
gibi,
sonra imana gelip ibadet edenler v e edecekler de bulunduğu için,
onlara
karşı: "Siz Allah'a ne şimdi, ne de ilerde ibadet edecek değilsiniz."
denilmeyeceği
açıktır. O halde önce genelleyip sonraki âyetlerle tahsis etmektense
başlangıçta
"lâm-ı ahid" (ahid lâm) ile nüzul sebebine işaret ola rak "ey o
kâfirler"
diye özele hamletmek daha güzel olur ki, bu özellik de hakka kızgın
olup
da imana gelmeyecekleri Allah'ın ilminde malum bulunması itibarıyla
olan
sabit sıfatları olmuş oluyor. Bu ise nüzul sebebi olanların yalnız
şahıslarına
değil, değişmesi ihtimali kalmamış olan küfürlerinden dolayı olduğu
için
maksadın aslı küfürden uzaklaşma olarak bu nida öylelerinin hepsine
delalet
bakımından içerirse de herhangi bir kimsenin veya kavmin ilerde imana
gelip
gelmeyeceğini Allah'tan başkası bilemeyeceği için bu hitabın dıştan
fiilî
olarak tatbiki Kureyş içinde nüzul sebebi olanlara bağlı kalmış demek
olur.
Yoksa "de ki, ey kâfirler" diye emrolunduğundan dolayı henüz geleceği
hakkında
bilgimiz olmayan şahıs veya toplum her hangi bir kâfire "ey kâfir" y
ahut
"ey kâfirler" diye hakaret ve buğzederek hitap etmek lazım veya caiz
olur
sanılmamalıdır. Bu emrin, belirli şahıslara karşı fiiliyatta tatbiki
nüzul
sebebine bağlı demek olduğundan dolayı bütün kâfirler hakkında güzel
mücadele
ile davet ve yoluyla m ü cahede ve benzeri diğer gibi muamelata ilişik
genel hükümlere muhalefeti de yoktur. Bunu müslüman yalnız küfürden,
şirkten,
nifaktan ve Allah'ın bildiği o kabil kâfirlerden kalben uzaklaşarak
iman
ve ibadetinde tevhid ve ihlas ile dinine sarılmak için ol u r, zamanına
ve icabına göre bunu defetmek yerinde okumak da güzel mücadele ve
hikmet
olur. Onun için bu sûrenin genel olarak cereyan eden ve baki olan
hükmü,
küfür ve nifaktan uzak olmak için gizli, açık her halde okumaktır.
Fakat
taarruz için değil, uza k laşmak için okumak ve sadece bir tarihî
hatıra
olarak değil, kendi nefsine nasihat olarak dinine ihlas ve inancını
kuvvetlendirmek
için tilavettir. Hadis-i Nebevî'de şirkten kurtaracak bir kelime olmak
üzere uyku sırasında okunmasının tavsiye buyurulması da bu hükmü ve
hikmeti
ifade eder. Bunun böyle olması ise mücahedeye, ibadet ve dinin
tafsilatına
dair olan genel hükümlerine ilişkin görevler ile meşgul olmaya engel de
olmaz. Hasılı bununla bütün kâfirlere bir saldırı emrolunmamış olduğu
gibi,
güzel mü c adeleden ve mücahededen men olunmuş da değildir. Şu halde
bunun
içinde ki hükümlerde, genel hükümlere göre nasıh ve mensuh tasavvuruna
lüzum yoktur. Ancak nüzul sebebi olan ve Kureyş içinden asla imana
gelmeyecekleri
haber verilmiş bulunan o kâfirlere m a hsus olarak "sizin dininiz size;
benim dinim banadır" denilmiş olduktan sonra bilahere Medine'den
onlarla
harbedilmesinde ve Mekke'nin fetholunup putların iptal olunmasında ve
Berâ
Sûresi'nin inmesiyle bütün müşriklerin Mescid-i Haram'a
yaklaştırılmamasında
ve nihayet bütün Arabistan'da İslâm'dan başka dinlerin yasaklanmasında
o hususi kâfirlere "sizin dininiz sizin içindir" diye verilmiş bulunan
izin hükmünü nesih var mıdır, yok mudur? bu bahis konusu olmuştur. Eğer
bu sade bir red veya sonunda cezalarının ağırlığı ile korkutmak (inzar)
değil de, iki tarafın dinlerinde serbestlikleri esası üzerine bir
antlaşma
teklifi niteliğinde ise onlar kabul etmiş ve gereğine uymuş
bulundukları
takdirde sonradan onlara harp ilanını emreden hükümler bu özel anlaşm a
yı neshetmiş (hükmünü kaldırmış) olurdu. Aynı şekilde bu onlara
verilmiş
mutlak bir müsaadeden ibaret olsaydı yine neshedilmiş bulunurdu.
Halbuki
mutlak bir izinden ibaret olmayıp "benim dinim, banadır" ile karşılıklı
olduğu açıktır. Karşılıklı olarak bi r anlaşma teklifi olması
ihtimaline
göre ise onlar bu teklifi kabul etmemişler, Peygamber'in dinî
serbestliğini
istememişler, küfürde o derece ileri gitmişlerdir. Kabul ettikleri
farzedilse
bile asla riayet etmeyip bozdukları ve hatta öldürülmesine bile te ş
ebbüs
ettikleri malum ve kesindir. O halde onlarca asla kabul edilmemiş veya
bozulmuş bulunan bir anlaşmanın, bir hükmü farz olunamaz ki neshine
ihtiyaç
olsun. Ne izin, ne de anlaşma teklifi olmayıp, beyan olunacağı üzere
sırf
red veya inzar (korkutma) ol d uğu takdirde ise neshe lüzum olmayacağı
açıktır. Şu halde Alûsî'nin de hatırlattığı gibi bu sûre her yönden
muhkemdir.
Bunda nesh olunmuş bir hüküm yoktur. Bununla birlikte sonundaki "sizin
dininiz sizedir" fıkrasının, seyf âyetleri (cihada izin veren âyetler)
ile mensuh olduğunu söyleyenler de olmuştur. Demek olur ki bunlar,
"kâfirler"in
hepsine hitap olması ihtimalini "sizin dininiz size, benim dinim
banadır"
âyetinin de kabul şartı gözetmeyerek mutlak bir antlaşma ilanı olması
ihtimalini
dahi d ü şünmüşlerdir. Böyle bütün dünyaya "ey kâfirler" diye nida edip
de kabul şartını gözetmeksizin hepsine karşı antlaşma ilanı ise
Resulullah'ın
gönderilişi ile uyuşması kabil değildir. Ancak kabulleri şartıyledir ki
bunun bir mânâsı olabilir. Kabul etmeyenle r veya kabul edip de
bozanlar
hakkında da söylediğimiz vechile neshe hacet kalmaz. Fakat böyle genel
bir anlaşmanın mevcut olmadığını bütün ihtimalleri dikkat nazarına
alarak
anlatmış olmak için bunun başlangıçta bir antlaşma ilanı olduğu soyut
bir
ihtimal olarak farzedildiği takdirde bile mensuh olmak lazım geleceğini
söylemişlerdir. Bu daha kestirme olduğu için yaygınlaşmıştır. Maksadın
esası öyle bir anlaşma hükmünün geçerli olmadığını bildirmek olmasına
göre
her iki görüşte de netice bir demek olursa da, nesih tasavvuru bu
sûrede
sadece uzaklaşmadan fazla olarak başlangıçta mutlak bir anlaşma
hükmünün
sabit olduğunu ve lüzumu halinde cihada engel olmaya delalet eder bir
kaydın
varlığını farzetmeye dayanmaktadır. Halbuki kabulsüz antlaşma hükmü
düşünülemeyeceği
gibi, böyle bir teklife, genel olsun, özel olsun, "ey kâfirler" diye
hitap
ederek başlanmak da makul olmaz. "De ki, ey kâfirler" emri, her şeyden
önce bir mücahede telkin eder. Bunun sonunda, "dininiz sizin olsun,
hayır
ve şer cezası, sorumluluğu size aittir, sonra karışmam ha!" demek de
bir
izin verme değil, "İstediğinizi yapın." (Fussilet, 41/40) kabilinden
bir
tehdit veya "Dinde zorlama yoktur." (Bakara, 2/256) esası üzere, bir
defetmek
ve reddetme ile uzak bulunma olduğu zahirdir. O halde başlangıçta
antlaşma
sabit olmayınca netice bakımından nesih de varid olmaz. Şu halde hitap,
genel olsa da, özel olsa da bu sûrenin hiç bir âyetinde nesih yoktur,
hepsi
muhkemdir. Yalnız önceden umuma hamledildiği takdirde ikinci ve üçüncü
âyetlerle tahs i s gerekeceğine göre, bu sebeple izah olunduğu üzere
hususa
yüklenmesi daha uygundur. Yani "ey o Allah'tan başkasına tapan ve
bundan
böyle imana gelmeyecekleri Allah'a malum bulunan müşrik kâfirler!" |
|
|
|
|
|
2.
Tapmam. Ne
şimdi, ne ilerde gönül verip
ibadet etmem, o nesnelere ki siz tapıyorsunuz. Yani o tanrı yerine
koyup
durduğunuz ve benim de tapmamı istediğiniz o şeylere ben ibadet ve
kulluk
etmem. Buna karşı onların, "biz Allah'a da ibadet ederiz" diyebilmeleri
ihtimalini defetmek ve murad, Allah' d an başkasına ibadet etmem demek
olduğu anlatılmak üzere onların ne şimdiki halde, ne de gelecekte
Allah'a
ibadet etmeleri ihtimali kalmayacak derecede şirk ve küfür, tabiatları
olmuş kimseler olduğu şöyle açıklanıp haber veriliyor.
|
|
|
|
|
|
3. ve siz
ibadet ediciler değilsiniz o mabuda
ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a
ibadet
şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız
da.
Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı
ihlastır.
Allah'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet
eden
ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya
Allah'tan
başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet değil, onu
tanımamaktır.
Onun için müşrikler Allah'a kulluk ediyoruz zannetseler bile, kulluk
etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan dolayı "De
ki:
"Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana emrediyorsunuz ey cahiller."
(Zümer, 39/64) buyurulmuştu.
|
|
|
|
|
|
4. ve siz
ibadet ediciler d eğilsiniz o mabuda
ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a
ibadet
şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız
da.
Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı
ihlastır.
Alla h 'ın birliğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet
eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya
Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet
değil,
onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a k u lluk ediyoruz
zannetseler
bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan
dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana
emrediyorsunuz
ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu.
|
|
|
|
|
|
5. ve siz
ibadet ediciler değilsiniz o mabuda
ki ben ibadet ederim. Yani benim ibadet edip durduğum mabudum Allah'a
ibadet
şanından olanlardan değilsiniz. Siz ona tapmıyorsunuz da, tapmazsınız
da.
Zira bundan önceki sûrelerden anlaşıldığı üzere ibadetin şartı
ihlastır.
Allah'ın bir l iğine iman etmeyince ona ibadet edilmez. Allah'a ibadet
eden ondan başka Tanrı tanımaz. Allah'a başkalarını ortak koşarak veya
Allah'tan başkasını Allah diye hayal ederek tapmak Allah'a ibadet
değil,
onu tanımamaktır. Onun için müşrikler Allah'a kulluk ed i yoruz
zannetseler
bile, kulluk etmiş olmazlar, kendi hayal ve hevalarına taparlar. Bundan
dolayı "De ki: "Allah'tan başkasına kulluk etmemi mi bana
emrediyorsunuz
ey cahiller." (Zümer, 39/64) buyurulmuştu. Aradaki bu fark daha çok
açıklanmak
ve takviye olunmak üzere de buyuruluyor ki: Hem ben tapıcı değilim
sizin
taptıklarınıza. Yani sade şimdi tapıyor olduklarınıza değil, Peygamber
olarak gönderilmeden önce geçmişte taptıklarınız da dahil olmak üzere
hiç
birine ibadet edici değilim; ne taparım, ne de tapmışım.
Başlangıçta
muzarî sigasıyla burada mazî sigasıyla
buyurulması,
onların halde
olduğu gibi, geçmişteki tapmalarına
da Peygamber'in iştirak etmemiş olduğuna işaret eder. Bundan dolayı
bazıları
buradaki ism-i failinin mazi (geçmiş zaman) mânâsına olduğunu
söylemişlerdir.
Geçmişte olsun, halde olsun, gelecekte olsun hiçbir zaman onlara ibadet
edici değilim, diye tamamını reddetmek daha kuvvetli olur. Şu kadar ki
ism-i failin mef'ul-i bihte ameli için hal veya gelecek zaman
(istikbal)
mânâları şart olduğuna dayanarak burada mef'ul-i bih olan mevsul
"mâ"sında
amil bulunan ism-i failinin mazi mânâsına olabilmesi tartışılmıştır.
Fakat
bu itiraz nın masdariyye olması takdirinde varid olmaz. Çünkü o zaman
mef'ul-i
mutlak olabilir. Bu nda amel için ise hal ve istikbal (gelecek) mânâsı
şart değildir. O halde masdariyye olduğuna göre mânâ şu olur: "Ben
sizin
tapışınızı, o şirk ibadetini hiçbir zaman yapıcı değilim." Yahut "o
sizin
benden istediğiniz şirk ibadetinizi geçmişte dahi yapm a dım ve hiç bir
zaman yapacaklardan da değilim. Öyle ne tapmışım, ne de taparım, sizin
tapışınızı yapanlardan değilim." Siz de benim ibadet etmekte olduğum
mabuduma
ibadet edicilerden değilsiniz. Hiç bir zaman değilsiniz, etmediniz,
etmiyorsunuz,
edecek de değilsiniz. Yahut siz de benim edeceğim tevhid ve ihlas ile
ibadet
etmediniz, etmiyorsunuz ve etmezsiniz. Bu iki âyet ilk bakışta
öncekilerin
bir tekrarı gibi görünür. Bunda tefsircilerin iki vechi vardır:
Birisi
başlıbaşına tekid de takviye için tekrar
edilmiş olmasıdır ki, üçüncü menfi (olumsuz) cümle, ismiyye (isim
cümlesi)
olarak daha kuvvetli bir şekilde birinciyi, dördüncü de ayniyle
üçüncüyü
mânâ itibarıyla te'kit eder denilmiştir. Ferra bu fikre kanaat getirmiş
ve demiştir ki: "Kur'ân Arap diliyle nazil olmuştur. Tekit ve anlatmak
için kelâmı tekrar etmek de onların âdetlerindendir. Kabul eden "belâ,
belâ" (evet evet) der; çekinen "lâ, lâ" (hayır hayır) der. "Hayır,
yakında
bileceksiniz, yine hayır yakında bileceksiniz." (Tekâsür, 102/3- 4)
yüksek
sözü de bunun üzerinedir. Ve şu beyitleri söylemiştir:
Ve
"Bende onların yaptığı nice şeyler vardır.
Yükseltip gerekli kıldıkları eller (nimetler)
vardır.
Leylâ'nın uzaklığı yüzünden sabahleyin
kargalar
bağırıyor
Onlar Leylâ'nın ayrılığından -kimbilir- kaç
defa bağırıyorlar?
Sen sormadın mı Leylâ! Kinde topluluğuna,
Geri döndükleri gün ki; nereye, nereye?"
Nazımda ve
nesirde bunun misalleri çoktur.
Burada tekidin faydası da o kâfirlerin ümitlerini kesmek ve ebedi
olarak
küfürde kalacaklarını tesbit etmektir". Taybî de bunu tercih etmiştir.
Lakin burada atıf vardır. Halbuki cümlelerin tekidi den başka atfedici
ile olmaz, diye itiraz edilmiştir. Fakat caiz görenler "vâv"ı da ye
kıyas
etmişler demektir. Lakin bu şekilde atfın en zahir şekli de bu dördüncü
cümleyi üçüncüye atfettikten sonra hepsini önceki iki cümlenin tamamına
atfederek bu iki âyet toplamıyla önceki iki âyet toplamını te'kit
olmalıdır.
Gerçi üçüncü birinciye, dördüncü i k inciye atf ve tekit olmak lafız ve
mânâ bakımından daha uygun gibi görünür ve Ebu Hayyan'ın ifadesinin
zahiri
de bu ise de, bu şekilde tekit ile tekit edilenin, atfedilen ile
kendisine
atfedilenin aralarını ecnebi (müteallakı olmayan) ile fasıl (ayırım) N
a hiv ilmince caiz olamaz. Şu halde bunda lugat mânâsıyla bir tekit ve
takviye zahir olsa da terim mânâsıyla tekit, zahir değildir. Bu bir
atıftır,
atıf ise az çok bir başkalık ifade eder. Onun için çoğunluk, bu
âyetlerde
mânâ bakımından tekrar olmadığı n ı ve bundan dolayı sadece tekit
değil,
her birinin bir te'sis (esas koyma) olduğunu açıklamışlardır. Zira
muzarî
ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek, devam ettirme mânâlarına göre
birçok
vecihlerle farkları olabileceği gibi, 'ların da mevsul veya mevsu f
yahut
masdariyye olabilmeleri ihtimallerine göre çeşitli farkları düşünülür.
Bunların şekli ve her birinin siyak (söz gelimi)a göre olan özelliği de
düşünülünce burada tekidden başka daha birçok vecihler hasıl
olabileceğinden
bu farkları çeşitli şekiller d e izah etmişlerdir. Çok olumsuz olan
muzari
ve ism-i fail kiplerinin hal, gelecek zaman, geçmiş zaman mânâlarına
göre
zaman farklarını gözetmişler, bazıları da önceki iki yı mevsul; sonraki
iki yı de masdariyye olmak üzere ayırım yapmışlar, bazıları d a iki
vechi
toplamışlardır. Zaman ayırımı yapanlar: Bir kısmı öncekilerin hal,
ikincilerin
gelecek zaman için olmasını, bir kısmı da tersini tercih etmişlerdir.
Keşşaf şöyle
demiştir: "Mânâ: Ben, gelecekte
benden istediğinizi, o ilâhlarınıza ibadeti yapmam, siz de gelecekte o
benim sizden istediğimi, benim ilâhıma ibadeti yapacak değilsiniz ve
ben
sizin taptıklarınıza geçmişte bile asla tapmadım. Yani cahiliyyede bile
benden putlara ibadet geçmiş değildir. O halde o benden İslâm'da nasıl
ümit edilebilir! Siz de benim ibadet etmekte olduğum mabuduma hiçbir
vakit
ibadet etmediniz." Ebu's-Suud da bunu tercih etmiştir.
Bu mânâda
"ben tapmayacağım" nefy-i istikbal
(olumsuz gelecek), birinci "siz tapıcılar değilsiniz" de öyle. lar
mevsul
olmakla beraber mabuddan ibaret değil, masdariyyede olduğu gibi
ibadetten
ibaret; "ben ibadet edici değilim"de "vâv", haliyye olmak muhtemel
olarak
nefy-i mazi (olumsuz geçmiş zaman), ikinci "siz ibadet ediciler
değilsiniz"
bütün zamanları içine almak üzere nefy-i müstağrak demek olur. Bu
şekilde
her cümlenin ayrı bir mânâ ifade etmesinin bir şekli nüzul sebebine
göre
anlatılmıştır.
Buna iki
şekilde itiraz edilmiştir:
Birisi: nın
hâle (şimdiki zamana) de, gelecek
zamana da ihtimali varken, öncekilerin geleceğe tahsisidir. Zira Ahfeş,
Zeccâc ve diğerleri gibi bir kısım tefsirciler öncekileri hale,
ikincileri
geleceğe yüklemişlerdir. Lakin maksad hasr (tahsis) olmayıp nüzul
sebebinde
taleb istikbale ait olduğundan "ben tapmayacağım" nefy-i istikbald e
meşhur
bulunduğundan dolayı ilk cevabın onu red ile başlaması, sonra daha çok
terakki için mazi ve zamanların hepsine kadar gidilmesi daha kuvvetli
olmuştur.
İkincisi:
Yukarıda işaret ettiğimiz üzere
mazi mânâsında olan ism-i failin mef'ul-i bih olan mevsul mâ'sında
ameli
meselesidir. Zira Kisâi bunu kabul etmişse de, çoğunluk reddederler.
Keşşaf
Nahivce bunda Kisaî mezhebini benimsemiş denilmek de uzak görünür.
Bundan
dolayı öncekilerin geleceğe, ikincilerin hale hamletmesi daha uygun
olacağını
söyl e mişlerdir. Fakat üçüncüde mazi sigasıyla "siz ibadet etmediniz"
buyurulması, buradaki "abid"de mazi mânâsının da işaret şekliyle olsun
düşünülmesine bir karine (ip ucu) gibidir. Onun için hal ve gelecek
mânâsını
ihmal etmek caiz olamayacağı gibi, mazi mâ n âsı da ihmal edilmemek
gerekir.
O halde amel, ya bazılarının dediği gibi kendinden öncesine müşâkele
(şekilce
bir olma) suretiyledir. Yahut "mâ", ibadet mânâsına hamledilmek
itibarıyla
masdariyye gibi mef'ul-i mutlak yerinde olduğundan dolayıdır. Böyle ol
u nca da sonrakilerde ma-i masdariyye yapmak, olumsuzlukta, mazi, hal,
istikbal üçünü de içerecek vechile mutlak ism-i faile musallat etmek
siyak-ı
nefy (sözün olumsuz gelmesi)de varid olan nekrenin genel istiğrak
(kaplama)
mânâsına daha uygun ve tekitlerin hepsinden kuvvetli, gelişen bir
te'sis
(esas koyma) olduğu gibi, netice için de ayrıca bir genişleme olur.
Onun
için biz de yukarıda bu yolda izah ettik.
Görülüyor ki
burada ibadet fiilinin türlü
tasrifleriyle birçok nüktelere işaret olunmuştur. "M â"ların mânâlarına
ve "vâv"ların bağlama şekillerine göre de bunların birbirleriyle
çarpışmasından
o kadar çok tefsir şekilleri ortaya çıkıyor ki, tafsili şöyle dursun,
sayılması
bile uzundur. Ancak şunu da söyleyelim ki fiilleri haldir. Bunların
gerek
mevsul ve gerek masdariyet üzere tercümelerinde biz hal mânâsını açık
ve
kısa olarak ifade edemiyoruz. Çünkü dilimizde fiili halden ve muzariden
sıla sigası yapmak yoktur. Biz yalnız "olduğu olacağı" gibi maziden ve
istikbalden sıla yapıyoruz. Mazi sılasını mazide ve halde müşterek
kullanıyoruz.
Onun için tercümede bunları "taptığınız, taptığım" diye ifade etmiş
bulunuyoruz.
Olsa olsa tapıyordunuz, tapıp durduğunuz, tapıyor bulunduğum"
diyebileceğiz
ki, bunlar da hali mazi ile hikaye oluyor. Halbuki bütün b unlar, esas
itibarıyla mazi olan "sizin taptığınız" fiilinin mânâsıdır. Buna da
"taptığınız"
diyoruz. Burada ise bu farkın önemi bulunduğundan tefsirde hatırlatmak
lazımdır. Zira muhataplar tarafından hem "tapmakta olduğunuz", hem
"taptığınız"
diye hem hal, hem mazi siğaları tasrih edilmiş olduğu halde,
Peygamber'e
ait olanda sadece "taptığım" diye hal fiili tasrih olunmuş, mazi kapalı
geçilmiş olmasında önemli bir nükte vardır ki, o da Peygamber'in
uyulması
gereken fiili, ibadeti hal zamanındaki yani peygamberliğinden itibaren
olan ibadeti olduğuna tenbihtir.
|
|
|
|
|
|
6. Madem ki
durum böyledir, sizin olsun dininiz.
Bana gerekmez âdet edindiğiniz o küfür ve şirk itikad ve ibadeti. Bütün
sorumluluğu, hesabı, cezası, vebali ile sırf size aittir, bana tecavüz
edemez. Yani ben ondan tamamen uzağım. Şu halde benden onun kabulünü
asla
ummayın.
Tefsircilerin
çoğunluğu demişlerdir ki, bu
yukarıki "taptıklarınıza tapmam" sözüyle "taptıklarınıza tapıcı
değilim"
sözünü sağlamlaştırmadır. Yani onların mânâsı olan kararı tebliğdir.
Bana
da dinim. Tevhid ve ihlas ile Allah'a ibadet ve taattan ibaret olan "O
(Allah), Resulünü hidayet ve hak din ile gönderdi." (Feth, 48/28),
"Muhakkak
ki Allah katında din İslâm'dır." (Al-i İmran, 3/19) buyurulan ha k
İslâm
dini de benimdir. Onun ecir ve sevabı, Kevser'i de ancak bana aittir.
Sizin
ondan nasibiniz yoktur. nin aslı dir. Esre ile yetinilerek mütekellim
"yâ"sı
hazfedilmiştir. Bu da "taptığıma tapıcı değilsiniz" sözünü tekittir.
Burada
Fahreddin Razî, "tefsir"inde üç meseleden bahsetmiştir.
Birinci
mesele: İbnü Abbas demiştir ki: Allah'a
küfrünüz sizin, ona tevhid ve ihlas da benim. O halde onların
küfürlerine
izin verilmiş denilebilir mi? Hayır, çünkü Peygamber (s.a.v.) küfürden
men etmek için gönderilmiştir. Ona izin vermesi nasıl tasavvur olunur!
Kastedilen şu emirlerden biridir: Birincisi bundan kastedilen
"İstediğinizi
yapın." (Fussilet, 40/40) gibi tehdittir. İkincisi şöyle demek gibidir:
Ben sizi hak ve kurtuluşa davet için gönderilmiş bir Peygamber'im.
Böyle
iken kabul edip bana uymuyorsunuz, o halde bırakın da beni şirke davet
etmeye kalkışmayın. Üçüncüsü: Dininiz sizin olsun, eğer helak olmak
sizin
için bir hayır ise ona sarılın, ben dinimi bırakmam. (Bu izah, dinin
bütün
mânâlarını için e alarak en meşhur mânâsı olan ve esası mebde'
(başlangıç)
ve mead (ahiret)le ilgili olan itikat (inanç) ve amele raci bulunan
millet
(din) mânâsına göredir) Bu âyetin tefsirinde ikinci görüş: Din,
hesabdır.
Sizin hesabınız size, benim hesabım banadır. Hiç birimizin amelinden
diğerine
bir sorumluluk teveccüh etmez, demektir. Üçüncü görüş: Dinden maksad
cezası,
üzerine gerekecek ceza veya sevaptır. Yani sizin dininizin cezası
sizin,
benim dinimin cezası benimdir" de! Onlara dinlerinin cezası olan vebal
ve ceza elverir; sana da senin dininin mükâfatı olan tazim ve sevap
yetişir.
Dördüncü görüş "Allah'ın dini(ni uygulama hususu)nda sizi onlara (zina
eden kadın ve erkeğe) karşı acıma duygusu tu(tup engelle)mesin." (Nur,
24/2) âyetinde din, belli cezala r demek olan hadd (dînî ceza) olduğu
gibi,
burada da ceza mânâsınadır. (Bu, ceza mânâsından ehastır, Türkçe'de
kullandığımız
ceza demektir). Şu halde mânâ şu olur: Benim Rabbimden gelecek cezanız
size, sizin putlarınızdan gelecek ceza da bana aittir. Laki n sizin
putlarınız
bir şey yapamaz, ben onların cezasından korkmam. Fakat göklerin ve
yerin
tek kahredicisi olan âlemlerin Rabbi'nin cezasından sizin aklen dahi
korkmanız
lazım gelir. Beşinci görüş: Din, "Dini yalnız Allah'a halis kılarak
O'na
dua edin." (Mümin, 40/14) âyetinde dua mânâsına gelir. Yani sizin
duanız,
yalvarmanız sizin olsun, kâfirlerin duası ise dalalettedir, boşunadır.
"İşte kâfirlerin duası böyle boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14), "O
taptıklarınıza
ne kadar dua etseniz, onlar sizin duanızı işitmez, faraza işitseler
bile
istediğinizi veremezler." (Fatır, 35/14) Bu kadarla da kalmaz, kıyamet
günü size zarar da verirler.
"Kıyamet günü
de, sizin (onları Allah'a) ortak
koşmanızı inkâr ederler. Bunu sana herşeyden haberi olan (Allah) gibi
hiç
kimse haber veremez." (Fatır, 35/14) dir. Benim Rabb'im ise herşeyden
haberdardır,
iman edenlerin dileklerini verir "İnanan ve iyi işler yapanlar(ın
duasını)
kabul eder." (Şura, 42/26) buyuruyor; "Bana dua edin, duanızı kabul
edeyim."
(Mümin, 40/60) buyuruyor "Bana dua edince, dua edenin duasına karşılık
veririm. O halde onlar da bana karşılık versinler, bana inansınlar ki
doğru
yolu bulalar." (Bakara, 2/186) buyuruyor. Altıncı görüş: Din, âdet
mânâsına
gelir. Mânâsı: Sizin geçmişlerinizden ve şeytanlardan alınmış olan o
şirk
âdetiniz sizin olsun, benim melekler ve vahyile Rabbimden aldığım
âdetim
de benim. Siz şeytanlara ve ateşe kavuşuncaya kadar âdetinizde durun;
ben
de Rabbime, cennet ve rıdvanıma."
İkinci
mesele: Tahsis ifade eder, mânâsı:
"sizin dininiz sizedir, sizden başkasına değil; benim dinim de banadır,
benden başkasına değil" demektir. Ve "İnsana, çalışmasından başka bir
şey
yoktur." (Necm, 53/39) ve "Hiç bir günahkâr, bakasının günah yükünü
taşımaz."
(İsra, 17/5) âyetlerine işarettir. Bu da, baştaki "söyle" emri
düşüncesiyle
şöyle demek olur: "Ben böyle vahy ve tebliğ ile yükümlüyüm, sizler de
benimseme
ve kabul ile sorumlusunuz, ben mükellef olduğum görevimi yaptım,
teklifin
üstesinden çıktım, sizin küfü r de ısrarınızdan bana hiç bir zarar
gelmek
ihtimali yoktur, bütün zarar size aittir". Ancak Râzî'nin bu ifadesinde
tahsisin tasvirinde selbi (inkâr) cihetleri, "sizden başkasına değil",
"benden başkasına değil" diye genelleme, dolayısıyla olmuştur. Sö z ün
sevkine göre izafet iki taraf arasında olduğu için tahsisler de
"sizedir,
bana değil; banadır, size değil" diye önce iki taraf arasında tasvir
olunmak
açıktır. Razî de buna yukarda geçen sözünün sonunda işaret etmiş
demektir.
Ebu's-Suud bunu daha açık olarak şöyle tasvir etmiştir: Sizin dininiz
ki
Allah'a ortak koşmaktan ibarettir, o sizin için tahsis edilmiştir.
Sizin
umduğunuz gibi benim tarafıma geçmez, şu halde ona boşuna ümitlerinizi
kuruntularınızı takmayın, çünkü o münkün olmayan şeylerdendir. B e nim
dinim ki tevhiddir, o da bana tahsis edilmiştir, sizin tarafınıza
geçmez.
Çünkü siz onu mümkün olmayana bağladınız ki, o mümkün olmayan benim
sizin
tanrılarınıza ibadet veya onlara sarılmamdır. Öyle yaparsan biz de
senin
tanrına ibadet ederiz, diye b a na vaad ettiğiniz de aynı şirk
koşmaktır.
Onların bir sene sen bizim tanrılarımıza ibadet edersen, bir sene de
biz
senin ilâhına ibadet ederiz, demeleri de iki tarafın iki ibadette
ortaklıkları
esasına dayanmış olduğu için, dayanılanın önce getirilmesinden beklenen
tahsisin "kasr-ı ifrat" olması gerekir. Bir de "sizin dininiz size"
tahsisi,
"taptıklarınıza tapmam" sözünü; bu "dinim banadır" tahsisi,
"taptıklarınıza
tapıcı değilim" sözünü tekit olması caizdir. Şöyle demek olur: "Bana
ancak
benim d inimdir, sizin dininiz değil." Bu şekilde dayananın, kendisine
dayanılana tahsisi olmuş olur.
Üçüncü
mesele: Yine Râzî der ki: "İnsanların
bir antlaşma sırasında bu âyet ile temsil edilmeleri âdet olmuştur. Bu
ise caiz değildir. Çünkü Kur'ân temsil olunmak için (yani mesel halinde
söylenmek için) değil, düşünülüp de gereğince amel olunmak için
indirilmiştir."
Âlûsî buna
temasla şöyle demiştir: Bunda iktibas
(aktarma) kapısını örtmeye bir meyil vardır. Halbuki sahih olan
iktibas(aktarman)ın
caiz oluşudur. Bu Peygamber (s.a.v.) kelâmında, sahabe, imamlar ve
tabiinin
birçoklarının kelâmlarında vaki olmuştur. Celaleddin Suyûtî'nin de
adında
yeterli bir risalesi vardır. Fakat iktibasın caiz oluşu da her yerde
değil,
münasip ve hürmete aykırı o lmayan yer ve mânâlarda olabileceğini
unutmamak
lazım gelir. Râzî, Kur'ân temessül (bir şekil ve surete girmek) için
indirilmedi
demekle, temessülü mutlak surette reddetmiş görünüyorsa da düşünme ve
amel
kaydını esas tutmuş olduğuna göre maksadının, düşün c esiz olan
temessülü
yasaklamak ve bundan dolayı bu âyeti ile mütareke mevkiinde temessül,
düşüncesizlik
olacağı için caiz olamayacağını söyleyerek bu âyette antlaşma mânâsı
olmadığını
haber vermek olduğu anlaşılır. Nitekim Alûsî kendisi de antlaşma mânâsı
olmamasını tercih ile âyetin muhkem olduğunu açıklamış ve demiştir ki:
"Evla (en uygun) olan mensuh olmayacak bir mânâ ile tefsir olunmaktır,
çünkü nesih zahirin zıddıdır. Zaruret olmadıkça ona gidilmez."
Gerçekte Kadı
Beydâvî de şöyle demiştir: "Bunda
ne küfre izin, ne de cihaddan menetmek yoktur ki kıtal âyeti (harbe
izin
veren âyet) ile mensuh olsun, meğer -Allahümme- antlaşma ile tefsir
edildiği
takdirde ola."ola.
Bu sûreyi,
geleceği üzere Nasr
Sûresi'nin takip etmesi de bunun mensuh olması şöyle dursun, nasr
(yardım)
ve fetih başlangıçlarından olan mücahede kabilinden olduğuna işaret
eder.
|
|
|