|
Elmalı Tefsiri
1. Tesbih
ona ki,
tesbihin türetilmesi ve mânâsı hakkında Bakara Sûresi'nde açıklama
geçmişti. (Bakara, 2/30. âyetin tefsirine bkz.). Keşşâf sahibi der ki:
" tesbihin özel ismidir. Osman, bir adamın ismi olduğu gibi.
Zikredilmesi terkedilmiş gizli bir fiile nasb edilmiştir ki, takdiri;
dir, sonra fiil yerine konmuş ve onun yerini tutmuştur. Ve Allah'ın
düşmanlarının O'na nisbet ettikleri kusurların hepsinden tam bir
şekilde uzak olduğuna delalet etmektedir." Nur Sûresi'nde de demiştir
ki: "Bunda aslolan, Allah'ın acaib (şaşılacak ve hayret verecek) bir
sanatı görüldüğü zaman Allah'a tesbih etmektir. Sonradan kendisinden
hayret edilen her şeyde bile kullanılmıştır. "Demek ki esas mânâsı
tesbih ve Allah'ın noksan sıfatlardan tam uzak olduğuna delalet eden
beliğ bir tenzihtir. Bununla beraber hayret yerinde kullanılır.
Bazıları bu şekilde tesbih mânâsının düşeceğini zannetmişlerse de doğru
değildir. Çünkü aslolan, hayret üzerine tesbih etmektir. Bununla
birlikte nin Osman gibi özel isim olmasına ilişenler ve özel isim
olmasını tamlama durumu dışındaki durumlarına tahsis etmek isteyenler
olmuştur. Onun için Kâdî Beydâvî: "tesbihin ismidir" demekle
yetinmiştir. Nasıl ki İbnü Cerir de: "Masdar (mutlak meful) yerine
konmuş bir isimdir. Masdarın yerinde bulunduğu için nasbedilmiştir"
demiştir. Kâmus sahibi (Firuzâbâdî), Besâîr'de der ki: "Tesbih, Allah'ı
takdis demek olup dan alınmıştır. Allah'a ibadette acele etmek
mânâsında kullanılmış olup ondan sonra bütün sözlü ve yazılı
ibadetlerde kullanılmıştır. "Sübhane" kelimesi de aslında "Gufrâne"
gibi masdardır, daha sonra tesbihin ismi olmuştur. Masdar olarak da
kullanılır. Fakat âlimlerin çoğu bunun masdar olduğunu kabul etmeyerek
Kamus sahibinin (Firuzâbâdî'nin) görüşünün yanlış olduğunu
belirtmişler. Çünkü tesbih fiilinin sülâsîsi (üç harflisi)
kullanılmıyor. Ve onun içindir ki buna masdar yerine konmuş isim
denilmiştir. Ancak şöyle bir sorunun sorulması gerekir: nin yerine
konduğu masdar nedir? Tesbih masdarı, tenzih ve takdis gibi tefil
ölçüsündedir. Bunda tesbih olunan Allah Teâlâ'nın vasfı ise, nezahet
(paklık) ve mukaddeslik gibi Allah'tan ayrılmayan bir mânâ olması
yaraşır. Bundan dolayı Ebûs-Suud'un da naklettiği, tarzda, burada yi
tenzih ile değil, "Allah zâtıyla noksan vasıflardan uzaktır ve yücedir"
diye noksanlıklardan uzaklaştırmak ile yorumlamak daha anlamlıdır.
Demek ki sübhan,
tesbihin üç harfli masdarı değil ise, onun yerine konmuş bir isimdir
ki, yüce Allah'ın zatının temizliğini ve kutsallığını ifade eder. Biz,
buna sübhaniyyet veya sübbuhiyyet diyebiliriz. Çünkü sübhan Allah'ın
güzel isimlerinden de olur. Gerçi tesbih masdarı, edilgen olarak
masdardan elde edilen mânâ ile tefsir edilirse, yani kötü şeylerden
uzak olma mânâsına yorumlanırsa, bu mânâ'ya yaklaşırsa da Allah'ın
zatının temizliğinde kesin delil olmayacağı için aynı değildir. Tesbih
dan alınmıştır. Ve nin failine muzâf olması daha açıktır. Takdir edilen
fiili de yerine göre takdir olunur. Nitekim "Akşama girdiğiniz vakit ve
sabaha erdiğiniz vakit Allah'ı tesbih edin." (Rûm, 30/17) âyeti "Noksan
sıfatlardan münezzeh olan Allah'ı tesbih ediniz " mânâsı ile emir
mânâsına gelir.
Hazreti
Peygamberden rivayet edilen bir hadiste "O'nun yüzünün sübuhatı yaktı"
(1) diye geçmiştir ki, bunu bazıları Allah Teâlâ'nın yüzünün nurları,
güzelliği; bazıları da Allah'ın yüceliği ve ululuğu ile tefsir
etmişlerdir. Bununla birlikte bunda da açık olan mânâ "Allah'ın noksan
vasıflardan uzak olma tecellileri" demek olmasıdır. Konumuzla ilgili
olan bu hadis, İbnü'l-Esir'in "en-Nihâye fî Garibi'l-Hadis"de
naklettiğine göre şöyledir: "Yani Cibril (a.s) dedi ki, Allah'ın arşı
önünde yetmiş perdesi vardır. Biz bu perdelerden birine yaklaşsak
Rabbimizin yüzünün nurları bizi hemen yakardı."
Diğer bir
hadiste "Yani, nur veya ateş perdesi vardır. Onu açsa yüzünün sübühâtı
gözü ilişen her şeyi hemen yakardı." Nitekim "Rabbi o dağa tecelli
edince, onu yer ile bir etti. Musa da bayılarak yere düştü." (A'râf,
7/143). Sonra bu sûrenin böyle mükemmel ve yüksek bir tesbih ve tenzih
ile başlaması, daha sonra zikredilecek hayret verici işlerin önemi ile
ilgilidir. Bunda birinci olarak, akıllara hayret veren imkanların
üstünde olan İsrâ hadisesini yüceltmek ve onu doğrulamak için,
kalblerin temizlenmesini hazırlamak ve makamın nezaketi dolayısıyla
benzetme kuruntularından genellikle korunmayı hatırlatma vardır. İkinci
olarak, onu mümkün görmeyen dinsizlere karşı yüce Allah'ın noksan
vasıflardan beri bulunduğunu ve dolayısıyla acizlik ve yalan gibi
kusurlardan uzak olduğunu açıklamakta, kudret ve bağışlamasının yücelik
ve büyüklüğünü ilan etmek vardır. Üçüncü olarak, aşağıda anılan
Mescid-i Aksâ'nın yıkılması dolayısıyla da bu tenzihin özel bir önemi
vardır. Dördüncü olarak, genel bir şekilde bu sûrenin mânâsının
Allah'ın temiz ve kusursuz olması ile ilgisine işaret vardır.
Evet O, öyle bir
Sübhandır ki kulunu ona ibadet etmekle seçkin olan, bilinen özel
kulunu, yani Muhammed Mustafa (s.a.v)'yı geceleyin, yani bir gecenin az
bir kısmında Mescîd-i Haram'dan, -Mescid-i haram, Ka'beyi kuşatan ve
Harem-i Şerif denilen camidir. Bunun etrafını kuşatan yer de özel ve
belirli sınırlara kadar Harem'dir.- O Harem-i Şerif içinden veya
etrafından Mescid-i Aksâ'ya -ki beytü'l-makdis'tir- geceleyin götürdü.
O Mescid-i Aksâ ki, etrafını mübarek kıldık, yani çevresini din ve
dünya bereketleriyle bereketlendirdik. Çünkü Musa (a.s.) dan İsa
(a.s)'ya kadar vahyin iniş yeri ve peygamberlerin ibadetgâhı olmuş, hem
de nehirler ve ağaçlar, çiçekler ve meyvelerle donanmış idi. Bu defa da
İsrâ şerefi ile bereketli kılındı.
MESCİD-İ AKSÂ:
Kudüs'deki "Beytü'l-Makdis"dir. Nitekim İsrâ hadisinde de "Burak'a
bindim Beytü'l-Makdis'e vardım" diye geçmiştir. Bunun etrafı da, Kudüs
ve civarı demek olur. Şifâ-i Şerif şerhinde Aliyyü'l-Kârî, Dülcî'den
naklederek şöyle bir hadis rivayet eder: "Allah, Ariş ile Fırat arasını
mübarek (bereketli) kılmış ve özellikle Filistini mukaddes kılmıştır."
Görülüyor ki
âyetin bu bölümünde üçüncü şahıstan birinci şahısa geçme sanatı meydana
gelmiş ve bu iltifat (hitabın yönünü değiştirme sanatı) ile İsrâ
hikmeti şöyle açıklanmıştır:
Gece yolculuğuna
çıkarttık ki, ona bazı âyetlerimizi göstermek için, yani büyük acaib
şeylerimizden göstereceğimizi göstermek; Mirac'a çıkarmak için.
"Gerçekten Rabbinin varlığının en büyük âyetlerini görmüştür." (Necm,
53/18). Buharî ve diğer hadis kitaplarında sahih rivayetlerle rivayet
edildiği üzere, Hz. Peygamber (s.a.v) Burak ile Beytü'l Makdis'e
vardıktan sonra oradaki büyük ve sert kayadan göğe çıkarıldı. Her bir
gökte peygamberlerden biriyle görüştü, nice nice melekler gördü. Cennet
ve cehennemin durumlarını gördü, Sidre-i Müntehâ'ya geçti, Allah'ın
melekût âleminden bir çok acaib şeyler gördü. (Necm Sûresi'nin
baştarafındaki âyetlerin tefsirine bkz.). Nihayet beş vakit namazın
farz kılınması emri ile aynı gecede geri döndü. Sabahleyin Mescid-i
Haram'a çıkıp Kureyş'e haber verdi. Hayret etmek ve kabul etmemekten
kimi el çırpıyor, kimi elini başına koyuyordu. İman etmiş olanlardan
bazıları dönüp irtidâd etti (dinden çıktı). Birtakım erkekler Ebû
Bekir'e koştular. Ebu Bekir; "Eğer o, bunu söylediyse şüphesiz
doğrudur" dedi. Onlar: "Onu bu konuda da mı tasdik ediyorsun?" dediler.
O da: "Ben onu bundan daha ötesinde tasdik ediyorum, sabah akşam gökten
getirdiği haberleri yani peygamberliğini tasdik ediyorum" dedi. Bunun
üzerine kendisine Sıddık unvanı verildi. Kureyşliler içinde
Beytü'l-Makdis'i o zamanki haliyle bilenler vardı. Bunlar, onun
vasıfları ve durumuyla ilgili sorular sordular, tanımlamasını
istediler. Derhal Hz. Peygambere Beytü'l-Makdis gösterildi. Bunun
üzerine ona bakıp anlatıyordu. "Gerçi Beytül-Makdis'i tanımlamada
isabet etti." dediler. Sonra: "Haydi bakalım bizim kervandan haber ver,
o bizce daha önemlidir, onlardan bir şeyle karşılaştın mı?" dediler.
Peygamber (s.a.v) "Evet, falancanın kervanlarıyla karşılaştım, Revhâ'da
idi. Bir deve kaybetmişler arıyorlardı. Yüklerinde bir su kadehi vardı.
Susadım onu alıp su içtim ve yine eskiden olduğu gibi yerine koydum.
Geldiklerinde sorun bakalım kadehte suyu bulmuşlar mı?" buyurdu. "Bu da
diğer bir alâmettir" dediler. Sonra sayıların, yüklerini ve
görünüşlerini sordular. Bu defa da kervan olduğu gibi Hz. Peygambere
gösterildi ve sorduklarının hepsine cevap verdi ve buyurdu ki:
"İçlerinde falan ve falan önde, boz renkte bir deve üzerinde dikilmiş
iki harar olduğu halde falan gün güneşin doğması ile beraber gelirler".
Bunun üzerine: "Bu da diğer bir âyettir" dediler ve o gün hızla
Seniyye'ye doğru çıktılar. Güneş ne zaman doğacak da onu yalancı
çıkaracağız diye bakıyorlardı. Derken içlerinden birisi: "Güneş doğdu!"
diye haykırdı. Diğer birisi de: "İşte kervan geliyor, önünde boz bir
deve ve içlerinde falan ve falan da var, tıpkı (Hz. Muhammed'in) dediği
gibi" dedi. Böyle olduğu halde yine iman etmediler de: "Bu apaçık bir
büyüdür." (Neml, 27/13; Saff, 61/6) dediler. (Miracın etraflıca
açıklaması için hadis kitaplarına müracaat edilmelidir.)
Bazıları göğe
yükselmenin de "Burak" üzerinde meydana geldiğini söylemişler ise de
gerçek olan şudur: Mescid-i Aksâ'ya kadar İsrâ (gece yolculuğu) Burak
ile olmuş. Ondan sonra Mirac, asansör kurulmuştur. Ebu Sa'îd-i
Hudrî'den rivayet olunduğu üzere Resulullah buyurmuştur ki:
"Beytü'l-Mak-dis'te olanları bitirdiğim zaman Mirac getirildi ki, ben
ondan güzel bir şey görmedim. Ve o, odur ki, ölünüz can çekişme
vaktinde gözlerini ona diker. Arkadaşım, beni, onun içinde kapılardan
bir kapıya ulaşıncaya kadar çıkardı ki, ona "Koruyucu melekler kapısı"
denir. Koruyucular kapısı, gök koruyucularının beklediği dünya göğü
kapısıdır. Nitekim bu konuda "Ve onu, her kovulmuş şeytandan koruduk"
(Hicr, 15/17) buyurulmuştu. Ve Ebu Sa'îd-i Hüdrî'nin diğer bir
rivayetinde şu detaylı açıklama vardır: "Sonra Mirac getirildi -ki
insanların ruhu onda göğe yükselir Baktım ki, gördüğüm şeylerin en
güzeli; görmez misin ölmek üzere olan kimse, ona nasıl gözünü diker?
Bunun üzerine dünya göğü kapısına kadar yükseltildik. Cebrail kapının
açılmasını istedi."O kimdir?" denildi. "Cibril" dedi. "Yanındaki kim?"
denildi. "Muhammed" dedi. "Öyle mi? O Peygamber olarak gönderildi mi?"
denildi. O, "evet" dedi. Hemen kapıyı açtılar ve beni selamladılar. Bir
de ne bakayım görevli bir melek gördüm ki göğü koruyor ve ona İsmail
deniliyor, emrinde yetmişbin melek ve her birinin emrinde yüzbin melek
var. "Burada Resulullah (s.a.v) şu âyeti okudu: "Rabbinin ordularını
ancak kendisi bilir" (Müddessir, 74/31) ve buyurdu ki: Derken bir adam
ile beraberim ki, şekli Allah'ın yarattığı günkü gibi, ondan hiçbir şey
değişmemiş, kendisine soyundan olan insanların ruhu arzediliyor: "Mümin
ruhu, hoş ruh, hoş kokuludur. Bunun kitabını (iyilerin defterin)de
kılın" diyor. "Kâfir ruhu ise; kötü ruh, kötü kokuludur. Bunun kitabını
(kötülerin defterin) de kılın" diyor. "Ey Cibril! bu kim?" dedim.
"Baban Âdem" dedi. Ve o, bana selam verdi, gönlümü aldı, hayır ile dua
etti "Hoş geldin salih peygamber ve salih evlad" dedi. Sonra baktım bir
toplum gördüm ki, dudakları deve dudağı gibiydi. Onlara bir takım
memurlar görevlendirilmişti, dudaklarını kesiyorlar ve ağızlarına
ateşten bir taş koyuyorlar, bu taşlar makadlarından çıkıyordu. "Ey
Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Yetimlerin mallarını haksızlıkla
yiyenlerdir" dedi. Sonra baktım bir toplum vardı ki, derilerinden sırım
kesiliyor ve ağızlarına tıkılıyor. Ve yediğiniz gibi yiyiniz deniliyor.
Ve bu onlara en iğrenç bir şey oluyor. "Ey Cibril! Bunlar kimler?"
dedim. "Bunlar o koğucular, fitnecilerdir ki, insanların etlerini
yerler ve sövmek ile ırz ve namuslarına saldırırlar." dedi. Sonra
baktım bir toplum var ki, önlerine bir sofra kurulmuş, üzerinde benim
gördüğüm etlerin en güzellerinden kebaplar var, etraflarında da leşler
var. Onlar, o güzel etleri bırakıp bu leşlerden yemeğe başladılar.
"Bunlar kim? Ey Cebrail!" dedim. O: "Bunlar zinakarlar" dedi. "Allah'ın
helal kıldığını bırakırlar da haram kıldığını yerler." Sonra baktım bir
toplum var ki, karınları evler gibidir. Bunlar Firavun ailesinin yolu
üzerinde bulunuyor. Firavun ailesi sabah ve akşam ateşe atılırken
bunlara uğruyor, uğradı mı bunlar bir fırlıyorlar, fırlayınca her biri
karnının ağır basması ile düşüyor ve bunun üzerine Firavun ailesi
bunları ayaklarıyla çiğniyorlar. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim...
Dedi ki: "Bunlar, karınlarında faiz yiyenlerdir. "onların misali
kendisini şeytan çarpmış olan kimse gibidir". Sonra birtakım kadınlar
memelerinden asılmış ve birtakım kadınlar, baş aşağı ayaklarından
asılmış. "Ey Cibril! Bunlar kimler?" dedim. O: "Bunlar zina eden ve
çocuklarını öldüren kadınlardır" dedi. Sonra ikinci göğe çıktık. Orada
Yusuf ile buluştum.
Ümmetinden
kendine tabi olanlar da etrafında idi. Yüzü, ayın ondördündeki dolunay
gibiydi. Bana selam verdi, hoş geldin dedi. Sonra üçüncü göğe geçtik.
Orada iki teyzeoğlu; Yahya ve İsa ile buluştum. Giyimleri ve saç
sakalları birbirine benziyordu. Bana selam verdiler. Hoş geldin
dediler. Sonra dördüncü göğe geçtik. İdris ile buluştum. Bana selam
verdi, hoşgeldin dedi. Nitekim yüce Allah: "Biz onu yüce bir yere
yükselttik" (Meryem, 19/57) buyurmuştur. Sonra beşinci göğe geçtik.
Orada milletine sevdirilmiş olan Harun ile buluştum. Etrafında
ümmetinden birçok tabileri vardı, uzun sakallı idi. Sakalı hemen hemen
göbeğine değecekti. Beni selamladı, hoşgeldin dedi. Sonra altıncı göğe
çıktık, Orada Musa b. İmran ile buluştum. Çok kıllı idi. Üzerinde iki
gömlek olsaydı kılları onlardan çıkardı. Musa dedi ki: "İnsanlar beni
"Allah katında en şerefli olan yaratık" diye iddia ederler. Bu ise
Allah katında benden yalnız daha şerefli olsaydı aldırış etmezdim.
Fakat her peygamber ümmetinden kendine uyanlarla beraberdir. "Sonra
yedinci göğe geçtik. Ben, orada İbrahim ile buluştum. Sırtını Beyt-i
Ma'mur'a dayamıştı. Beni selamladı "Salih Peygamber ve Salih evlad hoş
geldin" dedi. Bunun üzerine bana denildi ki: "İşte senin yerin ve
ümmetinin yeri." Sonra Resulullah "Gerçekten İbrahim'e insanların en
yakını, zamanında ona tabi olanlarla şu Peygamber (Hz. Muhammed) ve ona
iman edenlerdir. Allah müminlerin yardımcısıdır." (Al-i İmran, 3/68)
âyetini tilavet etti ve buyurdu ki: "Sonra Beyt-i Ma'mur'a girdim,
içinde namaz kıldım. Ona her gün yetmişbin melek girer, Kıyamete kadar
geri de dönmezler. Sonra baktım bir ağaç var ki bir yaprağı bu ümmeti
bürür. Bunun kökünde bir kaynak akıyor, iki kola ayrılıyordu. "Ey
Cibril! Bu nedir?" dedim. O: "Şu rahmet nehri, şu da Allah'ın sana
verdiği Kevser'dir" dedi. Bunun üzerine rahmet nehrinde yıkandım,
geçmiş ve gelecek günahlarım bağışlandı. Sonra Kevser'in akış
istikametini tuttum ve nihayet cennete girdim. Bir de ne bakayım orada
hiçbir gözün görmediği, kulağın işitmediği, insan kalbine gelmeyen
şeyler var. Sonra yüce Allah bana emrini emretti ve elli namaz farz
kıldı. Ondan sonra Musa'ya uğradım. "Rabbin ne emretti?" dedi. "Üzerime
elli namaz farz kıldı" dedim. O: "Dön, azaltması için Rabbine yalvar.
Çünkü ümmetin bunun altından kalkamaz" dedi. Rabbime döndüm, azaltması
için yalvardım. O benden on vakit namaz indirdi. Sonra Musa'ya döndüm.
Bu şekilde Musa'ya uğradıkça Rabbime dönüyordum. Sonunda beş vakit
namaz farz kıldı. Musa, yine: "Rabbine dön, azaltmasını iste" dedi.
Ben: "Çok müracaat ettim, artık utandım." dedim. Bunun üzerine bana
denildi ki: Sana bu beş vakit namaz, elli namazdır. Bir iyilik on katı
iledir. Her kim iyilik yapmaya gayret eder de onu işlemezse, onu bir
iyilik yazılır, işleyene de on iyilik yazılır. Her kim de bir günah
yapmaya teşebbüs eder de işlemezse bir şey yazılmaz, işlerse bir günah
yazılır."
Kütüb-i sitte
(Alt hadis kitabı) ve diğer hadis kitaplarında Mirac hadislerinin
birçok rivayetleri vardır. Bu naklettiğimiz hadisin senedleri de İbnü
Cerir tefsirinde zikredilmiştir. Görülüyor ki, bunda dünya göğüne kadar
yükselmenin Mirac ile ilgili olduğu açıkça belirtilmiş, daha ilerisinde
ise muhtemeldir. Fakat Alâî Tefsiri'nden Âlûsî'nin naklettiğine göre,
Resulullah'ın İsra gecesi biniti beş tane idi. Birincisi
Beytü'l-Makdis'e kadar Burak. İkincisi dünya göğüne kadar Mi'rac;
üçüncüsü yedinci göğe kadar meleklerin kanatları; dördüncüsü Sidre-i
Münteha'ya kadar Cibril'in kanadı; beşincisi Kâbe Kavseyn'e (Mirac
gecesi iki yay arası kadar Allah'a yaklaşmasına) kadar Refref (manevî
bir binek)
Gerçi Allah'ın
kudretine göre bu vasıtalara gerek yoktur. Yüce Allah'ın dilediğini bir
anda herhangi bir yere ulaştırmaya gücü yeter. Fakat bütün bunlar,
âyetlerini göstermek ve ikramını ortaya koymak cümlesinden sayılır.
Çünkü "Ona âyetlerimizden gösterelim diye" ifadesi gereğince İsrâ'nın
hikmeti âyetleri (alâmetleri) göstermektedir. Tefsircilerden bazıları
gök cisimlerinin hareketlerinin süratlerinden bilimsel misaller
getirerek İsrâ ve Mirac'daki süratli yürüyüşü akıllara yaklaştırmaya
çalışmışlardır. Fakat doğrudan doğruya ilâhî âyetlerden olan bir
harika, tabiî bir görüş açısı ile açıklanabilmekten uzaktır. Tabiî bir
tasarı, benzerlerine göre düşünmek demektir. Halbuki benzeri görülmemiş
bir olayı benzerleri ile düşünmeye kalkışmak çelişki olur. O, ancak
müşahede veya haber ile bilinir. Gerçi İsrâ'yı iyice tetkik edebilmek
için Burak hadisi bize bir düşünce prensibini vermiyor değildir. Çünkü
Burak kelimesinin berk (yıldırım) maddesinden türemiş olduğu apaçıktır.
Peygamberimizin hadisinde onun tanımlanması şu şekildedir: "Boyu
merkebden büyük, katırdan küçük bir hayvandır ki, ayağını gözünün
(gördüğü yerin) son noktasına basar". Bu ise şimşek ve elektrik
süratini anlatır. Biz bu prensiple İsrâ'nın süratini bir dereceye kadar
düşünmek ve böyle bir nakliye vasıtası üzerine binenin elektrikten
etkilenmeyerek hiç sarsılmaksızın tam sükunet ve huzur içinde mesafeyi
katlayabileceğini düşünebiliriz. Ve bu şekilde Burak ve Mirac
vasıtalarının özel olarak tahsisine bir hikmet yönü de düşünebiliriz.
Fakat bütün bunlar, en fazla noksan akıldan tam akla yaklaştıracak iman
delilleri olabilir. Yoksa yer, zaman, hareket, ruh nitelikleri
meselelerinin mahiyetiyle ilgili bulunan ve yüce Allah'ın kudretinin en
büyük âyetlerinden olan Mirac mucizesi üzerinde düşünmek, aklın anlayış
ölçüsünden çok yüksektir. Onun için demişlerdir ki o Mirac
nitelendirilemeyecek kadar yücedir. Bu konuda şundan başka ne
söylenebilir? O, her şeye gücü yeten ve sevendir. Hiçbir şey O'nu aciz
bırakamaz. Nurundan yarattığı dostunu (Hz. Muhammed'i) ziyaretine davet
etmiş, meleklerinin ileri gelenlerinden gönderdiklerini göndermiş.
Cibril, binitinin özengisini, Mikail de yularını tutmuş. Nihayet bir
sınıra kadar varmış, sonra da noksan sıfatlardan münezzeh olan yüce
Allah, dilediği şekilde o işi kendisi üslenmiş. Şimdø O Allah'ın
dostuna uzun gelecek hangi mesafe ve nurlu cesedine engel olacak hangi
cisim düşünülebilir?
"Huzvâ'yı geç,
orada latîf bir âlem vardır ki Ruhlar onun
cesetlerinin kalıntılarındandır."
Farsça bir
şiirde şöyle denilmiştir:
"Renk Onu, yani
Muhammed (s.a.v.)'i âyetlerimizden göstermemiz için geceleyin yürüttük.
Bu şekilde Mirac, Peygambere âyet göstermekten ibaret değil,
Peygamberin kendisini bir âyet olarak kâinata göstermek olmuştur.
Gerçekten Necm Sûresi'nin inişi daha önce olduğuna göre, Peygamber
hakkında; "Andolsun, O, Rabbinin âyetlerinden en büyüğünü gördü" (Necm,
53/18) anlamı daha önce gerçekleşmiştir. Ve o, kendisi Allah'ın
âyetlerinden en büyük bir âyettir. Ve İsrâ'nın hikmeti de ona
göstermeden çok, onu göstermeye daha uygundur.
Muhakkak ki,
ancak o, herşeyi işiten ve herşeyi görendir. Tefsircilerin çoğu, bu
zamiri yüce Allah'a işaret etmek üzere tefsir etmişler ve meâlini şöyle
açıklamışlardır: O noksan sıfatlardan münezzeh zattır ki, ancak o,
kulunun gizli ve açık bütün hallerini gerçek anlamda gören ve haberdar
olan ve bundan dolayı, bu yüksek makama ehil ve layık olduğunu
bilendir. Onun için bu makamı ona tahsis etmiş ve ona bu şekilde
ikramda bulunmuştur. Bu şekilde âyet, gıyabdan (üçüncü şahıstan)
birinci şahısa iltifat (çevirme) ile başlamış ve birinci şahıstan
üçüncü şahısa iltifat ile son bulmuş olur. Aynı zamanda kâfirlere karşı
bir tehdid mânâsını da gerektirir. Ebu'l-Bekâ'nın naklettiğine göre,
bazı tefsirciler de zamirin Peygambere işaret ettiğini söylemiş ve
âyetin meâlinde demiştir ki: "Gerçekten sözümüzü işiten ve zatımızı
gören yalnız o kuldur". Bu şekilde üçüncü şahısa iltifat yoktur. Ve
âyet, zahirine göre yorumlanmıştır. Ancak "zatımızı gören" diye tefsir
etmek için açık bir ipucu yoktur. "O gösterdiğimiz âyetleri gören"
demek daha açıktır. Bununla birlikte Tıybî demiştir ki: "Zamirin böyle
iki ayrı yoruma muhtemel olarak gelmesinin sırrı, Hz. Peygamberin yüce
Allah'ı görmesi ve noksan sıfatlardan münezzeh olan Allah'ın sözünü
işitmesi ve ancak, "Benim yardımımla işitir ve benim yardımımla görür."
Hadisi şerifin mânâsı üzere olduğuna işaret olsa gerektir. (Yunus
Sûresi'ndeki "Ya da o kulaklara ve gözlere kim sahiptir?" (âyetin
tefsirine bkz. 10/31)
Şimdi İsrâ'dan
bahsedilirken mutlaka Hz. Musa'nın mikatı (Onun için belirlenen zaman)
hatırlanacaktır. Dolayısıyla Musa'nın: "Sen asla beni göremeyeceksin."
(A'râf, 7/143) hitabı ile karşılandığı "Musa, tayin ettiğimiz vakitte
bizimle buluşmaya geldiğinde..." (A'râf, 7/143) âyeti ile Hz.
Muhammed'i Allah'ı görmeye götüren bu İsrâ âyeti arasında bir
düşünülürse, Allah ile konuşan Hz. Musa'nın makamı ile, Allah'ın habibi
Hz. Muhmmed'in makamı arasındaki fark açıkça anlaşılır. Buna işaret
etmek üzere sözü İsrâ'dan Musa'ya nakletmekle buyuruluyor ki:
2- Şöyle
diye
ki, yani Tevrat'ın hidayetinin esası şu idi ki benden başka vekil
edinmeyin, işlerinizi havale edecek, benden başka Rab tanımayın.
3-4- Nuh
ile
beraber yüklediklerimizin çocukları. Ey Nuhun gözetiminde gemiye
bindirip tufandan kurtardığımız birkaç müminin çocukları!Yani ey
bugünkü insanlar! Siz bu aslınızı düşünmelisiniz. Yalnız bunu
düşünseniz başka vekil edinilemeyeceğini anlarsınız. Doğrusu o Nuh çok
şükreden bir kuldu. Her durumunda şükrederdi. Yani siz niye nankörlük
ediyorsunuz?
5- Onlardan
birinci fesadın zamanı gelince, birinci fesat devrinizin zamanı olup
ceza sırası geldiği zaman ki, İbnü İshak'ın rivayetine göre, Şa'ya
(a.s.)yı öldürdükleri zamandır.
İbnü Cerir
Tefsiri'nde geniş bir tarzda açıklanmış olan bu kıssa, ibret alınacak
öğütleri kapsadığından burada nakledilmesi faydalı olacaktır. Şöyle ki:
İsrailoğulları'nda
bir çok olaylar meydana gelmiş, günahlar işlenmişti. Yüce Allah,
bunlarla onları sorumlu tutmamış, kendilerine iyilik ve ihsan ile
muamele etmişti. Nihayet, İsrailoğulları padişahlarından Sıddıka
ismindeki padişahları zamanında olaylar büyümüştü. O zaman Şa'ya (a.s)
onlara peygamber olarak gönderilmiş ve Babil hükümdarı Sencarib'in
hücum ve istilası bertaraf edilmişti. Şa'ya b. Emsiya (a.s.) İsa ve
Muhammed (a.s)i müjdeleyen bir peygamber idi. Sıddıka, onun vahiy ve
nasihatları ile amel etmiş ve başarılı olmuştu, O vefat edince
İsrailoğulları'nın işleri karışmış, hükümranlıkta yarışmaya düşmüşler,
birbirlerini öldürmeye başlamışlardı. Şa'yâ'yı dinlemiyorlar,
nasihatlarını kabul etmiyorlardı. O vakit, yüce Allah, Şa'ya (a.s)ya
buyurmuş ki: "Kalk! Kavmin içinde senin dilin üzere vahy edeceğim". Adı
geçen kalkmış yüce Allah da onun dilini vahy ile konuşturup buyurmuş
ki:
"Ey gök dinle!
Ey yer sus! Çünkü Allah Teâlâ İsrail oğulları'nın durumunu anlatacak."
O İsrailoğulları
ki, kendi nimetiyle büyütmüş, kendisi için seçmiş, ihsanı ile seçkin
kılmış, kullarına üstün kılmış ve ihsanıyla başkalarına üstün
tutulmuştu. Halbuki onlar, çobanı olmayan kaybolmuş davar gibi idiler.
Öyle iken ürkenlerini yatıştırdı, kaybolanlarını topladı, kırıklarını
sardı, hastalarını tedavi etti, zayıflarını semizlendirdi, semizlerini
korudu. Bunu yaptığı zaman azdılar, koçları tosuşmaya başladı,
birbirlerini öldürüyorlar, hatta kırığı kendine sarılacak sağlam bir
kemik bile kalmadı. Yazıklar olsun bu hata yapan ümmete! Yazıklar olsun
şu hata yapan topluma ki, ölümün kendilerine nereden geldiğini
anlayamıyorlar. Deve bile vatanını hatırlar da ona döner gelir. Eşek
bile üzerinde doyduğu bağı hatırlar ve ona geri döner. Öküz bile
semizlendiği şenliği hatırlar ve ona döner gelir. Bu toplum ise öküz
değil, eşek değil, akıl sahipleri oldukları halde, ölümün kendilerine
nereden geldiğini farketmiyorlar. Ben onlara bir misal vereceğim,
dinlesinler, onlara de ki:
"Bir zaman boş,
harap, bayındır olmayan ölü bir arazi vardı. Ve bunun kuvvetli ve
bilgili bir de sahibi vardı. Onu imar etmeye başladı. Kendi kuvvetli
iken arazisinin harap olmasını veya bilgili iken boşuna harcadı
denilmesini istemedi. Etrafını duvarla çevirdi, içinde sağlam bir köşk
yaptı, ortasından ırmak geçirdi. Zeytinden, nardan, hurmadan, üzümden
ve türlü türlü meyvelerin hepsinden cins cins ağaçlar dikti ve onu
kuvvetli, güvenilir, görüş sahibi, çalışkan bir korucunun korumasına
emanet bıraktı, gelişmesini bekledi. Tomurcuklandığı ve meyveleri keçi
boynuzu çıktığı zaman, "Aman bu ne kötü arazidir! Bunun duvarını,
köşkünü yıkalım, ırmağını kapayalım, bekçisini yakalayalım, ağaçlarını
yakalım; eskiden olduğu gibi harap olsun, imardan iz ve eser kalmasın"
dediler. Bu davranışı nasıldır, buna ne dersiniz? Allah buyurdu ki: "O
duvar benim zimmetim (koruluğum), köşk şeriatım, nehir kitabım,
koruyucu peygamberim, dikilen ağaçlar da onlar, o ağaçların çıkardığı
keçi boynuzu da onların kötü amelleridir. Ben de onlara, kendi
aleyhlerine verdikleri hükümle hükmettim. O, onlara Allah'ın verdiği
bir misaldir. Bana sığır ve koyun kesmekle yaklaşmak istiyorlar.
Halbuki et, bana ulaşmaz ve ben onu yemem. Bana takva ile, haram
kıldığım nefisleri boğazlamaktan sakınmakla yaklaşmayı bırakıyorlar.
Kanlarla elleri boyanmış, elbiseleri bulaşmış. Benim için evler ve
ibadet edilecek yerler yükseltip sağlamlaştırıyorlar ve onların
içlerini temizliyorlar da kendi kalblerini ve vücutlarını pisliyorlar
ve kirletiyorlar. Benim için evleri ve ibadet yerlerini yaldızlı
nakışlarla süslüyorlar da akıllarını, fikirlerini bozuyorlar. Benim
evleri yükseltip sağlamlaştırmaya ne ihtiyacım var? Ben o evlerde
oturmam, benim nakışlı ibadet yerlerine ihtiyacım mı var? Ben onlara
girmem, ben onların yükseltilmesini ancak içlerinde zikir ve tesbih
edilmem için ve namaz kılmak isteyenlere bir alâmet olması için
emrettim."
Diyorlar ki:
"Eğer Allah'ın, bizim dostluğumuzu ve kaynaşmamızı pekiştirmeye gücü
yetse idi elbette toplardı. Ve eğer bizim kalblerimize anlatmaya
Allah'ın gücü yetse idi mutlaka anlatırdı. "İki kuru ağaç al, en çok
birleştikleri bir sırada birleştikleri yere var. O iki ağaca hitap
ederek Allah da size ikinizin bir ağaç olmanızı emrediyor. Bunu
söyleyince iki ağaç birbirine karışıp hemen birleştiler. Bundan dolayı
Allah, buyurdu ki: "Söyle onlara gördünüz ya ben, iki kuru ağacı
birleştirmeye kadirim. Dileseydim sizin dostluğunuzu birleştirmez
miydim veya kalplerinize söz geçiremez miydim? Halbuki ona ben şekil
verdim."
Diyorlar ki:
"Oruç tuttuk, orucumuz kabul makamına yükselmedi, namaz kıldık
namazımız nurlanmadı, sadaka verdik sadakalarımız sebebiyle malımız
artırılmadı, güvercin gibi inleyerek dualar ettik, kurtlar gibi
uluyarak ağladık hiç biri işitilmedi, dualarımız kabul edilmiyor."
Allah buyurdu
ki: "Onlara sor, benim duaları kabul etmeme engel olan nedir? Ben
işitenler içinde en fazla işiten, bakanlar içinde en fazla gören, cevap
verenlerin en yakını, merhamet edenlerin en merhametlisi değil miyim?
Elimdeki şeyler mi azdır? Nasıl olur ki? Benim kudret ellerim iyilik
yapmaya açıktır, dilediğim gibi harcarım ve bütün hazinelerin
anahtarları benim yanımdadır. Onları benden başkası ne açar, ne
kapatır. Gerçekten benim rahmetim her şeyi kapsar. Birbirlerine
merhamet edenler ancak o sayede ederler. Yoksa sonradan cimri mi oldum?
Ben cömertlerin en cömerdi, bütün iyilikleri yapmayı sevenim;
verenlerin en cömerdi, kendisinden dilek istenenlerin en fazla kerem
sahibi değil miyim? Eğer şu kavim benim kalblerinde parlattığım, ondan
sonra kendilerinin onu atıp da dünyayı satın aldıkları hikmet ile
nefislerine bir göz atsalardı, nereden vurulduklarını görürler ve en
büyük düşmanlarının, kendi nefisleri olduğunu tam olarak bilirlerdi."
"Ben onların
yalan sözle ayıp ve kusurlarını örterek iyi göründükleri, haram yemekle
kuvvet almak istedikleri oruçlarını nasıl kabul ederim? Onların
kalbleri benimle savaşmaya, yarışmaya kalkışan, haram kıldıklarımı
işleyenlere kulak verip dururken namazlarını nasıl nurlandırırım? Veya
sadakaları benim katımda nasıl zekat yerine geçer (Mallarını temizler)
ki? Onlar başkalarının mallarını sadaka olarak veriyorlar. Ben onlarla
ancak kendilerinden gasbedilmiş olan sahiplerini mükafatlandırırım. Hem
dualarını nasıl kabul ederim ki? O ancak dilleri ile söyledikleri bir
sözdür, yaptıkları ise ondan çok uzak ve farklıdır. Ben ancak yumuşak
huylunun duasını kabul ederim, ancak zavallı zayıf yoksul kimselerin
sözünü dinlerim ve yoksulların, miskinlerin rızası benim rızamın
alâmetlerindendir. Fakirlere merhamet, zayıflara yanaşma, mazluma
insaf, malı gasb edilene yardım, hazırda bulunmayana adalet etseler
dullara, yetime, yoksula ve her hak sahibine hakkını verseler! Bana
insanla konuşmak yaraşsaydı ben onlarla konuşurdum."
"Ve o vakit
gözlerinin nuru, kulaklarının duyma gücü, kalblerinin anlayışı olurdum.
Ve o vakit bellerini doğrultur, ellerinin ve ayaklarının kuvveti
olurdum. Ve o vakit dillerini ve akıllarını sağlamlaştırırdım."
"Sen benim
peygamberlik işlerimi tebliğ edip, onlar sözümü işittikleri zaman:
"Bunlar uydurma laflar, birinden birine miras kalan lakırdılar,
büyücülerin ve kâhinlerin yazdıkları eserlerden bir eserdir" diyorlar.
Ve kendileri de böyle bir söz söylemek isteseler yapabilirler ve
şeytanların onlara yapacağı vahy ile gaybden haberdar olabileceklerini
iddia ediyorlar. Ve hepsi bu söylediklerini gizliyor, sır tutuyor.
Durum böyle ise onlar bilirler ki, ben göklerin ve yerin gaybını
bilirim. Ve onların açıkladıkları ve gizledikleri şeyleri de bilirim.
Ben gökleri ve yeri yarattığım gün, kendim için var ettiğim bir hüküm
verdim. Ve ona önünde süreli bir zaman belirledim ki mutlaka o,
gerçekleşecektir.
Eğer onlar gayb
ilminden çalmalarında doğru iseler, haydi sana haber versinler ben o
hükmü ne zaman tatbik edeceğim, o ne zaman olacak?. Eğer onların,
dilediklerini yapmaya güçleri yetiyorsa, benim onu yapacağım kuvvet
gibi bir kuvvet göstersinler. Ben onu müşriklerin istememesine rağmen,
her dinin üstüne çıkaracağım. Eğer onların, dilediklerini söylemeye
güçleri yetiyorsa, o hüküm emrini vereceğim. Hikmetin benzerini telif
etsinler (yazsınlar). Çünkü ben gökleri ve yeri yarattığım gün şöyle
hükmettim:" Peygamberliği, ücretle çalışanlar içinde kılayım, mülkü
çobanlara, yüceliği alçak kimselere, kuvveti zayıflara, zenginliği
fakirlere, serveti malı en az olanlara, şehirleri kırlara, kaleleri
çöllere, beredayı enginlere, ilmi cahillere, hükmü okuma-yazma
bilmeyenlere çevirip vereyim."
Şimdi onlara sor
bu, ne zaman? Ve bunun başına geçecek kimdir? Kimin eli ile ben bu
sünneti açacağım? Bu işin yardımcıları ve destekleyenleri kimlerdir?
Biliyorlarsa söylesinler. Ben bunun için okuma, yazma bilmeyen bir
peygamber göndereceğim. Sert değil, kaba değil, sokaklarda bağırmaz,
edebe ve terbiyeye uymayan davranışta bulunmaz, edebe aykırı söz
söylemez. Ben, ona her güzellik için doğru bir davranış vereceğim, her
güzel ahlâkı ona bağışlayacağım. Sükuneti elbisesi, iyiliği prensibi,
takvayı gönlü, hikmeti düşüncesi, doğruluk ve vefakarlığı tabiatı, affı
ve şeriatın hoş gördüğü şeyleri ahlâkı, adalet ve iyiliği yaşantısı,
hakkı şeriati, hidayeti imamı, İslâmı milleti, Ahmed'i ismi kılacağım.
Sapıklıktan sonra onunla hidayet edeceğim. Cahillikten sonra onunla
öğretim yapacağım, düşkünlükten sonra onunla yükselteceğim, tanınmazken
onunla şan vereceğim, azlıktan sonra onunla çoğaltacağım, darlıktan
sonra onunla zenginleştireceğim, ayrılıktan sonra onunla toplayacağım.
İhtilafa düşen kalbleri, dağınık arzuları, bölünmüş ümmetleri onunla
birleştireceğim. Ümmetini, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmet
yapacağım.
Benim birliğime
inanmak için bana iman ve ihlas ile şeriatın uygun bulduğunu emredecek
ve şeriatın yasakladıklarını nehyedecekler. Ayakta, oturarak, rukua
vararak ve secde ederek bana namaz kılacaklar. Benim yolumda saf
tutarak ve düşmana karşı yürüyerek savaşacaklar. Benim rızamı elde
etmek için mallarından, yurtlarından çıkacaklar. Ben onlara
camilerinde, meclislerinde yattıkları, gezdikleri yerlerde tekbir,
tevhid, tesbih, hamd, övgü ilham edeceğim, Sokak başlarında tekbir,
tehlil ve takdis edecekler. Benim için yüzlerini, el ve ayaklarını
temizleyecekler, bellerine elbiseler (ihramlar) bağlayacaklar,
kurbanları kanları, kitapları göğüsleri, gece rahip, gündüz arslan. O
benim bir lütfumdur ki, dilediğime veririm. Ve ben çok büyük lütuf
sahibiyim.
Şa'yâ (a.s)
sözünü bitirince öldürmek için üzerine saldırmışlar. O da kaçıp bir
ağaca gizlenmiş, eteğinin dışarda kalan ucunu görmüşler, testereyi
dayayıp onu ağaç ile beraber biçmişler. Sonra Ermiyâ (a.s.)'yı da
hapsetmişler. Allah Teâlâ da Buhtu Nassar'ı onlara musallat edip
belalarını vermişti.
Nitekim
buyuruyor ki: Şiddetli savaşçı ve güçlü, kendisinden hoşlanılmayan
kullarımızdan üzerinize saldık. Burada izafette (tamlama ile) marife
olarak: "kulumuz" buyurulmayıp nekire olarak "bir kulumuz" buyurulması
bunların, Allah'a nisbet edilerek anılacak, marifet ve ibadetleri
makbul kulları olmadığına işarettir. Yani bu belirsiz yapmada "O'nun
kulu" ifadesindeki belirlilik gibi özel tamlama ile bir şereflendirme
mânâsı değil, şiddetli bir korkutma ve dehşet mânâsı vardır. Gerçekten
yüce Allah, âlemlerin Rabbi olduğu için, aslında mümin de kâfir de onun
kuludur. Ve düşünmeli ki, mümin iken azan bir kavme, kâfir bir kavmin
musallat kılınması ne korkunç şeydir. Salih ellerle ıslah kabul etmeyen
kavimleri bekleyen sonuç ta budur. Bazı tefsirciler, bu olayın Câlut
olayı olduğunu söylemişlerse de çoğunluk, "Buhtu nassar" olayı
demişlerdir. Bununla beraber esas önemli olan taraf, olayın zaman ve
şahısları değil, özel mahiyeti ile hikmetidir. Kur'ân'da da ancak bu
nokta anlatılmıştır. Onun için en doğrusu şahıslar ve zamanların
belirlenmesi ile uğraşmayarak olayı, Kur'ân'ın açıklaması yönüyle kökü
ve hikmeti ile ele almaktır.
Allah'ın
yüceliği, onlara o korkunç kulları saldırttı da evlerin aralarını
yokladılar. Yani öyle istila ettiler, öyle can kırımı yaptılar ki,
herkese açık genel yerlerden başka, evlerin aralarını arayıp öldürecek
İsrailoğulları'nı aradılar ve bu, yerine getirilmiş ve vaad oldu. Yani
birinci fesat döneminde vaad edilen hüküm ve alın yazısı bu şekilde
gerçekleşti, tamam oldu. (Bakara Sûresi'ndeki "Veya altı üstüne gelmiş
bir şehire uğrayan kimseyi görmedin mi?" (2/259) âyetinin tefsirine
bkz.).
6- Sonra da
size, onlar üzerine tekrar saldırma imkânını verdik. Devletinizi tekrar
verdik ve sizi malllarla ve oğullarla destekledik ve sizi orduca
çoğalttık.
7- Şöyle
diyerek
ki: Eğer iyilik ederseniz; Allah'a itaat, emir ve yasaklara riayet
etmekle güzel çalışır, iyilikler yaparsanız kendinize iyilik etmiş
olursunuz. Çünkü o iyilik ve itaatin bereketleriyle yüce Allah, size
her türlü iyilik ve bereket kapılarını açar ve eğer kötülük yaparsanız
o da kendi aleyhinizedir. Allah'a isyan eder, yasak şeyler ve
bozgunculuk peşinde olursanız, kendinize kötülük etmiş olursunuz. Çünkü
isyan ve bozgunculuğun uğursuzluğu ile, üzerinize dünya ve ahiret
cezalarının kapıları açılır. Demek ki İsrailoğulları devletinin bu
şekilde geri verilmesi Allah'ın bir yardımı olmakla beraber, aynı
zamanda kendilerinin iyi çalışmalarıyla da ilgili idi. O acı terbiye
ile tevbe etmişler, durumları düzelerek güzel çalışmışlar. "Allah onu
yüz sene öldürdü." (Bakara,2/259) âyetinin mânâsı gereğince, yüz
seneden sonra da olsa başarmışlardı. Fakat bu iyilik, devam etmeyip
ikinci bozgunculukları başlayacak ve o vakit son cezalandırma zamanları
gelecek, kötülükleri yüzlerine çarpılacak, devletleri başlarına
yıkılacaktı. Nitekim şöyle buyurulmuştur: Bunun üzerine sonraki
cezalandırma zamanı gelince; önce haber verilen iki defa fesat
çıkarmaktan sonuncusunun cezalandırılma zamanı gelince ki bu da Yahya
(a.s)yı öldürme ve İsa (a.s)yı öldürme ve çarmıha germeye kalkıştıkları
zamandır yüzlerinizi kötü duruma sokmak için ve ilk kez girdikleri gibi
Mescid'e (Kudüs'e) girmeleri için ve her istila ettiklerini
mahvetmeleri içindir. Krallar taifesinden Babil kralı Cuder veya Cürdus
diye rivayet edenler olmuşsa da bu üç facianın sonucu bir olayın
safhaları veya birçok olayların zincirleme ardarda meydana gelmesi
olarak düşünülebilir. Her birinde "lâm"ın açıkça ifadesi ikinci
ihtimali daha fazla andırır. Bu yıkımı yapan şiddetli kuvvet sahipleri
de tarihi bilgilere göre Totistan Kostantin'e kadar Romalılar olmuştu.
(Bakara
Sûresi'ndeki "Allah'ın mescidlerinde, Allah'ın adının anılmasına engel
olan ve onların harab olmasına çalışandan daha zalim kim vardır?"
(Bakara, 2/114)
8-Bundan
sonrasına gelince:
Rabbinizin size
rahmet etmesi yakındır. Yani âlemlere rahmet olan ahir zaman
peygamberinin gönderilmesi ve sizin o saldırılardan kurtulmanız ümidi
artık yakındır. Şu şartla ki siz düzelme yolunu tutarsanız. Şayet siz
yine dönerseniz; eskisi gibi bozgunculuğa geri dönerseniz biz de
döneriz. Yine cezalandırırız. Ve biz cehennemi kâfirler için bir
kuşatıcı, çıkılması imkansız bir hapishane kılmışızdır. Yüce Allah'ın
hükmü ve yargısı olan bu hükümler, vaktiyle İsrailoğulları'na
gönderilen kitapta Tevrat ve ekleri olan sahifelerde bildirilmiş idi.
Onların takdirleri böyle idi.
Şimdi o yakın
olan rahmet nerededir, diyecek olurlarsa, işte:
9-10-
Gerçekten
işte bu Kur'ân en doğru, en sağlam yola irşad eder ve salih amelleri,
yani Kur'ân'da açıklanan iyi işleri yapan müminleri müjdeler ki:
Kendileri için büyük bir mükafat muhakkak vardır. Ahirete inanmayanlara
da çok acı bir azab hazırladığımız gerçektir. Şu halde buna karşı
insanların yapacağı şey, iman ile iyi amelleri işleyip o büyük mükafatı
istemek ve o acı azabdan korunmaktır. Fakat:
11- İnsan
hayra
dua eder gibi, şerre de dua eder veya şerri davet eder. Sanki o büyük
mükafata dua ediyormuş gibi, o acıklı azaba dua eder. Veya yaptıkları
ile o azabı davet eder. Bunun sebebi de şudur: İnsan pek acelecidir.
Sonra olacak şeyin vaktinden önce hemen olmasını ister. Sabır ve
tahammül zoruna gider de iman ile yararlı işlerden önceye alarak o
büyük mükafatı isteyecek yerde, acelesinden imansızlar hakkında
hazırlanmış olan çok acı azaba dua eder. Onun bir an önce hemen yerine
getirilmesini bir iyilik ister gibi ister ve bu şekilde kendisine
kötülüğü davet etmiş olur. Çünkü bir şeyin vaktinden önce acele, olarak
gerçekleşmesini isteyen kimse, o şeyden mahrum edilmekle azarlanır.
Bundan dolayı müminler, kötülüğe dua etmemeli, sabır ve ihtiyat ile
hayra dua etmeli ve yararlı işleri yapmaya teşebbüs ile hayra davet
etmelidir.
İnsanın çok
aceleci olması bir de şu mânâyı kapsar: İnsan peşincidir. Veresiyeden
daha fazla peşine heves eder. Ahireti, dünyada görmek ister. Onun için
insanların birçoğu ahireti bırakır da dünyayı ister. O büyük ücrete
önem vermez, o acıklı azabı hesaba almaz. Ve bu şekilde kendisine hayır
istiyormuş gibi kötülüğü davet eder. Ki bu mânâ biraz sonra (17/18)
âyeti ile açıklanacaktır. Özetle her kişisinde veya bütün durumlarında
değil, cinsi itibarı ile veya bazı durumlarda insan çok acelecidir. Ve
acelesinden iyilik ve kötülüğü birbirinden ayırmaz, sonunu gözetmez.
Zaman âyetlerini hesaba almaz da kendine iyiliği davet ediyormuş gibi
bir tehlike ile kötülüğü davet eder.
12-
Halbuki biz
gece ve gündüzü iki âyet yaptık. Gece ve gündüz denilen iki alâmet ki
değişme ve birbirini takip etmekle zamanın akışına ölçü ve onun
üzerinde hüküm ve tasarruf icra eden Allah'ın kudretinden birer
nişanedirler. Bunları yaparken gece âyetini sildik. Bu nazım, ihtibâk
sanatı cinsinden bir icaz ile şu mânâya işaret eder ki, gece ve
gündüzün kendilerini iki âyet yaparken, her biri için de birer âyet
yaptık ve bunun için gece âyetini sildik. "Gündüz âyetini gösterici
kıldık." Gece âyeti karanlık veya ay, gündüz âyeti de ışık veya
güneştir. Fakat burada gece âyeti, karanlık ile tefsir edilecek olursa;
karanlığın silinmesi, gündüz âyetinin mânâsı demek olacağından bu
fıkra, ikincisinden fazla bir fayda ifade etmemiş olacaktır. Şu halde
gece âyetinden maksadın ay olması ve karanlığın bunun mahvedilmesinden
anlaşılması daha açıktır. O halde ayın mahvedilmesinden maksat nedir?
İbnü Abbas demiştir ki: "Gece âyeti olan ay, güneş gibi aydınlatıcı
idi, aydınlığı mahvedildi ve ayın yüzündeki karaltı o mahvın izidir."
İbnü Ebi Hâtem'in rivayet ettiğine göre, Muhammed b. Ka'b-ı Kurazî
demiştir ki: Gece bir güneş, gündüz de bir güneş vardı. Gece güneşi
mahvedildi ve işte aydaki silinti odur." Delâilü'n-Nübüvve'de Beyhaki
ve İbnü Asâkir, Saîd-i Makbürî'den şöyle rivayet etmişlerdir ki:
"Abdullah b. Selam, Peygamber (s.a.v) den aydaki karaltıyı sordu.
Resulullah dedi ki: 'İkisi de güneş idi, yüce Allah "Biz gece ve
gündüzü iki Ayet kıldık ve gece âyetini sildik" buyurdu. Şimdi gördüğün
karaltı o silintidir." Bunlar, gibi daha diğer izler de vardır. Demek
ki ay önce güneş gibi aydınlatıcı olarak yaratılmıştı, o da bir güneş
demekti. Ve o halde güneş gibi ısısı da vardı. Sonra yüce Allah o
güneşi sildi, yani söndürdü ve böylece şimdi bildiğimiz gece âyeti olan
ay meydana geldi. Şu halde gerek ayın yüzündeki karaltı ve gerek
aksettirdiği ışığının büyüyüp küçülmesi ve nihayet kamerî ayın son üç
gününde kaybolup yeni bir hilâl olarak ortaya çıkması, o silmenin bir
eseri ve neticesidir. Ayın nuru kendiliğinden olmayıp güneşten elde
edildiği, eskiden beri astronomi ilmi bilginlerince bilinirse de ayın,
önceleri güneş gibi aydınlatıcı iken, sonradan böyle mahvedilip sönmüş
olduğu bilinmiyordu. Kur'ân'ın bildirmiş olduğu bu gerçeği nihayet
zamanımız bilim adamları almış kabul etmiş ve bu günkü bilimsel
düşüncelerini bu temel üzerine takip etmekte bulunmuşlardır. Gök
cisimlerinin meydana gelme şekilleriyle ilgili teorilere yol açmış olan
bu ayın silinmesi meselesi, bilimsel açıdan çok önem taşıdığı gibi,
dini açıdan da öyledir. Çünkü kıyamet hallerinden "Güneş dürülüp
söndürüldüğü zaman, yıldızlar kararıp düştüğü zaman..." (Tekvîr,
81/1-2) âyetleri ile bildirilen güneşin dürülüp söndürülmesi,
yıldızların kararıp düşmesi hadiselerinin düşünülüp tasdik edilmesini
önceden bir misal ile ibret bakışına sunmaktır. Kıyamet ve ahireti
hesaba aldırmak için, zamanın değişim seyrini mütalaa ettirmek
hikmetiyle gece ve gündüz âyetlerini söz konusu eden bu âyetin gelişi
de özellikle bu ibret ile ilgilidir. Böylece buyuruluyor ki, gece
âyetini mahvettik ve gündüz âyetini bir gösterici kıldık. Yani güneşi,
gözü olanlara herşeyi görecek bir görme vasıtası olan ışık ile parlak
yaptık ve mahvetmedik ki Rabbinizden lütuf isteyesiniz. Bu hitabın
insan cinsine yönelik olduğu dikkate alınırsa bundan anlaşılır ki, yer
üzerinde insan cinsi ayın silinmesinden sonra yaratılmış ve gece ile
gündüzün birbirinden ayrılması insan hayatının feyiz sebeplerinden
birisi olmuştur. Bu şekilde mânâ şöyle olur: Bunların böyle yapılması
şu hikmetler içindir ki siz, hayata mazhar olup görüş ve düşünce sahibi
insanlar olasınız da bunları yapan ve sizi yetiştiren Rabbinizin
büyüklüğünü anlayarak çalışsanız; fakat kötülük ve noksanlık için
değil, O'nun lütuf ve kereminden hayırlı kazanç ve ilerleme istemek
için çalışasınız ve yılların sayısını ve hesabı bilesiniz. Geceleriyle
ve gündüzleriyle, aylarıyla ve yıllarıyla zamanı ölçüp önünü sonunu,
dünyayı ve ahireti hesap edesiniz ve dünyaya güvenip ahiretteki hesabı
unutmayasınız diye, bunları böyle yaptık. Ve her şeyi geniş olarak
açıkladık. Yani yaratılış âleminde her şeyi ayırd edip gündüz âyeti ile
gösterdiğimiz gibi, Kur'ân'da da din ve dünyanızla, iyilik ve
kötülüğünüzle ilgili her şeyi âyetleri ile açıkladık; bu şekilde
Kur'ân, gündüz âyeti gibidir. Bunun karşısında önceki kitaplar ise,
mahvedilmiş gece âyeti gibi neshedilmiştir.
13-Bu
geniş
açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna
taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi
veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve
ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona
kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir
defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona
şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine
yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba
çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz." buyurulmuştur.
14-Bu
geniş
açıklama cümlesinden olmak üzere: Her insanın da amelini kendi boynuna
taktık. Yani şans ve kaderini, gayb âleminden uçup gelecek olan iyi
veya kötü nasibini kendi zimmetine bağladık. Sorumluluğu kendi istek ve
ameline tahsis ettik veyahut vebalini kendi nefsine bağladık. Ve ona
kıyamet gününde bir kitap, amellerini kaydeden ve hesabını gösteren bir
defter çıkaracağız ki, o kitap açık olarak, veyahut neşrolunarak ona
şöyle çatacak: Kitabını oku! Bugün hesap görme bakımından sen kendine
yetersin. Onun için insan, dünyada da her gün kendini okumalı, hesaba
çekilmeden önce kendini hesaba çekmelidir. Nitekim bir hadis-i şerifte:
"Hesaba çekilmeden önce kendinizi hesaba çekiniz." buyurulmuştur.
15-Böyle
her
insanın amelinin kendi boynuna takılmasının mânâsının özü daha fazla
açıklanarak buyuruluyor ki: "Kim doğru yola gelirse, sırf kendi iyiliği
için gelir. Kim de saparsa, ancak kendi aleyhine sapar..." İyi amma
herkes hidayet ve sapıklığı nasıl belirlesin, denecek olursa, bu
varsayılan soruya cevap olarak buyuruluyor ki: Biz bir peygamber
göndermedikçe kimseye azab etmeyiz. Peygamber gönderilince de hidayet
ve sapıklık tebliğ edilmiş olur. Fakat onu kabul edip etmemek herkesin
kendi boynuna, kendi iradesine bağlıdır.
16-
Böylece
herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın yalnız
kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus
olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna
geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor
ki: "Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı
kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası
azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz."
17-
Böylece
herkesin amellerinin kendi boynuna takılmış olması, her insanın yalnız
kendi boynundaki vebali ile sorumlu tutulması, yalnız kişilere mahsus
olmayıp her topluluğun yıkımının da kendi içinden, kendi boynuna
geçirilen baykuşlarından ileri geldiğini anlatmak için de buyuruluyor
ki: "Biz bir memleketi helak etmek istediğimiz zaman varlıklı
kimselerine (itaat) emrederiz de onlar kötülük işlerler. Böylece orası
azabı hak eder. Biz de onu yerle bir ederiz."
18- Kim
geçici
dünya hayatını isterse, yani dünya için çalışır, amelinin mükafatını bu
dünya hayatında almak isterse ona burada, bu dünyada peşin veririz.
Fakat eşit olarak herkese istediği kadar değil istediğimiz kimseye
dileyeceğimiz kadar. Çünkü herhangi bir amelin değeri, çalışanın
istediği ile değil, çalıştıranın kabul etmesi ile belirlenir. Bununla
birlikte: "Kim dünya hayatını ve onun süslerini isterse, Biz onlara
dünyada yaptıklarının tam karşılığını veririz. Onların orada bir
şeyleri de eksiltilmez." (Hûd, 11/15) âyeti gereğince hepsinin ameli
tam olarak verilir. Hiçbirinin hakkı yenmez. "Sonra da ona cehennemi
hazırlarız." İşte çok aceleci olmanın önü hoş gibi görünürse de sonucu
böyle korkunçtur.
19- Kim de
ahireti diler ve ona iman ederek onun için gerekeni yaparsa. İşte
bunların çalışmaları Allah katında makbuldür. Dünya için çalışanlara
da, ahiret için çalışanlara da, her ikisine de Rabbinin nimetlerinden
veririz.
20- Yani
amellerinin karşılığı olarak değil, Rabbine ait olan sonsuz ihsan ve
bahşiş olarak yardım ederiz. Ve Rabbinin ihsan ve bahşişi men edilmiş
değildir. Peşin karşılığını almak için çalışana da verilir, veresiye
çalışanlara da verilir. Bundan dolayı dünya için çalışanlara
dünyalıkları verilirken, ahiret için çalışanlar dünyada mahrum edilir
zannedilmemelidir.
21- Bak,
onların
bir kısmını diğer kısmından nasıl üstün kılmışızdır. Her iki kısımdan
insanların bu dünyadaki ihsan ve yardım yönüyle derecelerinin ne kadar
farklı, dünya menfaatlerindeki oranlarının ne kadar birbirinden üstün
olduğu hissedilmektedir. Bu fark ve değişikliğin esası, yalnız yüce
Allah'ın bir tercihi ve üstün tutmasıdır ve ancak O'nun iradesinin
eseridir. Her insanın kaderi boynuna böyle bağlanmıştır.
Elbette ahiret
dereceler bakımından daha büyüktür, faziletçe de daha yüksektir. Bundan
dolayı insan acele etmemeli, çalışmasının makbul olması için bütün
maksatlarında ahireti tercih etmelidir.
22-Ey
insan!
Allah ile beraber başka bir ilâh uydurma! Sonra kınanmış ve yalnız
başına bırakılmış olarak oturup kalırsın. Allah katında kınanmış olur,
kendini kurtaracak hiçbir yardımcı bulamazsın.
Çünkü Allah'a
ortak koşmak, çok büyük zulüm, en büyük haksızlıktır. Zalim ise her
zaman kınanmış ve netice itibariyle yardımdan mahrum kalmıştır. Halbuki
her çalışma ve çaba harcama kuvvete dayanır. En büyük kuvvet ise
haktır. Hakkın başı da Allah'ın birliğine inanmaktır. "Allah'ın güç ve
kuvvetinden başka hiçbir güç ve kuvvet yoktur" Ahirete uygun çaba için
ilk şart iman olduğundan dolayı, ilk önce imanın birinci rüknü olan
tevhidden başlamakla, çalışma ve amelde hareket kanunu, edinilmesi
gereken ahlâk ve faydalı amellerin esaslarını tesbit eden ve nihayet
yine tevhid işini pekiştirerek Allah'a ortak koşmayı kınayacak olan
aşağıdaki emirler ve yasaklar, dikkat ediniz ne güzel hikmetlerdir:
41-52- O
takdirde mutlaka hepsi Arşın sahibine bir yol ararlardı. Bu âyete, iki
mânâ verilmiştir: Birisi, "Her biri o bütün mülkün gerçek sahibi olan
Allah'a galip gelme çaresini arardı. Çünkü galip olmadan ilâh olamazdı.
"Bu durumda "Eğer yerle gökte Allah'tan başka ilâhlar olsaydı, ikisi de
muhakkak bozulurdu, yok olurdu." (Enbiyâ, 17/22) âyeti gereğince
"bürhan-ı temanü"ya (Kelâm ilminde âlimlerin devir ve teselsülün mümkün
olmadığını isbat eden delillerine) işaret olur. İkincisi de "Her biri,
Allah'ın tek zatından kuvvet ve kudret elde etmeksizin bir şey
yapamayacaklarını, bir cumhuriyetin başkansız olamayacağını
bildiklerinden, hepsi ona yaklaşmak için bir yol arardı. Bu şekilde ise
hiçbiri ilâh olamaz, Allah'ın ilâh olduğunu kabul etmiş olurlardı."
demektir.
Ve Allah'a hamd
ile tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur. Fakat siz onların tesbihlerini
anlamazsınız. Çokları, bu tesbihin hal dili ile delaletten veya hal ve
sözden daha umumî olduğunu söylemişlerdir. Fakat bazı tefsirciler,
hakikî mânâsı üzere, sözle tesbih etmek olduğunda ısrar etmişlerdir.
Çoğunluğun görüşü, halkın akıllarına ve anlayışlarına en çok dokunur
görünürse de Alusî Tefsiri'nde uzunca anlatıldığı üzere, Resulullah'ın
elinde taşların tesbihinin duyulması gibi rivayet edilen bir çok hadis
ve eser bazı tefsircilerin görüşünü desteklemektedir. Muhyiddin-i Arabi
ve diğer birçok sofiler de bu görüştedirler.
53-55-
Burada
özellikle Davud ve Zebur'un zikredilmesinin sebebi:
1- Kureyş
Peygambere karşı mücadele etmek için yahudilere müracaat ediyorlar.
Yahudiler de: "Musa'dan sonra peygamber yoktur, Tevrat'tan sonra kitap
yoktur" diyorlar. Şu halde bununla onların bu iddiaları çürütülmüştür.
2- Bununla
üstünlüğün değerine işaret edilmiştir. Çünkü Davud (a.s) büyük bir
hükümdar idi. Böyle iken burada onun hükümdarlığı gözönünde
bulundurulmayıp da Zebur'un tahsis edilmesi, zikr edilen üstünlükten
maksat, mal ve mülk ile değil, ilim ve din ile üstünlük demek olduğunu
gösterir.
3- Zebur'da
peygamberlerin sonuncusu (Hz. Muhammed) ve onun ümmetinin, ümmetlerin
en hayırlısı olduğu yazılmıştı. Nitekim "Andolsun ki biz, Tevrat'tan
sonra Zebur'da da: 'Yeryüzüne mutlaka salih kullarım varis olacak' diye
yazmıştık." (Enbiya 21/105) buyurulmuştur, (Enbiyâ Sûresi'ndeki bu
âyetin tefsirine bkz.)
56-58-
Buradaki
kitaptan maksat Levh-i Mahfuzdur.
59- O
âyetlerle
(mucizelerle) peygamber göndermekten bizi hiçbir şey alıkoymuş değil,
ancak onları öncekiler yalanlamış oldular. Ve bundan dolayı
tamamen imha ve yok edildiler. Âyetler, yani Allah'ın kudretine delalet
eden alâmetler üç kısma ayrılır. Bir kısmı herşeyi kapsar.
"Her şeyde onun
(Allah'ın) bir âyeti vardır ki, bir olduğuna delalet eden." Âlimlerin
düşüncesi bu âyettedir. Bir kısmı gök gürültüsü, güneş tutulması gibi
alışılagelmiş âyetlerdir. Cahillerin düşüncesi de bundadır. Bir kısmı
olağanüstüdür. Ki peygamberlerin mucizeleri, velilerin kerametleri bu
çeşittendir. Mucizeler arasında inadına istek ve ısrar edilen bir kısım
vardır ki, bunlara "âyât-ı mukteraha" denilir. Bunlar, gösterildiği
zaman (Peygambere) inanmayanlar, Semûd kavmi gibi köklerini kesecek bir
azab ile derhal yok edilmişlerdir.
Buradaki belirli
bir şeye delalet eden belirleme edatı "lâm-ı ahd" ile, işte bu cinsten
"âyât-ı mukteraha"ya işarettir ki, Kureyş müşriklerinin inadına olarak
istedikleri âyetler (mucizeler) demektir. Nitekim biraz sonra "Dediler
ki: Biz sana asla inanmayız tâ ki bizim için şu yerden bir pınar
akıtırsın." (İsrâ, 17/91) diye açıkça ifade edilecektir.
Halbuki biz bu
âyetleri ancak korkutmak için gönderiyoruz. Yani ey Muhammed! Sana
gönderdiğimiz âyetleri azab ve yok etmek için değil, ahiret azabından
korkutmak için gönderiyoruz. Bundan dolayı onların inat ederek
istedikleri mucizelerin gönderilmemesi Allah'ın kudretine karşı bir
engel bulunduğundan dolayı değil, Hz. Muhammed'in ümmeti hakkında Semûd
kavmi gibi hepsinin kökünü kesecek bir azab Allah'ın maksadı
olmadığından dolayıdır.
Bu âyetin iniş
sebebinde İbnü Abbas'tan yapılan rivayete göre, Mekke halkı Safa
tepesinin altın yapılmasını ve Mekke etrafındaki dağların ortadan
kaldırılıp ekilebilir bir arazi haline getirilmesini istemişlerdi.
Resulullah (s.a.v) bunu yüce Allah'tan dileyince buyuruldu ki:
"İstersen yaparım. Fakat şu şartla: Eğer dinden çıkarlarsa önceki
kavimler gibi onları da yok ederim." Bunun üzerine: Ya Rabbi! bunu
yapmanı istemem. Sabır dilerim." dedi. Ve bunun üzerine bu âyet
indirildi. Bu rivayeti, Ahmed b. Hanbel, Nesaî, Hakim, Taberânî ve
diğer muhaddisler rivayet etmişlerdir.
60-Buna
karşı
belki bunlar, (daha sonra) Peygamberi yalanlamazlardı gibi bir
ihtimalin hatıra gelmemesi için buyuruluyor ki; Hani hatırlarsın ya,
biz sana: Hiç şüphe yok ki Rabbin, insanları çepeçevre kuşatmıştır
demiştik. Yani ilmi ile insanları kuşatmıştır. "Rabbin, göklerde ve
yerde olan herkesi en iyi bilendir." (İsrâ, 17/55) buyurulduğu üzere
hepsinin içini, dışını, önünü, sonunu tamamen bilir. Bundan dolayı
istedikleri mucizeler gönderildiği takdirde, önceki insanlar gibi
bunların da Peygambere inanmayacaklarını Allah bilir. Her insanın
amelini veya kaderini boynuna bağlayan O'dur. Bir de onların Peygamberi
yalanlayacakları şu delilden hareketle de anlaşılır:
Baksana: Biz,
Mirac gecesi o sana gösterdiğimiz manzaraları, ancak insanları imtihan
etmek için sana gösterdik. Rüyayı, bazıları Fetih Sûresi'nde gelecek
olan Mekke fethi rüyası, bazıları da Bedir'de müşriklerin ileri
gelenlerinden her birinin yıkılacakları yerleri gösteren Bedir'le
ilgili rüyadır, demişlerdir. Fakat bu âyet, Mekke'de indiğinden dolayı
Medine'de olan o rüyalarla yorumlanması uygun olamaz. Doğru olan görüş,
âlimlerin çoğunun açıkladığına göre, bu gösterme ve görmenin, sûrenin
başında geçen İsra âyetindeki "Ona âyetlerimizi göstermek için"
görmesine işaret olmasıdır. Çünkü orada uzun uzadıya açıklandığı gibi
bu olağanüstü Mirac olayı üzerine o müşrikler iman etmek şöyle dursun,
iman edenlerden bazılarının bile dinden çıkması gibi büyük bir fitne
olmuşlardı. Burada rüya olarak ifade edildiğinden dolayı Mirac'ın
uykuda meydana gelen bir rüya olduğunu zannedenler olmuşsa da bu da
doğru değildir. Çünkü uykuda görülen rüyada şuraya buraya gitmek,
göklere çıkmak herkesin başına gelebilir. Ve açıkça biliniyor ki, böyle
bir rüya gördüğünü söyleyen kimseye karşı çıkarak onun bu rüyasını
kabul etmemekle de hücum edilmez. Eğer Mirac uykuda görülen bir rüyadan
ibaret olsa idi, onun bir fitne yapılmasının anlamı olmazdı. Doğrusu
rüya aslında vezninde masdardır. Örfe göre uyku halinde görülen şeylere
isim olmuşsa da aslında mânâsı, görmektir, görmek demektir. Bu âyette
de bu esas mânâsı üzerine söylenmiştir. Ancak burada buna rü'yet
(görmek) denilmeyip de rüya denilmesinin nüktesini düşünmek gerekir.
Bunda üç görüş vardır: Birincisi, bu görme geceleyin meydana gelmiş bir
görmedir. İkincisi, bu anlatıldığı zaman müşrikler, sen bir rüya
görmüşsün demişler. Üçüncüsü, Mirac hadislerinde görüldüğü üzere, o
geceki görmeler arasında rüyadaki gibi örnek olarak gösterilmiş kısım
da vardı. Mesela cennet ve cehennemi açıkça görürken içlerindeki bütün
cennetlikleri ve cehennemlikleri de görmüştü. Halbuki bunların birçoğu
henüz dünyaya bile gelmemiş olduklarından bunların, olmadan önce
kendilerine benzeyen şekilleriyle görülmüş oldukları anlaşılır. Öyle
ise mânânın özeti şu olur: İsrâ gecesi sana gerçekten bizim
gösterdiğimiz o Mirac görüşü âyetlerimizden en büyük bir âyet olduğu
halde, biz onu inat ederek âyet (mucize) istemekte olan o insanlar için
sırf bir fitne ve imtihan vesilesi yaptık. Gösterilen olağanüstü
alâmetlere rağmen inanmadılar da inadına yalanladılar. Bundan dolayı
Rabbinin bildiği gibi, bu imtihan ile de anlaşılır ki, hangi âyet
gösterilse yalanlayacaklardır.
Kur'ân'da lanet
edilmiş olan ağacı da, aynı şekilde onlar için bir fitne (vesilesi)
kıldık. Bu lanetlenmiş ağaçtan maksat, Buharî ve diğer hadis
kitaplarında rivayet olunduğu üzere zakkum ağacıdır. Ki Sâffât
Sûresi'nde: "Yoksa zakkum ağacı mı? Biz o ağacı zalimler için bir fitne
(vesilesi) yaptık O, cehennemin dibinden çıkan bir ağaçtır.
Tomurcukları, şeytanların başları gibidir. Onlar, ondan yiyecekler ve
karınlarını onunla dolduracaklar. Sonra üzerine kaynar su katılmış bir
içki, şüphesiz onlar içindir" (Sâffât, 37/62-67); Duhân Sûresi'nde:
"Şüphesiz zakkum ağacı, günahkârların yemeğidir. Pota gibi karınlarında
kaynar. Sıcak suyun kaynaması gibi." (Duhân, 44642-46); Vâkıa
Sûresi'nde: "Sonra siz ey doğru yolu kaybetmiş yalanlayıcılar! Mutlaka
zakkum ağacından yiyeceksiniz. Onunla karınlarınızı dolduracaksınız.
Onun üzerine de kaynar su içeceksiniz." (Vâkıa, 56/51-54)
buyurulmuştur. Rivayet ediliyor ki, bu âyetler indiği zaman Ebu Cehil
demiş ki: " Muhammed sizi öyle bir ateşle korkutuyor ki, taşları
yakarmış. Sonra da diyor ki o ateşte ağaç biter!" İbnü'z-Ziba'ra da:
"Biz zakkum diye ancak hurma ile kaymağı tanırız" demiş. Bunun üzerine
Ebu Cehil cariyesine emredip hurma ve kaymak hazırlatmış ve
arkadaşlarına: "haydi zakkumlanın!" demiş ve bunun üzerine zakkuma aşık
olup İslâmiyet'ten çıkanlar olmuştu. Bu beyinsizler, deve kuşunun köz
ve kızgın demir yuttuğunu ve yeşil ağaçta ateş gizlendiğini gördükleri
halde, bunları yapan Allah'ın kudretinin ateşin kökünden cehennemin
dibinden çıkaracağı ağacı inkâr etmek ve küçümsemekle ne kötü
aldanmışlardı. Bu lanetlenmiş ağaç hakkında birkaç söz daha söylenmiş
ise de en güvenilir ve en doğru görüşe göre zakkum ağacı olmasıdır.
Bunun bu şekilde bu âyetin sonunda zikredilmesi ise, İsrâ'yı yalanlayan
o inatçıların lanete hayranlıklarına işaret eden dehşetli bir uyarıdır.
Nitekim buyuruluyor ki ve biz onları korkutuyoruz da o korkutma onlara,
büyük bir azgınlıktan başka bir şey artırmıyor. Neden mi?
61-65-
"Benim
kullarım" ifadesindeki tamlama şereflendirme içindir. Maksat, ihlaslı
kullardır. "Doğrusu şeytanın, inananlar ve yalnız Rabblerine güvenenler
üzerinde bir nüfuzu yoktur." (Nahl, 16/99) âyetinde buyurulduğu gibi.
71-77- Her
insan
toplumunu önderleriyle çağıracağımız o günü düşünmeli. İmam, hidayet ve
delalette öne geçirilip arkasına düşülen, kendisine uyulan kimse
demektir ki, bir peygambere, bir kitaba, bir dine, bir mezhebe veya
herhangi bir başkana, bir kumandana denilebilir. Şu halde o gün, her
insan topluluğu ilâhî veya şeytanî önderlerine nisbet edilerek, mesela:
Ey İbrahim ümmeti, ey Musa ümmeti, ey İsa ümmeti ve ey Muhammed ümmeti
diye veya ey Firavun halkı, ey Nemrud halkı v.s. diye veyahut
dinlerine, kitaplarına, mezheplerine nisbet ile ey falan ümmet, falan
millet diye çağırılacaklar. "Kimin kitabı sağ eline verilirse işte
onlar kitaplarını okuyacaklar ve en küçük bir haksızlığa
uğratılmayacaklar" Ve bu dünyada kör olan, yani bu dünyada kalp gözü
kör olup da doğru yolu görmeyen, hak imama uymayan, o üstün kılınma
ve şereflendirme nimetlerine karşı nankörlük eden ahirette, yani ahiret
hususunda daha kör ve yolca daha yanlıştır. Onun için ahirette kör,
sağır ve dilsiz olarak ve yüzün koyu sürünerek haşr olunacaklar ve
kitapları sollarından verilecektir.
Sen şuna bak:
78- Namazı
devamlı kıl ve kıldır. Güneşin zevali (batıya kayması) dolayısıyla gece
karanlığına kadar ki öğle, ikindi, akşam, yatkı vakitlerini içine alır.
Rivayet
edildiğine göre Hz. Peygamber buyurmuştur ki: "Güneşin batıya kayacağı
vakitte Cebrail geldi, bana öğle namazını kıldırdı" Sabah Kur'ân'ını
da, yani kırâeti özellikle önemli olan sabah namazını da dosdoğru kıl.
Muhakkak sabah Kur'ân'ı şahitlendirilmiştir. Ona gece melekleri de
gündüz melekleri de hazır ve şahid olur ve bütün kâinat uyanır, insanın
gözle görme zevki yükselir.
79-
Gecenin bir
bölümünde de sadece sana ait bir nafile olarak teheccüd namazını kıl
Rabbinin seni öğülmüş bir makama göndermesi kesindir. Burada "Kulum
nafile namazları kılmakla bana yaklaşmaya devam eder, nihayet ben onun
kulağı, gözü ve kalbi olurum." kudsi hadisinin mânâsıyla olan ilgi
açıktır. Makâm-ı Mahmud: Herkesin hamd ile yücelteceği muazzam makam
demektir ki, hamdin gerçek anlamının dayanağı olan mutlak yakınlık
makamı, yani hadislerde rivayet edildiği üzere Livaül'l-hamd altında
büyük şefaat makamıdır.
80- Ve de
ki,
yani teheccüd namazını kılıp şöyle dua et ki: Rabbim! Gireceğim yere
dürüstlükle girmemi sağla ve çıkacağım yerden de dürüstlükle çıkmamı
sağla. Yani herhangi bir işe veya herhangi bir yere koyarken tam
dürüstlükle kabul olunan ve razı olunan bir şekilde koy ve herhangi bir
işe veya bir yere çıkarırken de yine tam bir dürüstlük ile kabul olunan
ve razı olunan, övülen bir şekilde çıkar. Bundan dolayı emrettiğin
kulluk vazifelerinin girişinde, çıkışında, yüklediğin peygamberlik
görevinin yerine getirilmesinde ve tamamlanmasında doğruluk ve
dürüstlükle başarı ihsan edip ahiretin girişi olan mezara koyduğunda
dürüstlükle koy ve çıkarıp öldükten sonra dirilttiğinde de dürüstlükle
dirilterek gönder ve tarafından bana, kâfirleri, mağlup edecek kudretli
bir yardımcı ver. Bana gizli kahredici bir delil, mağlup edici bir
kudret tahsis et ki, onun saltanatı karşısında kâfirler mağlub ve
kahredilmiş, iman edenler üstün gelmiş ve zafer kazanmış olsun.
81- Dikkat
etmeye değerdir ki, bu duanın kabul edildiğini müjdeleme tarzında da
şöyle buyurulmuştur: Yine de ki:
Hak geldi batıl
yok oldu Gerçekten batıl, daima yok olmuştur. Hz. Muhammed'in
peygamberliği ile hak dinin gelmesi anından itibaren gerçekten kâfirlik
ve Allah'a ortak koşmanın yok oluşu başlamış, daha sonra Mekke
fethedildiği zaman Ka'be'den putları atarken Hz. Peygamber bu âyeti
okuyarak önce verilen bu haberin doğruluğunu ilan etmişti.
82- Hak ne
ile
geldi, denecek olursa, işte cevabı şudur: Biz Kur'ân'dan öyle âyetler
indiriyoruz ki, müminler için şifa ve rahmettir. Burada dünya türlü
türlü kaygı ve hastalıklar, bela ve sıkıntı ile dolu bir hastahaneye,
Peygamber bir doktora, Kur'ân da şifa verici ilaç ve yeterli gıdaya
benzetilmiş oluyor. Şüphe ve iki yüzlülük, kâfirlik ve uyuşmazlık,
zulüm ve haksızlık, hırs, ümitsizlik, işsizlik , cahillik, taklid,
bağnazlık, kötü niyetli olmak gibi ahlâkî ve sosyal, psikolojik
hastalıklara karşı Kur'ân'ın şifa ve rahmet olduğu kesin bir gerçektir.
Bundan başka maddî hekimliğin, tedavisinde aciz kaldığı nice vücut
hastalıklarına karşı da Kur'ân'ın şifa bağışlayan özellikleri, yetkili
kimselerin öteden beri gördükleri bir husustur. Bununla beraber
zalimlerin ise, ancak zararını artırır. Hakkı sevmeyenler inanmazlar da
o şifa ve rahmetten faydalanamazlar ve bu şekilde zararlarını
artırmaktan başka bir şey yapmazlar, kendi nefislerine zulmederler.
83-Bunun
sebebi
de biz o insana, o çok zalim ve çok bilgisiz olan insana nimet
verdiğimiz zaman yüz çevirir ve yan çizerek uzaklaşır. Nimetle şımarır,
nimet verenden yüz çevirir, nankörlük eder. Ona zarar ziyan dokununca
da son derece ümitsizliğe düşer. İşte böyle nimet halinde teşekkür,
zarar halinde ümit ve dua özelliği bulunmayan insanlardır ki, o
zalimlerdir. Kur'ân böylelerinin zararını artırır. Böyleleri,
müjdelemekle de yola gelmez, korkutmakla da.
84- De ki
hepsi,
iman edenler de etmeyenler de kendi hal ve niyetine göre iş yapar.
"ŞÂKİLE"
kelimesi tabiat, âdet, din, ahlâk, niyet, mizaç ve yaratılış, birbirine
benzeyen yollar gibi değişik ve fakat birbirine yakın mânâlarla tefsir
edilmiş ise de en kapsamlı mânâsı sonuncusudur. Yani herkes kendi durum
ve mizacına uygun olan yolda hareket eder. Başka bir ifade ile özel
hislerine göre iş yapar. Bu durumda en doğru yola gideni Rabbiniz en
iyi bilendir. Yani herkes kendi mizacına göre hareket ederek hoşuna
giden yolu tutmakla doğru yol tutmuş olmaz. Bir din veya mezheb
herhangi bir kişinin veya toplumun mizaç ve duygularına uygun gelmekle
hemen doğru olamaz. Hak din, Allah'ın kitap ve Resulü ile
bildirdiğidir. Buna göre mizacı hakka uygun olan kimselere ne mutlu!
Mizac, ruh meselesine temas etmek dolayısıyla:
85-86-
Sana
ruhtan da sorarlar veya soruyorlar Siyerde İbnü Abbas'tan
nakledildiğine göre Kureyş Nadr b. Hâris ile Ukbe b. Ebî Muayt'ı
Medine'deki yahudi hahamlarına gönderip: "Onlar, kitap ehlindendirler,
siz de bulunmayan bilgiler onlarda bulunur. Muhammed'i sorun bakalım"
demişler. Bunun üzerine ikisi birlikte Mekke'den çıkıp Medine'ye
varmışlar ve sormuşlar.
Yahudiler: "Ona
mağara halkından, Zulkarneyn'den ve ruhtan sorunuz. Eğer hepsine cevap
verir veya susarsa peygamber değildir. Ve eğer bir kısmına cevap verip
bir kısmından susarsa peygamberdir" demişler. Çünkü ruh, Tevrat'ta
kapalı olarak ifade edilmiş. Onlar, gelmişler sormuşlar. Bunun üzerine
iki kıssa, yani Ashab-ı Kehf ve Zülkarneyn kıssaları açıklanıp ruh
kapalı bırakılmış olmakla sorduklarına pişman olmuşlardır. (Ashab-ı
Kehf ve Zülkarneyn Kıssaları için Kehf Sûresi, 18/9-22,
83-101Ayetlerinin tefsirine bkz.)
Ahmed, Nesaî,
Tirmizî, Hakim ve İbnü Hıbban ve daha birtakım muhaddisin İbnü
Abbas'tan yaptıkları rivayette ise; Kureyş, yahudilere demişler ki:
"Bize bir şey veriniz şu adama soralım." Onlar da "Ruhtan sorunuz"
demişler. Onlar sormuşlar, onun üzerine bu âyet inmiştir. "Sana ruhtan
sorarlar..." Bunlara göre bu âyet de Mekke'de inmiştir. Fakat Buharî'de
ve Müslim'de ve diğer kitaplarda rivayet edildiğine göre Abdullah b.
Mes'ud (r.a.) demiştir ki: "Ben Hz. Peygamber (s.a.v.) ile Medine'de
bir tarlada yürüyordum ve o, bir değneğe dayanıyordu. O sırada bir
bölük yahudi rastladılar, birbirlerine: "Şuna ruhtan sorunuz" dediler.
Bunun üzerine bir kısmı kalktı, ruhtan sordu. Sorunca Resulullah, ona
karşı bir şey söylemeyip sessizliğe daldı. Ben derhal bildim ki,
kendisine vahiy geliyordu. Olduğum yerde dikildim. Vahiy inince buyurdu
ki: "Sana ruhtan sorarlar. De ki: Ruh Rabbimin emrindendir. Size
ilimden sadece az bir şey verilmiştir." Buna göre ise bu âyet Medine'de
inmiştir. Bu bakımdan bazıları bu âyetin biri Mekke'de biri Medine'de
olmak üzere iki defa indiğini söylemişlerdir.
Yukarılarda da
geçtiği üzere ruh denildiği zaman başlıca üç görüş açısı göz önünde
bulundurulmuştur: Kendisi ile hareket yapılan şey, yani hareketin
başlangıcı; kendisi ile hayat olan şey, yani hayatın başlangıcı;
kendisi ile anlaşılan şey, yani anlayışın başlangıcı.
Hareketin
başlangıç noktası olması düşüncesiyle ruh, maddenin tam karşılığı
olarak kuvvet demek olur. Madde veya kuvvet, madde veya ruh denildiği
zaman bu düşünce kastedilir. Bu mânâ, ruhun en genel mânâsıdır. Mesela
elektrik bu mânâya göre bir ruh ve her hareket edici güç bir ruh
demektir.
Hayatın
başlangıcı düşüncesi ile ruh ise, bundan daha özel bir şeydir. Fakat
bunda da iki ayrı düşünce vardır. Birisi genel mânâsı ile hayattır ki,
bitkilerin hayatını da kapsar. Bu mânâya göredir ki, genel olarak
bitkilere bile ruh (canlı) denildiği olmuştur. Birisi de meşhur mânâsı
ile hayat, yani hayvanlara ait hayattır ki insana ait hayat ile son
bulur. Bu mânâya göre ruh, bitkilere ait ruhtan daha özel olup onu da
kapsamaktadır.
Sonra idrak
(anlayış)ın başlangıcı, yani duyumla beraber olan sade vicdandan,
bilgi, anlama, ilim, irade, konuşma ve diğer şeyler gibi en yüksek
derecelere kadar şuurla ilgili bütün olayların ve dolayısıyla bir
manevî hayatın vasıtası olması itibariyle ruh gelir ki, ruhun en seçkin
özelliğini ifade eden bu mânânın en açık görüntüsü insanın nefsinde
tecelli ettiğinden buna insan ruhu denilmiştir. İnsanın nefsini hayvanî
ruhtan ayıran ve insana ait bilgiyi hakka ulaştırarak kendini ve
başkalarını bildiren bu ruh hakkındadır ki "Ruhumdan ona üflediğim
zaman..." (Hıcr, 15/29) buyurulmuştur. Biz bunu (ruhu) kendisi ile
duyar, vicdan, irade, akıl erdirme, içten konuşma gibi etkileri ile
tanırız. Her insanda bu ruhun bir parıltısı bulunduğunda şüphe yoksa da
insan nefsinin, bu ruhun aynı olup olmadığında ihtilaf edilmiştir.
Fakat ruh gerçeği, insan gerçeğinin ötesinde olmasaydı, insan, eşyanın
bizzat kendisinden hiçbir gerçeği anlayamaz veya bütün gerçeğin,
insandan meydana gelmiş olması gerekirdi. Halbuki insanın bilmediği pek
çok şey vardır. Ne kadar az olursa olsun bildiği de yok değildir.
Bundan dolayı, idrakin başlangıcı olan ruh, insanın fizikî hayatında
vücuduna üfürülen hava, ışık, sıcaklık gibi manevî hayatında nefsine
üfürülen bir başlangıçtır ki, insan nefsinin yaratılışı hidayet ve
doğru yolu kaybetmemedeki payı olan üfürme derecesi ile uyumludur.
De ki: Ruh,
Rabbimin emrindendir. Burada emr, "ümur"un müfredi (tekili), yani iş;
yahut "evâmir"in tekili, yani kumanda mânâsına gelir. Tefsircilerin bir
çoğu min" in beyaniye veya bazısı, bir kısmı mânâsına tebîziye, emrin
(işin) Rabbe izafeti'nin (rabb ile tamlama halinde bulunması) de
bilginin tahsis edilmesi mânâsına olması üzere şöyle tefsir
etmişlerdir: "Ruh, ancak Rabbinin bileceği iştendir, ruhun hakikatı
öyle şeylerdendir ki, onunla ilgili bilgiyi Allah Teâlâ kendine tahsis
etmiştir" Bu şekilde cevap, "İlim, ancak Allah katındadır" (Mülk,
67/26) denilmiş gibi olur. Eğer ruh hakkındaki soru "niçin herkese aynı
derecede ruh verilmiyor da yaratılış değişiyor diye herkesin ruhî
durumlarındaki ayrılığın hikmetinden sorulursa bu tefsire diyecek
yoktur. Çünkü bu husus, yaptığından sorumlu olmayan yüce Allah'ın
yalnız varlıklar üzerindeki iradesine ait olduğundan ancak onun
bileceği bir iştir. Âyetin hemen ardında "eğer biz dileseydik"
buyurulması da bununla ilgilidir.
Fakat ruhun
gerçek mahiyeti veya hükümleri açısından soru düşünüldüğü zaman, bu
cevapta hiçbir şey bildirilmemiş denemez. Bilakis bunda ruhun özü ve
hükmüyle ilgili bütün fizik ötesi tartışmaları kesip atan bir tanımlama
verilmiştir. Şöyle ki: "Bir şeyin olmasını dilediği zaman, O'nun emri
sadece "ol" demektir. O da hemen oluverir." (Yasin, 36/82) âyeti
gereğince Rabbin emri, bir şeyi irade edince Allah'ın işi başka hiçbir
şart ve sebebe muhtaç olmaksızın yalnız "ol" demekle hemen oluvermekten
ibaret bir emirdir: Fiilî bir yaratılıştır, bir gereklilik ve etkidir
ki "Bizim emrimiz bir defadır. Ve göz kırpması gibidir." (Kamer, 54/50)
âyetinin mânâsına göre basit bir göz kırpmasının ifade ettiği ani bir
irade veya his işi gibi bir defadır. Şu halde ruhun, Allah'ın emrinden
olması, yüce Allah'ın yalnız "ol" emrinden yaratılan ve başka bir unsur
ve çıkış yeri bulunmayan ilâhî bir harika olması demek olur. Birtakım
müfessirler de bu mânâyı tercih etmişlerdir.
Bu mânâda "emir"
kelimesinin fâiline mûzaf olduğu bellidir. "Min" başlangıç mânâsına
olduğu takdirde ruh, emrin eseri olan basit ve yaratılmış özel bir
cevher olarak düşünülebilir. "Min", maddeyi açıklama mânâsına geldiği
takdirde ise ruh, Rabbin emri cinsinden yalnız bir iş, özel bir etki
demek olur. Burada şöyle meşhur bir soru vardır: "Allah her şeyin
yaratıcısı ve herşey Allah Teâlâ'nın yaratma emri ile meydana
getirilmiş ve yaratılmış olduğuna göre bu mânâ, "ruh, eşyadan bir şey
veya işlerden bir iştir" demeye eşit olmaz mı? Ve o durumda bununla
ruhun özelliğini anlatan bir tanımlama verilmiş olduğu nasıl
söylenebilir? Yukardaki açıklamalarda bu soruyu geçersiz kılan kayıtlar
ve işaretler vardır .Bunu daha fazla bir açıklıkla anlamak için de "İyi
biliniz ki, yaratmak ve emretmek O'na mahsustur." (A'râf, 7/54) yüce
âyetini göz önünde tutmak gerekir. Görülüyor ki orada emir, yaratmaya
karşılık olarak zikredilmiştir. Burada ise iki yorum vardır:
Birincisi:
Yaratma, takdir, yani miktar ve nicelik vermek mânâsı itibariyle madde
ve cisimleri yaratma ve icad etmektir. Kayıtsız yaratmada kullanılması
ise genelleştirme iledir. O halde buna karşılık emir, maddeye karşılık
ve hacimsiz olarak düşünülen genel kuvvetler gibi, soyut olan işleri
gerektiren fiil ve etkidir. Nitekim Âdem hakkında "Allah Âdem'i
topraktan yarattı. Sonra ona "ol" dedi ve o da oluverdi." (Al-i İmrân,
3/59) buyurulması bu farkı gösterir.
İkincisi: Emirde
kumanda mânâsının esas olmasıdır. Bu yönüyle emir, yaratılan bütün
yaratıklar üzerinde yapılan ve yapılacak olan tasarruf ve egemenlik
işleri ile, bu işleri meydana getiren gereklilik ve etki fiiline uygun
olur ki, Rab olma sıfatının tecellisi bununladır. "Daha sonra
kudretiyle Arşı kuşatan Allah'tır. Bütün işleri nizama koyan O'dur."
(Yunus, 10/3) ifadesi, bunu gösteriyor. Şu halde yaratma, emrin tatbik
yerini meydana getiren iş, emir de mahlukatın zorlama veya iradeye
bağlı terbiye işlerini ifade eden fiildir. Ve ruhun tarifindeki emir,
yaratılışın karşılığı olan Allah'a ait bu itibarı ifade için, özellikle
Rab ismine muzâf (tamlanan) kılınmıştır. Bununla beraber bu tamlama,
ruhun bütün kuvvetleri kapsayan genel mânâsını ortaya koyarsa da özel
mânâsı ile ruhun ancak cinsini bildirir. Bu cins içinden özel mânâsı
ile ruhu tanıtacak olan husus ise Rab kelimesinin birinci şahsa olan
"Rabbî = benim Rabbim" izafetidir. Şu halde ruhun cinsi, Rabbin
kendisine özel olarak izafeti de bir bölümü hükmünde olarak ruhun bir
gerçeği ile ilgili olarak bir sınırını ifade eden tanımlamasını vermiş
olur. Mânâsı şu olur: "Ruh, benim malikim olup beni terbiye eden
Rabbimin bütün mahlukatı üzerindeki ilâhlık emrinden bir emirdir ki,
bana kendimi ve Rabbimi tanıtır". Demek ki bir ruh tasarlanmasında
aslolan şu üç duygudur: ben, emir, Rab. Ruh, işte eneye Rabbin özel bir
etkisi ile tamlamasını ifade eden emirdir. Bu özel tamlama, bu emir
olmayınca kimse kendini duymaz, herkes bu tamlama nisbetinin özelliğine
göre kendisini duyar, kendini duymayanda ruh olmaz. Kendini tanımayan,
o izafet nisbetinden hissesine göre ruhu duyar; ruhu duyan, Rabbini
duyar. Bundan dolayıdır ki, ruhu Rab zannedenler, Rabba ruh diyenler,
üçlü ilâh inancına sapanlar olmuştur. Onun için cevabında bu yanlışlar
da düzeltilerek anlatılmıştır ki ne ben, ne de ruh, rab değildir, Ruh,
enenin Rabbinin emrindendir.
Burada dikkate
değer önemli bir nokta daha vardır. hitabında Rabbin muzafın ileyhi
(tamlayanı) olan birinci şahıs zamiri yâ, her şeyden önce Resulullah'ın
sidir. Ona olan izafet-i Rabbaniye (Rab kelimesinin tamlaması),
Muhammed realitesinde meydana çıkan tecelliler ise "Gerçekten Rabbinin
sana lütfu çok büyüktür" diye açıkça ifade edileceği üzere çok büyük
olduğundan bu görüş açısından tamlamanın ifade ettiği tanımlama
kendisine Rûhü'l-Kudüs ve Rûhü'l-Emîn denilen Cebrail'i bile kapsamına
alan yüksek bir topluluğu içine alır. Bu itibarla tarifinden tasarlaya
bileceğimiz mânâ şu olur: "Ruh, beni terbiye eden, bu cümleden bana
vahiy ve peygamberlik veren, beni İsrâ ile Mirac'a yükselten, beni bir
şefaat makamına gönderen ve bana Kur'ân'ı indirmekte bulunan Rabbimin
emrinden bir emirdir ki, ben kendimi ve Rabbim olan yüce Allah'ı onunla
bilirim."
Ve size ilimden
ancak biraz verildi. Hiç verilmedi değil, fakat az verildi. Bildiğiniz
de az, bilişiniz de azdır. Çünkü ilminiz, sonradan olmuştur,
bağıntılıdır. Sofestâîlerin dediği gibi hiçbir şey bilmez değilsiniz,
bazılarının iddia ettikleri gibi bütün gerçekleri bilir de değilsiniz.
Hak'tan bazı şeyler bilirsiniz, amma gerçeğin bütün derinliğine değil,
bazı yönler ile, ruhunuzun mertebesine göre, Rabbinizi tanıyacak,
vazifelerinizi anlayacak kadar orantılı bir şekilde bilirsiniz. Şu
halde ruh hakkında bilebileceğiniz de bu kadardır.
Bazı müfessirler
bu hitabın soruyu soranlara ait olduğunu söylemişlerdir. Çünkü " = de"
emrinin söylenilenin içinde bulunarak cevabın tamamlayıcısından olması
akla daha yakındır. Fakat rivayet olunuyor ki: Yahudiler, bu cevabı
işitince: "Bu hitap bize mi muhtaç?" demişler. Hz. Peygamber (s.a.v)
de: "Bilakis biz ve siz" buyurmuş. Bunun üzerine demişler ki: "Durumun
amma da tuhaftır, bazen "Kime hikmet verilirse ona, çok hayır verilmiş
olur" (Bakara, 2/269) dersin, bazen de böyle söylersin. Bize Tevrat
verildiğini ve onda her şeyin açıklaması bulunduğunu Kur'ân'dan
okuduğun halde, bize verilen ilme nasıl az dersin?" Resulullah (s.a.v)
da: "O, Allah'ın ilmine göre azdır. Allah, size o kadarını vermiştir ki
amel ederseniz faydalanırsınız" buyurmuş ve bu sebeple "Yeryüzündeki
ağaçlar kalem, deniz de mürekkep olsa ve yedi deniz de katılsa da
yazılsa, Allah'ın kelimeleri bitmezdi..." (Lokmân, 31/27) âyeti
inmiştir. Şu halde bu hitap, emrinin içinde olmayıp, yeniden başlayarak
ona eklenmiş bir cümle olmak üzere bütün insanlara genel bir hitap
demektir. Bütün insanlık ilmi, Allah'ın ilmine göre azdır. O'nun
tarafından verilmiş, itibarî, bitmeye mahkum ve sınırlıdır. Allah'ın
ilmi ise zatına ait olup herşeyi kuşatmış ve bilgileri sonsuzdur. İlmin
tamamı yüce Allah'ın zatî hakikatini bilmeye bağlıdır ki, onu ancak
kendi bilir.
Burada şunları
da kaydetmemiz yararlı olacaktır:
1- Demek ki
"Allah, Âdem'e bütün isimleri öğretti". (Bakara, 2/31) âyeti gereğince
Âdem'e bütün isimlerin öğretilmesi, ismi olan her şeyin gerçeğinin
öğretilmesi demek değildir. İsimleri öğretmek Allah'ın ilmine göre az
bir ilimdir. Bu nokta felsefede "ismiyye" ekolüne bir temel olabilir.
2- "Herşeyi
açıklamak için..." (En'âm, 6/154), "Herşeyi etraflıca beyan etmek
için..." (Nahl, 16/89) gibi âyetler, bütün eşyanın hakikatı mânâsına
olmayıp insanların din ve ahkâm (şerî hükümler) açısından muhtaç
oldukları her şey mânâsına izafî (göreli) bir kapsama sahiptir
demektir. Ve nitekim öteden beri öyle tefsir edilmiştir.
3- İnsan
bilgisinin azlığı, yalnız ruhu bilme açısından zannedilmemelidir. Çünkü
diğer şeylerle ilgili bilgilerimizin bile dayanağı ruh olduğundan
onlarla ilgili bilgimiz, ruhumuza ait olandan çok değildir.
4- Bu hitapta
insanlara ilimden pay veren bir şeref ve aynı zamanda insanlığın ilmî
gururunu kıran bir darbe ile, Hakk'ın huzurunda "Biz seni, sana layık
olan bir şekilde tanıyamadık" itirafı ile alçak gönüllü olmaya davet
eden bir uyarı vardır. Demek Allah katında ilmin sonsuzluğu, insanlar
için her hususta ilmin elde edilmesinin mümkün olduğunu ortadan
kaldıran bir ümitsizlik delili değil, ilimde ilerleme imkanının
sonsuzluğunu sağlayan bir bilgi başlangıcıdır. Bundan dolayı insan
sonsuzluğa giden bir aşk ve inanç ile Allah için ilme çalışması ve
fakat ilimde hangi ilerleme mertebesine ulaşırsa ulaşsın insan ilminin
az yine az; Allah'ın ilmine göre, denizlere oranla bir damladan bile az
olduğunu bilerek hiçbir zaman gururlanmaması gerekir.
Şunu da
unutmamak gerekir ki, insanın ilmi Allah tarafından verilmiş olduğu
gibi, yok olabilir de. Bir insana en büyük ruhun, en yüksek ilmî
mertebenin verildiği de farzedilse, onu emriyle dilerse bir anda
alıverir. İşte gururdan sakınmak için bu gerçeğin bilinmesi çok önemli
olduğundan bakınız, yüce Allah, Peygamberine olan üstünlüğünün
büyüklüğünü âyette ifade etmekle ona verdiği ilmin azlıktan istisna
edilmiş olduğunu açıklama sırasında, her şeyden önce bu gerçeği öne
alıp, açıkça ifade ederek, hem de yemin ve pekiştirme ile, yücelik ve
ululuk ifade eden çoğul kipi ile ve diğerlerine son derece etkili ve
anlamlı bir ibret olması için özellikle Hz.Peygambere hitapta açıkça
anlatarak buyurmuştur ki: "And olsun ki, dilersek o sana vahyettiğimizi
elbette ortadan kaldırırız." Yani Rûhü'l- Kudüs ile indirdiğimiz, bütün
fitnelere karşı tesbit ettiğimiz, müminlere şifa ve ilmimizin ruhu olan
o yüce Kur'ân'ı bile hafızalarınızdan siler alıveririz. Sonra kendin
için bize karşı bir yardımcı da bulamazsın. Yani aldığımızı bizden
bizzat kendin geri alamayacağın gibi vasıta ile geri alabilmek için, ne
ruhtan ve ne başka şeylerden dayanacak bir vekil, tutunacak bir kuvvet
bulmana da imkan yoktur.
87- Ancak
Rabbinden bir rahmet olursa başka. Her zaman yalnız ona dayanabilirsin
ve işte ona vahyettiğimiz gibi onu koruyan ve sürekli kılan da O'dur.
Rabbinin sana özel izafeti ile nimet vermesi ve ihsanı ve bu yüzden
âlemlere yaymak istediği geniş rahmetidir. Gerçekten Rabbinin sana olan
fazileti, ihsanı ve lütfu çok büyüktür. Diğerlerine benzetme kabul
etmeyecek derecede büyüktür.
88-Onun
için tam
güvenle Yemin olsun ki bütün insanlar ve cinler, bu Kur'ân'ın benzerini
getirmek için bir araya gelseler hiçbir zaman onun bir benzerini
getiremezler. İnsanlar ayrı, cinler ayrı uğraşsalar getiremezler ya.
Hatta birbirlerine yardımcı olsalar bile (benzerini) getiremezler.
Kur'ân böyle büyük bir mucizedir. Şimdi yalnız bu âyetin ne kadar
kapsamlı, ne kadar kuvvetli, bütün insanlar ve cinler ile gelecek
üzerinde böyle en yüksek bir yakîn (kesinlikle) hüküm vermenin, ne
büyük bir gayb ilmini kapsadığını ve dolayısıyla başlı başına nasıl
büyük ve kalıcı bir mucize meydana getirdiğini insaf ile etraflıca
düşünmeli. Bu sözün Allah'ın ilminden bir ilim getirmiş olduğuna nasıl
şüphe edilebilir?.
Bu âyetin iniş
sebebinde rivayet ediliyor ki, önceki yahudilerden bir grup: "Ey
Muhammed!" demişler. "Bize şu getirdiğin hakkı açıkla, bu Allah
katından gelen bir hakk mıdır? Çünkü biz bunu Tevrat'ın düzenli bir
şekilde dizilişi gibi birbirine uygun olup nizamlı bir şekilde dizilmiş
olarak görmüyoruz" Hz. Peygamber (s.a.v) buyurmuş ki: "Vallahi siz,
bunun Allah katından gelen bir hakk olduğunu çok iyi biliyorsunuz."
Bunun üzerine onlar: "Amma bu senin getirdiğin gibisini biz de sana
getiririz." demişlerdi ve bunun üzerine yüce Allah, bu âyeti indirdi.
Diğer taraftan Kureyş'ten bir topluluk da: "Bize bu Kur'ân'dan başka
olağanüstü bir âyet getir, yoksa bunun benzerini biz de yapabiliriz."
demişlerdi ki, olağanüstü âyet dedikleri bundan sonra "Kâfirler şöyle
dediler: Bizim için yerden suyu kesilmeyen bir kaynak çıkarmadıkça sana
iman etmeyeceğiz." (İsrâ, 17/90) âyetlerinde açıklanacak olan öneriler
olacaktır. Bu âyet, ile bütün bunlara kesin cevap verilmiş, o gün bu
gün bunca asırlardan beri bütün tecrübe ve teşebbüslerin karşısında bu
cevap, tam bir doğrulukla gerçekleşerek heybet ve ululuğunu artırmış
durmuştur. (Bakara, Sûresindeki "Onun benzeri bir sûre meydana
getirin."; (2/23) Hûd Sûresi'ndeki, "De ki: Siz de Kur'ân'ın benzeri,
on uydurma sûre meydana getirin bakalım. Eğer iddianızda doğruysanız,
Allah'tan başka yardımını isteyebileceklerinizi de çağırın..."; (11/13)
Hıcr Sûresi'ndeki "Onun (Kur'ân'ın) koruyucusu da şüphesiz ki biziz"
(15/9 âyetlerinin tefsirine bkz.) İşte Kur'ân'ın her hükmü böyle ilim,
böyle şüphesizdir.
89-93-Böyle
bir
peygamberi gören o kâfirlerin iman etmeyip de bu kadar inat etmelerinin
sebebi nedir, denecek olursa:
101-104-
Ahiret
vaadi (kıyamet) geldiği vakit, hepinizi toplayıp biraraya getireceğiz.
Buradaki ifadesinin sûrenin başında geçen yani "ikinci defa olan
fesadın zamanı" mânâsına olması düşünülebilirse de "eğer siz kötülüğe
dönerseniz, biz de cezalandırmaya döneriz." (17/8) âyetinin) mânâsına
bakılarak "ahiret yurdu vaadi" mânâsına olması tekrardan uzak ve daha
açıktır ki, kıyamet demek olur...
Özetle ey
Muhammed!
105- Onu,
Kur'ân'ı hak ile indirdik ve o, hak ile indi. Yani hiç bozulmadan
indirdiğimiz gibi hakkıyla indi; nazmı da hak, inişi de hak, indiği de
haktır. Hakk'ın hikmeti ile hakikaten hak Peygambere inmiştir. Onun
haber verdikleri muhakkak olacaktır. Ve seni ancak bir müjdeci ve
uyarıcı olarak gönderdik. İman ve itaat edenlere sevabın ve kâfirlere,
isyan edenlere azabın olacağını bildireceksin. Yoksa herkesin
istediğini yapacak, inatçı kâfirlere zorla iman verip kurtaracak
değilsin. O halde sen müjdeleme ve uyarma vazifeni yap, sonundan
korkma! Fakat o müjde ve uyarma bir defada bitecek değil, devam etmesi
gerekir.
106- Hem
bir
Kur'ân olarak ki ağır ağır zaman zaman insanlara okuman için, biz onu
ayırt ettik, kısım kısım yaptık ve onu peyderpey indirdik. Yani hepsini
birden değil, asıllardan ayrıntılara doğru, insanların her türlü
menfaat ve ihtiyaçlarına ve durumların gereğine uygun olmak üzere yavaş
yavaş indirdik. Onun için Kur'ân'dan bir hizib (cüzün dörtte biri) veya
bir aşır (on âyet) ve hatta bazen bir âyet, bağımsız bir kitap gibi,
başlı başına müjdeleme ve uyarmayı kapsayan bir derstir.
Alûsî,
tefsirinde der ki: "Beyhakî, Şuâb'ında Ömer (r.a) den şöyle dediğini
rivayet etmiştir: 'Kur'ân'ı beşer âyet, beşer âyet öğreniniz. Çünkü
Cebrail (a.s) onu beşer beşer indirdi". İbnü Asâkir de Ebu Nadre
kanalıyla rivayet etmiştir ki: "Ebu Sa'id-i Hudrî bize Kur'ân'ı sabah
beş ve akşam beş âyet öğretir ve Cebrail (a.s) beşer âyet, beşer âyet
indirdi, diye haber verirdi." demiştir. Bununla birlikte beşten daha
fazla ve daha az olarak inmesinin de gerçekleştiği sahih rivayetlerle
sabit bulunduğundan maksat, çoğu demektir."
107- De
ki: Ey
bu Kur'ân'a inanmayan cahiller! Siz buna ister inanın, ister inanmayın;
yani Kur'ân'ın doğruluğuna ve kemaline karşı sizin gibilerin inanıp
inanmamasının hiç önemi yoktur. İnanmanız onun kemalini artırmaz,
inanmamanız da ona eksiklik vermez; iman ederseniz faydası kendinize,
etmezseniz zararı yine kendinizedir. Artık siz düşünün. Şüphesiz ki
bundan önce kendilerine ilim verilen kimseler, Kur'ân inmeden önce,
daha evvel indirilen kitapları incelemiş olup da vahyin, kitabın, din
ve şeriatin ne olduğunu anlamış, peygamberlik delillerini öğrenmiş
değerli âlimler kendilerine Kur'ân okununca çeneleri üstü düşerek
secdelere kapanıyorlar.
108- Ve
diyorlar
ki: "Rabbimizi tesbih ederiz, ne büyük şan. Rabbimizin vaadi gerçekten
yerine getirildi." Yani önceki kitaplarda vaad ettiği o Peygamber
geldi. Haber verdikleri şeylerin hepsi olacaktır diye tesbih ve
şükrediyorlar.
109- Ve
ağlayarak çeneleri üstü kapanıyorlar ve o Kur'ân okundukça onların
huşularını (boyun eğmelerini) artırır.
Bunun bir
benzeri de "Peygambere indirileni işittikleri zaman, onun hak olduğunu
öğrendiklerinden dolayı, gözlerinin yaşla dolduğunu görürsün. Onlar:
"Ey Rabbimiz! İman ettik derlerdi." (Mâide, 5/83)
110- De
ki:
İster "Allah" diye dua edin, ister "Rahmân" diye dua edin Hangi isimle
çağırırsanız, güzeldir. Çünkü en güzel isimler hep O'nundur, O eşsiz
zatındır. Resulullah (s.a.v) bir gün Mekke'de "Ey Allah, ey Rahman "
diye dua ederken müşrikler işitmişler. Ve "Muhammed bir ilâha davet
ediyordu, halbuki kendisi iki ilâha dua ediyor" demişler. Onlara cevap
olarak Allah'ın bu emri inmiştir. Yani yüce Allah'ın bir çok isimleri
vardır ki onlar, en güzel isimlerdir. En yüksek güzellik, ululuk ve
saygı ifade eden en güzel isimler hep O'nundur. Bunların herhangisiyle
olursa olsun dua caizdir. Çünkü ismin bir kaç tane olmasından, isim
sahibinin birkaç tane olması gerekmez. Bütün esma-i hüsna (en güzel
isimler) ile dua, ortağı olmayan o bir zata (Allah'a) duadır.
Hem namazda
sesini fazla yükseltme. Namazda okurken veya dua ederken bağırma,
gösteriş ve saygısızlık lekesi olmasın. Büsbütün gizli de okuma. Yani
kendin işitmeyecek kadarda gizli okuma, Allah'tan başkasından
korkuyormuş gibi olmasın. Bunun arasında bir yol tut.
111-Ve de
ki
Hamd, Allah'a, her türlü yüceltme ile şükür, Allah'a. O Allah ki çocuk
edinmedi. Doğurmaktan uzak olduğu gibi evlatlık da edinmedi. Bundan
dolayı çocuk edindi diyenler onun şanını bilmediler. Yalan söylediler.
Mülkte O'nun ortağı yok. İki veya üç (Allah) diyenler, başkalarını
karıştıranlar iftira ettiler. O'nun acizlikten ötürü bir dosta da
ihtiyacı yoktur. Yani acizliğinden meydana gelen, zilletten korunmak,
izzet (yücelik) bulmak için yardım etmesine muhtaç olunan dosttan,
sevgili ve yardımcıdan ve ittifak eden kimseden de uzak ve beridir.
Üstünlük ve rahmetiyle sevdiği, velilik verdiği, Allah'ın dostları
denebilecek dürüst kulları olmaz değil ise de herhangi bir ihtiyaçtan
dolayı dost edindiği hiçbir veli de yoktur. Alçaklıktan uzak bizzat
aziz ve kuvvetlidir. "Kuvvet ve kudret tamamıyla Allah'ındır." (Fatır,
35/10) Ve onu tekbir ile yücelt de yücelt. Zatında da yücelt, sıfatında
da yücelt; yaptıklarında da yücelt, isimlerinde de yücelt. "Allah, en
büyüktür, Allah en büyüktür, Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur, Allah
en büyüktür, Allah en büyüktür. Hamd yalnız Allah'a mahsustur."
Rivayet ediliyor
ki, Abdulmuttalib çocuklarından konuşmaya başlayan her oğlan çocuğa Hz.
Peygamber (s.a.v) bu âyetini belletirdi. Ve buna "yücelik ve ululuk
âyeti" ismini vermişti.
Tesbih ve İsrâ
(gece yolculuğa çıkartma) ile başlayan bu sûrenin bu de hamd ve tekbir
emirleriyle bitmesi ne kadar güzel, ne kadar beliğdir. Bu hamd ve
tekbir emrinin "Gerçekten Rabbinin sana lütfu çok büyüktür" (İsrâ,
17/87) nimetine şüphesiz özel bir bağlantısı vardır.
İmam Ahmed b.
Hanbel, Tirmizî, Nesaî ve diğerleri Hz. Aişe (r.a) den rivayet
etmişlerdir ki, Resul-i Ekrem (s.a.v) bu sûre ile Zümer Sûresi'ni her
gece okurdu. Sahih-i Buharî'de İbnü Mesud'dan rivayet olunduğu üzere
yüce Peygamber (s.a.v) bu sûre ile bundan sonra gelen Kehf, Meryem,
Tâhâ, Enbiya Sûreleri hakkında buyurmuştur ki: "Bunlar ilk değerli
sûrelerdendir, yani Mekke'de inen sûrelerdendir ve bunlar, benim eski
servetimdendir." Yani Hz. Muhammed'e ait şan ve makama özel ilişkileri
olan, eskiden beri ezberlediğim sûrelerden, bana ait virdlerimdendir.
İşte "Rabbin seni Makam-ı Mahmud'a ulaştıracaktır." (17/79) müjdesini
veren İsrâ Sûresi'nden "Ey Muhammed! Biz seni ancak âlemlere rahmet
olarak gönderdik." (Enbiyâ, 21/107) ululamasını veren Enbiya Sûresi'ne
kadar bu beş sûrenin tertibi de bu temel üzeredir. Bakınız hamd ve
tekbir emri ile biten İsrâ Sûresi'nden sonra Kehf Sûresi'nin hamd ile
başlaması ne ahenklidir!
|
|