|
Elmalı Tefsiri
1. Açmadık
mı?
Açıp genişletmedik mi? Senin için.
Senin mutluluğun için göğsünü de nefesine genişlik, kalbine ferahlık,
nefsine
kuvvet ve ferahlık vermedik mi? İçinde bulunulan anda ve gelecekte,
dünya
ve ahirette bütün dilekleri izah edip de her zorluğu yenecek büyük bir
ruh ile şaşkınlıktan doğru yolu bulmaya, gamdan sevince, darlıktan
genişliğe
erdirmedik mi? Râğıb şöyle der:
Şerhin aslı,
eti ve benzeri şeyleri açmak,
yani açıp genişletmektir. Şerh-i sadr, yani göğsü açmak da bundandır
ki,
ilâhî bir nur ve Allah tarafından bir gönül rahatlığı ve bir ruh ile
onu
genişletmektir.
Şihâb yazarı
der ki: Aslı, eti yarıp açmak
olduğu ve bunda bir açılma ve içini ve içinde bulunanı açığa çıkarmayı
gerektiren bir genişletme bulunduğu için şerh ve genişlik kalb hakkında
da kullanılır olmuştur. Kederini gidererek sevinç ve neşe verecek şeyi
idrak etmesi bir şerh ve genişletme sayılmıştır. Çünkü onun sıkıntısını
açacak ve üzüntüsünü giderecek geniş bir nefes aldırmak gibi herhangi
bir
sebep, bir duygu, bir ilham ile ondan gaip veya ona gizli bulunan
sevinci
gerektiren bir şey ortaya çıkar ki bu, bir kitabı izah etmek mânâsına
şerh
denilmek gibidir. Sonra da bu mânâ kalbin mahalli olan göğüste mübalağa
için kullanılmıştır. Çünkü bir şeyin genişlemesi, onun içinde
bulunduran
şeyin de genişlemesini gerektirir. Onun için işitirsin ki, sevince
genişlik,
zıddına da darlık ismi verirler. Bu bir kaç mertebe vasıta ile kinaye
dallarına
ayrılan mecazlardandır. Lakin yaygınlaşmasından sonra gizlilik
giderilmiş,
vasıtalar kaldırılmıştır.
Bu yapılan
açıklama şerhin bir şerhidir. Şihâb
yazarı eti açmaktan kalbi açmaya ve ondan göğsü açmaya geçerek
gitmiştir.
Fakat eti yarıp açmaktan göğsü açıp genişletmeye, ondan nefes
genişliğine
ve kalbin açılmasına ve ondan nefsin manevi olan neşe ve genişlemesine
geçmek daha uygundur.
SADR, her
şeyin ön ve baş tarafı olduğu gibi,
insanın gövdesinin de belinden başına doğru ön ve içinden kalp ve
ciğerleri
kapsayan üst kısmı yani sine, göğüs veya bağır dediğimizdir. Arkadan
sırta
da zahr denilir. Yer ve cüz olma ilgisiyle kalb veya nefisten kinaye de
olur.
Dıştan göğüs
darlığı zayıflık işareti sayıldığı
ve içten göğüs darlığı (dıyk-ı sadr); nefes darlığı, kalb sıkıntısı,
elem,
ızdırap ve tahammül edememe olduğu gibi, dışından göğüs genişliği
(vüs'at-ı
sadr); kuvvet alâmeti, göğüs açılması; bir özlemi ortaya koyma, içten
göğüs
açılması; nefes genişliği, rahat, kalbin açılması; ruhun sevinç, şevk,
fikir, bilgi ve tahammül genişliği mânâlarını ifade eder. Bu şekilde
"şerh-ı
sadr", esasen göğsünü, bağrını açıp genişletmek demek olduğu halde
bununla
kalbe ferahlık vermek ve nefsi herhangi bir fiil veya söze açıp neşe ve
sevinç ile o fiil ve sözü almak üzere genişletmek mânâsından kinaye
edilmek
de yaygın olmuştur. Öyle ki şerh ve gönlün açılması denildiği zaman
maddi
olarak göğsü veya kalbi açmak veya yarmaktan ziyade manevi olan bu neşe
ve ferahlık mânâsı anlaşılır.
Alûsî der ki:
Şerhin aslı dağıtma ve genişletme
olup "izah" mânâsında kullanılması yaygın olduğu gibi nefsin ferahlığı
mânâsında da yaygın olmuştur. Hatta bunda örf olarak hakiki mânâdadır
denilse
uzak olmaz ve bu kalp ile ilgili olduğu zamandır. Kalbini şununla şerh
etti demek, onunla sevinçli ve ferah kıldı demektir. Çünkü kalp nefsin
konakladığı yer gibidir. Normal olarak da konaklanılan yerin
genişletilmesi
onda konaklayanın rahat ve ferah olması neticesini doğurur. Kalbin
mahalli
olan göğüsle ilgili olduğu ve göğsü açmak denildiği zaman da böyledir.
Bu genel olarak kalp genişliğini de ifade eder. Çünkü normal olarak bir
evin etrafını genişletmek evin genişliğiyle uygun olur. Geniş evin
etrafı
da genişletilir ki şirinliği artsın. Bundan hareketle nefsin neşe ve
ferahlığına
geçilir.
Kalp ve
göğüsle ilgili olduğu zaman bazan
da şerhten bilgiyi çoğaltmak mânâsı kastedilir. Denilmiş ki: Sanki
bilgiler
geniş bir alana muhtaç imiş ve kalp de onun mahalli imiş gibi hayal
edilir
de bilgiler çoğaldıkça kalbin de geniş olması gerekeceği düşünülür.
Bazı kere de
bundan nefistekinin çoğaltılması
kastedilir. Denilmiştir ki: Bu da, bilgileri genişletmek nefsin
genişletilmesini
gerektirir düşüncesiyledir. Bazı kere de "şerh-ı sadr" ile, nefsin
kutsal
güçler ve ilâhî nurlarla desteklenmesi mânâsı kast edilir. Öyle ki
nefis,
bilgi olaylarının meydanı, meleke yıldızlarının göğü, tecelli
türlerinin
Arş'ı, içe doğan bilgi sürülerinin yaygısı olur da artık onu herhangi
bir
durum, bir başka durumdan meşgul etmez, ona göre olacak, olan ve olmuş
bir ve eşit olur ve bu mânâlardan her biri bulunduğu makama göre murat
olunur. Yüce Allah'ın Resulüne nimetlerini sayma makamı olan bu makama
en uygun olan mânâ ise -Ragıb'ın da anlattığı gibi bu sonuncu mânâdır.
Bununla beraber diğer mânâlar da caiz görülmüştür.
Açık olan, bu
gönül rahatlığının Duha Sûresi'nin
inmesiyle hasıl olmasıdır. Bununla beraber A'la Sûresi'nde de bunun bir
mukaddimesi bulunduğu gibi, bundan sonra Kadr Sûresi'ne kadar bunun
mukaddime
ve sonuçlarını bir izah vardır. Tefsirciler "şerh-i sadr" ile ilgili
iki
görüş zikretmişlerdir:
BİRİNCİSİ,
haberlerde geldiği üzere çocukluğunda
veya peygamberliği sırasında veya İsra gecesinde cismani bir ameliyat
suretinde
göğsü yarılarak kalbi çıkarılıp yıkanmış, yine yerine konduktan sonra
iman
ve hikmetle doldurulmuş olmasıdır ki bu tartışmalıdır. Maddî kalp
yıkanmasının
iman, ilim, hikmet, şefkat gibi manevi şeylerle ilgi ve münasebeti
bulunduğuna
inanamayanlar bu husustaki rivayetleri mantıkî görmeyerek reddetmişler;
bu ameliyatın esas itibariyle mümkün olduğunu ve maddi temizliğin
manevi
temizlik ile de ilgi ve münasebetini düşünenler ise bunu kabul etmiş,
bununla
beraber burada muradın o olduğunda ısrar etmemişlerdir. Peygamberlikten
önce meydana gelen ve onun habercisi olan olağanüstü olaylar ve
kerametler
de inkar olunamazsa da sûrelerin tertibine göre buradaki göğüs yarmanın
ne peygamberlikten evvel, ne de peygamberlik sırasında değil,
Ve'd-Duha'nın
inmesiyle yahut daha sonra olması açıktır. Bu yönden cismani mânâyı da
gösteren en kuvvetli rivayet ise Mirac gecesiyle ilgili olarak Buhârî,
Müslim, Tirmizî ve Nesaî'de Katade'den rivayet edilen şu hadistir.
Demiştir
ki: Bize Enes b. Malik anlattı. Ona da Malik b. Sa'saa anlatmış.
Efendimiz
(s.a.v.) buyurmuş ki: "Ben Beyt'in yanında uyur uyanık arası bir halde
iken içinde Zemzem suyu bir altın tasla bana gelindi de göğsüm şuraya
ve
şuraya kadar yarıldı". Katade demiş ki: Enes'e ne kastediyor dedim:
"karnımın
aşağısına kadar dedi". Buyurdu ki: Derken kalbim çıkarıldı da Zemzem
suyu
ile yıkandı. Sonra tekrar yerine kondu. Sonra iman ve hikmet
dolduruldu.
Sonra Burak getirildi. Onun üzerinde Cebrail (a.s) ile beraber gittim.
Ta dünya semasına vardık..." Bundan en açık olarak anlaşılan uyku ve
uyanıklık
arası misali bir keşif ve müşahede olması ve asıl neticenin iman ve
hikmet
dolarak Mirac'ın vuku bulmasıdır. Burada bu mânâ murat edilebilir ve bu
şekilde bu sûre Mirac'a işaret olabilir. Ve'd-Duha'nın inişi sırasında
da bir keşf ve müşahede vukua gelmiş olduğuna göre de bir Mirac olmuş
demektir.
İsra gecesiyle Ve'd-Duha'nın inişi arasında ne kadar zaman bulunduğu
bilinmiyor
ise de Mirac hadislerinde bu sûrelerin içerdiği mânâlara tesadüf
edildiği
ve Ve'd-Duha'daki "gece" den murat İsra gecesi olduğuna dair de bir
rivayet
bulunduğu için bunların Mirac ile ilgili olduğunu kabul etmek gerekir.
Bunda ise cismani yarma ihtilaflı olduğu, ruhanî yarmada ise ittifak
edildiği
için, hangisi olursa olsun "göğsü yarmak"tan asıl murat, gaye olan son
mânâ olmalıdır. O da iman ve hikmet ile hakikatın açılmasıdır ki,
cisimler
onun için çalışır ve ona feda edilir. Hakikatte bir elem olan cismani
ameliyatlar
onun bir vesilesi olmak itibarıyla kolaylıkla aşılabilir. Bu nedenle şu
ikinci görüş ihtilafsızdır:
İKİNCİSİ,
"şerh-ı sadr" dan maksat, neticesi
marifet ve itaat olandır ki, bunu da birkaç şekilde izah etmişlerdir:
1. Hz.
Peygamber (s.a.v.)insanlara ve cinlere
peygamber gönderilince Allah'tan başka ilâhlardan ve onlara tapanlardan
uzak olmak suretiyle insanlar ve cinlerle uğraşmak önce zor gelmiş,
göğsünü
daraltmıştı. Fakat yüce Allah ona öyle âyetler göstermişti ki bunlarla
bütün o zorlukları aşma gücü ve imkanı bulmuş ve yüklenmiş olduğu her
meşakkat,
her şey gözünde küçülmüş idi. O şekilde ki kalbinden bütün tasa ve
düşünceleri
çıkarmış, ancak bir tek düşünce bırakmıştı. Çoluk çocuğun nafakası
sıkıntılarını
tınmaz, insanlardan ve cinlerden gelen eziyetlere önem vermez olmuştu.
Hatta bunlar gözünde sinekten küçük olmuşlardı. Ne tehditlerinden
korkar,
ne de mallarına, makamlarına meylederdi. Şu halde "şerh-ı sadr",
dünyanın
değersizliğini ve ahiretin değerini bilmekten ibaret olur ki bunun
benzeri
En'âm Sûresi'ndeki "Allah her kimi hidayete erdirmek isterse onun
göğsünü
İslâm'a açar. Her kimi de sapıklığa düşürmek isterse onun da kalbini
daraltıp
sıkıştırır."(En'âm, 6/125) âyetidir.
Buhârî'de de
İbnü Abbas'ın âyetini, "Allah
onun göğsünü İslâm'a açtı." şeklinde tefsir ettiği zikredilmekle yalnız
bu mânâ gösterilmiştir.
En'âm
Sûresi'nde de geçtiği üzere rivayet
olunduğuna göre Ashab-ı kiram sordular:
- Ey Allah'ın
Resulü! Göğüs açılır mı?
- Evet.
- Alâmeti
nedir?
- Aldanma
yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna
yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır.
Bunun özeti
şudur: Allah'a ve onun vaad ve
tehdidine samimiyetle iman, insanın dünyadan uzaklaşmasını, ahirete
rağbet
etmesini ve ölüme hazırlanmasını gerektirir.
2. Resulullah
(s.a.v.)'ın sinesi bütün önemli
şeylere açılmıştı, telaş etmez, ıztırap çekmez, şaşırmaz, sıkıntı ve
ferah
hallerinin ikisinde de gönlü rahat bulunur, yükümlü olduğu görevini eda
ile meşgul olurdu.
"Senin
kalbini" denilmeyip de "senin göğsünü"
denilmesi, bu yarmanın genişliğine, yani yalnız içte kalmayıp eserleri
dışta da göründüğüne dikkat çekme olmalıdır. Yani Resulullah
(s.a.v.)'ın
sinesi "Müminler için kanadını indir."(Hıcr, 15/88) emri gereğince
bütün
müminlere şefkat ve merhametle açıktır.
Bir de,
"göğsünü açmadık mı?" denilmekle yetinilmeyip
de "senin için" denilmesinde de nükteler vardır.
Birincisi,
"lâm"ın "lâm"a karşılık olmasıdır.
Yani "Ancak bana ibadet etsinler diye..." (Zâriyat, 51/56) ve "Beni
anmak
için namaz kıl."(Tâhâ, 20/14) buyurulduğu üzere, "sen bütün itaatı
benim
için yaparsın, ben de yaptığımı senin için yaparım" demek olur.
İkincisi,
elçiliğin faydaları, sevabı Allah'a
değil, elçiye ait olduğuna dikkat çekme olur. Yani, benim için değil,
senin
için açtık.
Üçüncüsü, bu
açma ve yarmada zarar ihtimalininin
bulunmadığını bildirmek içindir. Yani aleyhine değil, bütün sonuçları
hayır
olmak üzere lehine açtık ve yardık. Çünkü gafillerde olduğu gibi birçok
sevinç ve ferahlıkların sonu felaket olur. Nitekim, "Nihayet
kendilerine
verilen şeyler sebebiyle ferahladıkları zaman, ansızın kendilerini
yakalayıverdik.
Bir de ne görürsün hepsi bütün ümitlerinden mahrum düşmüşlerdir."
(En'âm,
6/44) "Bilmeyecekleri yönlerden onları derece derece düşüşe
yuvarlıyacağız."(A'râf,
7/182) buyurulmuştur.
"Nun" ile
"açmadık mı?" buyurulup da "açmadım
mı?" buyurulmamasının da iki izah tarzı vardır: "Nun" tazim ve ululuk
gösteren
nun olması itibariyle, nimeti verenin büyüklüğü nimetin büyüklüğünü
gösterir.
Çoğul nunu olarak yorumlandığı takdirde de mânâ şu olur: Bu açma ve
yarma
işini yaparken doğrudan doğruya yalnız yapıvermedim. Meleklerimi de
çalıştırdım.
Sen o melekleri önünde ve etrafında görüyordun ki kalbin kuvvet bulsun
da peygamberlik görevini o kalp kuvveti ile eda edesin. Bu durumda Cin
Sûresi'ndeki "Gaybını kimseye açmaz. Ancak seçtiği bir elçi olursa
başka.
Çünkü onun önünden ve ardından gözetleyiciler salar. Bilsin diye ki,
onlar
Rab'lerinin elçilik görevlerini hakkıyla duyurmuşlardır. Allah, onların
yanındakileri kuşatmıştır." (Cin, 72/26-28) mânâsına da işaret olur.
2.
"Senden
yükünü indirmedik mi?"
VAD',
mutlak
koymak mânâsına olduğu gibi aşağılatmak,
indirmek, düşürmek mânâlarına da gelir. Burada yükü indirmek
mânâsınadır
ki bütün bütün düşürmek veya hafifletmekten daha genel olabilir. Zira
vizir,
ağır yük demektir. Günah ve vebal mânâsı da bundandır.
3. "O senin
sırtını ezen yükü". Bu, yük ve
günah mânâsına gelen "vizr" in sıfatıdır.
İNKÂD,
nikd
yahut nekid yapmaktır. Nıkd; yıkıtınya,
bozuntuya ve yürüyüş ve sefer nedeniyle zayıf ve güçsüz olmuş deveye
denildiği
gibi, bir şeyin bozulurken, üzülürken, ezilirken, koparken ve bir yük
yıkılmaya
yüz tutmuş bir durumdayken çıkardığı sese; sepilenerek boyanmış ve
cilalanmış
deri, ağaç ve arabanın gıcırtısı; eklem yerlerinin, kemiklerin
çıtırtısı,
kuşların çığırtısı ve bir şişenin ağzı sorulurken çıkan mıcırtısı gibi
seslere de nıkd ve nekid, böyle ses çıkarmaya da inkad denilir. Buna
göre
"inkad-ı zahr": yükün sırta ağır basarak kemiklerini çatırdatması veya
üzüp zayıf düşürmesi, bitkin ve güçsüz etmesi demek olur. Ki bizim
"belini
kütletti", "kemiklerini birbirine geçirdi" tabirlerimiz gibi ağırlık ve
zorluğu anlatmada mesel olmuştur. Burada maksat, peygambere önce
dayanılması
ağır gelmiş olan zorlukların böyle ağır bir yüke benzetilerek
anlatılmasıdır.
Bazıları,
"nıkd" deve gibi zayıflamak mânâsından,
çokları da ses çıkarmak mânâsından kemikleri gıcırdatmak, çatırdatmak
mânâsına
düşünmüşlerdir. İbnü Cerir demiştir ki: "Sırtına ağır bastı da ona
gevşeklik
verdi, gevşetti." demektir. Bu, Araplar'ın şu sözündendir ki, deve
seferden
döndükte sefer onu zayıflatmış, etini gidermiş olduğu zaman o deveye,
"bu,
seferin yorup bitkin düşürdüğü devedir" mânâsına "bu, nıkdu seferdir"
derler.
Râzî ve diğerleri de demişlerdir ki: "Dilciler şöyle der: Bunun aslı
şudur:
Sırta yük ağır bastığı zaman onun bir nakidi, yani hafif bir sesi
işitilir.
Nakid; deve üzerine konan sepetlerin, deve palanlarının, kaburgaların,
yük ağır bastığı zaman devenin çıkardığı sestir.
Birincisinde
zahr (sırt)'ın mef'ul (tümleç)
olması açık denilebilirse de ikincide açık değildir. Çünkü bu mânâca
"inkad",
seslendirmek değil, seslenmek mânâsına lazım (geçişsiz) olduğundan ses
sırtın değil, yükün sesi olmak gerekir. Bundan dolayı bunu sebebine
dayandırmak
kabilinden mecaza yorumlamışlar, seslenmeğe sebep olacak derecede ağır
basmak mânâsına "yani onu ses çıkarmaya sevketti ve ona ağır geldi"
diye
tefsir etmişlerdir ki, bunun da aslı yani, "o yükle sırtın gıcırdamış,
bel kemiklerin çatırdamış" demek olur. Bunun için biz de iki yöne de
ihtimali
olmak üzere, "sırtını zayıf düşürmüş olan o ağır yükü senden indirdi,
attı"
meâlinde ifade ettik. Fakat burada 'ya böyle müteaddi (geçişli) mânâsı
verilmek için çalışılmasına benim gönlüm pek razı olmuyor. Bu ses
Resulullah
(s.a.v.)'ın sırtına değil, sırtındaki o ağır yüke, ağırlığa ait olmalı.
Murat da Resulullah (s.a.v.)'ın, arkasındaki o ağır yükün
gıcırtısından,
verdiği eziyetten çok etkilenmiş olduğunun beyanı olmalıdır, demek
istiyorum.
Bu mânâyı anlatmak için de mef'ulü bih (düz tümleç) değil "sırtında"
mânâsında
mef'ulü fih (zarf tümleci) olmalıdır. Gerçi Nahiv'de mekan zarfından
"fî"nin
kaldırılması pek caiz değil ise de altı yön zarfında, canip ve cihette,
haric ve dahil gibi kelimelerde istisna edilerek caiz olduğu
bilinmektedir.
Sırt mânâsına gelen "Zahr" kelimesi de altı yön zarfından "arka"
mânâsıyla
düşünüldüğünde "fî"nin düşürülmesi caiz olmak gerekir. Bu mânâ "mecazi
isnad" tan daha yakın ve daha güzeldir. Şöyle demek olur: Sırtında
gıcırdamakta,
bu şekilde sana eza vermekte olan o ağırlığı, o ağır yükü senden attık,
indirdik.
Bazı
tefsirciler burada "vizr"i, "Onlar günahlarını
sırtlarında taşıyorlar."(En'âm, 6/31) âyetinde olduğu gibi "ağır günah"
mânâsına yorumlayarak, bunun kaldırılmasını, bu surette "Allah, senin
günahından
geçmişini ve geleceğini bağışlayacak." (Fetih, 48/2) gibi günahı
bağışlamak
mânâsına anlamışlardır. Fakat bu âyette geçen "zenb" tabiri,
peygamberlerden
meydana gelmesi caiz olabilen zelle (küçük hata, ayak sürçmesi) ve en
uygun
olanı yapmamak gibi küçük günahları da içine alabilirse de, ağırlık
mânâsına
gelen vizr'in küçük günahlar için kullanılması uygun olmayacağı gibi,
ağırlığı
bilhassa "o senin sırtını ezen yükü" diye önemle büyütülmüş olan
vizr'in
küçük günah mahiyetinde küçük kusurdan ibaretmiş gibi anlaşılması da
hiç
uygun görünmez. Gerçi bunun bu ağırlığı aslında büyük günah olmasından
değil, ahlakı yüce olan peygamber (s.a.v.)'in en küçük bir günahtan
bile
şiddetle etkilenip üzülmesi nedeniyle olduğu güzel bir yorum olabilirse
de zahirin aksi olmaktan kurtulmaz. Onun için bunun günah mânâsına
değil,
ağır yük mânâsıyla, Hz. Peygamber (s.a.v.)'i peygamberlikten önce veya
başlangıcında son derece üzen ve dayanılması ağır gelen bir takım
zorluklar
demek olması daha doğrudur ve çoklarının tercihi de budur. Bu
zorluklar,
bu ağırlıklar hakkında tefsirlerde başlıca şunlar sayılmıştır:
1.
Yukarıda
da geçtiği üzere peygamberlikten
önce cahiliyye âlemi içindeki şaşkınlık halinin ağırlığı. Zira
başlangıçta
sırf olgun aklı ile bakan; bir taraftan kavminin şirk ve cehalet
içindeki
hallerinin fenalığı, bir taraftan da kendisini yokluktan varlık âlemine
getiren ve yetim iken barındırıp yetiştiren, hayat, akıl ve güzel
huylarla
nimetler veren yüce Allah'ın, üzerindeki nimetlerini görmüş ve bunların
büyüklüğüne karşı Rabb'ine nasıl ve ne yolda itaat ve hizmet edeceğini
de bilememiş olduğudan dolayı vicdanında büyük acılar duymuştu.
Peygamberlik
gelince bu şaşkınlık yok olmuş, bunun gereği olan yük üzerinden
atılmıştır.
Şu belli bir şeydir ki, bir yükün ağırlığı vermiş olduğu eziyet ve
sıkıntı
ile uygun olduğu gibi, bir günahın ağırlığı da neticesindeki azabın
şiddetine
göredir. Bu açıdan gerek yük, gerek günah ağırlığı gerçekte ruha ait
olan
bir elem ve azap ağırlığı olmakta birleştiği için; yük bir günah, günah
da bir yük gibi düşünülerek ikisi de bir ağırlık kavramıyla "vizir"
mânâsında
birleştirilir. Gönülde duyulan gam ve eleme vizir denilmesi bundandır.
Ancak yük, elemi yok olarak sonunda bir ecir ve haz olması itibarıyla
elemi
daha sonra görülecek olan günahtan ayrılır. Onun için "vizr" olmaktan
çıkar,
nimet olur. Büyük bir kâr için nice ağır yükler, acı kederler bir nimet
aşkıyla karşılanarak yolu bulununca haz ve sevinç içinde kolaylıkla
çekilir.
Oysa günah, kendisi bir zevk olsa bile neticesi elem olduğundan bunun
aksine
olur. Bir de nimet esas itibariyle herkes için övülen bir şeydir. Fakat
alçak ve aşağılık kimseler bir hizmet karşılığında olmayarak emek
vermeden
nimet yiyip durmaktan ar duymaz, utanmaz da buldukça şımarır. Değerli,
onurlu kimse ise, gördüğü lütfa karşı hizmet edememiş veya o nimeti
yerine
sarfedememiş olmaktan sıkılır, eziyet duyar ve bir hizmet yolu
bulmaksızın
o nimete kavuşmuş olup durmak kendisine ağır gelir. "Onda hiç kimsenin
alacak bir nimeti yoktur."(Leyl, 92/19) vasfına uygun olmak ister. O
sırada
o nimeti veren bir tür hizmet yapmasını isteyince o hizmet ağır bile
olsa
onu yerine getirmeyi canına minnet bilerek o ağırlık kendisine hafif
görünür.
İşte peygamberlik gelince Hz. Muhammed (s.a.v)'den o hayret ve
şaşkınlık
gitmiş bulunduğu gibi o ilmin ve bu değerli ahlâkın hükmüyle o gam ve
tasa
kendisinden kalkmış ve o zorluklar kolaylığa dönüşmüştür.
2.
Peygamerliğin gelmesiyle yol görünmüş,
şaşkınlık halindeki önceki zorluklar sıyrılmış ise de bu kez de daha
büyük
bir endişe ve korku Resulullah (s.a.v.)'ın omuzlarına yüklenmiş
bulunuyordu.
O da peygamberlik görevinin hakkıyla alınıp yerine getirilmesindeki
büyük
zorluk ve sorumluluk endişesi ve girişeceği cihadda başarı derecesini
ve
kusur ettiği durumda Hak ve halk karşısındaki tehlikesini düşünmek
meselesi
idi ki, buna "A'ba-i risalet" yani, peygamberlik yükleri ismi verilir.
Zira, "Allah'tan kulları içinde ancak âlimler hakkıyla korkar." (Fâtır,
35/28) mânâsı gereğince ilim artıp Allah daha çok tanınınca Allah
korkusu
da artıyor, önce iyi bilinmeyen nice ahiret endişeleri yüz
gösteriyordu.
Önce Cibril'le yaptığı ilk konuşmada bütün güç ve takatini saran "Son
derece
kuvvetli, çetin kuvvetlere sahip"(Necm, 53/5-6) bir heybet ve gücün
kendisini
sarması ve kuşatması içinde titremiş kalmıştı. Buna derece derece
alıştıktan
sonra da etraftan kâfirlerin o zamana kadar görülmeyen eziyet, sıkıntı
ve türlü dedikodularla düşmanlık ve kötülüklerini görmeye başlamış,
henüz
"Allah seni insanlardan koruyacaktır." (Mâide, 5/67) vaad ve duyurusunu
almamış, "Ve her halde ahiret senin için dünyadan daha hayırlıdır.
İlerde
Rabb'in sana verecek de sen razı olacaksın."(Duhâ, 93/4-5) vaad ve
müjdesine
muhatap olmamış ve henüz ayrıntılı direktifler almamıştı. Bir müddet
için
dinlendirilmek üzere vahye ara verilip kesilmesinden dolayı duyduğu
yalnızlık
ve başına gelenlerden dolayı düşmanlardan duyduğu sevinç ifade eden
sözler
nedeniyle de çok tasalanmıştı. Bu suretle kendisini yalnız dünya
elemleri
değil, Rabb'ine karşı bir günah işlemiş olmak endişesiyle ahiretle
ilgili
tasalar da sarmış, işte bunlar onun sırtına basan ve belini kıracak
gibi
kemiklerini çatırdatıp yüreğini sızlatan bir vizir yani bir ağır yük
gibi
boynuna yüklenmişti. Yüce Allah vahyin kesilmeksizin ard arda devam
etmesi
ve Ve'd-Duha'nın indirilmesiyle bunların bir kısmını büsbütün üzerinden
atmış, bir kısmını da alıştırmak, kendine ve ahirete olan keşf ve
bilgilerini
artırmak suretiyle hafifletmiş, ondan sonra dünyayı gözüne sinek kadar
göstermeyecek, "Dünyanın Allah katında bir sivrisineğin kanadı kadar
değer
yoktur." dedirtecek derecede kalbine ferahlık ve nefsine ilâhî bir
kuvvet
vermiş,
Kur'ân'ın
feyziyle dünya ve ahiret nam ve
şanını, zikir ve şerefini yükseltmeye başlamış idi. Onun için
buyruluyor
ki:
4. Yine
senin
için zikrini, nam ve şanını
yükseltmedik mi?.
Bazılarına
verilen ve netice itibariyle haklarında
bir felaket olan şöhretler gibi aleyhe değil, sırf lehine olarak
yükselttik
mânâsı ifade edilmek için yine "zikir"den önce getirilerek tekrar açık
açık söylenmiştir.
ZİKİR,
burada
"Andolsun size bir kitap indirdik
ki onda sizin şerefiniz vardır."(Enbiyâ, 21/10) âyetinde olduğu gibi
şeref
ve şan mânâsınadır. Bununla beraber Kur'ân ve fikir mânâsına da işaret
olabilir. Resulullah (s.a.v.)'ın nam ve şanının yüksekliği Bakara
Suresi'nin
âyetinde geçen "Kimini de birçok derecelerle daha yükseklere
çıkarmıştır."
(Bakara, 2/253) mânâsı üzere bütün nebi ve Resuller içinde derecelerle
yüksekliğidir ki bunun özeti nam ve şanının Allah'ın namını takip
etmesi,
Allah anıldıkça onun da anılmasıdır. Ebu Ya'la'nın, İbnü Cerir'in, İbnü
Münzir'in, İbnü Ebi Hatim'in, İbnü Hibban'ın ve İbnü Merduye'nin ve
"Delail"de
Ebu Nuaym"ın Ebu Said el-Hudri (r.a.)'den rivayet edildiğini tesbit
ettikleri
bir hadiste Resulullah (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "Cebrail (a.s) bana
geldi
ve dedi ki: Rabb'ım ve Rabb'ın şöyle buyuruyor: "Bilir misin, senin
zikrini
nasıl yükselttim?" "Yüce Allah en iyisini bilir" dedim. Dedi ki: "Ben
anıldıkça
sen de benimle beraber anılacaksın." Bu ise nam ve şan yüksekliğinin en
büyük mertebesini açıklamaktadır. "Allah" denilince Resulü beraber
anılır.
denilince beraberinde denilir. "Allah'a itaat edin, peygamberine itaat
edin."(Nisâ, 4/59), "Kim peygambere itaat ederse kuşkusuz Allah'a da
itaat
etmiş olur."(Nisâ, 4/80), "şahit olarak Allah yeter. Muhammed Allah'ı
Resulüdür."(Fetih,
48/28-29) buyurulmuştur. Bu nam ve şan, bu Allah'la beraber zikredilip
anılmak ise her yüksekliğin üstündedir. Nitekim Hz. Hassan'ın şu beyti
de bu yüksekliğe işarettir:
"O
parlak
alınlı ki üzerinde peygamberlik
mührü vardır. Allah'tan şehadet edilmiştir, parıldar ve şahit olur.
Allah
o peygamberin ismini kendi ismine katmıştır: Beş vakitte müezzin
'şehadet
ederim' dediği zaman." "Muhakkak ki Allah ve melekleri peygambere salat
eder (şeref ve şanını yüceltir)ler. Ey iman edenler! Siz de ona salat
ve
selam getirin." (Ahzab, 33/56)
5. Demek
ki,
"zorlukla beraber bir kolaylık
vardır". "Fâ", fasiha olarak kendisinden önceki kısımdan sonraki kısma
şahit getirme ve inceleme ile onu dallara ayırma tarzında; yahut sebeb
bildiren fa olarak öncekini illet olarak göstermek suretiyle ta'diye
şeklinde
ilerisi için vaaddir. Bu vaadin gerçek olduğunu bildirir. Vaadin ne
olduğu
sözün akışından anlaşılmaktadır. 'deki elif-lam, fa'nın fasiha olması
durumunda
görünüşte "ahd" içinde olmak lazım gelirse de cüzden külle (parçadan
bütüne)
geçiş ile gerçekte vaadi ifade için istiğraka işarettir. Yllet için
olması
durumunda ise kübra (büyük önerme) demek olduğu için dorudan doğruya
istiğraktır.
Demek ki mânâ şu olur: O göğsü açma ve yarma, yükü kaldırma, adını
yüceltme
madem ki oldu, demek ki o senin çektiğin zorlukla beraber büyük bir
kolaylık
varmış, o halde daha da vardır. Yahut, çünkü her zorlukla beraber bir
kolaylık
vardır. Ondan dolayı seni kolaylığa erdirdik, yine de erdiririz.
Meşhur
olduğu
üzere burada "beraber", "sonra"
mânâsınadır. Yakınlık, beraber olmaya benzetilerek ifade olunmuştur.
Çünkü
o göğsü açma ve yükü kaldırma, yükün sırtı ezmesinden sonra olmuştur.
Kısacası,
bu böyle olduğu gibi ilerisi için de böyledir. "Allah, bir güçlüğün
arkasından
bir kolaylık yaratacaktır."(Talak, 65/7) Bir iş darlık halinde genişler.
6.
"Evet,
zorlukla beraber bir kolaylık var".
Bu da evvelkini vurgulamakla beraber yeni bir başlangıç ile vaadden
vaade
genelleme halinde bir vurgudur. Bunda 'in istiğrak için olması gerekir.
Fakat önceki istiğrak için olduğuna göre bu ona işaretle ahd için olur
ve şöyle demek olur: Evet, o her zorlukla beraber bir kolaylık vardır.
Yani o zorluğa göğüs gerilip aşılırsa o kolaylığa erilir. Çünkü
kolaylığın
var olmasından herkesin de mutlaka ona ermesi lazım gelmez. O kolaylığa
inanıp, o zorluğa ehemmiyet vermeyip de Allah'yn izniyle sabır
göstererek
dayanan ona erer. Nitekim "Ve'l-Leyli" Sûresi'nde "Kim malını Allah
yolunda
verir ve takva yolunu tutar ve en güzeli de tasdik ederse, biz onu en
kolay
yola muvaffak kılacağız."(Leyl, 92/5-7) buyurulmuştur. Şu halde bundan
sonra da bir zorluğa tesadüf edersen onu da başka bir kolaylığın
izleyeceğini
veya beraberinde bir kolaylık bulunduğunu bil, bu vaadi tasdik et de o
zorluktan yılma. Onu da gönül hoşluğuyla karşıla. Burada "beraber"
"sonra"
mânâsınadır. Zira zorluk ve kolaylyk zıt şeylerden olduğu için bir
arada
bulunmaları caiz olmaz. Bir yere peşpeşe ve ard arda gelirler. Şu kadar
ki bir yere varmaları itibarıyla beraber imi? gibi de düşünülebilirler.
Yani bir yönden zor görünen bir şeyde diğer yönden bir kolaylık vardır.
O şeyi, bu kolay yönünü bularak yapabilen kolaylığına erer. Her zorluğu
bir kolaylığın izleyeceğine inanmak da o zorluğun yalnız sonunda değil,
beraberinde de bulunan bir kolaylık yönüdür. Bu itibarla "en güzel"i
tasdik
eden ve ona göre çalışan müminler için her zorlukta iki kolaylık var
demektir
ki, bunun birine dünya kolaylığı, diğerine ahiret kolaylığı demek uygun
olur.
Rivayet
olunmuştur ki, Resulullah (s.a.v)
bu âyet inince ferahlık ve neşe içinde gülerek çıkmış, "bir zorluk iki
kolaylığı yenemez", "Zorlukla beraber bir kolaylık vardır, zorlukla
beraber
bir kolaylık vardır." diyordu. Bu mânâ çoğunlukla zorluk mânâsına gelen
"usr" kelimesinin belirli, kolaylık mânâsına gelen "yüsr" kelimesinin
belirsiz
olmasıyla izah edilmiştir ki bu izah, ikinci usr kelimesindeki "lâm"ın
ahit mânâsında olması düşüncesine dayanır. Bununla beraber bu daha çok
bu âyetlerin üstündeki ve altındaki "fâ"larla öncesi ve sonrasıyla olan
irtibat ve bağlılıktan anlaşılmaktadır. Ahd ise, önceki "usr"
kelimesinde
açık veya dolaylı olarak anlaşılan genelliğin ahdi olmalıdır. Her
zorlukla
beraber kolaylığın bulunabilmesini de açıkladığımız gibi tartışmasız
olarak
anlamak mümkündür. Yani kolaylığın var olması, onun herkes için meydana
gelmesini gerektirmez. Mesela, "kâfire ölüm ve cehennemde ne kolaylık
var?"
gibi bir soru sorulamaz. Sorulsa, "cennet vardı ama o iman etmedi" diye
cevap verilir.
Usr
kelimesinin başındaki "lâm"ın umumilik
ifade ettiğine ve imanın şart olduğuna şu olay da delil olur: İmam
Malik
Muvatta'da Zeyd b. Eslem'den rivayet etmiştir ki, Ebu Ubeyde Hz. Ömer
b.
Hattab (r.a.)'a yazmış, Rumlar'ın çokluğunu ve onlardan korktuğunu,
endişe
duyduğunu anlatmıştı. Hz. Ömer (r.a.) de ona: "Şu muhakkak ki mümin bir
kalbe herhangi bir sıkıntı inerse yüce Allah ona bunun arkasından bir
rahatlık
verir ve bir zorluk iki kolaylığı yenemez." diye yazmıştır. "Mümin bir
kalbe" denilmekle imanın gereği olan gönül huzuru ve sabra da işaret
vardır.
Onun için, sızlanan müminin ahiret sevabını kaybetmesi de bu genel mânâ
ile çelişki teşkil etmez. Bununla beraber hepsinde de hükmün genelliği
yine Allah'ın dilemesi kaydına bağlıdır. Muvaffakiyet ondandır. Onun
için
bu hüküm ve vaadi hem ileriye genellemek ve dallara ayırmak, hem de
Allah'ın
lütfuna dayandırmak akışı içerisinde buyuruluyor ki:
7. O
halde
boşaldığın vakit, yani her zorluğa
bir kolaylık vurgulanarak vaad edilmiş olduğu için bir görevi, bir
ibadeti
bitirip bir zorluktan bir kolaylığa geçtiğin, biraz dinlendiğin, mesela
aldığın vahyi yerine ulaştırdığın, farzlarını yerine getirdiğin vakit
yine
yorul, iş bitti diye rahata düşüp kalma da yine zahmeti tercih edip
diğer
bir ibadet için kalk, çalış, yorul; farz bittiyse nafileye geç, namaz
bittiyse
duaya geç ki, kolaylık da artsın, şükürde devam etmiş olasın. Bilindiği
gibi "nasab", yorgunluktur. Kolaylık tembelliğe sevketmemeli, çalışmaya
teşvik edici olmalıdır ki onun peşinden de bir kolaylık gelerek, artma
ve ilerleme durumu hasıl olsun.
8. Rabbini
mef'ul (tümlec)ün fiilden önce
getirilmesi "ancak" ve "sadece" mânâlarını ifade etmek içindir. Yani
ancak
Rabb'ini iste ve arzula, her ne umarsan ondan um. Onun dığındaki sebep
ve illetlerde veya gayelerde duraklayıp kalma, başka maksada bağlanma
da
bütün çalışmalarında ancak ona yönel, durmadan ona doğru yürü, ona
doğru,
bütün lütuf ve nimet onundur. Onun için sade nimete ve esere rağbet ile
kalmamalı; nimetten, nimeti vereni görüp hep ona doğru yürümeli, onun
için
çalışmalıdır. Son murat edilen odur. Bu sûreden şu kaideler çıkarılır:
"Yı sıkıştığı zaman genişler." ve "nimet külfete göredir." Başka bir
deyişle:
"Külfet nimete uygundur." ve "Bir işten maksat ne ise hüküm ona göre
verilir."
Allah için çalışan Allah'a erer. Bu şekilde bu iki sûre bilhassa
Resulullah
(s.a.v.)'ın hal ve şanını anlatarak feyzini daha çok yaymayı ve
genelleştirmeyi
ve neticede nimetten o nimeti verene geçerek ancak Allah'a rağbet
etmesini
hatırlattıktan sonra en mükemmel ferdin halinden türün haline ve
müminleri
bekleyen sonun da güzelliine geçilerek bu iki sûrenin bir bağlanışı
olmak
ve ahiret hükmü ile dinin sabit olduğu anlatılmak üzere "Ve't-Tini"
Sûresi
gelecektir.
|
|