Bir hakim-i
habir tarafından yani, bu öyle bir kitaptır ki, ilim ve hikmette eşi,
benzeri olmayan, olma imkân ve ihtimali de bulunmayan Hak Teâlâ
tarafındandır. O'nun hikmetiyle ihkam edilmiş, O'nun bilgisiyle tafsil
olunmuştur. Kur'ân'ın nazmı Allah tarafından böyle icazkâr bir hikmetli
yapıya kavuşturulmuş, muhkem ve mufassal kılınmış, özene bezene işlenip
gönderilmiştir.
Ve her
fazilet sahibine faziletinin karşılığını versin. Yani, taat ve amelde
daha ziyadesini yapan, veya mükellef olduğundan fazlasıyla, mesela
nafile ibadetlerle Allah'a yakınlaşmaya çalışan veya vazifesinden fazla
çaba ve gayret gösterip "İnsanların hayırlısı insanlara faydası
dokunandır." hadisi şerifi gereğince Allah için insanların menfaatına
hizmet eden fazıl ve fazilet sahiplerinin hepsine kendi Rabbani
fazlından fazlasıyla mükafatını versin. Görülüyor ki, burada "belli bir
ecele kadar" kaydı yoktur. Cümlenin böylece herhangi bir kayıttan uzak
tutuluşu ise ahirette veya hem dünyada, hem ahirette anlamlarını içine
almaktadır. Binaenaleyh bu durumda birçok fazilet ehlinin dünyada
mükafat görmemeleri ile ilgili bir soruya da yer kalmaz. Bununla
beraber bu ifade şunu da hatıra getiriyor ki, küfür ve isyan ile
fazilet birleşemeyeceği gibi, isyankâr bir toplum içinde de fazilet
takdir edilemez; bu yüzden de fazilet sahibi kimseler harcanır gider.
İstiğfar ve tevbe ise günahtan iğrenmeyi gerektirdiği gibi faziletin
gelişmesini de gerektirir. Tevbekâr olanlar çoğaldıkça fazilete karşı
ilgi ve temayül artar, fazilet sahipleri kendi derecelerine göre takdir
edilmiş, ve faziletli olmanın bir anlamda karşılığını görmüş olurlar.
Çünkü fazilet ehlinin en büyük arzusu, hakkın rızası ve halk arasında
fazilet duygu ve sevgisinin gelişip yayılmasıdır. Bunun böyle olduğu
düşünülünce, çevrede iyilik ve faziletin revaç bulduğunu görmek bütün
fazilet ehli için dünyada en büyük zevk ve mükafat demek olduğu
muhakkaktır, ancak onların asıl mükafatları ise ahiretteki mükafat
olduğu derhal anlaşılır.
İşin müjde
tarafı böyledir. İnzar, yani uyarı tarafına gelince:
Ve eğer yüz
çevirirseniz, yani şu emrolunan tevhid, istiğfar ve tevbeden
dönerseniz. Muhakkak ki, ben bir peygamber olarak sizin için büyük bir
günün azabından korkuyorum, yani başınıza gelecek azaptan dolayı size
acıyorum. Ki, o büyük gün kıyamettir..
4- Zira
nihayet dönüşünüz ancak Allah'adır. Siz isteseniz de, istemeseniz de,
tevbe etseniz de, etmeseniz de akıbet ölümden sonra dönüp varacağınız,
ba's olunup huzurunda toplanacağınız son merci, başkası değil, sadece
ve sadece Allah'dır. O da herşeye kadirdir." Şu halde O'nun huzuruna
imansız, tevbesiz varmak ne korkunç bir şeydir.
5- Evet
amma, muhakkak ki, onlar göğüslerini bükerler ondan gizlenmeleri için.
Bizim dilimizde "göğüs bükmek" şeklinde bir deyim bilinen bir şey
değildir. Fakat bilinmektedir ki, kalabalık bir mecliste başkalarından
gizli birşeyler yapmak isteyen bir kimse göğsünü öne doğru eğer veya
yan tarafa çevirir veya sırtını döner. Aynı şekilde gocunduğu bir
kimseye rastgeldiği zaman yüzünü gizlemek isteyen de bunu yapar.
Rivayet olunduğuna göre, Mekkeli müşriklerden bir kısımları, Resulullah
geçerken böyle göğsünü büker, sırtını döner, elbiselerini başlarına
çeker de bürünürlerdi. Allah'ın Resulünden böyle gizlenmekten
maksatları da Allah kelâmını işitmekten kaçınmak, bu da bir anlamda
Allah'dan gizlenmeye çalışmak demek olduğu için burada buna işaret
olunmakta, kâfirlerin haktan yüz çevirmelerinden kinaye olarak bu deyim
kullanılmaktadır. Yani, "göğüs bükmek" mecaz ve kinaye olarak,
Allah'dan gizlenmek, O'ndan yan çizip kaçınmak anlamına gelmektedir.
Ayrıca "göğüs bükmek" deyimi, kalb çarpıklığından, dıştan iyi görünüp,
dost görünüp içten içe münafıklık etmek mânâsından da kinaye olabilir.
Nitekim yine rivayet olunduğuna göre; müşriklerden bir kısmı,
"Kapılarımızı kilitler, perdelerimizi indirir, örtülerimize bürünür de
sinelerimizi Muhammed'e kin ve düşmanlık üzere dürer bükersek o bizi
nasıl tanıyabilecek" demişlerdi. Ki, bu tabirlerin hepsi kalblerindeki
kin ve düşmanlığı son derece gizlemekten kinayedir. Bu mânâyı şu da
teyid eder ki, Abdullah b. Abbas'tan gelen bir rivayete göre, bu âyet,
Ahnes b. Şurayk sebebi ile nazil olmuştur. Bu Ahnes çok tatlı dilli,
güzel söz söyleyen bir adamdı. Resulullah'a sevgi ve muhabbet gösterir,
kalbinde de zıddını gizlermiş.
Evet
amma
onlar örtülerine bürünürlerken, yani sadece göğüslerini büktükleri
zaman değil, bütün bütün gizlenmek için örtülerine büründükleri zaman
bile ne sır saklar, neyi açığa vururlarsa Allah hepsini bilir. Çünkü O,
hiç şüphesiz zatussüduru bilir. Sinelerde gizli olanı veya sinelerin
sahibi olan nefislerin zatını, özünü bilir.
6-
Yeryüzünde hiçbir dâbbe, yani deprenip
duran
hiçbir canlı yoktur
ki,
kesinlikle onun rızkı Allah'a ait olmasın. Burada "yerde" ifadesi
tahsis için değildir, "dâbbe" yalnızca dört ayaklı canlılar
zannedilmesin diye bütün canlılara ait bir genelleme yapmak içindir ki,
insan da bunlar arasındadır. Yani, gerek insan, gerek diğer canlıların
rızkı, kuvveti, gıdası ve beslenmesi, yaşamak için gerekli olan bütün
şartlar ve sebepler Allah'a aittir, O'ndandır. Tabii veya iradi olarak
o canlının o rızka kavuşması Allah'ın yükümlülüğü altındadır. Gerçi
yaşatmak istemediği vakit, rızkını kesiverir ve O kesince kimsenin
vermesine imkân ve ihtimal yoktur. Fakat yaşatmak istediği sürece de
bütün âlem onu önlemeye ve engellemeye çalışsa yine de göndereceği
rızkı gönderir. Ve herbirinin müstekarrını ve müstevdaını bilir. Karar
ettiği yeri de bilir, emaneten bulunduğu yeri de bilir. Durduğu,
oturduğu yeri de bilir, gezdiği dolaştığı yeri de bilir. Sulbü de,
rahimi de bilir. Yattığı yeri de bilir, öleceği yeri de bilir, veya
öleceği vakti de bilir. Bütün bunları bilir ve ona göre rızkını verir.
Hepsi bir kitab-ı mübindedir. Bütün o kımıldayan canlılar, rızıkları,
müstekarları ve müstevda'ları takdir olunup, levh-i mahfuza yazılmış,
Allah'ın bilgisinden yaratılış alanına çıkarılmıştır ki, bu kitabı
görebilen melekler oradaki yazıyı açıktan okur ve anlarlar. İşte
Allah'ın ilim ve kudreti böyle geniş ve fazl-u keremi ile rablığı böyle
kapsamlıdır. Şu halde insan rızkını Allah'dan istemeli ve rızık için
değil, Allah için çalışmalıdır. Rızık meselesi o kadar endişe edilecek
bir şey değildir. Allah'dan başkasından rızık beklemek boşunadır.
7- O, öyle
bir yaratıcıdır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. (Bu konu için
A'raf Sûresi 7/54. âyetin tefsirine bkz.) Ve O'nun Arşı su üzerinde
idi. "Asam tafsiri"nde "arşın su üzerinde olması göğün yer üzerinde
olması kabilindendir, bitişik anlamına değildir" denilmiş. Galiba
âlemde mevcut olan suyun arşın altındaki bütün kâinatı doldurabilecek
kadar çok olmadığı düşünülmüş ve bundan kâinattaki boşluğun boyutlarına
istidlal edilmiştir. Fakat diğer taraftan "arş suyun sırtı üzerinde
idi" diye de eser varid olmuş bulunduğundan Keşşaf ve izleyicileri
ifadenin her iki anlama gelme ihtimalini göstererek "Arş ile su
arasında hiçbir mahluk, hiçbir şey yoktu" diye tefsir etmişlerdi ki, bu
mânâ aralarının açık olup olmamasından daha geniş kapsamlıdır. Göklerin
ve yerin yaratıldığı günlerde, arşın altında sudan başka şeyler de
yaratılmış bulunacağı için arşın ve suyun yaratılması, göklerin ve
yerin yaratılmasından önce olduğu söylenmiş ve bu görüş birçoklarınca
daha yerinde görülmüştür. Oysa âyetteki ifadeye göre bu ihtimal
dahilinde olsa da o kadar açık ve yerinde değildir. Belki aksi
doğrudur. Bir de bunlar arşın herşeyi kaplayan bir cisim olması
anlamıyla ilgilidir. Fakat Ebu Müslim İsfehani, burada kelimesini
masdar olmak üzere bina etmek mânâsına hamlederek "Onun binası, yapısı
su üzerine kurulmuş idi" diye te'vil eylemiştir ki, Allah'ın gökleri ve
yeri binası su üzerine vaki oldu, demektir. Bu da göklerle yerin
yaratılışına yakın olmuş olur. Bu bakımdan bu tevil ifadenin dış
görünüşüne uygun düşüyor ise de "arş" ismine göre biraz uzak kalıyor.
(Arş ve kürsî hakkında Bakara Sûresi (âyet 255) ve A'râf Sûresi (âyet
54)'e bakınız.) Acizane kendi anlayışıma göre "O'nun Arşı su üzerinde
idi." ifadesini "Sonra O, arş üzerine istiva etti." (A'râf 7/54)
âyetiyle karşılaştırarak ele almak gerekir. Her ikisinde de arş,
saltanat tahtı anlamından alınmış hükümdarlık ve saltanattan kinayedir.
Allah'ın arşı demek, O'nun hükümranlığı ve saltanatı, hakimiyet ve
iktidarı demektir. Şu halde arşın su üzerinde olması mekana ve cisme
bağlı bir anlam ile değildir. Ve "Sonra O, arş üzerine istiva etti."
karşılığında "arşın su üzerinde olması" da söz konusu istivaya karşılık
olarak bir başka açıdan ifadedir. Nitekim bu saltanatın cereyanı
mânâsını Fahreddin Razi, Fatiha Sûresi'nin tefsirinde dile getirmiştir.
Âyette göklerin ve yerin yaratılmasından maksat, yücelikleriyle ve
aşağılık yanlarıyla bütün âlem olması zahirdir. "Arz" altımızdaki yerin
kara parçaları ve denizleriyle bütününe şamil olduğu gibi, "semavat" da
yerin üstünde bulunan irili ufaklı gökcisimleri ve üzerlerindeki her
şeyin hepsine şamildir. Buradaki konu da "ilk yaratılış" meselesidir.
İlk yaratılış olayından önce ise "Allah vardı ve O'nunla birlikte
hiçbir şey yoktu". Bundan dolayı "O'nun arşı su üstündeydi." ifadesine
bakarak arşın yaratılmasının âlemin yaratılmasının dışında ve ondan
önce olduğu ihtimali yoktur. Âyette açıkça görülen de bunun âlemin
yaratılması günleri demek olan altı gün sırasında yaratılmış olmasıdır
ki, daha sonra "arş üzerine istiva etmiş." olabilsin. A'râf sûresinde
de açıklamaya çalıştığımız üzere, ilk yaratılış olayında altı gün,
hiçbir şekilde tabiatın tekdüzelik ilkesiyle ilgili olmayan çeşitli
yaratılış şekillerinin ilk ve değişken anlarını, aşamalarını ifade
ettiği için, o vakitlere göre, ilâhî kudret ve saltanatın cereyan
şeklinde bugün için "sünnetullah, âdetullah" dediğimiz tekdüzelik ve
sürgit olarak periyodik akışlar şeklindeki tabiat kanunlarının
hiçbirinden söz edilemez. Çünkü o ilk yaratılış günleri, daha önce
hiçbir benzeri olmayan mutlak anlamda yoktan var ediş aşamalarından
ibarettir. Her birinde ilâhî hüküm ve kudret yeniden yeniye bir ibda
ile tecelli eylemekteydi. O günlerde tabiat kanunları dediğimiz şeyler
de hep harika, hep mucize dediğimiz eşsiz, benzersiz oluşumlar vardı.
İlke veya kanun dediğimiz kuralların hepsi ancak uzun süreli tekrarlar
sonucunda bilim açısından "ilke" adını alırlar. Bunlarda düzenli
tekerrür yoksa "kanun", yada "ilke" adını alamazlar. İşte tabiat
olaylarındaki
tekdüzelik ve tekrarlanma konusu, ancak ilk yaratılıştan sonra ve ondan
itibaren söz konusu edilebilir. Levh ve kalem yaratılmadan kitab-ı
mübindeki yazılar yazılmış olmaz. İnsan yaratılmadan insan tabiatından
söz edilemez. İşte bütün bunlardan dolayı "arş su üzerinde idi" demek,
"Göklerin ve yerin ilk yaratılış günleri demek olan o sıralarda ilâhî
saltanat âdetsiz cereyan ediyordu." demektir. zira diğer âyetlerde de
varid olduğu üzere "sonra arş üzerine istiva etti." bundan sonra
düzenli tecellilerle saltanatını sürdürdü. Yani Allah'ın yaratılışla
ilgili kanun ve kuralları ancak yaratılıştan sonra açığa çıktı. Gerçi
ilk yaratılış olayından sonra da her zaman için ilâhî kudreti gösteren,
kural dışı ve mucize olaylar yine mevcuttur. Fakat bununla, henüz hiç
bir tabiat kanununun bulunmadığı durumlar arasında büyük fark vardır.
İlk yaratılış sırasında âlem (cosmos) sırf bir tufan halinde idi,
denilebilir. Bu sebeple "Arşı su üstündeydi." ifadesinin sözlük anlamı
değil, kinaye yoluyla ifade etmek istediği mecaz anlamı alınmalıdır.
Bunu böyle anlamanın "Sonra arş üzerine istiva etti." ifadesindeki
karşılığıyla birlikte bütün yönlerden uyum sağladığı ortaya çıktıktan
sonra şunları da kaydedelim:
Evvela
gaflet edilmemeli ki, bu saltanat cereyanı, kinaye olarak suyun
özelliğinden çıkan bir anlamdır ve onun gerektirdiği bir mülahaza
şeklidir. Bunun doğrudan doğruya suyun akışı ile ilgisi yoktur. Bundan
dolayı olsa gerek ki, eserde yani "suyun sırtı üzerinde"(2) tabiri
varid olmuş ve böylece kinaye anlamına yardımcı olan bir kaynak
gösterilmiştir. Öbür açıdan da yine bunun hakikat anlamına olmadığını
göstermek faydalı olacaktır:
Ayrıca
bilinen bir husustur ki, kinayeler, gerekli olan düz ve doğrudan
mânânın anlaşılmasına engel değilse de onun mutlaka söylendiği gibi
olması da şart değildir. Bundan dolayı ilk yaratılış sırasında suyun
bilfiil mevcut olması gerekmez. Fakat bu saltanat cereyanı, çeşitli ve
değişken anlamına gelebilecek şeylerden, mesela rüzgardan kinaye
yapılmayıp da özellikle suyun seçilmiş olmasında elbette suyun önemine
işaret eden bir incelik ve faydalarını düşünmeye yönelik bir nükte
bulunmaktadır. Bunu her zaman için hesaba katmak gerekir. Biz bunda
"Biz her canlı şeyi sudan yarattık.." (Enbiya, 21/30) ifadesinin
altında yatan mânâya bir işaret buluyoruz. Bazı hadislerden ve eserden
anlaşıldığına göre, ilk yaratılışın altıncı günü, yani son aşaması
canlıların yaratıldığı devirdir ki, Âdem aleyhisselam bunun ikindi
vaktinde, yani sonuna doğru yaratılmıştır. Demek ki, o gün ilâhî
saltanat su üzerindeydi ve hayatı yaratma olayı üzerinde cereyan
ediyordu. Ve bu cereyanın tecelli ettiği yer de su idi. Bakınız bu
nükteyi şu ta'lil ve hikmet ne güzel destekliyor ve açıklıyor.
Bu yaratma
şunun içindir ki, bakalım hanginiz en güzel amel yapacaksınız, sizi
imtihan etsin diye. İşte o yaratma veya arşın cereyanı olayının başlıca
hedefi ve hikmeti, sonunda sizin yaratılmanız ve yeryüzünde
yaşamanızdır. Bu dünyanın size sorumluluk ve görev yeri yapılmasıdır
ki, burada bakalım en güzel ameli hanginiz yapacaksınız? Sizi buradaki
hayatınızdan imtihana çekip daha sonra size ona göre muamele edilmek
içindir.
"Arşın su
üzerinde" olmasını göklerin ve yerin yaratılmasından önce olan bir olay
şeklinde gören tefsir bilginleri, işbu 'deki "lâm"ın yani yaratmak
fiiline müteallik olduğunu söylüyorlar. O zaman bütün göklerin ve yerin
yaratılması, insanın yaratılması ve imtihana çekilmesi hikmeti ve
sonucu ile ilişkili olur. Ancak izah ettiğimiz mânâ ve nükteye göre bu
"lâm"ın fiiline müteallik olması daha yakın ve daha münasip olur.
(Yunus Sûresi'nde 14. âyetin tefsirine
bakınız.)
Bu konuda
Hz. Peygamber'den şöyle bir tefsir rivayet edilmektedir "Sizi imtihana
çekmek için ki, hanginiz akılca en güzel, Allah'ın haram kıldığı
şeylerden sakınmada en müttaki, O'nun taatine koşmakta en hızlı
olacak?". Görülüyor ki, bunda en güzel amel tarif ve tefsir
buyurulmuştur. Bunun da birinci şartının güzel akıl, yani iyiyi kötüyü
birbirinden ayıran, hayrı şerri seçen akıl olduğu anlatılmıştır. Şu
halde akıl, yiyeceği rızkı değil yaratılışın esas hikmeti olan en güzel
amelin hangisi olduğunu düşünmeli ve onu yapmaya çalışmalıdır. Allah
Teâlâ'nın rızasına uygun en güzel ameli yapsın ki, kendini
kurtarabilsin.
Bununla
beraber yemin olsun ki, sen onlara "siz öldükten sonra muhakkak yeniden
ba'solunacaksınız." dersen, burada belağatlı bir icaz vardır. Uzun uzun
anlatılacak bir söz kısaca anlatılmıştır: Yani sorumluluk ve imtihanın
gereği, bu dünyanın sonunda bir ahiret olması ve insanların burada
yaptıklarından orada Allah huzurunda hesap vermeleri, amellerinin
iyiliğine ve kötülüğüne göre sevap veya ceza ile karşılık görmeleridir.
Hiç şüphesiz insanlar öldükten sonra tekrar ba'solunacaklardır. Bununla
beraber ey Allah'ın Resulü, emin ol ki, sen insanlara bunu tebliğ edip,
"Siz ister güzel amel yapın, ister çirkin işler işleyin, her hal ü
kârda öldükten sonra dirilecek, yani ba'solunacaksınız." dedin mi, o
kâfirler, akıl ve iradelerini imansızlıkla örtbas etmiş olanlar,
elbette ve elbette diyecekler ki ... açık bir büyüden başka bir şey
değildir, yani bu söz düpedüz adam aldatmaktan, göz boyamaktan
ibarettir, diyecekler. Ahiret, öldükten sonra dirilmek, sorumluluk, din
sözünü veya bunlar gibi iman konularını anlatan Kur'ân-ı Kerîm'i, cahil
halkı aldatmak, onları dünya zevklerinden ve hürriyetlerden yoksun
bırakmak suretiyle üzerlerinde baskı kurmak için uydurulmuş bir hile,
bir oyun ve bir büyü, hem de apaçık bir büyü sayacaklar, "Hiç ölen
dirilir mi! }Bu da artık açıktan açığa hurafe değil mi?" deyip
gavurluk edecekler, ki bunların hepsine azap vaad olunmuştur.
8- Ve
eğer
bunlardan sayılı (yani sayısı belli olan az bir kısmına, yahut belli)
bir süreye kadar azabı ertelersek, o zaman da kesinlikle: "Onu ne
durduruyor?" diyecekler. Yani "Allah kâfirlere azap edecekmiş de peki
şu birkaç azılı kâfire ne diye azap etmiyor?" diyecekler. Azap
etmediğine göre, "Eğer siz tevbeden yüz çevirirseniz sizin için o büyük
günün azabından korkarım." gibi tehditler demek ki, boş şeylermiş,
diyerek ve zaman zaman da alay ederek o azabın acele olmasını
istiyecekler. İyi bil ki, o azap onlara geleceği gün, geri çevrilecek
değildir, gelip çattıktan sonra onlardan uzaklaştırılacak değildir. Ve
alay edip durdukları o şey kendilerini kuşatmış olacaktır.
9-
Gerçekten
Biz, insana (yani en iyi işi ortaya koymak için imtihan vermek üzere
yaratılmış olan insan cinsinden herhangi birine) tarafımızdan bir
nimet, bir rahmet tattırır da sonra onu ondan çekip alırsak şüphe yok
ki, o insan ümitsizliğe düşer ve nankörlük eder. Gelecek hakkında bütün
ümidini yitirir. "Allah yine verir." demez. Geçmişi de hemen unutur.
"Bugün vermediyse dün vermişti." deyip şükretmez. Büsbütün nankör biri
oluverir. Daha önce verilmiş olan nimetlerin hepsini toptan inkâr
etmeye varıncaya kadar ileri gider. Günaha girer, tevbe ve istiğfar
etmek hatırına gelmez.
10-
Ve şayet
ona dokunmuş olan bir sıkıntıdan sonra ona hoş bir nimet
tattırıverirsek, mesela hasta iken iyileşir, fakir iken
zenginleşiverir, zayıf iken güçlenir, vazifeden azledilmiş iken yeniden
önemli bir göreve atanırsa Kesinlikle şunu der: "Bütün o kötülükler
benden uzaklaşıp gitti". Bir daha başına hiç sıkıntı gelmeyecek
zanneder. Artık o ferih ve fahurdur. Sevinçlidir ve şımarır. Allah
korkusu hatırına bile gelmez olur. Ferahlanır ve gururlanır. Verilen
nimetin hakkını eda edecek ve şükredecek yerde, onunla şuna buna caka
yapmaya başlar. Hasılı insan dünyada nimetten veya zorluktan boş
kalmaz, bolluk veya yokluk içinde ömür sürer: Bazan yoklukla imtihan
olur, bazan bollukla imtihan olur. Ve insanoğlu yaratılıştan gelen bir
özellikle rahmetten, nimetten hazzeder, onun kaybından dolayı da üzüntü
duyar, acı çeker. Her iki halde rahmetten Rahmân'ı, rahmetin elden
gidişinden de yine Rabbin gazap ve azabını düşünerek, gereğince hareket
edip ahiretini düşünmek, en iyi davranışı ortaya koymak lazım gelirken,
insan cinsinde öyle "zalum ve cehul" bir ruh hali vardır ki, çokları
nimeti düşünür de nimeti vereni düşünmez. Nimet veya sıkıntının esas
gayesini ve hikmetini gözardı eder. Onun hikmetiyle ilgilenmez, nimet
tecrübesi gördüğü halde o nimet elinden alınınca hemencecik her şeyi
unutur, bir karamsar ve bir nankör oluverir çıkar. Buna karşılık yokluk
ve sıkıntı tecrübesi gördüğü halde bir nimet tadınca, bir daha hiç acı
görmeyecekmiş gibi ve o nimet sırf kendisinin emeği ve icadı imiş gibi,
artık geleceğinden emin olarak ferahlanır, iftihar eder, şımarır,
kibirlenir ve böbürlenir. İşte daha yukarıda sözü edilen, Kur'ân'la ve
kutsal şeylerle alay etme psikolojisi de bu ruh hali ile ilgilidir.
11- Ancak
sabreden, sıkıntıdan dolayı ümitsizliğe düşmeyen, nimetlerden dolayı
şımarıp kibre kapılmayan, yani her iki halde de sabreden ve salih
salih, (yani Allah'a yaraşır, Allah'ın rızasına uygun) ameller
işleyenler bambaşkadır. İşte bunlar için bir mağfiret ve büyük bir ecir
vardır. Öbürlerine de yukarıda bildirildiği gibi, azab.
12- İmdi
sen
belki, öyle inkârcı, alaycı, nankör ve şımarık insanlara karşı sana
vahy olunanların bir kısmını terkedecek olursun, yani nübüvvet ve
risaletini ispat edecek olan âyetleri onlara okumayıp bırakacak
olursun. Onunla göğsün daralır, yani o vahy olunan âyetlerin bir
kısmını onlara okuyup tebliğ ederken belki sıkılırsın. Ona bir hazine
indirilseydi veya beraberinde bir melek gelseydi ya, diyorlar diye.
Yani haktan göğüslerini çeviren o nankör ve şımarık kâfirlerin bir
kısmı: "O, Allah'ın resulü ise neye uğraşıyor, üzerine gökten bir
hazine indiriliverse ya." diyorlar. Nitekim Mekke'nin ileri gelenleri
"Şu Mekke dağları altın oluverse ya." demişlerdi. Diğer bir kısımları
da "Beraberinde bir melek gelip onun peygamberliğine şahitlik etse de
görsek ya." diyorlardı. Böyle diyorlar diye beşerî bir duygu ve
düşünceyle insanın sıkılıp çekinmesi ise tabii olmakla beşeriyet icabı
senin de sıkılman ve bundan dolayı bazı âyetleri onlara okuyup tebliğ
etmekten çekinmen ihtimali vardır. Fakat sakın sıkılma ve bırakma. Sana
ne vahy olunuyorsa onlara oku ve tebliğ et. Onların ileri geri
konuşmalarına hiç önem verme. Sen ancak bir nezirsin, uyarıcısın. Allah
da herşeye karşı vekildir. Her hususta ona tevekkül et ve güven. O seni
korur, dilerse hazine de gönderir, melek de gönderir. Nitekim daha
sonra Bedir Savaşı'nda bir tane değil, binlerce melek gönderdi ve melek
neymiş onlara gösterdi: "Boyunlarının üstüne ve parmaklarına vurun!"
(Enfâl, 8/12) diye emreyledi.
13- Yoksa
onu, (o Kur'ân'ı Muhammed'in kendisi) uydurdu, da Allah'tan diyerek
Allah'a iftira etti mi diyorlar? Öyle ise, haydi siz de buna benzer
uydurulmuş on sûre getirin, ve Allah'dan başka kimi yardıma
çağırabilirseniz çağırın. Yani kendisine güvendiğiniz, tanıdığınız şair
ve ediplerinizden, sözünüzün geçtiğine inandığınız putlardan ilâhlardan
gücünüzün yettiğine başvurunuz, eğer sadık kimseler, doğru ve sözüne
inanılır kimseler iseniz, böyle yapmanız gerekir. Yani, Muhammed
Kur'ân'ı kendisi uydurdu da Allah'a isnad ve iftira ediyor diye
iddianızda doğru söylüyorsanız, her hal ü kârda kendiniz bizzat olmasa
bile dilediğiniz kimselere ve tapmakta olduğunuz putlarınıza başvurup
bu Kur'ân sûrelerine benzer en azından on sûre kadar birşey ortaya
koymanız gerekir. Hepsine eşdeğer olarak büyük bir kitap değil, üçer
dörder âyetli kısa sûrelerden on sûre bile ortaya koymanız yeter. İşte
böyle diyerek onlara meydan oku ve onları yarışmaya davet et! Allah'dan
başka herkese meydan oku, hiç sıkılma ve çekinme!
14- Bunun
üzerine size cevap vermezlerse, yani Kur'ân'ın on sûresine bile nazire
olabilecek bir şey ortaya koymaktan aciz kalırlarsa ki, Bakara
Sûresi'nde (âyet 23, 24) bu teklif bir sûreye kadar indirilmiş, böyle
olduğu halde yine aciz kalmışlardır. O halde hepiniz şunu bilin ki:
1- O hiç
şüphesiz Allah'ın ilmiyle indirilmiştir. Kur'ân, gerek açık Arapça olan
nazmı, yani sözleri, gerek mânâsında içerdiği gaybe ait haberleri,
emirleri ve yasakları, müjdeleri ve uyarıları ile bütün akılların ve
anlayışların üstünde Allah Teâlâ'nın özel bilgisiyle indirilmiş olan
bir mucize, bir ilâhî belgedir.
2- Ve ondan
başka ilâh yoktur. Tanrılıkta ve Tanrılığa ait hükümlerde Allah
Teâlâ'nın eşi, benzeri ve ortağı yoktur. Onun yapabildiğini kimse
yapamaz. Yapmak şöyle dursun akıl bile erdiremez. Artık müslüman
mısınız? Yani İslâm dininde karar kılıyor musunuz? İhlas ile Allah'a
teslim oluyor, şüphe ve tereddütleri bir yana bırakıp, peygamberle
didişmekten vazgeçip selamet yoluna giren halis muhlis, mümin ve
muvahhid olmaya kararlı mısınız? Öyle amma, dünyada lüks ve ihtişam
içinde ferih fahur yaşayan bunca kâfir var. "Bunlar bu kadar malı mülkü
nereden buluyor?" diye bir şüphe akla gelecek olursa şunu da bilmelidir
ki:
15- Her
kim
dünya hayatını
ve ziynetini
isterse, yani muradı ve niyeti dünya nimetleri olur ve hep buna
çalışırsa dünyada amellerinin karşılığını kendilerine öderiz, ne kadar
çalışmış, neyi hak etmişlerse eksiksiz veririz. Ve onlar bu dünyada hiç
mağdur edilmezler. Yani hakları yenmez, emek ve çalışmalarının
bedelinden hiç bir şey eksik verilmez, bekletilmez ve ertelenmez. Hepsi
emeklerinin karşılığını bu dünyada muhakkak alır. Hasılı uluhiyetin
şanı, kullarının istediklerini çalıştıklarından daha aşağı olmamak
üzere vermeyi gerektirir. Ameller de niyetlere göredir. Onun için
muradı sırf dünya olanların çalışma ve gayretlerinin karşılığı bütün
değeriyle, hatta fazlasıyla bu dünyada kendilerine verilir, alacak
verecek kalmaz, hesap kesilir ve iş bitirilir. Bundan "Onların hepsinin
eşit olarak bütün dünya muratları hasıl olur." gibi mânâ çıkarılmamalı
ve böyle bir vehme kapılmamalıdır. Zira onlara ödenen muratları ve
emelleri değil, amelleridir. Bundan anlaşılacak olan şudur ki, dünyada
insanlar güzel amellerde yarış yapmak ve imtihan vermek için yaratılmış
olduklarından, her amelin üzerine gerekecek iyi ve kötü bir ürün
vardır. Her çalışan, çaba ve çalışması ölçüsünde mutlaka bir yere
gelir, bir sonuca, bir ürüne kavuşur. "Ve emeği ilerde görülür." (Necm,
53/40) ki, söz konusu ürün kendi muradı ve arzusu kadar olmasa bile
Muhakkak ki, ameli ve çalışması kadardır. Verdiği emekten daha az, daha
aşağı olmaz. Mesela bir inci bulmak niyetiyle denize dalan bir kimse
arzu ettiği inciyi bulamazsa da denize dalıp çıkarak dalgıçlığı
öğrenir. Denize dalmayı öğrenme niyetine erer. Buna da acı veya tatlı
bir sonuç bir semere terettüp eder. Ya inci avcılığına devam eder,
belki beklediğinden de fazla inci daneleri elde eder, ya da bir kazaya
uğrar, ölür veya sakatlanır. İşte her amelin asıl semeresi ve akıbeti
Allah'ın ona takdir ve tayin etmiş olduğu neticesidir. Bunun azami
hakkı da bundan amel sahibinin gözetmiş olduğu maksat ve hedefi
geçmemektir. Bundan dolayı en büyük muradları, fani olan bu dünya
hayatının lüksünden ibaret olan kimselerin emek ve çalışmalarının ecri
de dünya hayatından ileri geçmez. Baki olan ahiret hayatına birşey
kalmaz. Bunlar maksat ve niyetlerine göre emek ve gayretlerinin bütün
mükafatını dünyada iken almış tüketmişlerdir. Sonuna gelince:
16-
Bunlar,
yani, dünya hayatının nimetini ve lüksünü gaye edinmiş bulunanlar o
kimselerdir ki, ahirette kendilerine ateşten başka hiç bir şey yoktur.
Ve bütün yaptıkları orada yok olmuş olur. Yani dünya hayatında bir
iyilik de işlemiş olsalar, ahiret sevabı elde etmek gibi bir niyetleri
bulunmadığı, bütün çabalarını ve niyetlerini dünya hayatına yöneltmiş
bulundukları için ahirette hepsinin eli boş kalır; amelleri, fani olan
dünya hayatı ile birlikte yok olup gitmiştir. Ahirette durum böyle
tezahür eder. Ve yaptıkları herşey batıldır. Hadd-i zatında boştur,
temelsizdir, sonu yoktur. Çünkü zaten dünya hayatı fanidir, onu tutmak
veya donatmak için her ne yapılsa boştur. Ecel gelince hepsini siler,
süpürür götürür. Açıkçası Allah'dan başkası fani olduğundan, sırf Allah
için yapılmış olmayan her amel batıldır. Çünkü "Yeryüzünde ne varsa
hepsi fanidir, baki kalacak olan yalnızca celal ve ikram sahibi olan
Rabbinin zatıdır". (Rahmân, 55/26-27).
17- İmdi
Rabbinden bir beyyine, bir belge üzerinde olan, yani aklı ve iz'anı
olan ve onu O'ndan bir şahit izleyen, yani yine Rabbinden bir şahit
olarak gelen Kur'ân mucizesinin şahitliği ile de ayrıca doğruluğu
desteklenen ve belgelenen, yine ayrıca ondan daha önce bir rehber ve
rahmet olarak indirilmiş olan Musa'nın kitabı da onun şahidi olan kimse
artık onlarla bir tutulur mu? Yani o şımarık ve alaycı kâfirlerle bütün
bu iman özelliklerine sahip olan kimse benzer olabilir mi?
İşte bunlar,
bu vasıflara sahip olanlar, yani yanında Rabbinden bir belgesi, parlak
bir delili, irfanı, iz'anı, önünde ve ardında iki mukaddes şahidi
bulunan kimseler, yani Hz. Muhammed ve ashabı ona iman ederler, yani
İslâm dinini tasdik ederler, ve muhtelif hiziplerden, (farklı görüşlere
sahip değişik cemaatlerden gruplardan) her kim buna inanmaz, kâfirlik
ederse, O'nun vaad olunan yeri ateştir. İşte bundan dolayı bunda, (yani
bu kitapta) hiç şüphen olmasın. Lâkin insanların çoğu iman etmezler.
Çünkü akl-ı selimleri ve vicdanları doğruya çalışmaz. Dünya hırsı ile
kalbleri kararmış, akılları karışmıştır.
18-24-
Arasındaki âyetler sözkonusu kâfirlerin Allah yolundan caydırmak için
ortaya koydukları çeşitli çaba ve taktikleri bildiriyor, onların bütün
çalışmalarının körü körüne ve şuursuzca yapılmış işler olduğunu
sergiliyor ve müminlere yılmamaları ve sabır göstermeleri öğütleniyor.
Şimdi gelecek âyetlerde daha önceki peygamberlere karşı imansızların
giriştikleri mücadeleden bazı önemli misaller veriliyor:
Birinci
misal Hz. Nuh ve kavmi arasında geçen olaylardır:
25-37-
And
olsun ki, vaktiyle de resul yaptık gönderdik. Nuh'u kavmine... Bu
sûrenin kıssaları da A'raf Sûresi'nin kıssalarına benzer. Bunda da onda
olduğu gibi önce Nuh ile başlanmış, sonra Hud, sonra Salih, sonra Lut,
şu farkla ki, burada buna İbrahim ile bir giriş yapılmıştır. Sonra
Şuayb, Sonra da Musa ve Harun kıssaları anlatılmıştır. Fakat bunlar
oradaki kıssaların aynen tekrarı değildir. Başka başka açılardan
nükteleri ve hikmetleri, ibretleri içermekte ve açıklamaktadırlar. Konu
ve gaye aynı olmakla beraber, altında yatan mânâların ayrı özellikleri
bulunmaktadır. Bu kıssalar o kadar güzel ve canlı hikmetleri, ibretleri
ve öğütleri içermektedir ki, her biri ciltlerle ayrıntıları ilham
edecek birer hikmet çekirdeği gibidirler. Lâkin biz bunların böyle
özetlenmiş olarak bildirilmesindeki hikmeti ve beyan güzelliğini ihlal
etmemek için bir çoğunda sadece misallerle yetiniyoruz. Bununla beraber
tavsiye ederiz bunları basit birer hikâye gözüyle okuyup geçmemeli,
üzerinde iyice düşünmeli, çok yönlü ibret ve ilham almak için
okumalıdır:
38-39-
Gemiyi yapıyordu. Hz. Nuh'un
gemisinin
vasıfları hakkında bazı
sözler
nakledilmiştir. Bu arada denilmiştir ki, boyu üçyüz arşın, eni elli
arşın, su kesiminin üstünde kalan yüksekliği otuz arşın, sactan
yapılmış üç ambarlı bir gemi idi. Hasen'den naklen rivayet olunduğuna
göre, boyu bin iki yüz, genişliği altı yüz arşın imiş. Fakat bu gibi
ayrıntılara girişmek boşuna uğraşmak olur, doğrusunu tayin imkânsızdır.
Bu konuda Kur'ân'dan öğrenilen şudur ki, kavmin müminlerini ve
ihtiyaçları olan yiyecekleri ve her çeşit hayvanattan iki taneyi, yani
birer çifti sığacak genişlikte imiş. Ancak bu geminin yelkenli olmayıp,
vapur gibi, ocaklı ve istim gibi feveranlı, yani kaynayıp fışkıran bir
kuvvetle harekete geçtiğini hatırlatan şu cümle çok dikkat
çekicidir:
40-41-42-
Ta
ki emrimiz geldi ve tennur feveran etti. Yani bu gayeye gelinceye kadar
Nuh gemisinin yapımına devam ediyordu. Kavmi de kendisiyle alay
ediyordu. O vakit yükle dedik ona...
Tennur:
Lügatte kapalı bir ocak, bir fırındır ki, dilimizde "tandır" olarak
kullanılır. Leys demiştir ki; "tennur" genellikle bütün dillere gelmiş
olan bir kelimedir. Bir benzeri de "tennar" teleffuzudur. Ezheri de
demiştir ki; "Bu gösterir ki, isim bazan A'cemi olur, Arap onu
Arapçalaştırır da sonra Arapça olur. Ve buna delil aslı tennar
olmasıdır. Bundan önce Arapça'da "tennur", bilinen bir şey değildir.
Bunun benzeri başka dillerden Arapça'ya geçmiş olan dîbâc, dinar,
sündüs, istebrak gibi kelimelerdir. Arap bunları konuşmaya başlayınca
artık Arapça olmuşlardır."
Feveran
kelimesi de biliniyor ki, kuvvet ve şiddetle kaynamak ve fışkırmaktır.
Şimdi biz gemiden söz edilirken tam ocak feveran ettiği sırada yük emri
verildiğini işittiğimiz zaman o geminin hareket etmeye hazır bir vapur
olduğunu anlamakta hiç tereddüt etmeyiz. Lakin vapuru görmemiş olanlar
bunu anlayamazlar ve "Acaba bu ocağın feveranı da ne demektir? Bu olsa
olsa bir işaret olacaktır." diye düşünmekte mazur olurlar.
İlk devir
müfessirleri (eslaf) bunun hakkında muhtelif mânâlar kayd ve
nakletmişlerdir ki, bunları burada özetleyelim:
1-
Müfessirlerin çoğu, "tennur"un gerçekten bir ocak anlamına geldiğinde
görüş birliği içindedir. Ancak kimisi Nuh'a mahsus bir tennur idi
demiş, bir çoğu da ekmek pişirilen bir fırın idi demişler. Kimi
Âdem'den kalma idi, kimi de Hz. Nuh'un zevcesinin ekmek pişirdiği bir
tandır idi, demiş. Kimi taştan idi, kimi Kûfe tarafında idi demiş ve
hatta Hz. Ali'den Kûfe mescidinin yerinde idi diye bir söz de
nakledilmiştir. Kimi Şam diyarında "Ayn-i Verdan" denilen mevkide, kimi
de Hint diyarında idi demişler. Ve bütün bunlar, feveranı suyun kazanda
kaynar gibi fırından kaynayıp fışkırmasıyla izah etmişlerdir. Böyle bir
feveran âyette niçin geminin inşasına bir sonuç ve yüklenmesi emrine
bir şart ve başlangıç olarak gösterilmiş? Bunun çeşitli açılardan
yorumuna gelince de, Allah Teâlâ, bunu Hz. Nuh'a tufanın başlayacağına
bir alâmet olmak üzere tayin buyurup önce haber vermiş ve böylece bu
alâmet ve mucize zuhur ettiği vakit yüklemek emrini vermiş demişler.
Fakat bir kısım müfessirler, bu izahı kabul edilebilir bulmamışlar ve
başka mânâlar vermişlerdir.
2- Araplar
arasında bazan yeryüzüne de "tennur" denildiği görüldüğünden, tennurun
feveranı yer yüzünden suların fışkırması olacaktır. Nitekim Kamer
Sûresi'nde "Bunun üzerine şakır şakır akan sularıyla göğün kapılarını
açtık. Yeri de kaynaklar halinde fışkırttık. Ezelde takdir edilmiş bir
emir üzere sular birleşti." (Kamer, 54/11-12) buyurulmuştur, demişler.
Yer kürenin bir büyük fırın anlamında olduğunu hatırlatan bu görüş dahi
dikkate değer ise de bu şekilde feverana yakışan mânâsı su fışkırması
değil, ateş püskürmesi olurdu. Çünkü tandır ateş yakılan bir yerdir,
bir su kuyusu değildir.
3-
Tennur'dan murad yeryüzünün yüksek ve şerefli mevkileri demektir ki,
harikulade bir olay olarak oralara bile sular fışkırmıştır,
demişlerdir.
4-
"Farettennur", şafak attı, tan yeri ağardı, sabah oldu mânâsına gelir,
denilmiş ve bunun Hz. Ali'den menkul bir tefsir olduğu söylenmiş.
5- İş
kızıştı, şiddetlendi mânâsına "fırın kızdı" denildiği gibi,
"farettennur" da böyledir, denilmiştir. Lâkin bu dört mânânın dördü de
mecazdır. Ancak meselenin özü, harikulade bir olaya ait olduğundan
tefsir âlimlerinin hemen hepsi (cumhur), bu mânâları, tennur
kelimesinin gerçek ve lügat mânâsından saymaya sebep teşkil etmediğini
söylemektedirler.
6- Ebu
Hayyan, tefsirinde Hasen'den rivayetle "tennur"un "gemide suyun
toplandığı yer" olduğunu nakletmiştir, ki bu ifade hemen hemen geminin
kazanını andırıyor.
Görülüyor
ki, tefsir âlimlerinin rivayetlerinin bazı noktaları yukarıda
arzettiğimiz mânâya değinir yapıdadır. Yani geminin yelkenli bir gemi
değil, kazanla çalışan bir vapur olduğunu hatırlatır niteliktedir.
Rivayetlerdeki bu ayrıntılar da görüldükten sonra biz şimdi hakkıyla
diyebiliriz ki, tennurun gerçek anlamıyla bir ocak olması, aynı zamanda
onun gemide su toplanan bir kazan ile ilişkili olmasına da engel
değildir. Cumhurun ocak olduğu hakkındaki rivayetiyle bu rivayet
arasında çelişki de yoktur. Harf-i tarif ile "ettennur" buyurulması,
bunun gemiye ait bir tandır, bir ocak olmasını açıkça belli eder. Ayı
zamanda Hz. Nuh'a ait bir tennur olması da buna engel değildir. Çünkü
bu onun bir mucizesidir. "Keşşaf" sahibinin, sarahatle belirttiği
üzere, âyette gayesi yukarıdaki fiiline müteallik olup, mânâ demek
olduğundan, tennurun feveranı gemideki yapım işinin sona ermesi,
yükleme ve hareket emrinin de başlangıcı ve şartı olarak
gösterilmiştir. Bunun böyle olduğu göz önünde bulundurulursa, tennurun
feveranı gemiyi harekete geçiren kuvvetin kendisini ifade ettiği
anlaşılır. Bu günkü söylenişi ile "nihayet emrimiz gelip gemi
ateşlendiği vakit" demek olur. Ve bunda tennur ve feveran kelimeleri
gerçek anlamda kullanıldığı ve âyetin bu mânâda gayet zahir olduğu da
şüphesizdir. Şu halde nassta hakikat anlamını ve zahiri bırakıp da
te'vil aramaya hiç de sebep yoktur. Geminin yapımı tamam olup "fayrap"
haline gelmesi, ilâhî emir olan tufanın başlayacağına bir alâmet
olmasına da engel olan bir durum değildir. Âyetin bu zahirine karşı, "O
zaman öyle bir vapur nasıl yapılabilirdi? Yapılmış olsa bu sanat
unutulur mu idi?" gibi vehim ifade eden bir iki sual akla gelebilir.
Halbuki daha önceki çağlarda bilinip de sonradan kaybolup gitmiş bir
takım sanatların olduğu bile tarihi misallerle sabittir. Kaldı ki Nuh,
gemisini beşerin bilgi ve tecrübe birikimiyle değil, doğrudan doğruya
"Bu gemiyi Bizim gözetimimizde ve vahyimize göre yap!" âyetinde de
ifade buyurulduğu gibi, Allah'ın vahyi ile ve yine O'nun gözetiminde
yapmıştır. Her çiftten iki tane, yani erkeği ve dişisi olan her
canlıdan ikişer tane ki, bunun miktarını Allah bilir, gemiye
alınmıştır. Bu kadar canlıyı alabilen ve bunlarla beraber Hz. Nuh'un
bir oğlunun dışında bütün aile fertlerini ve az da kavminden kendisine
iman etmiş olanları, gerek insanlar, gerek diğer hayvanlar için gerekli
olan yiyecekleri dahi yüklenerek, dağlar gibi dalgalar içinde akıp
giden bir geminin harikulade bir gemi olması ve bunun basit bir
yelkenli gemi gibi düşünülmemesi gerekiyor. "O devirde böyle bir gemi
yapılabilir miydi?" sorusuna karşılık, "Öyle fırtınalı ve dalgalı bir
tufanda bu kadar yükü küçük bir yelkenli taşıyabilir mi?" sorusuyla
cevap vermek gerekir.
43- Bu gün
Allah'ın emrinden kurtaracak yoktur. Yani, bu gün bazı basit
tedbirlerle bu afetten kurtulmaya imkân yoktur. Bu gün başka yağışlı
günlere benzemez ve bu olay senin zannettiğin gibi basit yağmur ve
fırtına olayı değildir. Allah'ın emriyle kesinleşmiş olan büyük bir
azap ve helâk günüdür. Bundan sen değil, dağlar bile kurtulamaz. Ancak
Allah'ın merhamet ettikleri müstesna, ki bunlar da gemide
bulunanlardır. Bu ifadeden söz konusu tufanın umumi olduğu, yani
bölgesel ve yerel bir tufan değil, bütün dünyaya yaygın bir tufan
olduğu anlaşılıyor ki, meşhur olan da budur. Fakat bu umumiliğin
yerkürenin dışındaki âlemlerle ilişkili olmadığı da kesindir. Nitekim
Nuh Sûresi'nde Hz. Nuh'un duası "Ey Rabbim , kâfirlerden hiçbirine
yeryüzünde adım atacak bir yer bırakma!" (Nuh, 71/26) şeklindedir. Buna
göre, tufanın yerküre üzerindeki alanı da, kutup bölgeleri de dahil
olmak üzere bütünü ve her tarafı değildir. O devirde insan ile meskun
olan kısımlarını hesaba almak gerekecektir. O devirde Hz. Nuh'un bütün
insanlara mı yoksa, kendi kavmine mi peygamber gönderildiği bahis
konusu edilecektir, ki, bu noktada ihtilaf vardır. O devirde henüz
insanlar Âdem'den beri bir tek kavim halinde miydiler, yoksa değişik
kavimlere ayrılmış ve çeşitli bölgelere dağılmış mıydılar? Şurası
kesindir ki, Hz. Nuh'un peygamber olarak gönderildiği kendi kavminin
bulunduğu yerde tufanın umumiliği kesin, bunun ötesi zan ve tahmindir.
Nuh Sûresi'ne bakınız.
44-47-
Derken aralarına
dalga giriverdi,
bunun üzerine o da
boğulanlardan
oluverdi. Ve denildi. Ey yer, suyunu yut! Ey gök, sen de kes artık! Bu
emirlerin ifade ettiği heybeti ve kudreti tasavvur etmeli. Yere, göğe
böyle emir veren ve onlara hükmeden ilâhî saltanatın azamet ve
büyüklüğünü düşünmeli. Bu kudrete kim karşı durabilir? Sular çekildi ve
emir icra edildi. Yani azap emri, azap hükmü yerine getirildi.
Boğulacaklar boğuldu, kurtulacaklar kurtuldu. İş bitirildi. Gemi de
Cudi üzerine oturdu.
Cudi:
Engince bir dağdır ki, Musul'da denilmiş, El-Cezîre'de, Âmid'de, Şam'da
denilmiş. Ebu Hayyan diyor ki, Cezire'de veya Âmid'de denilmesi Musul'a
yakınlığı dolayısıyladır. Bir de denilmiş ki, Cudi her dağa
söylenilebilen bir cins ismidir. Nitekim Zeyd b. Amr b. Nufeyl'in şu
beyti bu kabildendir:
"Sübhanellah, sübhanellah
diyerek tekrar tekrar O'nu
tesbih ederiz.
Bizden önce
O'nu dağ da, buz da tesbih etti."
Ve o zalim
kavme, defolun denildi. Nuh'a karşı tavır alan ve yukarıda da
açıklandığı gibi, sürekli alay eden ve haklarında Allah tarafından "O
zalimler hakkında bana bir niyazda bulunma." diye onlar hakkında hayır
dua edilmesine bile izin verilmeyen işte o zalim kavim böylece helâk
edilmiş oldu.
48-
Ey Nuh!
denildi. in, Bizden selamet ve bereketlerle in. Sana ve seninle beraber
olanlardan gelecek nice ümmetler, daha nice ümmetler de olacak ki, Biz
onları faydalandıracağız, dünya nimetleri ile nimetlendireceğiz, sonra
da kendilerine bizden acı bir azap dokunacak. Yukarıda "Yanında ona
iman edenler ancak çok az kimselerdi." buyurulduğu için Hz. Nuh'un aile
fertlerinden başka yanında çok az mümin vardı. Allah Teâlâ bunlara öyle
bir selamet ve bereket ihsan buyurdu ki, bunlar çoğaldıkça çoğalacaklar
ve kendilerinden bir çok ümmetler gelecekti. İşte Hz. Nuh'a bu durum
önceden haber veriliyor ve "Acaba az sayıda bu müminlerin ve aile
fertlerinin akıbeti ne olacak?" şeklindeki endişesi gideriliyordu. Bu
endişeyi Hz. Nuh, kendi içinde duymuş olmalı ki ona, içe dönük bir
ifade tarzıyla "denildi" meçhul fiili ile hitap ediliyor. Hz. Nuh'un
soyundan gelecek olan ümmetler de iki kısım olacak. Bunlardan birinci
kısım yine o selamet ve berekâta nail olup kıyamete kadar üremeye devam
edecek, diğer bir kısmı da bir müddet dünya nimetlerinden istifade
ettikten sonra yine acı bir azaba çarptırılacak ve ahiret selametine
eremeyecek. Görülüyor ki, bu âyet eski zamanlarda yaygın olan bir
kanaata da açıklık kazandırıyor: Demek oluyor ki, tufandan sonraki
insanlar yalnızca Hz. Nuh'un üç oğlunun soyundan ibaret değildir. Hz.
Nuh'un yanında bulunan az sayıda müminlerin sülâleleri de berekâta
mazhar olmuşlardır. Zira Hz. Nuh'un yanında bulunan oğulları "ve
ehleke" ifadesinden de anlaşılacağı üzere ailesine dahildir. Yani
onunla birlikte olup ona iman edenler ise aile fertlerinin dışında
kalan müminlerdir ki, selamet ve berekât ile ayrıca taltif edilen "Yani
seninle beraber olanlardan üreyecek ümmetler." ifadesi gayet açık
olarak diğerlerini kapsamına alır. O halde bütün ümmetlerin Hz. Nuh
evlatlarından üremiş oldukları hakkındaki tarihi görüş, mutlak bir
hakikat değil, çoğunluğu Nuh'un soyundan anlamına gelir. Zira bu
selamet ve berekâtta en büyük hisse Hz. Nuh ile evlatlarına aittir.
Rivayet olunduğuna göre Hz. Nuh Recep ayının onunda gemiye binmiş ve
Muharrem ayının onunda inmiş, o gün şükür orucu tutmuş ve bu orucu
tutmak sünnet olmuştur.
Ya Muhammed!
49-Burada
Nuh kıssasından alınacak ibret ihtar olunurken, Yunus Sûresi'nin sonuna
da bir işaret ve te'yid yapılmış ve böylece sûreye adını veren Hud
kıssasına geçilmiştir. Bu kıssaların burada böyle ardarda anlatılması,
her birisi bir başka yönden Hz. Muhammed'in Mekkeli müşriklere karşı
verdiği mücadeleyi andırmasından dolayıdır. Bir de o müşriklere,
yaptıkları hırçınlıkların daha önceki devirlerde kâfirlerin tutumlarına
benzediğini ihtar etmek içindir. Hûd Aleyhisselam'a karşı direnenlerin
kıssasına gelince:
50- Ad'e
de
kardeşleri Hud'u peygamber gönderdik. Yani Hud aleyhisselam soy
bakımından başka bir kavminden değil, gönderildiği Ad kavminin bir
ferdi idi.
Tefsir
kitaplarında Hud'un nesebi hakkında iki rivayet vardır.
Birincisi:
Nuh'un oğlu Sam, Sam'ın oğlu İrem, İrem'in oğlu Avs, Avs'ın oğlu Hulud,
Hulud'un oğlu Rebah, Rebah'ın oğlu Abdullah, Abdullah'ın oğlu
Hud'dur.
İkincisi:
Nuh'un oğlu Sam, Sam'ın oğlu Erfahşad, Erfahşad'ın oğlu Salih, Salih'in
oğlu Hud'dur. Ad ise Nuh'un amcası oğlunun oğlu imiş. Buna göre Hud'un
atası ile Ad kavminin atası olan Ad kardeş olmuş olur. Hud aleyhisselam
için "kardeş" sözünün kullanılması, kardeş bir kavme gönderildiğine
işaret eder. Ancak bu yorum, Kur'ân'da bildirilen genel teâmüle; yani
her kavme kendi içinden peygamber gönderilmesi geleneğine aykırı olur.
Zaten bu bölümün en son âyetinde (âyet 60) de açıkça belirtildiği gibi,
"Hud'un kavmi olan Ad defolup gittiler." ifadesinde "Hud'un kavmi"
denilmektedir. Hasılı bu kardeşliği iki kabilenin kardeşliği açısından
ele almak, her yönüyle ifadeyi zora koşmak olur. Aslında burada Hud'a
kardeşleri denmesinin sebebi, onun kendi kavmine dostça, kardeşçe
yaklaşımını bildirmek, yani baş olmak ve onlara hükmetmek arzu ve
niyetinde olmadığını vurgulamak, onun kardeşçe tavrını ve tutumunu
belirlemek içindir.
Hud onlara
gönderildi de ne dedi bilir misiniz? Ey benim kavmim, dedi. Allah'a
ibadet edin. Ancak O'nu mabud olarak tanıyın, ancak O'na kulluk edin.
Size O'ndan başka hiçbir tanrı yoktur. Siz iftiracılardan başka birşey
değilsiniz. İlâh diye başkalarına tapıyorsunuz.
51- Ey
kavmim! Buna karşılık ben sizden bir ücret istemem. Yani bu sözüm
sizden garaz ve fayda gözeterek söylenmiş bir söz değildir. Halis
muhlis bir nasihattır. Bu ihtarı hemen her peygamberin kıssasında
görürüz. Çünkü samimiyet, ihlas ve doğruluk, peygamberliğin ve
nasihatın birinci şartı ve hak ile batılın en esaslı farkıdır. Tevhid
inancının da gereği bu olduğundan, her peygamber kendi ümmetine bu
uyarıyı yapmıştır. "O halde ihlas nedir?" denecek olursa benim ecrim
ancak beni yaratana aittir. Bana bu yüce fıtratı veren yaratıcıma
aittir. Bana ne verecekse O verecektir. Artık siz akıl etmez misiniz?
Aklınızı kullanıp, böyle halisane söylenen ve doğrudan doğruya sizin
yararınıza olan bu hak öğüdü tutarak Allah hakkında iftiradan vazgeçmez
misiniz?
52- Ey
kavmim! Rabbinize istiğfar edin, O'na karşı günahlarınızı itiraf edip
af ve mağfiret dileyip sonra da O'na tevbe edin, şirk ve isyandan
pişmanlık duyup, imana ve doğru yola gelerek O'na yönelin, O'na kulluk
edin, ki, üzerinize gökten bol bol rahmet ve bereket göndersin. Size
kuraklık ve kıtlık çektirmesin, hayatınızı kuru maddelerin baskısından
kurtarıp yüceltsin. Ve kuvvetinize kuvvet katsın. Bilinen cismani
kuvvetinizi, henüz tanımadığınız manevi kuvvetle ikiye katlasın, kat
kat arttırsın. Ve mücrim mücrim yüz çevirmeyin. Yani günahlarınızda
ısrar ederek, bu güzel öğütleri dinlemekten yüz çevirmeyin,
dinlememezlik etmeyin.
Görülüyor
ki, Hz. Hud'un bu tebliğatı, bu sûrenin başındaki ilkelerdir. Hud
Aleyhisselam'ın bu nasihatlarında. "Ben size şu mucize ile geldim"
gibisinden kesin bir açıklama yoksa da doğuştan gelen akıl ve kalbe
hitap eden deliller vardır. Kur'ân'da sürekli üzerinde durulan şey de
bu çeşit deliller ve belgelerdir. Aslında bunlar Salih Aleyhisselam'ın
devesinden ve Hz. Musa'nın asasından daha kesin ve daha kuvvetli
belgelerdir. Zira asıl mesele, akla uygun olan tevhid inancıdır.
53-Fakat
Hud
kavmi, fiilen imana zorlayacak ve ona mecbur edecek bir kuvvet
olmadıkça o gibi akli belgelere önem vermediklerinden, dediler ki; ey
Hud, sen bize bir beyyine ile gelmedin, bizi inanmaya mecbur bırakacak
bir açık delil, bir mucize getirmedin. Bu tıpkı Mekke müşriklerinin
Resulullah'a indirilen âyetleri âyet ve delil saymayıp "Ne olurdu ona
bir başka âyet indirilseydi." (Yunus 10/20) ve "Ne olurdu ona bir
hazine indirilseydi ve beraberinde bir melek gelseydi..." (Hud 11/12)
demelerine benzer.
Ve
biz,
senin sözünden dolayı ilâhlarımızı terketmeyiz, ve biz sana inanmayız.
54-55-
Ancak
deriz ki: İlâhlarımızdan bazıları her halde seni fenalıkla çarpmış.
Yani onlara dil uzattığın için seni delirtmiş, aklına fenalık
getirmiştir. Burada bazısı demelerinin sebebi, putlardan her birine
başka başka özellikler vermiş olmalarıdır: Şu filan hususun tanrısı bu
filan işin tanrısı gibi isimler uydurduklarından dolayıdır.
Bu inkâr ve
inada, bu hezeyana karşılık Hz. Hud bizzat kendisinin en büyük ilâhî
belgelerden birisi olduğunu anlatan şu gerçekleri öne sürerek cevap
verdi ve dedi ki, ben Allah'ı şahit tutarım siz de şahit olunuz ki,
O'ndan başka sizin uydurduğunuz şeriklerden ben kesinlikle uzağım. İmdi
siz hepiniz toplanarak bana istediğiniz oyunu oynayabilirsiniz Yani
bundan daha açık ne gibi bir belge arıyorsunuz? Yalnızca bana fenalık
yaptığını iddia ettiğiniz bazı ilâhlarınız değil, bütün şerikleriniz ve
sizin hepiniz toplanarak bana fenalık yapmak için dilediğiniz planı
yapıp uygulayabilirsiniz, istediğiniz oyunu yapabilirsiniz. Sonra bana
hiç süre de tanımayınız. Yani elinizden geleni geri koymayın, ne
kötülük biliyorsanız hemen yapın, ne sizden ne de tanrı diye taptığınız
putlardan hiç korkmuyorum.
56- Ben
Allah'a tevekkül ettim, O'na güveniyorum, O'nun beni koruyacağına
inanıyorum, ki, O Rabbim ve Rabbinizdir. Benim de malikim ve efendim,
sizin de Rabbiniz ve malikiniz. O'nun iradesi ve dilemesi olmadan ne
siz bana birşey yapabilirsiniz, ne de başkaları. Çünkü hiçbir
kımıldayan canlı yoktur ki, Rabbim onun alnını tutmuş olmasın. Yani
hepsinin alın yazısı, yaşaması ve yönetilmesi O'nun kudret elindedir.
Bütün ipler O'nun elindedir. Herşey onun mülkiyetinde ve
tasarrufundadır. Hiçbirini kaçırmaz, isterse hiçbirini kımıldatmaz.
Alnından tutmak, perçeminden yakalamak, zapt u rapt altına almak
anlamına deyimdir. Şüphe yok ki, Rabbim doğru yol üzerindedir.
Doğruluğun himayecisi, doğruların yardımcısıdır. Rızası hak, doğruluk
ve adalettedir.
57-
Artık
siz yine de yüz çevirirseniz, yani bu açık ve kesin hakikatleri
dinlemez ve doğruluğun yolu olan tevhid yolunu tutmazsanız ben size
tebliğ için gönderildiğim şeyi tebliğ ettim. Ben kendi vazifemi yaptım.
Rabbim -beni sorumlu tutmaz fakat sizin yerinize başka bir kavmi
getirir. Yani sizi helâk eder, yerinize başka bir kavmi halef yapar.
Hilafeti, yani yönetimi onlara verir. Ve siz de O'na hiçbir zarar
veremezsiniz. O'nun emrinden yüz çevirmenizin bütün zararı kendinize
ait olur. Çünkü benim Rabb'im herşey üzerinde gözetici ve koruyucudur.
Hiç bir şeyi gözden kaçırmaz ve yaptıklarınız O'ndan gizli kalmaz. Şu
halde O'na hiç bir zarar verme ihtimali olmaksızın cezanızı bulursunuz.
Şimdi "Acaba
işin sonu ne oldu? Hud'un dedikleri gerçekleşti mi?" denilecek olursa,
bakınız ne oldu?
58- Ne
zaman
ki, emrimiz geldi, yani Hud'u dinlemediler, direndiler ve azabı hak
ettiler. Sonunda azap emrimiz geldi çattı, işte o vakit Hud'u ve
beraberinde iman edenleri tarafımızdan bir rahmet ile kurtardık. 'deki
harfi sebebiyyedir ve rahmetin tenvini de "tefhim" içindir,
tarafımızdan büyük bir rahmet sebebiyle demektir. Ve büyük rahmetten
murad da iman nimetine hidayet etmek ve muvaffak kılmaktır. Ve Biz
bunları koyu, katı bir azaptan kurtardık. Yani, iman etmeyenler
şiddetli ve şumullü ağır bir azap ile helâk edilirlerken Hud ile
müminler böyle büyük bir rahmetle o tehlikeden kurtuldular. Söz konusu
galiz azap "Semum" azabıdır ki, bu bir "rîh-i sarsar" idi: Kâfirlerin
burnundan giriyor kıçlarından çıkıyordu, evlerini, mallarını yıkıp,
sürükleyip götürüyordu, herşeyi silip süpürüyordu. Her parçasını bir
tarafa atıp savuruyordu. Bununla beraber bazı müfessirler burada başka
bir mânâ daha olduğunu söylemişler: "Kurtardık" fiili iki defa tekrar
edildiğine göre, bunun birisi Ad kavmini helâk eden kum fırtınasından,
diğeri de ahirette cehennem azabından kurtarmaktır demişler ki, bu çok
yerinde ve güzel bir mânâdır. Nitekim bundan sonraki âyette hem dünya,
hem ahiret açıkça tasrih olunmuştur. Buna göre, esas mânâ şu demek
olur: Biz bunları koyu bir azapdan da kurtardık".
59-Ey
dinleyen! İşte onlar, bugün gider oralarda dolaşırsanız görürsünüz ki,
o harabeler, o yıkıntılar ve kabirlerdir Ad kavmi. Bunlar ne diye böyle
oldular, neden o katı azaba uğradılar bilir misiniz? Rabblerinin, (yani
Allah'ın) âyetlerini inkâr ettiler ve Allah'ın Resullerine isyan
ettiler. Bu kavme gönderilen Hud peygamber olmakla beraber bunun
öğretileri esas itibariyle evvelki peygamberlerin de öğretilerine uygun
olduğundan ona isyan etmekle bütün peygamberlere isyan etmiş durumuna
düştüler. Ve her inatçı zorbanın arkasına düştüler.
60-
kendileri de hem bu dünyada lanetle
izlendiler hem de kıyamet
gününde.
Evet, Ad kavmi, gerçekten de Rab'lerine küfür ettiler, O'nu inkâr edip
kâfir oldular. Evet, defolup gitti Ad, o Hud'un kavmi. İşte "Onlardan
bir ümmet ki, onları bir süre dünya nimetlerinden faydalandırır, sonra
da tarafımızdan bir azaba uğratırız." (Hud 11/48) âyetinde bildirilen
ümmetlerden biri bu Ad kavmi idi ki, bunlara "Onu helâk etti, önce
gelen Ad'i." (Necm 53/50) âyetinde de bildirildiği üzere yani "Önceki
Ad" denilir.
Üçüncüsü
Semud kavminin durumudur: O da şöyleydi:
61-68-
"Semud'a da kardeşleri Salih'i
gönderdik."
Semud, kadim Arap
kabilelerinden bir kavim olup esas ataları "Sam'ın oğlu İrem'in oğlu
Amir'in oğlu Semud"dur. Diğer bir kavle göre de az su anlamına gelen
"semed" den alınmış bir kelimedir. Yaşadıkları yerin suyunun az olması
sebebiyle bu ismi almışlardır. Salih Aleyhisselam'ın nesebi ise
"Semud'un oğlu Cader'in oğlu Ubeyd'in oğlu Maşih'in oğlu Esef'in oğlu
Ubeyd'in oğlu Salih" olarak geçmektedir. Kendisi Semud kavminin ileri
gelenlerinden imiş. "İşte size Allah'ın şu dişi devesi bir mucizedir."
(Âyetin tefsiri için Şuara Sûresi 155-159. âyetlerin tefsirine
bkz.)
Dördüncü
misal Lut Kavmi'nin akıbetidir:
69-76- Andolsun ki,
gerçekten de elçilikle görevlendirilmiş olan meleklerimiz
İbrahim'e müjde ile vardılar. Burada elçi meleklerden maksat Cebrail
ile diğer iki melek diye rivayet edilmiştir. Bu iki meleğin de Mikail
ve İsrafil oldukları da ayrıca nakledilmiştir.
Muhammed b.
Kâ'b'den gelen rivayette Cebrail ile birlikte yedi tane daha,
Dahhak'tan gelen bir rivayette dokuz, Suddi'den gelen bir rivayette,
yüzleri parlak genç oğlanlar suretinde onbir, Mukatil'den gelen bir
rivayette ise oniki oldukları söylenmiştir. Görülüyor ki, bu kıssanın
başında ifadenin üslubu değişmiştir. Zira bu kıssaların anlatılış
sebebi helâk olan kavimlerin durumunu bildirmektir. Bu kıssada
anlatılan da helâk olmuş olan Lut kavmidir. Halbuki Lut aleyhisselam
Hz. İbrahim'in yakın akrabasından ve onun şeriatı üzere gönderilmiş
olan bir peygamberdi. Bundan dolayı olay Hz. İbrahim'i de
ilgilendireceğinden önce İbrahim'in durumuyla ilgili bir kıssa ile
konuya giriş yapılmıştır. Peygamberler atası olan Hz.İbrahim
anlatılınca da O'nun Allah katındaki değerinin yüceliğini belirtmek
için kıssa, ta yukarıdaki cümlesinin benzeri olan bir cümle ile diye
başlamıştır. Nitekim Musa kıssası da böyledir. Burada söz konusu elçi
melekler Lut kavmine gönderilmiş olduklarından, Hz. İbrahim'e
gelişleri, dolayısıyla bir geliş demek olduğundan buyurulmuştur ki,
selamet ve evlad müjdesi için gelmişlerdi.
77- Ne
zaman
ki, elçilerimiz Lut'a geldiler, Hz. İbrahim'in bulunduğu kasabaya dört
fersah uzaklıkta olan ve Lut kavminin bulunduğu bölgenin en büyük şehri
olan bu kasabanın adı "Sedum" veya "Sodom" imiş.
Melekler Hz.
Lut'a gayet güzel yüzlü gençler şeklinde gelmişlerdi. Onun için âyette
Lut onların gelişinden fena halde sıkıldı, ve eli, ayağı dolaştı,
telaşa kapıldı.
78-81- Kavmi
de ona harıl harıl koşup geldiler. Rivayet olunduğuna göre, karısı o
azgınlara haber göndermiş. Ve onlar daha önceden kötülük yapıyorlardı.
Yani utanıp sıkılmıyorlardı, çirkin işler yapageliyorlardı, buna
alışmışlardı. Utanma duyguları silinmişti, hayaları kalmamıştı. Onun
için hiç utanmadan ve arlanmadan fenalık niyetiyle koşup Lut'a kadar
gelmişlerdi.
İşte şunlar
kızlarım. Bunlar sizin için gayet temizdirler. Yani onlardan
istediğinizi nikah edip güzel güzel alırsınız, pisliğe ve günaha
bulaşmazsınız. Katade, "kızlarım" tabirinden maksat Hz. Lut'un kendi öz
kızları olduğunu söylemiş ise de, Mücahid ve Said b. Cübeyr'den rivayet
olunduğu üzere, kavmin kızlarıdır,
muhtar olan görüş de budur. Bir
peygamber ümmetinin babası durumunda olduğundan sevgi ve şefkatten
dolayı kızlarım, demiştir. Nitekim "Peygamberin hanımları ümmetin
analarıdır." (Ahzab 33/6) buyurulmuştur.
82- Ne
zaman
ki, emrimiz geldi, yani azap vakti gelip çattığında o ülkenin üstünü
altına çevirdik ve üzerlerine taş yağdırdık. Öyle taşlar ki,
siccildendir.
83- Kil
taşından, yani kumla, çamurdan yapılmış dondurulmuş, cehennemde
pişirilmiş ve taşlaşmış, Rabbin katında damgalanarak istif edilmiştir.
Yani, her taşın kime ve nereye isabet edeceği ezelde takdir edilmiş,
suretine nakşedilip işlenmiş idi. Ve bunu Allah'dan başka bilen yoktu.
Yaratılışta böylece yapılmış, kendi özel yerlerine istif edilmiş,
hazırlanmıştı. Yani bu gibi olayları tesadüfen meydana gelmiş, durup
dururken kendiliğinden meydana gelmiş bir tabiat olayı gözüyle görüp
geçmemek gerekir. Çünkü gerçekte tesadüf diye birşey yoktur. Âlemleri
yaratan yüce kudretin tasarrufu vardır.
Ve bunlar
zalimlerden uzak değildir. Yani, böyle
taşlar, genellikle,
zalim olan
kimselerden, özellikle de sûrenin başında geçtiği üzere haktan göğüs
büken ve yüz çeviren, sıkışınca "Bu bir sihir" diyen, "peki
o azabı
engelleyen nedir?" diyerek küstahlık eden Mekke müşrikleri içindeki
zalimlerden ve kıyamete kadar gelecek olan öteki zalimlerden uzak
değildir.
Beşinci
misal de Medyen ahalisidir:
84- Medyen'e
de kardeşleri Şu'ayb'i gönderdik. Medyen Hz. İbrahim evladlarından
Medyen'in nesli olan bir kavim olup, merkezleri Şap Denizi kıyısında
onun kurduğu bir şehir imiş. Şu'ayb Aleyhisselam da bu kavmin
soylularındandır. Bildirildiğine göre nesebi: Medyen oğlu Yeşcür oğlu
Mekil oğlu Şu'ayb'dir. Ve kavmine karşı güzellikle yaptığı uyarılardan
ve öğütlerden dolayı Peygamberlerin hatibi ünvanıyla anılır: kendisine
"Hatibü'l-enbiya" adı verilmiştir. Kasas Sûresi'nde geleceği üzere Musa
Aleyhisselam, Şu'ayb peygambere hizmet etmiş ve kendisine damat
olmuştur. Şu'ayb Aleyhisselam'ın kıssalarına dikkat edilirse zamanımız
medeniyetinin genel ahlâk anlayışına değinen önemli noktalar görülür.
Şu'ayb Peygamber de diğer peygamberler gibi tevhid emriyle başlayarak:
Ey benim
kavmim, dedi. Allah'a ibadet edin, O'ndan başka tanrınız yoktur. Ölçeği
ve tartıyı eksik tutmayın. Bundan anlaşılır ki, Medyen halkının en
önemli işleri ticarettir. Şüphesiz ben sizi bir hayır ile görüyorum.
Yani nimet ve bolluk içinde görünüyorsunuz, bu da hakkınızda hayırdır.
Bunun gereği haksızlık etmek değil, insanların hakkını hukukunu
gözetmektir, halkın yararına hizmet etmektir ve Allah'a şükretmektir.
Şu halde ölçüyü ve tartıyı noksan yapıp da hayrı berbat etmeyin.
Bununla beraber hiç şüphesiz ben hepinizi içine alacak, topunuzu birden
kuşatacak bir günün azabından korkarım. Yani böyle devam eder
giderseniz, noksan ölçü ve tartı ile haksızlığı sürdürürseniz,
elinizdeki hayrı yitirdikten başka, bir gün gelecek ki, onun azabı
hepinizi kuşatacak, hiçbiriniz ondan kurtulamayacaksınız. Sizin böyle
topyekün bir azaba uğramanızdan korktuğum size acıdığım için bu
nasihatları yapıyorum.
85- Ve ey
kavmim, o günün azabına uğramamak için ölçüyü ve tartıyı adalet ile
yapın ve insanların malına, eşyasına haksızlık etmeyin ve fesatçılık
yaparak yeryüzünde karışıklık çıkartmayın. Bu bölümlerde verilen
öğütler, onların dahili ve harici siyasetlerini ve iş ahlâklarını dahi
açıkça göstermektedir. Nitekim A'raf Sûresi'nde "Her yolun başını tutup
da tehdit ederek, Allah'a iman edenleri Allah yolundan çevirmeyin ve o
yolun eğriliğini arzu etmeyin." (A'raf, 7/86) diye özellikle açıklık
kazandırılmıştır. Dini ve dünyevî her çeşit fesatçılığı ve bozgunculuğu
içine alır. Durum böyle iken bir de "fesatçılar" diye hâl ile
kayıtlanması, Hızır'ın gemiyi delmesi ve çocuğu öldürmesi gibi cidden
iyilik için yapılan hareketleri, bunun dışında tutmak hedefine
yöneliktir. Bunların yaptıkları bozgunculuk, iyi yapıyoruz diyerek
yapılan ve kötü sonuç veren yanlışlıklar cinsinden bozgunculuk
değildir. Kötü olduğunu, fenalık olduğunu bile bile yapılan
bozgunculuktur.
Doğru amma,
ticarette ve siyasette biz böyle hakka, hukuka riayet ederek adaletle
hareket ettiğimiz takdirde, doğru dürüst iş yaptığımız takdirde fazla
bir şey kazanamayız, diyecek olursanız:
86-
Allah'ın
bakıyyesi, haramını attıktan sonra Allah'ın helâlinden size
ihsan
edeceği o temiz ve helâl bakıyye, helâl kazançtan size kalan sizin için
daha hayırlıdır. Müfsitlikle, haksızlıkla, eksik ölçüp yanlış tartmakla
toplayacağınız haram fazlalardan netice itibariyle daha kârlı, daha
faydalıdır, eğer mümin iseniz yani bunun daha hayırlı olduğuna
inanıyorsanız bu böyledir. Yani hayır, iman şartına bağlıdır.
İnanıyorsanız hayır görürsünüz. Yoksa ben üzerinize bekçi değilim. Siz
iman edip korunmadıktan sonra ben sizi koruyamam. Velhasıl bu öğütleri
iyi dinleyin ve tutun, yoksa karışmam ha!
87-Buna
karşılık Medyen ahalisi ne dediler bilir misiniz?
Ey Şu'ayb,
dediler atalarımızın taptığı şeyleri terketmemizi, veya mallarımızı
dilediğimiz gibi kullanmaktan vazgeçmemizi sana namazın mı emrediyor?
Aslında sen hakikaten çok yumuşak huylu, çok akıllı ve dirayetli bir
adamsın. Şu'ayb Aleyhisselam çok namaz kılardı ve öyle tanınıyordu.
İbadetler içinde dinin direği olan namaz ise "Gerçekten de namaz
Allah'a saygılı olanların dışındakilere ağır gelir." (Bakara,45)
âyeti gereğince huşu ehlinden olmayanlara pek ağır gelen, Allah'dan
başkasını bir yana bıkarıp, Allah huzurunda divan durmanın, secdelere
varmanın zevk ve ulviyyetini idrak edemeyenlere boş ve faydasız bir
uğraş gibi geldiğinden, namaz kılanlarla alay edip eğlenmek küfrün
gereği ve azgın kâfirlerin ötedenberi âdetleridir. Bundan dolayı Şu'ayb
Aleyhisselam'ın kavmi de onun tevhid inancına, hukuk ve ahlâka ilişkin
bildirilerini doğrudan doğruya red ve inkâr edemedikleri için,
özellikle dolaylı yoldan değersiz göstermek üzere bütün bunları onun
kıldığı namaza bağlayarak, geçersiz ve değersiz göstermeye
çalışıyorlar, onun peygamberliğiyle alay etmek üzere namazıyla alay
ediyorlar.
Yalnızca
Allah'a ibadet edip, türlü türlü mabudlara kul olmaktan kurtulmayı ve
ticaretle siyasette hukuk ve ahlâk kurallarına riayet etmeyi, hürriyete
engel ya da budalalık sayıyorlardı. Hz. Şu'ayb onlara, mallarınızda
istediğiniz gibi tasarruf etmeyin, demiş değildi, "İnsanların mallarına
haksızlık etmeyin" demişti. Bu ise hürriyeti engellemek değildi, tam
aksine hakları ve hürriyetleri tesbit ve teyid etmekti. Çünkü herkesin
malları ve hakları güvence altına alınmadıkça kimse hakkından emin
olamaz, mallarında dilediği gibi zaten tasarruf edemezdi. Fakat onlar
insanların mallarını kendi malları imiş gibi kabul ediyor, güçlerinin
yetebildiği kadar haksızlık yapmaktan geri kalmıyorlardı. Hakka, hukuka
ve adalete riayet etmiyorlar, haramdan sakınmıyorlardı. Fesatçılıktan
çekinmeleri gerektiği konusunda Şu'ayb Aleyhisselam'ın uyarılarını da
kendi serbestliklerine engel sayıyorlar, "Malımızda dilediğimiz gibi
tasarruf etmekten vazgeçmemizi bu kıldığın namaz mı emrediyor? Sofu sen
ne akıllı adamsın be!" gibi demagojilerle söz dokundurmaya ve alaya
yelteniyorlardı. İşte böyle bir taraftan putlara tapıyor, bir taraftan
da Allah'a karşı kibir ve gurur taslayıp namazı hor görüyorlardı. Bir
başka taraftan da hürriyet ve ticaret adı altında hilekârlık, haklara
saygısızlık, terbiyesizlik ve küstahlık ederek vahiy ve nübüvvete
ukalâlık demek günümüz kâfirlerinde de en çok görülen cahiliyet devri
hastalıklarındandır. Bu bakımdan günümüz insanları Şu'ayb kıssasını ve
Medyen ahalisinin akıbetini çok dikkatle ve ibretle
dinlemelidirler.
Bakınız
Şu'ayb, bunlara ne kadar nazikane, ne kadar dikkatli ve ince bir cevap
ile karşılık veriyor:
88- Ey
kavmim dedi gördünüz mü, yani şu halinizi görüp beğendiniz mi?
Gördünüzse söyleyin bakalım ya ben Rabb'imden bir belge, bir beyyine
üzerinde isem, "sen o sensin" dediğiniz ben, Rabb'im Teâlâ'dan kesin ve
açık bir bürhan, bir belge üzerinde bulunuyorsam, söylediklerimi de
vahiy ve nübüvvet bilgisiyle söylüyorsam ne dersiniz? Ben Rabb'imin
vahyine ve emrine karşı gelebilir miyim? Oysa Rabbim beni kendi
tarafından güzel bir rızıkla rızıklandırmıştır. Yani benim kendi
çabamla değil, sırf Allah'dan bir ihsan olarak, lütuf ve kerem
hazinesinden beni maddeten ve manen güzel bir şekilde
rızıklandırmıştır. Hem helâlinden mal mülk vermiş, ebedi hayatı
sağlayan peygamberlik ve hikmet nasip eylemiştir. Ve ben sizi
engellemeye çalıştığım şeylere kendim konmak maksadıyla size karşı
çıkıyor değilim. Yani, sizi şirkten, başkalarının hakkını yemekten,
fesatçılıktan engelliyor; tevhide, tam ölçü ve tartı ile hak ve adaleti
gözetmeye davet ediyorsam, gelenek ve alışkanlıklarınızın tersine olan
bu nasihatlerden, tekliflerden asıl muradım ve maksadım,
hürriyetlerinizi elinizden alıp, sizi onlardan uzaklaştırdıktan sonra o
yasakları kendim işlemek değildir. Allah'a karşı siz günaha girmeyin de
ben gireyim, siz aldatmayın da ben aldatayım, halkın malını siz yemeyin
de ben yiyeyim, siz istediğiniz gibi, zevk u safa sürmeyin de ben
süreyim diye bunu yapmıyorum. Size bir oyun yapmak, elinizdeki
nimetleri kendime mal etmek maksadıyla hareket etmiyorum, maksadım
sadece ve sadece gücümün yettiği kadar ıslaha çalışmaktan ibarettir.
Muvaffakiyetim de ancak Allah iledir, ancak O'nun yardımı sayesindedir.
Onun hidayeti ve inayetiyledir. Ben ancak O'na tevekkül ettim ve ancak
O'na inabe ederim, hep O'na yönelirim, her işimde O'na sığınırım, O'na
teslim olurum.
89- Ve
ey
benim kavmim, sakın bana karşı direnmeniz, menimle didişip, bana
düşmanlık yapmanız, sizi Nuh kavminin veya Hud kavminin veya Salih
kavminin başına gelen bir musibet ile cezalandırmasın. Zaten Lut kavmi
sizden uzak değildir, yakın zamandadır. Veya yakın bölgededir. Veyahut
yakın zaman ve mekanda olduğu gibi, küfür ve fesatçılık bakımından da
siz onlara yakınsınız. Görülüyor ki Lut kıssasının sonuna eklenen "Bu
zalimlere hiç de uzak değildir." fâsılasına benzer bir fâsılayla, adeta
"terci" yapılarak o olay ihtar edilmektedir.
90-Hasılı
bunları sakın unutmayın Rabbinizden mağfiret dileyin ve O'na tevbe ile
yönelin, çünkü o benim Rabbim çok merhametli, çok sevgilidir, çok
şefkatlidir. Binaenaleyh günahlarınız ne kadar çok olursa olsun,
vazgeçer de bağışlanma dilerseniz, tevbe ederseniz, rahmetine erer,
sevgisine ve muhabbetine nail olursunuz.
91-İşte
bu
güzel öğütlere kavmi ne dedi bilir misiniz?
Ey Şu'ayb,
dediler söylediklerinden çoğunu pek anlamıyoruz. Anlamıyorlardı, çünkü
kulak vermiyorlardı, dikkatle dinlemiyorlardı, vahiy ve nübüvvete önem
vermiyorlardı. Genellikle bütün fena insanlarda olduğu gibi, herkesin
arzularını kendi arzu ve istekleri gibi zannettiklerinden dolayı, bir
insanın dünya çıkarlarından ve kişisel duygulardan kurtularak, sırf
Allah rızası için çalışıp çabalayacağını "Ben ıslahtan başka bir şey
istemiyorum." sözünde samimi olacağını kafalarına sığdıramıyorlardı.
İhlas ve tevekkülün ne olduğunu anlayabilmeleri için kendilerinde de
biraz ihlas ve tevekkül bulunması gerekiyordu. Kendilerinde böyle bir
duygu bulamadıkları, özellikle tevhid inancını tanımadıkları için kör
bir tabiatçı kafayla düşündüklerinden, beşerin işlediği günahlarla
birtakım semavi afetler arasında bir ilişki bulunabileceğine ihtimal
vermiyorlardı. Allah'ı bırakıp, şuna buna tapmakla, ölçüyü, teraziyi,
eksik yapmakla, fitne fesat çıkarmakla dünyadaki düzenin bozulacağını,
tufanlar ve zelzeleler olacağını anlamıyorlardı. Velhasıl sarih ve
apaçık olan bu sözlere inanmak istemiyorlar, bu gibi sözlerin arkasında
gizli niyetler, art düşünceler ve başka maksatlar aramaya çalışıyorlar,
bu sözlerden gocunuyorlar da "biz senin söylediklerinin çoğundan bir
şey anlamıyoruz", "sen ne demek istiyorsun?" "Ben neye güvenip de bizi
böyle tehdit ediyorsun?" Kesinlikle biz seni kendi içimizde zayıf biri
olarak görüyoruz, eğer rahtın (yani hısım akrabandan, saygı duyduğumuz
yakınlarından beş on kişi) olmasaydı muhakkak ki seni recmederdik, taşa
tutar, öldürürdük. Sen bize karşı güçlü biri değilsin, aziz değilsin.
Yani bizim gözümüzde şahsen senin bir değerin, bir önemin yoktur, bize
göre sen hatırı sayılan, kıymet verilen biri değilsin. Yani sana
saygımızdan dolayı değil, senin yakınlarından olup da bizimle beraber
olan, sana uymayıp bizim dinimizde bulunan bir kaç hısım akraban var
ki, işte biz onların hatırı için şimdiye kadar sana dokunmadık.
92-Hz.
Şu'ayb, bunlara şöyle cevap verdi:
Ey Kavmim,
dedi benim hısım akrabam, size Allah'dan daha mı değerli? Yani, ben
size ancak Allah'a dayandığımı, O'na güvendiğimi ve muvaffakiyetimi
yalnızca O'ndan beklediğimi söylemiş ve binaenaleyh değer ve kuvvetimin
başkasıyla değil, yalnız Allah ile olduğunu anlatmış iken size göre
benim birkaç yakınım mı Allah'dan daha değerli oluyor da "eğer rahtın
olmasa" diyorsunuz. Oysa siz Allah'ı unutup arkanıza attınız. Arkaya
atılmış, unutulmuş, kıymetsiz, geçersiz bir şey gibi hiçe saydınız,
hesaba katmadınız, O'na ve emirlerine hiç değer vermediniz. Çünkü ancak
O'na dayanan ve ancak O'nun emriyle hareket eden bana da önem
vermediniz ve O'nun beyyinesiyle, O'nun vahyi ile bildirdiğim açık
öğütlerime kulak vermediniz. Allah'ı düşünmediğiniz için söylediklerimi
de anlamak istemediniz, "birşey anlamıyoruz" deyip çıktınız. Üstelik
yakınların olmasaydı seni recmederdik diyerek tehdide kalkıştınız. Şunu
iyi bilin ki, Rabb'im yaptığınız ve yapacağınız her şeyi kuşatmıştır.
O'ndan hiçbir şey gizli kalmaz, hiçbir şey O'nun kudretinin dışında
kalmaz ve hiçbir kuvvet O'nun izzet ve şanına, değer ve önemine gölge
düşüremez. Şu halde her ne yaparsanız mutlaka cezanızı verir.
93-
Ve ey
kavmim, haydi bütün gücünüzle bildiğinizi yapınız. Muhakkak ki, ben de
bildiğimi yapmaya devam edeceğim. Allah'a güvenerek, O'na sığınarak,
gücümün yettiğince ıslaha çalışacağım ve irşada devam edeceğim. Yakında
bilip anlayacaksınız ki, o rezil ve rüsvay eden, o perişan edecek olan
azap kime gelecek. Ve yalancı kimdir? Şu halde gözleyiniz, hiç şüphesiz
ben de sizinle beraber gözleyeceğim.
94- Ne
zaman
ki, emrimiz geldi. Şu'ayb'i ve beraberindeki iman ehlini, tarafımızdan
bir rahmet ile kurtardık, o zulüm edenleri de çığlık yakaladı. A'râf ve
Ankebût sûrelerinde ise "Onları zelzele yakaladı." (7/91 ve 29/37)
buyurulmuştur ki, "racfe" zelzele, deprem demektir. Demek ki, müthiş
bir çığlık ile zelzeleye yakalandılar. Veya zelzeleye yakalandıkları
için çığlıklar kopardılar. Diyarlarında, oldukları yerde bir çöküntü
gibi yığılıp kaldılar.
95- Sanki
o
diyarda hiç yaşamamış gibi oldular. Evet, defolup gitti o Medyen
Semud'un defolup gittiği gibi, zira Semud kavmi de böyle bir çığlık ve
zelzele ile helâk edilmişti. Ancak deniliyor ki, Semud'un çığlığı
üstlerinden, Medyen'in çığlığı altlarından gelmişti.
Burada
fiilinin sarahaten gelmesi ile yukarıdan beri devam ede gelen
masdarının da mânâsı açıklık kazanmıştır. Zira masdarı "kurb"ün (yakın)
zıt anlamlısı olarak uzak olmak anlamına geldiği gibi, bir de yok
olmak, helâk olmak anlamına gelir. Çünkü helâk olan dünyadan ve
bulunduğu yerden uzak olmuş olur. Ve aralarındaki farkı belirtmek için
öncekinin fiili "ayn"ın zammiyle beşinci baptan kullanıldığı halde,
helâk mânâsına olanın mazi sigasında "ayn"ın kesri ve muzaride fethi
ile dördüncü baptan kullanılır.
Binaenaleyh
burada buyurulmakla kıssaların sonunda tekrar olunagelen masdarlarının
dua maksadıyla ve helâk anlamında söylenmiş olduğu da açıklık
kazanmıştır ki, aslında bu tasrih de o bedduayı bir tekid
gibidir.
Bu
misallerden altıncısı da Musa ile Firavun örneğidir:
96- Ve
andolsun ki, Musa'yı da âyetlerimizle ve bir açık belge ile Firavun'a
ve adamlarına gönderdik. Görülüyor ki, burada da atfın üslubu
değiştirilmiş "biz gönderdik" diyerek kasem ve fiil tekrarlanmış,
ayrıca tasrih olunarak konu vurgulanmıştır. Böylece Hz. Musa'nın da Hz.
Nuh ve Hz. İbrahim gibi bir tarih başlangıcı, bir dönüm noktası
olduğuna dikkat çekilmiş ve işaret edilmiştir. Özellikle doğrudan
doğruya Nuh kıssasına bağlanmasıyla da onun bir benzeri olduğuna
dolaylı bir telmih yapılmıştır. Çünkü bu olayda da bir tufan ve suda
boğulma meydana gelmiştir.
Burada Hz.
Musa'nın Firavun'a gönderilmesi meselesi söz konusu olduğundan,
buradaki "âyetlerimizle" ifadesinden murad Tevrat değil, A'raf
Sûresi'nde geçen dokuz mucizedir ki, bunlar asâ, beyaz el, tufan,
çekirge, böcek, kurbağa, kan, kıtlık ve ölet olaylarıdır.
Sultan:
Aslında üstün gelmek, galip olmak ve istila edip saltanat kurmak
anlamına mastardır. Belge, burhan ve hüccet anlamına da gelir. Vali
veya hükümdara da sultan dendiği bilinmektedir. Fakat bu mânâya geldiği
zaman kelime müennes olur. Kur'ân'da genellikle burhan, delil ve belge
anlamında kullanılmıştır. Burada da kuvvetli burhan, kesin belge diye
tefsir edilmiştir. Bununla da Hz. Musa'nın en açık mucizesi olan asaya
da özellikle işaret edildiği söylenmiş ise de asanın âyetlere dahil
olması gerektiğinden "Ve ikinize öyle bir yetki vereceğiz." (Kasas,
28/35) âyetinde olduğu gibi, galebe, üstünlük ve hakimiyet mânâsı
olması ve Hz. Musa'nın Firavun'a karşı ortaya çıkan üstünlüğünü ifade
etmesi daha uygun görülüyor. Bununla beraber asa ve beyaz el mucizesi
bu anlamı ifade ettiğinden önceki tefsir de sıhhatli sayılır.
Mübin:
Bilindiği gibi ibaneden ism-i faildir. "İbane" ise hem lazım, hem de
müteaddi olur. Lazım olunca mübin açık demektir. Müteaddi olunca
mübeyyin anlamına gelir, açıklayıcı, aydınlatıcı veya furkan anlamına
ayırıcı demek olur.
97- Firavun'un emrine tabi
oldular,
onun emrine uydular
Halbuki Firavun'un
emri reşid değildir. Firavun'un kumandası veya işi ve hükumet işlerini
yürütüş şekli, sonu hayra çıkan isabetli bir emir ve karar değildir.
Burası aslında zamir mevkii iken "Onun emri değildir." denilmeyip de
doğrudan doğruya Firavun'un isminin sarahatle ifade edilmesi çok
anlamlıdır. Zira öncekinde Firavun'un şahsı, bu ikincide vasfı
kastolunmuştur. Çünkü Firavun ismi fesada, bozgunculuğa, zorbalık ve
zulme, sapmaya ve saptırmaya delalet etmesiyle meşhurdur. Bundan dolayı
önceki özellikle Firavun'un emri demek olduğu halde, ikincisi
genellikle Firavun emri, yani Firavun kısmının emri demek olur.
Ebu Hayyan,
tefsirinde der ki: Firavun Yaratan'ı ve ahireti inkâr eden bir dehri
idi. Diyordu ki, âlemin ilâhı yoktur. Her belde ahalisinin görevi kendi
sultanına itaatla meşgul olmaktan ibarettir. Bundan dolayı Firavun'un
emri olgunluktan tamamıyla uzaktı. Naziat Suresi'nde de geleceği üzere
Firavun "Ben sizin en yüce Rabbinizim." (Naziat, 79/24) diyor ve
kendinden üstün bir Rabb'in varlığını kabul etmiyordu. Onun için
verdiğim emir, doğru mudur, gerçekten de Allah'ın emrine uygun mudur,
değil midir? diye düşünmüyordu. Hak Teâlâ'nın emirlerine ve hükümlerine
uymakla kendini bağımlı görmüyordu. Yalnızca kendi açısına, kendi
eğilimlerine, kendi arzu ve isteklerine göre emir veriyor, ne emrederse
hakikatın öyle oluvereceğini sanıyordu. Kendisini asaleten ve mutlak
hakim sayıyor, kendi emrinde melei, yani danışma meclisi ve onların
arkasında da kavmi bulunuyordu, hepsi birden Firavun'a uyuyorlardı.
İşte böyle hakkın hakimiyetini hesaba katmayarak asalet ve mutlakıyet
iddiasıyla verilmiş emirlere "Firavun emri" adı verilir. Böyle
emirlerin ise reşid olmayacağı açıktır. Zira insanlığın kaderi de dahil
olmak üzere bütün kâinatı idare eden hakkın kanunlarının bir şahsın
veya belli bir cemaatın emir ve iradesiyle değişmeyeceği bellidir.
Böyle iken Firavun kısmı kendisinin Hakk'a boyun eğmek zorunda olduğunu
düşünmez. Hakk'ın bir memuru gibi hareket etmek istemez de kendi
emriyle hak ve hukuk ortaya koymaya kalkar, Hakk'ın kanunlarını
değiştirip bozmaya hayra şer, şerre hayır iyiye kötü, kötüye iyi demeye
kalkar. Allah'ın "ateştir" dediğine kendisi "su" deyip saldırmak ister
ve nihayet hem kendisini, hem de kendisine uyan yandaşlarını yakar.
Nitekim bunu açıklamak üzere buyuruluyor ki:
98-
Kıyamet
günü kavminin önüne düşer, bir de bakarlar ki, su diye kendilerini
ateşe götürmüştür. Ve ne fena virddir o mevrud. Tuh, ne kötü sudur o
varılan ateş!... Çünkü suya hararet söndürmek, ciğer soğutmak için
gidilir, ateş ise bunun zıddıdır. İşte Firavun emrinin akıbeti böyle
ciğer yakan bir sonuçtur. Ve Firavun'a uyanlar böyle bedbaht
kimselerdir. Musa'ya bakmadılar da sonucu böylesine fena olan bir emre,
Firavun'un emrine uydular, onun arkasına düşüp gittiler.
99- Ve
böylece hem bu dünyada, hem de kıyamet gününde bir lanete metbu
kılındılar. Yani lanetle izlendiler ve lanetlilerin başında gelenlerden
oldular. Ne fena rifttir bu merfud. Ne kötü ianedir bu yapılan iane,
yani şu lanetle anılma işi, lanetle anılma bahşişi. Veya ne kötü bir
ücret, ne kötü bir ödüldür şu lânetle anılma ödülü.
Rifd:
Aslında dayansın diye bir başkasına sağlanan destektir. Mesela eğerin
veya semerin altına vurulan keçe, birine yapılan yardım, verilen atıyye
ve ihsan rifdtir. Burada cehennem ateşine vird, lanete de rifd
denilmesi tehekküm yani ciddi görünür gibi yapılan alay ve istihzadır,
gayet veciz ve belagatli bir istiaredir.
Ey Muhammed:
100-
İşte
bunlar, yani ta baştan beri anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden
önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa (öykü) olarak anlatıyoruz. Yani
ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca ibret noktalarını
özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye ediyoruz.
Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır,
kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir.
Silinip gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak
olan kavimlere) zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Allah'ı bırakıp, yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin
emri geldiği vakit onlara hiçbir fayda vermedi. Allah'ın emrinden
zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik onların helak ve hüsranlarını
arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
101- İşte
bunlar, yani ta baştan beri anlatılanlar, O sitelerin haberlerinden
önemli kısımlardır ki, onu sana kıssa (öykü) olarak anlatıyoruz. Yani
ayrıntılara girmeden, sözü uzatmadan, yalnızca ibret noktalarını
özetleyerek dillere destan olacak şekilde açıklıyor ve hikaye ediyoruz.
Onlardan, (yani o şehir medeniyetlerinden) bir kısmı ayaktadır,
kalıntıları durmaktadır bir kısmı da hasad edilmiş ekin gibidir.
Silinip gitmiş, yıkılıp, yok olup gitmiştir. Ve Biz onlara, (o helak
olan kavimlere) zulmetmedik. Lâkin onlar kendi kendilerine zulmettiler.
Allah'ı bırakıp, yalvara geldikleri o sürü sürü tanrıları, Rabbinin
emri geldiği vakit onlara hiçbir fayda vermedi. Allah'ın emrinden
zerrece birşeyi önleyemedi. Üstelik onların helak ve hüsranlarını
arttırmaktan başka bir şeye yaramadı.
102-103-
Ve
Rabbinin yakalaması işte böyledir. O memleketleri zulme dalmış gitmiş
bir halde yakaladığı vakit gerçekten O'nun yakalaması acı ve çetin bir
yakalama olur. Muhakkak ki onda, yani o yakalamada veya anlatılan her
kıssada ahiret azabından korkan herkes için elbette birer âyet vardır.
Yani ibret alacak, ders alacak açık seçik noktalar vardır. Adam sen de,
ben bugünümü geçireyim de sonra ne olursa olsun diye, ilerisini
düşünmeyen, ahireti hatırına getirmeyen saygısızlar, bu gibi olayları
kulların işlediği günahlarla ilişkili görmezler, tesadüflere ve tabiata
yükleyip geçerlerse de cidden aklı ve izanı olan ve ahiret korkusu
bulunan kimseler bunda ahirete bir delil bulacaklar ve bu dünyada
yapılan zulüm ve haksızlıkların oradaki sonucunun korkunç olduğunu
anlayacaklar. İşte bu düşüncelerle Allah Teâlâ'nın azgınlara
hazırladığı ahiret azabının ne kadar çetin, ne kadar korkunç
olabileceğini tahmin edeceklerdir.
Ayrıca
peygamberlerin, dünya azabına ve helakine ilişkin olarak verdikleri
haberlerin gerçekleşmesinden, peygamberliğin Allah'ın emriyle olmuş bir
iş olduğunu daha iyi anlayacak ve onların ahiretle ilgili haberlerine
de akıl ve mantık yorup yakîn hasıl edecektir. Gerçekten de dünyaya ait
cezalardan anlaşılır ki, bunları önceden haber veren peygamberler
doğru, peygamberlik ise emri vakidir. Ve bundan dolayı peygamberlere
haksızlık edip bildirdiklerine inanmamanın ve ahiret azabından
korkmamanın akıbeti, Nuh kavminin, Ad ve Semud kavimlerinin, Lut
kavminin, Medyen halkının, Firavun ile adamlarının akıbetleri gibi çok
acı, çok korkunç bir akıbettir.
İşte o,
ahiret azabının olacağı kıyamet günü, Öyle bir gün ki, bütün insanlar
onda toplanacak, haşr olacak. Ve o toplanış günü, öyle bir gün ki,
muhakkak görülecek. Yani olmamak ihtimali yoktur, mutlaka olacak ve
herkes toplanıp onu gözüyle görecek, müşahede edecektir. Yahud o günde
her şeye şehadet edilerek, çok şahit bulunacak. Çünkü bütün canlılar,
bütün varlıklar, yerde ve göklerde bulunanlar orada şahit olacak. Bütün
diller, eller ve ayaklar kendi yaptıklarına şahitlik edecektir. Bu
ikinci mânâya göre "meşhud" meşhudun fihin muhaffefidir ki, birçok
müfessir, bunu tercih etmişlerdir.
104- Ve
biz
onu ancak sayılı ve belli bir süreye kadar tehir ediyoruz. Yani sonsuza
dek tahir edip geciktirmiyoruz. Ancak sayısı belli olan bir süreye
kadar erteleyip geciktiriyoruz. Dünyanın ömrü sonsuz ve sınırsız olarak
devam edip gitmeyecektir. O, haddi zatında sayılı, sınırlı az bir
süreden ibarettir. Bir gün olup son bulacak ve o vakit ahiret gelip
çatacaktır. Onun için o kıyamet günü az bir süre sonra mutlaka
görülecek, yani meşhud olacaktır, sonsuza kadar gecikmeyecektir.
105-
O gün
gelir ki, kimse söz söyleyemez. Ancak O'nun izni olursa, (yani Allah'ın
izniyle) konuşacaklar müstesnadır. "Rahman'ın izin verdiklerinden başka
hiç kimse konuşmayacak." (Nebe', 78/38). Bununla beraber bu izin de
herkese ve her yere ait bir izin değildir. "Bu gün, konuşamayacakları
ve özür dilemek üzere kendilerine izin de verilmeyeceği bir gündür."
(Mürselat, 77/35, 36) buyurulduğu üzere, bu günün öyle yerleri de
vardır ki, bütün insanların nutku tutulur, bir özür dilemek için izin
verilmez. İşte o gün kimi bedbaht, kimi mutludur. Bir kısmı şakî, bir
kısmı saiddir. Hiç konuşturulmayanlar bedbaht, sefil ve perişandırlar;
konuşmasına izin verilenler de mutlu ve bahtiyardırlar.
106-
O şakî
olanlara gelince, işte onlar ateştedirler. Orada onlara düşen şey zefir
ve şahiktir. Tıp dilinde "zefir" nefes almak, "şehik" de nefes
vermektir. Fakat asıl lügatta zefir, soluğu uzun uzadıya içeri
çektikten sonra dışarı vermektir. Dertli ve sıkıntılı olanın halidir
ki, iç çekmek, göğüs geçirmek deyimleri ile ifade edilen haldir. Şehik
de ağlarken hıçkırmaktır ki, bu da fazla acıdan kaynaklanır. Ve
çocukların ağlaması hıçkıra hıçkıra olur. Bundan başka bir de eşeğin
anırmasının evveline zefir, sonuna şehik denilir ki, biri içeri doğru
çekilerek, diğeri dışarı doğru verilerek ses çıkarmaktır. Hasılı lügat
açısından zefir ve şehik normal nefes alıp verme değildir, ıstıraplı,
acılı bir nefes alıp vermedir. Ayrıca zefir ve şehikteki tenvinler
tenkir ve tehvil içindir ki, o zaman mânâ şu demek olur: Bambaşka ve
feci bir soluk alıp vermeleri, solurken göğüs geçirip hıçkırmaları
vardır. Görülmemiş şekilde nefes alıp vereceklerdir. Hasen'den
nakledilen bir mânâya göre, zefir cehennem alevinin yükselmesidir.
Cehennem alevleri kabarıp yükselecek ve içindekiler, fırlatılıp
atılacak gibi tam cehennemin en yüksek tabakasına varıp çıkmak ümidine
düştükleri vakit, melekler öyle bir çarpacaklar ki, derhal gerisin geri
en derinlere ve diplere doğru yutuluverilecekler ve bu mânâ "Ondan her
çıkmak istedikleri zaman geriye döndürülürler" (Secde, 32/20) âyetinde
bildirilen bir husustur. Şu halde cehennem alevlerinin köpürüp
kabarması zefir, geriye bükülüp dibe doğru kıvrılması şehikdir.
107-Ateş
içinde işte böyle bir yukarı, bir aşağı inip çıkacaklar, hepsi orada
muhalled olarak kalacaklar. gökler ve yer daim olup durdukça, onlar da
orda duracaklar. Bu ifadede bir vakit tayini yok mudur, şu halde bu söz
diğer âyetlerdeki ebedî kaydına aykırı değil midir? gibisinden bazı
münakaşalar vardır. Ancak bu "gökler ve yer durdukça" deyiminin
Arapçada "yıldız ışıdıkça", "gece gündüz karşılıklı sürüp gittikçe",
"denizde su oldukça" ve bizim dilimizde "dünya durdukça" gibi deyimler
ebediyetten kinaye olarak kullanılır, şeklinde cevaplar da verilmiştir.
Lâkin bu suretle ebediyyet anlamına olduğu, ve dil geleneğinde bunun
ebediyyet demek olduğu yolundaki cevaplar, ifadenin lügat anlamına da
alınabileceği ihtimalini tamamen ortadan kaldırmadığı için, bunun bu
yoldaki münakaşayı sona erdireceği hayli su götürür bir meseledir.
Halbuki bu âyetlerde söz konusu "ecel-i ma'dud" un, yani belli sonun
gelmesinden sonra gelecek olan kıyamet gününden ve bunu takip edecek
olan ahiret hallerinden sözedilmektedir. Bundan dolayı buradaki gökler
ve yerden murad bu dünya ve bu gökler değil. "O gün yeryüzü, başka
yeryüzüne çevrilir, gökler de başkalaşır" (İbrahim, 14/48) âyetiyle
haber verilen yer ve göklerdir. Ahiret hayatının da kendine göre
gökleri ve yeri olacağı açıkça bellidir. Onun ise bu dünyadaki gibi
sayılı bir eceli olmayıp, devamı da ahiret hayatının devamı gibi sonsuz
olduğundan, binaenaleyh bu kaydın örfi ve mecazi anlamda bir ebediyyet
değil, gerçek anlamda bir ebediyyet ifade ettiğinde şüphe yoktur.
Nitekim bundan sonraki âyette kesintisiz ihsan olarak "Öyle bir ihsan
ki kesilmesiz" buyurulduğuna göre, bu sürekliliğin kesintisiz olacağı
da açıkça ortaya konulmuştur. Bir de Abdullah b. Abbas hazretlerinden
nakledilmiştir ki, "Gökler ve yer ahirette kaynakları olan nura
dönüşeceklerdir". Binaenaleyh arşın nurunda ebedî olacaklar demektir.
Fakat bu
sonsuza dek sürecek olan devam ve huludun, Allah'ın zatına mahsus olan
ebediliğe benzer bir ebediyyet şeklinde düşünülmemesi ve öyle
vehmedilmemesi için buyuruluyor ki:
Ancak Rabbin
dilediği vakit müstesnadır. Yahut Rabbinin dilediğinden başka. Şayet
dilerse devam etmeyenler, muhalled olmayanlar, ateşte kalmayanlar veya
daha başka şekilde azaplara çarptırılacak olanlar bulunabilir. Muhakkak
ki, Rabb'in dilediğini yapandır. Ne dilerse onu yapar. O dilerse
huludun devamını engeller veya zefir ve şehiki keser, dilerse
cehennemin aynı tabakasında tutmaz da başka başka tabakalarına veya
ateşten alıp zemherire nakleder ve daha başka yollarla azap eder veya
dilediğini cehennemden çıkarır cennete koyar, bedbahtlıktan kurtarıp
mutluluğa erdirir. Diler mi, dilemez mi? İşin o tarafı başka. Onu
yalnızca kendisi bilir, ancak dilediği takdirde O'na engel olabilecek
bir güç yoktur. Ancak genellikle bildiriyor ki, ahiret âleminin ebedî
olarak devamını ve o devam süresince de azgınların ateşte ebedî
kalmalarını dilemiştir. Ve bu arada bazıları hakkında istisnai olarak
birtakım meşiyyetleri ve özel muameleleri de olabilecektir ki, bu da
kiminin lehine, kiminin aleyhine olabilir. Yine bir hadisi şerifte
varid olduğuna göre, cehennemin günahkar müminlere mahsus olan bir
tabakası bir zaman gelip boşalacaktır.
108- Mesud
olanlara gelince işte onlar da cennettedirler. Öyle ki, gökler ve yer
daim oldukça, (yani, yerinde durdukça, yani sonsuza kadar,) hepsi orada
muhalled olarak kalacaklar. Ancak Rabb'inin dilediği başka. Yani
cennetin devamı ve ebediliği, Allah'ın vücub-i zatisi gibi kendinden
değildir, Allah'ın dilemesine bağlıdır. Allah dilerse böyle
olmayabilir. Nitekim cehenneme giren herkes orada ebedî kalmayacaktır,
günahkar müminler bir müddet cehennemde kaldıktan sonra cennete
girecekler ve saadete erecekler. Veya Allah katında burada sözü edilen
cennet saadetinden daha büyük saadetler de olabilecektir. Nitekim bir
kısım bahtiyarlar cennetten daha ileri mertebelere yükselecek,
"Allah'dan gelen Rıdvan en büyüktür." (Tevbe, 9/72) ve "Ve nice yüzler
de o gün ışıl ışıl ışıldar ve Rabbine bakakalır." (Kıyamet, 75/ 22,23)
âyetlerinin sırrına mazhar olacaklardır. Fakat bu gibi istisnalarla
cennetin genel gidişinde bir son veya bir kesinti olacakmış vehmine
düşülmesin. "Öyle bir ata ve ihsan olacak ki, kesilmesiz." Dünyadaki
gibi belli bir süre ile sınırlı ve sonlu değil, kesintisiz sürüp giden
bir ata ve ihsan, sonsuz bir Allah vergisidir.
Bu kayıt, ya
cümlesinden hâl veya cümlesinden temyizdir. Cennetin hâli olduğu
takdirde, cennet nimetlerinin kesintisiz olduğunu açıkça belli eder:
Nitekim "Yiyecekleri de, gölgesi de süreklidir." (Ra'd, 13/35) âyeti de
bunu destekler. Temyiz olduğu takdirde cennetin üstünde ve müstesna bir
surette ilâhî meşiyetle ilgili olan rıdvan nimetinin kesintisiz
olduğunu açıklar, aynı zamanda cennetin sonsuz olduğuna da işaret eder.
Zira bundan anlaşılır ki, ahiret hayatında böyle sürekli ve kesintisiz
bir ihsan vardır. O halde buna karşılık bazı kesintili kişiler olsa
bile, kesintisiz bir ihsanın gerçekleşebilmesi için dahi, ahiretin
sonsuz ve ebedî olması gerekir. Bu ise cenneti kaplayan ahiret
göklerinin ve yerinin sonsuza dek devamlı olmasını gerektirir. Şu halde
"kesintisiz ihsan" işaretiyle "gökler ve yer durdukça" ifadesindeki
ebediliği de tefsir etmiş, açıklamış olur. O halde âyetteki ""gökler ve
yer durdukça" kaydının da sonsuza dek demek olduğu kendiliğinden
anlaşılır ki, genellikle âyetlerde "ebeden" kayıtları da bunda açıktır.
Şu halde "kesintisizlik" kaydının cehennemle ilgili âyette değil de
cennetle ilgili olan ikinci âyette vurgulanmasından dolayı, bazı
kimselerin "cennet sevabı ebedidir, fakat cehennem azabı genellikle bir
yerden sonra bitecektir, kesilecektir" şeklinde zannetmeleri doğru
değildir.
Velhasıl
yukarıdan beri anlatılagelen kıssalar iyice düşünülünce anlaşılır ki,
sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Bu dünya hayatını ve nimetlerini
isteyenler." (11/15) sayılı ve belli bir eceli bulunan bu dünya
hayatında nasipleri ne ise onu tamamiyle alırlar. Sonra da "Ahirette
kendilerine ateşten başka birşey kalmaz" (Hud, 11/16). Böyle ebedî
bedbahtlardan olurlar. Bunlara karşılık "İman edip salih ameller
işleyenler ve Rablerine karşı terbiyeli" kimselerden olanlar da "Cennet
ehlidirler, orada ebedî kalırlar." (Hud, 11/23). Böylece ebedî
mutluluğa ererler. İşte iki grup arasındaki fark bu kadar büyüktür. Bir
de şakî olan bedbahtlar grubunun Firavunları ve elebaşıları gibi, said
olan bahtiyarlar grubunun da peygamberleri, sıddıkları ve önde
gelenleri vardır. Her iki grubun ileri gelenleri vardır ki, bunların
azap ve sevapları da belli ölçüde öbürlerinden farklıdır. Azgınların
elebaşılarına cehennem ehli içinde ötekilerden farklı olarak Allah
Teâlâ'nın dilediği öyle müthiş bir azap vardır ki, bunun ne kadar
korkunç olduğu hayal dahi edilemez. Şu halde bunlar sıradan
bedbahtlardan daha bedbaht bir durumdadırlar. Mesutların önde
gelenlerine de Allah Teâlâ'nın, cennet ehli içinde özel olarak
hazırlamış olduğu öyle saadetler vardır ki, "Hiçbir gözün görmediği,
hiçbir kulağın işitmediği, beşer cinsinden hiçbir kalbin hissetmediği."
nimetlerdir ki, bunları tarif etmek için cennet tabiri bile az gelir.
Bu artık bütün nimetlerin ve istihkak edilmiş bütün mükafatların
üstünde sırf Allah'ın fazlı ve keremi ile olan rabbani ihsanlar,
kesintisiz ihsanlardır. Şu halde buna nail olacak olanlar da
bahtiyarlar bahtiyarıdırlar.
109-Şimdi
geçmişteki o kıssalar, gelecekteki bu akıbetler sana bildirilmekle ey
Muhammed! Artık şunların, şu yukarıdan beri anlatılan müşriklerin tanrı
diye taptıkları şeylerden hiçbir şüphen olmasın, hepsi boştur. Bundan
önce ataları nasıl tapıyor idiyseler bunlar da başka değil, aynen öyle
tapıyorlar. Yani boşu boşuna tapmaya devam ediyorlar. Yukarıda beyan
olunduğu üzere "Allah'ı bırakıp da taptıkları o şeyler kendilerine
zerre kadar fayda sağlamadı." (Hud, 11/101) âyetinde bildirildiği
şekilde, bunların ataları putlara tapmakla nasıl zarardan başka birşey
görmedilerse, bunlar da tıpkı öyle olacaktır. Ve elbette biz, bunların
nasiplerini eksiksiz olarak kendilerine ödeyeceğiz. Yani ecelleri
gelinceye kadar dünya hayatındaki kısmetlerini kesmeyeceğiz, sonra da
ahirette hak ettikleri cezalarını da vereceğiz.
110-
Andolsun ki, Musa'ya
da kitap verdik
de çok geçmeden üzerinde
ihtilaf
edildi. Yani merak etme ya Muhammed! Yalnızca sana ve sana verilen
kitaba karşı anlaşmazlık çıkarılmıyor. Yukarıda da bildirildiği üzere
Firavun'a galebe çalan, üstünlük sağlayan Musa'ya da kitap verildiği
zaman ümmeti olan İsrailoğulları tarafından ihtilaf çıkarıldı. Oysa
Musa'ya kitabın verilmesi, Tevrat'ın inzal olunması, onun, Firavun ile
adamlarına üstün gelmesinden, hatta onların suda boğulmasından ve
İsrailoğulları'nın kurtarılmasından sonra olmuştu. Böylece
İsrailoğulları Tevrat gelmeden önce bütün bunları gözleriyle görmüş ve
Musa'nın peygamberliğini kabul etmişlerdir. Böyle olmasına rağmen
Tevrat nazil olunca hepsi birden hemen iman etmediler de onun Allah'dan
olup olmadığında ihtilaf ettiler. Bir kısmı iman etti, bir kısmı da
iman etmedi, direndi. (Bakara, 2/40-150 ve A'raf, 7/100-188 arasındaki
âyetlere bkz.). Sana gelince ya Muhammed, önce kitap nazil oluyor, şu
halde sana gönderdiğimiz kitap hakkında kavminden bazılarının "ona bir
hazine indirilse ya" veya "onunla beraber bir melek dolaşsa" veyahut
"onu sen uyduruyorsun" diyerek inkâr edenlere, Allah kelâmı olduğunu
inkâr ederek ihtilaf çıkarmalarına önem verme! Eğer Rabbinden bir
kelime sebketmiş olmasa idi, yani hikmet gereği olarak bir ecel takdir
edilmemiş olsa idi, derhal haklarında hüküm icra edilirdi. Yani,
kavminden ihtilaf çıkaranların hepsi için hemen şimdi aleyhlerinde
hüküm verilir ve icra edilirdi, hiç beklemeden işleri bitirilirdi. Ve
şüphe yok ki, onlar bundan dolayı kuşku dolu bir şüphe içindedirler.
Yani bu sûrenin baş tarafında geçtiği üzere, "Kur'ân'ı Muhammed'in
kendisi uydurdu" diye inkâr eden iftiracılar, yaptıkları bu iftiraya
kendileri bile inanmıyorlar. Kur'ân'dan dolayı onlar öylesine derin bir
şüphe içindedirler ki, bu şüpheleri kendi içlerini yiyip bitirmekte,
yüreklerini kemirmektedir.
111- Ve
hiç
şüphe yok ki, onlardan her biri o takımdandır ki,
Rabbin
amellerinin karşılığını kendilerine kesinkes ödeyecektir. İşlerini
bitirecek, yaptıklarını kafalarına çalacaktır. Yani bunların hepsi,
sûrenin baş tarafında bildirildiği üzere "Her kim dünya hayatını ve
ziynetini dilerse, biz onlara burada amellerinin karşılığını tamamen
öderiz. Bu hususta hiçbir haksızlığa uğratılmazlar." (11/15), "Fakat
onlar öyle kimselerdir ki, ahirette onlara ateşten başka birşey yoktur.
İşledikleri şeyler orada boşa gitmiştir. Zaten bütün yaptıkları
batıldır" (11/16) âyetleri ile durumları ve akıbetleri açıkça ortaya
konulan ve yalnızca dünya hayatı ve lüksü peşinde koşan körler
kısmındandırlar. Gerçekler hakkındaki şek ve şüpheleri hep dünya
çıkarları yüzündendir. İşte bu şüphe ve tereddüt içinde sürüp gidecek,
dünya hayatlarında ne yapacaklarsa yapacaklar, dünyadan ne zevk
alacaklarsa alacaklar ve sonra bütün yaptıklarının cezasını çekecekler.
Çünkü muhakkak ki O, (yani Rabbin) her ne yapıyorlarsa hepsinden
haberdardır. Yaptıklarının hiç birini karşılıksız bırakmaz.
112- İşte
bundan dolayı sen emrolunduğun gibi dosdoğru ol! Hakkiyle doğru ve
dürüst ol! Bu emrin "fa" harfiyle öncesine bağlanması şu anlamı ifade
eder: Sen her hususta doğruluk ile emrolunmuş bulunuyorsun. Ve senin,
her işte Kur'ân'da emrolunduğun gibi, sıratı müstakim üzere tam bir
doğrulukla hareket etmen ve her hususta aldığın vahye uyman, Kur'ân
ahlâkı ve ahkamı uyarınca hareket edip bilfiil canlı bir doğruluk
örneği olman gerekmektedir ki, hakkında hiçbir şüpheye ve tereddüde yer
kalmayacaktır. Doğruluğun ve dürüstlüğün senin peygamberliğine ve
başarılı olmana en büyük delil ve belge olacaktır. Bundan dolayı sen
sana karşı çıkanların laflarına bakma, onları Allah'a havale et de
gerek müminlerle müşterek olan inanç ve amele ilişkin genel
görevlerinde, gerek özellikle peygamberlik görevleriyle ilgili olarak
yalnızca sana ait olan özel görevlerinde tam emrolunduğun gibi,
hakkiyle doğru ol, doğruluktan ayrılma! Şu halde sûrenin baş tarafında
"Belki sen, sana yapılan ithamlardan dolayı, sana vahyolunanların
bazısını terkedecek olursun ve bundan da üzüntü duyarsın" (11/12)
geçtiği üzere vahyolunan emrin yerine getirilmesi ne kadar ağır olursa
olsun; ne o emrin tebliğinde, ne de icra ve uygulamasında hiçbir
engelden yılmayarak emrolunduğun gibi dosdoğru olmaya devam et.
Abdullah b.
Abbas demiştir ki. Bütün Kur'ân içinde Resulullah'a bu âyetten daha
ağır ve daha çetin bir âyet nazil olmamıştır: Ve bunun içindir ki,
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) "Hud Sûresi ve benzerleri beni
ihtiyarlattı" ve bazı rivayette "Beni Hud Sûresi ihtiyarlattı."
buyurmuştur.
Demek ki,
Hakk'a vasıl olmak için istikametten başka yol olmadığı gibi, her
hususta istikamet kadar yüksek bir makam ve onun kadar zor hiçbir emir
yoktur. Herhangi iş olursa olsun, herhangi hedef olursa olsun ona
ulaşmanın en kısa yolu doğruluktur. Böyle olmakla beraber her şeyden
önce, bir işte doğrunun hangi çizgide olduğunu tayin ve tespit etmek
çok zordur; ayrıca onunla ilgili çeşitli noktalardan ilişkisini kesip,
sarsılmadan dosdoğru olan o çizgi üzerinde yürüyebilmek daha zordur. Ve
yine istenilen hedefe ulaştıktan sonra aynı şekilde o doğruluk üzere,
hiç eğilmeden devam ve sebat edebilmek büsbütün zordur. Bununla beraber
şu kadarını hatırlatmalıyız ki, bu âyette Resulullah'a "beni
ihtiyarlattı" dedirtecek kadar zor gelen nokta, istikamet emrinin asıl
kendisiyle ilgili olan kısmından ziyade, ümmetiyle ilgili olan kısmı
olsa gerektir. Zira buyuruluyor ki: Seninle beraber tevbe edenler de.
Yani şirkten tevbe edip de imanda seninle beraber bulunan, müslüman
olan herkes de tıpkı senin gibi dosdoğru olsun. Ve azmayın, yani
Allah'ın tayin ettiği sınırı aşıp da onun dışına çıkmayın, doğruluktan
ayrılıp da ifrat veya tefrite sapmayın, aşırı gitmeyin ey müslümanlar
Çünkü muhakkak ki O, (yaniRabb'in) bütün yapacağınızı görür. Gözünden
hiçbir şey kaçmaz. Görür ve ona göre karşılığını
verir;
ceza veya
mükafat, karşılıksız bırakmaz.
113- Ve
zulüm yapmış olanlara rükun etmeyin, yani, zulüm ve haksızlık yapanlara
herhangi bir şekilde destek vermek, yakınlık gösterip yaltaklanmak
şöyle dursun, meyil bile etmeyin, yüz vermeyin, ilgi göstermeyin ki
sonra size ateş dokunur. Ve sizin Allah'dan başka dostlarınız yoktur,
sonra mansur da olmazsınız, Allah'ın yardımına nail olamazsınız. Size
dokunacak olan ateşten kendinizi kurtaramaz, kurtarıcı da bulamazsınız.
114- Ve
namazı kıl, ve kıldır, gündüzün her iki tarafında ve gecenin
zülfelerinde yani gündüzün başlıca değişme saatlerinin ikisinde ve
gecenin zülfeleri, saçakları demek olan eteklerinde, gündüze yakın olan
saatlerinde.
Zülef:
Zülfe'nin çoğuludur ve Arapça'da çoğul en az üç sayıdan oluştuğu için
bu âyetteki ifadeden anlaşılan sonuç, ikisi gündüzün taraflarında, üçü
de gecenin eteklerinde olmak üzere tam beş vakit namaz emredilmiş
olduğu açıkça bellidir. Gündüz namazlarının kırâetinde cehir (sesli
okuma) meselesinde sabah namazı gece namazlarından sayıldığı için
"tarafeyi'n-nehar" dan murad öğle ve ikindi vakitleri, "zülefen
mine'l-leyl"den maksat da akşam, yatsı ve sabah namazları olmak
lazımgelir ki, İsra Sûresi'nde de "Güneşin öğle vakti zevalinden,
gecenin karanlığına kadar namaz kıl. Bir de sabah namazını kıl. Çünkü
sabah namazı gerçekten de şahitlidir." (İsra, 17/78) diye
buyurulmuştur. Böylece öğle ile ikindiye tarafeyi'n-nehar denilmesinin
sebebi şudur: Sabah gündüzün kökü, güneşin doğuşundan öğleye kadar
geçen vakit ise gövdesidir. Zevalden sonra öğle ile ikindi de, ta
batıncaya kadar olan kısım da taraflarıdır. Şer'an de gündüz vaktinin
sabah, öğle ve ikindi olmak üzere başlıca, üç bölümü, üç tarafı vardır.
Nitekim bir başka âyette "Gündüzün tarafları" (Tâhâ, 20/130) diye
gündüzün üç tarafından söz edilmiştir. Sabah namazı güneş doğmadan önce
olduğu için, sabah ve akşam namazları "zülefen mine'l-leyl" in kapsamı
içinde kalmış olurlar. Böylece gündüz namazına iki taraf kalmış olur.
Bununla beraber mutlak anlamda "gündüzün iki tarafı" tabiri gündüzün
iki ucu veya ortasının iki yanı mânâsına geldiğinden, şer'î anlamda
gündüz de fecir vaktinden geçerli olduğundan birçok âlim, bunun "Güneş
doğmadan önce ve batmadan önce Rabbini hamd ile tesbih et." (Tâhâ,
20/130) âyetini örnek alarak sabah namazı ile ikindi namazı olması
gerektiğini öne sürmüşlerdir. Fakat bu şekilde tefsir edildiği
takdirde, başka âyetlerde sarahatle yer almış olan öğle vakti burada
hiç zikredilmemiş olur. Keşşaf sahibi gibi, birçokları da iki taraftan
maksadın bir tarafın öğleden önce, bir tarafın da öğleden sonra demek
olduğunu ifade etmişler, yani "gudüvv ve aşiyy" şeklinde anlamışlardır.
Böyle alındığı takdirde birinci tarafta sabah namazı, ikinci tarafta da
öğle ve ikindi namazları yer almış olur ki, böylece gündüz namazı
olarak üç vakit namaz bulunmuş olur. Bu şekilde "tara-feyi'n-nehar"
ifadesi ile diğer âyetteki aynı anlama gelmiş olur. Ve sabah namazı
onun biri olur, diğer ikisi de öğle ve ikindi namazları olmuş olur.
Gündüzün iki tarafında üç namaz yer almış olursa "zülefen mine'l-leyl"
sözü de çoğul olduğudan ve en az üç namazı ifade etmesi gerektiğinden,
o takdirde farz namazların sayısı beş değil, altı vakit olmuş olur, ki,
bu altı vaktin biri bizzat peygamber efendimiz hakkında "Ve gece
namazından olmak üzere teheccüd namazını da kıl, sırf sana mahsus
nafileten bir namaz olarak." (İsrâ, 17/79) uyarınca fazla olarak
teheccüd, ümmet hakkında da vitir altıncı namaz olmuş olur. Nitekim
"Gecenin bazı saatlerinde ve gündüzün etrafında da tesbih et." (Tâhâ,
20/130) ifadeleri de en az altı sayıyı içerir. Şu kadar var ki, beş,
bütün vecihlerce kesin, altıncısı ihtimal olarak vitir itikadi farz
değil, ameli farzdır, başka bir deyişle vaciptir. Gerçekten de mutlak
anlamda gündüzün iki tarafı denildiği zaman sabah ve ikindi, hatta
sabah ve akşam dahi açıklık kazanırsa da burada bu iki tarafın
karşılığı olan "zülefen mine'l-leyl" den olmadığı da belli olmak
karinesiyle "tarafeyi'n-nehar" ifadesinden gündüzün iki ucu veya
ortasının iki yanı demek olmayıp örfte başlıca üç kısım sayılan etrafı
nehardan ikisi demek olması bizce bütün açılardan tercih edilmesi
gereken bir tefsirdir. Gündüzün taraflarından iki taraf: Öğle ile
ikindi ve geceden üç zülfe: Akşam, yatsı ve sabah olmak üzere hepsi tam
beş vakit namazdır ki, ikamet aynı zamanda namaz kıldırmak anlamına da
geldiğinden bunlar cemaatle kılınan namazlardır, ikamet sünnet, cemaat
vaciptir.
Hasılı işte
bu beş vakit namazı ikame et. Zira şurası kesindir ki, iyilikler
kötülükleri giderir. Yani her namaz bir hasenedir, beş vakit ise
hasenattır. Hasenata devam edildikçe seyyiat, yani kötülükler silinir
gider, işte bu muhakkaktır. Binaenaleyh beş vakit namaza devam
edildikçe arada beşeriyet icabı işlenen bazı seyyiat da silinir gider.
Beş vakit namaz, arada meydana gelebilecek küçük günahlara keffaret
olur. Nitekim bir hadisi şerifte de varid olmuştur ki "Namazdan namaza
kadar ikisi arasındakilere keffarettir, büyük günahlardan uzak
durulduğu sürece". Ayrıca "Muhakkak ki, namaz, çirkin ve kötü şeylerden
uzak tutar." (Ankebut, 29/45) buyurulduğundan, namaza devam edildikçe,
genellikle namaz kılanda kötülüklere ve günahlara karşı nefret duygusu
gelişir. Böylece namaz insanları büyük günanlardan da uzaklaştırmaya,
şayet alıştığı şeyler varsa onda pişmanlık uyandırıp tevbeye de sebep
olur.
O, (yani)
namaz, yahut "doğru ol!" emrinden buraya kadar anlatılanlarla ilgili bu
bölüm, düşünmeyi bilenlere bir hatırlatmadır. Yani aklıbaşında olan ve
düşünebilen herkese bir öğüttür, bir vaaz ve nasihattır. Bu âyetlerde
geçen emirler ve nehiyler bakınız ne kadar dikkat çekicidir: Emirler ve
diye dış görünüşte müfred olarak yalnızca Hz. Peygamber'e hitap
edilmiştir, oysa mânâ itibariyle umuma, yani bütün ümmete aittir.
Nehiylerde ise "azmayın" ve "zulmedenlere arka vermeyin." diye yalnızca
ümmete yöneltilmiştir. Ne ince, ne zarif bir ifade tarzıdır ki, hayır
olan fiillerde Hz. Peygamber muhatap tutulmuş da ümmete ondan sirayet
ettirilmiştir. Sakınca teşkil eden işlerden, yasaklanmış fiillerden
nehye gelince de Hz. Peygamber'e hitaptan çekinilip ümmete geçilmiş ve
bunun Peygambere ancak ümmeti dolayısıyla zımmen bir ilişkisi bulunduğu
anlatılmıştır. Ve Hz. Peygamber'in şahsı bu gibi işlerden uzak
tutulmuştur. Çünkü usul ilminde beyan olunduğu üzere, bir fiilden
nehiy, o fiilin muhataptan sadır olması düşünülür ve tasavvur edilir
olmasına bağlıdır. Vukuu ihtimali olmayan fiil nehyedilmez. Bundan
dolayı nehiylerinin Peygamber'e yöneltilmeyip de ümmete yöneltilmesi ve
ümmetin muhatap kabul edilmesi, bu gibi işlerin Hz. Peygamber hakkında
asla düşünülemiyeceği ve ihtimal dahilinde bile olmadığı gerçeğini
ortaya koyar. Şu halde Hz. Peygamber'e verilen doğruluk emrinin
doğrulukta devam ve sebat etmesini temin demek olduğunu ve fakat buna
rağmen ümmette doğruluktan ayrılmanın ve zalimlere meyil etmenin yine
de mümkün ve muhtemel bulunduğunu ihtar vardır. Ve işte Hz. Peygamber'e
"Hud Sûresi beni kocalttı" dedirten de âyetin bu ince belagati ile
ümmetin doğruluktan sapma tehlikesinin bulunmasıdır. "Düşünmeyi
bilenlere bir hatırlatmadır." O halde bunlara iyi dikkat et.
115-
Ve
sabreyle, bu emirlerin icra ve ifası sırasında karşı karşıya kalacağın
acılara katlan ve zalimlere karşı nusreti ve başarıyı hiç acele etmeden
bekle. Çünkü muhakkak ki, Allah iyilik edenlerin ecrini zayi etmez.
İyilik yapanların emeğini boşa çıkarmaz, bu muhakkak. Görülüyor ki
buradaki sabır emri ile Yunus Sûresi'nin sonundaki "Sen sana vayolunan
şeye uy ve sabret." (Yunus 10/109) emrine bir defa daha vurgu
yapılarak, burası o icmalin bir tafsili ve bir tavzihi (bir ayrıntısı
ve açıklaması) olduğu anlatılmıştır. Bunun üzerine geçmiş ümmetlerin
ardarda azaba uğratılmalarının sebepleri özetle bir kere daha
hatırlatılıyor. Böylece Muhammed ümmetini aydınlatmak ve Resululah'ı
teselli etmek siyakında buyuruluyor ki:
116-
Şimdi
sizden önceki çağlardan yeryüzünde fesattan engelleyen bazı bakiyye
sahipleri bulunsaydı (yani, Musevi ve İsevi gibi eski dinlere mensup
olanlardan bakiyyeye hizmet eden, dindar, hayra yarar, faziletli
gruplar bulunsaydı) da yeryüzünde bozgunculuğa engel olsalard Ancak
içlerinden kurtuluşa erdirdiğimiz pek az kimselerden başkası yoktur.
İçlerinden o zulüm yapanlar ise, (yani, azınlıkta olan o kurtulmuşları
dinlemeyip bilfiil fesat yaparak veya kötülükten vazgeçirme görevini
terkederek, kendilerine zulmetmiş, kendi helaklerine sebep olmuş
olanlar ise) refahla zevk arkasına düştüler. hep mücrim oldular. İşte
daha önceki çağlarda helak olan kavimlerin helaklerine sebep olan şey
başlıca bu ikisidir: Birincisi içlerinde fesattan engelleyecek
faziletli bir cemaatın bulunmayışı, bulunsa bile yetersiz kalışıdır.
Birisi de refaha ermiş olanların zevk ve safa düşkünlüğü ve bu suretle
halkın baştan çıkmasına sebep olmaları.
117-
Yoksa
ahalisi muslihler, (yani salih ve ıslahtan yana kişiler) olan bir
memleketi durup dururken, Rabbinin haksız olarak helak etmesi olur şey
değil. Hak etmeden helak olmaz. Yani, bir memleketin gerek idare eden
ve gerek edilen ahalisi, zulme ve bozgunculuğa meydan vermeyen salih ve
ıslahatçı kimseler iken, Allah herhangi bir zulüm ile o memleketi helak
etmez. Böyle bir ihtimal yoktur. Allah'ın kendisi zalim olmaktan
münezzeh olduğu gibi, ahali iyiliği ve ıslahatı sürdürdüğü müddetçe
zaten zulmetme niyetinde olanlar da zulüm ve haksızlık için meydan
bulamaz. Bunun için salih olmak kâfi gelmez, ayrıca muslih olmak da
gerekir. Allah, memleketleri, ancak halkları ıslahkar "ahalisi ıslahat
yapan kimseler" oldukları sürece helak etmez. Hakkın ihlak edişi, ancak
memleket ahalisinin ıslahattaki eksiklikleri, zulüm ile fesadın meydan
almasına sebebiyyet vermeleri yüzündendir. Nitekim "İçimizde salihler
varken yine de helak olur muyuz?" diye Resulullah'a sorulduğunda, o da
"Evet, eğer hubüs, (yani pislik) çoğalırsa" diye cevap vermiştir.
(Maide, Sûresi'nde "Ey iman edenler, size düşen kendinizi düzeltmektir.
siz doğru yolda olduğunuz sürece yolunu şaşırmışlar size zarar
veremezler." (5/105), Enfal Sûresi'nde "Öyle bir fitneden korkun ki,
içinizden yalnızca zulüm yapanlara dokunmakla kalmaz...(8/25)
âyetlerine bkz.) Hud Sûresi'ndeki bu âyetin bir benzeri de En'âm
Sûresi'nde geçmişti, fakat orada "Bunun sebebi, Rabbinin, bir memleket
halkını gaflette oldukları bir halde, haksız yere helak etmeyişidir."
(6/131) buyurulmaktadır. Bunun bir benzeri de ilerde Kasas Sûresi'nde
gelecektir ki, orada da "Rabbin memleketlerin ana merkezine,
kendilerine âyetlerimizi okuyan bir peygamber göndermedikçe onları
helak etmiş değildir. Biz o memleketleri, halkı zalim olmadıkça helak
edecek değildik." (Kasas, 28/59). Bu son âyet gafletin mânâsını
açıkladığı gibi, ıslahatın karşıtının da zulüm ve haksızlık yapılması
demek olduğunu ortaya koyar.
118-
Bununla
beraber Rabbin dileseydi, elbette insanların hepsini bir tek ümmet
yapardı. "İnsanlar bir tek ümmetten başka bir şey değillerdi" (Yunus,
10/19) âyeti gereğince zaten balangıçta hepsi bir tek ümmet ve bir tek
aile idi. Âdem ailesi idi. Sonra dileseydi hepsini hakka hidayet
ederdi, İslâm üzerinde birlik ve beraberlik halinde tutardı, ihtilafa,
anlaşmazlığa, bölünüp parçalanmaya izin vermezdi. Sonuna kadar bir tek
millet, tevhid inancı üzere giden bir tek cemaat yapardı. Halbuki öyle
yapmamış da sürekli olarak anlaşmazlıklar çıkarıp duruyorlar. Demek ki,
Allah Teâlâ, hepsinin bir ümmet olmasını dilememiş. Hepsine tevhid
inancını ve doğruluğu emretmekle beraber, ihtilaflara imkân bırakmış da
çeşitli zevkler, çeşitli tutkular ve farklı isteklerle Hakk'a karşı
çıkıp duruyorlar.
119-
Ancak
Rabbi'nin merhamet ettikleri, rahmetine mazhar kıldıkları müstesnadır.
Ki bunlar, ihtilafa düşmezler, Hakk'a karşı gelmezler. Tevhidden ve
istikametten ayrılmazlar, birlik ve beraberlik içinde bir ümmet
olurlar. Ve zaten onları bunun için halketti, yani tevhidden
ayrılmasınlar, anlaşmazlıklara düşmesinler ve bir tek ümmet olsunlar
diye yarattı. İşte bu müstesnaları bunun için yarattı veya rahmet
kılınmış olanların dışında kalanları ihtilafa düşsünler diye yarattı.
Veyahut bütününü "Bakalım hanginiz daha güzel ameller işleyecek."
(Mülk, 67/2) hikmetiyle imtihan ve yarışma gerçekleşsin, muhalif ve
muvafık ayrılsın diye yarattı. Ve böylece ihtilaf edip duranlar
hakkında Rabbinin işte şu kelimesi tastamam yerini buldu: Bir kısmı
cinlerden ve bir kısmı insanlardan olmak üzere cehennemi elbet
dolduracağım. (Bakara, 2/253. âyetin tefsirine bkz.)
120- Sana
peygamberlerin hayatlarıyla ilgili bilgilerden bazı önemli kısımları,
kalbini onlarla yatıştırmak, onlarla pekiştirmek için hikaye ediyoruz.
Önemli kısımların her türlüsünü sana anlatıyoruz ve daha anlatacağız.
Bunda, (yani bu sûrede) de sana hak geldi. Anlaşmazlık ihtimali olmayan
hakikatın kendisi geldi. Aynı zamanda müminler için bir mev'iza ve
muhtıra, (yani bir öğüt ve ibret niteliğindeki bilgiler) geldi.
121-
İmana
gelmeyen o kâfirlere de de ki: Halinize ve gücünüze göre
yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz imansızlığa yetiyor, o
imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın. Yapabileceğinizi yapmaktan
geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de yapacağımızı yapacağız.
Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve Rabbimizden gelen emir ve
uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam edeceğiz. Ve
gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun, muhakkak
ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi
imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu
biz de inançla gözleyip durmaktayız.
122-
İmana
gelmeyen o kâfirlere de de ki: Halinize ve gücünüze göre
yapabileceğinizi yapın. Yani sizin bütün gücünüz imansızlığa yetiyor, o
imansızlıkta da istediğiniz kâfirliği yapın. Yapabileceğinizi yapmaktan
geri kalmayın bakalım. Muhakkak ki, biz de yapacağımızı yapacağız.
Şurası kesindir ki, hakkı tasdik edeceğiz ve Rabbimizden gelen emir ve
uyarıları kabul edip iman yolunda çalışmaya devam edeceğiz. Ve
gözleyin. Şu müminlere felaket gelecek diye bekleyip durun, muhakkak
ki, biz de gözlemekteyiz. Yani Rabbimizin vaatlerini ve sizin gibi
imansızların başına gelebilecek kötü akıbetleri, sizin korkunç sonunuzu
biz de inançla gözleyip durmaktayız.
123-Bakalım
kim zararlı çıkacak göreceğiz. Onlara şunu da haber ver ve de ki:
Göklerin ve yerin gaybı Allah'ındır. Göklerdeki ve yerdeki bütün
gizlilikler, bütün sırlar yalnızca Allah'a aittir. Onları bilmek de
Allah'a mahsustur. Yani gayb olan gizli sırları yaratmak, icad etmek,
bilmek ve bildirmek, zamanı gelince açığa çıkarmak vs. bütün bu
hususlar, gayb ile ilgili bütün işlemler Allah'a mahsustur. Bütün külli
varlıkları, bütün cüz'i parçacıkları, varı ve yoğu, hazırları ve
gaipleri, olmuşları ve olacakları bilen ancak O'dur. O'na gizli olan
hiçbir şey yoktur. Ve emir, bütünüyle O'na irca olunur. Bütün emirler,
kararlar, hükümler ve işler, hepsi, hepsi O'na döndürülür. Hazırda veya
gaipte hiçbir emir yoktur ki, O'na dayanmasın. O'na dayandırılmadan
hakkında bir hüküm verilmek mümkün olabilsin. O'na dayandırılmadan iki
kere iki dört eder demek bile mümkün olmaz. İşte bundan dolayı, sen
yalnızca O'na ibadet et, O'na kulluk eyle! Ve O'na tevekkül eyle! Her
işte emir ve kumandayı, yetkiyi O'na verip, O'na güvenip, O'nun
emirlerine uygun hareket eyle! Yani, ibadetsiz ve amelsiz kuru kuruya
tevekkülün de faydası yoktur. Sen kulluğunu yap, O'nun emrini yerine
getir ve öyle tevekkül eyle. Rabbin amellerinizin hiçbirinden gafil
değildir.
Bu sûrenin
sonu ile Tevbe Sûresinin sonu arasında belagatlı bir tekrar ve teyid
bulunmaktadır. Zira onun son emri de yalnızca Allah'la yetinmek ve
yalnızca O'na güvenmek gerektiğini vurguluyordu.
Bu
sûrenin
bu şekildeki hatimesi, bundan sonra gelecek olan Yusuf Sûresi'ne de bir
geçiş, bir hazırlık özelliği taşır. zira Yusuf Sûresi, Allah'a tevekkül
eden bir kulun, ne kadar çok yönlü haksızlığa uğrarsa uğrasın, Allah'ın
yardımıyla hepsinden kurtulup düze çıkacağını göstermektedir.