|
Elmalı Tefsiri
1. Söyle. Bu
hitap öncelikle Resulullah'a ve
dolayısıyla hitap olunabilenlerin hepsinedir. Emrin böylece açıkça
ifade
edilmesinde bu tarifin bilhassa ilâhi beyan olduğunu ve bunun aynen
söylenmesi
ve böylece tebliğ edilmesi gerektiğine tenbih vardır. "Kavil" makul
olana
ve telaffuz olunana şamil olur, kemâli de anlam ile lâfzın bir arada
olmasındadır.
Yani sadece kendi yanından bir düşünce, sırf aklî ve nazarî delillere
dayalı
olarak değil, Allah'ın bildirdiği Hak kelâmı olduğunu şeksiz, şüphesiz
kalbinle tasdik ve dilinle ikrar ederek, kendi kendine söylediğin gibi,
başkalarına da tebliğ et ve açıkça söyle. Herkes de böyle söylesin,
"Birbirlerine
hakkı tavsiye ederler." (Asr,3) âyeti
gereğince böyle böyle diye
tavsiye
etsin. O, mübteda olan bu zamirin bu sûrede mercii geçmemiştir. Nüzul
sebebine göre, sorulmuş bulunan Allah'a raci olması gerekir. Yukarıki
sûrelere
göre de en yakın olarak sûresinde geçen Allah ismi hatıra gelir. Fakat
sûre tek başına müstakil olarak okunduğu zaman bunların hiçbiri ortada
bulunmadığı gibi, zaten haberi de yine Allah ismi geldiği için
herşeyden
önce belirsizlik içinde bir belirlilik ve belirlilik içinde bir
belirsizlik
ifade eden bu zamirin mercii çok dikkat çekicidir. Bundan dolayı
muhatapların
durumlarına göre bunda bir iki vecih zikredilmiştir: Birisi, "evvel
ve
âhir olan ve yani herşey üzerinde hazır ve nazır ve şahid olan
vâcibü'l-vücud
Hak Teâlâ'nın zatına raci olmasıdır. Nitekim İbnü Sina, bu sûrenin
tefsirinde
bu zamir Allah Teâlâ'nın zat mertebesinde ancak yani "O" demekten
başka
bir şekilde idrak ve ifade olunamayacağına işaret olduğunu söylemiştir.
Yani kendisini ancak hakkıyle kendisinin bildiğini, zatını akılların
almasının
mümkün olmadığını, bundan dolayı zat mertebesinde ancak demekle tarif
edilebilecek
olan vacibul vücud Hak Teâlâ'nın zatı ve hüviyeti demektir.
Fahreddin
Razî de demiştir ki:
Burada hüve, Allah ve ehad
olmak üzere üç lâfız vardır.
Herbiri taliplerin
makamlarından
bir makama işarettir.
Birinci
makam, mukarrebin makamıdır
ki, Allah'a
gidenlerin
makamlarının en yükseğidir. Bunlar ki, varlıkların varoluş açısından
tek
tek mahiyet ve hakikatlerine bakmışlar, Allah'dan başka bir mevcud
görmemişlerdir.
Çünkü lizatihi varlığı vacip olan ancak Hak Teâlâ'dır. O 'ndan başkası
lizatihi mümkündür. Li-zatihî mümkün olan da varoluş açısından tek tek
mahiyetine bakılınca ma'dumdur,
yani yok hükmündedir. Bundan dolayı
onlar akıl gözleriyle Hak Sübhanehu ve Teâlâ'dan başka var olan
görmezler.
"Hüve" mutlak anlamda bir i şarettir. Fakat işaret mutlak olsa da
işaret
olunan (yani müşarunileyh) belli ve muayyen olunca, o mutlak o muayyene
ait olacağından, sözkonusu mukarrebin nazarında denilince Hak Sübhanehü
ve Teâlâ'ya işaret olur ve onlar hakikatte iki mevcut görmedik l
erinden
dolayı 'O' demek, onlar için tam ve yeterli bir bilgi demek olur.
Bu
iki
mülahazaya göre, zamiri, Allah Teâlâ'nın
ismine değil, doğrudan doğruya zatına racidir demek oluyor. Fakat bunu
böyle anlamak için lafzını zamir değil, esmâ-i hüsnâdan (Allah'ın güzel
isimlerinden) ilâhî bir isim diye kabul etmek daha uygun olur. Nitekim
zamir sıfatla tavsif olunmadığı halde (Bakara, 2/163) de olduğu gibi,
zamiri
rahman ve rahim sıfatlarını almıştır. Bundan dolayı nin Allah'ın
isimlerinden olduğunu söyleyenler olmuştur. O halde gerek zamir, gerek
isim
olarak
Allah'ın zatına işaret olduğuna göre, bu "hüve" mübtedasının haberi
Allah'ın
ismidir, "ehad" de haberden sonra ikinci haberidir. Buna göre mânâ "O
Allah'dır,
birdir" demek olur. Hüve denilmekle mutlak bir varlık ifade edilmiş
olduğu
için mümkünat cinsinden olan ârızî varlıkları haddi zatında varlık
görmeyen
ve hakiki varlık olarak yalnızca kendi zatından başka bir sebebe muhtaç
olmayan, kendisi bizatihi ve lizatihî varoluşunu gerektire n ve bir an
için bile yokluğunu farz ve tasavvur etmek imkânsız olan vâcibü'l-vücud
bir Cenab-ı Hakk'ın zatını tanıyanlara karşı "O" demekle belli bir
tanımlama
yapılmış olur.
İkinci
makam,
"Ashab-ı Yemin"in makamıdır
ki, bunlar Cenab-ı Hakkı mevcut tanırlar, halkı da mevcut tanırlar.
Bundan
dolayı bunların gözünde ister istemez "kesret" denilen çokluk meydana
gelir.
Biri varlığı vacip olan ve yok olması imkânı bulunmayan Hakk'ın zatı,
öbürü
de yok iken var olan, var iken yok olabilen yaratılmış varlıkların
çokluğudur.
Bundan dolayı sürekli değişip duran bu geçici varlıklara "O" demek
uygun
olmaz. Ancak bu kesret arasında "O" sözü tek başına Cenabı Hakk'ı
ifadeye
de yetmez. Hakkı halktan ayıracak bir belirleyici gerekir. Bunların "O"
sözünden Hakk'ın zatını anlamaları için "Hüve" lâfzına Allah isminin de
eklenmesine ihtiyaçları vardır. İşte bunlar için denilmiştir. Çünkü
Allah,
kendisinden başka her varlığın kendisine muhtaç olduğu, kendisinin ise
her şeyden müstağni bulunduğu bütün kemâl sıfatlarını zatında toplamış
ve ilâhlığa hak kazanmış bir mevcut demektir.
Üçüncü
makam,
"Ashab-ı Şimâl"in makamıdır
ki, hepsinin aşağısıdır. Bunlar vâcibü'l-vücudun, ilâhın birden fazla
olmasını
caiz görürler. İşte bunları reddetmek ve sözlerini geçersiz kılmak için
"ehad" (bir) diye açıkça tasrih ve ifade edilerek buyurulmuştur.
Bu "hüve"
zamirinde diğer bir vecih de bunun
"zamir-i şan" olmasıdır ki, meşhur olan da budur. Gerek sûrenin
istiklali
gerek lisanın belâğatı açısından bu daha uygundur. Bilindiği üzere
"zamir-i
şan" söylenecek olan cümlenin önemini ifade etmek için cümlenin
evveline
getirilip şâna irca edilerek, işin önemi hakkında "önemli olan şudur
ki"
anlamına kullanılır. Bu suretle haberi cümlesi olmuş olur. Bunda "hüve"
zamiri, hakikatte ifadesi lâzım gelen mutlak bir "şân" olarak duyuran
bir mübteda, onu bâtında ve zahirde bütün kemâl sıfatı ile tecelli
ettiren
ism-i celâli de mübteda; Allah'ın zatını kesretten tenzih ile onun
birliğini
isbat eyleyen haberi, bu haberle A llah'ın birliğini ifade eden bu
cümle
dahi mübtedasının haberi olarak onunla birleşip onu beyan eylemiştir.
Demek
ki o şan Allah'ın birliği hükmünden ibarettir. Zaten esas maksat da o
hükümden
ibaret olduğu için açıklanmak istenen şey Allah'ın birliği gerçeğinden
ibaret olmuş olur. O Allah, cemâl ve celâl sıfatlarının hepsine
hakkıyle
ve eksiksiz olarak sahip olduğu ve bütünüyle varlığı kendisine ait
bulunduğu
cihetle ilâhlık kendisinin hakkı olduğu kesinlik kazanır. İşte gerçek
mabud
olan Allah birdi r, ikincisi olmayan bir tektir, biriciktir. Evvel ve
âhir,
ortaktan münezzeh "Hiçbir şekilde benzeri olmayan." (Şura, 42/11) hep
birdir,
yegane birdir.
"Nihaye"de
yer aldığı üzere; "Allah Teâlâ'nın
isimlerinden olan "ehad" "Ezelde ve lâyezelde hep bir olan ve
beraberinde
bir başkası bulunmayan fert, tektir." Bu öyle bir isimdir ki
beraberinde
zikrolunabilecek herhangi bir sayıyı nefy (red) ve inkâr için bina
kılınmıştır:
Arapça'da "Bana hiçbir kimse gelmedi." denir, bu ifadede "hemze "
vavdan
b e deldir, çünkü aslı vahiddir, o da vahdettendir ilh..."
"Ehad" lafzı
bir demek olan "vâhid" anlamında
dahi kullanılır ise de aslında aralarında önemli farklar vardır.
Vahdetin
kendinden başkasını nefyetmek demek olan esas mânâsında ehad sözü en
beliğ
olan ifadedir. "Vahid" kelimesi izafî ve itibarî de olabilir ve sayısal
bir anlam ifade eder. "Ehad" ise zatın ne bölünme ve izafiyet ne de
başka
birisi şeklinde hiçbir sayıyı kabul etmeyen, hiçbir şekilde iki olması
veya ikinci birinin bulunması ihtimali olmayan gerçek birdir, hep bir
ve daima bir demektir. "Vâhid" ile "ehad " eş anlamlı kelimeler
değildir.
Razî'nin naklettiği şekilde Ezherî demiştir ki: Allah Teâlâ'dan başka
hiçbir
şey "ehad" ile tavsif olunamaz. Meselâ; recülün ehadun, dirhemün ehadün
denilemez, racülün vâhidun, dirhemün vâhidun denilir. "Ehad" ferd,
yani
tek demektir. Ehad Allah'ın
sıfatlarından bir sıfattır ki, yalnızca
kendisine
mahsustur. O'nda ona hiçbirşey ortak olamaz. Bundan başka vâhid
ile
ehad
arasında daha birçok bakımdan farklılıklar ortaya koymuşlar:
Birincisi
vahid ehadde dahildir, ancak ehad vahidde dahil olmaz. Yani ehad sözü
vahid
kavramını da içine alır, lâkin her vahid, ehad demek olmaz. Ehad
denilmekle
vahid denilmiş olur, fakat vâhid denilmekle ehad denilmiş olmaz.
İkincisi:
yani, "filan kimseye vahid mukavemet
edemez", denildiği zaman "biri" mukavemet edemez, ama iki veya daha
fazlası
mukavemet eder anlamı çıkar. Halbuki denildiği zaman iki veya daha
fazlası
mukavemet edebilir anlamı çıkmaz. Ona mukavemet edecek hiçbir kimse
yoktur
anlamı çıkar.
Üçüncüsü:
Vahid isbatta, ehad ise nefiyde
kullanılır. İsbatta bir adam gördüm, denilir. Nefiyde ise bir ehad
görmedim
(hiçbir kimse görmedim) denilir ve umum ifade eder.
Rağıb der ki;
ehad iki şekilde kullanılır:
Birisi yalnızca nefiyde, öbürü de isbatta.(1) Nefiyle ilgili olanı o
cinsin
hepsini kapsamı içine alır, azına ve çoğuna gerek toptan, gerek teker
teker
şamil olur. Evde ehad yoktur, yani evde hiçbir kimse yoktur, ne bir, ne
iki, ne de da h a ziyade ne toplu halde, ne de tek tek hiç kimse yok
demektir.
Bu anlamda müsbet cümlede kullanılması caiz olmaz. Çünkü iki sayısı
menfi
cümlede sahih olursa da müsbet cümlede sahih olmaz. Buna göre denilse
bunda
hem tek tek vâhidi isbat, hem de gerek topluca, gerek çeşitlilik
bakımından
vâhidin fazlasını isbat mevcut olurdu, oysa ehad denilince bunun mümkün
olmadığı anlaşılır. Ehad böylece vâhidin daha fazlasına şamil olduğu
içindir
ki, çoğul olarak "hiçbir faziletli kimse yok." denilmesi doğru olur.
Nitekim
"Sizden hiç kimse buna engel olamazdı." (Hakka, 69/47) buyurulmuştur.
Müsbet
cümlede kullanılan ehada gelince, o da üç vecihdir:
a. On bir,
yirmi bir gibi sayılara munzam
olarak kullanılır; gibi.
b. Muzaf veya
muzafun ileyh ola rak isim tamlaması
şeklinde kullanılır; "İkinizden biriniz yine efendisine şarap sunacak."
(Yusuf, 12/41) âyetinde olduğu gibi ve haftanın ilk günü anlamına
kullanıldığı
gibi.
c. Mutlaka
sıfat olarak kullanılır ki; buyurulduğu
üzere, bu sonuncusu ancak Allah Teâlâ'nın sıfatı olarak kullanılırsa
caiz
olur.
Kelimenin
aslı vahaddır, lâkin vahad başkaları
için kullanılır. Nitekim Nabiğa:
"Kıraç bir
yerde gündüz, bizi geçip gidince,
Sanki benim
göçğüm bir dostun yanındadır."
demiştir.
Ebu's-Suud ve
daha başkalarının beyanına göre;
hemzesi vavdan mübdel olan "ehad" isbatta kullanılandır. Meselâ
"Allah'la
beraber başka birine ibadet etmeyin." (Cinn, 72/18) âyetlerinde
kullanıldığı
gibi. Nefye ait olan ve genel anlamda kulllanılan "ehad" böyle
değildir,
onun hemzesi aslî hemzedir. İkisi de aslîdir, dahi denilmiştir. Bu
sûrede
her ikisi de zikredilmiştir.
Ehad ile
vahid arasını Sa'leb şöyle ayırmıştır:
Ehada ibtidaen adet bina edilmez. Sayı saymaya başlarken ehad,
isneyn
ilh... denilmez denilir. ehad recül denilmez, vahid recul denilir,
demiştir.
Lakin Razî'nin nakline göre; İmam Halil ehad isneyn diye saymanın caiz
olduğunu söylemiştir ki, bunda vahid anlamına kullanılıyor demektir.(3)
Hanefî alimle r inden bazıları da farkı şöyle nakl ve tarif
eylemişlerdir:
Ehadiyyet hiçbir şekilde bölünmeye ve sayıya ihtimali olmaz. Vâhidiyet
ise ikisine de ihtimallidir: denilir. Oysa
ne "mietün ehadün" ne de "elfun
ehadün" denilemez. Hattâbî ehadiyet zatın tekliğini, vahidiyyet ise
sıfatta
şeriki olmadığını ifade eder, demiştir. Bazı araştırmacılar bunu aksini
de söylemişlerdir Yani ehadiyyet ne zatında, ne sıfatında ortağı
olmayan
bir tektir demektir. Allah Teâlâ hakkında zat ve sıfat birbirinden ayrı
olmadığı i ç in vahid ile ehad aynı hükümdedir. Bundan dolayı bazı
müfessirler
burada "ehad" kelimesini "vâhid" diye tefsir etmişlerdir. Nitekim
Abdullah
ibnü Abbas'tan ve Ebu Ubeyde'den naklen gelen tefsir rivayetlerinde
bunu
vahid diye tefsir ettikleri söylenmiştir. Ayrıca tecezzi, yani bölünme
ve parçalanmayı kabul etmeyen vâhid diye de tarif edilmiştir. Allah
Teâlâ
hakkında vahid ve ehad birbirinden farklı olmamak bakımından aynı
şeydir
diye tefsir etmek, herkesin kolayca anlaması bakımından daha kolay
olur.
Çünkü e had demek vâhid demektir. Fakat bununla arada hiçbir fark
yoktur
sanılmamalıdır. Ebu'l-Beka, "Külliyât"ında ehad kelimesinin vâhid
mânâsına
da geldiğini, bununla beraber aradaki bazı farkları kaydettikten sonra
der ki:" İki vecihten her birine göre de eha d ile murad olunan vâhid,
bütün yönlerden birdir. Çünkü ehadiyyet gerek adedî, gerek terkibî,
gerek
tahsilî teaddüt çeşitlerinin hepsinden kurtulmuş olan özdür. Nisbî
olan,
sayısız varlıkların, ehadiyyet-i zatta yok olmasıdır. Bu özelliğinden
dolayı
tenzi h maksadıyla kullanıldığı zaman vâhide üstün tutulur. Zira
vâhidiyyet
sayısal çoğalmanın nefyinden ibarettir. Ayniyyenin çokluğu,
vâhidiyyette
de nefyedilmiş olur ise de onda izafî bir çokluğun mevcudiyeti akla
gelebilir.
Bunu şöyle de
açıklamışlardır: Vahid birçok
bakımdan her aşamadaki birliklere söylenebilir. Ehad ise onun ekmel
şeklidir;
mutlak tereddüt ve şüpheye yol açacağı zaman, o mutlakın kemaline
masruf
olacağından, burada ehad kelimesi daha uygun olur. Ancak bunu vâhid
diye
tefsir edenlerin muradı da daha ötesi ve daha mükemmeli mümkün olmayan
vahdetle muttasıf olan vâhid demek olduğu anlaşılmak lazım gelir.
Bu bakımdan
burada vahdet, birlik kavramıyla
vâhid lafzının mânalarından da biraz bahsetmek gerekir.
İbnü Sina'nın
"Şifa"sında ve "Şerh-i Mevakıf"da
ve daha başka kaynaklarda açıklandığı üzere vahdet vücuda eşit, yani
mefhumda
değil, hamilde eşit olur. Herhangi bir şekilde birliği bulunan her
çeşit
varlık için kullanılabilir. Çünkü her varlığın kendine mahsus bir
vahdeti,
yani b i r birliği vardır. Hatta çokluğun bile... Pekçok şey bir
özellikte
birleşerek bir vahdet meydana getirebilir. Mesela; bir on, onların
yüzlercesinden,
binlercesinden sadece biridir. Ve böyle olması vahdetle kesretin
karşılaşmasına
engel değildir. Zira aynı şeye tek özellikle ilişkin olmuş değillerdir.
Aralarındaki o eşitlikten dolayı vahdeti, varlığın kendisi sananlar
olmuştur.
Halbuki doğru değildir. Bir cismi parçalara ayırmak onun birliğini
bozmak
olsa da varlığını yok etmek, onu ortadan kaldırmak demek d e ğildir.
Yine
bunun gibi, çoğa çok olduğu için var denilir de bir denilemez. Vahdet
ile
vücud, yani birlik ile varlık tamıtamına kavramda değil, sadece konuda
birleşirler. Vahdet, niteliğin de aynı değildir. Aslında vahdet
varlığın
niteliği üzerine eklenm i ş olan bir kavramdır. Onun için bir varlığın
niteliği vahdet ile de kesret ile de mümkün olur. Vahdet kesretten
öncedir.
Vahdeti şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin hakikatte kendisine ait
özelliklerde
bölünme kabul etmez olmasıdır. İster geometrideki nokt a gibi hiç
bölünme
kabul etmez olsun, ister Ahmet ve Zeynep gibi birçok uzuvdan meydana
geldiği
halde özünde bir tek şahsiyyet olsun. El, kol, gövde ve bacak gibi
çeşitli
uzuvlardan meydana gelmesi insanın şahsiyetinin birçok parçaya
bölünebilir
olması anl a mına gelmez. Kesreti de şöyle tarif etmişlerdir: Bir şeyin
hakikatte kendi özüne ait özelliklerde bölünme kabul etmesidir. Bununla
beraber Vahdet bölünme kabul etmez, kesret ise bölünme kabul eder demek
daha açık ve net bir ifade olur. Çünkü o bölünmenin öze veya uzuvlara
ait olup olmaması asıl meselenin dışındaki ayrıntıdan ibarettir. Fakat
bölünme denince yalnızca bütünü meydana getiren parçalara ait bir
bölünme
düşünmemek, ayrıca vahdet anlayışında ilk bakışta ortaklığı nefy ile,
parçalara
bölünmesinin imkânsız olduğu anlaşılsın diye böyle bir tasrih
yapılmıştır.
Bundan dolayı vahdetin mertebeleri olduğu gibi vâhid denilen şeyin
vahdetle
nitelenmesi de zatî ve arazî diye iki kısma ayrılır. Vâhidin kesire,
yani
birin çoğa karşılık olarak kullanılmaması d a zatî değil, arızî
bakımdandır.
Zira birşeyin bir yönden bir, bir başka yönden çok olması mümkündür.
Ancak
o vâhid, yani bir olduğu için çok değildir. İşte vâhid parçalara hiç
bölünemez
ve bölünmesi de aklen tasavvur edilmezse, yani çokluğu söz konusu ola m
azsa, ona şahsi vâhid, eğer bir şekilde bölünme kabul etmezse, yani
unsurlara
ayrılamadığı gibi, parçalara da bölünemezse işte o hakiki vâhiddir.
Onun
bölünmezlikten başka bir özelliği yoksa o vahdetin kendisidir. Eğer
bölünemezlikten
başka bir özelliği d a ha varsa o zaman ya bir konumu vardır, ya
yoktur.
Eğer bir konumu varsa, yani algılanabilir ise işte o noktadır. Bir
konumu
yoksa o "müfarık"tır, yani yalnızca akıl yoluyla algılanabilir
mücerret,
soyut bir kavramdır. Bizim "Ben, sen, o" diye adlandırdığı mız
şahıslarımız
gibi... Eğer tek şahıs parçalara bölünememekle beraber unsurlarına
ayrılmayı
kabul ederse, o unsurlar ya birbirinin aynıdır, ya da çeşitlidir.
Birbirinin
aynı ve benzeri ise o "bilittisal (bitişik) vâhid"dir, basit cisimler
gibi.
Yok eğer unsurlar çeşitli ise o da "bil'içtima (toplu halde) vâhid"dir,
herhangi bir ağaç gibi.
Gayr-i şahsi
vahide gelince: Ki o bir cihetten
vâhid (tek), diğer cihetten çoktur. Onun vahdeti ciheti, ya zatına
mahsustur,
yani o kesretlerin mahiyetinden ayrı değildir, yahut arazî yolladır,
yani
mahiyetinin dışındadır. Eğer vahdeti zatına ait ise o da ya
mahiyyetinin
tamamıdır ki, buna vahid denilir, veya mahiyetinin bir kısmıdır, bir
bölümüdür.
Bu bölümün tamamı müşterek ise cins olarak vâhiddir, değil ise tür
olarak
vâhiddir. Ve eğer birlik ciheti ârazî ise, vahdeti araz yoluyladır;
"vâhid
bil'araz"dır. Bu araz o kesretlere bağlı olarak ya aynı konumdadır:
"Gülen
ile ağlayan insanlıkta birdir." sözü gibi, ya da o sıfat ona eklenmiş
olur:
"Pamuk ile kar beyazlı k ta birdir." sözünde olduğu gibi. Öncekine
"vâhid
bilmevzû", ikinciye "Vâhid bilmahmûl " denilir. Ve eğer vahdet ciheti
ne
zatî, ne de arazi olmazsa, yani asla ait bulunmazsa ona da " Vâhid
binnisbe
veya "bilmünâsebe" denilir ki, nefsin bedene nisbet edilm e si,
hükümdarın
ülkeye nisbet edilmesi böyledir. Bu iki nisbet tedbir anlamı bakımından
birdir, demek olur. Tedbir ise nisbetin yüklemi değil, nefsin ve
melikin,
yani hükümdarın sıfatıdır.
Bunlar
anlaşıldıktan sonra, görüldüğü gibi,
vâhidin bu hususlardaki durumu hepsinde eşit değildir. Şüphe söz konusu
olduğu zaman bunlardan hangisine vâhid, yani bir demenin daha doğru
olacağı
böylece anlaşılmış olur ki, şahsi vâhid, türüyle vâhidden evlâ, o
cinsiyle
vahid olandan evla; o da türüyle vahid olandan evlâ olmuş olur.
Böylece
zatî ile vahid, arazî vahidden evlâ o da binnisbe vâhid olandan evlâ
olmuş
olur. Şahsi vâhid aksamından da hiç bölünme kabul etmeyen hakiki vâhid,
bir yönden de olsa bölünme kabul eden vâhidden evlâdır. Demek oluyor
ki,
vâhidler hadd i zatında özleri itibariyle birbirinden ayrıdırlar ve
çeşitlidirler.
Varlıklar özleri itibariyle birbirlerinden farklı ve çeşitli olmakla
birlikte,
"mutlak varlık" kavramında arazî olarak hep birlikte "mevcut" diye
adlandırıldıkları
gibi, vahdet, yani bir l ik kavramında da arazî olarak hep birlikte
"vâhid"
adı altında anılmış olurlar. Onun için birlerin bütün yönlerden
birbirinin
aynı olmaları gerekmez. Vücudîsi de vardır, itibarisi de vardır.
Mahiyyet
üzere zaid olanı da vardır, bizzat mâhiyeti itibariyle vâhid olanı da
vardır.
Diğer konularda da durum böyledir: Meselâ, bazısında cevher bazısında
araz
olabilir. Bunlar kolay anlaşılabilmek için gayr-i şahsi vahdetlerin
çeşitlerine
göre verilmiş isimlerdir. Meselâ; nevide olan birliğe mümaselet
(aynılaşma),
cinste olan birliğe mücâsenet (cinsleşme), keyfiyette olana müşabehet
(benzeşme),
kemmiyette olana müsavat yani eşitlik, şekilde olana müşâkele, tartıda
olana müvazene, ölçüde olana mühazat, çevrede olana mütabakat, nisbette
yani orantıda olana münasebet denilmiştir. Bunların hepsi sayı ile
ilgili
olan vahidlerdir. Yine bunun gibi, şahsi vahid de bunlardan biri veya
birkaçı
ile adede dahil olabilir. Mesela bir misli veya bir benzeri daha
bulunarak
ikisi birden bir bütünün parçaları olabilir. Misli olmaya n vâhide
fert,
mütevahhid veya vâhid denilir ki, bizim tek, biricik veya yegane
dediğimiz
şeydir. Mesela bizim sistemimizde yerküre, güneş ve ay birer tek
varlıktırlar.
Ancak bunların teklikleri izafîdir, her bakımdan tek ve eşsiz
değildirler.
Sonra misill e rinin olması da mümkündür. Şahıslara ve bazı varlıklara
ferd deyişimiz de ferdiyetlerinin her bakımdan mükemmel ve eşsiz
oluşlarından
dolayı değildir, özellik kazandıkları belirgin yönlerinden dolayıdır.
Çünkü
onların eş ve benzerlerinin olması daima mümk ü ndür. Bundan dolayıdır
ki, fertde birçok kıymetli özellikler toplanıp birleşerek bir bakıma
Hakk'ın
birliğine birer delil ve âyet olurlar. Böylece biz onu "sen, ben, o"
diyerek
duyduğumuz ve tanıdığımız birlik şuurunun yardımıyla kesretler içinden
seçer v e en sonunda sayı fikrini de silerek bütün o kesretlerin
kıymetleri
kendisinde tam bir tenzih ile birleşen gerçek ferd tanımına kavuşmuş
oluruz
ki, o vakit "Dikkat, kalbler yalnızca Allah'ın zikri ile tatmin bulur."
(Ra'd 13/28), "İşler Allah'a dö n dürülür." (Bakara 2/ 210), "Emrimiz
de
bir tektir, bir göz kırpmasından başka birşey değildir." (Kamer 54/50)
sırrı zahir olur. İşte o bütün kesretler kendisinden yok olup, bütün
kıymetler
kendisinde birleşen, bütün varlığı kudret elinde tutan, ezelî v e ebedî
olan daimi varlık kendisinin olan, bir ikincisini farzetmek bile
çelişki
ve muhal olan o tek vahid duygusu, hakiki ferd duygusudur, ehad
duygusudur.
Bu nefy ve inkâr edilince bütün varlıklar toptan red ve inkâr edilmiş
olur.
Yukarıda açıklandığı üzere, "ehad" nefiyde umum ifade eder,
denilmekle
işte bu mânâ kastedilmiştir. (Lâ ehad) demek "Hiçbirşey yok" demektir.
Bundan dolayı ondan gayrisinin hepsini nefyeden tam anlamıyla teklik,
hakiki
infirad mânası düşünülmeden "vâhid" demekle "ehad" ifade e dilmiş
olmaz.
Nitekim Rağıp da şöyle demiştir: "Vahdet infiraddır, vahid dahi
gerçekte
parçası olmayan bir bütündür. Ayrıca her var olana vahid denilmiştir.
Sayılardan
hangisi olursa olsun ona vâhid demek sahih olur: Bir on, bir yüz, bir
bin
vs. denilir. O halde vâhid bir müşterek lafızdır, altı türlü
kullanılabilir:
Birincisi,
cinste veya nevide vahiddir, Zeyd ve Amir nevide birdir
dememiz
gibi.
İkincisi:
İttisal ile vâhid olandır, ya yaratılıştan;
şahs-ı vâhid demek gibi, veya meslek ve sanat bakımı ndan ki, meslektaş
demek gibi.
Üçüncüsü:
Benzeri olmadığı için vâhid olandır.
Bu da yaratılıştandır. Güneş vâhiddir demek gibi, veya fazilet
açısından
olur, filan zat çağının vahididir, kendi devrinde ondan üstünü yoktur
demek
gibi. Ya da "Biricik dokunmuş" o modelden başka bir dokuma yoktur
anlamına
denildiği gibi.
Dördüncüsü:
Parçalanamaz olduğu için vâhid
olandır; bu da ya küçüklüğünden dolayı ki toz gibi, veya sertliğinden
dolayı
ki elmas gibi.
Beşincisi:
Başlangıç içindir; ya sayıların
başlangıcı için, vâhid, isneyn, selâse gibi, veya çizginin başlangıç
noktası
için "nokta-i vahide" gibi. Bütün bunlarda vahdet arızî vahdettir.
Altıncısı:
Gerçek anlamında kullanılan vahdettir:
Vâhid Allah Teâlâ'nın vasfı olduğu zaman, ne bölünme, ne çoğalma ve ne
üreme söz konusu olmayan vahid demektir. Ve bu vahdetin ağırlığınden
dolayı
Allah "Allah bir olarak anıldığı vakit ahirete inanmayanların yürekleri
burkulur." (Zümer, 39/45) buyurmuştur ki, bu anlamda vahid, münferid
(tek,
yalnız) de m ektir. Yukarıda da geçtiği üzere bununla Allah'dan başkası
da vasfolunabilir, fakat "ehad" ile Allah'dan başkası vasıflanamaz.
Ebulbeka'nın
"Külliyât'ında da özet olarak
şöyle denilir: Allah'a vahdet ıtlak olunur, ancak onunla bölünme ve
parçalanma
olmamak murad olunur. Bu mânâda vahid çok kullanılır. Bazen de vahdet,
sayı ve çokluğun karşıtı olarak kullanılır. Bu anlam için de daha çok
"ferd
" ve "ehad" kelimeleri kullanılır.
Vâhidin iki
anlamı vardır: Birisi vahdet kendisiyle
kaim olandır. Bu an lama göre vâhid bölünmez ve parçalanamaz demektir.
İkincisi de
zatında eşi fiillerinde ve sıfatında
benzeri olmayan demektir. Kendi varlığında bu iki mânânın ikisiyle de
hakikaten
vasıflanmış olan Allah'tan başka biri yoktur. Çünkü yaratılmışlardan
cevher-i
fert gibi bölünme kabul etmeyen varlıklar da aynı özelliğe sahip başka
emsâl ve benzerlerine sahip bulunabilir. Arş ve Kürsi gibi benzeri
olmayan,
ay ve güneş gibi nev-i şahsına munhasır bulunanların hepsine birer
benzer
yaratmak daima mümkündür. Fakat Allah Teâlâ'nın bölünmesi ve cüzlere
ayrılması
muhaldir, O'nun misli ve benzeri de yoktur.
Tevhid'in üç
mertebesi vardır:
Birincisi "
Tevhid-i Zat" mertebesidir. Bu
istihlâk makamıdır, "Fenâfillah" makamıdır ki, Allah'dan başka mevcut
yoktur.
Var zannedilenlerin hepsi fâni olur da yalnızca bir tek zatullah
(Allah'ın
zatı) baki kalır "Allah'tan başka mevcut yoktur."
İkincisi:
"Tevhid-i Sıfat" mertebesidir ki,
müteferrik olan her kudreti O'nun kudretinin şümulünde, her bilgiyi
O'nun
ilm- i kâmilinde yok olmuş görmek ve hatta her kemâli O'nun kemâlinin
nurundan
bir lem' a görmek demektir.
Üçüncüsu:
"Tevhid-i ef'al" mertebesidir ki,
bu da varlıkta Allah'dan başka gerçek etki sahibi olmadığına
ilme'l-yakîn,
"ayne'l-yakîn" veya "hakka'l-yakîn" olarak inanmaktır.
Velhasıl
"ehadiyyet" daha açık seçik olduğu,
yani vahid denilebilenlerin hepsine "ehad" denilemeyeceği için ehadi
vahid
ile tefsir edenlerin maksadı da zaten çokluk ve sayı anlamına gelen
vahidlerden
herhangi biri demek olmadığı, en kâmil ve tam anlamıyla hakiki vahid
demek
olduğunu belirlemektir. Vâhid diye tefsir edenlerin muradı da tam
anlamıyla
bir, eşi ve benzeri mümkün olmayan tek demektir. Onun için bazı din
uluları
bunu şöyle tefsir etmişlerdir: Zatı, gerçekte ve zihin d e terkibden ve
sayıdan ve bu gibi şeyleri gerektiren cismiyyetten ve mekândan, özünde
ve hakikatının uluhiyyeti iktiza eyliyen varlığının vücûbu, zatının
kudreti,
hikmetinin mükemmelliği ve diğer hususlarda ortaklık gibi kusurlardan
uzak
olan vahid ilh. B u ifade İbnü Sina'nın bu Sûre-i celileyle ilgili
tefsirinden
yapılan bir alıntı olup nefy-i sıfat tevehhümünü defi' için yapılmış
bir
ihtar gibidir.
İbnü Sina
demiştir ki; ehad, Allah Teâlâ'nın
bütün cihetlerden vahid olduğuna ve onda asla kesret bulunmadığına
delâlet
eyler: Ne manevî anlamda kesret ki, manevî destek, ecnas (cinsler) ve
fusul
(bölümler) yani bir dereceye kadar güçlendirici sayılan yardımcı
unsurlar
ve manevî güç kaynakları şeklindeki çokluk, ne de madde ve suret gibi
aklen
tasavvur olunabilecek harici bir şekil tarzındaki çokluk, ne de maddi
anlamda
cisim gibi bilkuvve veya bilfiil ayrılan bir çokluk söz konusu
değildir.
Duyularla algılanamaz. Bu da O'nun zatının, vech-i kerimine lâyık
gerçek
yüceliğe ve kâmil birliğe noksanlık getirecek cins, tür, fasıl, madde,
sûret, âraz, boyut, uzuv, eşkal (şekiller), elvan (renkler) ve sair
hallerden
münezzeh olmasını gerektirir. O kendisine birşeyin benzemesinden veya
birşeyin
ona eşit olmasından münezzeh, yüce, aziz, celil ve sübhandır ilh.
O ehaddir,
vahiddir, benzeri ve dengi yoktur
demek bile bir tavsif olduğu cihetle bundan maksat yaratıp eserler
vücude
getiren ve hükümler koyan Allah'ın sıfatlarını inkâr değil,
sıfatlarının
çokluğu zatının çokluğunu gerektirmediğini, çünkü Allah'ın zatının,
onun
safatlarının terkibinden ve kıvamından teşekkül eden bir mahiyyet, bir
sentez zat olmadığını belirlemektir. Allah her bakımdan birdir, eşi ve
benzeri olmayan, tektir. O'nun sıfat ve özellikleri de kendine mahsus
olup,
hiçbir yönden ona ortaklı k mümkün değildir. İşte İbnü Sina bunu "Şifa"
ve "İşârât" adlı eserlerinde böylece ayrıntılı olarak açıklamıştır.
İşârât
adlı eserinde der ki: Belki sen şöyle dersin; akla uygun olan şeyler
dediğin
gibi çeşitli şekiller olup akıl ile ve birbiri ile uzlaşmazsa,
Vâcibulvücud
olan Allah'ın herşeyi bilir olduğu da itiraf olununca onun Vâhid-i Hak
(tek hak) olmayıp kendisinde kesret, yani çokluk bulunmuş olması
gerekmez
mi? Buna deriz ki; Hayır gerekmez. Çünkü O, zatını bizatihi bildiği,
sonra
eserleri de mümteni' olmayıp bütünüyle kesretlerin sebep ve illetleri
üzerinde
zatıyla kayyûm olduğu için, kendi zatını bilmesi kesretleri de
bilmesini
gerektirir. Kesret zatta dahil değildir, kesretler O'nun zatını
oluşturup
ayakta tutan şeyler olmayıp, müteahhir lazım ola r ak sonradan
gelmiştir
ve bir tertip üzere gelmiştir. Zattan ayrı olan kesretlerin ister
farklı,
ister birbiriyle benzer olmaları bir şeyi değiştirmez. Sonradan olmuş
olan
kesretler zatın vahdetine halel vermez. İzafî ve izafî olmayan bütün
kesretler
levazım kesreti ve selb kesreti olur. İşte Allah'ın isimlerinin çokluğu
da bu sebeptendir. Lâkin bunun zatın vahdaniyyetine bir tesiri yoktur.
'Şifa' da da "Ma'kûlatın Allah Teâlâ'ya nisbeti ve O'nun sıfat-ı
icâbiyye
ve selbiyyesi zatında çokluğu gerektirmey e ceğini ve bahâ-i âzam (en
büyük
kıymet) ve mecd-i gayr-i mütenahi (sonsuz şeref) O'nun olduğunu izah ve
akli lezzetlerin açıklaması" hakkında özel bir bölüm vardır ki, özeti,
sıfatların birbirine aykırı olmayarak aynı zata raci olmasıdır. Bu
cümleden
olar a k der ki: Vacibulvücûd'un birinci sıfatı varolmaktır. Diğer
sıfatlarının
bazısında mânen bir izafet ile bu varoluş, bazısında da bir selb ile
yine
bu varoluş mevcut olur ve sıfatlardan hiçbiri O'nun zatı hakkında ne
çokluğu,
ne de başkalaşımı gerektirmez. O'na vâhid denildiği zaman, O'ndan
bölünmeyi
selb etmiş ve ortaklığı selbetmiş oluruz, ancak yine zatının varlığını
ve birliğini ifade etmiş oluruz. O'na âlim denildiğinde de haddi
zatında
bilinenlerle hiçbir şekilde karışması sözkonusu olmadan yine O mü
cerredin
kendisi kasdolunur. O'na "Evvel" denildiğinde de hepsinin bu vücuda
izafeti,
yani herşeyin O'ndan sonralığı kast edilmiş olur. Kâdir, hay, mürid
gibi
daha bazı sıfatları ile de yine böyle bir izafet veya selb ile
vacibu'l-vücûd'un
kendisi murad o lunduğunu söyledikten sonra der ki; Hak Teâlâ'nın
sıfatlarını
böylece düşünürsen anlarsın ki, bu sıfatların çokluğunda onun zatı için
herhangi bir yönüyle çokluğu gerektiren birşey yoktur. Daha sonra İbnü
Sina bu faslı şu sözlerle bitirir: Bir niteliğin sırf akıl yönünden ve
her bakımdan noksanlık kuşkularının hepsinden uzak olması, ayrıca her
bakımdan
sırf hayır olmasının üstünde güzellik olamaz. Onun için bütün güzellik
ve bütün değer yalnızca Vacibü'l-vücud olan Allah'a mahsustur. O
herşeyin
güzelliğin i n gerçek kaynağıdır. Her birşeyin güzelliği ve değeri ise
onun olması gerektiği gibi olmasıdır. Artık anlamalıdır ki,
Vâci-bu'l-vücud'da
gerek olduğu üzere olanın cemâli nasıldır?> Cemâl, selamet, hayır,
müdrik
hep mahbub ve ma'şuktur. Bunun hepsinin kayn a ğı da ya hissî, ya
hayalî,
ya vehmî, ya zanni veya aklî algılamadır. İdrak derinlik ve tahkik
bakımından
ne derece şiddetli, idrak olunan da zat olarak ne derece mükemmel ve
şerefli
ise onu idrak edenin sevgisi ve hazzı da o derece fazla olur. Kemal,
cemal ve güzelliğin gayesinde olan zatını, kemal, cemal ve behanın
gayesi
ile
hem akıl, hem makul, yani bilen ve hem bilinen olarak hakikatte vâhid
olan
ve tam ilim ile bilinen Vacibulvücud'un zatı, kendisine en büyük aşık
ve
en büyük maşuktur ve en büyük haz v e lezzet O'nundur. Çünkü lezzet
mülayimi
mülayim olması bakımından idraktir. Hissî lezzet, mülayimi duyularla
algılamak,
hissetmektir, aklî lezzet ise mülayimi akıl yoluyla düşünmektir. Bundan
dolayı herşeyden önce Allah Teâlâ da en yüksek düzeyde idrak o l
unabileni
en yüksek düzeyde idrak etmekle en yüksek düzeyde bir idrak edendir ve
en yüksek düzeydeki haz ve lezzet de O'nundur. Bu öyle birşeydir ki,
kendisine
hiçbir şey kıyas edilemez. Biz de bu anlamları ifade edebilecek başka
kavramlar
olmadığı için bu kelimeleri kullanıyoruz. Binaenaleyh bu kelimeleri
yakışıksız
bulanlar başka kelimeler kullansınlar.
Şunu bilmek
gerekir ki, aklın makul olanı
idraki, duyuların hissedileni idrakinden daha kuvvetlidir. Çünkü akıl
baki
ve küllî olanı da idrak eder. Onunla bütünleşip tıpatıp uyum sağlar ve
onu dış yüzüyle değil, özüyle idrak eder. Hissedileni duyularla
algılamak
öyle değildir. Bundan dolayı bir konuya aklımız ermekle bize düşecek
lezzet
ve haz, bir hissedileceği hissetmekle elde edeceğimiz lezzetin ve
hazzın
üstündedir. Öyle ki aralarında nisbet kabul etmez bir fark vardır.
Lâkin
bazen bir arıza olur da idrak gücü, lezzet alması gereken şeyden o
arıza
sebebiyle lezzet almaz olur. Nitekim hasta tad alma organındaki bir
arızadan
dolayı tatlıdan hoşlan m az. Bizim de, bedende olduğumuz, yani
canımızın
tenimizde bulunduğu müddetçe öyle bir hasta gibi olduğumuz
bilinmelidir.
Çünkü akıl gücümüzün zirvesine bilfiil erebilmemiz ve o idrakten hasıl
olacak lezzeti tam olarak elde edebilmemiz, bedenimizdeki bir a r
ızadan
dolayı engellenmiş olur. Bu yüzden de sözkonusu lezzeti tam olarak elde
edemeyiz. Bedenimizden soyutlansak hakiki güzellikleri, hakiki
lezzetleri
düşünerek makulun makûle uyumu sûretiyle onlara tam anlamıyla uyum
sağlar,
gerçek anlamda bilme ve d ü şünme gücümüzü kullanabilirdik ve o sayede
kendi varlığımızı tamıtamına tanıyacak ve bu yüzden tadacağımız lezzete
de doyamayacaktık. Hep bu mânaları bundan sonra açıklayacağız. Şimdi
şunu
bilmeliyiz ki, her kuvvenin lezzeti, kendisine en mükemmel halini n
hasıl
olmasıyladır: Hissin hissedileceği tam anlamıyla algılaması öfkenin
intikam,
ümidin zaferdir. Ve herşeyin lezzeti kendine mahsus olandır. Nefs-i
natıka
denilen ruhun lezzeti de bilfiil akıl ve bilgi olmasıdır. Şimdi,
vacibu'l-vücud
olan Allah zatın d a makûldür, düşünülsün veya düşünülmesin.. Ve
maşûktur,
sevilsin veya sevilmesin.
Bunun
ardından "İlk kaynağın tedbirinden varlıkların
suduru" hakkındaki dokuzuncu makalede "İlk kaynağın faaliyetinin
sıfatı"
hakkındaki birinci fasılda da söze şöyle başlar: Şimdi bize zahir
olmuştur
ki, küllün vacibu'l-vücûd olan bir başlangıcı vardır. Bir cinste dahil
değil, bir had veya bürhan altında vukua gelmez, kemmiyyetten ve
keyfiyyetten,
yani nicelikten ve nitelikten, zamandan ve mekandan, gitmekten ve
gelmekt
e n münezzeh, misli yok, benzeri yok, ortağı yok, eşiti yok ve zıddı
yok,
bütün yönlerden eşsiz, tek ve biriciktir. Çünkü bölünemez bir bütündür:
Ne parçalarda olduğu gibi bilfiil, ne de bileşiklerde olduğu gibi
faraziye
ve vehim yoluyla bölünemez. Ne de zatı, birbirine zıt birtakım aklî
mânâlardan
mürekkep olarak onların birleşmesiyle bir cümle olmak sûretiyle akılda
bölünmesi asla mümkün değildir. O kendine mahsus olan varlığında ve
varoluşunda
hiçbir şekilde ortaklık kabul etmez oluşundan dolayı vâhiddir. Ve O, bu
birlikle tektir ve tamam olmak için bekleyecek birşeyi kalmamış tam ve
mükemmel bir vacibu'l-vücuddur. Varlığı tek ve eşsiz olduğu için
vâhiddir
ki, bu vâhidin vücudu ise ehaddir: Bu anlamda vâhid ancak selbî anlamda
vahiddir: Cisimlerin bitişik v eya bileşik veya diğer bakımlardan vâhid
olması gibi bir zata veya müteaddit zevata ulaşabilecek şekilde vücûdî
bir anlamdan ibaret bir vahdet ile vahid değildir. Tabiat ilimlerinde
geçen
konulardan maddeden soyutlanmış ve sonsuz bir kuvvetin varlığı ve o n
un
ilk harekete başlangıç olduğu açıklık kazanmıştı. Ondan sonra da
Vacibu'l-vücud'un
varlığı bütün yönlerden bizatihi zorunlu olduğu açıklık kazandı.
Razi
tefsirinde der ki; Allah Teâlâ'nın sıfatı
ya izafiyye (yani sübutiyye) veya selbiyyedir. İzafiy yesi alîm, kadir,
mürid, hallâk dememiz gibidir. Selbisi de cisim değil, cevher değil,
araz
değil dememiz gibidir. Mahlûkat evvela sıfatın birinci nevine, sonra da
ikinci nevine delalet eyler. Allah dememiz sıfat-ı izafiyyenin bütününe
delalet eyler, ehad dememiz de sıfat-ı selbiyyenin bütününe delalet
eyler.
Binaenaleyh yani, "Allah birdir" dememiz, beşer aklına layık olan
irfanı
ifade etmede tam olur. Allah lâfzı sıfatı izafiyyenin bütününe delalet
eder diyoruz, çünkü Allah ibadet edilmeye layık olan v e ona hak
kazanmış
olan zattır. İbadet edilmeye hak kazanmak ancak yoktan var etmek ve ilk
baştan yaratmakla, istiklal sahibi olmakla olur. İcadda istiklal ise
tam
kudrete, nüfuzlu iradeye, külliyat ve cüziyyata tam anlamıyla vakıf
olan
bir ilme malik olm a kla olur. İşte bunlar sıfat-ı izafiyyenin
bütünüdür.
Sıfat-ı selbiyyenin bütününü içinde toplayan sıfat da ehadiyyettir:
Çünkü
ehadiyyet, hakikatın nefsinde terkip ve teaddüt cihetlerinin hepsinden
münezzeh bir müfred olması demektir. Zira mürekkep olan o terkibi elde
edebilmek için kendinden başkasına da muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan
her bir varlığın parçaları o terkibi meydana getirebilmek için başka
parçalara
da muhtaçtır. Başkasına muhtaç olan her varlık da lizatihi mümkündür.
Binaenaleyh
her mürek k ep olan lizatihi mümkündür. Kainatın hepsinin kaynağı olan
Allah'ın lizatihi mümkün olması ise mümtenidir. Bundan dolayı da O
haddizatında
ferddir, ehaddir. Ehad olunca da mütehayyiz (yer tutan bir şey)
olmaması
vacip olur. Çünkü her yer tutanın sağı solu na aykırıdır. Böyle olan da
bölünebilir demektir. O halde ehadin mütehayyiz, yani yer işgal etmesi
de akıl dışıdır. Mütehayyiz olmadığı, yani mekânda yer işgal etmediği
için,
cihet ve yönlerden hiçbir şeyin içinde değildir. Onun birşeye hulul
etmemesi
vac i p olur. Çünkü bir yer işgal eden, işgal ettiği yerle birlikte ele
alınınca ehad olmaz. Ne hal, ne de yer sözkonusu olmayınca hiçbir
şekilde
değişkenlik de sözkonusu olmaz. Zaten ehad olunca vâhid olması gerekir.
Çünkü iki vacibu'l-vücud farz olunsa vücupta ortaklık, belirginlikte
farklılık
kazanmış olurlardı. İştirak edilen nokta temayüz edilen noktanın gayri
olacağından o vaciplerden herbiri de mürekkep olmuş olur. Binaenaleyh
ehadiyyet
vâhidiyyeti de gerekli kılmış olur. Tam anlamıyla tek olan ve eşsiz o l
an tam anlamıyla bir olur.
Razî bu
izahtan sonra sıfatın çokluğunun zatın
çokluğunu gerektirmeyeceğini de kısaca anlatmak için şöyle bir sual ve
cevap ile der ki: Bunun üzerine eğer denilirse ki; birşeyin ehad olması
nasıl düşünülebilir? Çünkü bir hakikat ehadiyyet ile vasıflandırılınca
burada bir o hakikat, bir de o ehadiyyet, bir de ikisinden meydana
gelmiş
olan o şey yok mudur? Bu ise ehad değil, tıpkı salisu selâsede olduğu
gibi,
üçün biri olmuş olmaz mı?
Buna cevap
şudur: Ehadiyyet o hakikate ait
bir özelliktir, ehad diye hükmolunan zat ise o hakikatın kendisidir.
Onunla
ehadiyyetten meydana gelmiş bir bütün değildir. Yani, ne üç, ne de iki
tane zat yoktur. Parçasız, bölüksüz, eşsiz ve ortaksız, her kemâl
kendisinden
ayrılmayan varlığı vacip olmakla tapılacak ancak bir tek ilâh vardır
ki,
işte o Allah'dır. Allah ism-i celâli, hakikatte en güzel sıfatların,
sübûtî
ve selbi hepsinin sahibi olan Hak Teâlâ'nın ism-i zatı, ehad ismi de
cüz
ve ortağı reddederek bütün selbî sıfatların ifadesi olduğu i çin "Allah
birdir" kelâmı, Allah Teâlâ'nın izafî ve selbî bütün sıfatlarıyla
zatının
birliğini ifade etmiş olur.
Şüphe yok ki,
bütün mesele âlemde kendimiz
de dahil olduğumuz halde yokken var, varken yok edilip durduğunu
görmekte
olduğumuz âfâki ve enfüsî çoklukların başlangıç ve mercii olan Allah
Teâlâ'nın
birliğini tanıtmak için onunla onun eseri ve yarattığı olan çokluklar
arasında
ilişkiyi ifade de sıfatları göz önünde bulundurmak meselesidir. Bunda
zaruret
vardır. Çünkü ulûhiyet fikri, ilâhî sıfat ve özellikleri iyi
kavrayabilme
meselesidir. Kuvvetsiz madde, fiilsiz ve eylemsiz feza, ilimsiz tabiat
gibi sıfatsız olarak sadece o diye mülâhaza olunan zat kavramında vasıf
demek olan bir kemal, bir hüsün ve hayır mülâhaza edilmiş olmaz.
Olmayınca
d a onun hamd ü senaya layık olup olmadığı bilinmiş olmaz. Oysa
ulûhiyet
ve mabudluk her türlü hamde ve medhe hak kazanmış olmayı ifade eden
sübutî
ve selbî sayısız ve sonsuz kemal sıfatlarının güzellik, yükseklik
nisbetlerinin
hepsini içine alan en has ve en seçkin bir sıfattır. Bu imtiyaz ve
yalnızca
ona mahsus olan bu özellik, hakikatte onun zati birliğinin ifadesidir.
Bununla vasıflanmış olan zatın birden ziyade olmasına ve onun zatında
ve
sıfatlarında şeriki ve ortağı bulunabilmesine zaten engeldir. Alla h
ism-i
şerifi, ism-i zat olmakla beraber, zat-ı mahzın ismi değil, ilâhlık
sıfatı
ile muttasıf olan en mükemmel zatın ismidir. Bundan dolayı bu ismin
tarifi
"Allah, kemal sıfatlarının hepsini içine alan vacibu'l-vücudun zatının
ismidir." diye ifade olunur. Kemal sıfatlarının hepsini içine alan
vacibülvücûd
sıfatı ise her hamd ü senaya hak kazanmayı ifade eden ve en yüce kemâl
olan tek uluhiyet sıfatıdır. Ve Allah Teâlâ'nın zatına mahsus ve
zatının
muktezası bir sübuti sıfattır: "Allah, yegâne ilahtır" d enilir. Sübutî
olduğu içindir ki, varlığının vacip oluşu, ilim, kudret, tekvin ve
rububiyyet
gibi sübutî sıfatların hepsini içine alan en belirgin ve yalnızca
kendisine
mahsus bir isimdir. Bundan dolayı Razî, Allah isminin, sübutî
sıfatların
hepsine delal e t ettiğini söylemiştir. Bununla beraber yalnızca sübutî
sıfatları değil, selbî sıfatları da içine alarak sabit olan bir sübutî
sıfattır. Çünkü çirkinlik ve eksiklik sıfatları ortadan kalkmadan kemâl
gerçekleşmez. Bu bakımdan Allah ism-i celâli selbî sıfa t lara da
delalet
eyler, doğrusu da budur. Ancak bu delalet ulûhiyyet sıfatının
içeriğinde
mevcut olmakla sarih değildir. Müşriklerin şirke düşmesi de bundandır.
Onun için burada "Onun benzeri yoktur." (Şura 42/11) gibi selbi
sıfatlarının
hepsine delalet ed e n "ehad" ismi ile de tasrih edilmiştir. Çünkü
yukarıdaki
açıklamadan da anlaşılacağı üzere, "ehad" bölünmeyi, sayılara veya
parçalara
ayrılmayı, ortaklığı nefyeden bir selbi sıfattır. Ve böyle olduğu da
"Doğurmadı,
doğurulmadı ve hiçbir şey veya kimse k e ndisine denk olmadı." şeklinde
açıklanmıştır. Razî, bu inceliklere ayrı ayrı dikkat çekerek, sıfat ve
isimlerin çokluğu hıristiyanların zannetikleri gibi zatta kesreti
gerektirmeyeceğini
de anlatmıştır. İbnü Sina gibi o da sıfatların değişik olmasının, zatın
hakikatında ayrı ayrı birer varlık teşkil edecek ve onların mevkufun
aleyhi
(durulacağı yer) olacak birer haricî veya aklî varlıklar teşkil edecek
şekilde olmadığını, bunların yalnızca birer izafet ve nisbetten ibaret
bulunduğunu söylemiştir ki, bu me s ele akaid kitaplarında sıfat zatın
aynı mıdır, gayrı mıdır, diye meşhur olan bir bahsin konusudur. Hikmet
ehlinden ve Sofiyyeden bir kısımla bazı kelâmcıların "tamamıyla
aynıdır"
demişler diye meşhurdur. Ancak sıfatta nisbet veya selb gözönünde
bulunduğu
c ihetle nisbete tamamıyle ve ayniyle zat demek pek doğru görülmez.
Âlim,
ayniyle zat olsa da ilim için ayniyle âlimin kendisidir demek kolay
kolay
anlaşılır bir ifade değildir. Maksat, bilme işinin aynı zata raci
olduğunu
söylemektir. Zat sıfattır veya sıfat zattır, demek bir çelişki olacağı
gibi, sıfat zatın gayridir demek de varlıkta iki zat varmış gibi kabul
edilemez bir durum ortaya çıkaracağından İmam Eş'arî "Ne ayni, ne de
gayri"
demiştir ki, sıfat ancak zat ile kaim olduğundan hakikatte iki ayrı şe
y yok demektir ve bu daha sağlam bir görüştür. Bir kısım kelâmcılar
kavramda
belirginliği gözeterek, sıfat denilen şeyin zat denilenin aynı
olamayacağını,
aynı olmayınca da gayrı denilmek lâzım geleceğini söylemişlerdir ki,
bunlar
ayniyet ile gayriyyeti bi r birinin zıddı olarak ele almışlardır. Genel
düşünceye bu daha uygun gelirse de bunun söylerken bir zata karşılık
"ğayr"
denildiği zaman, gerçekte ona karşı olan başka bir zat varmış gibi bir
vehme kapılmaktan sakınmak gerekir. Çünkü zihin, sıfatı da zat g i bi
bir
kavram olarak soyutlar ve sıfatın sıfatlanana mahsus oluşunu gözardı
ederek
sıfatın sıfatı, sıfatın sıfatı şeklinde düşünüp giderken işin başlangıç
noktasını unutursa sıfatları da zat diye telakki eder ve yanılgıya
düşer.
Zat ve sıfat kavramının d i ldeki çeşitli mertebelerinden gaflet etmiş
olur.
Bu
münakaşalardan maksad ise sonsuz kemal
sıfatlarını hakkın zatında isbat ile birlikte zatta çokluk olmadığını,
bütün sıfatların aynı zata raci olduğunu anlatmaktır. İslâm'da hikmet
ehli,
sofiyye ve kelamcılar hepsi de zatta çokluk olmadığından, fiilin
kesreti
gibi sıfatın kesreti dahi zatta bir bölünme veya parçalara ayrılma ve
sayısal
bölünme veya sayılara bölünme anlamına gelmediği konusunda ittifak
halindeler.
Bunu şöyle özetleyelim.
Allah Teâl â,
zati sıfatlarının bütününün
bir araya gelmesinden meydana gelmiş bir mahiyet değildir. Başka bir
deyişle
onun zatı, sıfatının gereği ve sonucu değil, sıfatları zatının gereği
ve
sonucudur. Sıfatın gerçek mânası da budur. onun varlığı bizatihi vacip
old u ğu gibi, sıfatları da başka türlü değil, zatıyla vaciptir. Biz
ilahî
sıfatları düşünmekle elde ettiğimiz kavramlardan kendimizde Allah
Teâlâ'nın
hüviyetini teşkil eden bir kavram edinmiş olmayız, ancak ona olan ilgi
ve ihtiyacımızı duymuş ve onun tecellil e rine ipuçları bulmuş,
isimlerini
ve hükümlerini öğrenmiş oluruz.
Fatiha'da
bütün hamdin Allah'a mahsus olduğu
beyan olunurken Allah ism-i zatı, ulûhiyyet vasfı ile bütün kemal ve
cemal
sıfatlarının hepsini birden içine aldığı anlatılmak üzere bütün yüksek
nisbetlerin toplandığı "Âlemlerin Rabbi, Rahmân Rahîm, din gününün
hakimi." sıfatlarıyla
tavsif olunup ibadet edilmeye
ve yardım istenmeye layık tek varlığın kendi olduğu tahsis edilmiş,
sonra
da isimler ve sıfat aleminin delaleti ve Kur'an-ı Kerim'in beyanatı ile
açıklanıp nihayet O'nun zatının ve sıfatlarının ehadiyyeti karşısında
bütün
kesretlerin, yokluğa mahkûm olduğu tanıtılmak üzere "De ki: O Allah
birdir."
buyurulmuştur. Şu halde bizim duyduğumuz, bildiğimiz ve düşündüğümüz
çoklukların,
adetlerin hiçbiri, ne cevherleri, ne arazları, ne eczası, ne küllisi,
ne
cüziyyatı o değildir. O'nun ikincisi de değildir. Derece derece hepsi
O'nun
yaratmasıyla ve emriyle meydana gelmiş olan ve O'nun varlığını dile
getiren
deliller ve âyetlerdir. Kelimelerin medlûllerine, isimlerin
müsemmalarına,
alametlerin, âyetlerin, belirtilerin, nişanelerin konularına, eserlerin
müessirlerine delalet eyledikleri gibi hep O'na delalet eyler, hepsi
O'na
olan ilişkisini ifade eder. Varoluşları kendilerinden ve kendile r i
için
olmadığından dolayı gerek âfakta ve gerek enfüste varlıkları müddetince
hep O'na olan ihtiyaç ve bağlılıklarını hep kendi hiçlikleriyle O'ndan
aldıkları kuvveti, kıymeti ve mânâyı anlatırlar. Onun için "Heme st"
(Hep
O'dur) demek de bir anlamda doğ r udur. Çünkü hepsinin varlığının
kıymeti
O'nun varlığına delalet eder ve hepsi O'na rücû edecektir. Kelimenin
kıymeti
de taşıdığı mananın kıymetinden ibarettir. Varlığı daim ve ebedi olan
O'dur,
matlûb-i küll (her şeyin matlubu) O'dur. Ondan başka hiçbir ş ey "hep"
olamaz. Yani, varlığın bütün kemâlini kendinde bulunduramaz. Bütün
âlem,
ne kadar kemal eserini haiz olursa olsun imkan dereceleri sonsuz
olduğundan,
her mertebede kemâl ve sonsuz ve daha yüksek olgunlaşmaya kabiliyetli
olarak
rububiyet kanununu n hükmü altındadır. O'nun henüz fiile çıkmamış bir
yarını,
sonu ve âhireti vardır. Bütün kemâl kendisinde bilfiil olan ise evvel
ve
âhir olan hayyu kayyum Vacib Teâlâ'dır. Evvel ve âhir, zahir ve batın
birleşmeden
hep hep olmaz. Hiçbir gelişmeye ihtiyacı o l mayan hep ise ancak ve
ancak
rabbilâlemin olan Allah Teâlâ'dır. O her yönüyle ehaddır. Bundan dolayı
yukarıda da açıkladığımız gibi, din uluları O'ndan başka gerçek varlık
tanımamışlar: "Her şey yok olacak ancak O'nun zatı kalacaktır." (Kasas,
28/88), "Yeryüzünde ne varsa hepsi yok olacak ancak celâl ve ikram
sahibi
Rabbinin zatı baki kalacak." (Rahman, 55/26-27), "Bugün mülk kimindir?
Tek ve kahhar olan Allah'ındır." (Mümin, 40/16) âyetlerinde dile gelen
gerçeklere uygun olarak bu hakikatı her zaman müşahede edip
durmuşlardır.
O'nu duymayanlar da yarın duyarlar.
Hanbelî
büyüklerinden İbnü Akîl şöyle demiş:
Bizce doğru olan görüş, sıfatı isbat ile beraber Allah Teâlâ'nın
ilahlığında
tek olmasıdır, başka değil.
Beyan olunan
ilâhlık, kemal sıfatlarının hepsini
toplayan yani hepsinin birleştiği en has sıfat olduğundan bu şu demek
olur:
Mutlak varlığın sonsuz olarak her kemali, ilâhlık kemalinde toplanarak
ancak Allah'da birleşmiştir. Sıfatların herbiri itibariyle vâhid olması
icab etmezse de büt ü nü birden ilâhlık sıfatında vâhiddir ve O'ndan
başka
ilâh yoktur. Bu ifade bazı sıfatlarda teşbihe müsaittir, yaratıklarda
da
kemal sıfatlarından bazıları belli bir ölçüde bulunabilir. Nitekim
âlim,
rahîm, raûf, âdil gibi bazı isimleri ve sıfatları kullar için de
kullanmak
caiz görülmüştür. Lakin sonsuz kemâlâtın bütün celâl ve ikram
sıfatlarının
tam anlamıyla hepsinin birden bir yaratıkta bulunması muhaldir.
İlâhlık,
yani en büyük sevgi ve en büyük haşyet ve tazim ve her türlü hamd ü
sena
ile ibadete hak k azanmak demek olan mabudluk ancak Allah'a mahsus bir
özelliktir. İnsan, yaratılmışlarda gördüğü herhangi bir kemâle bağlanıp
da ona kul olmamalı, o kemâlden hareketle derhal Allah Teâlâ'nın sonsuz
kemâl ve cemâline istidlâl ederek var gücüyle O'na bağlan m alı, O'na
kulluk
etmelidir. Çünkü O'ndan başka tapılacak yoktur. Allah'ın ilahlığında
tek
olması demek Allah'dan başka tapılacak yoktur demek olur. Bu mânâya
göre
demek takdirinde olarak "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. O'ndan başka
hiçbir
ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) meâlinde olduğu gibi olur. "Allah'dan
başka
ilah yoktur." kelime-i tevhidiyle umumun mükellef olduğu ve herkes için
anlaşılması kolay olan tevhid de budur. Yani ulûhiyyette şirki
(ortaklığı)
nefyeder. Bu mânâ sıfatları çoğaltm a kla beraber onların hepsini bir
tek
ilâhlıkta birleştirerek zatta birliği ifade eder. Öyle ki, birçok
zatlar
ve onlarda bazı sıfatlar mümkün olsa da bütün sıfatları içine alan
ilâhlık
sıfatı ile sıfatlanmış olan ancak bir tek zat vardır. Şüphe yok ki, bu
m ânâ sıhhatlidir ve imanın ilk şartıdır. Bununla beraber şu noktadan
gaflet
edilmemelidir ki, "Allah, ilâh-ı vahiddir." (tek ilâhdır] ifadesinde
"Allah
yalnızca ilâhlığında vâhiddir." demekten daha fazla mânâ vardır.
İlâhlıkta
birlik bunun en belirgin mâ n âsı olmakla beraber ekmel mânâsı
değildir.
Ekmel mânâsı ise gerek zatında, gerek sıfatlarının herbirinde ve gerek
bütününde her yönüyle ilâhlığında vahdet-i kâmile ile vâhid olmasıdır.
Yalnızca ilâhlığında vâhiddir demek, sıfatların en hası olan bir tek
sıfat
açısından zatını tevhid demek olur. Bu anlamda vâhidiyyet imanın ilk
şartı
olarak yeterli olsa bile ehaddiyyetin mânâsını tefsir için yeterli
olmaz.
Bundan dolayı Alûsî'nin kaydettiği üzere yine Hanbelî âlimlerinden ve
Selefiyye
denilenlerden Hafız b. Receb gibileri demişlerdir ki: Allah sübhanehu
ulûhiyetinde
ve rubûbiyyetinde birdir. O'ndan başka mabud da yoktur, O'ndan başka
Rab
da yoktur. Allah Teâlâ hakkında varid olan bütün sıfatlar ile tavsif
eyledikten
sonra da zamiri gerek şan ve gerek mes'ûl-i anhe râci olsun iki vech
üzere
de murad vahidiyyet-i kâmile (tam, eksiksiz tek) olduğunu ihtiyar
eylemişlerdir.
İbnü Kayyim
Cevzî, "Mesâliküssâirîn"de tevhidin
biri marifet ve itikada biri de kasda ve amâle ait olmak üzere ilmî ve
iradî iki kısmını beyan ederken, sıfatsız olarak sadece zatın
birliğinin
amelî olarak hiçbir kıymetinin ve öneminin olmayacağını ve sıfatları
nefyedilen
herhangi bir zatın Kur'an-ı Kerim'de beyan olunduğu üzere müşriklerin
taptığı
görmeyen ve işitmeyen, ne zarar vermeye, ne de fayda sağlamaya gücü
yetmeyen
putlardan hiçbir farkı olmayacağını söyledikten sonra Allah Teâlâ'nın
sonsuz
hamd ü senaya lâyık ve hak kazanmış olduğunu ve O'nun sıfatları sonsuz
olmakla kendisinden başkasının onları tamamen bilemeyeceğinden dolayı h
a kkıyla hamd ü senâsını da eda edemeyeceğini ve bu sonsuz sıfatların
hepsi
Fâtiha'daki hamdde özetlenip, tafsilinde "ulûhiyet, rubûbiyet, rahmet
ve
mülk" sıfatlarında özetlenmiş ve birleştirilmiş bulunduğunu
bildirmiştir.
Şu halde gerek ilmî ve gerek iradî tevhidin bu sıfatlarla ulûhiyet
rubûbiyeti
tevhide raci olduğunu söylemiş ve tevhid-i zat ile uğraşanların hepsini
sıfatları iptal eden Cehmiyye diye göstermiştir. Bununla beraber murad
bütün sıfatların bir sıfattta birleşmesi midir, yoksa bir zatta
birleşmesi
midir? Zatın sıfatta birleşmesi mi, yoksa sıfatların zatta birleşmesi
mi?
Bu noktaları açıklamamıştır. İbnü Akîl'in "İlâhlığında birdir, başka
değil"
demesinin zahiri anlamı, zatı ancak bütün sıfatların toplamı olan bir
tek
sıfatta tevhid etmek gi b i görünür. Bunu kâfi görmeyen İbnü Kayyim ve
İbnü Receb'in ilâhlıkta ve Rablıkta birdir demeleri de zatı birkaç
sıfatta
birden tevhid etmek olmuş oluyor. Bu ifadelerin zahiri ise vahdettir,
yani
şeriki olmamak herşeyden önce sıfatın sıfatı olup zatın vahd e ti bir
sıfat
veya sıfatlar dolayısıyla olmasını gerektirir ki, bu elbette doğru
değildir.
Vâhid ve ehad diğer sıfatlardan önce doğrudan doğruya zatın sıfatıdır.
Evvela zat, zatında tevhid edilmedikçe sadece sıfatlarda tevhid
edilmesi
ortak koşmaktan ibare t olur. İki üç şey aynı sıfatta birleşebilir.
Ortaklık
denilen şey de zaten birtakım zatların birşeyde veya birkaç şeyde
birleşmesinden
başka birşey değildir. Müşriklerin yaptığı da çeşitli zatları ilâhlık
vasfında
cinsî birlik veya neviyye ile birleştirme k tir. Hıristiyanlar
üçlemelerinde
"Baba ilâh, kendi ilâhlık cevherinden oğula ve ruhulkudse birer cevher
vermiş, herbiri birer ilâh olan üç uknum, yani baba, oğul ve
rûhu'l-kudüs
üç zat hem cevherde, hem de ilâhlık özelliğinde birleşip ilâh
olmuşlardır."
d i ye inanmakla evvela Allah'ı tek cevher sayıp sonra da onu üç şahsa
bölüştürmüşler, daha sonra da o üç şahsı aynı cevherden olmaları
sebebiyle,
ilâhlık özelliğinde birleştirerek bir şahıs yapmışlardır. Böylece üç
zatı
hem cevherde, hem ilâhlık sıfatında ortak kabul ederek, tıpkı soyadında
birleştirir gibi birleştirmişlerdir. Üç uknum, yani üç sahıs bir
şahıstır,
üç ilâh bir ilâhtır, çünkü cevherleri bir, sıfatları bir deyip
çıkmışlardır.
Bütün bunlara
karşı her türlü şirk kusurundan
kurtarmak ve bütün şüphelerden uzaklaştırmak için Allah Teâlâ'nın
ehadiyyetini
(birliğini) tanıtmak üzere "De ki, O Allah tektir." buyurulmuştur.
Şurası
herkesçe bilinmektedir ki, birçok sıfatların bir bölümüyle değil, sıfat
olarak yalnızca bir zatta toplanması şirki ger e ktirmez. Aksine o
zatın
kemâl ve biricikliğini gerektirir. Birçok zatların bir sıfatta veya
herhangi
bir konuda birleşmesi aynıyla şirktir. Çünkü sıfat içiçe girer de, zat
içiçe girmez. Bundan dolayı din âlimleri demişlerdir ki, Allah'ın
zatında
sıfatları n çok ve çeşitli olduğuna inanmaktan dolayı şirk lazım
gelmez,
fakat aynı sıfatta birleşen zatların sayıca çokluğuna inanmak tamamiyle
şirktir.
"Allah'dan
başka ilâh yoktur." demek zatı
bir tek olan Allah'dan başka ilâhlıkla vasıflanmış, ilâh ismine hak
kazanmış
hiçbir zat yok demektir. İlâhlık ancak ve ancak O'nun zatına mahsus
demektir.
Yoksa Allah, ilâhlık sıfatının sahibidir, yalnızca ilâhlığında birdir
demek
değildir. Yani bu ifadenin maksadı zatı sıfata mahsus kılmak değil,
sıfatı
zata mahsus k ılmaktır. İbnü Akîl'in Allah ilâhlığında vâhiddir, başka
değil, demekten muradı budur. Ancak ilâhlıktan başka sıfatların da ona
mahsus olması gerekmez anlamına da geldiği için İbnü Kayyim ile İbnü
Receb
ve benzerleri rablık sıfatını da tasrihe lüzum görmüşlerdir. İbnü
Kayyim
mülkü de tasrih eylemiştir. Hafız İbnü Receb'in vâhidiyyet-i kâmile
(kâmil
tek ) demesi de zatında ve ilâhlığı gerektiren bütün sıfatlarında
hakiki
vahdete tenbihtir ki, ehadiyyet ancak vahdet-i kâmile ile tefsir
olunabilir.
Doğrusu Al l ah Teâlâ'nın esma-i hüsnâsında (güzel isimlerinde)
başkasına
ıtlakı caiz olmayan isimler ve sıfat Allah, ilâh ve rab isimlerine ve
sıfatlarına
da münhasır değildir. Rahman, kuddûs, subbuh, sübhân, âlimul-gayb, alâ
külli şeyin kadir, hallâk, hâliku külli ş e y, ahsenulhâlikîn gibi daha
birçok isim ve sıfatlar vardır ki, yaratılmışlardan hiçbirine
verilemez.
Allah, bu isim ve sıfatların her birinde de vâhid ve ferttir. Semî,
basîr,
habîr gibi Allah'dan başkasına da verilebilen isim ve sıfatlar dahi,
yaratılmış
l arda bulunan noksan ve eksik şekillerinden tenzih ve tecrid olunup,
diğer
ilâhî isim ve sıfatlardaki gibi münasip bir kavram olarak ve Allah'ın
şanına
yakışır bir özellik kazanarak O'na verilir. Onun için Fâtiha'da dahi
geçtiği
üzere ilahî isim ve sıfatlar yalnızca lügat anlamlarıyla kalmayıp birer
dinî kavram ve şer'i terim olarak ve söz konusu anlamın en mükemmel ve
ideal şekli kasdolunarak kullanılır. "O'nun gibi hiçbir şey yoktur."
(Şura
42/11) hükmüne uygun mânâlar verilir. Allah Teâlâ yalnızca il a hlık ve
rablık sıfatlarında değil, sıfat ve isimlerinin her birinde de
vâhiddir,
yani tek ve biriciktir. Bundan dolayı "Rahman arş üzerine istiva etti."
( Tâhâ, 20/5) gibi teşbihi andıran müteşabih sıfatlar dahi hükmüne
uygun
düşecek şekilde tenzih edilerek anlaşılmak lazımgelir.
İlahî
isimlerin hepsi mümkün olabilen sonsuz
tekâmüllerin üstünde ve ötesinde en yüce kemâle sahip olan Cenab-ı
Hakk'ın
varlığını ifade için vaaz olunmuştur. Bütün celâl ve ikram sıfatlarını
şahsında toplamış olan "kemâl-i a'lâ" (en yüksek kemâl) ise zihnimizde
canlanabilen sonradan olma kavramların mazmunu değil, medlûlüdür, yani
o kavramların içinde değil, üstünde ve ötesindedir. Hatta "kemâl-i
a'lâ"
(en yüksek kemâl) bazılarının zannettiği gibi mutlak kemâl demek de
değildir.
Çünkü mutlak en aşağıya da, en yukarıya söylenebilir, "a'lâ" ise
aşağının
noksanlarından soyutlanmış yükseklikleri içine almış olarak a'lâdır. En
güzel demek, güzel demekten ibaret olmadığı gibi herhangi bir güzel
demek
de değildir. Hiçbir güzelde bulunmayan güzellikleri şahsında toplamış
olan
ve hepsinden üstün, tek ve yegâne güzel demek olduğu bilinmektedir. Bu
bakımdan multak varlığı, a'lâ varlık zannedenler yanılırlar, her
duyduğunu
a'lâ sanır, ona sarılırlar, sonra da yokluğunu görüp darılırlar. Biz
bugüne
kadar meydana gelmiş olan âlemlerin hepsini erişebildikleri kemâllerin
bütünüyle toptan bilip de o âlemlerin hepsinin kendimizde temessül
ettiğini
düşünsek yine de "vücûd-i a'lâ"yı (en yüksek vücudu) ve kemali a'lâ" yı
(en yüksek kemali) bilmiş ve düşünmüş olamayız. İleride daha yüksek
kemâllere
doğru hareket etme imkânını ortadan kaldıramayız, varlıktaki gelişme ve
terakki fikrini durduramayız. Kelime ile topladığımız bütün mümkün ve
muhtemel
kemâlleri, o sonsuz terakki toplamı itibariyle elbe t te bugünkünden
daha
yüksek olacaktır. Ancak o dahi "kemâl-i a'lâ" demek değildir. Çünkü
zatında
kendisi kendi varlığına kafi gelmeyip yoklukla da ilişkili olan eksik
kemâlatın
bütününden ibarettir. Kemâl-i â'lâ (en yüksek kemal) bunları bir
taraftan
yaratıp, bir taraftan yok edip duran, ezelde ve ebedde bütünüyle
varlığın
mülkü ve saltanatı kendisinin olan ve şu halde daha yükseği mümkün ve
mutasavver
olmayan Hak Teâlâ'nın tek zatına mahsustur ki, O'nun hüviyetini
kendisinden
başkasıyla tanımlamak hiçbir a ç ıdan mümkün olmaz. O, bizim
duyularımızla
ve düşüncelerimizle çizdiğimiz şekil ve suretlerin, birimlerin ve
sınırların
hiçbirinin çerçevesi içine girmez. O, herşeyden önce iken herşeyden
sonra,
her şeyde zahir iken her şeyden batın (gizli)dır. O'na zatınd a ancak
"O"
denilebilir.
İlâhî
sıfatları ifade eden ilâhî isimler,
bize O'nun kendisini tahlil ile O'na bir had ve ölçü tayin ettirecek
kavramları
ifade için değildir. Bizim kendi varlığımızda ve kendi dünyamızda O'na
olan nisbetlerimizi tahlil ederek olayların içeriğinde bulunan
muklaklık
mertebesinin üstünde bir soyutlama ile her türlü kemâlin kendisine ait
bulunduğu Hakk'ın zatına delalet için ortaya konulmuştur. Meselâ, ilim
denildiği zaman, biz kendimizde bulduğumuz ilim kavramını bütün
dereceleri
ile düşünerek, bildiğimiz hâdis, kesbî ve nisbî ilimden mutlak ilim
kavramına
ve oradan herşeyi olduğu ve olacağı gibi hiç eksiksiz ve muhit
(kaplamış
olan) ve şu halde gizli ve açık bütün kemâlatı toplamış, kadîm ve ekmel
ilim kendisine mahsus olan Hakk'ın zatına düşünce ve irademizi her
yönüyle
yöneltmemiz lâzım gelir. Öyle ki, biz o ilmin içinde olduğumuz halde o,
bizim ilmimizin ötesinde bulunmaktadır ve herşeyi içine almaktadır. O,
ancak "o"dur. Biz O'na erebilmek için kendimizden geçmemiz gerekir. "Al
lah'ın yetmiş bin hicabı vardır, açıverse sübühat-ı vechi (yüzünün
tecellisi)
ve celâli gözle görülebilen ne varsa hepsini yakardı, yok ederdi."
meâlindeki
hadis-i şerifin hükmü gereğince, O'nun karşısında bulunan bütün
varlıklar
helâk olmuş olurdu. Bunu s ezmek O'nun vahid-i kahhar (tek yok edici)
sıfatını
sezmektir. Bunu sezmek de bütün cemâl ve kemâlin bilfiil O'nda
gerçekleştiğini
sezmektir. Zatı, sıfatı ve ef'aliyle O'ndan başkasının yok, ancak O'nun
var olduğunu tanımaktır. Demek oluyor ki, ilâhî isim l erin her biri de
bütün selbi, sübûti, celâl ve ikram sıfatlarıyla zatındaki birliğine
delalette
birdir. Ancak bizde olan delalet yönü bakımından mertebe mertebe fark
ve
kesret zahir olur. O, zatında bir olduğu içindir ki, zatının gereği
olan
ilâhlığında d a bir, rablığında, mülkünde, ilminde, kudretinde de hep
bir,
celâl ve ikrama raci olan bütün sıfat ve isimlerinde de birdir. Fakat
bütün
nisbetlerin ve hükümlerin, ilahlığının gereği ve dayanağı olan sıfatlar
olduğu, bütün vicdanların ve varlıkların vecdile bağlandığı hakk ve
hayrın çekim merkezi, yani odak noktası olan ilâhlık sıfatında açıkça
toplanmış
olduğu için sıfat-ı zatiyye (zatî sıfatlar) olarak ilâhlık ve vahdet
her
bakımdan tekliği gerektirdiğinden dolayı, zat, sıfat ve esma, ne yönden
ele alınırsa alınsın vahdet-i kâmileyi (tam birliği) icabettirir. Bütün
sıfat ve isimleri içine alan Allah ism-i celîli de bu bakımdan zatın
ismi
olduğundan, "Allah birdir" denilmekle, zat, sıfat ve isimler açısından
herbirinde ayrı ayrı olarak ve hepsi toptan kast e dilerek ilâhlıktaki
birlik bütün gerekleriyle birlikte ifade edilmiş olur. Böyle olunca da
O, zatında tektir, mevcudiyetinde tektir, rablığında tektir,
yaratıcılığında
tektir, diye teker teker saymaya gerek kalmaz. Yine bundan dolayıdır
ki,
ilâhiyetinde v a hdâniyete iman edilmedikçe, imanın şartı olan tevhid
yapılmış
ve yerine getirilmiş olmaz. Yalnızca zatında birdir veya varlığında
birdir,
Rablığında birdir, diye marifet imana kâfi gelmez. Yani denmiş olmaz.
Yine
aynı şekilde Allah zatında bir kabul e d ilmeyerek, ilahlığında birdir,
demek de zatında ve ilahlığında ayrı ayrı şirk koşmaktan başka bir
anlama
gelmez.
Hasılı "Allah
birdir" demek, gerek zatı, gerek
sıfatları, gerek isimleri hangi açıdan ele alınırsa alınsın hep birdir,
hiçbir şekilde ortağı olmayan bir tek hakikattır. O'nun için ilâhlık
O'na
mahsustur. O, ilâhlığında da gerçek anlamda ve zatî birlikle birdir,
demek
olur. Şu halde O'nu birçok isimler ve sıfatlar ile tanımaya çalışmak
O'nun
zatında çokluğunu kabul etmek veya O'nun zatına bi r benzer isnad etmek
anlamına gelmez. Onu vahdet özelliği ile tanımak da O'na bir sınır ve
ölçü
belirlemek demek değildir. Allah birdir, demek, O'ndan başkasının
tanrılığını
reddeden bir selbi sıfattır. Allah'ın birliği, sayı olarak ikinin
yarısı
anlamına g elen bir cinsinden, yani sayısal anlamda bir demek değildir.
Sayı, ancak O'nun yarattığı mahlukatı ve mülkü için geçerlidir ki,
bütün
yaratılmışlar O'nun bir emriyle var, bir emriyle yok olabilen nisbî ve
izafî varlıklardır. Bilindiği gibi sayı, yani kesr e t iki ile başlar
ve
sonsuza kadar sürer gider. Sayıların hepsi de birer adettir, yani
kırksekiz
dediğimiz zaman, ikiden sonsuza kadar olan sayılar içinde bu bir
tanedir.
Ancak buna kesrette vahdet diyoruz. Bunların hepsinde kesir de
mümkündür,
nisbet de mümkündür, benzerlik de mümkündür. Sayılar eşyaya sıfat
oldukları
vakit, başka cinslerden benzerleri de söz konusudur. Mesela; Bir okulda
iki tane kırksekiz öğrenci mevcutlu sınıf olabilir. Bütün sayılarda
çarpma,
bölme, toplama ve çıkarma dediğimiz dört işlem yapılabilir. Kesirlere
ayrılabilir.
Mesela; bir bölü iki, bir bölü üç, vs. gibi kesirlere ayırdığımız
vâhidlerin
hepsi kaynaklarına göre ele alınan sayı cinsinden vahid (bir)lerdir.
Bir
de adetlerin başlangıcı olan vâhid vardır ki, bunda kesir ve bölü n me
mümkün değildir, çarpma ve bölme gibi işlemler de mümkün olmaz. Fakat
eşitini
veya benzerlerini ona ekleyerek bir toplam yapmak mümkün olur. Kendisi
sayı olmamakla beraber sayıdan bir bölüm (cüz) olabilir. Çoğulu mümkün
demek de cinsi mümkün demektir. Cinsi bulunamazsa tek olur. Herhangi
bir
şekilde sayı sayarken bir diye başladığımız bu "bir" kendisi sayı
olmamakla
beraber, sayıların başlangıcı, yani birincisi olmak bakımından
hesaplarken
sayı gibi ele alınır. Buna sayı demek mecaz olsa da sayısal sis t emde
"vâhid" demek hakikat anlamı taşır. Bu da nisbî vâhid demek olduğundan
birim dahi tabir olunmuştur. Şu halde sayı anlamına "vahid" denildiği
zaman,
içinde parçası veya dışında benzeri mümkün olan bir vâhid demek olur.
Bu
anlamda çoklukta teklik herşe yde bulunabilir. Bu ise en mükemmel
anlamda
gerçek vahdet değildir. Allah Teâlâ'nın birliği ise ne içinde, ne
dışında
çok ve benzer bulunmayan, her bakımdan ortaklığı ve bölünmeyi reddeden
bir birliktir. O'na evvel demek, ikincisi var değil, kendisinden öncesi
yok demektir. O'na âhir demek öncesi var demek değil, sonrası yok
demektir.
Bundan dolayı O'nun hakkında "evvel" ve "âhir" isimleri birlikte
söylenmelidir.
O'na adedde anladığımız anlamda "mebde", yani başlangıç demek de doğru
değildir. O kendisine be n zer bir ikincisinin başlangıcı, yani Âdem
aleyhisselâm
gibi bir soyun ilk atası gibi değildir. Allah'ın güzel isimlerinde
"mebde"
ismi varid olmamıştır, "mübdî" ve "muîd" ismi varid olmuştur. Sayılmaya
kalkışılacak olursa, ona bir denilir ve orada kalınır. O her bakımdan
bir,
hep bir, hep tektir. "Allah var, ve O'nunla birlikte başka bir şey
yoktu."
ve "şimdi de olduğu gibidir". İmam-ı Azam, Fıkh-ı Ekber adlı eserinde,
Allah Teâlâ "sayı yönünden" değil, "eşi, benzeri olmaması yönünden
birdir" demekle bu anlamı dile getirmiştir. Şeriki nefyetmek, eşiti ve
karşıtı
da nefyetmektir. Yine bundan dolayı Keşşaf sahibi de "Allah tektir",
ikincisi
de yoktur, diyerek tefsir eylemiştir ki, ne gizli olarak ne de açıkça
O'nun
dışında bir ikincisi yok t ur demektir. Bütün tefsirlerde sayı
bakımından
"bir" demek olmadığına dikkatle tenbih olunmuştur.
Yine
Fahreddin Razî, tefsirinde der ki: Marifetullah
hazırdaki cennettir. Zira cennet senin aklına ve arzuna uygun olan nail
olmandır. Onun içindir ki, Âdem'in aklına ve arzusuna ters düştüğünde
cennet,
kendisine cennet olmamıştı. Yine onun içindir ki, kabir, mümine zindan
değildir. Çünkü onun aklına ve arzusuna uygun olan kendisine orada
hasıl
olmuştur.
Bunun
açıklaması şöyledir: Akıl, iyilikler
kendisine tevdi olunacak güven ister, şehvet de kendisinden lezzetli
şeyler
istenecek bir zengin ister. Daha doğrusu akıl yüksek himmet sahibi bir
insan gibidir, efendisinden başkasına bağlılık göstermez, heva ise bir
otlakçıya benzer ki, bir zengini gördüğünde belki bir ihsanına nail
olurum
ümidiyle neşelenir. Daha doğrusu akıl geçmiş nimetlere şükretmek için
efendisini
tanımak ister, heva ise ondan beklenecek nimetlere istek duyduğu için
onunla
tanışmak ister. İkisi de onu istedikleri gibi âlim ve gani, yani
bilgili
ve zengin olarak tanıyınca ona sarılırlar. Akıl ben senden başkasına
şükretmem
der, şehvet de ben senden başkasından dilenmem der. Sonra da şüphe
gelir,
"Ey akıl, şükrü yalnızca ona nasıl tahsis ettin? Belki onun gibi bir
başkası
daha vardır! Ey şehvet, yalnızca ona nasıl bağlandın? Belki onun gibi
bir başka kapı daha vardır!" der. Bunun üzerine akıl hayrete düşer,
huzuru
ve rahatı kaçar. Bunun üzerine akıl eski rahat ve huzuruna kavuşmak
için,
şüpheden kurtulmak üzere delil aramak üzere istidlâl â leminde seyahat
etmek ister. "Hakka hidayet edecek olan ise ancak Allah'dır". İşte
Allah
kuluna hidayet etmek, hizmeti ve şükrü ile meşgul olma lezzetini
bulandırmamak
için Peygamberini göndermiş ve ona kendinden söyleme, doğrudan doğruya
benim sadık olarak bildiğim şu kelâmımı söyle! diyerek "De ki, O Allah
tekdir." buyurmuş, birliğini sana işitme yoluyla haber vererek bildirip
araştırma ve delil peşinde koşma zahmetinden seni kurtarmıştır..
2.
Allah o
sameddir. O hep bir, herşey kendisinin
ve her dileğin mercii, hiç eksiksiz herşeyin amacı ve herkesin
isteği olan şanlı uludur. Ve gerçekte en mükemmel ve tek samed ancak
O'dur.
Samed: Bu
isim hakkında lügat açısından ele
alınacak esaslı iki ayrı anlam rivayet edilmiştir.
- Birincisi; hamd
vezninde
"samd" masdarından masmud-i ileyh, yani maksatların doğrudan doğruya
kendisine
yöneldiği maksûd anlamına olmasıdır. "Samede samdehu" deyimi
bilinmektedir
ki, dosdoğru, düpedüz, hiç sapmadan ona kasd ve teveccüh etti,
demektir.
Bilindiği gibi, kasıtta bir noktaya doğrudan doğruya yönelme anlamı
vardır.
Bu anlama göre, bir kavmin ulusuna, yani yönetim ve ihtiyaçlarında
kendisine
başvurulan ve daha üstünü bulunmayan en büyüğüne "kavmin samedi" adı
verilir.
Ve mutlaka kadri yüce, şerefi yüks ek, şanlı anlamına gelir ki,
masmudun
gerektirdiği mânâdır.
- İkincisi de hiç boşluğu olmayan, eksiği
gediği
bulunmayan,
nüfûz edilemeyen şeye denilir ki, bu da nusmet demektir. Buna bizim
dilimizde
"som" adı verilir. Nitekim bizim lehçemizde "som, yekpare, salt, kavi,
bütün, içi dolu" anlamına som altın, som gümüş, som abanoz, som
pelesenk
gibi tabirler kullanılır ki, bütün bunlarda karışık olmayan, kaplama
bulunmayan,
saf ve halis anlamları ifade edilmek istenir. Bu anlamda "samed"
tıkamak
anlamına gelen samd masdarı ile de ilişkilidir. Şişenin tıkacına sımad
denilmesi de bundandır. Buna göre "samed" olan kelimenin sonundaki
"dal"
harfi "ta" harfinden dönüşmüş demektir. Bundan lâzım gelen mânâ da daim
ve bâki demek olur. Savaş zamanında asla susamaz ve acıkmaz, yani
açlığa
ve susuzluğa dayanıklı olan kimseye denildiği gibi, mutlak anlamda
yemez,
içmez anlamına da kullanılır. Fahreddin Râzî der ki: Lügat ehli
olanlardan
bazı sonrakiler, toz kabul etmez, bir şey girmez, bir şey çıkmaz,
emles,
yani yalabık taşa da samed denildiğini söylemiştir ki, bu da bizim
"som
kaya, som mermer" deyişimize uygundur.
Tefsir
âlimlerinin çoğu, ta yukarıda da işaret
olunduğu üzere, birinci mânâdan olarak sıfat-ı sübûtiyye olduğunu
söylemişlerdir.
Bazıları da ikinci mânâdan sıfat-ı selbiyye olduğunu nakletmişlerdir.
Başkaları
da hem sıfat-ı sübûtiyye, hem de sıfat-ı selbiyye mânâlarını gözeterek
tefsir etmişlerdir ki, bunda her iki mânâyı da dikkate almak
bulunmaktadır.
En doğrusu da budur. Bunu çift anlamlı bir sözün her iki gerçek
anlamını
birden murad etmek şeklinde değil, ilâhî isimlerde nihâî maksat olmak
bakımından
iki mânâdan hangisine hamledilirse maksada uygun olacağı cihetle genel
bir mecaz olarak ikisinin de en mükemmel olan lâzımını irade tarikiyle
birleştirilmesi dir.
- İbnü Cerir Mücahid'den, Hasen'den ve
İkrime'den
samed
yani "içinde boşluk olmayan" demektir diye,
- Saîd b. Müseyyeb'den
"ahşası
yok" yani haşvi olmayan diye,
- Şa'bi'den
"Yemeyen, içmeyen" diye, yine
İkrime'den
ve daha bazılarından da kendisinden birşey huruc etmez, diye rivayet
etmiştir.
- Bu arada
en yüksek rivayet Abdullah b. Büreyde'nin, herhalde Hz.
Peygember'e
ref'etmiştir biliyorum. "Samed içinde boşluğu olmayan"dır, dedi diye
vaki
olan bir rivayettir.
Türkçe'de
bu mânâlar "eksiksiz, gediksiz,
deliksiz,
katıksız som diye ifade olunabilir. Bu hiçbir şeye muhtaç olmamaktan,
gınâyı
tamdan, kemâl-i a'lâdan kinaye olmuş olur.
- Ebu'l-Âliye ve Muhammed b.Ka'b
gibi bazıları da bunun mânâsına olduğunu söylemişlerdir.
- Rabî b.
Enes'den,
kendisine âfa tarız olmayan;
- Mukâtil b.Hayyan'dan, kendisinde hiç
kusur
ve ayıp olmayan;
- İbnü Keysan'dan yaratılmışlardan
hiçbirinin sıfatıyla
sıfatlanmayan diye rivayetler de bulunmaktadır.
- Hasen'den ve Katade'den
rivayet olunduğu üzere bazıları da "lem yezel velâ ye zâl, yani fânî
olmaz,
bâkî ve dâimdir demişler.
- İbnü'l-Enbarî demiştir ki, lügat ehli
arasında
samed "İnsanların iş ve ihtiyaçlarının görülmesinde kendisine
başvurduğu,
yani doğrudan doğruya maksut ve mutlub olarak kendisine müracaat ettiği
ve sığındığı kimse ve daha üstü bulunmayan en büyük yetkili, efendi"
demek
olduğunda ihtilâf yoktur.
- Zeccac da "Samed, sûded, yani ululuk,
kendisinde
son bulan, kendisine samd olunan, yani her şey kendisine dayanan,
maksut
ve merci olandır." demiştir.
- Ali b. Ebi
Talh a, İbnü Abbas'dan şöyle rivayet
eylemiştir: Samed, sûdedinde kâmil olan seyyid, şerefinde kâmil olan
şerif
ve azametinde kâmil olan azîm ve hilminde kâmil olan halîm ve ilminde
kâmil
olan alîm ve hikmetinde kâmil olan hakîm, velhasıl şeref ve ululuk
nevil
e rinin hepsinde en mükümmel olandır.
- Ebu
Hüreyre'den "herkesten müstağni ve herkes
kendisine muhtaç",
- Said b. Cübeyr'den, bütün sıfatlarında
ve işlerinde
kâmil;
- Süddî'den rağbet edilen şeylerde
istenen, musîbetlerden
sığınılan,
- Caferi Sadık'dan mağlup olmayan galip,
- Hüseyn b. Fudayl'den,
"Dilediğine
hükmeder, dilediğini yapar." yani hükmünü kontrol edecek, icraatını
engelleyecek
yok, diye rivayet edilmiştir.
- Yine İbnü Cerîr Ebu Caferi Taberî der
ki:
Arab'ın anlayışında samed Yani "Kendisinden daha üstün kimse
bulunmayan
ve en önemli işlerde kendisine başvurulan seyyid" demektir. Gerçi ileri
gelen eşrafına da seyyid adı verirler, şâirin şu beyti buna misâl
olarak
gösterilebilir:
"Esed
oğullarının en hayırlı iki kişisinin,
yani Amr b. Mesud'un ve sıkıntılı zamanlarda kendisine başvurdukları
efendilerinin
ölüm haberini veren haberci acele etti."
Zibrikan
da
demiştir. Böyle olunca kelimenin
yorumunda evlâ olan Kur'an'ın nâzil olduğu lehçede bilinen mânâdır.
İbnü
Büreyde'nin babasından rivayet ettiği hadis sahih olsa bütün görüşlerin
en sıhhatlısı ve evlâsı o olurdu. Çünkü Resulullah (s.a.v.) Allah
Teâlâ'nın
muradını ve indirdiğinin mânâsını herkesten daha iyi bilir.
Ragıb
da der
ki: Samed emirde masmud-i ileyh
olan seyyiddir. Ve "samede samdehu, kasede kasdehu" doğruca ona
kasdetti,
doğrudan doğruya ona yöneldi demektir. Bir de denilmiştir ki, samed
ecvef
olmayan yani içinde boşluk bulunmayandır. Ecvef olmayan ise iki
türlüdür:
Birisi insandan aşağı, öbürü de insandan yücedir.
Allah
Teâlâ
ile
melekler
gibi. "Allahussamed" kavliyle maksad da o bir takımlarının ilâhlık
isnad
ettikleri kimselerin hilafına olduğuna dikkat çekmektir. Kur'an
âyetinde
"O'nun annesi de sıddîka (dosdoğru) idi, ana oğul her ikisi de yemek
yiyorlardı."
(Mâide, 5/75) buyurulmakla bu mânâya işaret olunmuştur. Çünkü
hıristiyanlar
Hz. İsa ile annesine ilâhlık isnad etmişlerdi, onları red için "İsa ve
anası yemek yerlerdi" diye ihtiyaca mahkum olduklarını ve hades sahibi
bulunduklarını ve bu yüzden de ilâh olamayacaklarına tenbih edilerek
Maide Sûresi'nde "Her ikisi de yemek yerdi." (Maide, 5/75)
buyurulmuştur.
Bunun gibi burada da Allah'ın eksiksizliğini açıklamak üzere
buyurulmasında
söz konusu mânâya bir tenbihte bulunulmuştur. yani "içinde boşluk
yoktur, karnı yoktur" diye tefsir olunması da aslında O'nun yeme ve
içmeden
münezzeh olduğuna tenbih içindir. Tefsirlerde anlamını tercih edenler,
bu inceliğe dikkat çekmek için tercih etmişlerdir. Bu anlamda "samed"
yalnızca
sıfat-ı selbiyyeden olmuş olur. Bununla beraber cevfi, yani boşluğu,
eksiği
ve ihtiyacı olmamak, tam anlamıyla eksiksiz olmak, mutlak ğınadan
kinâye
olarak sübûtî sıfatları da içine alır. Ancak kendi eksiği ve ihtiyacı
olmamak
muhtaç olanların ihtiyaçlarını görmek ve işlerinde onların m e rcileri
ve maksutları olmak yüceliğini açıkça dile getirmiş olmaz. Önceki mânâ
bunu açıkça belirlemekle sıfat-ı sübûtiyyenin kemâlatını gerektirdiği
gibi
eksiksizliğin gereği olan anlamları da içine alır. Lügat bakımından da
bu mânâ daha çok bilindiğinden pekçok tefsir âlimi bunu tercih
etmişlerdir.
- Onun için "Keşşaf" sahibi şöyle
demiştir: Samed kasdetmek anlamına den
"fâil bi'l-mânâ mef'ûl" olup ihtiyaçların karşılanmasında son merci
olan
efendidir. Ve mânâ şudur: O, şu gördüğünüz gökleri ve yeri ve de
sizleri
yaratan hâlikınız diye ikrar ettiğiniz Allah'dır. O vahid ve ilâhiyyet
ile teferrüd etmiştir, O'na ortaklık edilemez, O her yaratılmışın
doğrudan
doğruya yöneldiği ve muhtaç olduğu maksuddur. O'ndan istiğna edemezler,
O ise onların hepsinden müstağnidir.
- İbnü Sina da gınayı tam ile
mebde-i
küll ve gaye-i küll mânasına almış ve "İşarat" adlı eserinde ğaniyi şu
anlamda tarif eylemiştir: Bilir misin ğanîy nedir? Tam ğanîy zatında ve
sıfatında kendisinin dışındaki herhangi bir şeye muhtaç olmayandır.
Zatının gayrisinden sadır olan fiillerin hiçbiriyle etkilenmez. Şu
halde
zatının veya zatından sudur eylemiş bulunan güzellik gibi bir hâlin,
ilim
ve âlimiyyet veya kudret ve kadiriyyet gibi bir izafeti bulunan bir
halin
tamam olması için kendi dışında başka bir şeye muhtaç olan tam ganî
değil,
kesbe muhtaç bir fakirdir. Başkasının O'na nisbeti itibariyle mülahaza
olunan ve izafat-ı mahzadan ibaret olan sıfatına ilişkin şeyler, ğınayı
tammeye halel vermez. Zira bunlarda fakir olan O değil, O'na muhtaç
olan
başkalarıdır. Demek ki, o yaratıcı olmak için yaratılmışlara muhtaç
değil,
mahluklar ona muhtaçtır. O âleme muhtaç değil, âlem O'na muhtaçtır. Her
şeyin maksudu (amacı) O'dur. Kendisinin maksûdu da kendisidir. O
başkasıyla
tekemmül etmez, başkası O'nunla tekemmül eder. Bundan dolayı O'nun iş
ve
eylemlerinde hikmetler, maslahatlar ve maksatlar aranabilir, fakat
bunların
hiçbiri O'nun açısından bağlayıcı, kesin ve değişmez şeyler değildir.
İşte
bundan dolayıdır ki, "evvel" ve "âhir" O'dur. Bir de ğınay-ı tam,
zatında
hiçbir değişiklik kabul etmeyendir, diye tabir olunur.
- Muhyiddin Arabî
de "Fütuhat-ı Mekkiyye"sindeki Allah'ın güzel
isimlerinin
açıklamasında "Samed" ismi hakkında der ki: Hazreti Samediyyenin pekçok
tafsilatını "Mevakîu'n-Nücûm" kitabımızda uzvî kalpde tecellî-i
samedanîde
beyan ettik. Bu kitapta da ondan lâyık olan kadarını inşaallah
zikredelim:
Bu hazret iltica ve istinad Hazretlerindendir ki; herhangi bir emre
muhtaç
olan her fakîr ona iltica eyler. Zira bilir ki, muhtaç old u ğu şey bu
hazrettedir. Şu halde bu hazretin ğınası, kendisine muhtaç olunan bu
işler
iledir. Samed anlamının içinde "Muhakkak ki Allah alemlerden
müstağnidir."
(Âl-i İmran 3/97) buyurulan ğınay-ı nefsî var mı, yok mu? Buna bu
konuda
ihtiyaç duyulmaz. Bu hazrette ihtiyaçlarının giderilmesini bekleyen
fukaranın
fakirliğine sebep olup da muhtaç oldukları işler onun katındaki
hazinelerde
var mıdır? Önemli olan bunu bilmektir. Nitekim "Hazineleri bizim
yanımızda
olmayan hiçbirşey yoktur." (Hicr 15/21) âyet i bunu açıklamıştır. İşte
gerçekte samed bu hazretin aynıdır, başka değildir. Hak Teâlâ katında
her
şeyin mutlaka hazineleri vardır ve bundan dolayı da O Samed'dir. Lakin
o hazineler değişmez bilgilerden ibarettir. Çünkü
onlar
O'nun katında sabittir. O, onları bilir ve görür ve bütün
içindekileri
de görür, bildiği ve gördüğü içindir ki onlardan dilediğini vücuda
getirir,
açığa çıkarır, dilediğini de bırakır. Onlar O'nun hazinelerinde olmakla
onlara sınır ve miktar hayal edilir, halbuki sonlu ve sınırlı
değildir,
sonsuzdurlar. İşte fakirler fakiri o hazinelerde gizli kalmış olan
varlıklardır.
Çünkü onlar o hazinelerden açığa çıkmak ve gerçek varlık âleminde
görünmek
isterler ki, kendilerini aynen ve zevken görsünler. Çünkü onların
vücuda
çıkarılanlarında olduğu gibi, henüz icad edilemeyenlerine muhtaç olma
sürekli
kılınmıştır. Bundan dolayı mevcut olan da henüz mevcut olmayana
vekaleten
Allah'ın onu icadına aynı şekilde muhtaçtır: Mevcut olan o
hazinedekine,
vücuda gelmeye muhtaç bulunması hususunda yardımcı gibidir. Ve bu
ihtiyaç
insanın yanında olmayan bir şeyi, o hazinelerden istemesi, yani yanında
olmasını istemesi ve bu isteği kendi içinde ve vicdanında duymasıdır.
Şunu
bilmeli ki; Cenab-ı Hak katındaki hazineler iki türlüdür. Bir nevi,
varlık
âlemine çıkmak üzere olan hazâin-i vücûdiyyedir. Mesela, Zeyd'in
yanındaki
bir şey, bir mal, bir at, bir cariye veya bir uşak, bir ev veya bir
kumaş
veya herhangi bir şey olabilir. İşte Zeyd o şeyin hizanesidir, o şey de
mahzûnudur. Aslında her ikisi de Allah katındadır. Çünkü varlıkların
hepsi
Allah'ın elindedir. Şimdi Amr, Zeyd'in yanındaki o şey her ne olursa
olsun,
onun kendi yanında olması için Allah'a muhtaç ve müftekir olur. Allah
da
o şeyi ona bağışlamayı, satmayı veya ondan hoşlanmayıp kurtulmayı
Zeyd'in
kalbine ilham eder de onu Amr'e verdirir. İşte bunun gibi herşey
Hakk'ın
katındaki hazinelerdendir. Bütün âlem hep bu şekilde birbirinin hem
hazineleri,
hem de kendisi aynen bekçisidir. Buna göre âlem bütünüyle saklanacak
şeylerin
hazinesi ve bir hazineden bir hazineye dönüp dolaşmasıdır. Ondan hiçbir
şey ait olduğu hazinenin dışına indirilmez, hepsi Allah'ın indinde
koruma
altındadır. Bütün hazineler ve hazine bekçileri Allah'ın olduğu için
gerçekte
âlem onun içinden hiçbir şeyin dışarıya çıkmadığı bir tek hazine
durumundadır.
Çünkü hepsi de Allah'ın elinde ve O'nun katındadır. Bundan dolayıdır
ki,
her konuda iltica olunacak ve başvurulacak Samed ancak O'dur.
Mütevekkil
olanlar tevekkül ettikleri şeye tevekkül etmeleri halinde o Samed
Hazretine tutunurlar. Kimi Allah'a tevekkül eder, kimi de o esbaba
tevekkül
eder.
Şu kadar var ki, sebepler kendilerine sarılan ve sığınanlara
çok
kere hainlik eder. Hak Teâlâ ise kendisine sığınıp işlerini ısmarlayanı
muhakkak selâmete çıkarır. Bütün hazineler
O'nun
katında olduğu, senin de o hazinelerden biri olarak yine O'nun mülkü
bulunduğunu
bilirsen kalbin O'na güvenmiş olacağı için O senin yanında, sen O'nun
yanındasın
demektir. O halde sende de Samed'den bir nasip vardır. Çünkü Allah'a
marifet
ancak senin hâdis varlığınla mümkün olur. Bundan dolayı söz konusu
hâdis
marifette O seni kasteder. O hâdis marifet ancak seninle açığa çıkar,
ancak
seninle açığa çıkan şeyde ise samed sensin demektir. Bu sana ve senin
kendisi
için husule geldiğin zata bu mertebe bu Hazretten sana da hasıl
olmuştur.
Lakin Rabb'in yasağında dur, onu iyi düşün. Namazda kıblene sütre
yapacağın
şey hakkında Resulünün dili üzere buyurduğunu iyi düşün ki, o şeyi
sağa
veya sola biraz meyil ettiresin de onu amaç edinmeyesin, yani o sütreye
doğrudan doğruya meyledip, düpedüz onu kastetmeyesin ve ona teveccüh
etmeyesin.
Bu senin gayret-i ilâhiyyendendir. O, kendisinden başkasına doğrudan
doğruya
samd ile kasd ve teveccüh gösterilmesini istemez. Maamafih bunda fiil
ve
olmada dahi bir bakıma samediyyeti isbat vardır ve işte şeriat
sahibinin
işaret eylediği bu kadarı müminin samediyyetten nasibidir. Cahil
doğrudan
doğruya sebeplere kasd ve teveccüh eder, onlara bel bağlar da, biraz
sağa
veya biraz sola meyille ilgil i kaziyyenin aksine hareket eder, sütreyi
Hakk'ın samedaniyyeti yerine koyar. Halbuki Peygamber efendimiz, ancak
sütrede sağa veya sola meyletmeyi meşrû kılmıştır. Çünkü sütre
sebeptir.
Sağ ile kuvvetli sebebe, sol ile de zayıf sebebe tevessülü tenbih
eylemiştir.
Allah'dan külliyet ile çıkan sebep sahib-i yeminidir yani kuvvetli
sebeptir.
Hakk'a teveccühte onun diğer sebeplere tercihan sağa, sağ başa alınması
ve önde tutulması meşrûdur. Hak'dan kendisine bir burhan, bir bârika
(şimşek)
gelmiş olan kimsenin s ebebe itimad etmesi zayıftır da, o sebebi sol
tarafa
almıştır. Zira sebebi isbat etmek gereklidir, bununla beraber onun
kasdı
ve yönelişi doğrudan doğruya Allah'adır. "Yoktur samed olacak,
Allah'dır
ancak". Şunu iyi bil ki, bütün bunlarla sana nasihat eyledim ve
tenbihte
bulundum. "Ve Allah doğruyu söyler ve doğru yolu gösterir." (Ahzab,
33/4).
Samed
ism-i
şerifi konusunda doğrudan doğruya
kasıt ve sığınma mânâsının hakiki ve izafî yönlerini bütün
incelikleriyle
anlatan Şeyh'in bu açıklamasını anlayabilecekler için insanlık marifet
ve vazifesinin Hakk'dan başka hedefi olmamak lazım geldiğini tebarüz
ettirmesi
bakımından cidden güzel bir nasihattır. Bu açıklama Samed ism-i
şerifinin,
kulların ihtiyacı açısından "bütün ihtiyaçlarda masmûd-i ileyh"
mânâsının
izahıdır. Masmûd-i ileyh olmakta iltica ve istinad olunmak anlamı,
bunun
için de gına, yani zenginlik bulunma anlamını gerekli kıldığndan, Şeyh
açıklamasında bunu tebarüz ettiriyor. Bunlar güzeldir. Ancak iki önemli
noktaya dikkat çekmek gereki y or: Birisi ğına konusunda "Muhakkak ki,
Allah âlemlerden müstağnîdir." (Ankebut, 29/6) âyeti gereğince sıfat-ı
selbiyye olan "ğına-yı nefsî"yi mülahazaya ihtiyaç duymamıştır.
İkincisi
de "Hazineleri yanımızda olmayan hiçbir şey yoktur..." (Hıcr, 15/21)
mânâsıyla
sıfat-ı sübûtiyye olan ğınayı mülâhaza ettiği halde bunda hem her şeye
mâlik olmak, hem de her birinden birer tane olarak bütününün birden
hazinesine
mâlik olmak şeklinde değil de, her birinin sonsuz hazinelerine mâlik
olmak
mânâsı açıkça belli ve bunda da ğına-yı nefsî mânâsı daha belirgin
iken,
Şeyh muhtaç olunan şeylerden birine veya birkaçına mâlik olmayı
samediyyet
mefhumunun izahı için yeterliymiş gibi göstermiştir. Bundan dolayıdır
ki,
yaratılmışlar ve sebepler âleminde bir yönüyle de ols a kısmî bir
samediyyet
mülâhaza etmiştir. Halbuki samediyyet yalnızca bazı ihtiyaçlarda maksud
ve hedef olmak demek değildir. Bütün ihtiyaçlarda hedef ve son merci
olmaktır.
Bundan dolayı sözlük anlamını açıklayanlar, hem müntehelcümû
(çoğulların
sonu) anl a mıyla bütün ihtiyaçlarda masmûdiileyh (kendisine muhtaç
olunan)
diye tasrih etmişler, hem de "Üstünde hiç kimse yok" kaydına tenbih
eylemişlerdir.
Ayrıca "O öyle bir seyyiddir ki, seyyitlik kendisinde son bulur."
demekle
de reislikte sınır olan ekme l i dile getirmişlerdir. Hasılı Samed
sözünde
bizim "som" tabir ettiğimiz şeyde olduğu gibi, bir tamlık ve
eksiksizlik
anlamı vardır. Bundan dolayı kasd anlamına kullanıldığı zaman da
maksuddaki
kusursuzluğu ve mükemmelliği ifade eder. Halbuki ğına-yı nefsî yani
istiğna-yı
zatî bulunmadan ğına-yı tam da bulunmaz, son olma söz konusu olmaz.
Ğınayı
tam bulunmayanda hazinelerine kendisinin ihtiyacı var demek olacağından
cimrilik tasavvur olunabilir, ondan atâ ve ihsan umulmaz. Ayrıca
ğına-yı
nefsîsi olmayanda tam izzet de bulunmaz. Mağlup edilmek, izin ve
müsaadesi
olmadan hazinelerindeki cebren alınmak, hatta kendisi ortadan
kaldırılıp
yok edilmek de mümkün olur. O halde bizzat maksud ve sığınılan kendisi
olamaz ve "O'ndan başkası doğrudan doğruya kastedilmez." mânâsı da
gerçekleşmiş
olmaz. Bundan dolayı Ebu Hureyre'den gelen bir rivayette "Herkesten
müstağni,
herkes kendisine muhtaç" diye istiğna-yı tam tasrih olunduğu gibi,
Keşşaf
ve İbni Sina da buna işaret eylemişlerdir. Fakat Muhyiddin Arabî sadece
tam m ânasıyla hakiki samediyyeti değil de ilâhî hazinelerden olan
samediyyeti
sonradan olma marifet açısından Allah'ı tanımak için delil olarak ele
almış,
varlık ve sebepler âleminde, özellikle insanın kendisinde bir bakıma
maksud
olan nisbî ve izafî samed mân a sını dahi anlatmak istediği ve örfte
buna
da samed denmek söz konusu olduğu cihetle bunda ğına-yı nefsî
mülâhazasına
lüzum görmemiş ve ihtiyaç bulunan bir emrin bulunması mânâsıyla
samediyyetin
Allah'a mahsus olduğunu, "Hepsi Allah'ın elinde ve hepsi Alla h 'ın
yanındadır,
her zaman ve her işte iltica ve itimad edilecek samed ancak O'dur,
sebepler
kendisine güvenenlere çoğu zaman hıyanet eder." diye ihtarda
bulunmuştur.
Varlık ve sebepler âleminde bulunan bir bakıma samediyyet nasibi ile
samediyyet
iddia olu n maktan ve ona samed denilmekten de nehyetmiştir. Küllî veya
cüz'î sebebi ihmal etmemek, külliyetine veya cüziyyetine göre ona
kuvvetli
veya zayıf meylin meşrû olduğunu söyleme ile beraber Allah'dan
başkasına
tam bir bağlılıkla güvenmemeyi ve yönelmemeyi, n amazdaki kıble ve
sütre
meselesini bütün işleri için örnek tutarak, sebepleri bazan sağa, bazan
sola alarak bütün varlığıyla kasd ve niyyetini doğrudan doğruya Allah
Teâlâ'ya
doğrultmak gereğini tenbih ve nasihat eylemiştir. Bununla yüce
sözündeki
kasrı n manâsına da işaret eylemiştir zira burada mârifedir. Müsnedin
marife
olması da kasr ifade eder. Bunun mânâsı sizin samed denince
anladığınız,
tanıdığınız, kasdettiğiniz hakikat bütün yönleriyle Allah'a mahsustur,
demek olur. Bu takdirde Allah'dan başkasına samed denilemez. Ve "lâm-ı
tarif" ahd-i cinse yüklenmiş demek olur. Fakat lâm ahd-i haricîye
yüklenmek
daha uygundur. Bu takdirde ise samed denilince daha üstünü tasavvur
olunamayacak
şekilde her zihinde şimşek gibi çakacak olan en mümtaz mânâsıyla b e
lli
bir tek samed vardır, o da Allah'dır, demek olur. Bu ifadede mutlaka
samed
isminin Allah'a kasrı yoktur. Allah'tan başkasına da herhangi bir
yönden
samed denilebilir. Nitekim Arapça'nın kullanılışında da böyledir. Ancak
burada "en mükemmel" mânâsıyla ve ehadiyyet vasfı ile sıfatlanmış
olarak
Allah'ın isimlerinden bir isim olarak O'na mahsus olur ki, İbnü Esir,
"Nihaye"de
bu mânâları şöyle özetlemiştir: Allah Teâlâ'nın isimlerinden olan
Essamed,
suvded kendisinde son bulan seyyiddir, seyyidliği de da i m ve bakîdir,
denilmiştir. yani "içinde boşluk bulunmayan" da denilmiş, ayrıca "O ki
bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinen" de denilmiştir. Bu anlamda
samed
maksûd demek olur. Hz. Ömer'in şu hadisi de ondandır: "Ensabı, yani
nesebleri
öğrenip de o n lara ta'netmekten sakınınız, canım kudret elinde olan
Allah'a
yemin ederim ki: Şu kapıdan ancak samed olan çıksın desem pek azınız
çıkardınız".
Bu sözde samed suvdedinde müntehi olan, yani efendiliğinde, şeref ve
haysiyetinde,
yahud beyliğinde son derecey e yükselmiş olan demektir, yahut
ihtiyaçlarda
kendisine başvurulan ve kendisi kimseden birşey beklemeyen demektir.
Muaz
b. Cemuh hadisinde Ebu Cehl'in katli olayında "Onun için samdettim,
demesi
de onu kasdettim, hem kollayıp durdum, boş bulunacağı anı bekledim."
demektir.
Hz. Ali hadisinde "Size Hakk'ın amudu tecelli edinceye kadar samden
samda"
denilmesi de yine bu anlamdadır.
Görülüyor
ki,
Hz. Ömer'in sözünde samed nekre
olarak insanlar hakkında da kullanılmıştır. Kavmin reisi anlamına
samedülkavm
denilmesi de bu yüzdendir. İşte Muhyiddin Arabî bunun bir bakıma sabit
olan izafî bir samediyyetten nasib olduğunu ihtar ve tam mânâsıyla
samediyyetin
Allah'a mahsus olduğunu beyan eylemiştir. Bu ise ğına-yı tammı ifade
etmek
için ğına-yı nefsîyi de içi n e alır. Fahreddin Razî de samedi
bazılarının
sıfat-ı sübûtiyye, bazılarının da sıfat-ı selbiyye olarak yukarıda
zikredildiği
şekilde ve olarak esaslı iki lügat mânâsı üzerinden onsekiz mânâya
kadar
tefsir ettiklerini ve onsekizincisinin de "eksilmeden, artmadan,
teğayyürat
ve tebeddülata uğramaktan, zamandan ve mekândan ve cihetlerden
münezzeh"
diye ifade edildiğini anlattıktan sonra der ki: Üçüncü vecihte lâfzının
bütün bu mânâların hepsine hamledilmesidir ki, bunu da içine alır.
Çünkü
Allah'ın z atının vücûbuna delalet etmesi açısından bütün selbî
sıfatlara
ve Allah'ın mübdi-i küll (her şeyi yaratan) olduğuna delalet etmesi
açısından
da O'na ait sıfat ve özelliklerin hepsine delalet eyler. İkinci
meselede
demek varlık âleminde Allah'dan başka b i r samed olmadığını gerekli
kılar.
Bütün ihtiyaçlarda kendisine yönelinen ve zatında değişiklik kabul
etmeyen
diye tarif olununca da varlık âleminde Allah'tan başka böyle bir mevcut
bulunmaması lazım gelir. Şu halde bu âyet tek başına Allah'tan başka
bir
i lâh olmadığına delalet eyler. O halde "Allah ehaddir" demek, Allah
zatında
hiçbir şekilde, ne terkip, ne telif bulunmaması anlamına bir olduğuna
delalet
eder. "Allah Samed'dir" ifadesi de ortaklıkları ve karşıtları nefiy ve
red anlamında bir olduğun u dile getirir.
Âyette
cevabı
verilmesi gereken bir iki soru
daha kaldı: Niçin ehad nekire, (belirsiz) essamed marife (belirli)
olarak
gelmiştir? Bazıları demişlerdir ki; nefiy ve adedin dışında "ehad"
Allah'dan
başkası için kullanılmadığından dolayı bu anlamda marife hükmünde
olduğundan,
onu harf-i ta'rif ile marife yapmaya lüzum yoktur. Lakin "samed" öyle
değildir,
çünkü Allah'tan başkaları için de kullanılır. Razî de bu sorunun
cevabında
şöyle demiştir: Çoğunlukla halkın vehminde her varlık hissedil i r
cinstendir.
Halbuki her hissedilen varlığın parçalara ayrılabilir olduğu da bir
gerçektir.
Onun için hiç bölünme kabul etmeyen bir varlık genellikle hakkın
hatırına
gelmez, ama samedin ihtiyaçlarda kendisine başvurulan en üst derecedeki
yetkili olduğu A r aplarca ve daha başkalarınca bilinir. Nitekim "Eğer
sen onlara, kendilerini kimin yarattığını soracak olursan, onlar
elbette
Allah diyecekler." (Zuhruf, 43/87) buyurulmuştur. İşte ehadiyyet
çoğunlukla
insanlarca bilinmeyen ve belli olmayan, samediyyet ise bütün insanlarca
bilinen bir anlam olduğu için, ehad nekire olarak, samed de o samed
anlamına
marife olarak gelmiştir.
Bunu
şöyle
açıklamak bizce daha iyi olacaktır:
Müşrikler Allah'ı ve ulûhiyetini tanıyorlarsa da O'nun ulûhiyette
birliğini,
yani ehadiyyetini tanımıyorlardı. Allah isminin ve ulûhiyetinin birliği
gerektirdiğini bilmiyorlardı. Bundan dolayıdır ki, çeşitli dileklerini,
ihtiyaçlarını değişik değişik tanrılardan istiyorlar ve herbir ihtiyaç
için farklı derecede samedler düşünüyorlardı. Ulûhiyyetin bir
samediyyet
ifade ettiğini, ilâhın mabud demek ve en baştaki maksud demek olduğunu
biliyorlarsa da en baş olmanın birliği gerektirdiğini ve bütün
maksatların,
bütün samediyyetin bir tek maksudda, bütün kainatın yaratıcısı olan bir
tek ilah t a toplanacağını ve buna göre maksat ve dileklerinin hepsini
bir noktada, bir kelimede birleştirmek lazım geldiğini bilmiyorlardı.
Bundan
dolayı da bir hedefte, bir mercide toplanması ihtimali olmayan muhtelif
gönüllerle türlü türlü mabudlar, başka başka samedler arasında niza' ve
didişme içinde bocalayıp duruyorlardı. Yine bundan dolayı "Allah var,
başka
ilah yok." denildikçe "Bütün ilâhları bir tek ilâh mı yapmış, bu
gerçekten
şaşılacak bir şey?" (Sad, 38/5) diyorlardı. İşte ulûhiyetin her
bakımdan
gerçek vahdeti icap ettiğini bilmediklerinden dolayı o haber verilirken
önce işin önemini belirtmek üzere zamir-i şan ile başlayıp "O Allah
birdir."
diye ehad kelimesi nekire olarak haber verilmiştir: "Siz bu büyük
hakikatı
bilmiyorsunuz, haberiniz olsu n ki, Allah bir tektir." demek olur. Buna
karşılık, bizim bildiğimiz, gönüllerimizde duyduğumuz bu kadar çok ve
çeşitli
ihtiyaçlara, türlü maksatlara bir tek Allah nasıl yetişir, nasıl kâfi
gelir?
şeklinde bir tereddüde düşülmemek için de hemen arkasından h er
ihtiyacı
karşılayacak, her işi bitirecek, her maksada erdirecek, eksiksiz, som,
ğani, yegane maksud ve yegane merci'in ancak Allah olduğu anlatılmak
üzere
hasr ve tahsis ifade etmek için lâm-ı tarif ile şeklinde diye
buyurulmuştur
ki, şöyle de m ek olur: "O sizin bildiğiniz, tanıdığınız, düşündüğünüz
ve düşünebileceğiniz muhtelif maksudların, samed adı altında daha
yükseği
yoktur." diye anladığınız çeşitli gayelerin hepsi, herşeyin hâlıkı,
bütün
kâinatın ve herşeyin yaratıcısı ve mercii olan Alla h Teâlâ'nın
samediyyetinde
birleşir. Tam mânâsıyla samediyyet ehad olan o Allah'a mahsustur. O hiç
eksiksiz maksud-ı küll olan yegane sameddir. Çünkü ortağı olan ve ehad
olmayan gerçekte samed de olamaz, samed olmayan da ilâh ve mabud
olamaz.
Bunu böyle an l amak için de "samed" kelimesinin lügatte ve örfte
bilinen
mânâları, lafz-ı müşterek (ortak lafız) olarak her iki anlamını da
içine
alacak şekilde genel anlamda değil, önce umumî mecaz olarak "samed
denilen
ne varsa" anlamıyla, ikinci olarak da selbî ve sü b ûtî en yüksek kemâl
olan bütün gerekleriyle maksat ve muradların son gayesi ve hedefi
sayılmak
üzere iki mertebeli mecaz olarak şeriât dilindeki hakikat mânâsı esas
alınarak
mülahaza edilmek lâzım gelir ki, işte zikrolunan bütün tefsirlerin
hepsi
esas bu m aksadı izah içindir.
Burada
şunu
da söyleyelim ki, tefsir alimlerinin
birçoğu samedin tefsirinde seyyidi zikretmişler, birçoğu da bunu
gözardı
etmişlerdir. Bunun sebebi Allah Teâlâ'ya "seyyid efendi, reis" denilip
denilmeyeceği konusundaki ihtilâftır. Bununla beraber bir sahih hadiste
"Asıl seyyid Allah'tır." diye varid olduğundan dolayı Süheylî demiştir
ki, Muzaf olarak (isim tamlaması olarak) Allah'a seyyid denilemez.
Mesela:
Meleklerin seyyidi, insanların seyyidi, âlemlerin seyyidi v.s.
denilemez.
Zaten halkın seyyidi, kâinatın veya mahlukatın seyyidi denildiği zaman
da Resulullah Efendimiz anlaşılır. Sonra halkın ihtiyaç ve dileklerinde
Allah'a yönelmesi iradî, tabiî veya fıtrî olarak yönelmekten daha geniş
anlamlıdır. Çünkü niteliklerin hepsi, m ü mkün olan gelişme ve
kemallerinin
meydana gelmesini talepde Allah Teâlâ'ya yönelmiştir: "Hepsi dua ve
tesbihini
iyice bilir." (Nûr, 24/41) buyurulmuştur. Allah Teâlâ, hem mübdii küll,
(herşeyin yaratıcısı) gaye-i külldür (son amaçtır). Onun için evvel v e
âhirdir. Şu halde bu iki âyette bu iki noktanın Allah'ın zatının
tekliğinde
birleştiğine tenbih vardır. Şu halde ikinci soru: O halde "Allah" yüce
isminin her iki âyette de ve diyerek iki defa tekrarında ne fayda
vardır?
diye sorulursa, bunda zikro l unan tenbihten başka birkaç fayda daha
vardır:
Birincisi:
Önceki sualin cevabından anlaşılacağı
üzere haberlerin birinin nekire, birinin marife olarak getirilmesindeki
faideyi sağlamaktır. Zira tekrar edilmese iki haberin ya ikisinin
birden
nekire, ya da ikisinin birden marife olması gerekirdi.
İkincisi:
Her
iki haberden her ikisinin de
doğrudan doğruya isminin Allah olduğuna tenbih vardır. Onun için isim
tekrar
edilerek atıf yapılmıştır.
Üçüncüsü:
Ehad ile es-Samed vasıflarından
her birinin tayin ve tesbiti aynı zatta başlıbaşına birer özellik
olduklarına
tenbih etmektir. Onun için ikincisinde özellikle diye sadece zamir ile
yetinilmemiştir.
Ayrıca üçüncü
bir soru olarak da: İki cümlenin
ikisi de başlıbaşına birer maksûdu dile getirmişken, birincinin öne
alınmış
olmasındaki hikmet nedir? Neden ehadiyyetle ilgili cümle samediyyetle
ilgili
olan cümlenin önüne geçmiştir? diye sorulacak olursa, bunun da
hikmetinin
herşeyden önce müşriklere Allah'ın birliğini bildirmenin önemidir.
Samedi
y yetin ise, işaret olunduğu gibi, o birlikten kaynaklanan bir suale
cevap
makamında veya ona delil olarak veyahut sonuç olarak zikredilmiş
olmasıdır.
Çünkü lizâtihi ğına-yı tam (tam ihtiyaçsızlık) ile ğani ve kendisinden
başka her şeyin kendisine muhtaç olduğu anlamı, her şeyden önce O'nun
birliğinin
kabul edilmesiyle mümkün olur. Böylece Allah'ın ehadiyyeti, ğına-yı tam
ile samediyyetini de gerektirmiş olur. Hasılı samediyyet cümlesi, bir
bakıma
ehadiyyetin delili, bir bakıma sonucu gibi olduğundan, birinc i cümleyi
pekiştiren bir cümledir.
3. Hasılı
Hak
Teâlâ, evvela her bakımdan kendisine
yönelinen ve saygıya hakkı olan bütün celâl ve cemâl sıfatlarını
toplamış
bulunan ulûhiyyetini, sonra kendisinin herhangi bir şekilde bölünme ve
terkip kusurundan, özünde ve özelliklerinde benzerlik vehmedilmesinden
tamamıyla uzak olduğunu gerektiren ehadiyyetini, sonra da kendisinden
başka
herşeyden müstağni olan ve bütün yaratılmışların var olmasında, ayakta
durmasında ve diğer ihtiyaç ve durumlarında maksatlarının hasıl olması
için hep ona muhtaç bulundukları samediyyetini beyan ettikten sonra,
O'na
hâşâ nesil ve üreme isnad edenlerin: Kızları var, melekler O'nun
kızlarıdır,
oğlu var, İsa O'nun oğludur, onu kendisinin ilâhlık cevherinden meydana
getirdi, onu da ken d isi gibi ilâh yaptı. Şu halde "O, aynı zamanda
babadır,
oğuldur, anadır, hepsi ilâhlık bakımından birdir, çünkü aynı cevher,
aynı
özdür." diye ortak ve benzer iddia edenlerin bu iddialarını açıkça ve
nassa
bağlayarak red ve iptal etmek üzere, ehadiyyetin v e samediyyetin ne
demek
olduğunu bazı gerekleriyle açıklamak ve tefsir etmek üzere buyuruyor
ki:
O doğurmadı. Yani kendisinden ve kendi zatından bir parça çıkarmadı.
Allah
ne baba, ne de ana değildir. Mitoz (eşeyli) ve amitoz (eşeysiz) yolla
üremiş,
doğurmuş ve çoğalmış değildir. Çünkü doğurmak, onda ona benzer yeni bir
parçanın teşekkül etmesi ve sonra da ondan ayrılması yoluyla olur,
böyle
bir durumu gerektirr. Bu ise onun zatında bir taraftan terkibi, bir
taraftan
hudûs ve ihtiyacı, değişmeyi, bölünme y i gerektirir. O da sonuçta
faniliği,
yani bir süre sonra yok olmayı gerektirir. Çünkü doğuran parçalanır,
parçalanan
yok olur. Doğurduğu şey de sonuçta aynı duruma düşer. Doğurmak zaten
bizzat
baki kalamayacak olan faniler içindir ve nevin devamıyla ilgil i dir.
Bundan
dolayı doğurmak, kendi yerine kalacak evladı ve nesli olmak, faniler
açısından
bir ihtiyaç ve istenen bir amaç olsa da zatında her kemali toplamış
olan,
ehad, samed ve vacibu'l-vücûd özellikleri taşıyan bir ilâh olan Allah
Teâlâ
hakkında bu bi r kemal değil, tam aksine bir eksiklik, bir kusur olur.
Bütün bunlar Allah'ın ehadiyyetine ve samadiyyetine aykırı olan ve ters
düşen şeylerdir. Allah Teâlâ ehad ve samed olduğu için bölünmez,
parçalara
ayrılmaz. O'ndan ne bir bölüm, ne bir cevher, ne bir ö z, ne bir madde
kopup ayrılmaz, O'nun varlığının cinsi, benzeri ve nevi olmaz. Hiçbir
şeye
olmadığı gibi, üremeye de ihtiyacı bulunmaz. Çünkü hiçbir şekilde
ihtiyacı,
eksiği gediği bulunmaz. Ancak O'nun ilminde bulunan mümkünattan
herbiri,
O'nun dilemesi ve yaratmasıyla meydana gelir. Ol demesiyle olur. Bu
O'nun
özvarlığından, zatından bir parça kopup çıkmak suretiyle O'ndan sudur
ve
tevellüd etmiş, O'ndan üremiş demek değildir. O'nun yaratması yoğu var
etmek, ibdâ' ve îcad etmek şeklinde olur: "O bir i şin olmasını murad
edince,
ona ol der, o da hemen oluverir." (Bakara, 2/117) Gerçekten de mümkün
olan
varlıklar illetsiz ve sebepsiz olarak hiç yoktan meydana gelmez.
Nitekim
Tur Sûresi'nde "Yoksa hiçbir şey olmadan mı yaratıldılar, yoksa
kendileri
mi y a ratandırlar?" (Tûr, 52/35) buyurulmuştur. Onun için varlıkta
herhangi
bir değişiklik ve hudûs, gerek gelişmeye veya tekamüle, çoğalmaya,
gerek
azalmaya ve gerilemeye doğru herhagi bir değişme, zarurî olarak bir
sebebe,
bir illete delalet eder. Her hâdis y a ni sonradan olmuş olan herşey
belli
bir illete bağlı olarak meydana gelir. Mutlaka onu yapan ve meydana
getiren
bir yapıcıya muhtaç olur. İlliyet, yani sebeplilik (nedensellik) kanunu
denilen bu kavram her aklın özünde yer almış bulunan ilk temel ilkelerd
en biridir. Aklın zorunlu ilkelerindendir. Bundan dolayıdır ki akıl
yürütmeler,
ilimler ve fenler her olayda bir sebep (illet-i failiyye) araştırır. O
olayı bir sebebe dayandırmadan kabul ve idrak edemez. Hakiki yapıcı
illet
ise o illete dayalı olarak meydana gelecek olayı doğurmaz, yok iken onu
ibda' ve ihdas eder, yaratır. Zira her şeyden önce bir yaratma ve ihdas
olmadan südur ve üreme, bölünme ve öğelerine ayrılma mümkün olmaz. Her
üreme ilk başta bir ibda'a, yoktan var etmeye bağlıdır. Doğanı
doğuracak
hale getiren, onda doğacak olan parçayı meydana getirip yetiştiren,
doğuma
sevkeden yaratandır. Doğuran gerçek illet değildir, doğumun mahalli,
geçit
yolu ve aracı, daha doğrusu geçici sebebidir. Müşrikler yaratmayla
doğurma
arasındaki inceliği fark emed i klerinden dolayı illiyet kanunu, üreme
(tevlid) ilkesinden ibaret zannetmişler, bu yüzden de yaratılan
yaratandan,
eser müessirden doğuyor demeyi gelenek haline getirmişlerdir. Saffat
Suresi'nde
"İşte sana onların iftiralarından bir tane daha "Allah d o ğurdu"
derler.
Oysa gerçekte elbette yalancıdırlar." (Sâffât, 37/151-152)
buyurulmuştur.
Bununla da kalmazlar, madde ötesinde göze görünmeyen cin, şeytan, melek
gibi gizli kuvvetler ve fizik ötesi varlıkları cin veya ruh genel adı
altında
mülahaza edip he p si için onlar Allah'dan üremiştir veya doğmuştur,
onlarla
Allah arasında bir nesep vardır, diyerek onları birer veya yarımşar
tanrı
yapıp tapmışlardı. "Bir de Allah'la cinler arasında bir hısımlık, bir
akrabalık
uydurdular. Gerçekte cinler de bilirler ki, onlar cehenneme
doldurulacaktır."
(Sâffât, 37/158). Müşriklerin böyle uluhiyette üreme fikrine
saplanmaları
cehalet idi. Fakat peygamberlik yoluyla Yaratıcı'yı duymuş ve gerçek
illiyetin
"Yok iken yaratmak" ile olduğunu anlamış iken sonraki devir
hıristiyanlığın,
uluhiyyeti baba, ruhu'l-kudüs ve oğul diye doğurma ihtiyacı üzerine
kondurmuş,
O'na babalık ve çocuk isnad etmiş ve farzetmiş olması, hiçbir şekilde
dine
ve dindarlığa yakışmayan büyük bir dalalet, affedilmez bir sapıklıktır.
(Bakara Sûresi ' nde (Bakara, 116-117) ve Mâide Sûresi'nde (Maide,
71,72)nin
tefsirine bakınız.)
Bu
sapıklığın
daha garip ciheti, putperestler
Allah'a şirk koşarken yine de Allah'ı baş ilâh tanıdıkları ve ona tâlî
derecedeki diğer ilâhlardan ayrıcalık tanıdıkları ve diğerlerini daha
aşağı
derecede yardımcı ilâhlar kabul ettikleri, yani ilâh diye taptıkları
putlardan
hiçbirini Allah'a eşit ve ona denk saymadıkları halde, hıristiyanlar,
teslîs
(üçleme) inançlarında üçün üçünü de eşit yapmışlardır. Bununla
yetinmeyip üçünü de oğulun şahsında toplamışlardır, orada
birleştirmişlerdir.
İşte bunların hepsini üç bakımdan açıkça red ve iptal ile Hakk'a irşad
için buyurulmuştur ki;
1.
O
doğurmadı,
2. Ve doğurulmadı,
3. O'na denk ve küfüv de olmadı.
Şimdi
doğurmadı ve doğurulmadı ne demektir,
onu biraz açıklayalım. Doğurmadı, yani kendisi başkasını doğurmadı.
Doğurulmadı,
yani kendisi bir başkası tarafından doğurulmadı, başkasından da
doğmadı.
Başka bir veya ilk kökten bir parça olarak çıkıp da oğul ( v eled)
olmadı.
O kadîmdir, sonradan olma (hâdis) değildir. Doğuran bir baba Allah veya
doğuran bir ana Allah olmadığı gibi, doğurulmuş bir oğul Allah veya
doğurulmuş
bir kız Allah da değildir. Böyle doğmuş ve doğurmuş bir Allah olmadığı
gibi, olması da müm k ün ve muhtemel değildir, mümtenîdir. Çünkü
doğuran
fani ve muhtaç olacağı gibi doğan da kadim ve lizâtihi vacibülvücûd
olmaz.
Sonradan olmuş hâdis, aynı zamanda fânîye muhtaç eksik biri olur. Ehad
ve samed olan Allah Teâlâ'nın zatında ne geçmişte ne gele c ekte yokluk
(adem), eksiklik, hudûs ve fanilik bulunmaz. O ezelde ve ebedde hep
birdir,
hiç eksiksiz bâki ve sameddir. Bundan şu da anlaşılır ki, O varoluşta
başkasından
doğmadığı gibi fikir ve bilgiden üretilmez. Yani bir ilkeden bir
mebde'den
de sonuç o l arak elde edilemez: Bir bürhan, bir kural ve kanun altına
da sığdırılamaz. Bütün âlem ve âlemden çıkarılan bilgiler, fikirler,
anlamlar,
kanunlar ve kurallar O'nu kapsamı içine alıp, O'na delâlet etmez. Bütün
bunlar kendilerinin hâdis ve muhtaç olma özelliğiyle önünde ve sonunda
O'na olan fakirlik ve ihtiyaçlarını ilân ederek kendi varlıklarından
önce,
kendileriyle beraber ve kendilerinden sonra O'nun varlığına birliğine,
bekasına ve her şeyi içermesine isteyerek öncelikle delâlet eylerler.
O'nun
zatını teşhir etmezler, meydana gelişleriyle birbirlerine O'nun
sanatını
duyururlar. Bundan dolayı O, herşeyden sezilir zahir, hiçbir şeyle
bilinmez
batındır. Çünkü herşey O'nunla durur, O'nunla bulunur, O'nun
hidâyetiyle
bilinir. "Allah göklerin ve yerin nûrud u r." (Nûr, 24/35) ve "Muhakkak
ki, O herşeye şahiddir." (Fussilet, 41/53). O'nun kendi zatını ancak
kendisi
bilir. O'nun ilmi de südûr ve husûle, düşünme ve hatırlamaya bağlı bir
bilgi değildir. Nitekim Hz. İsa "Muhakkak ki, sen benim içimdekini bili
r sin, fakat ben seninkini bilmem." (Maide, 5/116) demiştir. Bu
açıklamalardan
anlaşılır ki, değişmeyi ve yok olmayı yani teğayyürü ve fenayı nefy ile
bekayı isbat eder. ise kendisinden önceyi ve sonradan olmayı nefyeder
ve
kıdemi isbat eder. Kıdem i se bekadan daha önce akla gelen bir şeydir.
Bundan dolayı burada şöyle bir soru akla gelebilir: O halde mânâ
bakımından
den daha önce söylenmek gerekirken bunun geriye alınmasına sebep nedir?
Bunda iki önemli incelik vardır: Allah Teâlâ'nın kıdemi, müşr i klerce
de inkâr edilmediği için önce hükmünün açıklanması önem kazanmış, hükmü
de onu pekiştirmek için bir bakıma delil yerine kullanılmak üzere
geriye
alınmıştır. Zira bunlar zaten birbirinin vazgeçilmez şıkları olduğundan
doğurulmadığı kabul edile n in doğurmadığı da itiraf olunmak gerekir.
İkinci
incelik baba ve analığı reddediyor,
de oğulluğu nefyediyor. Hıristiyanlar üçleme inançlarında önce baba
Rabb,
sonra da oğul ilâh iddia ettikleri ve babanın evladdan zaten önce
olduğu
için, âyetteki nefiyde de onları redde özellikle ifade etmek üzere "lem
yelid" önce, "ve lem yûled" sonra söylenmiştir.
Bu
konuda
Alûsî hıristiyanların kendi kitaplarında
üçleme akidesini nasıl tasvir ettiklerini naklederek der ki, onlar
kitaplarında
şöyle diyorlar: Baba, üçten birinci esastır oğul ikincidir. O'ndan
ezelî
ve bir südûr ile ezeliyyette ona eşittir ve ezeliyetle sadır olmuştur.
Ruhu'l-kudüs üçüncü esastır, o da ilk ikisinden öyle sadır olmuştur.
İlâhlık
tabiatı ise bir tabiattır ve bu tabiat üçten h er birinde de vardır,
her
biri beraber olarak o tabiatle ittihad etmiştir. Bununla beraber bir
tek
cevher değil, üç ayrı cevherdirler. Yani baba aynı zamanda oğul değil,
oğul aynı zamanda baba değil, o ikisi de rûhulkudüs değil, rûhulkudüs
de
baba veya oğul değiller. Ancak yine de her üçü de birer ilâhtırlar.
Çünkü
üçünün de birer lâhutu, birer cevheri ve bir ilâhlık tabiatı vardır.
Aralarında
farklılık bulunmakla beraber her biri ilahlık özelliğinde beraberdir.
Birinci
esas; cevherî vücûdî vâcib, ikincisi; cevherî akıl, ki buna ilim dahi
denilir,
üçüncüsü; cevherî irade ki, buna muhabbet dahi denilir. İşte Allah üç
ayrı
esas cevherin bütünüdür. Öyle ki, üçü de hakiki temayüzle temayüzleri
üzeredir.
Bazen de ona izafîlik ıtlak ediyorlar, yani birbirlerine iz a fetle
diyorlar;
bir cevher ve bir tabiat Allah odur ve ondan gayrisi bulunuyor
değildir,
belki her ne dahil ise zatının aynıdır. Ayrıca diyorlar ki, Allah'ta
dört
izafet vardır: Birincisi önceki esasta düşünmenin faaliyetidir.
İkincisi,
babanın aklının su r eti olan oğulda, yani ikinci esasta düşünmenin
fiilen
meydana gelmesidir. Üçüncüsü; irade kendilerinin olan birinci ve ikinci
esasta kendiliğinden coşma "inbisak, inbi'âs" (spontaneite)
failiyetidir.
Dördüncüsü; birinci ve ikinci esasa âid ilâhî irade sev g isi olan
üçüncü
esasta o coşmanın mefûliyetidir. Ve diyorlar ki: İlâhî esaslarda
fâiliyet
ve mefûliyet tabiri tevessü (genişleme) yoluyladır. Yoksa babada oğul
tarafına
doğru fâiliyet babalıktan başka değildir. Baba ile oğulda rûhu'l-kudüs
tarafına fâiliy e t bunun südûrunun onlardan başlamasından başka bir
şey
değildir. Oğul ve rûhulkudüste mefuliyet ise oğulda oğulluktan ve
rûhu'l-kudüste
de coşuştan başka bir şey değildir. Yine diyorlar ki; gerçi bunlar
beşerin
akıl ve algılama gücünün üstünde olan şeyler s e de bunların hepsine
iman
etmek vaciptir. Şöyle sanıyorlar ki: Bu üç uknumun Havarilerden
öğrenmiş
oldukları bir takım isimleri de vardır: İlâhî varoluşta birinci esasa
baba
denir, ikinci esasa oğul, kelime, hikmet, nûr, ziya, şuâ denir, üçüncü
esasa da r uhu'l-kudüs, muğri (kışkırtıcı, heyecana getirici) denir ki,
Yunanca eraklit (heraclitedes) dediklerinin mânâsı imiş.
Bu
isimlerin
verilmesinin sebebini açıklamak
için de şöyle demişlerdir. Çünkü birinci esas bir menba ve mebde
durumundadır.
Kendisinden südûr etmiş olan ikinci esasa akıl fiili olan ve fâiline
benzemeyi
iktiza eden bir fiil ile bütün varoluş özelliklerini ve cevherini
vermiştir.
Öylesine vermiştir ki, onun ilâhî cevherinin bir sûreti olan ikinci
esas
ona tam bir eşitlik ile eşit olmuşt u r. Doğurmanın haddi ve hududu,
bir
dirinin bir diriden unsur ve tabiatına benzemeyi gerektiren bir
kaynaktan
südûr etmesi demektir. Burada böyle ve belki daha da açık seçiktir.
Çünkü
ikincide ilâhî tabiatın kendisi aynen bulunuyor. O halde öncekine baba
d e nilince, ikinciye oğul denilmesinde bir bid'at olmaz.
İkinciye
kelime denilmesi, bu üremenin bir
hayvan veya bir nebatta olduğu gibi doğurma değil, akıl fiili ile
olmasından
dolayıdır. Yani, babanın lâhûtunu tasavvuru ve onu anlaması yoluyladır.
Şeksiz ve şüphesiz o sûret kelimedir. Çünkü kelime aklın anlaşılması ve
düşünmesidir. Ona hikmet denilmesi de doğrudur. Çünkü o, babadan ilâhî
aklının fiili ile doğmuştur, o ise hikmettir. Ona nûr, şu'a ve ziya
denilmesi
de yerindedir. Çünkü hikmet her nerede bulunursa onunla eşyanın
hakikatlarının
marifet, nûr, ziya ve şuâ gibi inkişafları hasıl olur. Üçüncüye
ruhu'l-kudüs
denilir, çünkü o baba ile oğuldan ikisinin bir olan irade fiiliyle
südûr
etmiş ve onlardan bir fiil ile coşmuştur ki, bu fiil iradenin sevgi ile
sevgilisine doğru heyecanı gibidir, ve o Allah sevgisidir. Allah
kendisi
de sırf ruhtur, tekaddüsü (kutsallığı) de onun aynıdır. Ayrıca birinci
ile ikinciden her birine "ruh" denilmek için bir vecih vardır, çünkü
ittihad
vardır. Lakin birinci rütbesine ve ikinciye olan izafetine delalet
eyleyen
bir isim ile "baba", ikinci de aynı şekilde öyle bir isim ile "oğul"
diye
anıldığı için müşterek olan isim üçüncüye tahsis edilmiştir. Ve her ne
kadar bunda da ibin gibi oğul tabiatı ve cevheri varsa da buna oğul de
n ilmiştir. Çünkü bu babadan fâiline benzemeyi gerektiren fiil-i akıl
ile
sadır olmamış, irade fiili ile sadır olmuştur. Onun için birinciden
ikinci,
Âdem'den Habil gibi, üçüncü de Havva gibidir, hepsi de bir hakikattır.
Lâkin Habil'e oğul denilir de kız denilmez. Buna kışkırtıcı denilmesi
de
şundandır, çünkü bu Havarilere gelip de Mesih aleyhisselâmın
yokluğundan
dolayı onlar kışkırtmaya hazır bulunuyordu.
Fâiliyet
ile
mefûliyete gelince; bunlar hakikaten
mevcut değildirler: Babalık ve oğulluk onları sonradan yaratılmışlarda
olduğu gibi olmayı gerektirmez. Bundan dolayı sonradan olmuşlarda
babaya
oğlu için illet ve sebep denilirse de burada denilmez. Bundan dolayı üç
esas, cevher ve zatta ve ibadete hak kazanmada ve fazilette eşittir,
diyorlar.
Bununla d a kalmıyorlar, ayrıca sanıyorlar ki, ikinci esas olan
"kelime"
cesed kazanıp ruhu'l-kudüs kuvvetiyle Meryem-i Betûl'ün (temiz
Meryem'in)
kanından eşref-i eczasıyla (en şerefli cüzleriyle) ittihad eylemiş,
ondan
dolayı Mesih insanlık ile kelimeden mürekkep olmuş ve kelime ile
ittihadıyla
beraber yeryüzünden de çıkmamış, teğayyür etmemiş, çünkü birleşmenin
varıp
varacağı son had bu imiş. Onun için kelime bakımından da ittihada mani
bir durum yokmuş. Böylece zannetmişler ki: Mesih aleyhisselam hem tam
bir
ilâ h, hem de tam bir insandır. İki tabiat ile iki meşiyyet sahibi ve
ikisi
de ilahî bir uknum olan kelime ile kaimdir. Bundan dolayı ona hem ilâhî
sıfatlar, hem beşerî sıfatlar ikisi birlikte verilebilir, ancak ayrı
ayrı
iki bakımdan. Ayrıca bu kadarla da kal m amışlar, tanbura bir nağme
daha
ilâve edip demişlerdir ki: Mesih bir gün Havarilere bir ekmek yedirdi
ve
bir şarap içirdi de "benim etimi yediniz, kanımı içtiniz de işte
benimle
birleştiniz, Ben ise baba ile birleşik durumdayım ilh..." dedi. Daha
bunu
gibi kilisenin yaydığı efsaneler ki, bunları tek tek sayıp dökmeye
gerek
yoktur. İşte bu tantanaların batıl şeyler olduğu hakkında Kur'ân'da ve
bu cümleden olarak Maide Sûresi'nde "Yahudilerle hıristiyanlar dediler
ki; Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriy i z. Sen de onlara de ki;
peki
Allah öyleyse size günahlarınızdan dolayı neden azab ediyor? Doğrusu
siz
O'nun yaratıklarından birer beşersiniz..." (Maide, 5/18), "Allah Meryem
oğlu İsa'nın kendisidir diyenler elbette kâfir olmuşlardır." (Maide,
5/71),
" A llah muhakkak ki, üçün üçüncüsüdür diyenler elbette kafir
olmuşlardır."
(Mâide, 5/72), ve Kehf Sûresi'nin baş tarafında "Allah çocuk edindi,
dinleri
uyarmak için indirdi (bu kitabı). Bu konuda ne kendilerinin, ne de
atalarının
bir bilgisi vardır. Ağız l arından çıkan o şey ne korkunç bir
kelimedir.
Yalandan başka birşey söylemekteler." (Kehf, 18/4-5) buyurulmuştur.
Bu
anlatılardan şu iyice biliniyor ki, onlara
göre, "Allah Mesih'dir" denilmekle "Mesîh, onun oğludur" denilmek
arasında
fark yoktur ve onun için bu gibi iddiaların hepsi Kur'ân âyetlerinde
hep
onlara isnad edilerek ifade olunmuştur. Tefsir ve kelâm âlimlerinden
birçoğunun
dedikleri gibi, her birini onlardan bir mezhebin görüşüymüş gibi ele
almaya
hacet yoktur.
Demek
ki,
önce hiçbir şeyden südûr etmemiş
olan, varlığı da lizâtihi vacip olan, mebde-i evvel (ilk başlangıç) ve
ezelî bir gerçek zat vardır. Allah da işte O'dur. Ulûhiyet de ancak
O'nun
hakkı olmak lâzım gelir. Çünkü o hiçbir şeyden sadır olmuş, doğmuş veya
üremiş değildir. Ondan başka herşeyin varlığı ona dayanmaktadır. İlim,
irade, kudret ayrı ayrı birer zat değil, onun bir olan zatiyle kaim
bulunan
ezelî sıfatlarından olmak gerekir. Bu sıfatları ayrı ayrı birer ilâh
değil,
"Vâcibu'l-Vücud" olan Cenab-ı Hakk'ın ilâhlık vasfının vazgeçilmez
birer
özelliği ve ezelî sıfatları diye tanıtmak aklen ve naklen en açık bir
hakikat
iken hıristiyanlar bunları akıl ve irade fiiliyle aynı tabiatte doğmuş
birer zat olarak ortaya koymakla da kalmayıp, bunları yeniden tevhîd
etmek
için zarfı z arf içine kor gibi birbiri içinde, hepsi yine her biri
içinde
eşit ve içiçe girmiş olarak, ayrıcalıklı olmakla beraber birleşik,
südûr
etmiş olmamakla beraber südûr etmiş veya aksine sudûr etmiş olarak
etmemiş,
bir iken üç, fakat üç iken bir olmak gibi tü r lü tenakuzlarla ve
anlaşılmaz
ve içinden çıkılmaz çelişkilerle dolu bir teslis inancı tutturarak akıl
ermez, sırlarla dolu ulûhiyeti üç zat olarak bir kelime ile İsa'ya,
ondan
da onun ilâhlığına inanmak için akıllarını fedaya kadar
vardırmışlardır.
Haçı d a güya o sırrın tecessüdüne bir remiz (sembol) yapmışlardır.
Böylece
hem şaşmışlar. hem şaşırtmışlardır. Böylece Allah'ın zatına ve işine
akıl
ermeyeceğini ve ancak O'na inanmak lâzım olduğunu anlatmak
istemişlerdir.
O'nun için kendileri de bu üçlemin akle n anlaşılmaz bir sır olduğunu
ve
ancak havarilerden dolayısıyla İsa'dan ve Allah'dan böyle alınmış
olduğundan
dolayı buna inanılması ve hayretle sevilmesi gerekli bir inanç bir
akide
(düğüm) olduğunu söylemişlerdir. Oysa akıl ermemek, idrak ve ihata
edemem
e k, kavrayamamak ve bilememek başka bir şey, kabul edilmesi mümkün
olmayan
açık seçik çelişkiyi görüp de bu akla uymaz demek yine başka bir
şeydir.
Bunda akıl ermiyor değil, ermiştir ve bunun çelişki olduğunu anlayarak
geçersiz olduğuna hükmetmiştir. Bütün bunlardan maksat Allah Teâlâ'nın
zatına ve işine akıl ermiyeceğine iman ettirmek ise ona akıl ermez.
Onun
zatını tayin, tesbit ve tahdidi için düşünmeye kalkmayınız, O'nun
mahlukatı,
masnûatı, lütufları ve nimetleri ile tecelli eden âyetlerini,
sıfatlarını
düşününüz anlamına "Allah'ın nimetleri hakkında düşünün, zatı hakkında
düşünmeyin." demek ve aklın çelişki olduğunu isbat ederek reddettiği
olmazlara
sır adı vererek O'nun zatını tarif ve tavsife kalkışmamak lazım
gelirdi.
Çünkü bir şeyi muhal ile t a rif etmek, onun esas varlığını inkâr ile
onunla
çelişki içinde olan zıddına inandırmaya çalışmaktır. Bundan dolayı
hıristiyanların
üçlemi, Hak olan gerçek Allah'a değil, O'nun mümtenîi olan şeriklere
inandırmaya
çalışmak gibi bir dalalet ve karıştırma olmuştur. Akla uygun olmadığı
kendilerince
de kabul edilmekle beraber naklen geldiği iddia edilen bu üçlemin
Allah'a
ve Allah'ın Resulü İsa'ya isnadının yalan ve iftira olduğu ve bunun
küfür
olduğu Kur'ân-ı Kerîm'de bir çok sûre ve âyetlerde beyan buyurulmuşt u
r. Kur'ân âyetleri bunlara dair şüpheleri, tereddüt ve vehimleri
ayrıntılı
olarak red ve izale edip, Allah'ın birliğini delilleriyle ortaya
koymuştur.
Varlığı ve birliği herşeyden önce zahir ve belirgin; zatı, sıfat ve
isimleri
ile kudret ve rahmeti ile b ü tün cemâl ve celâl özellikleri ile
akılların
ve idraklerin kapsamına sığmaktan münezzeh ve herşeyden üstün "Misli
gibi
bir şey olmayan" olan ilâhî zatın varlık ve birliğini her aklın yakîn
ile
ve gönül rahatlığı ile kabul edebileceği ve yürekten bağlanı p şevk ve
heyecanla saygı duyacağı açık seçik âyetlerle anlatmış ve özellikle
Âyete'l-kürsî'de
azamet-i ilâhiyenin yüceliğini belîğ bir beyân ve üslub ile tebliğ ve
anlatmıştır.
Nihayet işte bu sûre-i celilede hepsini en sade, en açık, en kısa, en
derin
ve en güzel bir belağat örneği halinde derleyip toplamış, gizli veya
kapalı
bütün şirk çeşitlerini, bütün vehimleri kesip atmak üzere Allah'ın
birliğini
ve eşsiz varlığını kesin hüküm halinde ortaya koymuştur. Şimdi artık
sıra
bütün müşriklerin ve putperest t elakkilerin "Allah doğurmuştur" diye
ortaya
attıkları isnadları ve iftiraları açıkça reddetmek ve bu arada bilhassa
Hz. İsa'ya isnad olunan teslisin ekanim-i selâse (üç kök) sinin tertip
sırasına dahi işaret olunarak bunun asılsızlığı gösterilmek üzere ö nce
sudûr iddiasına temel kabul edilen babalık isnadının nefyi ve reddi
başa
alınıp "Doğurmamıştır" buyurulmuştur. Yani ezelde doğurmadı ebediyyen
doğurmaktan
münezzehtir. O babalık sıfatıyla sıfatlanmaz. Çünkü yukarıda da
açıklandığı
üzere doğurmak b i r şeyin içinden dışına belirgin bir kısmın
ayrışmasına
denilmektedir. Allah'ın ise ne parçası, ne de dışı yoktur. Çünkü
ehaddir,
sameddir. O'nun herşeyi kapsayan ilminin dışında bir şey olmadığı gibi,
ilmi de kendisinin dışında değildir. Onun ilmi hâdis (sonradan olma) ve
kesbî ilimler ve akıl yürütmeler gibi sonradan elde edilmiş bir şey
değildir
ki, O'nda zatından südûr etmiş ve üremiş olarak düşünülsün. Bundan
dolayı
O'nun ezelde kendini bilmesi ile kendinde kendine benzer başka bir zat
daha doğuruyor z a nnetmek büsbütün cehalettir. Öyle olsa idi kadîmde
ve
hâdiste hiçbir ilim mümkün olmazdı. Aynı şekilde sıfatının hiçbiri
başka
bir zat olmadığı gibi, üstelik kendisinden sudûr ve üreme yoluyla
meydana
gelmez, sıfatları ezelden kendisiyle kaimdir. Sıfatların zat ile
ilişkisi,
bir zatın başka bir zat ilişkisi gibi değildir. O'nun fiili de doğurma
değil, hep yaratma suretiyledir. Hıristiyanlar, yaratma meselesini
bildikleri
halde bütün galatları, sıfatı müstakil zat gibi düşünmüş ve ayrı uknum
(kök) diye ele almış olmalarıdır. Diğer müşrikler de yaratmayı
anlayamamışlar,
onu doğurmak sanmışlardır.
Belli
ki,
doğurmadı demek, babalığı ve analığı
ikisini birden nefyetmekle ona isnad ve nisbet edilen çocuğu nefyetmek
demek olur. O doğurmamış olunca, ona isnad olunan babalık ve analık
özelliği
de yalanlanmış, bunun iftira ve küfür olduğu açıklanmış olur. Ayrıca
gerek
madde, gerek madde ötesi veya maneviyat âleminde herhangi bir şeye
O'ndan
doğmuş, O'nun oğlu veya kızı, evladı, çocuğu, sonucu denilmek de caiz
değildir.
O halde müşriklerin zannettikleri gibi tabiat ötesi âlemde meleklere,
ruhlara,
cinlere, şeytanlara ve akıla Allah'ın oğulları veya kızları, veyahut ne
oğul, ne kız fakat evladı demek asla doğru olmayacağı gibi, tabiatte
ruh
üflenmiş olduğundan dola y ı Âdem'e, Havva'ya, İsa'ya veya herhangi bir
şeye Allah'ın oğlu, kızı veya evladı denilmesi de asla doğru değildir
ve
kesinlikle caiz olmaz. Zira ruh da Allah'dan doğmuş değil, O'nun emri
ve
mahlukudur. Şu halde "doğurmadı" buyurmakla Allah, herşeyden ö nce
kendisini
doğmanın başlangıç noktası demek olan babalık özelliğinden tenzih
eylemiş
oluyor. Doğurmuş olup da baba veya ana denilenlerin hiçbirisinin samed
olamayacaklarını da anlatmıştır. Böylece önce hıristiyan üçleminin baba
temeli reddolunmuştur. Hıristiyan üçleminin birinci temel ilkesi ve
kökü
(uknumu) babalık üzerine kurulu olduğu için Allah baba değildir hükmü
ile
söz konusu birinci esasın Allah olmadığı vurgulanmış oluyor. Eğer onlar
bununla Allah'ı kastediyorlarsa, o zaman da Allah'a babalık i s nad
etmeleri
yanlıştır. Bundan ikinci ve üçüncü esasın batıl olduğu da lazımgelir.
Zira
baba olmayanın oğlu da kızı da olmaz. O halde Allah'dan doğduğu iddia
olunanların
hepsi de yalandır, onların hiç biri Allah'ın evladı değildir, hepsi de
yaratılmış ola n mahluk cinsinden varlıklardır: İsa da ne Allah'ın
oğludur,
ne de Allah'dır. Melekler de, akıl da, ruhlar da öyledir.
Ancak
burada
şöyle bir vehim gelebilir: Allah'ın
babalığının nefyi ile ondan doğmuş olanların nefyi ortaya konmuş olur,
ancak O'ndan başkasından doğmuş olan herhangi bir evlattan da aynı
şekilde
ulûhiyetin nefyi lâzım gelir mi? Acaba doğmuş olup da kendisi
doğurmamış
olan bir çocuk, kendisini doğurandan daha mükemmel ve sonuç itibariyle
daha iyi bir ilâh olamaz mı?
Başka
bir
deyişle Allah'ın baba veya ana olmayışından
kendisinin de babasız ve anasız olduğu sonucu çıkar mı? Noksan bir
şeyden
noksansız ve kâmil bir varlık doğamaz mı? O halde baba olmayan bir
evlad
ilah olamaz mı?
Bu
gibi
sorular esas bakımından batıl olduğu
açık bir vehim olduğu için bu gibi iddiada bulunan bir kimse olmamış
ise
de evladın ana ve babadan daha fazla bir tekâmüle mazhar olabildiği
dahi
inkâr olunamayacak olaylardan olduğu ve bunun her zaman görüldüğü,
tekamülü
yüksek bir sebebe bağlamayarak kâmilin eksi k ten de çıkıverdiğini
zannedenler
bulunduğu için ve "Doğurmadı" buyurulmakla işin bu tarafı açıklanmış
olmadığı
için bu cihetin de bütünüyle açıklanması ile üçlem esaslarından her
birini
ayrı ayrı batıl olduğu anlatılmak üzere, ikinci olarak da "Doğuru l
madı"
buyurulmuştur. Yani Allah doğurmuş olmadığı gibi doğurulmuş da
değildir.
Varlığı kendinden ve li-zatihi vacib, ezelî ve kadimdir. Şu halde
kendisi
doğurulmuş olan oğul veya kız, hiçbir şekilde doğurmamış olsa da ilâh
olamaz.
Çünkü o haddizatında son r adan olmuştur ve bir doğurana muhtaç
bulunmuştur.
Ne kadar gelişmiş ve tekamül etmiş olursa olsun zatında varolmak için
kendi
kendisine malik değildir, başkasından müstağni, ğanî, eksiksiz ve samed
değildir. Allah "Ölüden diri çıkarır." (En'am, 6/95) b u yurduğu üzere
ölüden diri, ölü topraktan canlı yaratır, çıkartır. Bu anlamda
noksandan
kâmil doğabilir, fakat o doğan ilâh olamaz. Çünkü doğmuştur, sonradan
olmuştur,
hâdistir. Onun kemali zatî kemal değil, arızî kemaldir, dolayısıyla,
mahluktur.
Onun aslından fazla olan kemali kendi tabiatından değil, yaratanın
yaratmasından
ve terbiyesinden kaynaklanmaktadır. Yoksa hiçbir şey kendisinden daha
mükemmelini
değil, kendi benzerini bile meydana getiremez. Doğuranları da Allah
yaratır.
Tanrı ise doğurulmaz, ge l işme ve tekamüle de muhtaç olmaz, bir
başkasına
da bağımlı bulunmaz. Çünkü O sameddir. Bundan dolayı hıristiyanların,
ilk
esastan sadır olmuş, onun akl-ı fi'lîsi ile doğmuş oğlu ve kelimesi
dedikleri
ikinci esas olan İsa da tanrı değildir. Çünkü o da Mery e m'den
doğmuştur.
Gerek Meryem, gerek İsa hıristiyan inancında bile hem doğmuş, hem de
doğurmuş
durumundadırlar. İsa gerçi baba olmamışsa da Meryem'in oğlu olmuştur ve
"doğurulmamış" değildir. Anası da, kendisi de hem yemek yerler, hem de
yediklerini çıkarırlardı.
Buna
karşı o
ezelde "baba"dan doğmuş ve onun
ezeliyyetine eşit bir doğuşla doğmuştur, demeleri de boştur. Böyle
demek
biri diğerine ezelden muhtaçtır demekten başka bir anlama gelmez.
Muhtaç
olanda tanrılık özelliği ve tabiatı yoktur, olsa olsa kulluk tabiatı
vardır.
Madem ki, doğmuştur ve doğurulmak ihtiyacında bulunmuştur, o halde o
ilâh
olamaz. İlâhe mensup, yani ilâhî olabilir. Hem ezelde doğmuş, hem de
doğuranın
ezeliliğine eşit bir doğuşla doğmuş iddiası tamamen çelişkidir. Doğan
kendisini
doğurana cins bakımından benzer olursa da her bakımdan onunla eşit
olması
mümkün olmaz, hele ezelilik konusunda hiç eşit olmaz. Kendisini
doğurandan
sonra olması gâyet tabiidir. Bundan dolayıdır ki, hıristiyanlar oğulu
ikinci
diye adlandırmak zaruretini duymuşlardır ve bundan kurtulamamışlardır.
Kaldı ki, herhangi bir südûr bir ikinci düşüncesi, bir zaman
düşüncesidir.
Birinciden ikinciye geçmek düşüncesi, ayrı bir hareket demek olan bir
intikal
anlamına gelir, yoksa iki veya ikinci denemez. E z eliyet tasavvuru ise
öncesi yok, tam bir vahdet tasavvurudur. Sudûr etmişse demek ki, ezelî
değildir. Ezelî olduğu farz edilse bile ezelîlikle eşit değildir. Hz.
İsa'nın
Meryem'den doğmuş olması zaten onun ezelî olmadığını ortaya koyar. Bu
ise
bilinen bir gerçektir.
4. Ve
O'na, ancak O'nadır ki, hiç bir küfüv
olmadı. Ne öncesinde doğuran bir sabıkı ve üstünü, ne de sonrasında
doğmuş
ve doğacak bir astı ve eki yoktur. Şan ve değer bakımından da O'na
eşdeğer
olacak hiçbir şekilde hiçbir denk mevcut değildir. Ne zatında, ne
sıfatında
hiçbir eşiti, hiçbir benzeri, ne zıtlaşacak, ne birleşek şekilde hiçbir
eş, arkadaş, ortak veya rakip olmamıştır ve olamaz. Yani ezelde
olmadığı
gibi, bundan sonra da olmayacaktır. O'ndan başka bir "Vacibu'l-vücud" y
o ktur. Ezelde olmayınca sonradan olması da muhaldir. Bunu ihtara hacet
yoktur. Çünkü sonradan olanlar hâdis ve mahluk olacağı için zaten O'na
denk ve eşit olması mümkün değildir. Çünkü sonradan olanda ne kadar
kemal
farz edilirse edilsin yine de mahluktur. Bundan dolayı bütün kainat,
bütün
âlem ve içindekiler, yani gökler ve yer âfâk ve enfüs, ruh ve cisim,
madde
ve sûret, mekan ve zaman, kürsî ve arş, dünya ve âhiret hepsi birden
yine
O'na eşit ve denk değildir. Çünkü bütün bunlar yokken O var idi ve
hepsi
n i O yarattı. Yarattıktan sonra yönetti, geliştirdi ve daima onlara
onlardan
daha yakın oldu, onlarla beraber oldu: "Nerede olursanız olun O
sizinledir."
(Hadid, 57/4), "Biz ona şahdamarından daha yakınız." (Kaf, 50/16), "Üç
kişi aralarında fısıltı ile konuşurken dördüncüleri mutlaka Allah'dır.
Beş kişi olsalar altıncıları mutlaka O'dur. Gerek daha az, gerek daha
çok
olsalar ve her nerede bulunsalar mutlaka O onlarla beraberdir."
(Mücadele,
58/7), "Onun zatından başka her şey helâk olacaktır. Hü k üm O'nundur
ve
siz mutlaka O'na döndürüleceksiniz." (Kasas, 28/88). "Allah'tan başka
hiçbir
ilâh yoktur. O daima diridir. Bütün varlığın idaresini yürütendir. O'nu
ne gaflet basar, ne de uyku. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi O'nundur.
İzni olmadan huzurunda şefaat edecek olan kimdir? O, kullarının
önlerinde
ve arkalarında ne varsa hepsini bilir. Onlar ise, O'nun dilediği
kadarından
başka ilminden hiçbir şey kavrayamazlar. O'nun kürsisi bütün gökleri ve
yeri kuşatmıştır. Onların her ikisini de görüp gözetmek O'na bir
ağırlık
vermez. O çok yücedir, çok büyüktür." (Bakara, 2/255), "Evvel ve âhir
olan,
zahir ve batın olan O'dur ve O her şeyi bilendir." (Hadid, 57/3)
buyurulmaktadır.
"Rahman arş üzerine oturmuştur." (Tâhâ, 20/5) ve "O'nun gibi olan h
içbir
şey yoktur ve O, işitendir, görendir." (Şura, 42/11). İşte âyeti bütün
bu ve benzeri âyetlerin özü ve özetidir. "Allah vardı ve onunla beraber
hiçbir şey yoktu ve şimdi de öyledir." hadis-i şerifinin mânâsı da
budur.
İşte bu ehadiyyettir. Hiç şüphe yok ki, ezelde beraberi, benzeri ve
dengi
olmayanın, sonradan da bir beraberi, eşi ve dengi olabilme ihtimali
ebediyyen
yoktur. O, şimdi de ezelde olduğu gibidir. Öyle ehad ve öyle sameddir.
Böylece hiçbir küfvü ve dengi olmamak yalnızca O'na mahsustur. Herşeyin
bir beraberi, bir eşi veya zıddı ve benzeri olabilir. Nitekim "Biz her
şeyden birer çift yarattık." (Zâriyat, 51/49) buyurulmuştur. Ancak
Allah'ın
eşi ve dengi yoktur, olmamıştır ve olamaz. Buradaki kasr ve tahsisin
mânâsı
iyi anlaşılsın d iye kelimesi, menfî a takdim olunduğu gibi, edatı da
üzerine
takdim olunmuştur. Gerçi hiçbir kasra ve tahsise lüzum kalmadan
denilmekle
de bu mânâ anlaşılabilirdi, açık ve zahir olan da bu idi. Çünkü
kelimesi
'ün ismi, de haberi olduğu için cümlenin esas yapısı dir. Kasr için
haber
takdim olununca denilmesi lazım gelirdi. Bundan dolayı "Keşşaf" sahibi
der ki; fasîh Arapça'da gayri müstekarr olan zarf-ı lağiv tehir olunur,
takdim olunmaz. Sibeveyh bunu kitabında özellikle belirtmi ş tir. O
halde
bu en fasîh olan kelâmda neye takdim olundu? dersen, derim ki, bu kelâm
zat-ı Bârî'den küfvü nefy için gelmiştir. Bu cümlede mânânın odak
noktası
ise bu zarftır. Bundan dolayı bu zarf özenle belirtilmeye en layık ve
takdimi
en gerekli olan en önemli noktadır ilh...
Ebu
Hayyan da
zamirin Allah Teâlâ'ya racî
olmasından dolayı ihtimam için takdim olunduğunu söylemiştir. Hasılı
daki
"lam" "küfv"e sıla demek oluyor. Budan dolayı menfî olan küfüv ancak
Allah'ın
küfvü olduğu anlaşılıyor. Bununla beraber bunda Allah'ın lizâtihi küfvü
muhal ve mümtenî olmak mânâsına adem-i kevnin ta'lîline de bir işaret
olmak
üzere, yani fiiline de ilişkisi ihtimali bulunmak üzere takdim edilmiş
olması da ayrıca bir nüktedir ve niceliktir. Ancak bu takdirde makam
karinesiyle
meâlinde bir anlam düşünmek lazım gelir. Çünkü Vacibu'l-vücud'un
ehadiyyetinin
gerektirdiği küfüvsüzlük, kendisinin küfvünün olmayışıdır. Mümkünatın
küfvüne
şamil olacak şekilde mutlak küfüv değildir. "Şanı yüce olan Allah bütün
ç i ftleri yaratmıştır." (Yâsin, 36/36) buyurulmuştur. Özetle
söyleyecek
olursak Allah, kendisinin hakkı olan ulûhiyyetini kimseye vermez,
tanrılığını
kimseyle paylaşmaz. Şirk iddiaları, her ne yolla olursa olsun batıldır.
Şu halde Allah'ı yaratılmış olan var l ıklar arasına katıp, onun içine
hulûl ve izdivac ettirerek, bütünüyle kainattan ibaret yapan Revvakiyye
ittihatçılığı, yine bunun gibi hulûlsüz olarak bütünüyle herşeyle
ittihad
ettirip aynileştiren süflî panteizm ittihatçılığı, yine bunun gibi, bir
hayır halikı, bir de şer halikı, bir nûr, diğeri zulmet iki zıt ve
karşıt
mebde olarak Vacibu'l-vücûd iki ilâh farzeden Zerduştîliğin ikilik
iddiaları,
Hindûların ve eski Yunan'ın teslis veya çok tanrılı inançları ve
iddiaları
bütünüyle batıldır. Bunlar gibi, s i lsile-i meratip üzere birbirine
eşit
üç denk varlığın birleşmesi ile üç ilâhdan bir tek ilah teşkilini iddia
eden hıristiyanların ekanim-i selâse (üç uknum, üç unsur) iddiası da
batıldır,
asılsızdır. Bir tek Allah vardır, hiçbir şekilde bir dengi ve küfvü
yoktur.
O'ndan başkası hep mahluktur.
Kelimesi
Hafs'dan başka öteki bütün kırâetlerde
sonu hemze ile olarak okunur. Hamze, Yakub ve Halef-i Aşir
kırâetlerinde
nın sükûnu ile beraber hemze ile okunur Hafs kırâetinde ise hepimizin
bildiğimiz
gibi nın zammı ile ve sonunun da ile okunur. Bu bir tek lügattır.
Denilir
ki, Arapça'da kelime sonunda makabli mazmum olan vav den başka yoktur,
bir de işte bu "küfüven" vardır.
Gerek
"vav",
gerek "hemze" ile yani, ve hepsi
de aynı anlamda olup, "Kamus"da dahi açıklandığı üzere; "küfüv" bir
şeye
mikdar ve değerde beraber olmaktır, yani eşit ve eşdeğer demektir ki,
bu
da dengi ve benzeri demek olur. Bununla beraber iki şekilde ele alınır:
Birincisi:
Asıl mânâsı, iki şıktan her biri
diğerinin haiz olduğu aynı hüküm ve kıymeti tek başına haiz olmakla
birbirinden
müstağni olarak biribirinin yerine tamamen geçecek şekilde yeterli ve
eşdeğer
olmasıdır ki, birlik oldukları takdirde birbirini engellemeyerek
yapacakları
her şeyi tek başına ve y a beraberce yapabilirler. İhtilafları halinde
ise birbirine tamamen karşı koyacaklarından dolayı hiçbirşey
yapamazlar:
"Çelişki halinde olduklarında, ikisi de düşmüş olur." ki, bu iki denk
ve
karşıt kuvvetin biribirini sıfırlaması demektir.
İşte
buna
tabir olunur. Bu bakımdan küfüv,
yalnızca uyuşma ve bağdaşma açısından eşit ve eşdeğer bir eş ve arkadaş
anlamından ibaret değildir, aynı zamanda zıt, karşıt ve hasım anlamında
eşit kuvvete ve imkâna sahip rakip anlamına da gelir ki, misil ve
benzer
k e limeleri de öyledir. Bu anlamda iki erkek, aynı şekilde iki dişi
birbirine
küfüv olabilirlerse de bir erkek ile bir dişi birbirine küfüv (denk)
olamazlar.
İkincisi:
Her
biri aynı kıymeti değil, mukabil
bir kıymeti haiz olmakla birinin diğerinden istiğnası ve makamına
ikamesi
(yerine geçmesi) kabil olamayıp, maksadın gerçekleşmesi için ikisinin
de
tam kıymetleriyle birleşmesi ve izdivacı şart olmaktır ki, birine
öbürünün
eşi, tam yari denilir. Bu anlamda bir erkekle bir dişi küfüv
olabilirler.
Dilimizd e meşhur olduğu üzere nikâhta küfüv gereklidir, sözü işte bu
anlamdadır.
Rağıb
der ki,
küfüv veya küfü, kadir, kıymet
ve menzilettedir. Biri diğerine yamanıp da odanın gerisine perde
yapılan
parçalardan her birine denilmesi de bundandır. Bu anlamda kanat demek
olur.
Nikahta, savaşta, güreşte ve daha buna benzer birçok konularda filan
filana
küfüvdür, denilir. ki buna Türkçe'de mükafat denilir, bu da aynı
anlamda
yapılan işe karşılık olarak eşdeğer anlamına gelir "Filan sana
zıtlaşmakta
den k tir." denilir. Ve bir şeyi kalbetmeye, yani çevirip ters yüz
etmeye,
yüzükoyun çevirmeye denilir ki, şiirdeki ikfâ olayı da bu
anlamdadır.>
Hasılı
"küfüv" kelimesi, bizim beraber, müsavi,
eşit, muâdil, denk, eş, hemta, hemayar, akran, kafadar, kafadenk, yar
dediğimiz
mânâlara şamil olarak misil ve nazîr demektir. "Kamus" mütercimi
Türkçe'de
buna "bektaş" denildiğini de söylemiştir. Fakat biz bunu artık bu
anlamda
kullanmaz olmuşuz. Bektaş kelimesini artık özel isim olarak
kullanıyoruz.
Denk ve kaf a dar anlamını bundan anlamıyoruz, ancak Azerîlerin ve
Erzurum
yöresinin "dadaş" dediğini biliyoruz.
Bu
âyette
"küfüv" siyak-ı nefiyde varid olduğu
ve yukarıda da açıklandığı gibi, nefiyde istimal olunan "ehad"de hiçbir
demek anlamına olarak, gerek topluca, gerek tek tek hepsini kapsamı
içine
alarak, hepsini birden nefy ve reddettiği için gerek nikah, gerek diğer
anlamlardaki küfüv sayılabilecek her çeşit anlamlarıyla küfüv Allah
Teâlâ'dan
nefyedilmiştir. Bazıları, yukarıdaki yani "doğurmadı ve doğur u lmadı"
karinesiyle ve "O'nun nereden çocuğu olur ki, hiçbir şekilde karısı
olmamıştır."
(En'âm, 6/101) âyeti uyarınca nikâhta küfüv anlamına olduğunu, bundan
da
oğlu, kızı olmadığını vurgulamak maksadı güdüldüğünü yeterli görmek
istemişlerse
de ehadiyyet i izah için bu kadarı kâfi değildir. Bu ifadeden mutlak
anlamda
her çeşit küfvün nefyini anlamaya lüzum vardır. Zaten siyak-ı nefiyde
nekire
de bunu icabettirir. Yani Allah Teâlâ'nın hiçbir şekilde küfvü yoktur.
Çünkü küfvü bulunan herhangi bir şey, bir iş yapmak için ya küfvüyle
kendi
rızasıyla bir araya gelmeye veya o işi yapmak için onun rızasını almaya
ve engellememesini sağlamaya veya karşı koyduğu takdirde de onu ortadan
kaldırmaya mecburdur. Halbuki küfüv tam denk olduğu için hiç biri
diğerine
üstün g elemeyecektir. Böylece her ikisi de teâruz ve tesakut ederek
(düşerek)
aciz kalacaktır. Böylece bir çöp bile kımıldatamaz duruma
düşüceklerdir.
Bir noktayı harekete geçirmek için eşit iki kuvvet karşılıklı olarak
ona
tatbik edildiği zaman çeken ve iten ku v vetlerden biri artı, biri eksi
yönde etki edeceklerinden birbirinin etkisini yok edeceği için o cismin
hareket etmesi mümkün olmaz. (1-1= 0) formülüne göre, karşıt yönde etki
eden eşit kuvvetler birbirini sıfırlar. Zatında böyle bir ihtiyaç ve
buna
benzer bir aciz sözkonusu olanların hiçbiri ilâh olamaz. Buna burhan-ı
temanü' denilir ki, Enbiya Sûresi'nde "Eğer göklerde ve yerde Allah'dan
başka ilahlar olsaydı, gökler ve yer bozguna uğrardı." (Enbiya, 21/22)
âyetiyle ve İsra Sûresi'nde "Onların dedikl e ri gibi, Allah ile
beraber
başka tanrılar da olsaydı, o takdirde o tanrılar da arşın sahibine
elbette
yol bulmaya çalışırlardı." (İsra, 17/42) âyetiyle durum açıklanmıştır.
Mabûdluk hakkı olan ilâh, hakiki samed, ancak böyle kendisinde hiçbir
vechile
acz v e ihtiyaç mümkün ve mutasavver olmayan ve kendinden başkasını
dilediği
zaman kahr ve yok etmeye kadir bulunan galib ve kahhar olan ehaddir ki,
işte olsa olsa Allah O'dur. En güzel ve en yücelikte karşısında hiçbir
misli ve misali bulunmayan, asla infial v e teğayyürü, zeval ve fenası
kabil olmayan, hüsün ve cemâlin gereği olan sevmek ve sevilmek için de
kendi kendine yeten ve tam tecellisine yine kendisinden başkasının
tahammülü
olmayan o hüsn-i faaldir ki, O'nun zatına olduğu gibi, tecelliyatına da
bir baş l angıç ve bir son bulmak mümkün değildir. Kendisini hicabsız
olarak
gösteriverdiği, tecelli-i tam ile tecelli ediverdiği anda, gözü
erebilen
her mâsivayı kendinde müstehlek edip yok ediverir, eritiverir. Onun
için
"Rabbim görün bana, bakayım sana." (A'râf, 7/143) diyen Hz. Musa'ya
"Beni
göremezsin" buyurmuş, sonra da "Rabbi o dağa tecelli edince onu anında
yerle bir etti, Musa da bayıldı ve olduğu yere yığıldı kaldı." (A'raf,
7/143) buyurularak bu durum insanlara açıklanmıştır. Ne beyinsiz, ne
süflî
ve ne bedbahttır o kimseler ki, binlerce misil ve misali bulunan,
mahdut
bir resmin çerçevesi içine sığan ve gönül denilen sırlar hazinesinden
haberi
bile olmayan zavallılara, putlara gönül verip meclûb ve mağlup olup da
tapınırlar, sonunda da Ebu Leheb g i bi perişan olup giderler.
Özetle
söyleyecek olursak, bu sûre-i celile
en başında mahza inşa ifade eden bir emir altında ikisi mûcibe, üçü de
sâlibe olarak bir mevzua raci beş kaziyyeden (ikisi gerekçe, üçü de red
anlamı taşıyan beş önermeden) ibaret dört âyet içinde gayet sade, fakat
derin ve kapsamlı bir vecizlik ve belagatle ilâhî bilgilere ve İslâm
akaidine
ait ayrıntıların bütün esasını içine almaktadır. Bundan dolayı yukarıda
da zikrolunduğu üzre bu sûre hakkında birçok haberler ve eserler varid
o lmuştur. Evvela, "kul!" emrini veren, bâtında sabit, bizatihi belli,
künh-i zatı başkasınca gerçek özellikleriyle idrak edebilmek mümkün
olmayan,
şanı yüce bir niteliğin gaybî bir nitelik olduğunu bir gaib zamiri ile
iş'âr ederek ulûhiyyet sıfatı ve ism-i celâli ile zahire tecelli eden
Allah
Teâlâ'nın ehadiyyeti (birliği) bir ilk ve temel ilke olarak
bildirilmiş,
ikinci olarak, mânâsı vücudu vacip, tam zengin ile bütün yaratılmışlar
için başlangıç noktası, son gâye, merci-i kül ve yegâne Rab demek olan
sam e diyyet ile uluhiyyetin mânâsı anlatılmış ve açıklanmış, üçüncü
olarak
da bütün mevcudatı yok iken yaratan, hepsine birer yaratılış özelliği
kazandıran
ve sırf keremiyle varlık giysisi giydiren, celâl ve cemâl eseri
yağdırarak
hepsine ilâh olan O ehad, O d en bâtında ve zahirde hiçbir şeyin ne
ilmin,
ne malumun, ne iradenin, ne muradın, ne fiilin, ne mefûlün, ne mânânın,
ne sûretin, ne ruhun, ne cismin, ne âfâkın, ne enfüsün, türeme ve üreme
yoluyla kendisinden çıkmadığı, yani ilmi, birbirinden doğan fikir v a
akıl
yürütme hareketleri cinsinden olmadığı gibi iradesi, fiili ve
yaptıkları
da kendisine bir benzerlik ve eşitlik gerektirecek şekilde meydana
gelmez.
Binaenaleyh O'nun baba, ana olmaktan, evladı bulunmaktan, sonucu
alınacak
bir mukaddime bir başlangı ç durumuna düşmekten münezzeh olduğu
bildirilmektedir.
Yaratılmışlar ve özellikle insanlar için sonunun gelmesine engel
sayılan,
bir şeref ve meziyet olan babalık sıfatının, o her dilediğini bir "Ol!"
emriyle yapan, üreme ve türemeden, bölünme ve noksa ndan münezzeh olan
ehad ve samed için büyüklüğüne engel bir özellik olduğu kesindir. Çünkü
O'nun babalığının, bölünme ve üremeyi de beraberinde getireceği için,
bu
da O'nun kemâliyle bağdaşmayan bir noksanlık olacağı için bütün bu
eksikliklerin
tenzihi vaciptir. Onun başkasından doğum, üreme ve türeme yoluyla
meydana
gelmiş olmayan bir kadîm, bir değişmez ve değişme kabul etmez bir
vacibu'l-vücud
olduğu ve binaenaleyh oğul olmaktan da oğlu bulunmaktan da münezzeh
bulunduğu,
işte bundan dolayıdır ki, baba ve y a oğul olanların ilâh olmaları
muhal
olduğu velhasıl onun ne üstünde ne altında bir ilâh mümkün olmadığı
gibi,
O'nunla beraber, O'na eşdeğer hiçbir denk bir ehad bulunmak veya
doğurulmak
veya yaratılmak imkanı da olmadığı için O'nun zatı ve sıfatı ortaklı k
meydana gelmesine engeldir. Yani lizâtihi hakkın karşıtı lizatihi batıl
ve mümtenî olduğu için ulûhiyyette şirk iddiaları da hep batıldır.
Tevhid
adına üreme ve tekrar bu üç ayrı esasın birleşip bir olması, yani
üçleme
iddialarının da batıl olduğu üç cüm l e ile anlatılmış ve bu üç
cümlenin
birbirine bağlı olarak bütününün birden ifadesi matlub olduğu
anlatılmak
üzere son iki cümle "vav" ile atfedilmiştir. Bununla beraber en son
cümle
hepsinin de beyan ve takririne kâfi geldiği için atıfla beraber
müstakill
e n bir âyet olarak getirilmiştir. Bunun apaçık olan ince nüktelerinden
birisi de biri başında müsbet, (olumlu) biri de sonunda menfi (olumsuz)
cümle olarak "ehad" lâfzının iki kere zikredilme ve hem birinci âyetin,
hem sonuncu âyetin fâsılası olmasıdır ki, bununla ehad lâfzının
Arapça'da
her iki kullanımına da tenbih edilmiştir. Zira yukarıda Ragıb'dan
naklen
beyan olunmuştur ki, kelimesinin müsbet kullanıştaki anlamı ile menfi
cümledeki
anlamı aynı değildir. Birinde tahsis, birinde genelleme vardır. Onun
için
bu kelimenin iki fasılada da zikri sadece tekrardan ibaret olmamış,
başlı
başına bir belagat olmuştur.
Bunun
toplu
mânâsı şöyle demek olur: Allah
Teâlâ, ikileşmesi veya yok olması veya değişmesi imkân ve ihtimali
olmayan
O birdir, hep birdir. Ne üstünde, ne altında, ne beraberinde O'na
ikinci
olacak, bir başka bir, daha yoktur. Üstelik sadece hep bir olarak
değil,
gerek tek başına, gerek topluca, gerek az, gerek çok, herhangi bir
yönüyle
O'na eşit veya eşdeğer, benzer veya zıt hiçbir küfüv de yok t ur.
O'ndan
başka hiçbir ilâh yoktur olması da mümkün değildir. Yani Allah'ın
ehadiyyetini
tanımak, O'ndan şerik ve naziri büsbütün nefyetmek için O'ndan başka
bir
ilâh yoktur demek kâfi değildir. "Ondan başka hiçbir ilâh yoktur."
deyip
O'ndan başkasını ne fy-i küllî ile nefyetmek icab eder. Çünkü O'ndan
başka
bir ilâh yoktur, denildiği zaman "Ondan başka bir tek ilah yok, fakat
bir
çok ilah vardır." anlamı da kasdolunabilir. Küllî bir selb ile bütün
cins
nefyedilmiş olmaz. Şahsî ve cüzî bir selb sözkonusu olabilir. Onun için
kelime-i tevhîd diye nefy-i cins olan iledir, ye müşabih olan ile
değildir.
(Maide, 5/73) âyetinde ile ifade olunurken de nefiyde istiğrak için bir
edatı getirilmiştir. "Allah ancak bir tek ilâhtır." (Nisa, 4/171) gibi
yerlerde de edatı da böyledir. İşte 'in bir isbatta, bir de nefiyde
olmak
üzere iki defa zikrinde bu önemli nükte ile ilâhî ehadiyyetin beyan ve
takriri vardır. Allah öyle bir ehad, öyle bir sameddir ki, O'na
herhangi
bir temayüz veya eşitlik ile denk o labilecek ne bir vahdet, ne de bir
kesret mümkün değildir. O'nun ne birincisi, ne ikincisi, ne üçüncüsü
vardır.
Onun gibi vücûdu vacip olan, varlığı gerekli ve kendi kendine yeterli
olan
bir ilâh olmadığı gibi, bir mevcut de yoktur ve olamaz. O'ndan ötesi ve
O'nun dengi olmadığı gibi, O'ndan berisi de bütün mevcudat ve mümkünat
hepsi toplansa O'na karşı yine de hiçtir, hepsi kendi özlerinde helake
ve yokluğa mahkûmdur. Vücûd ve bekada hepsi hep O'na muhtaçtır.
Kendisine
asla yokluk ârız olmayan zat-ı Hak O ' dur. Hakiki varlık ancak O'nun
varlığıdır.
O'nun varlığı, bütün varlıkların hakikatıdır. O'dan başkası
kendiliğinden
ve kendi gücüyle varolmuş değildir. Yaratılmış olan varlıklar
birbirlerine
küfüv olabilirler, birbirleriyle birleşir, birbirinden ayrılabi l
irler.
Birbirlerinden doğar, birbirleriyle didişir, niza eylerler,
birbirleriyle
zıtlaşırlar, fakat hiçbirisi kendiliğinden değil, hepsi Allah'ın
vergisi
ve izni iledir. Bütün varlıklar arasındaki kavga ve münakaşayı kesecek,
ihtilafları kaldıracak, iyiyi, kötüyü seçip, şerleri defedecek, hayrı
paylaştıracak
ve çoğaltacak, zulmü iptal, hakkı izhar eylecek olan hep O'nun inayeti
ve kararıdır. Bütün gökleri ve yerleriyle kâinat, dünya ve ahiret hep
O'nun
mülküdür, O'nun ehadiyyetine bağımlı, samediyyetiyle a y akta durmakta
ve O'nun hükmüne ve fermanına mahkûm bulunmaktadır.
Bundan
dolayıdır ki, bu sûrenin baş taraflarında
Enes'den ve Ubeyy'den rivayet olunduğu üzere bütün semavat ve arzın bu
sûre üzerine kurulmuş olduğu zikredilmiştir. "Keşşaf Tefsiri"nde bu
sûrenin
bütün Kur'ân'a muadil (eşdeğer) olduğuna dair bir rivayete işaret
olarak
şöyle denmiştir: Bu sûre metninin kısalığı ve başı ile sonunun
yakınlığı
ile beraber niçin bütün Kur'ân'a denk olmuştur? diye sorarsan, derim
ki:
Bir yükseğin yüksekliği n i çin ise onun içindir. Bu başka değil, ancak
Allah Teâlâ'nın sıfatı ve adalet ve tevhidi üzere dürüldüğü içindir.
Bunun
faziletini itiraf edip de Resulullah'ın
kavlini tasdik eden kimse için delil olarak tevhîd ilminin Allah'a olan
nisbeti, şerefi kâfidir. Nasıl olmaz ki ilim, malûma tabidir. O'nun
şerefiyle
şerefli, onun düşkünlüğü ile düşkün olur. Bu ilmin malumu ise Allah ve
sıfatları ve Allah hakkında caiz olup olmayanlardır. O halde onun
rütbesinin
şerefini ve makamının celaletini ve yüceliğini ve her i lmin üzerinde
hakimiyet
ve istilasını ve hiçbirisinin yetişemediği ödüle erişmesini ne
zannedersin?
Her kim onu istihfaf ve istihkar ederse, hafife alıp horlarsa malumuna
bilgisinin yetmezliğinden, ona tazim ve saygısının azlığından ve
yokluğundan,
akıbet i ne nazardan uzak olmasındandır.
Bundan
anlaşıldığına göre; "Kul huvallahu
ehad bütün kur'ân'a muâdil olur." diye bir hadis-i şerif rivayet
olunmuş
demektir. "Kenzu'l-Ummal"de zikrolunduğu üzere, bunu İbnü'l-Enbarî
"Mesahif"
adlı eserinde Hz. Enes' den rivayetle şöyle tahric eylemiştir: "Ne
engeller
her birinizi her gece bir "kul huvallahu ehad" okumaktan. Çünkü o bütün
Kur'ân'a muâdil olur".
Alûsî'nin
zikrettiği üzere, Müsned'de İbni
Lehîa tarikıyle Ebi Saîd'den gelen bir rivayette kur'ân'ın yarısına
veya
üçte birine muâdildir, diye tereddütlü şekilde ifade varid olmuştur.
Merfû
veya mevkuf birçok rivayetlerde ise üçte birine diye tayin edilmiştir.
Bu cümleden olarak "Bir gecede Kur'ân'ın üçte birini okumaktan herhangi
biriniz âciz midir?" b uyurdu. Bu onlara zor geldi. Sonra buyurdu ki,
"Bir
kimse okursa, okuduğu Kur'ân'ın üçte birine muâdil olur.
Aciz
olur mu
her biriniz her gece Kur'ân'ın
üçte birini okumaktan? buyurdu. Evet dediler; biz buna güç yetiremez ve
dayanamayız. Sonra Hz. Peygamber buyurdu ki; Allah azze ve celle
Kurân'ı
üç kısma ayırdı, Kur'ân'ın üç bölümünden bir bölümü kıldı.
Resulullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Nefsim kudret
elinde olan Allah'a yemin ederim ki; o,
yani Kur'ân'ın üçte birine muâdil
olur."
Resul
ullah
(s.a.v.) buyurdu ki: "Toplanın
size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım." Biraz sonra toplanan toplandı,
Hz. Peygamber çıktı 'i okudu, sonra tekrar odasına girdi. Birbirimize
dedik
ki, herhalde kendisine semadan yeni bir vahiy haberi geldi, odasına gi
r mesine o sebep oldu. Daha sonra Peygamber (s.a.v.) odasından çıktı,
ben
dedi; size Kur'ân'ın üçte birini okuyacağım demiştim ya, işte o
okuduğum
Kur'ân'ın üçte birine denk olur.
"Her
kim,
okursa, Kur'ân'ın üçte birini okumuştur."
"Her kim, bir kerre okursa Kur'ân'ın üçte birini okumuş gibidir, iki
kerre
okursa Kur'ân'ın üçte ikisini okumuş gibidir, üç kerre okursa bütün
Kur'ân'ı
okumuş gibidir." Daha bunlar gibi bir çok rivayetler vardır.
Şu
halde
bunun yorumu nedir? Bu hususta müfessirlerin
ve din âlimlerinin iki görüşü vardır:
1-
Bir kısım
alimler burada maksat, sevabı
itibarıyla değil, mânâsı itibariyle üçte birine muâdil olmasıdır,
demişler.
Buna da Müslim hadîsindeki üç kısma ayrılır sözünü delil olarak
göstermişlerdir.
Ancak üç kısma bölünmesiyle ilgili hadîsin açıklamasında da birkaç
farklı
görüş öne sürmüşlerdir ki, başlıcaları şunlardır:
a.
Kur'ân'ın
mânâları üç ilme râcî olur: Bunlar
tevhid ilmi, şerîat ilmi ve ahlak ilmidir. Bu sûre ise hem teşrî, hem
de
ahlâk ilminin temeli olan tevhid ilmini en açık ve en güzel şekilde
ifade
etmektedir.
b.
Denilmiştir ki, Kur'ân bir bakıma inanç
(akaid), ahkâm ve kısas şeklinde üç ana konuyu kapsamı içine alır. Bu
sûre
ise hep inanca (akaide) ilişkin bir sûredir.
c.
Gazâlî,
"Cevahi r"de demiştir ki; Kur'ân'daki
bilgilerin anahatları üç tür bilgidir: Mebde, yani varoluşun
başlangıcına
bilgi edinmektir, meâde ilim, yani varlığın sonucu hakkında bilgi
sahibi
olmaktır. Bir de bu ikisi arasındaki "Sırat-ı müstakim"e bilgi
edinmektir.
İşt e mebdee aid bilgi demek olan bu sûre, Kur'ân'ın üçte birine denk
demek
olur. Fakat bize göre bu konuda üzerinde dikkat edilmesi gereken
noktalar
vardır. Zira Allah sadece mebde'den ibaret değil, "evvel ve âhir"dir.
Hem
mebde' hem de meâddir, çünkü dur. Sırat-ı müstakim de doğrudan doğruya
O'na götüren yol olduğundan samediyyetin istenilen gaye olması
mânâsında
merciiyyet ile beraber ona da işaret vardır. O halde bu taksime göre bu
sûre, hepsine denk demek olur.
d.
Bir de
denilmiştir ki; Kur'ân'daki istenen
şeylerin en büyükleri kendileri sayesinde iman ve İslâm'ın husûle
geleceği
üç asıldır ki, bunlar Allah'a marifet, Peygamberin doğruluğuna, bir de
ahirette Allah huzurunda verilecek hesaba itikattır. Bu sûre birinci
isteğe
ait olması dolayısıyla Kur'â n 'ın üçte biridir.
Daha
bunlardan başka tevcihler ve görüşler
de ileri sürülmüştür. Ve yine denilmiştir ki, her hangisi olursa olsun
üçte bir rivayetiyle bütününe muâdil olması rivayeti arasında çelişki
yoktur.
Çünkü tevhîd bütün Kur'ân ilimlerinin aslıdır, diğer konular onun
ayrıntılarıdır.
2-
Bir kısım
din âlimleri de murad sevap bakımından
Kur'ân'ın üçte birine muâdil olmasıdır demişler ve buna kail
olmuşlardır.
Hadislerin zahirinden anlaşılan mânânın bu olduğunu söylemişlerdir.
Buna
itiraz olarak denilmiştir ki; Hz. Peygamber (s.a.v.), "Her kim Kur'ân
okursa
her harfine on sevap vardır.", buyurmuş olduğundan tamamıyla Kur'ân
okumanın
sevabı, tek başına bu sûrenin sevabına nisbetle kat kat fazla olacağı
âşikârdır.
Buna
şöyle
cevap verilmiştir: Kur'ân okuyan
için iki türlü sevap vardır; birisi her harfine göre verilen tafsilî
sevab,
birisi de hatim sebebiyle cümlesine birden verilen icmalî sevabdır.
Okumanın
sevabı, Kur'ân'ın hatim sevabının üçte birine muâdil demektir. Yoksa
tafsiline
değ i l. Bunun misali, nitekim bir ev yaptırmak için bir kimse birine
bir
mikdar para vermek üzere anlaşır, fakat binayı yapıp bitirdiği zaman da
anlaştıkları ücretten başka bir de bahşiş verir. Buhârî "Şerh-i
Kirmanî"de
der ki: Bütün Kur'ân'ın üçte birini okum a k elbette bu sûreyi
okumaktan
dah zor, daha meşakkatlidir, o halde bu sûrenin hükmü üçte birin
hükmüne
nasıl eşit olur? denilirse, üçte birini okunmasının sevabı on
katıyladır,
berikinin sevabı ise onun bin katıdır. Benzetme aslındadır, ziyadesinde
değild i r, dokuzu ziyade meşakkat karşılığıdır. İlh...
Şihab-ı
Hafâcî, bununla ilgili olarak demiştir
ki, Allah kelamının mânâlarını dikkat eyleyen ve onları düşünerek
tedebbür
ile okuyan için olan sevap başkadır. Murad şudur ki, her kim bunu
mânâsının
hakkını vererek ve riâyet ederek okursa, yani anlayarak ve üzerinde
düşünerek
okursa, böyle tedebbür ve teemmül ile okursa, mânâsına bakmadan va
anlamaya
çalışmadan Kur'ân'ın üçte birini okumaya muâdildir demektir. Yahut
marifetullaha
ve tevhîde ilişkin olmayan üçte birini okumaya muâdildir, demek
olmalıdır.
Zira en şerefli mânâlar, en şerefli kelimelerden bazısına eklenince o
cins
lafızlardan bir çoğuna muâdil olmasında garip karşılanacak hiçbir şey
yoktur.
Meselâ en değerli taşlarla süslenmiş ve işlenmiş on m i skal
ağırlığındaki
bir altın levha bin miskal ve daha ziyade altına eşdeğer olabilir.
Alûsî
der ki:
Allah Teâlâ'nın mahz-ı keremiyle
çok bir meşakkat olmayan bazı ibadetler için yine o cinsten kat kat
meşakkatli
olan başka ibadetlerin sevabından daha çok bir sevab ihsan buyurmasına
engel yoktur. Nitekim bazı zamanlarda, bazı mekânlarda bir ibadete
diğerinden
daha fazla sevap tahsis edilmiş ve hattâ aynı ibadet o zamanların
bazısında
vacib, bazısında haram kılınmıştır ki, bunun hepsinde ancak Allah'ın k
endisinin bildiği birtakım hikmetler vardır, bu da onlardan farklı
değildir.
Şu halde her ne suretle olursa olsun bu sûreyi okuyan kimse, aynen
Kur'ân'ın
bu sûreyi içine almayan üçte birini okumuş olanın sevabı kadar bir
sevabı
kazanması ve bunun ona bir i lâhi lütuf olarak tahsis buyurulmuş olması
imkânsız görülmeyip bunun hikmetinin ilâhî ilme tefvîz olunması
gerekir.
İbni Abdi'l-Berr de bu konuda sükût eylemenin görüş ileri sürmekten ve
ileri geri konuşmaktan daha çıkar yol ve daha faziletli bir davranış
olduğunu
söylemiştir. Gerçekten de en sağlam ve tutarlı olan da budur.
Bununla
beraber Keşşaf'ın bu konuda uyarısı
da önemlidir:
Bütün
bunlardan sonra âcizane benim aklıma
doğanlar da şudur: Ta Fatiha Sûresi'nin başında besmeleyle ilgili
olarak
beyan ettiğimiz şekilde, Kur'ân ilminin ana konusu, ulûhiyyeti
dolayısıyla
Allah Teâlâ'dır. Yani Allah ile yarattıkları ve özellikle de
yaratılmışlar
arasında akıl sahibi olması dolayısıyla insanlar arasındaki ilişkidir.
Bir tarafta Allah'ın uluhiyyeti, b i r tarafta kulların ubûdiyyeti ve
bu
ikisi arasındaki ilişkidir. İnsanın bu ilişkide Yüce yaratıcısına karşı
nasıl bir tutum ve tavır içinde olması gerektiğinin bilgisidir. Fatiha
Sûresi, bunu belirlediği gibi, bu sûre de Allah Teâlâ'nın kendi tarifi
olara k, bütün Kur'an'ın dayanağı olan temel ilkeyi açıklamıştır. Bu
bakımdan
bu sûre de Fatiha Sûresi gibi bütün Kur'ân'ın bir özeti ve binaenaleyh
muvadili demektir.
Sonra
Kur'ân'ın bütünü de fatihası, ortası
ve bir de hatimesi, yani sonucu olmak üzere üç kısımdır demektir ki, bu
görüş, Gazâlî'nin bakış açısına benzer bir görüştür. Fatiha, bilindiği
üzere, olan Elham'dır. Hatime de İhlas ile Muavvizeteyn'dir. "Namazı
benimle
kulum arasında taksim ettim." hadis-i kudsîsinin delâleti üzere
Fatiha'nın
yedi âyeti Allah ile kulu arasında iki eşit kısma taksim edilmiştir:
Şöyle
ki: İlk üç âyeti yalnızca Allah'a aittir. Allah'a ait olan üç âyetlik
bu
birinci kısımdan sonra gelen dördüncü âyet "Ancak Sana ibadet eder ve
ancak
Sen'den yardım dileriz." âyetinin b ir ucu Allah'a, bir ucu da kullara
aittir. Üçüncü kısımdaki üç âyet sadece kullara âittir. Kur'ân'ın
hâtimesinde
yer alan üç sûreden birincisi olan İhlas Sûresi yalnızca Allah'a âit,
'lerle
O'na sığınmak ise kullara ait olduğundan bir bakıma İhlas Sûres i,
Elhamd'in
ve binaenaleyh bütün Kur'ân'ın yarısına, bir bakıma da üçte birine
muâdil
demek olur. Şu halde bunların mânâlarındaki incelikleri ve ilişkileri
duyabildiği
kadar hissederek okuyanlar o ölçüde tafsilen muâdil sevaplara nail
olacaklar,
mânâsını anlamadan icmalî bir imanla okuyanlar da o ölçüde icmalen
muâdil
sevablarına nail olacaklar. Nazım haddizatında mânâya delâlet ettiği,
harf
sayısına göre sevap da nazmın tilavetine aid bulunduğu için vaad olunan
sevabdan elbette hali olmaz. "Kim bir iy i lik yaparsa ona on katıyla
sevap
vardır." (En'âm, 6/160) ilâhî vaadiyle bir harfe on sevap veren
Allah'ın
bir İhlas Sûresi'ne diğerlerinin tamamına, yarısına veya üçte birine
muâdil
sevap vermesine bir engel yoktur. Özellikle bunun gibi Allah'a aid olan
h u suslarda "Allah dilediğini yapar ve dilediği gibi hüküm verir."
(İbrahim,
14/27) ve (Maide, 5/1) hükümlerinden başka sebep de aranmaz. İhlasa
yatkın
olarak mânâyı anlamaya ve sonra da gereğince amel etmeye çalışmak da
ayrıca
birer hasene olduğundan dolayı şüphe yok ki, onların sevabı da munzam
olunca
ecir daha yükselir. İşte tefsir yoluyla mânâyı ve hükümleri anlatmaya
çalışmaktan
istenilen de budur. Bu sûrenin faziletlerine dair daha bir çok hadis-i
şerîf rivayet edilmiştir. İçlerinde sahih ve kuvvet l i olanlar da,
zayıf
sayılanlar da vardır. Bazıları bu sûrenin Kur'ân'daki sûrelerin en
efdali
olduğunu söylemişlerse de, Fatiha'nın her namazda okunması vâcib olduğu
ve Hz. Peygamber'in "Fatiha'sız namaz, namaz olmaz." buyurması dikkate
alınınca bu ko n uda biraz temkinli olmak gerekir. Gerçi Fatiha'nın
durumunun
böyle olması, İhlâs'ın en efdal sûre olmasına engel teşkil etmez
şeklinde
düşünülebilir, ancak bu konuda Hz. Peygamber'den sahih bir rivayet
olmadan
buna hükmetmek uygun düşmez.
Alûsî
der ki:
Bunun hakkında varid olan sahih
hadisler, bu sûrenin faziletine yeter, hattâ Kur'ân'daki sûrelerin en
efdali
bile denilmiştir. Buna Darimî'nin Müsned'inde Ebu Mugive'den, Safvan-i
Kulai'den rivayet olunan şu hadis ile istidlâl edenler de olmuştur.
Şöyle
ki; bir adam "Ya Resulullah, Kur'ân'da hangi sûre en büyüktür?" dedi.
Peygamber
(s.a.v.) de buyurdu. Yine Müsned'de Muâz b. Rifa'a ve Üseyd b.
Abdirrahman
tarikıyle Ukbe b. Âmir'den, demiştir ki, Resulullah (s.a.v.) bana
"Tevrat'ta,
İncil'de ve Kur'ân' d a bulunan sûrelerin en hayırlısı üç sûreyi sana
öğreteyim
mi?" buyurdu. Ben de "evet" dedim. Bunun üzerine bana ve sûrelerini
okuttu,
sonra da buyurdu ki; "Ya Ukbe, sen bunları ve Tebbet'i bir gece bile
unutma,
hepsini oku!"
Tirmizî
de bu
hadisin bir kısmını rivayet
etmiş ve "hasen" demiştir. Bununla beraber bu, Kur'ân'daki sûrelerin
mutlaka
en efdali olduğuna delalet etmez, belki efdal olanlar arasında olduğuna
delalet eder. Kur'ân sûrelerinin birine diğerinden efdal demeyi caiz
görmeyen,
yani a r alarında fazilet farkını inkâr edenler olmuşsa da İbni Hassad
demiştir ki, bu konuda varid olan hadislerin çokluğu karşısında
efdaliyyet
farkını inkâr edene şaşılır. Efdaliyyeti benimseyenler de vechini
açıklamada
farklı görüşteler: Bazısı demiştir ki; ef d aliyyet, nefsin intikalleri
ve yüce vasıfları derinden algılayabilmesi ve kalbin ürperişleri
bakımından
sevabın büyüklüğüne kat kat artmasına racidir. Çünkü İhlâs Sûresi'nin
içerdiği,
mesela vahdaniyyet ve ilâhî sıfatlara delalet gibi anlamlar mesela, Teb
b et Sûresi'nde mevcut değildir. Binaenaleyh efdaliyyet ancak mânâ
yüceliği
ve çokluğu iledir. Halimi de Beyhakî'den şöyle nakletmiştir: Âyetler ve
sûreler arasında efdaliyyetin mânâsı değişik özelliklere racidir.
Birisi;
onunla amel, diğeriyle amelden evl a ve insanlar için lâzım olmaktır.
Bu
açıdan emir ve nehiy, vaad ve va'id âyetleri kısas âyetlerinden daha
hayırlıdır,
denilir. Çünkü kıssalarla ancak ilâhi emir ve yasakların müjde ve
uyarıların
desteklenmesi matluptur. İnsanlar bunlardan uzak kalamaz, an c ak bazı
hallerde bu kıssalara ihtiyaç duymayabilirler. Onun için temel ilke
niteliğinde
olan ve insanlara daha gerekli olan ve daha faydalı bulunanlar, onlar
hakkında
ayrıntı sayılanlardan daha hayırlı olur. İkincisi; Allah Teâlâ'nın yüce
isimlerini ve sıfatlarını beyan eden, azamet ve celaline delalet
eyleyen
âyetlere, böyle olmayanlara göre, kadri daha yüce, şanı daha yüksek
mânâsına
efdal denilir. Üçüncüsü; bir sûre bir sûreye, bir âyet bir âyete göre
daha
hayırlı denilmek şu mânâ ile olur ki, bunu okuy a n kimse, okumakla
uhrevi
olan ilerideki sevabdan başka peşin bir fayda ve tilavetiyle husûle
geliverecek
bir ibadet elde etmiş olur. Mesela, âyete'l-kürsi, ihlas ve
muavvizeteyn
sûreleri gibi ki, bunlarda Allah Teâlâ'yı yüksek sıfatları ile zikir
bulunduğ
u ndan bu zikrin fazilet ve bereketine itikad ve itminan ile bunları
okuyan
kimse kırâetiyle derhal korkulan bir şeyden korunmuş ve Allah'a
sığınmanın
faydasını hemen görmüş ve böylece okumakla Allah'a ibadet etmiş olur.
Hüküm
âyetlerine gelince, bunların s a dece okunması ile o hüküm yerine
gelmiş
olmaz, ancak o hüküm hakkında bilgi edinilmiş olur. Bir de şu bakımdan
bir sûre bir sûreden efdal denilir ki; Allah Teâlâ, onun kıraetini,
diğerlerinin
kat kat kıraeti gibi kılmış ve ona diğerlerine vermediği sevabı
vermiştir.
Her ne kadar onun bu dereceye baliğ olmasına sebep olan mânâ bizce
bilinmese
bile... Bunun benzeri çeşitli zamanların ve mekânların üstünlüğü
hakkında
söylenildiği gibi, te'abbüdi olan tahsisat-ı ilâhiyyedir. Hasılı bu
vecihlerin
herhangi biris i bakımından efdaliyyet, hepsinin Allah kelâmı olması
bakımından
taşıdığı eşitliğe ve aynı özelliği taşımalarına aykırı olmaz bile.
Çünkü
hepsi de "Allah, sözlerin en güzelini çift yönlü ve ahenkli bir kitap
olarak
indirdi. Rablerine saygılı olanların o n dan tüyleri diken diken olur.
Sonra tüyleri de, kalbleri de Allah'ın zikrine yatışır, yumuşar..."
(Zümer
39/23) âyetinde açıklanan özelliğe sahiptir.
Korunacak
insanlara hidayet olmak üzere indirilmiş
olan Allah kitabının besmelesi ve fatihasıyla Allah'ın birliğini ilan
ve
peygamberliği icraya başlamış olan Resulullah'ın nihayet hak vaad ve
kevser
verilmek, fetih ve zafere erdirilmek ve bunun için tesbih ve hamd
ederek
Rabbi'nin mağfiretine kavuşan Muhammedî şanı ile güzel ve mutlu sonu ve
ona buğz ed e nlerin, zıddına gidenlerin Ebu Leheb ile karısı gibi
ateşe
giden acı sonu ve hüsranı anlatıldıktan sonra, bütün şirk şaibeleri
kesilmek
ve hıristiyanların, Hz. İsa hakkında düştükleri yanlışlığa düşülmemek
gereği
ve bütün âyetlerden nihai gâyenin ve maksa d ın Allah'ı tanımak olduğu
bu sûrede işte böylece vurgulanmıştır. Ortak ve benzerden münezzeh
olmak,
eşdeğer ve zıddan uzak bulunmak ancak Allah'a mahsustur. O'nun
kendisinden
başka herşey O'na muhtaçtır. Evvel ve âhir O'dur, herşey O'nun
ehadiyyetinde
fanidir ve onda son bulacaktır. Her varlık ancak O'nun samediyyetiyle
kail
bulunduğu gerçeği hatime olarak hakka'l-yakîn tesbit edilmek üzere bu
sûre-i
celîlede tevhid sırrı her türlü şâibeden uzak, her şüpheden azâde
olarak
halis bir yakîn ile talim ve telkin edilmiştir. Allah Teâlâ'nın
doğurmaz
ve doğurulmaz, hiçbir şekilde eşi ve dengi bulunmaz ehadiyyet ve
samediyyet
ile tanınması lüzumu bildirilmiştir. O halde Peygamberler de dahil
olmak
üzere, bütün âlemler ve özellikle akıl sahipleri için mahlukatın mer t
ebelerinde birbirlerine karşı olan şeylerden O'nun samediyyetine
sığınmaktan
başka bir selâmet çaresi olmayacağı âşikârdır. Fatiha Sûresi'nde "Biz
ancak
Sana ibadet eder ve yine ancak Sen'den yardım dileriz." buyurulduğu
gibi,
hatimede de O samediyyetin hüküm ve mânâsını beyan etmek üzere bu İhlas
Sûresi'nin arkasından, âfâkî veya enfüsî herhangi bir şey karşısında
son
çare olarak O'na esmâ-i hüsnasiyle iltica edip sığınmaktan ibaret
olduğu,
aşağıda geleceği şekliyle biri âfâkî, biri enfüsî iki sığınma s û resi
olan "muavvizeteyn" ile son emir olarak tebliğ ve ferman buyurulmuştur.
|
|