|
Elmalı
Tefsiri
1. Gök yarıldığı
(veya parçalandığı) vakit.
Göğün İNŞİKAK'ı,
bu âlemin değişmesi için yukarı tarafından gelen ilâhî emrin inmek ve
gerçekleşmek üzere gökte ortaya çıkışıdır. Bunun başlangıcı çatlama,
sonu da "O gün biz göğü, kitapların sayfasını dürer gibi düreceğiz."
(Enbiya, 21/104) âyetinde belirtildiği gibi dürülmedir. Sonra da "İlk
yaratılışa başladığımız gibi yine onu iade edeceğiz." (Enbiya, 21/104)
buyrulduğu gibi iadedir. Bu şekilde yarılma bir taraftan dünya göğünün
yıkımı, öte yandan ahiret semasının kuruluşudur.
Yarılmanın
başlangıcı, Fürkan Sûresindeki "O gün gök bulutlarla yarılacak ve
melekler ard arda indirilecekler." (Furkan, 25/25) âyeti mânâsınca
göğün bulut ile yarılışı, meleklerin ard arda indirilişi ve böylece
ilâhî emrin gelmeye başlayışı diye tefsir olunmuştur ki Bakara
Sûresi'ndeki "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın azabının ve
meleklerin gelmesini ve işin bitirilmesini mi bekliyorlar." (Bakara,
2/210) âyeti gereğince "işin bitirilmesi" bunun tamamı demektir.
Ğamâm, bulut
veya ak bulut demek olan ğamâme'nin çoğuludur ki "Kâdi Hâşiyesi
Şihâb"ta yazıldığına göre, göğün yarılması sırasında ortaya çıkacak ve
içinde amel defterleri ile meleklerin ineceği bir sis olduğu
söylenmiştir. Gök başlangıçta bir duman olarak yaratıldığı gibi göğün
herhangi bir tarafında kütlelerin birinde Allah'ın emriyle vaki olacak
bir patlamadan meydana gelecek bir bulut ile de gökte bir çatlama ve
yarılma vuku bulmuş olur. Nitekim göğün çatlaması ile yıldızların
yayılması beraber zikredilmişti. "Şihab"ta şöyle yazılıdır: Bu âyetin
"O gün gök bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25) âyeti ile tefsir
olunması İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Bu rivayet olmasaydı burada
bu tefsiri terketmek daha iyi olurdu. Çünkü "infiâl" kalıbından
"inşikak" fiilinin tercih edilmesinde sonsuz kudrete ve sanki yarmaya
ihtiyaç yokmuş gibi bir boyun eğişin bulunduğunu gösteren bir mânâ
vardır. "Zeccâc "O gün gök yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16)
âyetinin mânâsınca, "kıyametin dehşetiyle yarılacak" demiş, bunun
bulutla yarılma ile çelişki teşkil etmeyeceği de söylenmiştir. Hz.
Ali'den gelen bir rivayette bu yarılmanın "mecerre"den olacağı
söylenmiştir. Bazı eserlerde, "mecerre, göğün kapısıdır" diye rivayet
edilmiştir. Gökbilimciler der ki: "Mecerre, duyu organlarıyla
görülemeyen birçok yıldızlardır."
Mecerrelerin
seçilemeyen birçok yıdız topluluğu olduğunda eski ve yeni astronomi
âlimlerinin ittifakı var demektir. Yeni gökbilimcilerin de kanaatleri
budur. Bazı aşırıya kaçanlar, "mecerrelerin bir takım yıldızlar
olduğunu yeni gökbilimciler yeni teleskoplarla keşfetmişlerdir" zannına
kapılarak ileri geri birçok söz söylüyorlarsa da bu yeni değildir.
Kuşkusuz bunların oluşumunda dikkat çekici bir özellik vardır.
Mecerreler bizim görebildiğimiz göğün en yüksek boyutunda özel bir
mevkide olduğundan oradan başlayacak yarılmanın yukardan gelen bir
yarılma demek olacağı da anlaşılır. Böyle bir çatlama ile başlayacak
olan gök yarılmasının nihayet dürülme ve işin bitirilivermesine kadar
gittikçe yayılan bir takım aşamaları vardır ki bunlar "O gün gök
bulutlarla yarılacak." (Furkan, 25/25), "Gök yarılıp da kızaran, yanan
ve yağ gibi eriyen bir gül olduğu zaman." (Rahmân, 55/37), "O gün gök
yarılmış, sarkmıştır." (Hâkka, 69/16) ve "Gök açılmıştır da kapı kapı
olmuştur." (Nebe', 78/19) âyetleriyle ifade edilmiştir.
2. Burada
bu
yarılma aşamalarının başlangıcından sonuna yani işin bitirilmesine
kadar toptan hepsinin birden vaktine işaret olmak üzere her cümlede
tekrar olunmayıp göğe ait olan ve fiillerinin hepsi bir , yere ait
olanlar da bir altında toplanarak iki ile zikredilmiştir. Yani, gök
yarıldığı ve Rabbini dinlediği vakit.
Burada "üzün"
yani kulak kelimesinden "kulak vermek, dinlemek" mânâsına olarak boyun
eğme ve itaatle mecazdır. Nitekim dilimizde de kulak vermek; dinlemek,
söz dinlemek, emir dinlemek, boyun eğmek ve itaat etmek mânâsında
kullanıldığı gibi, şairin:
"Benim anıldığım
bir hayır işittiklerinde sağırdırlar, duymazlar.
Yanlarında bir
kötülükle anıldığımda kulak verir, dinlerler." demek olan beytinde de
bu mânâyadır.
Yani,
yaratılışın başlangıcında gök duman iken Allah ona ve yere "İkiniz de
ister istemez gelin." (Fussilet, 41/11) buyurduğu zaman "isteyerek
geldik"(Fussilet, 41/11) diye kendi arzularıyla ona boyun eğip bütün
tabiatlarıyla var oldukları gibi, yarılma emri verildiği zaman da gök,
bu emre hiç direnmeden hemen yarılıp Rabb'inin irade ve kudretinin
etkisine boyun eğdiği ve dolayısıyla yarılmanın gerektirdiği hükümler
meydana geldiği vakit,
Gök ona layık
kılınmıştır, yani göğün hakikatine, tabiatına yaraşan da odur. Çünkü
ilk yaratılışında "isteyerek geldik"(Fussilet/11) demiş; Allah'ın
emrine itaat tabiatı olmak üzere vücuda getirilmiştir. Diğer bir mânâ
ile o, semaya hak vacip kılınmıştır. "İster istemez gelin"(Fussilet,
41/11) buyrulduğu için isteyerek boyun eğmese zorla boyun eğmeye mecbur
olurdu. Onun için dinleyip isteyerek ve tabii olarak yarılmasa, zorla
ve istemeden yarılırdı. Biri layık diğeri vacip olmaktan olan bu iki
mânâya göre 'deki "vav" (atıfa) olmayıp, bu cümle bir ara cümlesi
olarak nın etki sahasına giren şeylerden ayrı olmuş olur. Çünkü bu
layık ve hak olma, gökte yalnız yarılma zamanında değil, asıl olarak
vardır. "Hakk" fiili, "şu şuna daha layıktır, müstehaktır" gibi layık
olma mânâsına kullanıldığı zaman, ve gibi mechul (edilgen) kipiyle
kullanılır. Lakin mechul şekliyle okunan her fiilin o mânâdan olması
gerekmez. Gerekli olma ve gerekli kılma mânâsında veya ile
mef'ul(tümleç) alır, ve gibi. Burada lâm ve alâ bu iki mânâdan şöyle
tefsir olunmuştur: Yani "Gök boyun eğmeye, karşı çıkmamaya layık
kılınmıştır." demek olup mânâ, her mümkünün ilâhî kudrete boyun
eğmesinin gerekli ve hak olduğunu ilândır. Yahut yani, "Allah,
kendisine boyun eğmeyi gök üzerine vacip kılmıştır. Dolayısıyla göğün
ona boyun eğmesi haktır, vaciptir." Yine bu mânâlarda olarak "Olayın
dehşetinden dolayı ona yarılma vacip olmuştur." diye de tefsir
edilmiştir. Bu durumda cümlesinin başındaki "vav" atıfa (bağlaç) olup
cümle 'nın etki sahasına girmiş olur. Bunun üçü de yarılmanın
gerçekleşeceğini vurgulamış ve bunun neticesinde olacak olan olaylara
geçmemiş oluyor. Biz ise bundan daha başka bir mânâ anlıyoruz. Şöyle
ki:
"Rabb'ini
dinlediği zaman" sözü, yalnız yarılma emrini değil, onunla beraber
meleklerin inmesi ve diğer ilâhî hükümlerin yerine getirilmesi gibi,
yarılmaya bağlı olarak meydana gelecek ilâhî emirlere boyun eğme ve
itaat yani, "Onlar buluttan gölgeler içinde Allah'ın azabının ve
meleklerin gelmesini mi bekliyorlar?" (Bakara, 2/210) ve "Melekler
göğün kenarındadır. Onların üzerinde o gün Rabb'inin Arş'ını sekiz
melek taşır."(Hâkka, 69/17) mânâlarına işaret; "hak oldu" da,
"el-Hâkka"dan olup büyük olaylar ve felaketlerin olacağı kıyamet
gününün gerçekleşmesi veya hakkın galip gelmesi ve hakkı yerine getirme
mânâlarından biriyle, yani "göğe hâkka (kıyamet) vaki olduğu veya gök
haklandığı: Hakk'ın emrine mağlup olup hak yerne getirildiği vakit"
demek olarak "iş bitirildi." (Bakara, 2/210) ve "Rabb'inin emri
geldiğinde ve melekler saf saf dizildiğinde." (Fecr, 89/22) mânâlarına
işaret olması daha faydalı ve beliğ olacağı kanaatindeyiz.
3. Ve
yerküre
uzatılıp genişletildiği zaman, dağları ve dereleri yerle bir edilip
düzlendiği, "Yerlerini dümdüz bomboş bırakcaktır. Onlarda ne bir iniş,
ne de bir yokuş göremiyeceksin." (Tâhâ, 20/22) âyetinin ifade ettiği
gibi düzletildiği veya çekilip uzatılarak sahası çoğaltılıp
genişletildiği vakit,
4. Ve
içinde ne
varsa attığı ölüleri kabirlerinden fırlattığı, "Yer ağırlıklarını
çıkardığında." (Zilzal, 99/2) âyeti gereğince içindeki ağırlıklarını,
define ve madenlerini döktüğü vakit. Said b. Cübeyr gibi bazı âlimler,
definelerin çıkarılması Deccâl'in çıkması sırasında olmasına dayanarak
burada yalnız "ölüleri dışarı attığı zaman" mânâsı vermişler ise de
Katâde'den rivayet edilen öncekidir.
Ve tamamen
boşaldığı vakit.
Alûsî'nin
naklettiği üzere Ebu'l-Kasım Cîlî "Dibac"ta İbnü Ömer'in Hz. Peygamber
(s.a.v)'den şöyle rivayet ettiğini yazmıştır: "Ben, yer, kendisinden
yarılacak olanların ilkiyim. Hemen kabrimde doğrulup otururum ve yer
benimle hareket etmeye başlar. "Ne oluyorsun?" derim. "Rabb'ım bana
içimdekini atıp boşalmamı, boşalıp da vaktiyle bende hiçbir şey yok
iken olduğum gibi olmamı emretti" der. İşte bu, yüce Allah'ın âyetinin
mânâsıdır.
5. Öyle
boşaldığı ve Rabbini dinleyip haklandığı vakit. Bunda da söz önceki
gibidir. 'nın tekrarı, göğe ait olanlarla yerküreye ait olanların bir
tür özellikle ayrıldığına, yani yarılma ve hak olma olayının iki
aşamasına işaret içindir. Bu lar, bir taraftan yukarıki sûrenin sonuna,
bir taraftan da bundan sonrasına bağlı gibi düşünülebilmek üzere,
cevabı bir bakıma söylenmemiş, bir bakıma da söylenmiş denilebilecek
bir üsluptadır. Onun için bazıları bu 'ların şart mânâsından
soyutlanarak zaman zarfı olduğunu ve cevaba muhtaç olmadığını
söylemişlerdir ki bu durumda "yukarıda söz edilen cezalandırma ne
vakit?" şeklinde mukadder bir soruya karşı "gök yarıldığı zaman.." diye
cevap olabilir. Bazıları da bu 'ların şart mânâsında olduğunu, korkutma
mânâsı ifade etmek için cevabının zikredilmediğini söylemişlerdir ki,
"o zaman neler neler olacak, şimdi açıklanacak gibi değil" demek olur.
Bazıları Tekvîr ve İnfitar sûrelerindeki karinelerinden (Tekvîr, 81/14;
İnfitar, 82/5) faydalanarak "o vakit herkes ne yaptığını anlar"
demektir demişlerdir. Bazıları da ve fiillerinin mânâsı içinde cevap
vardır demişlerdir. Fakat en doğru cevap, şu iki âyetten birinin
mânâsında mevcuttur.
6. Ey
insan!
Haberin olsun ki sen, Rabbine doğru çabalar da çabalarsın.
KEDH, tırmalamak
ve kendisine etki edecek şekilde hayır veya şer bir işe emek verecek
ciddiyet ve gayretle çalışıp çabalamak mânâlarına gelir ki burada
bununla tefsir edilmiştir: Yani, bütün hayatında ölüm ve ondan sonra
Rabb'inin acı veya tatlı ereceğin emrine doğru didinir çabalarsın.
Nihayet ona kavuşursun.
İşte Ahfeş ve
Müberred gibi bazıları, ların cevabı, "sen ona kavuşacaksın" mânâsına
bu 'dir demişlerdir. Bazıları da bu âyetin cevap makamında olduğunu
söylemişlerdir. Diğer bazıları da bunu şart ve cevap arasında bir
cümle-i mu'tarıza (ara cümlesi) sayıp ların asıl cevabının şu olduğunu
söylemişlerdir ki en yakışanı da budur.
7. O vakit
kitabı sağ tarafından verilen, amel defteri veya mahkeme sonucunu
bildirir belge sağ eliyle veya sağ eline verilen (Geniş bilgi için
Hâkka Sûresi'nin tefsirine bkz.)
8. hemen
bir
kolay hesap ile hesaba çekilir, geçer.
HİSAB-I YESİR,
hiç tartışılmayan kolay bir hesap ki Resulullah (s.a.v) bunu, "arz" ve
"sâde kitaba bakılıp geçiştirilmek"le tefsir etmiştir.
Buharî, Müslim,
Tirmizî ve Ebu Davud, Hz. Aişe'den rivayet etmişlerdir: Hz. Peygamber
(s.a.v) "Hesaba çekilip de helak olmayan kimse yoktur." buyurdu. Ey
Allah'ın Resulü dedim, yüce Allah beni sana feda kılsın, "Kitabı
sağından verilen kolay bir hesap ile hesaba çekilecek." buyurmuyor mu?
Buyurdu ki: "Bu, arzdır. Arz olunurlar. Her kimin hesabı tartışmalı
geçerse helak olur."
Bir de İmam
Ahmed, Abd b. Humeyd, İbnü Merduye ve Hakim sahih diye yine Hz.
Aişe'den rivayet etmişlerdir ki: Resulullah (s.a.v)'ı dinledim.
Namazının bazısında "Allah'ım! Beni kolay bir hesapla hesaba çek."
diyordu. Namazdan çıkınca, "Ey Allah'ın Resulü! dedim, kolay hesap
nedir? Buyurdu ki: "Kitabına bakılıp da geçiştirilivermesi, yani
günahlarının af olunuvermesidir."
9. Hesabı
kolay
geçer ve sevinçli olarak ehline döner. Sevinerek "alın okuyun
kitabımı." (Hâkka, 69/19) der. Ehli, müminlerden olan dostları ve
yakınları ile yüce Allah'ın cennette özel olarak onun için hazırladığı
huriler ve hizmetçilerdir.
10. Ama
kitabı
sırtının ötesinden verilen. Hâkka Sûresi'nde "sağından"(Hâkka, 69/19)
karşılığında "solundan"(Hâkka, 69/25), burada ise "sırtının ötesinden"
denilmesi ikisinden de maksadın aynı olduğunu gösterir. İkisinde de
terslik, uğursuzluk, zorluk, hakaret ve tehlike mânâsı vardır. Onun
için diye tefsir edilmiş, arkalarından sollarına verilir denilmiştir.
Bazıları da sağ eli boynuna, sol eli arkasına bağlanıp kitabı arkasının
ötesinden verilir demişlerdir. Soldan verilmesi uğursuzluk ve
tersliğine, arkasından verilmesi de "Kuşkusuz kendi yüklerini ve o
yüklerle beraber daha birçok yükleri de yükleneceklerdir." (Ankebut,
29/13) âyetinin mânâsı üzere, o kitabın hükmüne göre günahları
sırtlarına yükletilmek mânâsıyla cezalarının ağırlığına, yahut "sol",
amellerinin solaklığıyla kazançlarının tersliğine, "verâe zahrihi" yani
"sırtının gerisinden" ifadesi de "Onu sırtlarının arkasına attılar."
(Âl-i İmran, 3/187) âyetinin gösterdiği gibi dünyada Allah'ın kitabını
arkalarına atıp zıddına gittikleri veya kendi işlerini kendileri
görmeyip arkalarından bekledikleri için ahirette hükümleri duyurulurken
yüzlerine bakılmayarak ümit ve beklentilerinin aksine ve hatır ve
hayallerine gelmez bir biçimde aleyhlerine olarak arkalarından
duyuralacağına da işaret olur ki, bu son mânâ biraz sonra gelecek olan
"çünkü o zannetti" gerekçesinden de anlaşılır.
11. Böyle
kitabı
arkasından verilen yetiş ey helak! diye bağırır.
SÜBÛR, helâk
demektir. Yani, "Vâ Sübûra!: Ey helak! Nerdesin, gel yetiş imdadıma.
Helak olayım da bu dertten kurtulayım." diye feryat eder.
12. Ve
cehenneme
girer.
13. Çünkü
o,
ehli içinde sevinçli idi. Dünyada, evinde, ailesi, kavmi içinde rahat
ve refah içinde, keyfi yerinde, zevk ve sefasında idi. Ahireti ve işin
sonunu düşünmez, gam ve keder içinde sıkıntı çekenlere acımaz, dünyanın
uğrayacağı değişiklikleri hesaba katmaz idi.
14. Çünkü
o
zannetmişti ki asla dönmeyecek, değişikliğe uğramıyacak; neşesi kedere
çevrilmeyecek, ölmeyecek, hiç azap çekmeyecek ve sorumlu olmayacak
sanmıştır.
HAVR, bir
olgunluktan sonra eksilmeye ve yok olmaya dönme ve değişme mânâlarına
gelir. Nitekim bir hadis-i şerifte, "Çokluktan sonra yokluktan Allah'a
sığınırız." buyrulmuştur ki sarık sarıldıktan sonra tersine çözülüp
bozulması gibi arttıktan sonra eksilmeye, olgunluktan sonra yok olmaya,
durumun iyi olmasından sonra bozulmasına, ilerledikten sonra gerilemeye
dönmek ve değişmek demektir. Burada buyurulduğu üzere ölmek ve daha
sonra dirilmek suretiyle Allah'a dönmektir.
15. Hayır.
Onun
zannettiği gibi değil, iş onun keyfine kalayacak, değişime uğrayacak,
Rabbine dönecektir. Çünkü Rabbi onu görmektedir. Bütün yaptıklarını
görüp gözetip duruyor. Dolayısıyla onu kaçırmaz. Her ne olursa olsun
onu çevirecek, hesabını görüp cezasını verecektir.
16. "Şimdi
yemin
olsun..." Âyetin başındaki "fâ" geçen açıklamalara göre neticeyi
kollara ayırmak ve anlatmak içindir. "Şafağa".
ŞAFAK, akşam
güneş battıktan sonra ufukta görünen kırmızılığın adıdır. Aslı tül gibi
incelik mânâsındandır, denilir ki, inceliğinden dolayı tutunamıyan şey
demektir. Kalbin inceliği mânâsına "şefekat" ve korku mânâsına "işfâk"
da hep bu incelik mânâsındandır. Türkçe'de şafak; fecr, yani sabahın
tanı mânâsına da yaygın olmuş ise de bu âmiyâne bir tabirdir. Arapça'da
ve bir din ve gökbilimi terimi olarak şafak, fecrin karşılığı olarak
güneş battıktan sonra görünen kırmızılıktır ki akşam namazı vaktidir.
İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri'ne göre kırmızılıktan sonraki
beyazlıktır ki Ebu Hureyre ve Ömer b. Abdülaziz'in görüşleri de budur.
İmam-ı Azam'ın çoğunluğun görüşüne döndüğü de rivayet edilmiştir.
Ayrıntıları "Hidâye" etrafında yazılıdır. O beyazlığın yok olmasıyla
ittifakla yatsı namazı vakti girmiş olur.
17. Burada
maksat, dünya hayatı ile sevinenlere karşı, her günün sonunda bir
akşamın gelmesi şeklinde halden hale geçmekte olan âlemin değişimindeki
manzaraların farklılığını duyurmak olduğu için önce akşamın kırmızı
şafağına, ikinci olarak geceye ve onun kapsadığı şeylere yemin edilmiş.
VESAK, eklemek,
derleyip toplamak, biriktirip yüklenmek mânâsınadır. Nitekim altmış sa'
(altmışbin dirhem) ağırlık, bir deve yükü topladığı için bu kadar yüke
"vesak" denilir. Burada da, gecenin derleyip topladığı, kapsadığı
şeyler demek olur. Bu kelimenin iftial babına nakledilmiş şekli olan
ittisak da, ki aslı "ivtisâk"tır, derli toplu, düzgün ve intizamlı
olmak mânâsına gelir.
18. Üçüncü
olarak da derlenip toplanarak düzgün bir dolunay olduğu zaman Ay'a
yemin edilmiş ve şöyle buyrulmuştur:
19.
Elbette ve
elbette siz kattan kata bineceksiniz. Şafağın, gecenin ve kapsadığı
şeylerin ve ayın halden halde geçmesi gibi siz de halden hale,
tabakadan tabakaya, veya nesilden nesle uyum sağlayan birbirinden üstün
değişmelere binecek, açıklandığı üzere sonunda Rabb'inize gideceksiniz.
TABAK kelimesi
aslında uygun gelme ve uygun kavramlarıyla birçok mânâya gelir. Kamus
yazarının "Besair"de beyanına göre bu madde iki veya daha çok katı olan
şeyleri ifade eden isimlerden olup aslında bir şeyi diğer bir şeyin
miktarınca üstünde kılmak mânâsınadır. Sonraları o üste konulan şeyi
ifade etmede ve bu münasebetle bir şeye uygun olan şey mânâsında, daha
sonraları derece ve mevkide, hal ve durumlarda kullanılır olmuştur. Bu
şekilde bir şeyin kapağına veya örtüsüne, bir çiftin teki gibi diğerine
uygun olan şeye, tabak ve sini dediğimiz kaplara, "tabaka"nın çoğulu ve
cins ismi olarak tabakalar ve mertebeler mânâsına ve özellikle bir
ilerleme düşüncesiyle bir duruma uygun olan diğer bir duruma, millet ve
asır mânâsına, yirmi seneye, bel kemiklerinin arasındaki yufka gibi
uyum kemiklerine ve Cebel-i Zühre'ye tabak denilir. Burada daha ziyade
"bir diğerine uygun halden hale geçeceksiniz" diye tefsir edilmiştir ki
en kapsamlı mânâsı budur. Bazıları uygunluğu, olayın dehşetinde
uygunluk ile kayıtlamışlar ise de bu açık değildir. Birçokları
tabakanın çoğulu olarak tabakalardan tabakalara, bazıları milletten
millete, asırdan asıra demişler, bazıları da yimi seneden yirmi seneye
olacak değişikliklere işaret olduğunu söylemişlerdir.
Naim b.
Hammad'ın ve Ebu Nuaym'in rivayet ettiklerine göre Mekhul demiştir ki:
"Her yirmi senede, daha önce bulunmadığınız bir durumda bulunursunuz."
İbnü Münzir'in ve İbnü Ebi Hatim'in rivayetinde de, "her yirmi senede,
daha önce yapmamış olduğunuz bir iş ortaya çıkarırsınız" denilmiştir.
Bazıları da bir zamandaki insan topluluğu mânâsına "ümmetten ümmete"
demişlerdir. Nitekim amcası Abbas b. Abdulmuttalib Hz. Peygamber
(s.a.v.)'i medhederken şöyle demişti:
"Sen doğduğun
vakit yeryüzü aydınlandı ve nurunla ufuk parladı.
Bir babanın
sulbünden ana rahmine geçiyordun. Bir âlem geçince bir tabak ortaya
çıktı".
Yani yeni bir
nesil, geçenlerin hepsinden üstün, birbirine uygun gelişen bir toplum
ortaya çıktı demektir. Bunların hepsi insanların gerek birey, gerek
toplum itibarıyla hayatta sabit bir durumu olmayıp ölüm ve ahirete
doğru Allah'a dönünceye kadar halden hale geçmeye mahkum olduklarını
ifade ediyor. Bu şekilde dünyada insan hayatı durumdan duruma ilerleme
ve gerilemeye giden devamlı bir değişim demek olduğu ve bunun için
beyan olunduğu üzere neticede Allah'a varıp hesap vermek kaçınılmaz
bulunduğu anlatılmış oluyor.
RÜKÛB , halden
hale geçme ve birbirine ulaşmaktan mecaz veya hakikati üzere olup hal
mecaz olarak binilendir. Bir halin diğer hale uygunluğu demek, ikinci
halin öncekine belli bir hadde ulaşması veya üstün gelmesidir. Yoksa
bütün zat ve niteliklerde bir veya benzer olması değildir. Zira
mutabakat zat ve mahiyette değil, yan özelliklerde olur. Dolayısıyla
biri elem biri lezzet, biri hayat biri ölüm gibi farklı durumların
birbirlerine bir mertebe de mutabakatı olabilir. Bununla beraber ikisi
de elem, ikisi de lezzet olmak gibi aynı cinsten iki halin zaman ve
mekan veya derece farkıyla üst üste gelip uyuşması da olabilir. Bu
şekilde "rükûb" ve "tabak" kelimelerinin ifade ettiği mânâda bir
yolculuk, ya yukarı veya aşağı giden bir değişimin tasviri ve
coşkunluğu vardır. Halin birisi dünya, birisi ahirettir. Dünya bir
değişim âlemi, bir geçit; ahiret bir devamlı kalma yeridir. Bu kalış ve
duruş da ya cennette veya cehennemde olur.
"Elbette
bineceksiniz" şeklindeki hitap herkese olduğuna göre verilen bu
haberde, değişimin ileri veya geri olabilmesi itibariyle bir yandan
vaad, bir yandan tehdit mânâsı vardır. Hitap Hz. Peygamber (s.a.v.)'e
ve müminlere olduğuna göre bunda hem kesin bir vaad hem de İslâm'ın
ilâhî emirle uyum sağlamak suretiyle Allah'a dönmek için daima ahirete
doğru yükselme ruhunu telkin eden ve zaferden zafere götürecek olan
yüksek bir ilerleme prensibi vardır ki Allah'tan başka hiçbir gayede
durulmasını caiz görmez. Bu, din ruhunun donmuş ve körü körüne bir
görenekle geçmişe ve içinde bulunulan âna saplanıp kalmaktan ibaret bir
tembellik hissi değil; düzensiz, uyumsuz, gayesiz giden ve hiçbir
ilerleme elde etmeyerek her adımında ilkel kalan perişan bir yenilenme
ve değişim hevesi de değil, başlangıçtan sona kadar aşama aşama bir
intibak düzeni içinde Allah için daima ileri gitmek ve Allah'a kavuşma
gayesine ermek isteyen bir ilerleme aşk ve imanı ile hareket olduğunu
anlatır. Onun için bir hadis-i şerifte: "İki günü eşit olan
aldanmıştır." buyurulmuştur. Bunda insanı bütün değişimlerin üstüne
çıkaracak bir ilerleme ilkesi, bir yükselme vaad ve müjdesi bulunduğuna
özellikle ayın derlenip toplanarak düzgün olduğu zamana yemin
edilmesiyle de işaret edilmiş demektir. Bundan dolayı "bâ"nın
fethasıyla tekil olarak "elbette bineceksin" kırâetine göre hitap
öncelikle Peygamber (s.a.v)'e ait olarak Resulullah (s.a.v.)'ın Mirac
gecesinde olduğu gibi gökten göğe, dereceden dereceye, rütbeden rütbeye
ilâhî yakınlığa doğru yükselmesi vuku bulacağını vaad ve müjdeleme
olduğu dahi İbnü Abbas ve İbnü Mesud'dan rivayet edilmiştir. "geceye ve
kapsadıklarına yemin olsun" şeklindeki yeminin de bununla özel bir
ilgisi vardır.
Buhârî'de
Mücahid'in yaptığı rivayete göre İbnü Abbas "halden hale demektir"
demiştir. "Bu sizin peygamberinizdir." dedi şeklindeki rivayet de bunu
gösterir.
Şu halde "bâ"nın
zammesiyle çoğul olarak "elbette bineceksiniz" kırâeti de peygamberle
beraber onun ardından giden müslümanlara hitap olarak, onların da
peygambere uymaları oranında halden hale, tabakadan tabakaya hakkın
yakınına yükselecekleri haber verilmiş ve aksine gidenlerin o
değişimler içinde yenilip kahredilecekleri anlatılmış olur.
Kısacası, bu
âyette, halden hale veya tabakadan tabakaya ilerleme, her yüz senede
veya her yirmi senede bir değişme ve yenilenme ile mutabakat
kavramlarıyla ilgili "tabak" ve "rükub"un mânâlarında, hayatın ileriye
veya geriye gitmesi hususlarında kanun olan önemli hakikatlar vardır.
"Hayat, çevre ile uyum sağlamaktır." diye düşünüldüğüne göre de en
yüksek hayat, en yüksek çevreye uyum sağlamak demek olur. En yüksek
çevre ise, "her şeyi kuşatıcı"(Fussilet, 41/54), "Evvvel ve Âhir, Zahir
ve Batın, her şeyi bilici"(Hadid, 57/3) ve "nerede olursanız sizinle
beraber." (Hadid, 57/3) olan yüce Allah'tır. Dolayısıyla en yüksek
hayat, her ne olursa olsun yüce Allah'ın emriyle uyum sağlayarak ona
kavuşma ve yükselmekle olur.
O yükseliştir
ki, "Ahiret yurdu ise kuşku yok ki gerçek hayattır, eğer bilselerdi."
(Ankebut, 29/64) buyurulan ahiret hayatı mutluluğunun son noktasıdır.
Nitekim bir önceki sûrede "mukarreb" yani Allah'a yaklaştırılan
kulların o Tesnim kaynağından içecekleri açıklanmıştı. Ona yükselmek
için de ondan öte hiçbir gaye ve maksatta durup kalmamak, her değişim
ve başkalaşım adımında ancak onun emrini nazar-ı itibara alarak yürümek
ve lüzumunda onun yoluna can vermekten çekinmemek gerekir. Çünkü her ne
yapılırsa yapılsın, bir değişme âlemi olan dünyanın hiç bir şeyinde
devamlı kalma ihtimali yoktur. Onun göğü de yeri de Allah'ın emrine
boyun eğecek; bâki, ancak azamet ve ikram sahibi olan Rabbin zatı
kalacaktır. Allah'a gönül rızasıyla gitmek istemeyen nasıl olsa zorla
gidecek ve o kıyametin şiddet ve dehşeti içinde onun ikramından yoksun,
azametine mahkum olacaktır.
20. O
halde bu
insanlara ne oluyor da iman etmiyorlar?. Hakikat böyle iken, yani beyan
olunduğu üzere bu dünyada değişim kesin, halden hale geçerek ahirete
gitmek ve Hakk'ın huzurunda hesap vermek zarurî olduğu ve iman edenlere
o güzel sonuç vaad edilmiş bulunduğu halde nelerine güvenirler de
Allah'a, peygamberine ve ahirete iman etmezler!? İman edip de o güzel
sonuca ulaşmak için güzel ameller işlemezler? İman etmemekle ne
kazanırlar? Allah'a gitmekten kaçınmakla bulundukları halde
kalacaklarını ve değişime uğramayacaklarını mı zan ederler?
21.
Karşılarında
Kur'an okunduğu vakit secde etmezler, boyun eğmezler, gerçeği kabul
etmezler, Allah'ın emir ve yasaklarına itaat edip uymazlar, secde
etmeleri gerekirken secde etmezler.
Hz. Peygamber
(s.a.v) bir gün "secde et ve yaklaş"(Alâk, 96/19) âyetini okumuş ve
secde etmiş, beraberinde bulunan müminler de secde etmişlerdi. Kureyş
de başları ucunde el çırpmış ve ıslık çalmışlardı. Bunun üzerine bu
âyet indi diye rivayet edilmiştir. İmam-ı Azam Ebu Hanife Hazretleri
bununla, burada tilavet secdesinin vacip olduğu neticesini çıkarmıştır.
Şâfii de sünnet demiştir. İbnü Abbas (r.a.)'tan, "Mufassal sûrelerde
(yani Kur'ân-ı Kerim'in son taraflarında kısa ve besmeleli fasılaları
çok olan sûrelerde) secde yoktur." diye rivayet edilmiş ise de Ebu
Hureyre (r.a.) burada secde etmiş ve "Vallahi, Hz. Peygamber (a.s)'in
bunda secde ettiğini gördükten sonra secde ettim." demiştir. Enes (r.a)
de demiştir ki: Ebu Bekir, Ömer, Osman ve Ali (r.anhûm)'nin arkalarında
namaz kıldım, hepsi de secde ettiler." Yani namazda bu sûreyi okudular,
burada özellikle tilavet secdesi yaptılar. Bununla beraber sûrenin
sonuna kadar okunup da rükua gidilecek olursa namazın rüku ve secdesini
yapmakla tilavet secdesi düşer. Vacip değildir." diye Hasen'den gelen
rivayetin dayanağı da bu olsa gerektir.
22. Hatta
inkâr
edenler yalanlıyor da, Kur'ân'a ve ahirete yalan diyorlar.
23. Oysa
Allah,
içlerinde ne saklıyorlar biliyor.
YÛ'ÛN, kap
manasına gelen vi'â kökünden türetilmiş if'al babından muzari (geniş
zamanlı) bir fiildir.
Mazi (geçmiş
zaman)si "kaba doldurup sakladı" cümlesinde olduğu gibi "ev'â" dır.
Yani, yalanlarlar iken gönüllerinde ne gibi gizli fikirler, bozuk
inançlar, fena maksatlar besliyorlar, doğrulamaları gerekirken neden
dolayı yalanlama yoluna gidiyorlar, yalanlama ile neler kazanmak,
kaplarına neler doldurmak, müminlere neler yapmak, defterlerine neler
yazdırmak istiyorlar, hepsini Allah tamamıyla biliyor.
24. Onun
için
kâfirleri elem verici bir azap ile, müjdele de onunla sevinsinler!
25. Ancak
iman
edip iyi ameller yapanlar hariç. Genellikle müminlerin kâfirlerden
istisna edilmesi "munkatı istisna" olursa da, kâfirler içinden iman
edenlere göre muttasıl istisnadır. Onlar için, yani iman edip de iyi
ameller yapanlar için kendi kazançları olması itibarıyla minnetsiz;
yahut kesilmez, sonsuz bir mükâfat vardır.
|
|