|
Elmalı
Tefsiri
1. "Geldi."
HEL ;
soru edatlarından olmakla beraber bazan "Bu bir insandan başka bir şey
değil."(Enbiya, 21/3)de olduğu gibi (değil) mânâsında olumsuzluk edatı;
bazan da burada olduğu gibi mânâsında olumluluk ifade eden bir edat
yerinde kullanılır. Tefsirciler bu kelimenin burada ve "Kaplayıp örten
kıyametin haberi sana geldi."(Ğaşiye, 88/1) âyetinde mânâsında olduğunu
söylemişlerdir. Bunun iki türlü izahı vardır:
BİRİSİ,
"hel" aslında mânâsına bir şeyin gerçekleştiğini veya olmasının
yaklaştığını ifade etmek için kullanılır ki, "hakikaten geldi" yahut
"yaklaştı, geldi" demek olur.
BİRİSİ
de, ikrar ifade eden bir soru olmak sûretiyle "geldi mi?" şeklinde
sorularak" geldi, geldi ya" diye aynı mânâyı ifade etmesidir. Bununla
insan yaratılışının, kâinatın yaratılış tarihinden sonra olduğu kesin
bir ifade ile anlatılmıştır ki sonra da bunun hikmeti, derece derece
terbiye edilip seçilmek sûretiyle olgunlaştırılarak başlangıç ve gayeyi
anlayacak Allah bilgisi ile yükümlülük sırrını alabilecek bir hale
getirilerek kendi bilinç ve çabasıyle ileri doğru, daha yüksek bir
hayata seçilmek için Mülk sûresinin başında geçtiği üzere imtihan ve
bela ile deneme meydanına sevkedildiği anlatılacak ve şükrünü bilmeyip
bu görevden kaçınmak için kâfirlik edenlerin felaketleriyle, şükrünü
bilip görevlerini yapan iyi kulların temiz ruhları, çalışma şekilleri
ve bunun meyvesi olarak ahirette elde ettikleri hayatın zevkleri
anlatılacaktır.
İnsan
üzerine. Burada insandan maksadın Âdem veya Âdem oğulları olduğunu
söyleyen görüşler varsa da, açık olan bunun Âdem'i ve Âdem oğullarının
hepsini kapsayan insan cinsi olmasıdır ve bu hüküm Âdem oğlunun her
ferdi hakkında doğrudur. Dehirden bir süre.
DEHR,
Câsiye sûresinde de geçtiği gibi Ragıb'ın açıklamasına göre asıl
mânâsı, âlemin var oluşunun başlangıcından son bulmasına kadar bütün
süre, yani zamanın tamamı demektir. Burada da bu mânâyadır. Bilinmeyen
uzun zamanlara da dehr denilir. "Zaman" kelimesi ise bunun aksine
olarak az süreye de çok süreye de denir. Zaman, zincir ve serilerinin
toplamına da parçalarına da zaman denildiği halde asıl dehr tek olan
bütün zamana ve bazan da bunun büyük kısımlarına denir. Mesela; bir
saat, bir gün, bir ay müddete zaman denir, dehr denmez. Bundan dolayı
Fıkıh'ta yemin meselelerinde "dehr" kelimesinin belirli veya belirsiz
hallerindeki mânâlarının en azını belirlemek hususunda ashabın ve
müctehitlerin ihtilafları olmuştur. İmam-ı Azam belirsiz olarak
kullanılan dehr kelimesinin en az mânâsının ne olduğunu tayin hususunda
duraklamış "bilmem" demiştir.
HÎN,
zamanın az veya çok, sınırlı bir süresine denir. Zamanın tamamı için
kullanılmaz. Vakit gibi zamanın bir parçasına denilir. Buradaki hin
kelimesi, dehrin başlangıcı olan âlemin yaratılışı ile insanın
yaratılışı arasında kalan, bunlarla sınırlanan süreyi ifade eder.
Nekire, yani belirsiz olarak kullanılması ise, aslında sınırlı olmakla
beraber insan açısından miktarının bilinmediğine işarettir. Yani şu bir
gerçek ki insan cinsi, âlemin yaratılışından bir hayli zaman sonra
yaratılmıştır.
Alemin
yaratılışı ile başlayan dehirden, insan cinsinin yaratılmasına kadar
sizin için bilinmeyen ve bununla beraber bu iki sınırla sınırlanmış bir
süre geçmiş, insana doğru gelmiştir. O halde ki O süre içerisinde insan
anılır (bu nam ile tanınır) bir şey olmamıştır". Bu cümle insanın
halini bildirir veya hin = zaman kelimesinin sıfatıdır. Cümlenin ifade
ettiği olumsuzluk, bir kayda yöneliktir. Yani hiçbir şey olmamış değil,
anılan bir şey olmamıştır.
MEZKÛR,
hem esre ile zikirden, hem de ötre ile zükürden olabilir. Asıl maksat,
sadece insan lafzının söylenmesi değil, bununla anlatılmak istenen mânâ
olduğu için ötre ile olan "zükür" kelimesinden türetilmiş olması akla
daha uygundur. Bununla beraber "zikir" kelimesi bundan daha geneldir.
Yani insan adıyla anılan, anlaşılan, insan diye düşünülen bir şey
olmamış, bu gün insan adıyla zihnen göz önüne getirilip anlatılan cins
var olmamıştı, ancak insan ünvanı ile tanınmayan bir şey olmuştu.
Başlangıçta ilk maddeleri olan unsurlar ve madenler, sonra onlardan
aşama aşama yaratılıp orta maddeleri olan bitkisel, hayvansal gıdalar
"çamur hülasası"(Müminun, 23/12), sonra onlardan süzülen yakın maddesi
olan meniye doğru yavaş yavaş aşama ve mertebeler içinde gelen bir şey
olmuş, fakat insan diye anılan şey olmamıştı. Gerçekte insanın her
ferdi gibi cinsi de ezeli değil, sonradan olmadır. Hem dehrin
başlangıcından, âlemin yaratılışından çok sonra var olmuştur. Niçin
öyle olmuş da daha evvel olmamış?
2.
Çünkü biz insanı şöyle yarattık: Yani, o kendi kendine, kendi keyfine
göre olmadı, basit ve sınırlı birmertebede
boş ve
mânâsız olarak kalmak için de yaratılmadı. Şu şekilde yaratıldı bir
nutfeden. Rağıb'ın açıkladığı üzere nutfe, esasen saf suya denir.
Erkeğin suyuna da nutfe denilmiştir. Örfte nutfe ile meni eş anlamlı
gibi sayılmıştır. Fakat Kıyâme sûresinin sonunda da geçtiği gibi
Kur'ân'da "Dökülen meniden bu nutfe."(Kıyâmet, 75/37) buyrularak
nutfenin meniden bir parça olduğu ifade edilmiştir. "Sahih-i Müslim"de
rivayet olunduğu üzere "Suyun hepsinden çocuk olmaz." hadis-i şerifinde
de bir bütünün her parçası kastedilerek "Bir suyun her bir parçasından"
buyrulmamış, bir parçası kastedilerek "suyun tamamından" buyrulmuş
olmasından çocuğun meydana geldiği o suyun, suyun toplamı olan bütün
meni değil, onun bir parçasından ibaret olduğu anlatılmış bulunduğundan
nutfe, meniden bir cüz olan saf tohumun adı olduğu anlaşılır. Sonra
insan cinsinin bir nutfeden yaratılmış olmasının görünen mânâsı,
Âdem'in de bir nutfeden yaratılmış olduğunu ifade eder.
Ancak
şu var ki bu, nutfenin bir insandan gelmemiş olmasını gerektirir.
"hülasadan"(Müminun, 23/12), "çamurdan"(En'âm, 6/2) âyetlerinden maksat
da bu olmalıdır. Gerçi "Onu topraktan yarattı."(Âl-i İmran, 3/59) âyeti
ile Âdem'in bundan istisna edilmiş olduğu neticesine varılabilir. Fakat
"Çamur hülasasından"(Müminun, 23/12), "Sonra da ona ol dedi, o da
oluverdi."(Âl-i İmran, 3/59) gibi diğer âyetler topraktan ve çamurdan
yaratılışın başlangıç itibariyle olduğunu gösterdiği gibi, "sizi
çamurdan yarattı"(En'âm, 6/2), "sizi topraktan yarattı"(Rum, 30/20)
gibi genel olarak herkese hitap eden âyetler de başlangıç bakımından
bunların bütün insanlar hakkında doğru olduğunu anlattığından Âdem'in
insandan gelmeyen bir nutfeden yaratılmış olmasıyla çelişkili
olmayacağı cihetle "Allah insanı, ateşle pişmiş gibi kupkuru bir
çamurdan yarattı."(Rahmân, 55/14) âyetinde olduğu gibi burada da cinsin
başlangıcı şeklinde gelen "bir nutfeden" denilmesinden hiçbir insanın
istisna edilmemesi daha açıktır.
Fakat
o nasıl bir nutfe? "karışık"
EMŞÂC:
Nutfeye sıfat yapılan bu kelimenin, bir şeyi bir şeye karıştırmak
mânâsında olan "meşc" kökünden olduğu belli. Ancak bunun tekil veya
çoğul olduğunda ihtilaf edilmiştir. Zemahşerî, tekil olan nutfe
kelimesine sıfat olduğu için "on parça olmuş çömlek", "yırtılmış aba"
tabirleri gibi tekil lafızlardan olmasını tercih etmiştir. Ve "nutfetin
emşâcin" denilmesiyle "nutfetin meşcin" denilmesi arasında fark
olmadığını, burada "meşc" kelimesinin çoğul olmasının sahih olmayıp
ikisinin de birbirine karışmış iki şey gibi karışık demek olduğunu
söylemiştir. Fakat "emşâc" lafzında açıkça görünen sebebesbab,
ketif-ektâf, şehid-eşhad kelimelerinde olduğu gibi çoğul olmasıdır ki
tekili sebeb kalıbında meşec, ketif kalıbından mesic, şehid kalıbında
meşictir. Bu nedenle tefsircilerin çoğu bunu ahlât yani karışık şeyler
diye yorumlamışlardır. Bu durumda bu kelimenin tekil bir kelimeye sıfat
olması "zât-i emşacin" şeklinde takdir edilerek "karışık şeyleri olan"
yahut "karışık şeylerden ibaret, yani "herbiri karışık cüzlerden
meydana gelmiş karışımlar toplamı olan nutfe" demek olması
itibariyledir.
"Emşâc"
kelimesinin tekil kabul edilmesi halinde, cüzlerinin bir kez birleşip
karıştığı düşünülen bir karışım; çoğul olması halinde ise, cüzlerinden
her biri başka bir karışım olan farklı karışımların birbirine
karıştırılmış olduğu düşünülen katmerli karışım demek olur.
Gerçekte
ahlat, karışık demek olan "halat" kelimesinin çoğuludur. Farklı
unsurların karışımıyla meydana gelen ve kimyasal bir biçimde birbiriyle
karıştığından dolayı "mizac" dahi denilen kan, safra, salya, dalak gibi
karışık kimyasal bileşimlere ahlat denilir.
Şu
halde nutfenin karışımı nedir?
Kuşkusuz
bu, nutfenin tam bir analizi yapılarak bilinebilecek bir şeydir. Bunun
tamamını ise ancak yapan bilir. Bunu sade "karışık" mânâsına
anlayanların çoğu, nutfenin rahimde kadın menisiyle karışması yani
döllenme hali olarak kabul etmişlerdir. Fakat nutfe o vakit embriyon
adını aldığı için "emşâc" vasfının onda daha önce bulunmuş olacağı
açıktır. Bazıları da kan ve benzeri karışımlar demişlerdir.
Bu
kelimenin mânâsı ile ilgili olarak rivayet edilen yorumlar arasında
ikisi dikkate değerdir:
BİRİNCİSİ,
Keşşâf'ta zikredildiği üzere İbnü Mesud Hazretleri'nden gelen
rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin urûku yani damarlarıdır.
İKİNCİSİ,
Katâde'den gelen rivayettir ki, buna göre emşâc, nutfenin taşıdığı
renkler ve geçirdiği hallerdir.
Nutfenin
urûku görünüşte meninin liflerinden ibaret zannedilebilirse de nutfe,
asıl tohumdan ibaret olan döllenme hücresi olarak düşünülünce onun
urûku; damarları, hayatî teşekkülünde taşımış olduğu değişik
özellikleri çizen asıl çizgileridir ki ilk şekillenmiş maddesi olan
protoplazmasında, çekirdekciğinde, zarında, bünyesine, organizmasına
dahil ve nitelikleri içinde insanın özellikleri girmiş bulunan ve özü
ve içyüzü henüz bilimsel analizlerin ötesinde atomik inceliklere kadar
varan damarlar demek olur ki bunlar önce insan diye anılmayan şeylerden
başlamıştır.
"Nutfenin
renkleri ve geçirdiği haller" deyimi de, nutfe meydana gelene kadar
geçirdiği ve anılmayan şeylerden süzüle süzüle halden hale girerek,
geldiği birçok süzülme mertebelerindeki hâl ve durumları ile bundan
sonra embriyon ve et parçası yapılmak ve yaratılışı tamamlanmak
suretiyle geçireceği embriyon ve cenin hallerindeki aşamaları
kapsayabilir.
Kısaca,
insan kendi kendine var olmuş ve olgunlaşmış, başlangıcı olmayan bir
varlık olmadığı gibi, bir anda yaratılıvermiş basit bir yaratık da
değil, zamanın başlangıcından bu yana devir devir, aşama aşama
yaratılagelmiş adı sanı geçmeyen şeylerden süzülüp birbirlerine katıla
katıla birleştirilmiş ve terbiye edile edile bir takım nitelik ve
özellikler ilave olunarak yetiştirilmiş karışımlardan meydana
getirilmiş bir nutfeden yaratılmıştır.
Basit
olmayan böyle bir nutfenin yaratılması öncelikle her şeyi bilen, hikmet
sahibi ve dilediğini yapabilen bir yaratıcının yaratmasına bağlı olduğu
gibi, sonra karıştırılacak, birleştirilecek ve terbiye olunacak basit
parçaların yaratılmasına, birleştirilmesine ve süzülmesine de doğal
olarak bağlıdır. Bundan dolayı insanın yaratılması zamanın yaratılması
ile beraber başlamış, bu nutfenin yaratılmasından sonraya kalmıştır. Şu
halde bunda ilâhî ilimdeki insan tabiat ve mahiyetinin hiç gereği ve
lüzumu yok değil; fakat o tabiat, yaratıcı ve etkileyici olmayıp
kendine kalsa hiçbir şey yapamıyacak olan aciz ve muhtaç bir
"mümkin"dir. Bu nedenle hüküm tabiatın değil, ona hakim olan yaratıcı,
yüce Allah'ındır. O tabiat esasen yok, onun ilminde vardır. Düşünmeli
ki basit bir hidrojen diye anılan şey ile "karışık bir nutfe" denilen
şey arasında ne büyük fark vardır. Sonra da düşünmeli ki, "karışık bir
nutfe" diye anılan şey ile "insan" denilen şey arasında tabiat
bakımından aşılmayacak ne büyük bir ilerleme adımı, ne yüksek bir sanat
ve kudret eseri vardır. İşte bu âyetler insanlara özellikle bunu
duyurmak ve göstermek içindir. Evet, insan kendi kendine olmadığı gibi
basit bir yaratılışla da yaratılıvermedi. Yüce Allah insanı ululuk şanı
ile gittikçe mükemmelleştirmek ve en aşağı mertebeden kendine doğru en
yüksek mertebelere erdirmek üzere, işe yaramazlarını atıp temizlerini
süzmek suretiyle karışımlardan meydana gelen bir nutfeden yarattı.
Böyle yaratmasının hikmeti şu şekilde açıklanıyor:
Öyle
ki, onu sınamak için evire çevire yarattık. Yani o insanı öyle yaratıp
artık işi bitti diye başıboş bırakıvermek için değil, onu bir takım
emanet ve yükümlülüklerle yükümlü tutup kendisine duygular, görevler,
zor işler yükleterek imtihana çekmek ve Mülk sûresininin başında
"Hanginizin amelce daha güzel olduğunu denemek için ölümü ve hayatı
yaratan odur."(Mülk, 67/2) diye açıklandığı ve Kıyame sûresinin sonunda
"Bunları yapanın ölüleri diriltmeye gücü yetmez mi?"(Kıyamet, 75/40)
diye hatırlatma yapıldığı gibi daha ileri bir âlemde yüksek bir hayata
geçirmek üzere halden hale evire çevire yarattık. Bu imtihan ve
yükümlülükle ileri doğru sonuçlarını kabul etmesi ve verilen emirleri,
yapılan irşadları dinleyip önünü ardını görerek ona göre yoluna gitmesi
için yarattık da onu işitici ve görücü kıldık. Gerek kendisinde ve
gerek kendi dışında işitilecek, görülecek Kur'ân'daki ve kâinattaki
âyet ve delilleri işiticek, görecek, kalp gözüyle bilip ona göre
bilinçli bir şekilde görevini yapacak yükümlü bir yaratığa çevirdik.
İşte daha önce anılan bir şey değil iken sonra insan diye anılmaya
başlayan, sonradan yaratılan bu yaratık; zamanın başlangıcından beri
nice hallerden geçirilip, söz edilmeye değmez nice şeylerden süzülüp
nice katkılarla karıştırılarak meydana getirilmiş karışık bir nutfeden
"O sizi aşama aşama yaratmıştır."(Nuh, 71/14) mânâsında evrile çevrile
düzgün bir şekilde yaratıldıktan sonra, "Sonra onu bambaşka bir
yaratılışla inşa ettik."(Müminun, 23/14) ifadesince bambaşka bir ruhani
yaratılışa mazhar kılınmış; işitici, görücü kılınıp ölüm ve hayat
geçitleriyle imtihan edilmiş, henüz varacağı gayeye varmamış, ölümden
sonra da bir hayata aday ve yolcu bir yaratıktır. Şu halde tam
anlamıyla işitici görücü olmayan va Rabb'ına karşı görevlerini
düşünmeyen kimseler insan ünvanına layık değildirler. Görülüyor ki
insanın bu şekilde tanıtımı, onu "konuşan hayvan" diye tanıtmaktan daha
derin ve daha güzeldir.
"Onu
imtihan ederiz" kaydı, genellikle Kur'ân'da ifade edilegelen
yükümlülüklerin hepsine işaret olmakla beraber, özellikle Mülk
sûresinden beri anlatılan ve bu cümleden olarak Kıyâmet Sûresi'nde
tasvir edilen ve bundan sonra da bu sûrede ve gelecek sûrelerde tekrar
hatırlatılacak olan insanlığın mukadderatı ile ilgili görev
sıkıntılarını ve ceza ve mükafat için yapılacak imtihanları özetle
anlatır.
"Görücü"
vasfı da, yine Kıyâmet Sûresi'nde geçen "Doğrusu insan kendi nefsini
görücüdür."(Kıyamet, 75/14) âyetini özellikle hatırlatmaktadır.
Burada
Razî tefsirinde yazıldığı üzere şöyle rivayet olunuyor: Hz. Ebubekir bu
âyeti işittiği vakit; "Ah ne olurdu, o tamam olsaydı da mübtela
kılınmasaydık." demişti. Bu temenni Hz. Ebubekir'in bu âyeti ne ince
bir görüş ve seziş ile anlamış olduğunu gösterir. Çünkü bu temennide,
insanın eksikliğini ve olgunlaşmak için gelecekle ilgili görevlerinin
ağırlığını derinden duyan bir korku seslenişi vardır.
Gerçekte
bu iki âyet, insanın daha sonra yaratılmasının hikmeti, geçirdiği
süzülme mertebeleriyle yaratılış şekli, hâl ve geleceği ile mahiyeti ve
alınyazıları bakımlarından çok derin uçları ve ince saçakları kapsayan
ve nice nice amellerin analiz ve tetkiklerine müsait esas sınır ve
çizgilerini aydınlatan ilâhî sırları özetleyip kısaca bildirmiş;
insanın aslını, yaratılışın başlangıcından bu yana en derin, en seçkin
damarlarından toplanıp süzülerek özel bir şekilde özümlenen özsu;
mahiyetini de, tabiatın kendiliğinden yetişmesi ve atlaması ihtimali
olmayan yüksek bir evrim adımıyla doğrudan doğruya yüce Allah'ın sıfat
ve fiilini gösteren duyma, görme ve sezme gibi bir ruhani gerçek olarak
tarif ederken, yaratılış hikmetiyle bütün kaderini de, bir ucu kendi
şuur ve iradesine bağlanmış olan evrim için deneme ve sorumluluk
kanununda özetlemiştir. Böylece insan diye anılan şeyin; gayesine
ermiş, tam anlamıyla olgunlaşmış ve dehrin son ucuna gelmiş veya
ölümüyle bütün kaderi tükenip bitecek bir şeyden ibaret olmayıp,
Rabbinden geldiği gibi, "O gün sevk ancak Rabbinedir." (Kıyâmet, 75/30)
ve "O gün varıp durulacak yer Rabbinin huzurudur."(Kıyâmet, 75/12)
buyurulduğu şekilde yine Rabbine gitmek üzere altı cehenneme, üstü
cennete varan ve tehlike ve sıkıntılarala dolu bir yolun yolcusu olduğu
anlatılmıştır.
3.
İnsanı imtihan edip denemenin bu iki yönü açıklığa kavuşturulmak üzere
buyruluyor ki: Kuşkusuz biz ona doğru yolu gösterdik. Bu yol "O gün
sevk
ancak Rabbinedir."(Kıyamet, 75/30), "O gün varılıp durulacak yer
Rabbinin huzurudur."(Kıyamet, 75/12) ve "Elbette sonunda Rabbine
gidilecek."(Necm, 53/42) meâlindeki âyetler ve benzerlerinin anlattığı
ve Fâtiha'da ifade edildiği gibi doğrudan doğruya Allah'a ve onun
katkısız nimetlerine götüren ve Kur'ân ile çağrılan hak İslâm dinidir.
Yani insanın içinde ve dışında, başlangıç ve gayesiyle hak yolu
göstermek üzere işitilecek, görülecek ve düşünülecek Kur'ân ve kâinat
âyetleri, naklî ve aklî deliller, alâmetler ortaya koyarak ve ona
görme, işitme ve sezme kuvvetleri vererek nereden gelip nereye
gideceğini ve son gayeye ermek için Rabb'ına hangi yoldan gitmek ve ne
gibi görevleri yapmak gerekeceğini anlatarak irşat ettik.
Gerek
şükredici olsun o insan, gerek nankör kâfir. Yani isterse o irşat ve
hidayet nimetinin kıymetini bilerek Rabbine şükretmek üzere iman ve iyi
niyetle o hak yoluna girip sıkıntılara göğüs gererek çalışsın,
olgunlaşma gayesine doğru yürüsün; isterse nankörlükle küfredip
yükümlülük ve olgunlaşmadan kaçınarak, bu irşat ve hidayete karşı
işitmez ve görmezden gelerek bu imtihan âlemi olan dünya hayatında
kalmak istesin. Bu cihet kendisine, kendi tercihine bırakılmıştır. Her
iki durumda da yol gösterilmiş bulunuyor.
Bu
hidayet ve irşattan sonra insanı "şükredici" ve "nankör" diye ikiye
ayırmada, bir taraftan şükretmeye teşvik, bir taraftan da küfürden
sakındırmak için "Dilediğinizi yapın"(Fussilet, 41/40) tarzında insanın
ihtiyarına hitap eden ve kısaca ifade edilmiş bir vaad ve tehdit
vardır. Bu nedenle "leff ü neşr-i gayr-i müretteb" üslûbu ile küfr ve
nankörlükten sakındırmanın illeti,
4.
Çünkü biz kâfirler için zincirler, tomruklar ve bir cehennem, çılgın
bir ateş hazırlamışızdır, yani, dileyen bunları seçsin fakat bunlar
kalp gözüyle görebilecek olanlar için seçilecek, dayanılabilecek şeyler
olmadığından her halde küfürden ve nankörlükten sakınmak gerekir,
meâlinde kısaca anlatıldıktan sonra şükür ve iman, iyilik ve ihsan ile
çalışanların ruhlarının temizliğiyle hayat tarzları (yaşam biçimleri)
ve gayretlerinin ürünleri, dünya hayatının geçici zevklerine ve kadehi
devrilmeye hazır sersemlik veren içki âlemlerine düşkün olanları
imrendirecek ve hasretlerini artıracak bir biçimde açıklanmak üzere
buyruluyor ki: haberiniz olsun ki, iyiler...
5.
"EBRAR, "berr" kelimesinin çoğuludur. Nitekim "rabb" kelimesinin çoğulu
da "erbâb" gelir. "Fâil" kalıbı "ef'âl" şeklinde çoğul yapılabildiğine
göre, bu kelimenin "bârr" kelimesinin çoğulu olabileceği söylenmiştir.
Berr,
iyilik sahibi, tam anlamıyla hayır sahibi, itaat edici, iyi insan
demektir. "Allah hakkını edâ eden ve adağını yerine getiren kimse" diye
de tarif edilmiştir. Hasen'den, "karıncayı incitmez, kötülüğe razı
olmaz kimse" diye de rivayet edilmiştir. (Bakara Sûresi'ndeki
"Yüzlerinizi doğu ve batı tarafında çevirmeniz hayır ve itaat
değildir."(Bakara, 2/177) âyetine ve Al-i İmrân Sûresi'ndeki
"Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe hayır ve itaata
eremezsiniz."(Âl-i İmran, 3/92) âyetine bkz.)
BÂRR,
iyilik yapıp ihsanda bulunan ve bir de sözünde ve yemininde duran kimse
mânâlarına gelir. Burada şükredici olanların güzel halleri ve onları
bekleyen mutlu son anlatılırken onlardan "ebrâr" diye söz edilmesi bir
tarif demek olup, bunların bu yüksek ikramlara bu vasıflardan dolayı
nâil olduklarına, yani şükürden maksadın amel ederek şükretme olup
bunun iyilik, hayır, ihsan ve doğru sözlülükle yerine getirileceğine
bir dikkat çekmedir. İşte böyle iyilik ve hayır sahibi iyi kişiler
içerler yani, ahirette içecekler. Kâfirlerin seîr denilen cehennemde
yanmaları ahiretteki sonları olduğu gibi, bunun karşılığında zikredilen
iyilerin içmesinden maksat da ahiretteki içmeleri demek olur. Bir
kâseden ki:
KE'S,
kâse demektir. Yukarılarda da geçtiği gibi dolu kadehe denir. Boş
olursa ke's denmez. Meşhur mânâda bunun hakikatı, içinde içki bulunan
kadehin kendisidir. Özellikle içindeki içkiye de denir. İçki içenlerin
asıl maksadı neticede içkinin vereceği neşe olduğu için daha sonraları
bu kelime zikr-i sebeb irade-i müsebbeb (sebebi söyleyip neticeyi
kastetme) yoluyla tam neşeden mecaz olarak kullanılmıştır ki,
edebiyatta bu mânâda kullanılışı yaygın olmuştur. Şu halde "tam
anlamıyla dolgun, vereceği neşe içinde hiç sarhoşluk ve sersemlik
bulunmayan, o anda ve daha sonra her türlü gam ve kederden uzak saf ve
duru bir hayat zevki, demek olur. Böyle bir hayat ise, "Kuşkusuz ahiret
yurdu, işte gerçek hayat odur."(Ankebut, 29/64) delilince ancak ahiret
hayatıdır. Çünkü dünyanın hiçbir neşesi yoktur ki içinde bir keder ve
başağrısı bulunmasın. Bu mânâda tarihçi Âli ne güzel söylemiştir:
Neşe
ümid ettiğin sâgar da senden gamlıdır.
Bir
dokun bir ah dinle kase-i fağfûrdan.
Bu
nedenle "ke's" demekle gözetilen "tam neşe" mânâsı dünya kadehlerinde,
dünya şaraplarında yoktur. Bunlar bir neşeye karşılık bir türlü yıkımla
doludur. Bundan dolayı Kur'ân'da dünya şarabı "Şeytanın işinden bir
pislik"(Mâide, 5/90) ve "Günahları faydalarından büyüktür." (Bakara,
2/219) diye nitelendiği halde, ahiret şarabı "Tertemiz bir içecek"
(İnsan, 76/21) şeklinde nitelenmiştir ki bu, dünyada ancak mutlak bir
iman, tertemiz bir aşk neşesi ile ruhani bir gaye halinde
düşünülebilir. Bunda cismani zevkten ruhani zevke, geçici güzellik
aynasından mutlak güzelliğin şevkine geçen öyle derin ve sonsuz bir
sevgiliye kavuşma neşesi vardır ki yolunda dünyadan geçilir, canlar
feda edilir:
Cânı
cânan dilemiş vermemek olmaz ey dil!
Ne
niza eyliyelim, ol ne senindir, ne benim denilir.
İşte
bu neşeyi duyanlardır ki, "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler
sanma. Aksine onlar Rab'ları katında diridirler."(Âl-i İmran, 3/169) ve
bir de
"İşte
onlar, en ileri giden sıddıklardır. Şehitlerin mükâfatı Rab'ları
katındadır. Hepsinin ecirleri ve nurları vardır."(Hadid, 57/19)
müjdeleriyle Allah katında ebedi hayatta neşe ile dopdolu olurlar. Bu
ahiret neşesinden gafil olup da bütün lezzetlerini dünya hayatının
zevkinde tüketmek isteyenler, dünya elemlerini yalnız dünya şarabının
dolmak ihtimali olmayan ve az bir neşeye karşılık türlü acılıklar,
türlü başağrılarıyla bulaşmış ve sonunda kırılmaya mahkum bulunan boş
ve eksik kadehinde aradıkları için yüce Allah onlara rağmen iyi
kişilerin temiz ruhlarıyla duyacakları ahiret zevkini ve sonsuz hayat
neşesini, birçok sûrede olduğu gibi burada da dolgun bir içki kadehi ve
temiz bir içki demek olan "şürbi, ke's" ve "şarab-ı tahur=tertemiz
şarap" zevk ve neşesi şeklinde beyan edip açıklamıştır. Bu kadeh ile
içilen içkinin karışımı dünya içkilerinin karışımına benzemeyip her
türlü kusurdan ve hoşa gitmeyen kokulardan arınmış, son derece temiz ve
sonunda açıklanacağı üzere bir "şarâb-ı tahur" olduğu anlatılmak üzere
buyruluyor ki: Onun, (yani o kadehin) karışımı bir kâfur olmuştur.
MİZÂC,
alet bildiren bir isim mânâsında olarak bir şeye katılan katkı demektir
ki, özelliği bunda görünür. Mesela, bir şerbete katılan gül suyu onun
mizacı, katkısı olmuştur. Sonundaki zamiri, kâsenin yerini tutmaktadır.
Ke's, dolu kabın kendisinin ismi olduğuna göre, kâfur, kadehin katkısı
olmuş olur. Bu ise, o kâsenin sırçası, "gümüşten billurlar" âyetinden
de anlaşılacağı üzere kâfur tabiatında beyaz ve hoş demek olabileceği
gibi, o kasenin içine katılan içkinin kâfur özelliğinde, görülmedik bir
içki demek olduğunu da ifade edebilir. Bundan başka "katkısı olmak",
kabın kendisinden ziyade içindeki içkiye daha uygun olacağına göre
burada "kâse"den maksat, içindeki içilecek şey demek olup bunun katkısı
da o içilecek içkiye katılan temiz ve hoş bir katkı demek olur. Önceki
mânâya göre kâfur, bildiğimiz mânâda düşünülebilir. Bilindiği gibi
kâfur, beyaz ve hoş bir renkte, güzel kokulu, serin, antiseptik yani
kötü kokuya karşı ve doğal olarak kalbi kuvvetlendirme özelliğini
taşıyan meşhur bir şeydir. Bir kâsenin kendisinin bu tabiatta olması
onun temizliğini, hoşluğunu, güzelliğini ifade eden eşsiz bir
"istiare-i temsiliyye" olur. İkinci ve üçüncü mânâlara göre ise kâfur,
bilinen mânâsında değil, dünyada bilinmeyen bambaşka bir içki veya içki
katkısı demek olur. Gerçekte bu mânâ ile kâfur, cennet çeşmelerinden
bir çeşmenin ismi diye rivayet edilmiştir. Buna göre o iyi kişiler, o
dolgun kadehten bu kâfur denilen çeşmenin suyunu veya içine o çeşmeden
katılan bir cennet şarabını içecekler demek olur.
6.
Bu
takdirde "bir kaynak" sözü, kâfurdan bedel veya onun açıklayıcısıdır.
Yani, o kâsenin katkısı olan kâfur, bir ayn, bir çeşme, başka bir
tâbirle bir kaynak, bir kaynak gözü, bir pınardır.
İkinci
ve evvelki takdirde ise "içerler" fiilinin mefûlü (tümleci)dür. Yani
katkısı kâfur olan o kâseden, hiç durmadan akan ve sonsuz hayat kaynağı
olan bir çeşme suyu veya o su ile karıştırılmış bir içki içerler. Buna
Vâkıa Sûresi'nde imanda en ileride olanların nitelikleri anlatılırken
"Akan içki kaynağından doldurulmuş kadehler. Ondan başları ağrıtılmaz,
akılları giderilmez."(Vâkıa, 56/18, 19) denilmiş, Saffât Sûresi'nde de,
"Maîn'den doldurulmuş bir kadehle onların etrafında dolaşılır.
Bembeyaz, içenlere lezzet verir. Onda ne bir zararlı sonuç vardır, ne
de içenlere sarhoşluk verir."(Sâffat, 37/45-47) denilmiştir. Bu sûrede
geçen "kâfur", Saffât Sûresi'nde geçen "bembeyaz, içenlere lezzet
verir" ve Muhammed Sûresi'nde geçen "Tadı değişmeyen sütten
ırmaklar."(Muhammed, 47/15) gibi nitelikler birbirlerine yakın
mânâdadırlar.
O
kâfur veya o içtikleri öyle bir çeşme ki Onunla, (yahut) ondan Allah'ın
kulları içer, güzel yollarla onu akıtırlar da akıtırlar. İstedikleri
yerlere kolay kolay akıtırlar, diledikleri gibi kana kana içerler.
Abdullah b. Ahmed'in "Zevâidü'z-Zühd"de İbnü Şevzî'den rivayetine göre
bu kaynağın altın boruları vardır, su onları takip eder.
Burada
"Allah'ın kulları", yine o anlatılan iyi insanların kendileri, içme de
daha önce anlatılan içmenin açıklaması olmak ihtimali var ise de, bunun
genel mânâda olması daha açıktır. Bu duruma göre çeşme, o iyi kulların
dünyada yaptıkları hayırlar; Allah'ın kullarının ondan içmesi, herkesin
ondan faydalanması; iyi kulların kâfur katkılı dolgun kadehten içmeleri
de, ahirette onun sevabından elde ettikleri sonsuz mutluluk neşesi
demek olur.
7.
Bunun şu şekilde izahı da bu mânâyı anlatır: "Adaklarını yerine
getirirler..." Çünkü bu âyetler o "iyi kul" deyiminin özet olarak
anlattığı mânânın bir tür açıklaması olmak üzere onların ahirette bu
murada ermelerine vesile olan dünyadaki hallerini, ahlâklarını, ruh
hallerini, fikir ve gayeleri ile hayır işlerinin esasını ve meyvelerini
açıklamaya başlamaktadır. Yani, "onlar nasıl o iyiliğe erer, o pınarın
suyunu akıtırlar?" denilirse, buyruluyor ki, "adaklarını yerine
getirirler."
NEZR,
bir şeyi yapmayı üzerine almak ve adamak demektir ki, bir kimsenin,
üzerine gerekli ve vacip olmayan hayırlı bir işi kendine vacip kılarak
"yapayım" diye üzerine almasıdır. Kuşkusuz, kendine vacip olmayan
nafileyi üzerine alıp da onu yerine getiren kimseler, kendilerine vacip
olan vazifeleri haydi haydi yaparlar. Bu nedenle âyeti, gerek
kendilerinin vacip kılması ve gerek yüce Allah'ın vacip kılmasıyla
üzerlerine vacip olan her türlü vazife ve görevlerini yerine getirirler
demek olur. Böylece bu âyet, "Onlar emanetlerine ve ahitlerine riayet
ederler."(Müminun, 23/8) âyetinin mânâsı ile, "Kul bana nafilelerle
devamlı yaklaşır. Neticede ben onun kulağı, gözü... olurum." kudsi
hadisinin mânâsını kapsar. "Yerine getirirler" fiili de muzari sigası
(geniş zaman kipi) ile bunu yerine getirmeye devam ettiklerini ifade
eder. Yani, bir iki defa yerine getirmekle kalıvermez, devamlı yerine
getirip dururlar. Hem de yaptıklarıyla gururlanıp da "artık yetişir"
diye gafil davranmazlar. Ve kötülüğü yaygın olan bir günden korkarlar,
o endişe ile korunur dururlar.
8.
MÜSTATÎR; uçan, uçuşan, yangının veya sabah aydınlığının yayılması gibi
ufuklara dağılıp yayılma kabiliyetinde olan demektir. "Seve seve yemek
yedirirler". Burada sözü, sonundaki zamirin yerini tuttuğu isme göre
iki mânâ ifade eder:
BİRİSİ,
yemeğe sevgileri, yani kendi ihtiyaçlarından dolayı istek ve arzuları
bulunmasına rağmen, demektir ki, "Sevmesine rağmen mal verdi."(Bakara,
2/177) ve "Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe iyiliğe
ulaşamazsınız."(Âl-i İmran, 3/92) âyetlerinin ifade ettiği mânâ budur.
BİRİSİ
de, o yedirmeyi istemeye istemeye değil, can ü gönülden isteye isteye,
seve seve yaparlar demektir ki, her birinin bir izah ve yorumu vardır.
"Miskine, yetime ve esire" yedirirler.
MİSKİN,
kendi kendine bir şey kazanmaktan aciz kimse demektir.
YETİM,
kendisi için kazanç temin eden ölmüş, kendisi de kazanç elde etmekten
aciz mânâsınadır.
ESİR,
köle olup olmamaktan, müslüman olup olmamaktan daha genel olarak, hangi
esir olursa olsun demektir.
Burada
esirlere, düşkünlere güzel muamele yapılmasına önemli bir şekilde
dikkat çekilmektedir. Esir, kendisine öldürme veya başka herhangi bir
muamele yapılmaya mahkum bir durumdadır. Onu öldürmek gerekirse önce
öldürmeli, fakat esirlik zincirine vurulduktan sonra da işkence etmeyip
mümkün olabildiği kadar insanca bakmalıdır. Rivayete göre, Hz.
Peygamber'e bir esir getirilir, o bu esiri müslümanlardan birine teslim
eder, "buna ihsan et, güzel bak" diye emrederdi. Esir iki üç gün onun
yanında kalır, esire, onu kendi nefsine tercih edecek şekilde bakardı.
Katâde şöyle der: "O gün onların esirleri müşriklerdi. Senin müslüman
kardeşin ise elbette doyurmana daha layıktır." Müslüman bir esire
yardım, daha çok onu esirlikten kurtarmaya çalışmakla olur. Sonra onlar
bu yemek yedirmeden bir menfaat ve karşılık beklemezler.
9.
"Biz sizi Allah için doyuruyoruz." derler. Fakat bunu açıkça yüzlerine
söylemez, içlerinden ve halleriyle söylerler. Onun için burada "böyle
derler" diye açıkça söylenmemiş, dolaylı olarak ifade edilmiştir.
Lİ
VECHİLLAH, Allah yüzü, devamlı olan ahiret yönü, Allah rızası için
demektir.
10.
Abûs çirkin suratlı, yani "içinde bulunanların yüzlerini ekşitip
fenalaştıracak olan kara gün", çatık suratlı deniliyor ki, bu kelime,
devenin dölleme sırasında kibir ile veya doğururken sıkıştırma halinde
kuyruğunu kaldırıp burnunu çevirerek ve yanlarını derleyerek aldığı
çalımlı veya sıkıntılı durumunu anlatan sözünden alınarak, iki gözünün
arasını çatıp şiddetle alın buruşukluğu gösteren, yani son derece
çirkin veya kötülüğü birbirine girmiş gibi zorlu ve dehşetli veya uzun,
uzayıp giden mânâları ile tefsir edilmiştir ki o gün, kıyamet günüdür.
11.
"Allah onları o günün kötülüğünden korur ve onlara parlaklık ve sevinç
verir". Bu âyetler de dünyadaki o ruh hali ile çalışma ve gayretin
sonundaki semeresini, ahiretteki neticesini açıklamaya başlarlar ki bu,
"bir kadehten içerler" âyetiyle kısaca anlatılan neşe ve mutluluğun
izah ve açıklamasıdır.
12.
"Sabırlarına karşılık onlara verilir", bununla, sabrın, iyi kişilerin
muvaffak olma sebeblerinden biri olan en seçkin özellikleri olduğuna ve
böylece aynı anda hem şükrettiklerine, hem de sabrettiklerine işaret
olunmuştur. Cennet, yani diledikleri gibi yiyip içecekleri, gönülde yer
alan, hoş bir bahçe. Ve bir ipek. "Orada giysileri de ipektir."(Hacc,
22/23; Fâtır, 35/33) âyetinde de belirtildiği gibi, bir ipek ki onu
giyip süslenirler.
13-14.
Bu yüzlerindeki parlaklık ve içlerindeki sevinç, bu cennet ve ipek şu
hâl ile ifade ediliyor: Koltuklar üzerine dayanıp kurularak.
ERİKE,
gelin odasına kurulan yatak, donatılmış koltuk demektir.
Orada
zemherî, yani şiddetli bir soğuk da görmezler. Çünkü aşırı sıcak azap
olduğu gibi aşırı soğuk da azaptır.
15.
Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça
billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak
gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile
billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir
edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
16.
Gümüşten sırça kaplar, billurlar. Bilindiği gibi gümüş ile sırça
billurun tabiatları farklıdır. Gümüşten sırça veya billur olmamak
gerekir. Fakat burada eşsiz bir istiare yapılmış, gümüş beyazlığı ile
billur berraklığının saflığını içeren çeşitli biçimde kaplar tasvir
edilmiştir ki bunda kâfur katkısına da işaret vardır.
17.
"Orada onlara dolu bir kadeh sunulur ki, katkısı zencebildir".
ZENCEBİL,
zencefil dediğimiz bilinen hoş kokulu baharatın ismidir ki bazı
içeceklere katılınca hoş bir lezzet ve koku meydana getirir. Önce kâfur
katkılı kadeh, burada da zencefil katkılı kadeh denilmesinden ve
birinde "içerler", öbüründe de "onlara içirilir" tabiri
kullanılmasından iki tür kadeh anlaşılıyor ki birinin çalışarak
kazanıldığına, diğerinin Allah vergisi olduğuna işaret olsa gerektir.
18.
"Selsebil"
SELSEBİL,
bunun ilk önce Kur'ân'da işitilmiş bir kelime olduğu söylenmiştir.
Selsel ve Selsâl gibi, akıcı olmak ve peşpeşe akıp gitmek mânâlarıyla
ilgili olarak "akımı ardarda olan ve içimi ve yudumu boğaza
dokunmayacak şekilde gayet kolay ve tatlı" mânâsını ifade ettiği de
söylenmiştir. Mücahid, "akımı kuvvetli, içimi kolay" demiş; Mukatil de,
"suyu, istedikleri yere diledikleri gibi akar bir pınar" demiştir.
Katade'den rivayet olunduğuna göre, "Arş'ın altında Adn cennetinden
fışkırıp bütün cennetlere akan bir pınardır". Ebu Hayyan der ki: Bu
kelimenin zahirinden anlaşılan bunun bir isim olmayıp "yutulurken
akıcı, tadılması kolay" şeklinde bir nitelik bildirmiş olmak gerektir.
Çünkü gerçekten isim olsaydı gramer bakımından, müennes ve özel isim
olduğundan dolayı, gayr-i munsarif olmak gerekirdi. Bununla beraber
gibi, fâsılaya riayet için tenvinlenmiş olması da düşünülebilir.
Bazıları
da bunun, "bir yol iste" mânâsına gelen sözünden nakledilmiş bir isim
olması ihtimalini söylemişlerdir ki, "ona bir yol arayanlar, ondan
içebilirler" mânâsını dolaylı olarak gösterir demektir.
19.
"Etraflarında ölümsüz hizmetçiler dolaşır..."
20.
Orada gördüğün vakit, yani o cennette gözün her nereye ilişse bir nimet
ve pek büyük bir mülk görürsün, kederden, kin ve hileden uzak, katıksız
bir nimet ve anlatılamayacak büyük bir saltanat ki bu, duyu
organlarıyla hissedilebilen ve akılla düşünülebilen nimetleri kapsar.
Bazıları da şöyle der: O büyük mülk, bir şey meydana getirmek ve bunu
dilemek mülküdür ki, onlar bir şeyin olmasını istedikleri zaman o şey
hemen oluverir. İşte bu "neye baksan" şeklindeki hitapta Resulullah
(s.a.v)'a ve ümmetine bunu bir vaad vardır.
21.
"Onların üzerinde vardır". Bu, o nimete sahip olan kişilerin
görüldükleri sıradaki veya etraflarında dolaşılırkenki hallerini
açıklamaktadır. Yani "sen gördün" mânâsından veya "onların etrafında
dolaşır" âyetindeki zamirden veya ta yukardaki "yaslanmışlardır"
sözünden hal olarak ipeği açıklamaktadır. Yani, o nimet içindeki
kişileri gördüğün vakit veya ölümsüz hizmetçilerle etraflarında
dolaşıldığı veya koltukları üzerine oturdukları sıradaki halleri,
üstlerinde giyim yahut üst taraflarında tezyinat olarak yeşil sündüs
giysiler vardır, yani sündüs adı verilen gayet ince ve zarif ipek
kumaşlardan yeşil giyecekler "ve istebrak vardır". Yani kalın veya
sırmalı ipek kumaşlar ki "Sündüs ve atlastan elbiseler
giyerler."(Duhan, 44/53) mânâsınca sırasına göre giyinirler veya
oturdukları yerler aşağıdan yukarı ve yukardan aşağı bunlarla
donatılmıştır. Aslı Arapça olmayan bu "sündüs" ve "istebrak" kelimeleri
hakkında çok söz söylenmiş ise de bizim anlayacağımız ince ve kalın
ipek kumaşların en güzelleridir.
Ve
gümüşten bileziklerle süslenmişlerdir. "Onlar süslenmişlerdir."
cümlesindeki zamir, hizmet eden ölümsüz hizmetçilerin yerini tuttuğuna
göre, bunların böyle süslenmeleri akla uygundur. Cennetteki kadınlar
hakkında da yaraşır. Erkekler hakkında bu tarz süslenmek nasıl
övülebilir? diye bir soru akla gelebilir. Bunu cennettekilerin zevkine
havale etmek şeklinde bir cevap yeterli olabilirse de bunun akla uygun
bir yorumu da yok değildir. Çünkü kollarındaki bu bilezikler, cennet
ehlinin dünyada elleriyle yapıp uzmanlaştıkları salih amellerin simgesi
olan mükafattır. Bazı âyetlerde altın ve gümüş bilezikler diye bunların
derecelerindeki farklılığa da işaret buyurulmuştur. Bazıları, "gümüş
hizmet edenlerin, altın ise hizmet edilenlerindir. Burada hizmet
edenlerin süsü olması itibarıyla gümüş denilmiştir" demişlerse de
altının parlaklığına karşılık gümüşün rengindeki beyazlığın daha çok
samimiyet ve saflığı simgelemesi ve bir de altına oranla çokluğundan
dolayı herkese yararı daha kapsamlı olması nedeniyle burada sade gümüş
denilmiş olması daha uygundur. Sonra şu da unutulmamalıdır ki, bu
gümüş, bildiğimiz gümüş değil, o âleme özgü bir gümüştür. Bütün
bunların yanında bu âyet, cismâni ve ruhanî bazı işaret yollu mânâlar
da ilham edebilirse de onlar zevklerin inceliklerine ait sırlardır.
Bütün bunlar en son olarak şu zevk ve neşede özetlenmiştir: ve onlara
Rablari tertemiz bir şarap sunmaktadır. Ki hem temiz, hem de hiçbir
keder ve leke bırakmayacak şekilde son derece temizleyici bir
şaraptır.Bu
şarap daha
önce söz edilen biri kâfur katkılı, diğeri zencefil katkılı iki türün
ikisinden de üstün ve doğrudan doğruya âlemlerin Rabbı tarafından
içirilen, hiçbir katkı katılmamış, mutlak bir şekilde saf ve temizlik
vasfıyla seçkin tertemiz bir içki. Bu, Hakk'ın cemaline kavuşma
neşesidir.
Bu
şarabın temizliği ile ilgili gelen rivayetler:
Ebu
Kulâbe'den şöyle rivayet edilmiştir: Yiyecek ve içecekler verilir. En
sonunda da tertemiz bir şarap sunulur ki, bununla kalpleri ve bütün
içleri tertemiz olur ve dışlarından misk kokusu gibi bir ter halinde
taşar. Mukâtil'den de şöyle rivayet edilmiştir: Bu, cennet kapısında
bir kaynaktır ki her kim ondan içerse yüce Allah onun kalbinde kin,
hile ve hasetten veya içinde kirden lekeden eser bırakmaz, hepsini
çekip çıkarır: "Kalplerindeki kini söküp attık. Kardeşler olarak
divanlar üzerinde karşı karşıya otururlar."(Hicr, 15/47) Öte yandan bu
şarapta, dünya şaraplarında bulunan lekelerden eser yoktur. Bazıları da
şöyle demiştir: Bundan maksat sırf ruhanî olan bir şaraptır ki, bu
insanı Allah'ın dışında her şeyden uzaklaştıran ilâhî tecellidir.
"Bir
duruluk var, su yok; bir hoşluk var, hava yok; bir nur var, ateş yok;
bir ruh var, cisim yok".
İbnü
Fârıd'ın "Hamriyye kasidesi"de bu mânâ üzere yazılmıştır. Mesela
"taıyye" ("tâ" harfi ile biten kaside)sindeki şu beyit ile de bunu
kastetmiştir:
"Bana
içirdiler de, "şarkı mırıldanma" dediler. Oysa bana içirdiklerini
Huneyn dağlarına içirselerdi dağlar şarkı söylerdi".
Hikâye
olunduğuna göre, Bâyezid-i Bestami'ye bu âyeti sormuşlar. Demiş ki:
"Allah onlara tertemiz bir şarap sundu. Onlardan başka şeylerin
sevgisini temizledi." Sonra da şöyle demiş: Yüce Allah'ın bir şarabı
vardır ki, onu kullarının en erdemlileri için saklamıştır. Bu şarabı
onlara doğrudan doğruya kendisi içirir. İçtilermi coşarlar, coştularmı
uçarlar, uçtularmı ererler, erdilermi ayrılmazlar. Onlar "Sadakat
meclisinde, kudreti sonsuz bir hükümdarın huzurundadırlar."(Kamer,
54/55) sırrına ermişlerdir.
Razî,
yazdığı yorumların sonunda işaret yollu bir mânâ ile buradaki içkilerin
hepsini böyle bir ruhânî tarzda anlatarak der ki: Ruh, melekler
âlemindendir. Büyük ve ulu meleklerin cevherlerinden bu ruhlar üzerine
taşan nurlar, susuzlukları gideren ve vücudu kuvvetlendiren tatlı suya
benzer. Kaynak suları ve pınarlar durulukta, çoklukta ve kuvvette
farklı oldukları gibi, ulvî nurların fışkırdığı kaynaklar da böyledir.
Bazıları soğuk ve kuru tabiatte kâfura benzerler. Bunun sahibi dünyada
korku, ağlama ve sıkıntı makamındadır. Bazıları da sıcak ve kuru
tabiatte zencefil gibidirler. Bu halin sahibi de yüce Allah'tan başka
şeylere az iltifat eder, maddeye ve cisimle ilgili şeylere az önem
verir. Sonra insan ruhu kaynaktan kaynağa, nurdan nura naklolur, gider.
Hiç kuşku yok ki sebepler ve bunların neticeleri mutlak nur olan yüce
Allah'a yükselerek son bulurlar. Bu makama ulaşıp o şaraptan içince
önce içilen içkilerin hepsi hazmedilir hatta yok olur. Çünkü yüce
Allah'ın yücelik ve azametinin nuru karşısında Allah'tan başka olan her
şeyin nuru yok olur. İşte pek doğru kişilerin yollarının sonu; yükselme
ve olgunlaşmada derecelerinin en son noktası budur. Bu nedenle yüce
Allah iyi kulların sevaplarını zikrederken bu âyeti ile konuyu
bitirmiştir.
22.
Şöyle diyerek ki: İşte bu, sizin için hazırlanmış bir karşılık idi ve
çalışma ve gayretiniz karşılığını buldu. Dünyadaki çalışmalarınız boşa
gitmedi; kıymeti takdir olunup daha büyük bir mükafat ile karşılandı.
Bu hitap, cennetlikler cennete girip kendileri için hazırlanmış olan
nimetleri gördükleri zamanki kutlama ve tebrik hitabını hikâyedir. Yani
o zaman böyle denecektir. Allah'ın ilmindeki ezeli takdiri haber vermek
suretiyle dünyadakilere bir vaad hitabı olma ihtimali de vardır.
Kâfirlere
hazırlanan zincir, bukağı ve cehenneme karşılık şükredenlere, iyi
kullara hazırlanan gönül ve yüz aydınlığı, cennet, ipek, o saf nimetler
ve büyük mülk ile tertemiz şarap, karşılığı verilen çalışma ve gayretin
aşırı derecedeki neşesini beyandan sonra "Biz ona hidayet yolunu
gösterdik." âyetinin mânâsının gerçekliğini göstermek ve konuyu
açıklığa kavuşturmak için buyruluyor ki:
23.
Sana başkası değil, biz indirdik, biz Kur'ân'ı. İnsana doğru yolu
gösteren ve o tertemiz şarap neşesini sunan Kur'ân'ı kısım kısım
indirdik yani bir defada değil, zaman zaman aralıklı olarak, yirmi üç
senede, azar azar. İlk insanın yaratılışında olduğu gibi, bunda da
basamak basamak olgunlaşma ve yükselme kuralına bir uygunluk vardır.
Bununla önceden zikredilmeyen birçok şey olacak ve bu vaad edilen
şeyler kesinlikle gerçekleşecektir.
24-25.
Onun için
acele etme de Rabbinin hüküm vermesi için sabret. Bugün son zafer ve
başarıya erdirmeyip de yükümlü tutup, imtihan ettiği bir takım gayret
ve didinmelerin zorluğuna dayan, ilerde vereceği hükmü gözet, çünkü bu
çekilen zahmetlerin güzel bir sonu var sabırsızlık edip de o insanlar
içinden bir günahkâra yani günaha çağıran bir günahkâra veya küfre
çağıran nankör bir kâfire itaat etme. Rabb'ının ismini an. "Bir de
sabır ve namaz ile Allah'tan yardım isteyin."(Bakara, 2/45) âyetinin
mânâsınca sabır ile beraber ezana ve namaza devam et. "Sabah akşam".
BÜKRA,
erken demektir. "Er"sözü, sabah ve sabahtan öğleye kadar olan süre için
kullanılır.
ASÎL,
ikindi ve akşam üzeri mânâlarına gelmekle beraber öğleden akşama kadar
olan zamana denir. Buna göre "sabahtan akşama kadar" demek olup bunun
içinde sabah, öğle ve ikindi namazları vardır.
26.
ve geceden de, yani gecenin bir kısmında da Ona, (yani Rabbına) secde
et. Burada "fâ" ile "secde et" emri, "zikret" emrini de beyan ederek
ondan da maksadın namaz olduğunu anlatır.
Secde,
"zikr-i cüz, irade-i kül" (bir bütünün bir parçasını zikredip tamamını
kastetme) yoluyla namazdan mecazdır. Yani secde zikredilmiş, namaz
kastedilmiştir. Gecenin bir kısmı ve parçası da akşam ve yatsı demek
olur.
Hem
de onu, uzun gece, (yahut geceleyin uzun uzadıya) tesbih et. Bunda da
Müzzemmil sûresinde geçtiği üzere Peygamber'e teheccüdün vacip olduğuna
bir dikkat çekme olmakla beraber, Rabbinin hükmü gelinceye kadar
sabredilmesi emredilen müddetin uzun bir gece gibi geleceğine ve onun,
Allah'ı tesbih edip noksan sıfatlardan uzak tutarak uyanık bir şekil de
ibadet ve hazırlık ile geçirilmesi gerektiğine de işaret vardır. Bu
işaretin, dolayısıyla ümmete ait olacağı da unutulmamalıdır.
27.
Çünkü onlar, yani kâfirler "peşini", yani dünyayı seviyorlar", "ağır
bir günü arkalarına atıyorlar". Bu ağır gün, önlerinde bulunan
kıyamettir.
28-29.
"Eklem yerlerini bağladık". Esaret maddesi olan esr, aslında sıkı
bağlamak mânâsına mastar olup bağlama vasıtası olan bukağı ve bağ için
de kullanılır ki, burada yaratılış bağları, bedenlerin eklemlerini
bağlayan damar, sinir ve adeleler gibi bağ vasıtaları ile tefsir
olunmuştur. Biz bu "şedd-i esr" sözünü meâlde "kundakları bağlamak"
şeklinde ifade etmeyi uygun bulduk.
"Dilediğimizde
yerlerine benzerlerini getiririz". Burada "tebdil-i emsâl = yerlerine
benzerlerini getirme" mimin kesriyle misil'den, kendilerini yok eder,
yerlerine diğer benzerlerini yaratırız mânâsına, tebdil-i zevat yani
zatlarını değiştirme mânâsına da olabilirse de, sıfat ve kılık mânâsına
mimin fethasıyla mesel'den türetilerek "sıfatlarını, niteliklerini
değiştirme" mânâsına olmak daha uygundur. Nitekim Vâkıa Sûresi'nde,
"Kılıklarınızı değiştirmek ve sizi bilmeyeceğiniz bir yaratılışla
yaratmak üzere.."(Vâkıa, 56/61) âyetinde bu mânâ açık idi.
30.
"Allah dilemedikçe siz dileyemezsiniz". Bu âyet "cebr ve kader"
meselesinde fikirlerin çarpışma sahası olmuş ise de bunda kulların
dileme hak ve yetkisi olduğunda, bununla beraber bu dilemelerin mutlak
olmayıp Allah'ın dilemesine uygunlukla kayıt altına alındığında şüpheye
yer yoktur. Dolayısıyla sorumluluk kula, hüküm Allah'a aittir. Onun
için kul, kendi kaderini kendi keyfine göre çizemez. Kul, Allah'ın
dilemesi çerçevesinde sorumludur. Yüce Allah ise, hiçbir kayda bağlı
olmadan dilediğini yapar. Yol, onun tayin ettiği; sevap ve ceza da onun
hükümleridir.
31. O
dilediğini yapar. Bundan dolayı "Dilediğini rahmetine sokar. Zalimlere
ise acıklı bir azap hazırlamıştır." buyurarak biri rahmetine, biri
azabına giden iki yol göstermiştir. İşte insan, gösterilen bu iki yolun
arasında imtihan edilmek üzere yaratılmıştır. Yukarıda kısmen açıklanan
bu vaad ve tehdit, gelecek sûrelerde de derinlemesine tahkik ve izah
edilecektir.
|
|