Elmalı
Tefsiri
1.
"Gök
çatladığı vakit".
İNFİTAR,
yarılmak demek ise de, yarılmanın başlangıcı olması daha çok yaraşır.
"O gün gök, bulutlar ile yarılacak ve melekler ard arda
indirilecek"(Furkan, 25/25); "Gök yarılıp da kızaran, yanan ve yağ gibi
eriyen bir gül gibi olduğu zaman" (Rahmân, 55/37); "O gün gök yarılmış,
sarkmıştır." (Hâkka, 69/16); "O günün şiddetinden gök çatlamıştır."
(Müzzemmil, 73/18), "Gök açılmıştır da kapı kapı olmuştur." (Nebe',
78/19) âyetlerinin ifade ettiği gibi meleklerin inmesi için yarılmaya
başlamasıdır ki göğün terkibi, gökte bulunan cisimlerin düzeni
bozularak âlemin harap olmaya yüz tuttuğu zamandır.
Önceki
sûrenin başındaki kıyamet kopacağı sırada olacak oniki alâmet gibi
burada da dört alâmet zikrediliyor. Bunlardan ikisi yukarıda, ikisi de
aşağıda olan şeylere ait bulunuyor.
2.
Birincisi göğün çatlaması, ikincisi yıldızlar saçıldığı vakit.
İNTİSER,
dizili bir şeyin bağı koparak dökülüp dağılmasıdır. Yıldızların
dökülmesi de genel çekim dengesinin bozulmasıyla meydana gelecek düşüş
ve yok oluşlarıdır ki ipliği kopmuş inci dizilerinin dökülüp
saçılmalarına benzetilerek yok oluşlarını ifade eden bir istiare-i
musarraha veya mekniyye olduğunu söylemişlerdir.
3.
Üçüncüsü, denizler tefcir olunduğu vakit.
Denizlerin
tefciri; yarılıp akıtılması, aralarındaki ince uzun kara parçalarının
yırtılıp hepsinin bir deniz haline gelmesi veya sularının çekilip
kalmaması durumlarını ifade edebilir ki önceki sûrede geçen "denizlerin
ateşlenmesi" ile ilgilidir.
4.
Dördüncüsü, kabirler deşildiği vakit.
BA'SERE,
bahsere gibi toprağı deşip dağıtarak altını üstüne, içini dışına
çevirmektir. Ki bu işin zorunlu neticesi olan "çıkarmak" mânâsında da
kullanılır. Bu durumda Âdiyât Sûresi'nde geleceği gibi öldükten sonra
diriltme ve çıkarmadan mecaz da olur.
Zemahşerî
ve diğer bazıları şöyle demiştir: "Bu kelime aslında iki ayrı kelimeden
meydana gelmiş olup "ba's" ve "isare"den kısaltılmıştır. "Bu'siret ve
usire"nin hafifletilmiş yani kısaltılmış şeklidir. Bu, yontma yahut
traşlama tabir olunur. Bunun Arapça'da Besmele, demek; salvele demek;
hamdele, demek; havkale, demek ve dem'aze "Allah onun izzet ve şerefini
devam ettirsin." demek olduğu gibi birçok benzeri vardır." Nitekim son
zamanlarda Türkçe'de de örnekleri çoğalmaya başlamıştır.
Buna
göre "bu'siret", öldükten sonra dirilme vuku bulup kabirlerin
içindekiler dışarı çıkarıldığı vakit demek olur ki "Yer dehşetli
sarsıntı ile sarsıldığı ve yer ağırlıklarını çıkardığı vakit.."
(Zilzâl, 99/1-2) Sûresi'nin mânâsı demektir.
5.
Bu
dört alâmet meydana geldiği vakit her nefis dünyada neyi öne almış ve
neyi geri bırakmış olduğunu bilecektir. Çünkü önceki sûrede anıldığı
üzere o vakit toplanıp dağılma olacaktır. Takdim ve tehir etmek
sözlerinin birkaç mânâsı vardır:
1.
Takdim ettiği, dünyada hayır olsun, şer olsun, önce kendi işlemiş
olduğu amel, tehir ettiği de geriye bıraktığı, yani örnek olup da
kendisinden sonra gelenlerin işlemelerine sebep olduğu iyi veya kötü
amel. Çünkü hadisi şerifi gereğince "her kim güzel bir geleneğe yol
açarsa ona onu işleyenlerin mükâfatı vardır. Her kim de kötü bir
geleneğe yol açarsa ona da onu işleyenlerin günah ve vebali vardır."
Dolayısıyla önce kendi yaptığı, takdim ettiği ameli; ondan öğrenip de
sonra yapanlarınki de tehir ettiği geriye miras olarak bıraktığı ameli
demektir. Bu mânâ İbnü Abbas ve İbnü Mesud Hazretlerinden rivayet
edilmiştir.
2.
Takdim ettiği, işlemiş olduğu günah; tehir ettiği de yapmamış olduğu
itaattir. Bu mânâda yine İbnü Abbas'tan bir rivayet olup aynı zamanda
Katâde'nin de görüşüdür.
3.
Takdim ettiği, yükümlü olduğu şeylerden işlemiş olduğu; tehir ettiği de
işlememiş olduğu ameller.
4.
Takdim ettiği, mallarından kendisi için harcadığı; tehir ettiği de
varislerine bıraktığıdır.
5.
Takdim ettiği, amelinin evveli; tehir ettiği de sonudur denilmiştir.
Bütün
bunlar tekrar dirilişten sonra deşilip sahifeleri ile ortaya
konacaktır. Her nefis de, önceki sûrede geçtiği gibi, hakkında iyi mi,
kötü mü yapmış olduğunu bütün çıplaklığıyla ayrıntılı olarak o vakit
bilecektir.
Dünyanın
geçiciliğini duyuracak olan herhangi bir acı değişiklik ve felaket
anında, ölüm geldiği ve ölüm belirtilerinin ortaya çıktığı saatlerde
insan, ömründe ileri geri ne yaptığına kısa ve toplu bir ilim edinirse
de bunun ayrıntıları asıl tekrar dirildikten sonra sahifelerin açılması
ile olacaktır.
6.
Böylece toplanıp dağılmanın vuku bulacağı haber verildikten sonra aklen
de onu düşündürmesi gereken bir hatırlatma ve ihtar olmak üzere
buyruluyor ki: Ey insan!. Ey o vakitler başına gelecek olan insan!
Ata'dan
bu âyetin Velid b. Muğire sebebiyle; İkrime'den Übeyy b. Halef
sebebiyle indiği; Kelbî ve Mukatil'den de Esed b. Kelede sebebiyle
indiği rivayet edilmiştir. Söz konusu kişi Hz. Peygamber (s.a.v)'e
vurmuştu. Yüce Allah hemen onu cezalandırmayıp bu âyeti indirdi, diye
rivayet edilmiştir. Sonra da "Hayır hayır, doğrusu siz cezayı
yalanlıyorsunuz." buyrulmuş olduğundan dolayı birçokları burada
insandan muradın kâfir insan" demek olduğu kanaatına varmışlardır.
Fakat "iniş sebebinin özel olması hükmün genelliğine engel olamıyacağı"
için diğer birçokları da gurur ile isyan eden insanların hepsini
kapsamış olması lafzın genelliğine daha uygun olduğunu beyan
etmişlerdir. Ey insan! Seni ne mağrur etti?. Seni hangi şey aldattı,
gaflete düşürdü de isyana sürükledi, seni yakışmayacak işler yapacak
şekilde gururlandırdı?
O
ikrâmı bol Rabbine karşı?.
Bu
hitap ve soru korkutma hitabı olması nedeniyle gururlanmaya engel
olacak kahr ve celal yani üstün gelerek yıkıp ezme ve ululuk
sıfatlarından biri zikredilmesi daha açık görünürken "kerim" vasfı ile
özel olarak ilâhî ikramın hatırlatılmasında ince bir nükte ile büyük
bir ahlakî mânâya işaret vardır. Bu, her şeyden önce şunu anlatıyor ki,
ikram ve ihsanın gereği ona karşı gururlanarak saygısızlık etmek,
ahlâksızlık yapmak, günaha girmek değil, aksine o ikramın yüksekliği
oranında iman ve şükür ile itaatı, saygıyı, hürmet ve tazimi artırmak,
nankörlük ve isyandan sakınarak yüce ahlâka yükselmektir. Şeytanların
dediği gibi, "Adam sen de Allah kerimdir. İstediğini yap. Dünyada sana
ettiği iyilik ve ikramını ahirette de eder." diyerek umursamamak yalnız
bir kıyas yaparak aldanmaktır. O lütuf ve ikrama layık olmadığını, onu
hak etmediğini göstermektir. Çünkü gerçek ikram bir hikmet gözetilerek
yapılan ikramdır. Gerçi ikram eden, yaptığı lütuf ve ikrama, gösterdiği
büyüklük ve iyiliğe karşı kendisi için bir bedel ve karşılık gözetmeye
tenezzül etmez. Fakat hikmetli davranmayan, ikramını layık olduğu yerde
kullanmayan da kerim değil, bir müsrif demek olur. Onun için ikram
sahibine karşı iman ve şükür ile itaat ve saygıyı artıracak yerde onun
keremine mağrur olup da saygısızlık etmek büyük bir aldanış olduğu
hatırlatılmıştır ki, bu mânâ tamamen "Sakın o aldatıcı şeytan sizi
Allah'ın affına güvendirerek aldatmasın."(Lokman, 31/33; Fâtır, 35/5)
âyetinin mânâsıdır.
Bu
soruyu bazıları, "beni senin keremin mağrur etti ey Rabbim!" dedirtmek
için kulun göstereceği delili onu telkin etmek türünden bir kerem
olarak anlamak istemişler ve bu bir hayli yayılmış ise de, bu anlayış
sûrenin ifade ettiği korkutma akış ve üslubuna uygun düşmez. Ahlâk
yüksekliği açısından düşünüldüğü zaman Allah'ın kerem sahibi olduğuna
imanı olduğu halde isyan etmiş bir müminin bu hitaptan duyacağı utanç
ve üzüntü kâfirlerin duyamayacağı bir üzüntü hissi olmak gerekir.
Nitekim, "Suheyb ne güzel kuldur. Allah'tan korkmasa bile, isyan
etmezdi."( hadisinde bu yüce ahlâka işaret buyrulmuştur.
Bazı
âriflerin "Allah'tan korkmasaydım yine isyan etmezdim." demesi de bu
saygıdır. Fatır Sûresi'ndeki "Allah'tan, kulları içinde ancak âlimler
hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28) âyetinin de bunu ifade ettiği daha önce
geçmişti.
Tefsirciler
bu gurura sebep olmak üzere üç şey nakletmişlerdir:
Birisi,
Katade'den rivayet olunduğu üzere şeytanın kötü bir şeyi güzel
göstererek aldatmasıdır. "O aldatıcı şeytan sizi Allah'a karşı
aldattı."(Hadid, 57/14).
Diğeri,
Hasen'den rivayet edildiği üzere cehalettir.
Diğeri
de, Mukatil'den rivayet edildiği üzere, işin başlangıcında hemen ceza
verilmediğinden dolayı affa aldanmaktır.
Bir
de Fuzayl b. Iyaz Hazretlerine kıyamet günü, "İhsanı bol Rabb'ine karşı
seni aldatan nedir?" buyurduğu zaman ne dersin denildiğinde,
"indirilmiş perdelerin", yani "günahlara örttüğün örtüler" derim demiş
olduğu da söylenmiştir.
Gayet
açıktır ki, bu son ikisi, yani hemen cezalandırılmadığından dolayı afva
ve günahların örtülmesine güvenmek bir cahilliktir. Şeytanın kötü
şeyleri güzel göstermesine aldanmak da öyle demektir. Gerçekten Ebu
Hayyan ve Alûsî'nin kaydettikleri gibi Hz. Peygamber (s.a.v)'den
rivayet olunduğuna göre, O bu âyeti okumuş ve "onun cahilliği"
demiştir. Keza Hz. Ömer (r.a) de bunu söyleyip "İnsan cidden çok zalim,
çok cahildir." (Ahzab, 33/72) âyetini okumuştur. Bunun "Allah'tan,
kulları arasında ancak âlim olanlar hakkıyla korkar."(Fatır, 35/28)
âyetinin ifade ettiği "ancak" mânâsına uygun olduğu ortadadır. Demek ki
korkmak, Allah'a dair bilginin derecesi ile doğru orantılıdır.
7.
Yüce Allah'ın Rabliği ve kerem sahibi olduğu da en açık misali olmak
üzere insanın yaratılışında herkesin kendisine görünüp duran kudret
eserleri ve kerem ile şöyle hatırlatılıyor:
O
Rabbin ki seni yarattı. Burada yaratma; bünye ve uzuvları
düzgünleştirme, ölçülü yapma, şekil verme ve parçaları birleştirip
oluşturmadan daha önce olmak karinesiyle önce var kılmak demek olduğu
açıktır. Yine bilinmektedir ki her nimetin esası olan var olma, ilâhî
lütuf ve keremin birincisidir.
Sonra
da senin bünye ve uzuvlarını düzgünleştirdi . "Seni bir topraktan,
sonra bir nutfeden yarattı. Sonra da seni bir insan şekline
getirdi."(Kehf, 18/37) buyrulduğu ve daha bir çok âyette geçtiği gibi
yaratılışını aşamadan aşamaya geçirerek ruh üflenecek şekilde insanlık
seviyesine getirdi; bünyeni, uzuvlarını, kuvvetlerini düzenine koydu,
düzgünleştirdi de sana bir uyum ve itidal verdi. Burada biri "adl"
kökünden birisi de "ta'dil" kökünden şeklinde olmak üzere iki kırâet
vardır. İkisi de bir mânâya olarak denkleştirmek, normal hale getirmek
demek olduğuna göre az önce geçen "tesviye"nin mükemmel hale gelmiş
olduğunu ifade etmek üzere birkaç şekilde tefsir edilmiştir.
BİRİNCİSİ,
Mukatil'den rivayet edildiğine göre göz, kulak, el, ayak gibi çift
uzuvların denkliği ve ayrıntıları anatomide bilindiği üzere vücudun her
taraftan orantılı ve düzgünlüğü demek olup "Evet, onun parmak uçlarını
bile düzeltmeye kadir olduğumuz halde"(Kıyamet, 75/4) âyetinin ifade
ettiği gibi olur. Fakat bunda insanlık özelliğini ifade eden itibar ve
değer açık değildir.
İKİNCİSİ,
Ata'nın İbnü Abbas'tan rivayet ettiği izah şeklinde ise: "Belini
doğrultu, dik ve dengeli kıldı, eğri belli hayvanlar gibi yapmadı."
diye tefsir edilmiştir ki, bunun hem insanın olgunlaştığını gösteren
özelliği, hem de bünye ve uzuvları düzene koyduktan ve insanı, insan
denilecek şekle getirdikten sonra olması daha açıktır. Zira çocuklarda
görüldüğü gibi insanın belini doğrultup da ayakta dik ve doğru olarak
yürüyebilmesi de uzuvları düzene koymanın tekamülünde bir aşamadır.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Ebu Ali Fârisî'nin yazdığına göre, "sana itidal verdi" demek, bu
mânâların hepsini ifade edici olarak "Seni en güzel şekle koyup en
güzel biçimde çıkardı ve bu denge ile seni akıl, fikir ve kudreti kabul
etmeye yetenekli kılıp bu şekilde diğer canlı ve bitkilere hakim kıldı.
Seni, bu âlemdeki diğer varlıkların ulaşamadığı bir olgunluk derecesine
çıkardı." diye tefsir edilmiştir ki "Onun yaratılışını tamamladığım ve
içine ruhumdan üflediğim vakit." (Hıcr, 15/29) ve "Onları,
yarattıklarımızın bir çoğundan gerçekten üstün kıldık." (İsra, 17/70)
mânâlarına uygundur. Bunların hepsi Allah'ın bir lütuf ve keremidir.
Bundan
başka şeddesiz olarak döndürmek, eğip çevirmek mânâsına da tefsir
edilmiştir ki, bunun da iki ayrı mânâya gelme ihtimali vardır.
BİRİNCİSİ,
eksiklikten olgunluğa, uygun olmayan şekilden uygun olan şekle çevire
çevire en güzel suret ve biçime getirdi demek olarak, yine arınma
mertebelerini ifade etmiş olur ki bu da kerem sayılan şeylerdendir.
İKİNCİSİ,
düzgünleştirilerek en güzel biçime getirildikten sonra
"Sonra
da onu aşağıların aşağısına çevirdik." (Tin, 95/5) buyrulduğu üzere
olgunlaştıktan sonra eksiltmek ve aşağılara doğru çevirmek mânâsını
ifade etmiş olur ki, bu mânâ keremi değil de o kereme aldananlara karşı
kerem sahibinin tasarruf kudretini göstererek korkutma ve ahiretin var
olduğunu gösterme mahiyetinde olmuş olur.
8.
"Seni dilediği her hangi bir şekilde parçalardan oluşturdu". Bu âyetin
de bir kaç izah şekli vardır:
BİRİNCİSİ,
edatı fiili ile ilgili yani onun mef'ûlü; kelimesi meâlinde sorudan
çevrilmiş sıfat, onu desteklemek için ziyade edilmiş; cümlesi
kelimesinin sıfatı ve bunlarla cümlesi 'nin bir beyanı olmaktadır ki
meâli şöyle olur: "Allah seni çeşitli suretlerden dilediği her hangi
bir surette oluşturup şekil verdi". Bu mânâya göre "terkib", "ahsen-i
takvim"i, yani en güzel biçimde yaratmayı beyan ile Allah'ın
keremlerinden biri olur.
İKİNCİSİ,
'nin şart edatı olmasıdır. Dolayısıyla gelecek zaman mânâsında olarak,
"Seni hangi surette dilerse öyle oluşturup şekil verir. Dilerse o güzel
insan kılığından çıkarır da en çirkin suretlere kor, aşağıların
aşağısına yuvarlar." demek olur. Bu mânâya göre, gururun cezasına
işaretle bir korkutma olur.
ÜÇÜNCÜSÜ;
, fiilinin mef'ûlü; e sıfat; cümlesi de 'nın mevsûl veya sıfat veya
şart olmasına göre ayrı bir cümle olmaktır. Bu takdirde mânâ, "Seni her
hangi bir surette denkleştirdi, yahut evirdi çevirdi, dilediği gibi
seni oluşturdu, yahut dilerse başka bir surette oluşturur." demek olup
önceki iki mânânın ikisini de kapsar. Âyetin, bu mânâların hepsine
gelme ihtimali vardır ve bu mânâları vermek sahihtir. Bazısında suret,
farklı güzellik mertebelerinden herhangi birisi; bazısında da güzellik
ve çirkinlikte farklı ve değişik şekillerden herhangi birisi demektir.
Dolayısıyla ana, baba ve diğer akrabaya benzeyip benzememek, renk,
uzunluk, kısalık, erkeklik dişilik, sağlamlık, çürüklük, iyi veya kötü
kişi olmak, zekilik ve ahmaklık gibi maddî ve manevî bütün suret ve
vasıfları kapsar.
İbnü
Cerir, Ebu Rebah Lahmi'den şöyle rivayet etmiştir: Hz. Peygamber
(s.a.v) Ebu Rebah'a, "neyin oldu?" diye sormuş. Sonra aralarında şu
konuşma geçmiş:
- Ey
Allah'ın Resulü! Ne çocuğum olabilir. Ya oğlan, ya kız.
-
Kime benziyor?
- Ey
Allah'ın Resulü! Kime benzeyebilir? Ya babasına, ya anasına.
-
Öyle deme. Meni rahimde yerleşince yüce Allah onunla Âdem arasındaki
her nesebi hazır eder. Allah'ın kitabında şu âyeti okumadın mı? "Seni
dilediği herhangi bir şekilde terkib etti." Buradaki demektir. Yani,
seni dilediği şekle sokar, o surete koyar.
Görüldüğü
gibi hadis üç şeye işaret ediyor:
BİRİNCİSİ,
yahut 'da şart mânâsının bulunması,
İKİNCİSİ,
atalara çekme (atavizm) denilen soya çekme özelliğidir ki, bir meni
Âdem'den beri atalarından intikal ede gelen soyların, özelliklerin her
birini kapsayabilir.
ÜÇÜNCÜSÜ
de tabiî (doğal) ve irsî (kalıtsal) demek olan bu soya çekim hususunda
da etkili olanın, doğa değil, yüce Allah'ın dilemesi olduğunun
isbatıdır. Çünkü ana-baba gibi yakın akrabaların özelliklerine ta
Âdem'e kadar varan uzak atalardan birinin özelliğinin galip
getirilmesi, o farklı ve değişik tabiat ve suretler üzerinde yüce
Allah'ın irade ve dilemesinin hakim olduğunu gösterir. Demek ki iyi
veya kötü olarak tabiî (doğal) ve irsî(kalıtsal) değerler yok değildir.
Onlar da düşünülmelidir. Fakat hükmün onlarda değil, sadece yüce
Allah'ın dilemesinde olduğu bilinmeli ve ona yükselmeye çalışmalıdır.
Bu ise yüce Allah'ın keremine aldanmakla değil, onun keremiyle beraber
kudret ve hikmetini de düşünerek ilerde ona layık olmak hakkını
kazanmak ve azabından korunmak için iman ve şükür ile itaate ve iyi
amellere sarılmakla olur.
9.
Hayır hayır. Bu, Allah'ın keremine güvenip aldanmaktan sakındırmaktır.
Yani "öyle mağrur olmayın". Fakat siz, O keremin kıymetini
bilmiyorsunuz dini yalanlıyorsunuz, o kerim olan Rabb'ınızın keremine
karşı onun emir ve yasaklarına teslim olarak, yani tam bir ihlâs
(içtenlik) ve boyun eğişle itaat ederek o kereme layık yüksek ahlâk ile
güzel ameller yapmak görev ve sorumluluğuna ve ona göre hesap ve ceza
olacağına inanmıyorsunuz. Bir gün olup da Allah'ın iyilere iyiliklerine
karşılık sevap ve mükafat vereceğini, kötülere de kötülükleri sebebiyle
ceza verceğini yalanlar bir şekilde gururlanıyor, aldanıyorsunuz. Çünkü
Allah'ın lütuf ve kereminden ümidi kesmek, sevap ve mükâfatına
inanmamak küfür olduğu gibi, azap ve cezasından emin olmak, güç ve
kudretini tanımamak da küfürdür. Bunu açıkça yapmak açık küfür, dolaylı
yapmak da dolaylı küfür olmuş olur.
Bundan
hitabın kâfirlere olduğu anlaşılırsa da kelimesi ile iki cümleyi
birbirine bağlamak, kelâmda bir kesinti ve geçiş ifade ettiği için daha
önce ifade edilen şeylerin kâfir ve asiyi kapsamasına engel olmaz. O
gururun küfre kadar varabileceğini beyan ile sakındırmayı takviye edip
desteklemiş olur.
Fatiha
Sûresinde "din gününün sahibi"(Fatiha, 1/4) âyetinin tefsirinde geçtiği
üzere burada da "din", küllî ve cüz'î olarak iki mânâ ile de
düşünülmüştür: İslâm ve ceza. Çünkü din, lügatte ceza, yani yapılan bir
işe iyi veya kötü bir karşılık vermektir. Bunun hakkı da iyiye iyi ile,
kötüye kötü ile cezadır. Bunun için Yusuf Sûresi'nde "melik'in kanununa
göre." (Yusuf, 12/76) âyetinde geçtiği üzere görev ve sorumluluk
hükümlerini belirleyen kural ve âdetlere dahi din ve şeriat denir.
"Sizin için dinden Nuh'a tavsiye ettiğini şeriat yaptı."(Şûrâ, 42/13)
âyetinin tefsirine bkz.)
Bu
nedenle örf ve şeriatte din, insanları hamde, yani medih ve övgü ile
mükafata layık, güzel tercihleriyle iyi olan şeylere kendiliklerinden
sevk eden ilâhî kanundur. Bunun hakikati de "Doğrusu Allah katında din
ancak İslâm'dır."(Âl-i İmran, 3/19) buyrulduğu üzere İslâm'dır. Bunun
esaslarından biri de ahirette tekrar dirilmek ve cezadır. İşte burada
Allah'ın keremine mağrur olup aldanmakla dini yalanlamak, doğrudan
doruya Allah'ın dini olan İslâm'ı yalanlamak demek olursa da, bu
yalanlama, özellikle onun hükümlerinden biri olan öldükten sonra
dirilme ve cezayı ve bunun gereği olarak görev ve yükümlülüğü
yalanlamak mânâsına geldiği için, "siz mağrurlanıp saygısızlık etmekle
cezayı ve dolayısıyla dini kökünden yalanlamış oluyorsunuz" meâlinde
olur. Bundan dolayı böyle yerlerde "din"i sadece "ceza" ile tefsir
etmek daha kestirme olacağından çoğunlukla bu mânâ tercih olunmuştur.
Yani, siz demek ki cezayı yalanlıyorsunuz ve onun için Allah'tan
korkmuyor mağrurlanıyorsunuz.
10.
Oysa üzerinizde muhakkak koruyucular var, yani iyi ve kötü her
yaptığınızı gözetip korumak ve zabıt (tutanak) tutmakla görevli hafıza
güçleri, "hafaza" ve "hâfizîn" denilen gözcü melekler var.
11.
Öyle ki değerli ve yazıcı ünvanını almışlardır. Her biri Allah katında
saygın, görevlerinde kusur etmez kâtipler, dürüst hak yazıcılarıdır.
12.
Her ne yapıyorsanız bilirler, iyi ve kötü hiç birini kaybetmeden
hepsini hak yazısıyla amel defterinize bile bile yazarlar ve öyle
şahitlik ederler.
Önceki
sûrede anılan sahifeler öyle dağıtılırlar.
Bu
kâtiplerin bu niteliklerle nitelenmesinde hesap ve ceza işinin önemini
hatırlatma vardır. Öyle ki yüce Allah bu iş için öyle değerli kâtipler
memur etmiştir. Onun için o yazının, o ilim ve korumanın neticesini
beyan mânâsında buyruluyor ki:
13.
Kuşkusuz iyiler, sözünde ve fiilinde doğru, hayır ehli iyi kişiler
(Geniş bilgi için Dehr Sûresinin tefsirine bkz.) Muhakkak bir Naîm
cennetinde
14.
ve kuşkusuz ki suçlular, Rabb'ine karşı terbiyesizlik edip aşırı isyan
ve muhalefet yoluna sapanlar muhakkak bir Cahîm, (yani şiddetli bir
cehennem ateşi) içindedirler.
15.
O
din günü, yani yalanladıkları o ceza günü ona yaslanacaklardır.
16.
Ve onlar o cehennemden gaip olmayacaklardır. Daima ve sonsuza kadar
onun içinde kalacaklardır.
İşte
o yaratılışın, o ilmin, o yazının, o korumanın neticesi iyiler ile
kötüleri böyle ayırt ederek iyileri cennete, kötüleri cehenneme
gönderecek olan sonsuz cezadır.
İbnü
Kuteybe'nin "Kitabu'lİmâme"sinde ayrıntıları anlatıldığı üzere şöyle
nakledilir: Süleyman b. Abdülmelik Mekke'ye giderken Medine'ye
uğradığında ileri gelen zatlardan biri olan Ebu Hazim'i getirtmiş ve
onunla karşılıklı bir sohbette bulunmuş idi. Ebu Hazim ona çok acı
öğütler vermiş, neticede aralarında şu sorulu cevaplı konuşma olmuştu.
Süleyman:
Ey Ebu Hazim! Yarın Allah'a varmak nasıl olacak?
Ebu
Hazim: İhsan sahibine gelince o, yolculuğundan evine ve çoluk çocuğuna
dönen bir yolcu gibi; isyankâr ise efendisine geri dönen kaçak köle
gibi Allah'a varacak.
Bunun
üzerine Süleyman ağladı da: Keşke
Allah yanında bize ne var bilseydim dedi.
Ebu
Hazim: Amelini Allah'ın kitabına arzet.
Süleyman:
Allah'ın kitabının neresinde?
Ebu
Hazim: "iyiler cennette, kötüler cehennemde."
Bu
hatırlatmadan sonra o ceza gününün zeka ile ve akıl yürütmeyle tahmin
edilemeyen azamet ve dehşeti haber verilmek üzere buyruluyor ki:
17.
Sana o din gününün ne olduğunu ne bildirdi? Yani,
onun ne büyük ceza
günü olduğunu bildin mi? Ey muhatap! Hayır sen onu akıl yoluyla
bilemezsin. Çünkü o, dünyada bir benzeri olmuş, akıl yürütmeyle
bilinebilecek ceza günleriyle ölçülemez.
Bazıları
buradaki hitabın, engel olma ve korkutma yoluyla kâfire olduğu
kanaatine varmış ise de çoğunluğun açıklamasına göre Resulullah
(s.a.v)'a hitaptır. Çünkü vahiy gelmezden evvel bunu bilmiyordu.
Bununla beraber önceki sûrede geçmiş olan "Her nefis ne hazırlayıp
getirdiğini bilecek." (Tekvir, 81/14) âyeti ile bu sûrenin başında
geçmiş bulunan âyeti gereği her nefis için o günün dehşet ve azametini
hakkıyla bilmek ancak bizzat bu olayın meydana gelme ve görülme
zamanında olabileceğinden dolayı hitabın her nefse yapılmış genel bir
hitap olması bizce daha uygundur.
18.
"Evet, bildin mi nedir o ceza günü?" Bu tekrarda iki nükte vardır:
Birisi,
korkutmayı desteklemek için te'kit (vurgu)tir. Biri de, cennetliklere
ait olan ile cehennemliklere ait olana ayrı ayrı işaret olmasıdır.
Bu
sorudan sonra şöyle haber veriliyor:
19.
O
din günü, o ceza o gündür ki, hiçbir nefis bir nefis için bir şeye
mâlik olamaz. Hiç kimse ne mümin ne kâfir, ne iyi ne kötü hiç
kimsenin
hesabına zerre kadar bir şey yapamaz. O gün emir yalnız Allah'ındır. O
ne emrederse ancak o olacaktır. Onun için, "Ölçü ve tartıda hile
yapanların vay haline..."(Mutaffifin, 83/1)
|