|
Elmalı
Tefsiri
1. Ey iman edenler!
Hitabın böyle nida ile başlaması karşıdakiler gelecek sözün önemini,
dikkat ve özenle dinlenmesi gereğini hatırlatır. İman özelliği ile
sıfatlandırmak da sevinç ve neşe vermek ve imanın, o söylenecek sözü
korumaya yönelttiğini, ve bozukluğa engel olduğunu, bütün o özelliğe
sahip olanlara ilan etmektir. Yani Ey iman şerefi ile mutlu olan
kimseler! Haberiniz olsun, bütün sizlere o imanın, dikkat ve özenle
dinleyip tutmayı gerektirdiğine dair önemli bir tebliğ yapılıyor, şöyle
ki: Allah ve Resulünün önüne geçmeyin, geçirtmeyin. Takdim'den nehy-i
hazırdır.
TAKDİM, aslı itibarıyla
müteaddi bir fiildir. Bir şeyi diğerinin üzerine geçirmek demektir ki
çoğunlukla ikinci mef'ûlüne ile müteaddi olur. Burada ise hiç mefûlü
bih yok. Onun için burada iki vecih vardır: Birisi; herhangi bir mefûle
bağlılığı görüşünden uzaklaşarak lazım fiil yerinde fiilin kendisini
kasdetmektir ki, Allah'ın ve Resulünün önünde öne geçmek denilen fiili
yapmayın, şunu veya bunu takdim, öne geçirmek diye düşünmek şöyle
dursun, öne geçmek denilebilecek hiçbir fiili yapmayın, demektir.
İkincisi de mef'ûlün umumilik için hazfedilmiş olmasıdır ki hangi
mef'ul takdir edilse, tercih sebebi olmadan tercih yapılmış olacağından
hazfolunur. Hiçbir şeyi, hiçbir emri, ne kendinizi ne başkasını asla
öne geçirmeyiniz, demek olur. Birincisi, fiilin kendisini yasaklamak
itibarıyla makamın hakkına daha uygun, ikincisi ise kullanılması daha
çok ve genelde daha açık olması yönünden daha belirgin görülmüştür. Bu
sözde iki mecaz olduğu hatırlatılır: Birisi tabirinde mecâz-ı
mürsel'dir. Zira bunun gerçek mânâsı iki el arası demektir. Fakat
örfte, bundan mücaveret (yakınlık) alâkasıyla sağ ve sol taraftan iki
yönün paralelliği sebebiyle düşünülerek ön mânâsına kullanıldığı gibi
burada Allah ve Resulünün önüne geçmek veya geçirilmek istiâre-i
temsiliyyedir ki Allah ve Resulünün emri ve hükmünü gözetmeden hiçbir
emri kestirip atmayın, demek olup Kitap ve Sünnet'in ahkâmını göz önüne
almaksızın acele veya baskı ile bir işe kalkışmaktan men etmektir. Bir
de fiili mânâsına lâzım (edilgen) fiil olur. Nitekim askerin öncüsüne,
mukaddime denilir ki, mütekaddime, öne geçen demektir. Burada bu
mânâdan olarak Allah'ın ve Resulünün önüne geçmeyin diye tefsir
edilmiştir. Bunda mefûlü bih olan mef'ulü bih çeşnisini almak yönüyle
de müteaddi fiil neşesi verebiliyor. Ancak bunda yalnız kendiniz
geçmeyin demek olur. Diğerini geçirmemek için de bir emri bi'l-ma'ruf
ve nehyi ani'l-münker görevi gerekli olabileceğini ifade etmez. Meğer
ki işaret ettiğimiz şekilde geçmeyin, geçirmeyin diye açıklanmış olsun.
Fakat bu da önceki geçişlilik mânâsından çıkabilecektir. Bazı
tefsirciler de demişlerdir ki, burada mânânın aslı Resulullah'ın önüne
geçmeyin, demektir. Allah'ın isminin zikredilmesi yalnız tazim ve
Resulullah'ın, Allah yanında yüksek şerefini ve yüce özelliğini
bildirmek içindir. Nitekim bundan sonraki âyetler yalnız peygamber
hakkındadır. Buna göre mânâ şu olur: Allah'ın resulünün önüne geçmeyin,
çünkü onun Allah'a yakınlık duygusu vardır. O hep Allah'ın
huzurundadır, onun önüne geçmek Allah'ın huzurunda cüretkârlıkta
bulunmaktır.
Bu âyetin sebeb-i
nüzûlünde birkaç rivâyet vardır;
1- Buhari'nin Abdullah
b. Zübeyr'den bir rivayetine göre Beni Temim'den Resulullah'a bir heyet
gelmişti. Hz. Ebu Bekir (r.a.) Ka'ka b. Ma'bed'i onlara emir yap dedi,
Hz. Ömer (r.a.)'de Akra b. Habis'i emir yap dedi. Ebû Bekir: Sırf bana
muhalefet etmek istedin, dedi. Ömer de: Hayır sana muhalefet etmek
istemedim dedi, münakaşa ettiler, sesleri yükseldi bundan dolayı "Ey
iman edenler! Allah ve Resulünün önüne geçmeyin." âyeti nazil oldu..
Fakat yine Buharî'nn ve diğerlerinin rivayetlerine göre bu münakaşa
bundan sonraki âyetin nüzulüne sebep olmuştur.
2- Abd b. Humeyd'in ve
İbnü Cerir'in ve İbnü Münzir'in Hasen'den rivayetlerine göre bazı
kimseler kurban bayramı günü Resulullah'tan önce kurban kesmişlerdi,
Peygaber (s.a.v.) onlara yeniden kesilmesini emretti, bu âyet
indirildi. Keşşâf'ın nakline göre Bayram namazından önce kesmişlerdi bu
âyet nazil oldu, Resulullah da onlara diğer bir kurban keserek iade
etmelerini emir buyurdu.
3- İbnü Cerir'in
Katâde'den rivayetine göre birtakım kimseler şunun hakkında şöyle nazil
olsa idi, şöyle şöyle olurdu, diye söyleniyorlardı bu âyet indi.
4- Alûsî'nin
kaydettiğine göre Hasen'den şu da rivayet edilmiştir ki Resulullah
(s.a.v.) Medine'de oturmaya başladıktan sonra kendisine uzak yerlerden
sefaret heyetleri geliyor, pek çok meseleler soruyorlar, çok
söylüyorlardı. Resulullah başlamadan meseleye başlamaktan men
edildiler. Ebû Hayyan Bahir'de der ki: Resulullah'a bir kavim geldiği
vakit nasıl selam vereceklerini öğretmek üzere Ebû Bekir onlara bir
adam gönderir ve Resulullah'ın huzurunda sükûnet ve vakar üzere
bulunmalarını isterdi. Bazıları öne geçmeyi özel örneklerle tefsir
etmişlerse de âyetten görünürde anlaşılan, gerek söz ve gerek fiil
hepsine umumi olmasıdır. Resulullah'ın meclisinde bir mesele geçtiği
zaman ondan önce cevaba kalkışmamaları için de olduğu gibi, yolda
giderken bir izin, işaret veya ihtiyaç olmaksızın önünde yürümemeleri
ve sofrada ondan önce yemeye başlamamaları da içinde olur ki buna
usulde umumi mecaz yahud beyanda kinaye tabir edilir. Hakikati iradeye
engel olmaz. Namazda hiçbir şekilde imamın önüne geçmenin caiz
olmamasındaki mânâ da budur. Resululah'ın huzurunda birisi imam edilip
namaz kılınacak olsa onun izni olmaksızın sahih olmaz. Bu şekilde bu
âyetten herşeyde şeriata uymanın gerekliliğine delil getirilir. İşte bu
âyet Resulullah'ın protokolü ile ilgili böyle bir ara prensiptir ki,
bundan sonraki âyetin mânâsı da bunun anlamı içindedir. Bazıları
bununla kıyasın aleyhine de delil getirmek istemişlerse de kıyas Allah
ve Resulünün hükmünde öne geçmek değil, uymak için mânâ araştırmasıdır.
Evet hiçbir şekilde Allah ve Resulü'nün önüne geçmek mânâsı bulunan
hiçbir saygısızlık yapmayın. Ve Allah'tan korkun, gerek yapacağınız ve
gerek çekineceğiniz her hususta, her söz ve fiilde ve bunun üzerine ve
özellikle bu hususta ileri gitmekte Allah'ın gazabından korkup emrine
uyup korunun. Çünkü Allah işitendir, bilendir. Dolayısıyla bütün
söylediklerinizi işitir, yaptıklarınızı
bilir, ona
göre ceza verir.
2-"Ey
iman edenler!"
Nidâ yukarda yeni geçmişken tekrar edilmesi, bunun da aynı şekilde
dikkatle dinlenmesi gerektiğine tenbihtir. Öncekinde nefsi söz ve
fiilin aslında ileri gitmek yasaklandığı gibi bunda da sözün
niteliğinde, yani söyleyişte aşırı gitmek yasaklanıyor. Şöyle ki:
Seslerinizi peygamberin sesinden fazla yükseltmeyin yani seslerinizi
peygamberin sesinin vardığı hadden ileri geçirmeyin. Ve ona söz
söylerken birbirinize bağırdığınız gibi yüksek sesle söylemeyin, akran
gibi de konuşmayın. Yani önceki, ileri gitmeyi yasaklıyor,bu cümle de
aynı
düzeyde olmayı yasaklıyor. Rivayet edilir ki bu âyet inince Hz. Ebû
Bekir (r.a.): "Ya Resulullah vallahi ben bundan sonra Allah'a
kavuşuncaya kadar sana gizli veya gizli gibi konuşurum demiş." Hz. Ömer
(r.a.) de Peygamber'e öyle yavaş konuşur olmuştu ki, sormayınca
işittirmezdi. Öyle yaparsanız, öyle farkına varmadan amelleriniz boşa
gider de haberiniz olmaz. Çünkü Peygamber'e saygısızlığa ve sıkıntıya
sebep olabilen şeyler küfre varabilir; küfür ise amelleri bozar "Kim
imanı kabul etmezse, ameli boşa gider.." (Maide, 5/5) Burada "Haberiniz
olmaz" kaydıyla şuurun yok olmasından şu anlaşılır ki, bu yasaklanan
sesi yükseltmek ve kaldırmaktan maksat yalnız hafife almak ve
saygısızlık kasdiyle olanlar değildir. Çünkü o müminlerden çıkması
mümkün olmayan açık küfürdür. Fakat açık küfür olmamakla beraber,
dolayısıyla ona varan küfür zannedilen haller de vardır. Bazı fiiller
vardır ki küfür kasdıyla yapılmasalar bile küfür tehlikesini içinde
bulundururlar. Peygambere sıkıntı bu şekilde olur. Buhârî ve Müslim,
Enes (r.a.)'ten rivayet etmişlerdir ki, bu âyet inince Sâbit b. Kays
(r.a.) evinde oturmuş "Ben cehennemliklerdenim." diyerek kendini
hapsetmişti. Hz. Peygamber (s.a.v.) Sa'd b. Muaz'a: Ey Ebâ Âmir, Sabit
ne halde, rahatsız mı? diye sordu, Sa'd da; o benim komşumdur;
rahatsızlığını bilmiyorum dedi ve gitti sordu. Sabit, dedi ki: "Bu âyet
indirildi, halbuki bilirsiniz ben sizin en yüksek seslinizim, demek ki
ben cehennnemliklerdenim." dedi, Sa'd bunu peygamber'e söyledi,
Resulullah, hayır o, cennetliklerdendir, buyurdu. Diğer bir rivayette
de de, Resulullah haber gönderip getirtti, sordu. Ya resulullah, dedi;
Allah Teâlâ sana bu âyeti indirdi, benim ise sesim kuvvetli, korkarım
amelim yok olur. Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: Hayır sen hayır ile
yaşayacak, hayır ile öleceksin. Taberânî ve Hakim'in rivayetlerine göre
Resulullah ona: Razı olmaz mısın, Allah'a hamd ederek yaşayasın, şehit
olarak öldürülesin ve Cennet'e giresin! buyurdu, o da: Razıyım ve artık
sesimi peygamberin sesinin üstüne kaldırmam." dedi.
3-
Sakındırmaktan
sonra
yapışmaya teşvik için buyuruluyor ki: O kimseler ki Resulullah'ın
yanında seslerini kısarlar, yasaklamaya muhalefetten sakınarak ve
terbiyeye uyarak seslerini indirir, pesten alırlar. Şüphesiz onlar, o
kimselerdir ki, Allah Teâlâ onların kalplerini takva için imtihan
etmiştir. Fetih Sûresi'nde geçtiği üzere onlara takva kelimesini
gerekli kılıp türlü sıkıntılarla tecrübe sahasında takvaya alıştırmış
takvalarını tecrübe ile ortaya çıkarmıştır. Onlara mağfiret ve büyük
bir ecir vardır.
4-
Şüphesiz ki sana
hücrelerin gerisinden bağıranlar, arkasından veya önünden çağıranlar.
HÜCRE, etrafı
çevrilerek içine girilmekten menolunan toprak parçasıdır. Hucurât'tan
maksat, Peygamber (s.a.v.)'in hâne-i saadetinin odalarıdır ki, her biri
hanımlarından birine ait olmak üzere dokuz oda idi. Alûsî şöyle
kaydeder: "İbnü Sa'd'ın, Atâ-i Horasânî'den rivayet ettiğine göre,
hurma dallarından ahşap idi ve kapılarının üzerinde siyah kıldan çullar
vardı." Buhârî, Edeb'de ve İbnü Ebi'd-dünya ve Beyhakî, Davud b.
Kays'tan şöyle rivayet etmişlerdir ki: Hücreleri gördüm "hurma
kerestesi"nden olup dışından kıl çullarla kaplanmış idi, hücrenin
kapısından evin kapısına kadar uzunluğu altı veya yedi zira zannederim
ve iç evi ise on zira' tahmin ediyorum yüksekliği de yedi ile sekiz
zira'' arası sanırım, demiştir. Hasan-ı Basrî'den de rivayet
etmişlerdir ki Hz. Osman'ın hilafetinde Peygamber'in hanımlarının
evlerine girerdim, tavanlarına elimle yetişirdim, Abdü'l-Agelik'in oğlu
Velid zamanında onun emriyle Resulullah'ın mescidine katıldı ve bundan
dolayı insanlar ağladı ve o gün Said b. Müseyyeb şöyle dedi: Vallahi
arzu ederim ki, bulundukları hal üzere bıraksalar da Medine halkından
bir kısım kimseler neşelenseler ve hariçten gelenler de Resulullah'ın
ne ile yetindiğini görseler de zühd dersi alsalardı...
Siyercilerin çoğu bu
bağıranları Beni Temim'den olmak üzere zikretmişlerdir. Şöyle ki: Beni
Temim'den yetmiş veya seksen kişi kadar bir heyet gelmişti. İçlerinde
Zibrikân b. Bedir, Utârid b. Hacib b. Zurâre ve kays b. Âsım ve kays b.
Haris, Amr b. Ehtem ve Akra b. Habir vardı. Ebu Hayyan'ın Bahir'de
anlattığına göre bunlar gelmişler, öğle sıcağında mescide girmişlerdi,
Resulullah henüz uyuyordu, Ey Muhammed! Bizim yanımıza çık! diye
bağırdılar, bunun üzerine uyandı ve çıktı, Akrâ b. Habis: Ey Muhammed!
Benim övmem güzel, kötülemem, ayıplıdır, dedi. Resulullah; yazıklar
olsun sana, öyle olan Allah Teâlâ'dır, buyurdu; derken insanlar mescide
toplandı. Bunlar Beni Temim: Konuşmacımızla, şairimizle sana şiirlerle
konuşmalarla atışacağız, dediler. Peygamber (s.a.v.) "Ben şiirle
gönderilmedim, övünmekle de emrolunmadım fakat haydin bakalım." dedi.
Zibrikân içlerinden bir gence haydi kavminin faziletlerinden seç, söyle
dedi. Bir genç kalktı: "Bizi yaratılmışların en hayırı kılan ve bize
mallar veren Allah'a Hamd olsun." diye bir konuşma yaptı. Resulullah
(s.a.v.) Sâbit b. Kays b. Şemmâse ki kalk cevap ver, dedi. Sâbit de:
"Hamd Allah'a mahsustur. Ben O'na hamdediyor, O'ndan yardım diliyor ve
O'na inanıyorum." diye başlayan bir hutbe ile cevap verdi. Zibrikân,
diğer bir gence kalk kavminin yüceliğini anlatacak bir kaç beyt söyle
dedi. O da:
"Biz
cömert kimseleriz, hiçbir kabile bize denk olamaz. Bizim içimizde
reisler vardır ve ganimetin dörtte biri bizim aramızda taksim edilir.
Eğer savaş korkusu
hissedilmezse kıtlık zamanında biz bütün nüfusa deve hörgücü yediririz.
Biz, bir şeyi yapmak
istemeyip çekindiğimiz zaman da kimse bize karşı duramaz. İşte biz
iftihar anında böyle yükseliriz."
dedi, Hz. peygamber
(s.a.v.), Hassan b. Sabit'i çağırdı, Hassan söylediğini bana tekrar et,
dedi. Dinledi şöyle cevap verdi.
"Fihr kabilesi ve
kardeşlerinden ileri gelen kimseler, insanlara uyulacak bir yol
çizmişlerdir.
İçinde Allah korkusu
olan herkes, bu yolu tavsiye eder. Her türlü hayır da bu yoldan
beklenir."
Daha hazı beyitlerden
sonra Hassan şunları da söyledi:
"Biz, Ma'd
kabilesinden, hazırda bulunanlara ve bulunmayanlara rağmen Allah'ın
Resulü'ne ve dine büyük bir güçle yardım ettik.
Bu yardımı, gebe
devenin sidiğini dağıttığı gibi düşmanı dağıtan kılıç darbeleriyle ve
göğüslerde deve ağızları gibi yara açan mızrak vuruşlarıyla yaptık.
Onların toplulukları
geldiği gün, yuvasını ve yavrularını koruyan aslanlar gibi vuruşumuzu
Uhud'a bir sor!
Askerler arasında ölüme
gitmek, suya gidercesine hoş görününce savaş alanlarında ölüme dalan
biz değil miydik?
Biz, iki kolla kafaları
vururuz. Biz Gassan kabilesinin parlak bir kolundan gelen şerefli bir
soya mensubuz.
Eğer Allah'tan haya
etmeseydik insanlar üzerinde (canlarını korumak ve ikramda bulunmak
gibi) iki hakkımız olduğunu bir şeref vesilesi olarak söylerdik. Bu
hususta bize karşı çıkan var mı?
Hayatta olanlarımız,
çakıl taşlarına basıp dolaşanların en hayırlılarındandır. Ölülerimiz de
kabirlerde bulunanların en hayırlılarındandır."
Bunun üzerine Akra' b.
Habis kalkmış, vallahi ben bir iş için geldim ve bir şiir söyledim onu
dinleteceğim, demiş ve şunu söylemiş:
"İyiliklerin anılması
esnasında bize muhalefet ederlerse, insanlar bizim üstünlüğümüzü
bilsinnler diye sana geldik.
İster Necid'de İster
Tihâme topraklarında olsun, her hücumda biz insanların başıyız.
Her toplulukta bizim
için (ganimetten) dörtte bir hisse vardır. Hicaz topraklarında Beni
Dârim gibisi de yoktur."
Hz. Peygamber (s.a.v.)
Hassan'a: Kalk cevap ver buyurdu. Hassan (r.a.) da dedi ki:
"Ey Benî Dârim!
Övünmeyin. Çünkü iyiliklerin anılması esnasında sizin övünmeniz bir
vebal olur.
Siz, bize karşı
övünmekle kaybettiniz. Çünkü siz, kiminiz süt ana, kiminiz hizi olmak
üzere bizim hizmetkârlarımızsınız."
Bu noktadan Peygamber
(s.a.v.) buyurdu ve peygamberin bu sözü onlara Hassan'ın
söylediklerinin hepsinden daha çok tesirli geldi. Hassan şiirini şöyle
bitirdi.
"Eğer kanlarınızı ve
mallarımızı taksim yerlerinde bölüşülmekten korumak için gelmiş iseniz,
Allah'a eş koşmayın,
İslâm'a girin ve peygamberin yanında Benî Dârim ile övünmeyin.
Yoksa Beytin Rabbine
yemin ederim ki keskin kılıçlarla mızraklar başınızın üzerine iner."
Bunun üzerine Akrâ b.
Hâbis "vallahi bilmem bu ne iştir? Hatibimiz söyledi, onların hatibi
daha güzel söyledi, şairimiz söyledi, onların şairi daha şair daha
güzel söylüyor" dedi, sonra Resulullah'ın huzuruna daha yakın vardı:
dedi. Hz. Peygamber (s.a.v.) de "o halde bundan önce olan sana zarar
vermez" buyurdu, sonra onlara hediyeler ve ihsanlarla iltifatta
bulundu. İbnü Hişam Siyer'inde, kıssayı biraz daha farklı nakletmiş
olduğunu da Âlûsî kaydeder. Bu âyetin Beni Anber hakkında nazil
olduğunu da söylemişlerdir. Fakat Beni Anber, Beni Temim'den bir bölüm
olduğuna göre öncekine ters düşmez. Nitekim Kâmus'ta Anber, Temim'den
birinin babasıdır, der. Onların çoğunun aklı ermez, henüz dini
öğrenmemiş, edeb ve yol bilmez, kaba nirâbi güruhudur.
5-
Ve eğer sen
onlara
çıkıncaya kadar sabretselerdi kendileri için daha hayırlı olurdu. Çünkü
güzel davranışla Peygamber'e tazim etmiş olurlardı o da övgüye ve
sevaba ve sorumlularının isteklerinin yerine gelmesine daha elverişli
olurdu. Zira denildiğine göre Beni Anber esirlerine şefaatçi olmak
üzere gelmişlerdi, yarısı hür bırakıldı, yarısı için de fidye alındı.
Bununla beraber Allah gafur ve rahimdir, tevbe ve iyileşerek
akıllanmaya yüz tuttukları takdirde affeder, sıkıştırmaz.
6-
Ey iman edenler!
Eğer fâsıkın biri size bir haber getirirse onun doğruluğunu araştırın,
birden bire kapılmayın da, açıklama isteyin, araştırıp anlayın
dinleyin, fısk'tan kaçınmayan yalandan da kaçınmaz. Fâsıkın karşılığı
adildir.
Fahreddin Razî der ki:
Bu sûrede müminleri ahlakın en güzeline bir yöneltme vardır. O ise ya
Allah ile veya Peygamber ile veya kendi cinsi ile olur. Bunlar da iki
sınıftır, çünkü ya müminler yolunda gider, tâat rütbesinin içinde veya
dışarda olurlar. Dışarıda olan fasıktır. Müminler gidişinde dahil
olanlar da yanlarında hazır veya uzakta bulunurlar. Bu suretle ahlak
beş kısım olur:
1- Allah'a ait olanlar,
2- Peygambere ait
olanlar,
3- Fâsıklara ait
olanlar,
4- Hazır olan
müminlere ait olanlar,
5- Gaib olan
müminlere ait olanlar.
İşte bunlardan
herbirine ait olmak üzere yüce Allah bu sûrede beş kere "Ey iman
edenler!" buyurmuştur. Allah ve Resulüne ait olan açıklamadan sonra
üçüncü olarak burada fâsıkların sözlerine güvenilmemesi gerektiğini
açıklıyor. Çünkü onlar araya fitne sokmak isterler ki o fitne "Eğer
müminlerden iki grup birbirleriyle vuruşurlarsa..." âyetinde
açıklanacaktır... Bununla beraber fâsıkın sözünü de büsbütün hiçe
saymayıp araştırma ve açıklanması emrolunmuştur. Demek ki fâsık olmayıp
da adil olacak olsa yerine göre haber-i vâhid dinlemeye layık
olacaktır. Bu âyetin indirilmesine sebeb olmak üzere şöyle rivayet
ediyorlar: Resulullah Velid b. Ukbe'yi Beni Mustalik'a vali ve zekât
memuru olarak göndermişti. Onunla onlar arasında bir kin varmış;
yaklaştığı zaman karşısına gelen atlıları kendisini öldürecekler
sanmış, korkmuş geri dönmüş. Resulullah'a varıp onlar dinden döndüler,
zekatı vermeyi reddettiler, demişti. Resulullah da öfkelenmiş ve
onlarla harp etmeyi kurmuştu, bu âyet bunun üzerine indi. Bir rivayette
de Halid b. Velid'i göndermiş, gözetlemiş, ezan okuduklarını ve gece
namazı bile kıldıklarını görmüş ve zekâtlarını da ona teslim etmişler o
şekilde geri dönmüştür. "Fâsık" ile "nebe" kelimelerinin nekre oluşu
umumilik içindir. Herhangi bir fâsık, herhangi bir nebe' (haber)
demektir. Çünkü Razî'nin hatırlattığı şekilde şartın bulunduğu yerde
sübut yönünde umumilik, nefi yönünde hususilik olur. Nitekim haberler
de nefi tarafında genel, sübut tarafında özeldir. denilmeyip de şüphe
harfi olan ile ifade edilmesi müminlerin fâsıklara aldanmayacak kadar
uyanık olmaları gerektiğini ihtar ve öyle uyanık müminlere herhangi bir
fâsıkın cüretinin ender olacağına işaret nüktesini taşımaktadır. Çünkü
bir bilgisizlikle, hallerini bilmeyerek, bir kavmi musibete
uğratırsınız, vurursunuz, bir zarara uğratırsınız da sonra yaptığınıza
pişman olursunuz, çünkü haber yanlış olunca sonra temiz oldukları
ortaya çıkar da telafisi mümkün olmayan bir üzüntü çekilir. İman
vicdanı, öyle bir haksızlığa karşı devamlı olarak sızlar. Zemahşerî der
ki: Nedamet, yani pişmanlık, bir çeşit üzüntüdür ki, meydana gelen
şeyin olmamasını dileyerek gam yemektir. Böyle bir üzüntü ve gam ise
devamlı ve etkili olur, çünkü olay akla geldikçe pişmanlık yapışır.
7-
Ve biliniz ki
içinizde Allah'ın Resulü var. Bundan dolayı Allah'tan korkun da yalan
ve batıl söylemekten sakının, çünkü Allah ona doğrusunu bildirir ve bir
haber işittiğiniz vakit de açıklanması için ona sorun, o size açıklar,
kendi görüşünüzle onu kandırmaya çalışmayın. Şayet o birçok işlerde
size uysaydı sıkıntıya düşerdiniz. Sarpa sarardınız, haliniz yaman
olurdu, çok zahmetler, felaketler çeker, yok olmaya doğru giderdiniz.
Çünkü öyle kendisine uyulması gerekenin, uyan durumuna düşmesi bir
ihtilâl ve işlerin tersine gitmesi demek olan bir ihtilaldir.
ANET: Meşakkat ve
helâk, sıkıntı ve günah mânâlarına geldiği gibi aslında kırılan bir
kemiğin sarıldıktan sonra tekrar kırılması demektir. Buradan
anlaşılıyor ki, birtakım kimseler o haber üzerine o kavmi vurmak
fikrinde bulunmuşlardı. İşlerin birçoğunda deniliyor. Demek ki bazı
işlerde itaat sakıncalı değildir. Belki gönüllerini çekerek güzel bir
siyaset olur. Bir de in geçmişe ait olması gerekirken diye muzârî
sigası getirilmiştir ki takdirindedir. Bunda iki mânâ vardır: Birisi,
"itaat eder olsa idi" demek olur ki devamlı olmanın imkansızlığını
ifade ederek, itaatın aslı değil, devamlı oluşunun sakıncalı olduğunu
anlatır. Buna göre devamlı ve sürekli olmayıp da bazen birçok işlerde
itaat dahi sıkıntıya sebep değilmiş gibi anlaşılır. Bundan dolayı diğer
bazı tefsircilerin maksat itaatin devamlılığının imkansızlığı değil,
imkansızlığın devamı demek olduğunu söylemişlerdir ki, buna göre mânâ
"'birçok işte itaat edecek olsa idi" demek olur. Yani birçok işlerde
itaat hiç olmaması gerekir. Ebu's-Suud bu iki görüşü münakaşa etmiştir,
isteyen oraya bakabilir. Sonra Zemahşeri işbu cümlesinin bağlantısı
hakkında şöyle bir açıklama yapmıştır. Bu cümle yeni başlayan bir söz
olmaz, çünkü âyette bir ahenksizliğe neden olur ve fakat 'deki gizli
merfu zamirden veya açık mecrur zamirden hal olarak makabline
bitişiktir, mânâ şöyle demek olur: İçinizde Resulullah öyle bir halette
bulunuyor, yahut öyle bir halde bulunuyorsunuz ki onu değiştirmeniz
üzerinize vaciptir. O hal şudur: Siz istiyorsunuz ki, o size tabi imiş
gibi olaylarda sizin görüşünüze göre amel etsin halbuki öyle yapsa
haliniz yaman olur, helake giderdiniz.
Fakat Allah size imanı
sevdirdi, sevgili kıldı, dolayısıyla iman etiniz, bu gösteriyor ki,
iman etmek için yalnız bilgi yeterli değil, bir iradenin fiil
olabilmesi için sevmek de gereklidir. Bundan dolayı dinin başı
muhabbettir, sevgidir. Nitekim bir hadis-i şerifte "Kişi dostunun, yani
sevdiği dostunun dini üzeredir, onun için herbiriniz iyi bakın, kime
dostluk ediyor, kiminle sevişiyor?" buyurulması bu mânâdadır. Yine
bundan dolayıdır ki; "De ki: Eğer Allah'ı seviyorsanız, bana uyunuz ki
Allah da sizi sevsin." (Âli-i İmran, 3/31) buyurulmuştur. Ancak alimler
sevgiyi tabiî ve aklî olmak üzere ikiye taksim etmişlerdir. Tabiî
sevgi, yaratılışa uygunluktur. Aklî sevgi gayede bir hayır ve fayda
idrakinden doğar ki, sağlık için ilacı sevmek olabileceğinden gayeye
nazaran tabiî, başlangıcına nazaran aklî ve mecazî bir sevgi demek
olur. Bundan dolayı başlangıcı elde edilmiş olmak itibarıyla o da
kazanılmış sayılır. Ve bu yönden bu şuurlu sevgi iman ve terbiyenin
kazanılması itibarıyla önemi haiz olur. Nitekim Hz. Ömer "Ya
Resulullah: Sen bana iki yanım arasındaki nefsimden başka herşeyden
sevgilisin." demişti, Resulullah "Ben sana nefsinden de daha sevgili
olmadıkça imanın tamam olmaz, buyurdu, bunun üzerine Hz. Ömer hemen
"Vallahi sen bana iki yanım arasındaki nefsimden daha sevgilisin."
dedi, Resulullah da, "şimdi ya Ömer! İmanın tamam oldu." buyurdu. İşte
Hz. Ömer'in böyle bir an içinde sevgisini artırarak yemin ile ikrar
verebilmesi bunun gibidir. Bununla beraber her iki takdirde de sevginin
kendisi bir akıl işi değil, doğrudan doğruya Allah Teâlâ'nın verdiği
bir histir. Allah'ın sevdirmediği şeyler düşünmekle sevilmez, ancak
Allah'ın sevdirdiği şeyler bilinmek düşünülmek sayesinde akıl ile,
tecrübe ile sevgi şuuruna erebilir. İşte böyle imanın esası bir sevgi
ile ilgili olduğu, sevgi de Allah'ın bir vergisi bulunduğu için burada
buyuruluyor ki: Allah size imanı sevdirdi, yani o sayede Resulullah'a
iman ettiniz. Ve onu, o imanı kalbinizde güzelleştirdi, gereğince amel
edip peygambere itaat ettiniz. Ve küfrü, fıskı ve isyanı size çirkin,
iğrenç kıldı. Onun için onlardan sakınınız.
KÜFÜR, imanın karşılığı
inkâr ile Allah'ın nimetlerini örtmektir.
FÜSÛK, esasen çıkmak
demek olup bazan dinden çıkmak mânâsına da kullanılırsa o, küfürde
dahil olduğu için burada ondan ayrı bir mânânın kastedilmiş olması
gerekir. Bu sebeple çoğunlukla doğruluk ve itaatten çıkış, yani sözlü
ve fiilî imanın gereklerine uymamak mânâsında kullanılır. Burada küfür
imana; füsûk ve isyan da imanın tezyinine, güzelleştirilmesine karşılık
demek olduğundan füsûk yalancılık ve sözle doğruluk ve itaatten çıkmak;
isyan da emri terk ile fiilen taatten çıkmak mânâsında olması daha
uygun görülmüştür. Füsûk'u büyük günahlara, isyanı küçük günahlarda
kullanmak isteyenler de olmuştur. Şu halde âyetinde fâsık, sözü iman
yönünde olmayan bir yalancı, yahud büyük günah işleyen bir günahkâr
demek olur. İşte onlar, öyle imanı sevip peygambere iman eden ve
kalplerinde iman zinetlenip gereğince amel ederek doğrulukla itaat eden
ve küfrü, füsûku, isyanı iğrenç görüp imanın gösterdiği yönde doğruluk
ve itaatten ayrılmayan kimselerdir ki ancak rüşd sahibidirler. Hak
yolunda sarsılmadan dosdoğru giden kimselerdir.
RÜŞD, hak yolunda
sağlam ve sabırlı ve tam bir isabetle dosdoğru gitmektir.
8-
Allah'ın lütuf ve
nimetinden, yani o rüşd, yahut hep bu zikrolunan sevdirme ve kötüleme
ve rüşd, Allah'ın lütuf ve nimetinden olarak cereyan etmektedir. İşbu
"İşte onlar" işaret isminde hitap peygambere, işaret ve zamir 'deki
muhataplaradır. Görünüşe göre 'deki muhataplar da bunlarda dahil
görünüyor. Yani peygamberin açıklaması ve hatırlatması üzerine
görüşlerinde ısrar etmeyip hepsi iman ve itaatle doğruluk ve uyum
gösterdiler, füsûk ve isyandan sakındılar. Fakat Zemahşeri bunları
Peygambere karşı görüş ileri sürmekten sakınan ve takvada ciddiyetleri
ile öyle bir cüret ve cesaretten korunan ve yukarıda "Onlar, Allah'ın
kalplerini takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) diye
anlatılan kısım olmak üzere açıklamış da şöyle demiştir: "Eğer size
uysaydı..." ifadesi delalet eder ki, müminlerin bazısı Velid'in sözünü
tasdik ile Beni Mustalik'i vurmak fikrini Resulullah'a iyi göstermek
istediler, bu ise hata ve onların kusurlarından idi. Diğer bazıları ise
sakınıyorlardı ve takvada ciddiyetleri öyle bir cesarete engel oluyordu
ki onlar "fakat Allah, size imanı sevdirdi" âyeti ile istisna
kılınanlardır. Bu "bazılarınıza" demektir. Fakat sıfatlarının
öbürlerinden farklı olması kelimesinin zikredilmesini gereksiz
kılmıştır. Bunlar Kur'ân'ın öyle icazlarından ve ince
parıltılarındandır ki, onları ancak yüksek kişiler sezebilir.
Tefsircilerin bazısından bunlar, "Onlar, Allah'ın kalplerini takva ile
imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat 49/3) buyurulanlardır diye
rivayet edilmiştir. "İşte Onlar doğru yolda olanlardır" âyetindekiler
de bu müstesnalardır. "Allah, Alim ve Hakîm'dir" herşeyi bilir. Lütuf
ve nimeti de hikmetiyle verir.
9-
Fâsıkın sözüne
kapılmanın ve Peygamber'i dinlemenin neticelerinden biri olan anet,
sıkıntı ve günah ve öne geçmeye bir işaret olmak üzere buyuruluyor ki:
Ve eğer müminlerden iki grup vuruşurlarsa, rivayetlerin özetine göre:
Resulullah (s.a.v.), Sa'd b. Ubâde'nin hastalığında ziyaretine
giderken, Abdullah b. Übeyy b. Selûl'e de uğraması istenilmiş ve bir
merkebe binerek uğramıştı. Abdullah b. Selûl, "Merkebin kokusu bizi
rahatsız etti" demiş. Orada hazır bulunan Ensar'dan Abdullah b. Revaha
Hazretleri de "Vallahi Resulullah'ın merkebinin kokusu senden daha
hoştur." demiş. Bunun üzerine Abdullah b. Übeyy'in kavminden
taraftarları kızmış, Abdullah b. Revaha Hazretlerinin arkadaşları da
kızmışlar, İbnü Revaha Hazrec kabilesinden, İbnü Übeyy Evs kabilesinden
olduklarından iki kabileden birtakım kimseler, silahsız olarak
elleriyle, papuçlarıyla, sopalarla döğüşmeye başlamışlar, bunun üzerine
bu âyet inmiş, Resulullah âyeti okumuş, bu şekilde barışmışlar. Fakat
İbnü Cerir'in ve İbnü Ebi Hatim'in, Süddi'den rivayetlerine göre:
Ensar'dan İmran namında bir zatın Ümmü Zeyd adında bir hanımı vardı,
kadın yakınlarını ziyaret etmek istemiş, kocası göndermemiş ve onlardan
kimsenin gelmemesi için de evinin üst katında hapsetmişti. Kadın
ailesine haber göndermiş onun üzerine kavmi gelmiş oradan indirip
götürmek istemişler, kocası da çıkmış kendi kavminden yardım dilemiş,
bunun üzerine amcasının oğulları gelip kadın ile ailesinin aralarına
girmeye çalışmışlar, onlar da müdafaa etmekle döğüşmüşler, bu âyet
inmiş, Resulullah adam göndermiş barıştırmış, taraflar Allah'ın emrine
dönmüşler. Önceki, birinci âyetin mânâsına daha yakındır. Dikkat
çekicidir ki, âyette önce "Eğer iki taife" diye tesniye ile
başlanıldığı halde fiilde "ikisi vuruşurlarsa" denilmeyip çoğul sigası
ile "onlar vuruşurlarsa" buyurulmuştur ki, bu fark tercemede
gösterilemiyor. Bunun nüktesi, azdan başlayan bir kıtâl'in
bastırılamadığı takdirde genişleyeceğini hatırlatmaktır. Onun için
derhal ikisi arasını islah edin, düzeltin, nasihat ile ve şayet orada
bir şüphe varsa onu gidermekle, olmadığı takdirde Allah'ın hükmüne
çağırmakla sulh edin, barıştırın. bunun üzerine şayet birisi diğerine
karşı saldırırsa.
BAĞY, haksız yere
yükselmek isteyerek düşmanlık etmektir. Yani barış teşebbüsü yapıldığı
ve şüphe varsa giderildiği halde birisi barışa yanaşmayıp her ne olursa
olsun haksızlıkla üste çıkmak sevdasını beslerse: O vakit o saldıran
grupla savaşın. Ta ki, o Allah'ın emrine dönene kadar. Allah'ın emri
"Allah'a itaat ediniz. Resulullah'a ve sizden olan emir sahiplerine
itaat ediniz." (Nisâ, 4/59) âyetine göre hükmüdür. Razî der ki: İşaret
eder ki, bu savaş, saldırgana had cezası gibi, saldırmayı terk halinde
de uygulanacak bir ceza değildir. Dönünceye kadardır, saldırganı
önlemek gibidir. Onun için saldırganın vazgeçmesi hakkındaki emre
dönünce, savaşmak haram olur. Buyuruluyor ki: Eğer dönerse o vakit de
adaletle aralarını düzeltin, barıştırın, yani yalnızca andlaşma ile
bırakmayın da Allah'ın hükümlerine göre haklarını gözeterek hükmedip
aralarını bulun. Öncekinde mutlak olarak "aralarını sulh edin"
buyurulduğu halde burada "adaletle" kaydı ile kayıtlanmıştır. Çünkü
savaştan sonra olduğu için bunda haksızlık tehlikesi vardır. Onun için
bir de tamamına göre şu şekilde te'kid edilmiştir. Hem her hususta
adalet ve hakkaniyeti gözetin, her hak sahibine haktan hissesini verin,
saldırmaktan, zulümden sakının. Çünkü Allah adalet yapanları sever. Ebu
Hayyan'ın Bahir'de açıkladığına göre bu âyetteki "savaşınız" ve "sulh
yapınız" hitapları "Emir yetkisi kendilerinde" olan velayet
sahiplerinedir. Bu mânâ İbnü Abbas'tan rivayet edilmiştir. Yani aynen
vücub, hükümet adamlarına yöneliktir. Çünkü bu savaşa müdahale ile
barış yapabilme kudreti yalnız ferdî bir kudret olarak düşünülemez,
fakat herhangi bir şekilde barış ve savaş yapmaya yetkili olanlar
hakkında farz-ı kifaye olmak üzere ümmetin tamamına hitap olması "Ey
iman edenler" çağırısının zahirine daha uygundur. Onun için saldırma
gerçekleşince ona karşı emir ve yetki sahiplerine yardım cihadda olduğu
gibi umuma gereken bir vecibe olur. Nitekim Hakim ve Beyhaki'nin
rivayetlerine göre Abdullah b. Ömer (r.a.) Hazretleri ben şu "Vazgeçen
saldırgana savaş açmadığımdan dolayı işbu âyetinden nefsimde bulduğumu
hiçbir şeyden bulmadım." demiştir. Yolkesici, saldırganlar hakkında
Fıkıh kitaplarında özel bölüm vardır.
10-
"adalet
yapınız"
emri gibi şu da bütün müminlere umum ifade eder: Bütün müminler ancak
kardeştirler. Zira hepsi ebedi hayata sebep olan iman esasında birleşir
din kardeşidirler. Onun için iki kardeşiniz arasını düzeltin, gerek iki
fert, gerek iki mümin topluluk bozuştuklarında hemen aralarını bulup
barıştırın, dinde kardeşliğin gereği budur. Ve Allah'tan korkun, yani
bu düzeltme ve kardeşlik takvadandır. Bozuşmaktan korunun, müminlerin
kendi aralarında barış ve iyilik bulunmazsa, kardeşlikleri kuvvetli
olmazsa kâfirlere karşı mücadele edemezler, Allah'ın azabından iyi
korunamazlar. Onun için Allah'tan korkun, bozuşmayın, bozuşursanız,
barışmaktan, barıştırmaktan kaçınmayın, her işinizde takva yolunu tutun
ki rahmete erdirilesiniz.
11- "Ey
iman edenler!
Bir kavim bir kavimle alay etmesin." Müminler arasında iyilik ve takva
emredildikten sonra o kardeşlik ve iyilikleri bozabilecek
cahilliklerden sakındırmak ve müminler arasında iyilik ve takva
duygusunu en yüksek bir içtenlikle uygulayarak karşılıklı saygı telkin
etmek ve bu şekilde İslâm'ın daha bir çok kavimlere yayılıp
gelişeceğine işaret ile o geniş kardeşliği süsleyecek temizliğe
yükseltmek üzere bu iki âyet ümmete edeb öğretmekle huzur ve gıyab'da
ahlaki bir yol göstermedir.
Âyetin inişi hakkında bir kaç sebep
nakledilmiştir.
- Dahhak'tan
rivayet olunduğuna göre: Beni
Temim'den bir
kavim, Bilâl-i Habeşî, Habbab, Ammar, Süheyb, Ebû Zerr, Sâlim, Mevlâ
Huzeyfe gibi kimselerle alay etmişlerdi.
- Âişe
(r.anha)'dan: Zeyneb
binti Huzeymete'l-Hilâliyye'yi kısalığından dolayı eğlenmişti. Bunun
gibi Hz. Âişe ile Hz. Hafsa, Ümmü Seleme Hazretlerini kısa diye
konuşmuşlardı.
- İbnü
Abbas'tan: Hz.
Safiyye binti Huyey Resulullah'a
gelmiş, kadınlar bana; Ey yahudi kızı yahudi! diye söz atıyorlar,
demiş, Resulullah da: Babam Harun, amcam Musa, zevcim de Muhammed niye
demedin? buyurmuştu.
- Şu da
rivayet olunmuştur ki; Sabit b.
Kays'ın
kulağında biraz ağırlık vardı, Resulullah'ın meclisine geldiği vakit
işitsin diye yer açarlardı. Bir gün gelmiş açılın diye Resulullah'ın
yanına kadar varmıştı, bir zata çekil dedi, o aldırmadı bu kim? dedi, o
zat da ben filanım dedi, o hayır sen filan kadının oğlusun, diye
cahiliyyede ayıplanan bir kadın söyledi, adamcağız mahcup oldu, bu âyet
inince Sâbit bundan sonra kimseye karşı haseb ile de iftihar etmem,
dedi.
- Bir de Ebu
Cehil'in oğlu İkrime müslüman olmuştu, bazı kimseler
ona "bu, bu ümmetin firavunu'nun oğlu" demişlerdi, gücüne gitmiş,
Resulullah'a şikâyet etmişti, işte bu âyet bu sebeple indi.
Kurtubi
demiştir ki; alay etmek; hakaret ve horlamak ve gülünecek şekilde ayıp
ve kusura dokunmaktır. Bazı fiilini veya sözünü hikâye ve işaret veya
imâ ile yahut lakırdısına veya işine veya herhangi bir kusuruna veya
suratına gülmek ile de olur... Diğer bir tarife göre bir şahsı
huzurunda gülünecek şekilde sözle veya hareketle tahkir etmektir.
Kamûs'un ifadesine göre eğlenmektir. Râzî burada kastedilen mânâya göre
bunu şöyle tarif etmiştir: "Mümin kardeşine tazim ve hürmet gözü ile
bakmayıp, derecesinden düşürerek iltifat etmemektir ki, kardeşlerinizi
tahkir etmeyin, küçültmeyin, demektir. Kavim demek aslında kâimin
çoğulu veya masdarla isimlendirme gibi iş gören kendilerini savunmaya
kalkışabilecek yani dirişebilir erkek topluluğuna denir, "Nuh Kavmi,
Firavun Kavmi" ifadelerinde olduğu gibi kadınları da ifade etmesi,
dolayısıyla ve tabi olma yoluyladır. Burada erkek ve kadına ayrı ayrı
hatırlatılmak üzere kavim ve kadın diye açıkça ortaya konulmuştur.
"Kavim" ve "kadın" kelimelerinin belirsiz oluşu, yasaklamada
genellik ve umum ifade etmesi içindir. Tekil'in genel mânâ ifade etmesi
daha genel olduğu halde "kavmün velânisâün" diye cemi ve nekire
getirilmesinde de incelikler vardır. Bu önce İslâm'ın yalnız fertlere
değil, bir çok kavimlere yayılacağını bir hatırlatmadır. İkinci olarak
alaya alma işinin zararının büyük olup ona tek başına bir erkek veya
kadının devam edemeyeceğine işarettir. Üçüncü olarak, alay eden veya
maskaralık yapan kişinin yanında çoğunlukla gülüp eğlenecek ve bu
şekilde ona arkadaş olacak kimselerin eksik olmayacağına ve bu yüzden
tek kişinin topluluğa dönüşerek işin büyüyebileceğine de işaret eder.
Netice olarak hiçbir mümin topluluk, hiçbir mümin kavim ile eğlenmesin
alay etmesin. Belki onlar kendilerinden daha hayırlı olurlar. Bu cümle
yasaklamanın sebebidir. Bundan dolayı gibi bir edat ile bağlanması
gerekli gibi görünürken bir soru ve cevap tarzında zihinlere
yerleştirilmek için başlangıç cümleleri halinde getirilmiştir. Yani bu
yasaklamanın sebebi sorulmak istenilirse her mümin şöyle inanmalıdır:
Olabilir ki, eğlenilen. Allah yanında o eğlenenden daha hayırlı olsun,
çünkü insanlar yalnız görülebilen halleri bilebilirler, iç yüzünde
gizli yönleri bilemezler. Allah yanında tartı tutacak olan ise
vicdanların
ihlası, kalplerin takvasıdır. İnsanın ilmi ise onun Allah yanındaki
tartısını tartmağa, iki kalbin gizli meyillerini ölçmeye yeterli
değildir. Onun için kimse dış görünüşe bakıp da gözünün kestiğini
horlamaya, eğlenmeye cür'et etmesin, eğer Allah yanında vakarlı,
saygılı olan bir şahsa, hakaret etmiş olursa nefsine ne büyük zulmetmiş
olur. Bununla birlikte... "Kadınlar da kadınları alaya almasınlar,
belki onlar kendilerinden daha iyidirler." Ve kendi kendinizi
ayıplamayın, ayıp sürmeyin.
LEMZ, dil ile
yaralamak, ayıplamak, kötülemek ve yermektir. Burada iki mânâ vardır ki
ikisi de doğrudur: Birincisi, müminlerin hepsi bir nefis gibi
olduklarından bir mümini ayıplayan kendi nefsini ayıplamış gibi olur.
İkincisi de ayıplanacak şey yapan kimse, kendi nefsini ayıplamış olur.
Birinciye göre mânâ: Müminleri ayıplamayın, kötüleme ve yerme yapmayın
ki kendi nefsinizi ayıplamış olursunuz. İkinciye göre mânâ: Bir mümini,
eğlenmek gibi ayıplanacak, kendinize leke olacak şeyler yapmayın ki
kendinizi ayıplamış, lekelemiş olmayasınız demektir. birinci mânâ
kardeşlik noktasından daha samimi, ikinci mânâ izzet-i nefis, şeref
açısından daha temiz ve güzeldir.
Lâkaplarla da
atışmayın, yani birbirinizi kötülemek için kötü lâkap takarak da
çağırmayın.
LÂKAB, övmeye veya
kötülemeye işaret eden isim veya vasıftır. Kötülüğe işaret eden
lâkaplar çirkin lâkaplardır.
NEBZ, örfte kötü lâkap
takmak mânâsına olduğu için burada yasaklanan lâkaplar, kötü
lâkaplardır. Yoksa karşıdakinin haliyle uygun olarak övgü ve saygıyı
ifade eden güzel lâkaplarla anmak yasak değildir.
Keşşâf'ta der ki:
Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiştir: "Müminin mümin kardeşi
üzerindeki hakkından birisi de onu en sevdiği ismiyle çağırmasıdır."
Onun için künye koymak sünnetten ve güzel hareketlerdendir. Hz. Ömer
(r.a.) "Künyeleri yayın, çünkü
uyarıcıdır." demiştir. Gerçekte Hz. Ebu
Bekir, Atîk ve Sıddîk, Hz. Ömer Fâruk, Hz. Hamza Esedullah, Halid b.
Velid Seyfullah lâkaplarıyla lâkaplanmışlardır. Ve bilinen kimselerin
çoğu hep lâkaplarıyla hatırlanmışlar ve anılmışlardır. Hem böyle güzel
lâkaplar gerek Arab'ın ve gerekse diğer milletlerin hemen hemen
hepsinde süregelmiştir... Fakat mümini gücendirmesi ve ayıplaması
düşünülegelen lâkaplarla çağırmak çağrıştırmak müminler arasında
yapılmamalıdır.
İmandan sonra fâsıklık!
Ne fena isim! Yani imandan
sonra bu yasaklanan şeyleri; alay etmeyi veya ayıplamayı veya kötü
lâkap takmayı işleyenler, fısk yapmış ve böylece kendilerine fâsıklığı
uygun görmüş olurlar. Halbuki imandan sonra fâsıklık veya fısk ile
anılmak ne fena bir anılma, ne çirkin bir addır. Bundan dolayı bir
mümin bunu ne kendine, ne de kardeşlerine uygun görmemelidir. Ve her
kim şu yasaklanan şeyleri yapar da tevbe etmezse işte onlar
zalimlerdir. İtaat yerine isyanı koyarak zulmetmiş, hem imandan sonra
fısk adını takınarak ve kendini azaba layık kılıp nefsine yazık eylemiş
kimselerdir. Nîsâburî Garâibü'l-Kur'ân'da der ki: Zira yasaklanan şeyde
ısrar küfürdür, yasaklanan şeyi emredilmiş gibi saymaktır.
12-
Ey iman
edenler!
Zannın bir çoğundan kaçının, uzak bulunun; beslemekten, yahut onunla
amel etmekten sakının. Çünkü zannın bazısı ağır günahtır.
İSM, sonunda üzerine
ceza gerektiren günahtır. Çünkü zan, ihtimal üzere bir hüküm olduğundan
bir kısmı hakka hiç isabet etmez, etmeyince de başkasının hakkına ait
hususta o şekilde aleyhine hüküm bühtan ve iftirâ ve bundan dolayı bir
vebal olur. Özellikle zannın kaynağı yalnız nefsi işler olduğu zaman
hata daha büyük olur. Zannın bazısı günah ve vebal olunca da böyle bir
vebal ve zarara düşmemek için tedbirli davranmak ve hangi çeşit zandan
olduğunu düşünebilmek üzere onun bir çoğundan sakınmak gerekir.
Yasaklanan çirkinliklerden bir çoğu da böyle zanlardan ortaya çıkar.
Gerçi zannın hepsi günah ve vebal değildir. Allah'a ve müminlere güzel
zan gibi vacip olan zan da vardır. Nitekim Nur Sûresi'nde: "Erkek ve
kadın müminlerin bu iftirayı işittiklerinde kendi vicdanları ile iyi
zanda bulunup da..." (Nur, 12) buyurulmuş ve Kudsi Hadis'te "Ben
kulumun bana zannı yanındayımdır." diye rivayet olunmuştur. Hz.
Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Her biriniz ancak Allah'a iyi zanda
bulunarak ölsün." ve: "İyi ve güzel zan imandandır." buyurulmuştur.
Uygulamada kati olmayan hususlarda zanni delil ile amelin vacip olduğu
yerler de vardır. Sonra geçime ait hususlarda olduğu gibi mübah olan
zanlar da vardır. Lâkin zannın bir kısmı da haramdır. Yakîn vacip olan
ilâhî hususlarda ve peygamberlik konusunda zan haram olduğu gibi
Allah'a ve iyi kimselere karşı kötü zan da haramdır. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ müslümandan kanını ve ırzını ve kendisine
kötü zanda bulunulmasını haram kılmıştır." İşte bu âyet de bu mânâda
indirilmiştir. Ve hepsinin değil, bazı zannın günah olduğu açıkça
ortaya konulmuştur. Burada mârife olarak denilmeyip de nekre olarak
belirsiz şekilde buyurulmasının nüktesinde de Keşşâf gibi belagat ehli
olan tefsirciler diyorlar ki: Bunun nekire gelmesi "bazılık" mânâsını
ifade etmek ve zanların içinde meydana çıkarma ve belirleme olmaksızın
genellikle sakınılması vacip olanlar bulunduğunu işaret etmek içindir
ki, herkes hak ve batılı açık belirtileriyle seçmeden ve iyi
araştırmadan ve düşünmeden zanna cür'et etmesin. Allah'tan korksun.
Eğer nekre değil mârife getirilseydi zandan sakınma emri az bir zanna
değil, çok olan zanna ait imiş ve sakınılması gereken zann çoklukla
sıfatlanmış olan zann olup az olan zanna ruhsat varmış gibi kabul
olunabilirdi. Sakınılması vacip olan zannı diğerinden ayıracak olan
ayırıcı özelliğe gelince: Açıkta bir sebebi ve doğru bir işareti
bulunmayan zan haramdır, kaçınmak gerekir. Bundan dolayı bilinmeyen bir
adama iyi zan vacip olmasa bile kötü zan da caiz olmaz. Fakat fısk ve
fücur ile tanınan kimselere kötü zan haram olmaz. Bununla beraber:
Tecessüs de etmeyin, yani müminlerin eksikliklerini bulacağız, açık
delil ve işaretler elde ederek zan ve yakîn meydana getireceğiz diye
casus gibi inceden inceye yoklayıp araştırmayın da açık olanı tutun,
Allah'ın örttüğünü örtün.
TECESSÜS, cess'ten
tefe'uldür. Cess aslında hastalığı sağlığı anlamak için nabız
yoklamaktır ki el ile yoklamak ve haber araştırmak mânâlarına gelir.
Tecessüs de bundan tekellüftür ki dikkat ve gayretle araştırmak
demektir. Nitekim casus da bu maddedendir. Bir Hadis-i Şerif'te şöyle
rivayet edilmiştir: "Müslümanların eksiklerini ayıplarını araştırmayın.
Zirâ her kim müslümanların ayıplarını araştırırsa Allah Teâlâ da onun
ayıbını takip eder, nihayet onu evinin içinde de olsa rezil ve rüsvay
eder." Rivayet edilir ki: Hz. Ömer (r.a.) Medine'de geceleyin karakol
gezerdi, bir gece bir evde şarkı söyleyen bir adamın sesini işitti,
duvardan aştı içeri girdi, baktı ki yanında bir kadın, bir de şarap
var, ey Allah'ın düşmanı dedi: Sen günah işleyeceksin de Allah seni
muhakkak örtecek mi sandın? Adam, sen de acele etme ey müminlerin
emiri! dedi: Ben bir günah işledim ise sen üç konuda günah işledin:
Allah Teâlâ "Eksikleri araştırmayın." buyurdu, sen gizliliği
araştırdın, Allah Teâlâ "Evlere ön kapılarından giriniz." (Bakara,
2/189) buyurdu sen duvardan aştın, Allah Teâlâ "Kendi evinizden başka
evlere, geldiğinizi fark ettirip ev halkına selam vermedikçe girmeyin."
(Nûr, 24/27) buyurdu. Sen benim üzerime izinsiz girdin. Bunun üzerine
Hz. Ömer (r.a.), nasıl şimdi sizi affedersem, sizde hayır var mı? Yani
sen de beni affeder, tevbe eder misin? dedi, o da evet, dedi, bu
şekilde bıraktı, çıktı.
Ve bazınız bazınızı
gıybet de etmesin.
GIYBET, bir kimsenin
arkasından hoşlanmayacağı bir şey söylemektir. Hz. Peygamber (s.a.v.)
buyurmuştur ki: "Bilir misiniz gıybet nedir?" "Allah ve Resulü daha iyi
bilir" dediler. "Kardeşini, hoşlanmayacağı bir şeyle anmandır."
buyurdu. "Ya söylediğim kardeşimde varsa?" denildi. "Eğer söylediğin
onda varsa gıybet etmiş olursun ve eğer onda yoksa o vakit ona iftira
etmiş olursun." buyurdu ki bu, Müslim, Ebu Davûd, Tirmizî, Nesaî ve
diğerlerinde geçmiştir. Demek ki bundan önceki âyette yüzüne karşı
ayıplamak yasaklandığı gibi burada da gıybet yasaklanmıştır. Birgivî
Tarikat-ı Muhammediye'de bu hadisi naklettikten sonra der ki; gıybet,
din ve dünya ayıplarının anılmasını içine alır. Fakat bizim
alimlerimize göre karşıdakinin tanıması ve sövme yoluyla olması da
şarttır. Kadıhan Fetâvâ'sında "Bir adam, kardeşinin günah ve
kusurlarını ona özen gösterdiği için söylerse o gıybet olmaz. Gıybet
ancak öfke şekliyle sövme kastedilerek anmaktır diye zikredilmiştir.
Bundan dolayı kötülüğü gidermek için veya fetva almak için veya
şerrinden korunmak için yahut 'topal" demek gibi tarif için olursa
gıybet olmaz. Bunun gibi, işlediği fıskı, zulmü açıklayan bir kimse
olur da onun fıskını, zulmünü anarsa yine gıybet olmaz. Lâkin başka bir
ayıbını zikrederse gıybet olur. İbnü Şeyh, Enes (r.a.)'den: Hz.
Peygamber (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim haya örtüsünü atarsa, artık
onun gıybeti yoktur." İbnü Ebi'd-Dünya Behz b. Hakim'den, o,
babasından, o da dedesinden nakleder: Hz. Peygamber (s.a.v) buyurdu ki:
"Fâcir kimseyi insanlar tanırken anmaktan korkacak mısınız? Onu onda
olan ile anın ki, insanlar sakınsınlar." Gazâlî sövmeyi, daha çok
daraltmıştır. Sonra gıybet üç çeşittir. Birincisi, gıybet edip de, ben
gıybet etmiyorum, onda olanı söylüyorum, demektir. Bu, fakih
Ebulleys'in Tenbih'te dediği gibi kesin olan haramı, helal saymak
olduğu için küfürdür. İkincisi gıybet edip gıybeti, gıybet edilen
kimseye ulaşmaktır, bu günahtır, helalleşmedikçe tevbe de tamam olmaz,
çünkü eziyet etmiş, kul hakkı oluşmuştur. İbnü Ebiddünya ve
Taberânî'nin Câbir'den rivayet ettikleri şu hadisin mânâsı da budur:
"Gıybet, zinadan daha kötüdür." buyurulmuş; nasıl olur? denilmiş,
Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: Adam zina eder sonra tevbe eder.
Allah mağfiret buyurur, gıybet eden ise gıybet edilen affetmedikçe,
mağfiret olunmaz. Üçüncüsü, gıybet edilene ulaşmaz. Bu hem kendisine ve
hem gıybet ettiği kimseye istiğfar ederek tevbe etmekle affolunabilir.
Bazıları mutlaka helalleşmeye muhtaçtır demişler, bazıları da mutlaka
tevbe ve istiğfar yeterlidir, demişlerdir...
Hiç biriniz kardeşinin
ölü olarak etini yemesini sever mi? Gıybetin tabiî olarak, aklen ve
şer'an kötülüğünü ve çirkinliğini tasvirdir. Gıybet edilen, kimse orada
bulunmayıp söylenen sözü bilmemesi ve o anda savunacak durumda olmaması
dolayısıyla bir ölü, hem de kardeş olan bir ölü ve o vaziyette onun
kötülüğünü söyleyerek gıybet ile şerefine saldırmak bir ölünün etlerini
parçalayıp yemek ve özellikle o saldıranın zannınca da fena ve bundan
dolayı kurtlu bir leş halinde bulunan bu etleri hırs ve iştah ile seve
seve yemek şeklinde bir canavarlık olmak üzere tasvir buyuruluyor ki
ifadedeki bir kaç kez yapılan mübalağalar da dikkatten kaçmayacak
kadar, açıktır. Bir taraftan takrire, bir taraftan da inkara ihtimali
olan soru, son derece iğrenç bir şeye sevgi ile alaka, fiili genelleme
ile bir'e dayama, hem yalnız insan eti ile değil, kardeş eti yemekle,
hem de sağ değil, ölü leş halinde yemekle temsil ediliyor. Ve insanın
namus ve haysiyetinin eti ve kanı gibi ve belki daha önemli olduğuna
işaret ediliyor. Demek ki gıybet, böyle sefil bir canavarlık, gıybet
eden öyle alçak bir canavar derecesindedir. İşte gıybetin tarifinde
Hanefi ulemâsının gösterdikleri öfke ve sövme yoluyla olması kaydı da,
bu temsilin mânâsından açıkça anlaşılmaktadır. Çünkü etini yemek
duygusu düşmanlık ve öfke neticesidir. Keşşaf sahibi gibi Ebu's-Suud ve
bazıları soruyu takrirî gibi göstermiş bulunuyorlar. Buna göre mânâ şu
olur: Biriniz kardeşinin ölü olarak etini yemeyi sevecek öyle mi? Fakat
biz Fahrü'r-Razî'nin dediği gibi inkârî olmasında ısrar etmek
istiyoruz. O'nun için şu mânâyı gösteriyoruz: Hiç biriniz kardeşinin
ölü olarak etini yemeyi sever mi? Elbette sevmez değil mi? Demek ki
ondan, o eti yemekten tiksindiniz çünkü insan fıtratı bundan tiksinmeyi
gerektirir. Öyle ise yapmayın ve Allah'tan korunun. Burada atıf vâvı,
bir mâtûfu aleyhin hazfine delalet eder. "Öyle yapmayın, Allah'tan
korunun." demektir. Yani madem ki, onu yemekten tiksindiniz o halde
gıybet etmeyin de Allah'ın kaçınmayı emrettiğinden sakınarak ve
yaptıklarınızdan pişmanlıkla tevbe ederek korumasına girin korunun.
Çünkü Allah Rahîm ve Tevvâb'tır, tevbeyi kabulde ve rahmetini
bereketlendirmede çok belağat sahibidir.
TEVVÂB, ism-i şerifi,
tevbesi pek çok mânâsına mübalağalı ism-i fail olup delalet ettiği
mübalağada üç özellik vardır.
1- Kendisine tevbe eden
ve yönelen kulları çok demektir.
2- Öyle çok tevbe kabul
eder ki, tevbe ile her günahı affedebilir. Hiç bir günahkârın tevbe ile
affolunamayacak bir günahı düşünülemez. Çünkü en büyük günah şirktir.
Tevbe ve iman ile Allah onu da affeder. "Kendisine şirk koşulmasını
asla bağışlamaz." (Nisâ, 4/48) ifadesi tevbe etmeyenler hakkındadır.
3- Tevbeyi kabulde çok
fasih'tir. Öyle ki tevbe eden bir günahkârı hiç günah yapmamış gibi
edip, rahmetiyle mutlu kılar. Böyle tevbeyi kabul, rahmetinin eseri
olduğu gibi gıybetten, kötü zandan kötü ahlaktan yasaklaması da
rahmetinin eseridir. Rivayet olunur ki Selmân-i Fârisî sahabeden iki
kimseye hizmet eder, yemeklerini yapardı, bir gün işinden uyuya
kalmıştı, bunun üzerine bir katık istemek için onu Peygamber'e
gönderdiler, peygamberin yemeğine de Üsâme bakıyordu, yanımda bir şey
yok dedi, Selman da gidip haber verdi. O iki zat aralarında Selman
hakkında "Biz onu taşkın bir kuyuya göndersek suyu çekilir."
demişlerdi. Sonra bu iki zat Resulullah'ın huzuruna vardıklarında
Resulullah "Niye ben sizin ağızlarınızda et yeşilliği görüyorum?"
buyurdu, et yemedik dediler, "Her halde siz gıybet etmişsiniz." buyurdu
ki bu âyet inmişti.
Bu şekilde müminlerin
kardeşliği ve ahlakın en güzeli ile temizlenmeleri yerleştirildikten
sonra hitap bütün insanlara duyurularak buyuruluyor ki:
13-
Ey insanlar
haberiniz olsun ki biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Âdem ile
Havva'dan veya her birinizi bir ana ile bir babadan yarattık, yani bu
yönden hepiniz eşitsiniz, birbirinize karşı övünmeye veya şu kavim, bu
kavim diye aşağılamaya hak yoktur. Bu sebeple bir insanlık kardeşliği
vardır ki o bile öyle alay etmeye ve birbirinin etini yercesine gıybete
mani olmak gerekir. Ve sizi milletler ve kabileler yaptık ki
tanışasınız, yani soylarınız, atalarınızla iftihar için değil
birbirinizi soyu sopu ile tanıyarak ona göre yardımlaşmanız içindir.
ŞUÛB: Şa'bın çoğulu;
KABÂİL: Kabilenin çoğuludur. Araplar, topluluk taksimini insan
bedeninin yaratılışını esas alarak yapmışlardır. Şöyle ki: İnsanın
kafatasını meydana getiren kemiklerden herbirine kabile ve hepsine
kabâil denir ve bu baş kemiklerinin birbirine kavuşup bitiştiği eke de
şa'b denilir. Bir babanın sulbünden dallanan çok bir topluluğa bundan
alınmış olarak kabile denildiği gibi çeşitli kabileleri toplayan ve
hepsi bir asla mensup olan büyük cemiyete de re's veya şa'b denilir. Bu
şekilde bir asla mensup olan toplumların hepsinin başı ve büyüğü olan
toplum şa'b'dır ki, kabileleri içinde bulundurur. Kabile amareleri
içinde bulundurur ki sadır, yani göğüs derecesindedir. Amâre batınları
içinde bulundurur ki, Türkçe'de göbek deyimine benzer. Batın fahızları
içine alır, fahızlar de fasileleri içine alır, toplamı altı tabaka
eder. Bazıları fasileden sonra yedinci olarak aşireti saymışlardır.
Mesela: Huzeyme bir şa'b, Kinâne bir kabile, Kureyş bir amâre, Arab
batınlarına, şuûbun da Acem yani Arab'ın dışındaki kavim batınlarına
işaret olduğunu söylemişlerdir. Netice olarak bir erkekle bir dişiden
yaratılıp da şuûb ve kabilelere ayırış, daralıp daralıp dağılmak ve
döğüşmek söğüşmek için değil, tanışıp yardımlaşarak sevişmek ve güzel
ahlakları tatbik ederek daha büyük daha güzel toplumlar meydana getirip
korunmak içindir. Zira muhakkak ki Allah indinde en itibarlınız, en
takvalınızdır, nefislerin olgunlaşmasının ve şahısların mertebe ve
derecelerinin bütün medarı takvadır. Şu veya bu kimsenin nesebinden
veya filan kavmin soyundan olmak değildir. "Sûra üfürülünce artık
aralarında neseb yoktur." (Müminûn, 23/101) Allah yanında yüksek
derecelere ulaşmak isteyenler takvaya sarılmalıdırlar.
ETKÂ, takvadan ism-i
tafdil'dir. Yukarılarda da geçtiği üzere takva lügatte vikâyedendir.
Vikâye gayet iyi korunup sıkınmaktır. Aslı, vakyadır harfi tüklân ve
tücâh gibi harfine, harfi de bakvâ gibi harfine kalbedilmiştir ki nefsi
korkulacak şeylerden muhafazaya koyup korumak, diğer bir ifade ile
sipere girip korunmak demektir. Lügatta hakikati budur. Sonra bazan
korkuya takva, takvaya korku tabir edilir. Şeriatte iki mânâda
kullanılır: Birisi geniş olan âmm mânâsınadır ki sonunda ahirette
zararlı olandan sakınıp korunmak demektir. Bunun fazlayı ve eksiği
kabul eden geniş bir sahası vardır ki, en aşağısı cehennemde ebedi
kalmayı neticelendiren şirkten sakınmaktır. En yükseği de sırrını
haktan alıkoyabilecek her husustan temiz tutarak bütün varlığı ile
hakka dönüştür. Bütün manasıyla Allah'ın korumasına girmektir ki,
"Allah'tan hakkıyla
korununuz." (Âl-i İmrân "/102) âyetinde kastedilen hakiki takva budur.
Bir de şeriatte bilinen özel mânâsı vardır ki, mutlak olarak takva
denildiği ve karine bulunmadığı zaman maksat bu olur; nefsi günaha
layık kılacak gerek fiil ve gerek terk, herhangi bir günahtan
korumaktar. "Ufak tefek kusur dışında onlar, büyük günahlardan ve
hayırsızlıktan kaçınırlar." (Necm, 53/32) âyeti gereğince bunda büyük
günahlardan kaçınmak ittifakla gereklidir. Küçük günahlar hakkında söz
edilmiştir. Tirmizî ve diğerlerinin rivayet ettiği bir hadis-i şerifte:
"Kul zarar olan şeyden sakınmak için kendisinde zarar olmayan şeyi terk
etmedikçe muttakilerden olmaz." buyurulmuş olması sebebiyle haram
şüphesi olan helallerden, yani tahrimen mekruh olanlardan da kaçınmak
gerekir. Ragıb der ki: Şeriatın tarifinde takva: nefsi günahtan
korumaktır, bu ise haramı terk ile olur, bu da işlenmesi mübah olan
şeyleri terk ile tamamlanır. Çünkü rivayet olunan "Helal belli, haram
da bellidir, aralarında şüpheli şeyler vardır..." hadisi gereğince
koru'nun kenarında otlayan içine düşebilir. Buhârî, Müslüm ve
diğerlerinde rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur
ki: "Helâl, belli haram da bellidir, yane şeran açıklanmıştır." Fakat
bu ikisi arasında, her ikisine de benzeyebilen şüpheli şeyler vardır
ki, insanların çoğu onları bilmez, bundan dolayı şüpheli şeylerden
korunan kimse dinini ve ırzını temiz tutmuş olur. Şüpheli şeylere düşen
ise harama düşer, nitekim koru kenarında (koyun) güden çobanın koruya
düşmesi pek mümkündür. Haberiniz olsun ki her padişahın bir korusu
vardır. Allah'ın korusu da yasak kıldığı şeylerdir. Haberiniz olsun ki
cesette bir et parçası vardır, o iyi olursa cesedin hepsi iyi olur. O
bozuk olursa cesedin hepsi bozuk olur. Biliniz ki o kalptir. Birgivî bu
hadisi naklettikten sonra der ki: sözlük mânâsı, şeriata mümkün olduğu
kadar geçerlidir. Aşırı korunma mânâsı ise küçük günahlardan ve şüpheli
şeylerden bile korunmayı gerektirir. Fakat bu zamanda şüpheli şeylerin
hepsinden korunmak mümkün değildir. Onun için harama yakın olan
şüphelerden başkası hariç olur. İbadet ve itaat, güç yetirilebilen
miktar ve ölçüdedir. O halde takvanın meydana gelmesinde herbir
haramdan, bir de harama yakın bir kerahatle mekruh olanlardan kaçınmak
gereği ortaya çıkmış olur... Bu açıklamada takvanın yukarılarda
zikredilmiş olan üç derecesine de işaret edilmiş oldu, bunlar
gösteriyor ki, takvalı olabilmek için korunulması gereken günahları,
tehlikeleri bilmek gerekecek; ilim olmadan takva olamayacaktır. Bu ise
"Kulları içinden ancak alimler Allah'tan (gereğince) korkar." (Fâtır,
35/28) âyetine işaret olur. Bundan dolayı takva gereği olan korku ve
korunma ile tefsir edilecek olursa, en takvalı demek, Allah'tan en çok
korkan mânâsını da ifade eder. Bu şekilde bu âyet, yani bu âyette işbu
"Allah nezdinde en şerefliniz, Allah'tan en çok korkanınızdır."
düsturunun bu sûrenin, bir gayesi olarak düşünülmesi gerekecektir.
Başta "Allah'tan korkunuz" ve "İşte bu kimseler Allah'ın, kalplerini
takva ile imtihan ettiği kimselerdir." (Hucurat, 49/3) buyurulması da
bunu anlatır. Bir hadis-i şerifte buyurulmuştur ki; "Her kimi
insanların en şereflisi olmak sevindirirse, Allah'a takvalı olsun."
Diğer bir hadis-i şerifte de Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Ey
insanlar! İnsanlar iki kişiden ibarettir: Biri mümin, muttakî, Allah
yanında şerefli; biri de fâcir, kötü, Allah yanında değersiz." İbnü
Abbas'tan da şöyle rivayet olunmuştur: Dünyanın şerefi zenginlik,
âhiretin şerefi takvadır. Şüphe yok ki Allah, herşeyi bilir ve
herşeyden haberdardır, sizi ve her yaptığınızı bilir ve hallerinizin iç
yüzünden de haberdardır. "Hanginizin daha muttakî olduğunu o bilir."
14-
Şimdi müslüman
olup
da henüz imanın bu yüksek zevkine erecek kadar terbiye almamış olanlara
bu temizliği vermek ve hakka özen ile talim ve terbiye esnasında
ayıplama ve gıybet hükmü cari olmayacağını anlatmak üzere buyuruluyor
ki: O a'rabiler inandık, dediler. Medine civarında Beni Esed İbn-i
Huzeyme kabilesi ganimet hevesiyle müslümanlığa girmişlerdi, rivayet
olunduğuna göre bir kıtlık senesi Medine'ye gelmişler ve iki kelime-i
şehadeti söylemişlerdi. Peygamber'e karşı: "Biz filan oğulları ve filan
oğulları gibi sana savaş açmadık, ağırlık ve ailelerimizle geldik."
diyorlar, sadaka gözetiyorlardı ve yaptıklarını peygambere bağışlatmak
istiyorlardı, bu indi. De ki: Siz iman etmediniz. Çünkü iman, yalnız
dil ile ikrardan ibaret değil, yürekten sevgi ile güven ve inançla
kesin bir şekilde tasdik olması gerekir. Bu ise anlatılacağı üzere
henüz ortaya çıkmadı, yoksa müslüman olduk diye peygamberi minnettar
etmeye kalkışılmazdı. Ve fakat henüz iman kalplerinize girmemiş olduğu
halde İslâm'a geldik, deyin, yani müslümanlığa karar verdik, sulha
girdik deyin, böyle derseniz yalan söylememiş olursunuz. Çünkü harbin
zıddı olan sulha girmek ve bağlanmak mânâsına İslâm, savaşı terkedip de
görünüşte karar vermekle oluşabilir. Halbuki kalpte sağlam tasdik
olmadan iman ettik demek yalan olur. Burada sözün gelişi "iman ettik",
demeyin ve fakat "İslâm olduk" deyin, veya "siz iman etmediniz ve fakat
İslâm'a girdiniz" denilmektir. Fakat birincisi imanı söylemekten açıkça
yasaklama şeklinde olacağı, ikincisi de Şer'an itibarının şartı olan
iman, istenildiği halde İslâmlarına kesin karar ifade edeceği için
bunlardan sakınmak üzere nazmın üslubu bu nazik şekle dökülmüştür.
Fahreddin Razî burada "Mümin ile müslim ehl-i sünnete göre birdir.
Nasıl olup da burada bu fark anlaşılabiliyor?" diye sorarak buna şöyle
bir cevap verir: "Genel ile özel'in farkı vardır. İman ancak kalp ile
olur. Bazan onunla beraber lisan ile olur. İslâm ise daha geneldir,
fakat özel şeklinde genel ile özel birleşmiş olur." Ragıb da
Müfredat'ında şöyle der: "İslâm şeriatta iki kısımdır. Birisi imanın
altındadır ki bu dil ile ikrardır. Bununla kan korunmuş olunur.
Beraberinde itikat gerek olsun gerek olmasın " O A'râbiler inandık,
dediler, de ki: Siz iman etdiniz fakat İslâm'a geldik, deyin." âyetinde
bu mânâ kastedilmiştir. Birisi de imanın üstündedir ki bunda dil ile
ifade ile beraber hem kalben iman, hem vefa hem de Allah Teâlâ'ya bütün
kaza ve kaderinde teslimiyet vardır. Nitekim İbrahim (a.s.) hakkında
"Rabbi ona: "İslâm ol" dediği anda, "Âlemlerin Rabbına teslim oldum."
dedi. (Bakara, 2/131) buyurulması böyledir. Bunun gibi "Allah nezdinde
hak din ancak İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyeti ve "Beni müslüman
olarak öldür." (Yusuf 12/101) âyeti de bu mânâyadır. Beni rızana teslim
olan kullarından eyle, demektir. Şeytanın bağlamasından güvenli kıl
mânâsına olması da caizdir. İmam-ı Azam'a nisbet edilen Fıkh-ı Ekber'de
de şöyle denilmiştir: İman, ikrar ve tasdiktir, İslâm Allah Teâlâ'nın
emirlerine teslim olmak ve bağlanmaktır. Bundan dolayı iman ile islâm
arasında lügat yönünden fark vardır. Fakat şer'î hükümde İslâm'sız
iman, imansız İslâm olmaz. Bu ikisi zahir ile batın, yüz ile astar
gibidir. Din de iman ve İslâm ve şeriatın hepsine birden konulan
isimdir... Demek olur ki yukarılarda "Allah nezdinde hak din ancak
İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19) âyetinde ve daha bazı yerlerde geçtiği
üzere İslâm kelimesi sözlükte asıl maddesi olan barış ve güven
hemzesinin duhul ve müteaddi hale koyma ve diğer mânâlarına göre barış
ve karşılıklı anlaşmaya girmek veya koymak, güvenliğe çıkarmak,
kurtulmak veya kurtarmak; ihlas ve teslimiyet ve bağlanmak gibi birkaç
mânâya gelebildiğinden İslâm ve iman kavramlarında sözlük bakımından
çeşitli farklar bulunduğundan şeriat daha çok bunların ikisinin
birlikte toplanmasına ve gerçekleşmesine itibar etmiş olmakla beraber
sözlük anlamlarını da az çok gözden uzaklaştırmamış bulunmasından
dolayı şer'i kullanılışta, üç mânâ meydana gelmiş olur.
Birincisi: Biri
diğerinin şartı olmak, biri açık, biri gizli olma bakımından asıl
bulunmak gibi bir anlam farkıyla beraber gerçek olarak meydana
gelmesinde eşit, şeref ve haysiyette birbirine gerekli olmalarıdır.
Meselâ imanda islâmın hem bâtında ihlas kavramı, hem zahirde teslim
kavramı şart olduğu gibi islâmda da iman, hakkında delil getirilen bir
şey olmak üzere şarttır. Bundan dolayıdır ki Nisâ Sûresi'nde: "Size
selam veya sulh veren kimseye mümin değilsin, demeyin." (Nisâ, 4/94)
buyurulmuş ve bu sebeble mümin ve müslim gerçekte bir sayılmıştır. Buna
bilinen mânâsıyla İslâm demek uygun olur.
İkincisi: İslâm imandan
daha genel ve onun bir başlangıcı olmak üzere imanın altında bir ikrar
ve iman, İslâm'ın bir gayesi olmak üzere üstünde delil gösterilen bir
şey ifade etmesidir ki bu âyet bu mânâ üzere gelmiş ve Râzî yalnız bu
farkı kaydetmiştir. Bunu gerçek samimi müslümanlık karşılığında resmî
müslümanlık diye de ifade edebiliriz. Bu henüz müslümanlık değil,
müslümanlığa bir giriştir. Burada ihtar olunuşu da özellikle bu incelik
içindir. Ve onun için "fakat siz islâm oldunuz." diye tasdik
buyurulmamış "İslâm olduk, deyiniz" diye sözlük açısından ihtar
yapılmıştır, bir de "Sâdikûne" karşılık olarak ifade edilmiştir.
Üçüncüsü: İmandan daha
özel ve onun bir kemali, bir gayesi olmak üzere üstünde olan İslâm'dır
ki "Bilakis, iyilerden olarak kim yüzünü Allah'a döndürürse." (Bakara,
2/112) buyurulduğu üzere ihsan mertebesini dahi kendisinde bulunduran
ve "Allah nezdinde din ancak İslâm'dır" (Âl-i İmran, 3/19) gerçeğinin
ifade ettiği ve "Muhakkak ki Allah yanında en değerli ve en üstün
olanınız, O'ndan en çok korkanınızdır." hitabıyla da burada işaret ve
teşvik buyurulan mânâdır. Bu mânâya götürmek üzere buyuruluyor ki: Ve
Allah'a ve Resulüne itaat ederseniz, yani açıktan şehadet ile ikrar
edildiği gibi kalben de samimiyetle imana yükselip olgun mümin,
dosdoğru müslüman olmak üzere gereğince amel ederek Allah ve Resulünün
emirlerini seve seve yerine getirirseniz Allah size amellerinizden
hiçbirini eksik olarak ödemez, değerinden eksik ecir ile karşılamaz.
Çünkü Allah Gafur'dur, itaat edenlerin kusurunu bağışlar, Rahim'dir,
rahmetinden ihsanı ile ecir verir.
15-Mümin
nasıl
olur,
denilirse: müminler ancak o kimselerdir ki Allah ve Resulüne iman
etmişlerdir, yani dilleriyle ikrar verdikleri gibi kalpleriyle de
sağlam inanmışlardır. Sonra da işkillenmemiş, şüpheye düşmemişlerdir.
Demek ki iman etmek için önce kalpten şüpheyi atmak şart olduğu gibi
ileride devamı için şüpheden uzak olmak da şarttır. Onlar sonradan da
şüpheye düşmemişlerdir. Mallarıyla, canlarıyla Allah yolunda cihad
etmektedirler, yani Allah'a itaat yolunda her türlü zahmet ve sıkıntıya
göğüs germektedirler; mallar ve canlar ile cihad, mâli ve bedenî her
türlü ibadeti içine alır. Ve işte onlar Sadıklar'dır, iman davasında
sadık, verdikleri ikrara kalpleriyle ve fiilleriyle içten bağlılık
göstermiş samimi müslümanlardır. De ki: Allah'a dininizi öğretiyor
musunuz? Yani, Allah'a diyanetinizi, dindarlığınızı haber verip
bildirmek mi istiyorsunuz ki biz iman ettik diyorsunuz.
16-Halbuki:
Allah
göklerde olanları da bilir, yerde olanları da. Allah her şeyi hakkıyla
bilendir. Bu âyet o A'rabileri kınamaktadır.
17-
Müslüman
olduklarını sana karşı başa kakıyorlar, sana bir minnmet sayıyorlar,
başına kakıyorlar, seni minnettar etmek istiyorlar.
MİNNET, o nimettir ki
onu veren verdiği kimseden hiç bir sevap istemez, yalnız onun
ihtiyacını kesmek ister ki bu ebedi şükre değer bir nimet olur. Veren
hiçbir karşılık beklemediği ve hiç bir şey yapmamış gibi kesip attığı
için alan kimse ebediyyen minnettar kalır. Öyle nimet cana minnet
kesilir. İşte fiilen böyle bir nimet ile minnettar etmeye başa kakma
denildiği gibi onu hesaba alıp söylemeye, yani başa kakmaya da
mennetmek, minnet saymak denilir. İkisi de kesmek mânâsına 'den
alınmıştır. İn'âm fiili ihtiyacı keser, söylemek de nimeti keser ve
şükrün kesilmesini gerektirir. Fakat, Ragıb, bu menn ve minnetin
ağırlık ölçülerinden olan batman mânâsına 'den alınmış olduğuna inanmış
olarak der ki: minnet ağır nimet demektir. Ve bu iki şekilde söylenir,
birisi fiil ile olur. Filan filana menn etti denir ki, nimet ile
ağırlaştırdı, yani çok nimet verdi demektir. "Allah müminlere büyük
lütuf vermiştir." (Âl-i İmran, 3/164) "Allah size lütfetti." (Nisâ,
4/94), "Andolsun Musa'ya da nimetler verdik." (Saffat, 37/114), "Allah
nimetini... dilediğine lütfeder." (İbrahim, 14/11), "İstiyorduk ki...
onlara lütufta bulunalım" (Kasas, 28/5) hep bu mânâyadır. Hakikatte bu
ancak Allah Teâlâ'dan olur. İkincisi de ancak söz ile olur, o ağırlık
laf ile verilir ki insanlar arasında bu çirkin sayılır. Ancak nimeti
inkâr mealinde de olursa başka ve bu çirkin olduğu için "Minnet iyiliği
yıkar." denilmiştir. Küfran halinde söylenmesi iyi düşeceğinden dolayı
da "Nimet nankörlükle karşılanınca minnet güzelleşir." denilmiştir.
"Onlar İslâm'a girdiklerini sana karşı başa kakıyorlar." âyet-i
kerimesinde onlardan olan minnet söz ile Allah'tan onlara olan minnet
de fiil iledir ki onlara hidayettir, onları doğru yola eriştirmedir.
Ragıb'ın bu son sözü dikkate değerdir. Burada Allah Teâlâ'nın onlara
menni hidayet nimetine karşı, küfran halinde güzel olan sözle ihtar
mânâsında olmalıdır. Çünkü fiil ile minnet ve hidayette sakındırma
mânâsı yoktur. Halbuki bu ilâhî minnet yasaklamadan sonra bir sakındıma
mânâsındadır. De ki: İslâm'ınızı bana minnet saymayın, benim başıma
kakmayın belki Allah size minnet eder, yani başa kakmak sizin hakkınız
değil, aksine Allah'ın hakkıdır. Siz müslüman olduk diye başa
kakarsanız doğrusu Allah size minnetinin ağırlığını yükletir, nimetini
başınıza kakar. Çünkü sizi imana hidayet buyurmuştur eğer sadık iseniz,
yani "biz iman ettik" demekte doğru iseniz, dediğiniz gibi gerçekten
mümin, doğru müslüman iseniz, iman çok büyük bir nimet, buna hidayet
Allah'tan bir minnet olduğu için siz buna şükretmeyip de onu
peygamberin başına kakarsanız Allah Teâlâ bu hidayete karşı küfrünüzden
dolayı sizin başınıza kakar, azarlayıcı hitabının ağırlığı altında
ezer, nimetini keser.
18-
Haberiniz olsun
ki
Allah göklerin ve yerin gaybını bilir, bundan dolayı sizin içinizi,
dışınızı bilir. Müslümanlığınızda doğru olup olmadığınızı kalplerinizde
iman ve doğruluk bulunup bulunmadığını niyetlerinizden neler
geçirdiğinizi tamamen bildiği gibi alemde, göklerde ve yerde neler
olacağını ve sizlerin nelerle karşılaşacağınızı da bilir. Ve Allah
bütün amellerinzi görür, her ne yaparsanız görür, hiç birini kaçırmaz.
Bundan dolayı siz de içinizi dışınızı düzelterek ona göre korunup ona
göre çalışınız.
|
|