|
Elmalı Tefsiri
1.
Göklerde ve yerde bulunan her şey, Allah'ı tesbih ile tenzih etti ve
etmektedir. O'nun şânı, kendisinin her türlü lekeden uzak olduğunu ve
kirli şeylerin O'na yaklaşamayacağını isbat etmektedir. Bu yüzden her
şey O'nun hakkı uğrunda çarpışır, hepsi O'nun ordusudur. Bu sûrenin
böyle bir giriş ile başlaması, hem önceki sûrenin sonuna münasib
olması, hem de zikredilecek çıkarma ve sürgün etme olayında bir
haksızlık kokusunun zannedilmemesi bakımından önemlidir. Ayrıca onun
bir temizlik işi olduğunu hatırlatmak üzere güzel bir başlangıçtır. Ve
O, Aziz'dir, Hakîm'dir. Aziz'dir, yani hiç bir suretle mağlub edilme
ihtimali olmayan tam mânâsıyla gâlib ancak O'dur ve bütün izzet
O'nundur. O, dilediğine izzet (üstünlük) verir, dilediğini zelil eder.
Çünkü O, "Dilediğini aziz, dilediğini zelil kılan"dır. Onun için âlemde
her izzet kırılabilir, ancak O'nun izzetinin sahasına tecavüz edilemez.
O'na karşı gelmek isteyenler, sonunda mağlub ve zelil olurlar. Bununla
beraber O, Hakîm'dir, yaptığını hikmetle yapar. Bazen müminlere sıkıntı
çektirip kâfirlere bir zaman için meydan verirse, onda da bir hikmeti
vardır. Ve nihayet O'nun Hikmet ve İzzet'i tecelli eder (ortaya çıkar).
2. O,
Aziz ve Hakîm olan Allah'tır ki, İzzet ve Hikmet izlerinden bir örnek
ve ibret olmak üzere kitab ehlinden o küfredenleri, Allah'ın Resulü'nü
inkâr ederek, Allah adına verdikleri söz ve andlaşmayı küfür ve
nankörlükle bozup "Bu, onların Allah'a ve Peygamber'ine karşı
gelmelerinden dolayıdır..." (Haşr, 59/4) âyeti ile beyan edileceği
üzere Allah ve Resulü'ne karşı uğraşmaya kalkışan kâfirleri ilk
haşirde, yahut ilk haşr için diyarlarından çıkardı. Bu küfredenler,
yukarıda da rivayet edildiği gibi yahudilerden olan Benî Nadir kabilesi
idi ki, Hayber yahudilerinden Benî Kureyza gibi bir büyük kabile
kadardı. Söz konusu bu iki kabileye "Kâhinân" denir ve Kâhin b. Harun
neslinden oldukları söylenirdi. Denildiğine göre bunlar, son
Peygamber'in ortaya çıkışını beklemek için İsrail Oğullarından bir
cemaatla gelmiş, Medine'ye yakın bir yere konmuşlardı. Kondukları yer
bayındır olmayan bir kara parçası iken oraya yerleşmiş ve sağlam
binalar yapmışlardı. Ayette kendilerine izafetle "diyarlarından",
"kaleleri" şeklinde ifade edilmesinde de buna bir işaret vardır.
Bekledikleri Resul gelmiş olduğu halde inkar ve nankörlükte ileri
gittikleri için, Allah'ın İzzet ve Hikmet'i onları ilk haşr olmak üzere
yurtlarından çıkardı. Bu küçük bir kıyamet örneği oldu. Bundan
anlaşılıyor ki bir de sonraki haşir vardır. O da "Ahirette de onlar
için ateş azabı vardır." (Haşr, 59/3) âyetinde hatırlatılacağı üzere
büyük kıyametle ahirette olacaktır. Bu iki haşir arasında daha başka ne
gibi haşirler vardır? Onu da Allah bilir. 'deki tefsircilerin çoğuna
göre, "Onu, geçen on (gün) içinde yazdım." cümlesindeki gibi zaman
ifade etmektedir. Mânâsı, "ilk haşirde" demektir. Buna göre ilk haşre,
ilk harb mânâsı vermek daha uygun görünmektedir. Lakin bazılarının
dediği gibi ihracın maksadını göstermek üzere lâm-ı ecliyye (sebeb
lâmı) olma ihtimali de vardır. Bu ihracın sırf Allah tarafından
olduğunu açıklamak üzere buyuruluyor ki siz çıkacaklarını
zannetmediniz, demek ki size ve sizin zannınıza kalsaydı
çıkamayacaklardı. O halde onları siz çıkarmadınız. Onlar da zannettiler
ki kendilerinin Allah'tan koruyacak, sığındıkları kaleleri ve
istihkâmlarıdır. Yani Allah tarafından gelecek azabdan kendilerini
korumak için yalnız o sığındıkları kaleler ve kuvvetlerin kâfi
geleceğini, sadece kale ve kuvvetli siperler yapmakla müdafaanın mümkün
olacağını zannediyorlar ve sırf onlara güveniyorlardı. En önce
kalblerde imanın bulunması gerektiğini ve Allah Teâlâ'nın İzzeti'ne
karşı gelmenin kâbil olmadığını düşünmüyorlardı. Bu yüzden onların da
düşüncelerine kalsaydı çıkarılmaları tasavvur edilmezdi. Fakat Allah
onlara hesab etmedikleri bir yönden geldi, yani Allah'ın emri, onları
hiç hatır ve hayallerine getirmedikleri bir cihetten bastırdı,
kalblerinden vurdu. Reisleri olan Ka'b b. Eşref'i kendi konağında
güveyi girdiği gece ansızın katlettirivermekle, zaten zayıf olan manevî
kuvvetlerini, ve kendilerine güvenlerini perişan etti. Ve yüreklerinin
içine müthiş bir korku düşürdü. Öyle ki evlerini kendi elleri ve
müminlerin elleriyle harab ediyorlardı. Ebu Amr kırâetinde "tahrib"
masdarından râ'nın şeddesiyle şeklinde okunur. Yani içerden sokak
başlarını kapamak, müslümanlara sağlam bir şey bırakmamak ve çıkıp
giderlerken alabildiklerini götürebilmek için kendi elleriyle evlerinin
dört duvarını yıkıyor, kapı ve pencerelerini söküyor, kereste ve
eşyalarını tarümar ediyorlardı. Dışarıdan da müminler, onların kapatmak
ve sağlamlaştırmak istedikleri yerleri açmak için hücum ediyorlardı.
Diğer bir mânâ ile de, bir taraftan kendilerinin işledikleri küfür ve
cinayetleri, bir taraftan da müminlerin iman ve gayretli hücumları
arasında telaşa düşerek evlerinin viran olmasına sebebiyyet
veriyorlardı. Ey görecek gözü, anlayacak basireti olanlar bu olayı, iki
tarafın bu hallerini düşünün ve kendi halinizle mukayese ederek ibret
alın. Küfrün, zulmün, kalb bozukluğunun ve Allah'a karşı gelip de
yalnız sebeplere güvenmenin âkibetindeki acıklı durumu ve iman ile
mücadelenin şerefini, Allah'ın İzzet ve Hikmet'ini göz önüne getirin,
bundan da kendi hallerinize geçerek ibret dersi alın da yalnız sebeb ve
âletlerin kuvvetine güvenmeyin. Vazifenizi samimi kalb ile Allah için
yapıp, bütün tevekkül ve güveninizi tam bir iman ile ancak ve ancak
Allah'a bağlayın. Çünkü Aziz O'dur, Hakîm O'dur. İ'tibâr, ibret almak,
taaccüb ederek öğüt almak demektir. İbret, "Besâir" ve "Müfredât"da
zikredildiği üzere, müşâhede edileni öğrenmekle henüz müşâhede
edilmeyeni bilmeye vesile kılınan duruma denir. Bunun aslı olan "abr"
maddesi, bir halden bir hale geçmek mânâsını ifade eder. Ubûr, gerek
yüzerek gemi veya hayvan ve gerek köprü gibi her ne suretle olursa
olsun suyu ve dereyi geçmek demektir. Bu münasebetle göz yaşına da
ayın'ın fethasiyle "abre" denilir. Aynı kökten gelen ibâre, söyleyenden
dinleyene geçen söz, ta'bir, rüyanın zahirinden bâtınına geçmek
mânâsınadır. Diğer mânâlar da hep bu geçiş anlamıyla ilgilidir.
Binaenaleyh ibret almak diye kısaca ifade ettiğimiz itibâr, müşâhede
edilen bir bilinene dikkat edip ondan bir meçhulü bilmeye intikâl etmek
demektir. Bu da Fıkıh Usûlü ilminde kıyas denilen istinbât (hüküm
çıkarma) usûlünün ta kendisidir. Onun için fakihler, âyetteki "ibret
alın" emrinden hareketle kıyasın delil olabileceği neticesini
çıkarmışlardır. Bu konu usûl-i fıkıh kitablarında genişce ele
alınmaktadır. İmam Fahreddin-i Râzî der ki: "Biz "Mahsûl" isimli
kitabımızda bu âyet ile kıyasın delil olabileceğini kabul etmişizdir.
Onu burada genişce zikretmeden kısaca şunları anlatacağız: İtibâr, bir
şeyden bir şeye geçmek ve sınırı aşmak mânâsından alınmıştır. Onun için
göz yaşına da abre denilir. Çünkü gözden yanağa geçmektedir. Geçide
ma'ber, vasıtasına mi'bir denilir. Çünkü sınırı geçmek onunla mümkün
olur. Hislerle bilinen ilme, ta'bir denilir. Çünkü onun sahibi hayal
edilen şeylerden düşünülene intikal eder. Lafızlara ibâre denilir.
Çünkü onlar, mânâları söyleyenin lisanından dinleyenin aklına
naklederler. "Mutlu insan, başkasından ibret alandır." denilir. Çünkü
Onun aklı başkasının halinden kendi haline intikâl eder. Bundan dolayı
müfessirler demişlerdir ki, itibâr, eşyanın hakikatlerine ve ifade
ettikleri mânâlara bakmaktır ki, bu bakışla onların cinsinden başka
şeyler hakkında bilgi elde edilir. Burada Allah Teâlâ'nın itibâr ile
emrettiği hususun beyanına gelince, bunda birkaç ihtimâlin olduğu
söylenebilir. Birincisi: Onlar kalelerine, kuvvet ve kudretlerine
güvenmişlerdi. Allah Teâlâ da onların güç ve kuvvetlerini yok etti.
Sonra da buyurdu ki, "ibret alın ey basiret sahipleri!" bunun anlamı,
Allah'tan başka bir şeye itimad etmeyin demektir. Onun için zâhid
(kendisini ibâdete veren) zühdüne güvenmemelidir. Çünkü onun zühdü
Belam'ın zühdünden çok olamaz. Alim de ilmine güvenmemelidir. Zira İbnü
Râvendi'ye bakınız çok fazla gayret göstermesine rağmen nasıl oldu?
Doğrusu kimsenin hiç bir şeyde Allah'ın fazl ve rahmetinden başkasına
itimadı doğru değildir. İkincisi: bu ifadeden maksat, insana zulmün,
küfrün ve peygamberliğe saldırıda bulunmanın âkibetini göstermektir.
Çünkü o yahudiler zulüm ve küfürlerinin uğursuzluğuyla belaya uğradılar
ve yurtlarından çıkarıldılar. İşte müminler bundan ibret alır ve
günahlardan sakınırlar. Ancak buna karşı şöyle bir itirazda
bulunulabilir. Bu itibârın doğru olabilmesi için "onlar zulüm yaptılar
ve küfrettiler de azaba uğradılar ve bu azaba sebeb ancak onların zulüm
ve küfürleri oldu" dememiz gerekir. Halbuki böyle denilmesi genelleme
ve akis kurallarına göre yanlıştır, ve bir uygunluk söz konusu
değildir. Çünkü bir çok şahıs zulüm yapmış ve küfretmiştir de dünyada
azaba uğramamıştır. Aksi de meydana gelmiş değildir. Çünkü Hz.
Peygamber ve Ashâbı dahi bir takım meşakketlere maruz kalmışlardır.
Halbuki bu sıkıntılar, onların din ve amellerinde bir kötülüğe delalet
etmemiştir. Böylece sözü edilen illet (sebeb) genelleme ve aksi
itibâriyle fâsid olunca o itibâr ve kıyas da fasid olmuş olmaz mı? Bir
de asılda sabit olan hüküm, onların evlerini kendi elleri ve müminlerin
elleriyle harab etmiş olmalarıdır. Buna zulüm ve küfrü sebeb gösterecek
olursak o zaman her zulüm ve küfredenin, evini kendi eli ve müminlerin
elleriyle harab etmesi gerekir. Bunun böyle olmadığı anlaşılınca bu
itibarın doğru olmadığı ortaya çıkmaz mı? Bu soruya şöyle cevab
verilebilir. Asılda sabit olan hükmün üç mertebesi vardır.
- Birincisi,
evlerinin kendi elleri ve müminlerin elleriyle tahribi.
- İkincisi,
bundan daha genel olarak dünyada azab verilmesi.
- Üçüncüsü
ise, ikinciden daha genel anlamda mutlak azabtır.
Zulüm
ve küfredenlere verilecek azabın da mutlak azab olması daha münasiptir.
Yani onun tahrip edilmesi, yahut dünyada öldürülme şeklinde azab görme
veya bu azabın ahirette vuku bulması, illete tesir eden hususlar
değildir. Şu halde kıyas konusunda şu söylenebilir: Zulüm yapan, küfür
ve tekzip edenler mutlak azab görürler. Bu azabın dünyada mı, âhirette
mi yoksa her ikisinde de mi meydana geleceğinin tayini istenmiş
değildir. Zulüm ve küfür mutlak azaba layık ve münasiptir. Bu suretle
denilebilir ki, zulüm ve küfür azaba sebebtir. Onlar meydana geldi mi,
gerek dünyada gerek ahirette azab da meydana gelir. İşte kıyâs ve
itibâr bu suretle izah edildiği takdirde itiraz ortadan kalkıp, kıyas
sahih bir tarzda tamamlanmış olur." Nitekim bu mânâ ve sebeb, şu
âyetlerle ayrıca hatırlatılarak buyurulmuştur ki,
3-4. Ve
eğer
Allah onların üzerine o celâyı yazmamış
olsaydı. Celâ,
iclâ
gibi hem müteaddi hem de lazımdır. Aslında apaçık açmak, açılmak,
açıklık, açığa çıkarmak veya çıkarılmak mânâsını ifade eden celv'den
meydana gelen celâ, bir kimsenin veya bir topluluğun yerinden yurdundan
herhangi bir sebeble tedirgin edilerek uzaklaşması veya
uzaklaştırılması demektir ki, yurdu açık kalmış, kendisi açığa
çıkarılmış mânâsınadır. Biz bu anlamı göstermek için yerine göre nefiy,
iclâ, uzaklaştırma, tehcir, sürgün, açılma, açığa çıkarılma, sıçrama,
sıçratma tabirlerini kullanırız. İşte Allah Teâlâ o kâfirlerin öyle
yurtlarından tezikmelerini takdir etmiş, üzerlerine yazmış olmasaydı
herhalde kendilerine dünyada azab ederdi. Katl ve esaret gibi daha acı
bir azaba mübtelâ kılardı ki, ona nisbetle bu sürgün felaketi bir azab
değil, bir lütuf ve müsaade sayılmaktadır. Nitekim bu olaydan ibret
almayan Benî Kureyzâ'nın, eli silah tutanları idam edilmişlerdir. Onlar
aslında böyle bir azabı hak etmişlerdi, fakat Allah Teâlâ onlara
dünyada bu sürgünü takdir buyurmuş olduğu için kendilerine bir azab
vermedi. Mamafih onlar için ahirette ateş azabı vardır yani cehennem
azabı vardır. Dünya azabından kurtulsalar bile ahiret azabından
kurtulamazlar. İşte onlar öyle azaba müstahaktırlar.
5.
Herhangi bir line kestinizse. Lîne, birçoklarına göre hurma ağacı
demektir. Aslı "Levin" den "livne" şeklinde türemiş olup, "yâ"sı "dime"
gibi vavdan kalbedilmiştir. Çoğulu, "lun" ve "elvân"dır. İbnü Abbas ve
bazı âlimler, "acve" yani balçık hurma denilen kısmı dışındaki hurma
çeşitlerine "line" denildiğini söylemişlerdir. Ebu Ubeyde "acve" ile
"bernî" haricinde bulunan hurmalar olduğunu ileri sürmüştür. Sevrî,
"hurma ağacının en değerlisi" demiş, Cafer-i Sâdık'dan "acve",
Esma'hi'den de "Dekâl" diye nakledilmiştir. Bazıları da yâî olup,
yumuşaklık anlamına gelen "lin"den türemiş olduğunu kabul etmişlerdir.
Çünkü çoğulu "liyen" ve "liyan" da gelmektedir. Yumuşaklık mânâsı
dolayısıyla ağaç dalları diye tefsir edenler dahi olmuştur. Buna
nazaran "line"nin mutlak yaş ağaç mânâsına olması da mümkündür. Çünkü
lîne, hurma ağacı demek olduğuna göre hükmün delaletinde umûmî anlam
vardır. Kısacası, harp esnasında herhangi yaş bir ağaç kestinizse yahut
kökleri üzerinde dikili bıraktınızsa hepsi Allah'ın izniyledir. Bu izin
de o fasıkları perişan etmek içindir.
6.
Fesad için değildir. Allah'ın , Resulüne onlardan verdiği ganimetlere
gelince; İfâe, feyi kılmak, yani fey' (ganimet) olmak üzere vermek,
havale etmek demektir. Fey' de lugatte, rücû yani dönmek, çevrilmek ve
dönen gölge mânâlarına mastar ve isimdir. Rağıb der ki; "Fey' ve fie,
övülmüş hâle dönmektir." Nitekim "Allah'ın buyruğuna dönünceye kadar."
(Hucurât, 49/9) âyetinde de aynı anlam vardır. "Gölge döndü." ifadesi
de bundandır. Gölgeye de ancak döndüğü zaman "fey" denilir. Elde
edilmesinde zorluk olmayan ganimete de fey' adı verilmiştir. Şer'an da
fey', kâfirlerin mallarından müslümanlara dönen ganimet ve haraç gibi
gelirler demektir. Ebu Hafs Ömer en-Nesefî adlı eserinde fey' ile
ganimeti şöyle tarif etmiştir: Fey', kâfirlerin mallarından ganimet ve
haraç kabilinden müslümanların eline geçen şeylerdir. Ganimet ise,
müslümanların kâfirlerden aldıkları maldır." Bunun mânâsı, fey'in
ganimetden daha genel olmasıdır.
Âlûsî'nin
zikrettiğine göre bazı Şâfiî kitaplarında fey' ile ganimet şu şekilde
ayrılmaktadır. "Fey', savaşmadan at ve deve koşturmaksızın kâfirlerden
elde edilen maldır. Ganimet ise, Cizye, ticaret öşrü yani gümrük ve
kıtal olmaksızın andlaşma yaptıkları veya iki ordu karşılaşmaksızın
korkudan bırakıp terkettikleri ve irtidât üzere ölen yahut katledilen
mürted (dinden dönen)in ve vârissiz ölen zimmî'nin andlaşma yapan veya
aman dileyenlerin bıraktığı mallar gibi savaştan veya karşılaştıktan
sonra alınan mallardır. Ganimet, harbî ve aslî olan kâfirlerden savaş
yoluyla elde edilen maldır. İki ordunun karşılaşması ve bizim
tarafımızdan yapılan hareket de savaş hükmündedir. Ashabımızdan yani
hanefîlerden de bu farkı ortaya koyanlar vardır. Denilmiştir ki
ganimet, harb esnasında kâfirlerden üstünlük ve galibiyyetle alınan
şeylerdir. Hükmü, Enfâl Sûresi'nde geçen "Bilin ki, ganimet olarak
aldığınız herhangi bir şeyin beşte biri Allah'a, Resulüne..." (Enfâl,
8/41) âyeti gereğince beşte birdir. Fey' ise harp bittikten ve feth
edilen yer Dar-ı İslâm olduktan sonra onlardan alınan mallardır. Hükmü,
beşe bölünmeksizin hepsi müslümanların menfaatlarına uygun olan yönlere
sarf edilir." Sözkonusu bu fark, "Hidaye" ve şerhlerinde de
zikredilmektedir. Demek oluyor ki Fey' tabiri ganimetten daha umumi bir
anlama gelmekle beraber onun karşılığı olarak da kullanılmaktadır. Şu
halde "ifâe" fey' denilen bir dönüştürmeyi gerçekleştirmek demektir.
Ganimetin hükmü, Enfal Sûresi'nde "De ki, ganimetler Allah ve
Peygambere aittir. (Enfal, 8/1), "İyi bilin ki, ganimet olarak ele
geçirdiğiniz şeylerin beşte biri Allah'a, Resulü'ne Resulün yakınlarına
yetimlere yoksullara ve yolculara aittir.." (Enfâl, 8/41) âyetleriyle
dar ve geniş çerçeveden beyan edildiği gibi, burada daha geniş olan
fey' hükümleri ondan farklı olmak üzere özel ve genel anlamda
açıklanacaktır. Önce şunu belirtmek gerekir ki, âyette geçen zamirinden
maksat, yurtlarından sürülen kâfirler, yani Benî Nadir'dir. Onlardan
Resulullah (s.a.v)'a ganimet olarak verilenler de, bırakmış oldukları
taşınır ve taşınmaz malların ganimet olmak üzere Resulullah'ın eline
verilmesi ve tasarrufuna geçirilmesi demektir. Resulullah'ın önceden
onların sahibi olmadığı halde, bunun dönüşüm mânâsını içeren "ifâe"
tabiriyle zikredilmesi onların hakiki sahibinin Allah Teâlâ olması
itibariyle o malların, Allah'a karşı gelen kâfirlerin ellerinde
bulunuşunu, onu gasb edenin elinde bulunuşu gibi göstermiş ve böylece
onları Allah tarafından teslim almaya en selâhiyetli olan zâtın
Allah'ın Resulü olduğunu ifade ederek bu malın ona tesliminin ilk
sahibine iâde anlamı taşıdığı nüktesine işâret etmiştir. İşte harpcı
kâfirlerin müminlere ganimet olarak geçen mallarında da hep böyle bir
iâde mânâsı vardır. Çünkü Allah Teâlâ, "Ben, cinleri ve insanları ancak
bana kulluk etsinler diye yarattım" (Zâriyât, 51/56) âyetinde ifade
edildiği üzere insanları, kendisine ibadet ve kulluk etmek için
yaratmış, malları da itaat ve kulluğa vesile kılmak için halketmiştir.
Bu yüzden onlara layık olanlar isyankârlar değil, itaatkâr olan
kullardır. Bu nükteye binâen elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen
ganimete, haraç ve cizye gibi gelirlere şer'an fey' adı verilmiştir.
Rağıb İsfahânî'nin nakline göre bu mala fey' denilmesi, gölge mânâsına
gelen fey'a benzetmek suretiyle, dünyanın en şerefli (alâmeti) a'razı
olan malın geçici bir gölge gibi olduğuna işaret etmek içindir. Nitekim
şâir de şöyle demiştir: "Malı öğleden sonra dönen gölgeler (gibi)
görüyorum." "Dünya geçici bir gölgeden ibarettir." Nadir Oğulları'nın
malları, elde edilmesinde fazla zorluk çekilmeyen ganimet kabilinden
bir fey' olarak kalmıştı. Sahâbîler bunun, Bedir'de olduğu gibi Enfâl
Sûresi'de bulunan âyetlerin hükmü gereğince beşe bölünerek kalanın
taksim edileceğini sanmışlardı. İşte bu âyetle bunun bilhassa
Resulullah'a aid bir fey' olduğu beyan edilerek buyuruluyor ki,
Allah'ın yurtlarından çıkarmakla perişan ettiği o kâfirlerden fey'
olarak Resulü'ne iâde buyurduğu mala gelince siz ona ne at oynattınız
ne de deve. Îcâf, defretmek ve yürek oynaması gibi hareket ettirip
muzdarip kılmak, atı yahut deveyi vecif denilen hızlı yürüyüşle
yürütmek ve akın etmek mânâlarına geldiğinden müfessirlerin bir kısmı
bunu, hareket ettirip yormak, bir kısmı da, vecif diye isimlendirilen
seri yürüyüşle yürütmek şeklinde tefsir etmişlerdir. Bu konuda Kamus
Mütercimi de şunları söylemektedir: "Vecif, at ve devenin bir çeşit
yürüyüşüne denir. Bununla maksat, at ve devenin silke silke yürümesidir
ki, buna linke kalkmak denir. Menzil beygiri gibi." Merkeb gibi binilir
demek olan rikâb da deve hakkında yaygındır. Hatta rakib tabiri bile
daha çok deve için kullanılmaktadır. Ata binen kimseye fâris denir.
Nitekim biz de süvâri dediğimiz zaman bununla ata bineni kasdederiz.
Nadir Oğulları'nın köyleri Medine'ye iki mil mesafede olduğu için oraya
sadece piyade olarak gidilmiş, yalnız Resullullah lif yularlı bir
merkebe binmiş ve fazla bir öldürme olayı da meydana gelmemişti. Ve
lakin Allah resullerini dilediği kimselerin üzerine musallat kılar
gönüllerine korku düşürür ve hükmünü yürütür. Ve Allah her şeye
kadirdir. Dilediğini yapar. Bazen açık vasıta ve aletlerle yapar. Bazen
de sırf İzzetiyle hiç umulmayacak başarılar bahşederek yapar ki, Nadir
Oğulları'nın basit bir kuşatma ile korkarak çıkıp gitmek üzere
anlaşmaları da böyle olmuştu. Onun için bazıları, bu âyetin Fedek
hakkında nazil olduğunu sanmışlar, "çünkü Nadir Oğulları'nın etrafı
kuşatıldı ve öldürüldüler, Fedek'te ise bunlar olmadı" demişlerdir.
Ancak bu görüş, sahih haberlere ters düşmektedir. Ayrıca Nadir
Oğulları'na karşı yapılan kıtal da ehemmiyetsizdir. Buharî, Müslim
Tirmizî, Nesaî ve diğer kaynaklarda rivayet edildiğine göre, Hz.Ömer
demiştir ki, "Nadir Oğulları'nın malları, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne
ganimet olarak verdiği, elde edilmesi hususunda müslümanların ne at ne
de deve sürmediği ganimet malı idi ve Resulullah'a mahsustu.
Hz.Peyamber bu maldan ehlinin bir senelik nafakasını ayırdı, kalanını
silah ve hayvanat ile Allah yolunda hazırlanmak için sarfetti." Dahhâk
da demiştir ki, "Bu mallar Resullullah'a tahsis edilmişti. Ancak o
ikramda bulundu da muhacirler arasında taksim etti. Ensâra ondan bir
şey vermedi. Yalnızca Ebu Dücâne Semmâk b. Hurşe, Sehl b. Hüneyf ve
Hâris b. Sımme adlı üç zata verdi. Çünkü onların buna ihtiyaçları
vardı." Sa'd. b. Muâz'a da İbnü Ebi'l-Hakîk'in bir kılıcını vermişti
ki, aralarında o kılıcın şöhreti vardı.
7.
Özellikle Beni
Nadir'den dönen ganimetin hükmü
böyledir ancak
diğerlerinden elde edilen ganimetler nasıl olacaktır? Denilirse bunun
cevabı şu âyette görülebilir. Allah'ın Resulü'ne kent halkından verdiği
ganimetler. Bazıları bu ganimeti, harb esnasında alınan ve hükmü Enfâl
Sûresi'nde açıklanan ganimetin dışında telakki etmişlerse de, İmam Ebu
Yûsuf'un "Kitâbu'l-Harâc" adlı eserinde tafsilatlı olarak yapmış olduğu
rivayette, Hz. Ömer'in harb yoluyla fethedilen Irak toprakları ve
halkıyla ilgili ganimetlerin taksimini isteyen Zübeyr, Bilâl, Selmân-ı
Fârisi ve diğerlerine karşı sahâbiler şurasında bu âyetlerle delil
getirerek, gelecek müminlerde dahil olmak üzere bütün müslümanların
menfaatı adına halkın hür ve arazilerinin ellerinde "arâzi-i haraciyye"
haraç arazileri olarak kalması hususunda onları ikna etmiş olması
bunun, gerek ganimet gerek haraç ve cizye gibi kâfirlerden elde edilen
bütün gelirleri içine aldığını göstermektedir. Yani fethedilen kâfir
kentlerinin halkından Resulullah (s.a.v)'a verilen gerek ganimet, gerek
harac ve vergi gibi bütün gelirler de Allah için ve Peygamber için ve
ona yakın olanlar, öksüzler, yoksullar ve yolda kalmış kimseler
içindir. Bu âyetin açık anlamı, ganimetin altıya taksim edilmesini
ifade etmektedir. Bu yüzden bazı âlimler demişlerdir ki, ganimet altı
hisse yapılır, Allah'ın hissesi Ka'be ve diğer mescidlerin tamirlerine
sarf edilir. Bazıları da, İbnü Abbas ve Hasan b. Muhammed b.
Hanefiyye'den gelen rivayetlere dayanarak, âyette Allah'ın
zikredilmesinin sırf hürmet ve uğur için olduğunu, Allah ve Resulü için
bir olmak üzere beş hisseye bölünmesi gerektiğini ileri sürmüşlerdir.
Âlimlerden bir kısmı da, ganimetle olduğu gibi Hz. Peygamber'e ayrılan
beşte bir hisse de beşe taksim edilir. Çünkü Resulullah beşte biri
böyle taksim eder ve kalan beşte dördü de uygun gördüğü şekilde sarf
ederdi, demişlerdir. Bu Şâfii'nin kavl-i cedîdi (yeni görüşü)dir. Bunun
doğrudan doğruya "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri,
Allah'a ve Resulü'ne ve akrabalığı bulunanlara, yetimlere, yoksullara
ve yolculara aittir." (Enfal, 8/41) âyetine benzediği göze çarpar.
Fakat Enfal, 8/41'de beşte bir kaydı açıkça ifade edildiği halde burada
zikredilmemiş, hüküm genelde nisbet edilmiştir. Binaenaleyh ganimetin
beşte biri alınıp beş hisse olarak sarfedilirse de, her ganimetin de
beşte birinin alınması gerekli değildir. Onun için Hanefiler, ganimetin
dışındaki gelirlerin beşe taksim edilmesinin gerekli olduğunu kabul
etmeyerek bu ve bundan sonraki âyetlerin gösterdiği şekilde, en önemli
olanı daha az önemli olana takdim etmek suretiyle bütün müslümanların
yararına olan işlere sarfedilmesine kail olmuşlardır ki burada
zikredilenler en önemlilerini teşkil etmektedir. Resulullah (s.a.v)'ın
hissesi icmâen kendisine âid olup, ondan kendisinin ve çoluk çocuğunun
nafakasına sarfederdi. Ayrıca bazı hanımlarının bir yıllık yiyecek ve
içeceklerini karşılayacak miktarı ayırır ve geri kalanı da
müslümanların menfaatına olan işlere harcardı. Hanefilere göre Hz.
Peygamber'in vefatından sonra onun için ayrılan hisse artık, ortadan
kalkmıştır. Çünkü Râşid Halifeler bu suretle amel etmişlerdir ve onlar
Allah'ın dini konusunda güvenilir kimselerdir. Ve çünkü türemiş bir
sıfat olan resul vasfı üzerine hüküm, esas olan risaletin sebep oluşunu
gerektirir. Ondan sonra ise resul yoktur. İmam Şâfiî'nin bir görüşüne
göre de Hz. Peygamber'den sonra da imama verilir. Çünkü Resulullah'ın
tebligatına karşılık ücret almadığını göstermek için onun hak ettiği
malı, peygamber olması sebebiyle değil devlet başkanı olması yönüyle
düşünmek gerekir. Şâfiîlerin çoğuna göre Resulullah'ın vefatından sonra
beşte birin beşte bir hissesi, müslümanların yararına olan işlere
sarfedilir ki, sınır bekçileri, ülke kadıları, dinî ilimler ve onların
vasıtalarıyla uğraşan ilim adamları, öğrenciler, ayrıca imamlar,
müezzinler ve müslümanların umûmi menfaatlarıyla ilgili işlerle meşgul
olup da herhangi bir kazanç elde edemeyen diğer kimseler ve bunlara ek
olarak kazanç temininden âciz olanlar bu cümledendir. Malın fazlalığına
ve azlığına göre dağıtım devlet başkanının kanaatine bırakılmıştır. Bu
dağıtım işinde en önemli olan, kendisinden daha az önem taşıyana takdim
edilir. Bunlar içinde en önemlisi sınır bekçiliğidir. Sahih bir hadisde
"Allah'ın size verdiği ganimetten bana ancak beşte bir vardır. O beşte
bir de yine size verilir, yani sizin yararınıza sarfedilir." buyurulmuş
olması da bunun müslümanların menfaatına olan işlere harcandığını
göstermektedir. Bu hadisin anlamı, Peygamber (s.a.v)'in hissesinin
hayatında olduğu gibi, ayrıca taksim edilerek sarfedilebileceğini ifade
ettiği gibi, Hanefilerin dediği şekilde diğer hisselere eklenerek
onlarla beraber sarfedilmesi tarzında da anlaşılabilir. Âyette ikinci
sırada zikredilen, "zilkurbânın (akrabaların) hissesidir. Zilkurbâ'dan
maksat, Resulullah (s.a.v)'a yakınlığı bulunan Haşim Oğulları ile
Muttalib Oğulları'dır. Zira Resulullah bunlara hisse vermiş, bunların
ana-baba bir kardeşleri Abdi Şems Oğulları'na ve onların
zürriyetlerinden olan Osman'a ve baba bir kardeşleri Nevfel'e hisse
vermemiştir. Ebu Dâvûd ve daha başkaları senediyle Said b. Müseyyeb'den
şöyle dediğini rivayet etmişlerdir: "Cübeyr b. Mut'im (r.a) bana haber
verdi de dedi ki: "Hayber günü olduğu vakit Resulullah (s.a.v)
zevilkurbâ hissesini Beni Haşim ve Beni Muttalib'e verdi, Beni Nevfel
ile Beni Abdi Şems'i bıraktı. Bunun üzerine ben ve Osman b. Affân (r.a)
beraber gittik, Resulullah'ın yanına vardık ve "Ya Resulullah, şunlar
Beni Haşim, Allah Teâlâ'nın seni onların arasına koyduğu yerden dolayı
biz onların üstünlüklerini inkar etmeyiz. Fakat kardeşlerimiz Muttalib
Oğulları'nın üstünlüğü nedir ki, (ganimet hissesinden) onlara verdin de
bizi terkettin. Halbuki yakınlığımız aynıdır." dedik. Cevaben Hz.
Peygamber, "Ben ve Beni Muttalib cahiliyyede de, İslâmda da ayrılmayız,
biz ve onlar bir şeyiz." buyurdu ve parmaklarını birbiri arasına
geçirdi." Bu cevab ile Resulullah, bu konuda yakınlıktan maksadın
yalnız hısımlık yakınlığı olmayıp nusrat, yani yardıma dayalı bir
yakınlık olduğunu göstermiş ve cahiliyye döneminde Muttalib
Oğulları'nın kendisiyle uyum içinde olup yaptıkları dostluk ve yardıma
işaret etmiştir. Çünkü o zaman savaş yardımı söz konusu olamazdı.
Binaenaleyh "Biz ve onlar bir şeyiz." buyurulması, Siyer kitablarında
da anlatıldığı gibi, Kureyş kabilesi, Beni Hâşime ne alış-veriş ne de
nikâh akdi yapmamak üzere boykotla ayrılık ilân ettiği zaman onların,
Peygamber'in kabilesine dahil olduklarına işaret sayılmaktadır. Bu
sebebledir ki, savaşmaya güçleri olmayan zürriyetleri dahi ganimetten
hak almaya dahildirler. İşte Resulullah'a yakınlıktan murad'ın,
kendilerinden geçmişte tahakkuk eden bir yardım sebebiyle meydana gelen
yakınlık olduğuna işaret edilerek, Hâşim oğullarıyla Muttalib
Oğulları'nın bir kalb ile hareket eden vücud gibi hem cahiliyyede ve
hem de İslâm'da kendisiyle beraber oldukları için böyle bir yakınlığa
hak kazandıkları ifade edilmiştir. Bu yüzdendir ki âyette çoğul
sigasıyla zevilkurbâ denilmeyip, tekil olarak zilkurbâ denilmiştir.
İmam Şâfiî ve Ahmed b. Hanbel demişlerdir ki: "Beni Haşim ve Beni
Muttalib'den olan yakınlara beşte birin beşte biri verilir. Bunların
fakir ve zenginleri müsâvidir. Söz konusu bu ganimet malı, "Erkek için
kadının iki misli (pay) vardır.." (Nisâ, 4/11) âyeti gereğince taksim
olunur. Müzeni ile Sevri de "Bu taksimde erkek ve kadın eşit oranda
alır. Uzağa da yakına da verilir." demişlerdir. Âyetin mutlak mânâda
zahiri itibariyle anlamı da budur. İmam Mâlik'e göre ise bu tamamen
devlet başkanının fikrine bırakılmıştır. Dilerse aralarında taksim
eder, dilerse bazısına verir, bazısına vermez ve yine dilerse daha
önemli bulduğu takdirde başkalarına verip onlara vermez. Bizim Hanefi
mezhebi imamlarının tercihine gelince, bu hususta şunları
söyleyebiliriz. Hidâye ve şerhlerinde izah edildiği gibi zilkurbâ,
hadiste Beni Haşim ve Beni Muttalib'e tahsis edilmiştir Ancak onlara
müstakil bir hisse gerekmeyip sadece fakirlerine, öksüzlerine ve
yolcularına verilir ve bu sınıflardan olanların, diğerlerine karşı
öncelik hakkı vardır. Çünkü zikredildiği gibi Resulullah onlara
geçmişteki yardımlarından dolayı vermiş ve buyurmuştur ki, "Ey Haşim
oğulları topluluğu! Allah Teâlâ sizler için insanların yıkantılarını ve
kirlerini yani zekat ve sadakalarını iğrenç gördü ve onun yerine size
beşte birin beşte birini verdi." Bu hadis, bir hisseye delalet etmekle
beraber, sadaka karinesiyle vermeye sebeb olan şeyin fakirlik olduğuna
da işaret etmektedir. Onun için Resulullah zamanında bu hisse kendisine
yapılan yardım sebebiyle verilmişse de vefatından sonra kaldırılıp,
fakir olanlara verilmeye başlanmıştır. Raşid Halifeler'in dördü de,
onlara ayrıca bir pay ayırmayıp beşte birin, birini yetimlere, birini
miskinlere, birini de yolculara olmak üzere üç hisseye taksim
etmişlerdir. Hz. Ali, üç halifeye bazı meselelerde muhalefet etmekle
beraber hilafeti esnasında bu konuda muhalefette bulunmamıştır. Onun
için İmam Şâfiî'nin de dediği gibi hisseye kail olurdu diye yapılan
rivayet sahih olsa bile bunu, halifeliğinde diğer üç halifenin
görüşlerine döndü, şeklinde yorumlamak daha doğru olsa gerektir. Beni
Haşim ve Beni Muttalib'in ganimetten pay sahibi olmaları, Peygambere
yakınlıktan başka fakirlik sebebine dayandırılmış olmakla beraber
ayrıca âyette zikredilmelerinin faydası nedir? diye sorulursa, cevaben
denilir ki, bunun faydası, onların fakir olanlarına sadaka helal
olmadığı cihetle ganimetten bir hisse de alamayacakları şeklindeki bir
zannı ortadan kaldırmaktır. Mamafih hadisler araştırılınca bu konuda
bir hayli ihtilâfın olduğu göze çarpar. Bu cümleden olmak üzere
halifelerin onlara fakir ve zengin ayırımı yapmadan verdiklerini
gösteren haberler de yok değildir. Ehl-i Beyt'in tercihi de budur. İbnü
Hümâm "Fethü'l-Kadir"de der ki: "Ebu Davud, Said b. Müsseyeb'in şöyle
söylediğini nakletmiştir: "Cübeyr b. Mut'im (r.a) bize haber verdi ki,
Peygamber (s.a.v) ne Beni Abdişşems'e ne de Beni Nevfel'e beşte birden
bir hisse taksim etmedi. Ancak Beni Haşim'e ve Beni Muttalib'e pay
veriyordu. Ebu Bekir de beşte biri Resulullah'ın taksim ettiği şekilde
paylaştırdı. Ancak o, Peygamber'in verdiği gibi Resulullah'ın
akrabasına vermiyor, Ömer ve ondan sonrakiler de veriyorlardı. Bu
rivayette Ömer'in verdiğinde zahiren fakirlik kaydı görülmüyor." Bir de
Ebu Davud'un Abdurrahman b. Ebi Leyla'dan şöyle bir rivayeti vardır.
Hz. Ali'yi işittim diyordu ki: "Ben, Abbas, Fatıma ve Zeyd b. Hârise
Hz. Peygamber (s.a.v)'in huzurunda toplandık. Ben, "Ya Resulullah eğer
uygun görürsen beni şu beşte birden alacağımız hak konusunda
görevlendirsen de senin hayatında onu taksim etsem ki, sonra kimse bana
itiraz etmesin. Eğer münasib görürsen bunu yap dedim. O da yaptı (yani
izin verdi.) Ben de onu Resulullah (s.a.v)'ın hayatında, sonra da Ebu
Bekr'in başkanlığında taksim ettim. Nihayet Ömer'in halifeliğinin son
zamanlarında ona birçok mal geldi. O da bizim hakkımızı ayırdı, sonra
da onu bana gönderdi. Ben de Hz. Ömer'e bu sene bizim malımız var,
müslümanlar ise ihtiyaç içindeler bunu onlara sarf et, dedim. Ömer de
öyle yaptı. Ömer'den sonra da kimse beni taksim için çağırmadı. Ömer'in
yanından çıktıktan sonra Abbas'a rastladım bana, "Ya Ali, bu sabah sen
bizi bir şeyden mahrum ettin. Artık bundan sonra o bize verilmez."
dedi. Abbas dâhî bir adamdı." Bu rivayette de verilen malın fakirlikle
kayıtlanması, söz konusu değildir. Nasıl olur ki Abbas'a da mal
veriliyordu ve fakirlikle tavsif edilmiş değildi. Hafız Münziri bu
rivayetin zayıf olduğuna kanaat getirmiş ve demiştir ki: "Cübeyr b.
Mut'im hadisinde Ebu Bekir, Peygamber'in yakınlarına taksimden pay
vermemiştir. Ali'nin rivayet ettiği hadisde ise, onların da hisse
aldıkları görülmektedir. Bu yüzden Cübeyr hadisi sahih, Ali hadisi
sahih değildir." İbnü Hümâm bunları naklettikten sonra şöyle der:
"Râşid Halifeler'in Peygamber'in yakınlarına mal vermedikleri görüşünün
asıl dayanağı şudur. Âyette geçen ifadesi, harcama mahallini beyandan
ibarettir. Yoksa belirtildiği gibi kazanılmış bir hak değildir. Eğer o
elde edilen bir hak olsaydı, Resulullah (s.a.v)'dan sonra halifelerin
onları bu haktan men etmeleri caiz olmazdı. Çünkü onun yakınları,
cahiliyye döneminde Hz. Peygamber'e yaptıkları yardımlarla
kayıtlanmışlarsa da onlar, Peygamber'den sonra da yaşıyorlardı.
Binaenaleyh bu durumda da onlara pay vermek vacib olurdu. Madem ki
bundan men edilmişlerdir demek ki, zilkurbâdan maksat, malın harcama
mahallini göstermektir. Yani âyette zikredilenlerden her biri, bir
harcama mahallidir, hatta bunlardan, mesela yalnız yolculara yahut
yetimlere verilmesi gibi bir tek sınıfa vermek de caizdir. Tuhfe'de,
"Âyette geçen üç sınıf, bize göre beşte birin harcama mahallidir. Bu da
kazanılmış bir hak değildir. Hatta sadakatta olduğu gibi bunlardan
yalnız bir sınıfa sarfedilse de caizdir." diye zikredilmiştir. Bu
görüş, İmam Mâlik'in görüşüne yakındır. Fakat İmam Ebu Yusuf, (r.a.)
Kelbi, Ebu Salih ve İbnü Abbas (r.a)'tan rivayet etmişdir ki, "Humus
(beşte bir), Hz. Peygamber zamanında beş hisse üzerine taksim olunurdu.
Bu, Allah ve Resulü için bir hisse, zilkurbâ için bir hisse, yetimler
için bir hisse, miskinler için bir hisse ve yolcular için bir hisse
şeklinde idi.
Ancak
Hz. Peygamber (s.a.v) üç hisse olarak taksim ettiler. Bunlardan biri
yetimler, biri miskinler biri de yolcular içindi." Aslında bu rivayeti
nakledenlerden Kelbi, hadisciler nazarında zayıf bir râvi olarak
gösterilmişse de bu rivayetin sıhhatini gösteren iki ayrı rivayet daha
vardır. Tahâvi, Muhammed b. Huzeyme, Yusuf b. Adi, Abdullah b. Mubarek
ve Muhammed b. İshak'tan şu rivayeti nakletmiştir. Bu rivayette
Muhammed b. İshak demiştir ki, "Ebu Cafer'e, yani Muhammed b. Ali'ye,
"Ne dersin? Hz.Ali (r.a.) insanların başına geçip tasarruf yetkisini
eline aldığı zaman Peygamber'in yakınlarının hisseleri konusunda ne
yaptı? diye sordum. Dedi ki, "vallahi o da Ebu Bekr ve Ömer'in yolunda
yürüdü." "O halde siz nasıl oluyor da o söylediğiniz şeyi
söyleyebiliyorsunuz?" dediğimde bana, "Vallahi onun ehli ancak onun
görüşüyle hareket ediyorlardı." dedi. Ben de ona dedim ki, "Öyle ise
Hz. Ali'yi meneden ne oldu?" O da, "Vallahi Ebu Bekr ve Ömer'in
görüşüne muhalefet etmekle aleyhinde söylenecek sözleri hoş
karşılamadı." şeklinde cevap verdi." Demek ki Hz.Ali de dahil olmak
üzere Hulefa-i Râşidin'in Peygamber'in yakınlarına ayrıca bir hisse
vermediklerinde ihtilâf edilmemiş, ehl-i beyt dahi bunu itiraf
etmiştir. Bu hususta sahâbilerden de her hangi birinin muhalefeti
rivayet edilmediği için, zevilkurbâya hisse ayrılmasının vacib olmadığı
konusunda icmâ meydana gelmiştir. Şüphe edilmemesi gerekir ki, eğer Hz.
Ali önceki görüşünün doğru olduğunda ısrarlı olsaydı, halifeliği
esnasında onun tersini yapması caiz olmazdı. Bu, en azından duruma göre
o hissenin kaldırılmasını kabul etmek ve diğer halifelerin görüşlerine
dönmektir. Bununla, İmam Şâfii'nin yukarıda zikredilen Ebu Cafer
Muhammed b. Ali'den rivayet ederek delil getirdiği şu habere de cevap
verilmiş olmaktadır. Ebu Cafer demiştir ki, "Hz.Ali'nin humus
konusundaki görüşü, ehl-i beytinin görüşü idi. Ancak O, Ebu Bekir ve
Ömer'e muhalefet etmeyi hoş görmedi." Ve yine demiştir ki, "Ehl-i
beytin dışında icmâ da olmaz." Çünkü bunda dört halife'nin hisse
vermedikleri rivayeti hem ehl-i beytten Muhammed Bâkır, hem de İmam
Şâfii tarafından kabul ve tasdik edilmiştir. O halde bu noktada
münakaşaya yer yoktur. İkincisi, Hz. Ali'nin Hz. Ebu Bekir ve Hz.
Ömer'e muhalefeti hoş görmediği ve Onun için bu meselede kendi re'yini
tatbik etmeyip onların yolunda yürüdüğü kabul edilmiştir. Şu halde
onlara muhalefeti hoş görmemesi de, Hz. Ali'nin son görüşü demektir.
Binaenaleyh onun görüşünden ayrılmadıklarını söyleyen ehl-i beytinin
dahi onun hoş görmediğini hoş görmemeleri, önceki görüşünden dönmesini
kabul etmeleri ayrıca Hz. Ali'yi, kendi vicdan ve itikadınca haklı
bildiği kimseleri haklarından men edip, korku ile takiyye (gizlenme)
perdesine bürünmüş bir zorlanan mevkiinde farz etmekten çekinmeleri
gerekir. Üçünçüsü, ehl-i beytin haricinde icmâ vaki olmayacağı sözü,
esasen doğru olmakla beraber yukarıda adı geçen Muhammed b. Ali, Tahâvi
rivayetinde zikredildiği şekilde ehl-i beytin ancak Hz.Ali'nin görüşü
doğrultusunda hareket ettiklerini söylemiştir. Hz. Ali de muhalefet
etmeyi hoş karşılamayıp Ebu Bekr ve Ömer'in, yolundan gittiğini beyan
etmiş olduğundan, asıl olan Hz. Ali'nin muhalefetten çekinmesiyle
icmânın fiilen tamam olup, ona tâbi olan fürûun ayrıca bir hükmünün
olmamasıdır. Durum böyle olunca ehl-i beytin dışında bir icmâdan söz
etmemek gerekir ki, bütün bunlar ayrıca bir hisse taksiminin vacib
olmadığı konusundaki Hanefi imamlarının görüşlerini kuvvetlendirmektir.
Şunu da unutmamak gerekir ki, dört halifenin zevilkurbâya ayrı bir pay
vermediklerini söylemek, onların elde ettikleri hakları büsbütün
ortadan kaldırmak demek değildir. Ancak kazanılan bu hak için fakirlik
ve ihtiyaç durumu gözetilerek geçmişte Peygamber'e yardımı dokunan
zevilkurbâ (yakınlar)ya öncelik sırası verilmiştir. daki "lâm" istihkâk
(hak kazanma) mânâsını ifade eder. Yetimler, miskinler ve İbnü sebilin
(yolcunun) "lâm"sız olarak "Lizilkurbâ"ya bağlanması da, hepsinin
istihkâk sebebinin aynı olduğunu gösterir. Bu sebebin fakirlik olduğu
da, "Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir
şey olmasın." âyetinin ifade ettiği illetle ayrıca hatırlatılmış
olmaktadır. Şu halde bunların dördünü de bu sebeble bir istihkâka tâbi
tutarak, yerine göre dört, üç veya bir sınıf olmak üzere taksimin caiz
olması, duruma yahut da malın müsadesine göre sarf etme şeklinin devlet
başkanının kanaatine bırakılması, nazmın üslubuna en uygun mânâdır.
Ancak dört halife de üç sınıfa taksim etmiş olduklarından, hanefiler de
bu görüşü tercih etmişlerdir. İbnü Hümâm'ın naklettiğine göre
"Tuhfe"-de tek bir sınıfa verileceği de caiz gösterilmiştir. Yalnız
"Tuhfe"nin "istihkâk yoluyla değil" cümlesinden, istihkâkı ortadan
kaldırma mânâsı anlaşılmamalıdır. Zira daki "lâm" hepsinde de bir
istihkâkın varlığına delalet etmektedir.
Yetâmâ'dan
murad, yetim olan fakirlerdir. Yetim, babası olmayan çocuktur. Müslüman
ve fakir olması şarttır. Zira yetim tabiri ihtiyaca işaret ettiği gibi
"İçinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." ibaresi
de bu şartları göstermektedir. Babası olmamak, babanın vefatıyla
olabileceği gibi, nesebin inkârı veya zina yoluyla doğmakla da
olabilir. Onun için nesebi ispat edilemeyen de, zina çocuğu da yetim
tâbirine dahildir. Lekît'in ise, babası olmadığı tahakkuk
edemeyeceğinden mesâkin tâbirine dahil olması gerekir.
Miskin,
hiçbir şeye sahip olmayan çaresiz yoksula denir. Yoksulluktan durgun
bir hale gelmiş demektir. Bir görüşe göre de, yeterli miktar malı
olmayana denir. Kamus'da "Fakr" maddesinde fakir ile miskinin farkına
dair bir izah vardır ki, Okyanus'da mütercim şöyle der: "Arablar, fakir
ile miskinin arasını ayırırlar." Bazılarına göre fakir, ölmeyecek
derecede yiyebileceği kadar gıdası bulunan, miskin ise asla bir şeyi
bulunmayan kimse demektir. Bazılarına göre de, fakir muhtac olana,
miskin de zelil ve hakir (bayağı) olana denir. İmam Şâfiî (r.a)
demiştir ki "Fakir, kötürüm ve yatalak olup, asla bir meslek ve sanatı
olmayana, yahut da bir mesleği olup da zaruri ihtiyaçlarını
karşılayacak kadar kazanamayanlara denir. Mesâkin de şu kimselerdir ki,
sanatları varsa da ailelerinin nafakalarını temin edemeyip
başkalarından isterler yahut fakir yeterli miktar geçimi olana, miskin
ise asla hiçbir şeyi olmayana denir. Bazılarına göre de miskin, durumu
fakirin durumundan daha iyi olandır. Bir görüşe göre de ikisi de aynı
mânâdadır züğürt ve yoksul demektir. Ayrıca fakir, omurga kemikleri
kırılmış olana da denir. Şârihin beyanına göre asıl fakirlik bu
anlamdadır." Hanefilerce meşhur kabul edilen önceki mânâdır. Yani
fakir, nisâba mâlik olmayan, miskin ise hiçbir şeyi olmayıp, fakirden
daha düşkün olandır.
İbn-i
Sebil, yolda kalmış yolcu demektir ki memleketinde mal ve mülkü olsa
bile, yolda herhangi bir sebeble ihtiyaçlı duruma düşmüş ise buna da
yolcu denir. Bu âcizin kanaatine göre lekit olan çocukları da, bu
mânâya dahil etmek gerekir. Bu sınıflara payları, ya doğrudan doğruya
kendilerine, yahut velilerine, yahut da mümkün olduğu ölçüde onunla bir
gelir kaynağı temin edilerek kazancından verilmeli ve böylece de
haklarında en faydalı olanın yapılması hususundaki harcama da, devlet
başkanının re'yine bırakılmalıdır.
Ganimetten
bunlara, yani zülkurbâ, yetâma, mesâkin ve İbn-i Sebil'e hisse
verilmesinin sebeb ve hikmeti ise şöyle beyan buyurulmuştur. Tâ ki o
ganimet, yahut mal sizden yalnız zenginler arasında bir devlet olmaya.
Dâl'ın ötresiyle dûlet, yahut üstün ile devlet, servet, baht, mevki ve
galibiyyet gibi insanlar arasında bazan şuna, bazan buna devreden
sevindirici nimet ve duruma denir. Kîsâî ve Basra'nın ileri gelen
âlimleri demişlerdir ki: "Üstün ile devlet, ötre ile mülk, yahut ötre
ile dûle (devlet), esre ile milk anlamındadır. Veya ötre ile servet,
üstün ile zafer, galibiyyet ve mevki mânâsını ifade eder. Müberred gibi
bazıları da, "Ötre ile elden ele dolaşan şeyin ismi, üstün ile de elden
ele dolaşmak mânâsına mastar" olduğunu söylemişlerdir. Rağıb ve bazı
âlimlere göre de ikisi de aynı mânâya gelmektedir. On sahih kırâetin
tamamında da "dâl"ın ötresiyle okunmuştur. Ancak âlimlerin çoğu,
"dâl"ın ötresiyle beraber "tâ"yı üstün okuyup fiiline haber yapmışlar,
Hişâm ile Ebu Câfer ise "dâl"ı ötre, "tâ"yı merfu okuyarak isim
yapmışlardır. Öncekinde gösterildiği üzere nâkıs fiil, ikinciye göre
ise tam fiil olup "Sizden yalnız zenginler arasında (dolaşan) bir
devlet olmaya." meâlinde olur. Öncekinde 'nün altında müstetir (gizli)
ismi 'ya bağlı olduğu için, bu cümle doğrudan doğruya mâlî ve iktisâdi
bir prensip olup, mâlî ve iktisâdi usulü dolaylı yoldan göstermiş olur.
Evvelkine göre âyetin mânâsı şöyledir: Allah'ın, Resulü'ne kent
ehlinden verdiği bu ganimet, yalnız içinizdeki zenginler gibi iş
başında bulunanlar arasında paylaşılıp da, malın sadece zenginler
arasında dolaşan bir servet olmaması ve İslâm Devleti'nin, cahiliyye
döneminde olduğu gibi yalnız zenginlere dayanan bir devlet olmayıp,
fakirleri de doğrudan ilgilendiren bir devlet olması için onlara da,
söz konusu âyette zikredildiği şekilde sınıflarına göre Allah için
birer hisse veriniz.
İkinci
duruma göre de mânâ şöyle olur: Sizden yalnız zenginler arasında bir
devlet olmaması ve malın yalnız zenginler arasında dönen bir servet
halinde kalmaması için ganimeti, tek başlarına alan ve iş başında
bulunanlar arasında paylaşmayın da, zikredildiği şekilde fakir ve
ihtiyaç sahibi sınıflara da Allah için birer hisse veriniz.
Lakin
yalnız zenginler arasında bir devlet olmasın derken herkesin canı
istediği gibi her işe karışıp da ihtilâle sebebiyet verilmemesi için
buyuruluyor ki, bununla beraber Peygamber size her ne verdiyse onu alın
yani ganimetten her ne hisse verdiyse onu alın ve her ne emir verdiyse
onu tutun. Ve yasakladığından vazgeçin, almayın dediğini almayın,
yapmayın dediğini yapmayın. Ve Allah'tan korkun da Allah'ın ve
Peygamber'in emirlerine karşı gelmekten ve birbirinizin hakkını
yemekten, devlete karşı hâinlik yapmaktan sakının, ganimeti maddî ve
manevî, dünyevi ve uhrevi mânâda korunmak için takva ile sarfedip
israftan ve Allah'ın azabına düşmekten korunun. Çünkü Allah, azabı
şiddetli olandır. Azab edince çok şiddetli azab eder. Nitekim nankör
Beni Nadir kâfirlerinin toplatılıp yurtlarından çıkarılmalarında bunun
için ibret alınacak bir örnek vardır.
Bu
âyetteki emirler gösteriyor ki, ganimetin hepsi Allah Teâlâ tarafından
Resulü'ne havale edilmiştir. Zenginlere mahsus bir devlet olmaması
için, zikredildiği şekilde fakirlere de hisse verilerek onu taksim
etmek dahi âyeti gereğince Peygamber'e bırakılmıştır. Ülu'l-emre
(âmirlere) itaat da söz konusu âyetin getirdiği emirlerden olduğu için,
buraya dahil olması gerekir.
Zira
bu emir, her ne kadar ganimet hakkında nazil olmuş ise de,
müfessirlerin beyan ettikleri gibi mânâsı, her emri içine almaktadır.
Şu rivayetler de bunu kuvvetlendirmektedirler. Buhârî, Müslim, Ebu
Davud, Tirmizî ve daha başkaları nakletmişlerdir: "İbnü Mes'ud (r.a.)
demiştir ki: "Allah şu kadınlara lanet etmiştir ki onlar veşm yapanlar
ve yaptıranlar. yüzünün tüylerini yolanlar, seyrek dişlerle güzel
görünmek için dişlerinin arasını yontan sırıtkanlar ve Allah'ın
yarattığını değiştirenlerdir." Bu söz, Benî Esed kabilesinden Kur'ân
okuyup mânâsını anlayan Ümmü Yakub adındaki bir kadının kulağına
gidince, hemen İbnü Mes'ud hazretlerinin yanına vardı ve "İşittim ki
sen şöyle şöyle demişsin." dedi. O da, "Ben Peygamber'in lanet ettiği
kimselere niye lanet etmeyeceğim? O Allah'ın kitabında var." diye cevab
verdi. Kadın, "Ben Mushaf'ın iki kapağı arasında ne varsa okudum, ama
onu görmedim." dedi. İbnü Mes'ud da dedi ki: "Eğer okuduysan Allah
Teâlâ'nın "Peygamber size ne verdiyse onu alın, size ne yasakladıysa
ondan da sakının.." buyurduğunu görmedin mi?" Kadın, "evet" dedi. İbnü
Mes'ud da, "İşte Hz. Peygamber (s.a.v) onlardan nehyetti." cevabını
verdi." İmam Şâfiî'den rivayet edilmektedir ki o, bir gün, "Bana
istediğinizi sorun Allah'ın kitabından ve Peygamber'in sünnetinden size
cevap vereyim." demişti. Bunun üzerine Abdullah b. Muhammed b. Harun,
"İhramlı bir adamın eşek arısını öldürmesi hakkında ne dersin?" diye
sordu. İmam Şâfiî de cevabında, "Allah Teâlâ buyurdu ve bize Süfyân b.
Uyeyne, Abdulmelik b. Ömer'den, o Rib'ıyy b. Hiraş'tan, o Huzeyfe b.
Yaman (r.a.)'dan nakletti ki, Resulullah (s.a.v) "Benden sonrakilere
Ebu Bekr'e ve Ömer'e tâbi olun." buyurdu ve Yine Süfyan b. Uyeyene,
Mis'ar b. Keddâm'dan o, Kays b. Müslim'den o, Tarık b. Şihab'dan o da
Ömer b. Hattâb (r.a.)'dan rivayet etti ki, Hz. Ömer Zünbûr'u öldürmeyi
emretti> dedi. Yani Hz.Ömer'in emrine uymayı Peygamber emretti.
Peygamber'in emrini yerine getirmeyi de Allah Teâlâ Kitabında emretti.
O halde Hz. Ömer'in emrini tutmak, Allah'ın emri gereğidir. Bu delil
ile varılan netice, "Âmirin emri, âmirin âmirinin âmirinin emridir."
şeklinde zincirleme bir garib mukaddime ile yapılmış eşitlik kıyası
değildir. Doğrudan doğruya en büyük olan delilinden neticelerin
birbirinden ayrılması suretiyle ortaya çıkan sonuçtur. Allah ve
Resulü'nün emirlerine muhalif olmayan ulü'l-emre itaat hükmü de. "Ey
iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e ve sizden olan emir
sahiplerine (idarecilere) de itaat edin. Eğer bu hususta anlaşmazlığa
düşerseniz, onu Allah ve Resulü'ne götürün..." (Nisâ, 459) âyeti ile
delillendirilmiştir. Bir hadisde de Peygamber (s.a.v) şöyle
buyurmuştur: "Dört şey tasarruf yetkisine sahip olan kimselere aittir.
Bunlar: Ganimetler, sadakalar, cezalar ve Cuma namazlarıdır." Bu
hadisi, Zemahşerî, "Keşşâf"da Cuma Sûresi'ni tefsiri münasebetiyle
nakletmiştir. Hanefi fıkıh kitablarından "Hidâye" ve etrafında şöyle
izah edilmiştir. Devlet başkanı bir beldeyi anveten yani zorla
fethettiği zaman muhayyerdir. Dilerse onu Resulullah'ın Hayber'de
yaptığı gibi müslümanlar arasında taksim eder ve taksim edilen arazi
için öşür koyar, çünkü ilk önce müslümanlar vazifelendirilir. Dilerse
Hz. Ömer'in Irak topraklarında yaptığı ve sahâbilerin de uygun bulduğu
tarzda, halkını hür olarak arazi ve mallarında bırakıp kendilerine
cizye, yani şahsî vergi ve arazilerine haraç koyar, ki cizye ve haraç
da âyette zikredilen ganimettir. Hanefilere göre bu, beşe taksim
edilmeyerek hepsi başta memleketin korunması olmak üzere mürtezikânın
maaşı, yani devlet tarafından görevlendirilen askerler, işçiler,
hâkimler, ilmiyye sınıfı, imamlar ve müezzinlerin iâşesi ve diğer
faydalı ve hayırlı işler gibi müslümanların yararına harcanır.
Bunlardan anlaşılır ki, yalnız ganimetin dışında olan cizye ve haraç
gibi fey (mal)in değil. (Enfâl, 8/41) âyeti gereğince beşe bölünmesi
vacib olan ganimetin beşte birinin dışında kalanının dahi taksimi
hususunda prensibi esas olmak üzere Resulullah'ın ve ona tâbi olarak
müslümanların devlet başkanının bir seçme hakkı vardır. Ancak devlet
başkanının bu tercihi keyfî olmayıp, müslümanların ihtiyaçlarını ve
devletin geleceğini takdir etme yolunda ciddi bir ictihad kaydı ile
şartlı bulunduğunu fakihler beyan etmişlerdir.
8. Bu
noktaları aydınlatma bakımından sarf mahalleri biraz daha izah ile
buyuruluyor ki, o fakir muhacirler için. Keşşâf sahibi der ki: "Bu,
yukarıdaki ve ona atfedilenlerden bedeldir. Mânâ itibariyle Peygamber
(s.a.v) hakkında da doğru olmakla beraber 'den bedel yapmaya mani olan
Allah Teâlâ'nın "Allah'ın dinine ve Peygamberi'ne yardım edenler.."
(Haşr, 59/8) sözüyle Resulü'nü fakirler arasından çıkarmasıdır. Onun
için Hz. Peygamber, fakir tabiriyle yâd edilmekten üstün
tutulmuştur.> Zilkurbâda, fakirliği şart koşmayanlar ise bunu
"yetâmâ", "mesâkîn" ve "ibni sebil"den bedel veya beyan yapmışlardır.
İbnü Münzir yalnız "mesâkîn"den bedel yapmak istemiş, İbnü Atiyye de
demiştir ki "yetimler, miskinler, yolda kalmışlar." ifadesi "muhacir
fakirler" sözünü beyan etmektedir. "Cer lâmının tekrar edilmesi,
öncekilerin onunla mecrûr olmasından dolayı bunun, onlardan bedel
olduğunun anlaşılması içindir." Lakin lâmın tekrarı, Zemahşerî'nin
sözünden daha iyi anlaşılmaktadır. Bunun için bir Şâfii âlimi olan
"Keşîf" sahibi, Zemahşerî'nin dediği gibi ve ona atfedilenlerden bedel
olmasını tercih etmiş, ancak bir kayıt değil, muhacirlerin hallerindeki
durumu beyan ve ihtisaslarını ziyadesiyle isbattır, diyerek şeklinde
bir te'vîl yapmıştır. İbnü Cerîr tefsirinde bunun "Allah'ın, peygamberi
verdiği ganimetler içinizden yal zenginler arasında dolaşan bir mal
olmasın. Fakat muhacir fakirler için olsun." meâlinde olduğunu
söylemiştir. Ki sözünün delalet ettiği şeye bağlı olduğunu ifade eder.
Alûsî de Buharî ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Hz. Ömer'in
beyanatına ve bu âyetlerle delil getirmesine nazaran bunun bedel
olmayıp, geri kalan sarf yerlerini beyan eden bir başlangıç cümlesi
olmasını tercih etmiş ve "buna karşı çıkan kimse görmedim, demiştir.
Bize de bunun emrine bağlı olduğu daha münasip görünmektedir ki bu
durumda cümlenin takdiri şeklinde olur. Bu surette geçen ganimet
âyetlerinin ikisine nazaran da bunların sarf mahalli oldukları önemle
gösterilmiş bulunur. Nitekim önceki âyetin tefsirinde Resulullah'ın
hissesi olan Beni Nadir mallarından muhacirlere taksim ettiğine ve
ensardan da yalnız üç kişiye verdiğine dair rivayet de geçmişti.
"Peygamber size neyi verdiyse onu alın, sizi neden men ettiyse ondan da
vazgeçin." Sözündeki verme ve nehyetmenin her iki ganimetten daha umûmî
olduğu da anlatılmıştır. Bu fakir muhâcirler şu sıfatlarla tavsif
edilmişlerdir. Onlar ki yurtlarından ve mallarından çıkarılmışlardır.
Müşriklerin tazyiki üzerine din uğrunda evlerini, barklarını, mallarını
ve mülklerini bırakıp çıkmışlar, önceden fakir değilken sonradan
fakirliğe maruz kalmışlardır. Durumları ve gayeleri şudur: Allah'tan
bir fazl ve rıdvân isterler. Fazl, dünyada rızk, ahirette cennet sevabı
demektir. Rıdvân, "Allah'ın rızası ise hepsinden büyüktür..." (Tevbe,
9/72) âyetinde ifade edildiği üzere hepsinden büyük olan Allah'ın
rızasına denir. Ve Allah ve Resulüne nusret, yani dinine hizmetle
yardım ederler. İşte onlar, yani böyle güzel vasıflarla donatılmış
olanlar, sâdıklardır. Sözlerini fiileriyle isbat eden, doğruluk ve
sadakatte maharet sahibi olan özü sözü doğru, vefakâr insanlardır.
İmanlarını, Allah ve Resulü'ne karşı sadakatlerini fiilen cihadlarıyla
isbat etmişlerdir. İbnü Cerir Katâde'nin şöyle dediğini rivayet eder:
"Bu muhâcirler, yurtlarını ve mallarını, ailelerini ve aşiretlerini
terk edip Allah ve Resulü'nü sevdikleri için çıktılar, şiddetli
sıkıntılar içinde bulunmakla beraber İslâm'ı seçtiler. Hatta bize
anlatıldığına göre öyleleri vardı ki açlıktan belini tutmak için
karnına taş bağlıyordu. Ve yine öyleleri vardı ki, kış günü yatağı
olmadığı için çukurda yatıyordu." İşte bu insanlar, içinde bulundukları
dünya lezzetlerini fedâ edip din aşkı ile, Allah'ın fazl ve rıdvânına
iman neşesiyle böyle şiddetlere ve sıkıntılara tahümmül gösterip, Allah
ve Resulü'ne yardım etme yolunda mal ve canlarıyla cihad ederek
imanlarındaki sadakati fiilen göstermiş zatlardır. Onun için azabı
şiddetli olan Allah'tan korkmalı, bunların haklarını gözetmeli de
ganimeti zenginler arasında paylaştırmayıp, Peygamber'in emrini tutmalı
ve bu sâdık fakirlere hisse vermelidir.
9. Ve
şunlar ki bunlardan maksad, ensârdır. Bunun bağlandığı yer konusunda üç
ayrı görüş vardır. Birincisi, "muhacirîn" üzerine atfedilmesidir ki, en
kuvvetli görüş budur. Buna göre söz konusu bu kimselerin de muhacirler
gibi ganimetten hakları vardır. İkincisi, ye bağlanmış olmasıdır. Bu
görüşte de, muhacirlere sadâkatte iştirakleri açıkça ifade edilmiş,
ganimete iştirak hakları ise, işaret yoluyla anlatılmıştır. Üçüncüsü
ise, her hangi bir yere bağlanmayıp, "vâv"ın, başlangıç harfi
(isti'nâfiyye) 'nin mübtedâ ve nin haber olmasıdır. Bu surette de
onların sıfatları ve övgü dolu ahlâkları ayrıca itina ile müstakil
olarak anlatılmış, ganimete haklarının olduğu açıklanmamakla beraber,
bu sıfatlar dolayısıyla işaret yoluyla yine de ifade edilmiştir. Çünkü
bu üç takdirde de tercih ile övgü, esas itibâriyle hak elde etme ve
selâhiyetin sabit olduğu mânâsını ifade eder. Yoksa bir hak ve
selâhiyetin bulunmadığı yerde, kendi hakkından feragatle başkasını
tercih etmek anlamına gelen isârın bir mânâsı olmazdı.
Ensârın
sıfatlarıyla ilgili buyuruluyor ki onlardan evvel yurdu hazırlayıp
imana sahip oldular. fiili gibi hazırlamak ve hazırlanmak mânâlarına
gelmekle beraber bir de bir mekâna bir konağa konmak, evlenmek ve bir
yeri meb'e edinmek mânâlarına gelir. Meb'e de konacak yer, konak ve
yurt demek olduğu gibi rahimdeki yavru yatağına da denir. Burada
istiare olarak zikredilmesi de belli bir anlam ifade etmektedir. Dâr,
esasen etrafına sınır çekilen ve her türlü oturmaya elverişli yerin
gereksinimlerini içeren büyük konak, yurt ve vatan demektir. Burada
"ed-dâr"dan maksat da, iman karinesiyle dâr-ı İslâm'dır. Bunların
muhacirlerden evvel hazırladıkları ilk dâr-ı İslâm, müslümanların ilk
olarak barındığı ve İslâm medeniyyetinin ilk yayılmaya başladığı
Medine-i Münevvere olduğundan müfessirler "ed-dâr"ı, Medine diye tefsir
etmişlerdir. İlk önce Ensâr'ın Medine-i Münevvere'yi İslâm ve imana
hazırlamaları üzerinedir ki, Resulullah ve diğer muhacirler oraya
hicret edip birleştiler ve bu sebeble ona Dâru'l hicre, Arzullah,
Medine, Taybe ve Tayyibe isimleri verildi. Ahzâb Sûresi'nde geçtiği
gibi eskiden ona veya bulunduğu yere Yesrîb denilirdi. Medine
kelimesinin de medeniyet yeri, büyük şehir ve memleket mânâsına geldiği
bilinmektedir. "dâr"e bağlıdır. İbnü Âtiyye'nin de dediği gibi mef'ul-i
ma'ah olması da mümkündür. Bu durumda bazılarının belirttiği gibi
kabilinden olmak üzere gibi bir fiil takdirine ihtiyaç kalmaz.
Muhacirlerin içerisinde ensârdan önce iman etmiş olanların bulunduğunda
şüphe yoksa da, iman ile Medine'yi hazırlamak yönünden Ensâr'ın öncelik
hakkının bulunmasından dolayı buyurulmuştur. Mamafih buradaki onların
hicretlerinden önce mânâsını ifade edebileceği gibi, iman ve güvenden
evvel anlamına da gelebilir. Bu suretle Ensâr, muhacirlerin hicretinden
önce Akabe bey'atıyla vatanları olan Medine'yi dâr-ı İslâm yapmak üzere
harekete geçip imana sahip oldular. Kendilerine hicret edenleri
severler. Başta peygamber olmak üzere hicret eden o sadıkları gerek
zengin ve gerek fakir olsun severler ve bu şekilde dostluklarını
gösterirler. Ve onlara verilen şeylerden göğüslerinde bir ihtiyaç
duymazlar. Yani muhacirlere verilen gerek ganimet ve gerek diğer
şeylerden dolayı gönüllerinde, bu bize lazımdı, bizim buna ihtiyacımız
vardı şeklinde içlerine batacak bir kaygı ve bir üzüntü duymazlar.
Kendilerinde bir açıklık yani bir ihtiyaç olsa bile (onları)
kendilerine tercih ederler. Burada "îsâr"ın mef'ûlü hazfedilmiştir.
Binaenaleyh mef'ûl, muhacirler olabileceği gibi daha genel olma
ihtimali de vardır. Yani muhacirlerin yahut mutlak mânâda mümin
kardeşlerinin ihtiyacını kendilerininkinden daha önemli ve daha üstün
tutarak onları kendilerine takdim ve tercih ederler. Ki bu, ahlâkın,
tok gözlülüğünün en yüksek mertebesidir. Nitekim Resulullah Beni Nadir
mallarından muhacirlere taksim etmiş ve Ensâr'dan ihtiyacı olan üç
kişiden başkasına vermemiş ve buyurmuştur ki: "Dilerseniz mallarınızdan
ve evlerinizden muhacirlere pay verir, bu ganimette de onlara ortak
olursunuz. Dilerseniz evleriniz ve mallarınız sizin olur, bu ganimetten
pay alamazsınız". Bunun üzerine Ensar "Hem mallarımızdan ve
evlerimizden onlara hisse veririz, hem de ganimeti onlara bırakır
paylaştırılmasında kendilerine ortaklık da etmeyiz." dediler.
müfessirlerin bir kısmı nüzul sebebinin bu olduğunu söylemişlerdir.
Bundan başka Buharî, Müslim, Tirmizî, Nesaî ve daha başkaları Ebu
Hureyre'den şu rivayeti nakletmişlerdir: "Resulullah (s.a.v)'a bir adam
geldi, "Ya Resulullah! "Bana zaruret isabet etti" yani açlıktan
dermansız kaldım." dedi. Resulullah (s.a.v) yakınlarına haber gönderdi,
ancak onların yanlarında hiçbir şey bulunmadı. Bunun üzerine Hz.
Peygamber, "Bu adamı bu gece misafir edecek kimse yok mu? Ki Allah ona
rahmet buyursun." dedi. Derhal Ensâr'dan bir zât -ki Ebu Talhâ olduğu
zikredilmiştir- ayağa kalktı "Ben Ya Resulullah" diye cevap verdi. Ve
adamı alıp hemen evine götürdü. Sonra da hanımına "Resulullah'ın
misafirine ikram et" diye tenbihde bulundu. Hanımı, "Vallahi benim
yanımda bir kız çocuğumun yiyeceğinden başka bir şey yoktur." dedi.
Kocası da ona, "O halde kız çocuğu akşam yemeği istediği zaman onu
uyut, kandili de söndürüver, Resulullah'ın misafiri için biz bu geceyi
aç geçiştiriverelim." dedi. Ve gerçekten öyle yaptılar. Sonra o
misafir, Resulullah'ın yanına vardı ve ona, "Bu gece Allah falan ve
falandan son derece hoşnut oldu." dedi. Allah Teâlâ da onların hakkında
bu âyeti indirdi. "Kendilerinde bir ihtiyaç olsa bile onları
kendilerine tercih ederler." Hakim, İbnü Merdûye ve Şuab'da Beyhakî,
İbn Ömer'den (r.a) şöyle rivayet etmişlerdir: "Resulullah'ın
sahabilerinden birine bir koyun başı hediye edildi. O da, "Kardeşim
falan ve ailesi buna bizden daha fazla muhtaçtır." dedi ve hediyeyi ona
gönderdi. O da bir başkasına derken bu suretle tam yedi ev dolaştı ve
nihayet yine öncekine dönüp geldi. Bunun üzerine âyeti nazil oldu."
Bunlar, yalnız âyetin iniş sebebiyle ilgili rivayetlerdir. Yoksa Ensâr
ve Ashâb'ın böyle nice tercih örnekleri vardır. Hatta Ensârdan iki
karısı bulunanlar, karısı olmayan muhacirlerin evlenebilmesi için
karılarından birini terk bile etmişlerdi. Yermuk savaşında şehidler
arasında son nefesine gelmiş yaralıların, kendilerine verilen bir yudum
suyu bile yanında inleyen arkadaşları arasında nasıl dolaştırdıklarını
tarihi bir olay olarak Akif Safahat'ında ne güzel tasvir etmektedir.
Her kim de nefsinin şuhhundan, yani hırsından, kıskançlığından ve
cimriliğinden korunursa işte onlar felah bulanlardır. Sonunda her türlü
engelden kurtulup isteklerine kavuşanlardır. Bu cümle hem ahlâkî bir
saadet prensibi, hem de Ensâr'ın ve onların ahlâklarına uyanların
övülmeleriyle haklarında bir müjdedir.
Şuhh:
Nefsin bahillik ve hasislik dediğimiz kıskançlık huyudur ki, cimrilik
bunun fiiliyatındaki görüntüsüdür. Yani nefisde içgüdüsel bir hareketin
bulunması haysiyyetiyle ortaya çıkan duruma şuhh, bunun fiilen men
edilmesine de buhl (cimrilik) denilir. Rağıb şuhhu, âdet hâline gelmiş
hırslı bir buhl diye tarif etmiştir.(1) İbnü Münzir'in hasen'den
yaptığı rivayette buhl, insanın kendi elindekini, şuhh da herkesin
elindekini kıskanması diye tarif edilmiştir. Abd b. Humeyd, İbn Cerir,
İbnü Ebi Şeybe, İbnü Ebi Hatim, Beyhaki, Hakim ve daha başkalarının
rivayet ettiği gibi İbnü Mes'ud (r.a.)'a bir adam gelmiş ve "Ben
korkuyorum ki helâk oldum." demiş. O da sebebini sorunca, "Çünkü ben
Allah Teâlâ'nın "Her kim nefsinin cimriliğinden korunursa, işte onlar
felah bulanlardır." dediğini işitim. Halbuki ben şahih bir adamım,
benden hemen hemen hiçbir şey çıkmaz." demiş. İbnü Mes'ud da ona, "O,
şuhh değil cimriliktir. Cimrilikde de hayır yoktur. Allah Teâlâ'nın
âyette zikrettiği şuhh ise, kardeşinin malını zulm yoluyla yemendir."
diye cevab vermiştir. İbnü Münzîr ve İbnü Merdûye'nin rivayetlerinde de
İbnü Ömer (r.a.) demiştir ki, "Şuhh, bir adamın malını men etmesi
değil, kendisinin sahip olmadığına göz dikmesidir". Âlûsî bunları
naklettikten sonra der ki: "Lugatçıların hiç birinin böyle bir tarif
yaptığını görmedim. Bununla murad, cimriliğin son derecesi olmalıdır
ki, o sıfatı taşıyan kimse başkasının malına bile kıskançlık gösterir.
Başkasının cömertlik yapmasını arzu etmez, ondan sıkılır da yapmaması
için çalışır. Yahut o derece hırslı olur ki, mümin kardeşinin malını
zulmen yer veya kendisinin olmayan şeylere göz diker. Başkasında
olmasını da hoş görmez, kıskanır." Bu âyetten şuhhun ve ihtirasın son
derece kötü görüldüğü anlaşılır. Çünkü felah, yalnız bu sıfattan
korunanlara hasredilmiş olmakla, korunmayanların, felâhın dışında
kaldıkları anlaşılmaktadır. Bunun kötü bir sıfat olduğu hakkında birçok
haber zikredilmiştir. Hakim, Tirmizî, Ebu Ya'le ve İbnü Merduye Enes
(r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "İslâm'ı, cimriliğin mahvetmesi
gibi hiçbir şey mahvetmez". İbnü Ebi Şeybe, Nesaî, Beyhakî ve Hakim Ebu
Hureyre (r.a.)'den merfuan rivayet etmişlerdir: "Allah yolundaki bir
toz ile cehennem ateşinin dumanı bir kulun içinde ebedî olarak bir
arada bulunmaz. İman ile cimrilik ve kıskançlık bir kulun kalbinde
ebediyyen birleşmez." Ebu Davud ve Tirmizî garip diyerek "Edeb"de de
Buharî ve diğerleri Ebu Said Hudri (r.a.)'den merfuan şu hadisi rivayet
etmişlerdir. "İki özellik müslümanın içinde bulunmaz. Bunlar, cimrilik
ve kötü ahlâktır." İbnü Ebi'd-dünyâ, İbnü Adi, Hakim ve Hatib Enes
(r.a.)'den rivayet etmişlerdir: Enes demiştir ki, "Resulullah (s.a.v)
şöyle buyurdu: "Allah Teâlâ Adn cennetini yarattı ve ağaçlarını eliyle
dikti ve sonra ona konuşmasını emretti. O da "Muhakkak müminler felâha
ulaştı." (Müminûn, 23/1) dedi. Allah Teâlâ da buyurdu ki, "İzzet ve
Celâlim hakkı için sende hiçbir cimri bana komşu olamaz." Sonra da
Peygamber (s.a.v) âyetini okudu." Ahmed b. Hanbel, Edeb'de Buharî,
Müslim Beyhakî Câbir b. Abdullah (r.a.)'den rivayet etmişlerdir:
"Peygamber (s.a.v) buyurmuştur: "Zulümden sakının çünkü zulüm, kıyamet
günü karanlıktan ibarettir. Şuhh dan da sakının çünkü şuhh, hırs ve
kıskançlık sizden evvelkileri helak etmiştir. Onlar birbirlerinin
kanlarını döktüler ve haramları helal saydılar." Daha bunlar gibi
birçok haber mevcuttur. Lakin şu da bilinmelidir ki, cimrilikten
korunmak, bir kişinin her şeyde cömert olmasına bağlı değildir. Abd b.
Humeyd, Ebu Ya'la, Teberanî ve Ziya' Mücmi' b. Yahya'dan merfuan
rivayet etmişlerdir: "Zekatını veren, misafire ziyafet çeken ve nâibede
te'diye eden, yani bir felaket anında yardımda bulunan cimrilikten beri
olur." İbnü Münzir de Hz. Ali (r.a.)'nin dediğini rivayet etmiştir:
"Malının zekatını veren nefsinin cimriliğinden korunmuş olur". İbnü
Cerîr et-Taberî, Ebu Heyyac el-Esedi'den rivayet etmiştir: "Ebu Heyyac
demiştir ki: "Beyt'i tavaf ediyordum, bir adam gördüm ki o, "Allah'ım
beni nefsimin cimriliğinden koru." diyor, buna başka bir şey ilave
etmiyordu. Sebebini sorduğumda da bana, "Nefsimin cimriliğinden
korunursam hırsızlık etmem, zina işlemem ve hiçbir (kötü) şey yapmam."
diye cevap verdi. Bir de baktım ki, o zat, Abdurrahmân b. Avf'dır."
İbnü Zeyd de demiştir ki, "Bir kimse Allah'ın yasakladığı şeyi yapmaz
ve cimrilik onun, Allah'ın emrettiği şeylerden herhangi birini
terketmesine sebep olmazsa, Allah Teâlâ o kimseyi nefsinin
cimriliğinden korumuştur. Ve o, felâha erenlerdendir."
10.
Ve şunlar ki onlardan sonra gelmişlerdir. İmana gelmişler, yahut hicret
etmişler veya varlık âlemine çıkmışlardır. Ebu Hayyân der ki: "Doğrusu,
bu cümlenin yukarıda geçen "Muhâcirin" üzerine atfedilen cümlenin
makabline bağlanmasıdır." Ferrâ da, "Bunlar, ashabın üçüncü kısmı, yani
Peygamber (s.a.v)'in son zamanlarında iman ve hicret etmiş olanlardır."
demiştir. Bu durumda daha evvel iman eden Muhâcir ve Ensâr'dan sonra
demek olur ki, bunlar sonradan iman etmiş, yahut önceden...iman etmiş
ise de, hicrette geç kalmış olanlardır. Âlimlerin çoğunluğuna göre de
bunlardan murad, tabiîn yani Muhâcirler ve Ensâr'dan sonra gelen ve
onlara güzellikle tâbi olan bütün müminlerdir. Bu durumda da Muhâcirler
ve Ensâr'ın vefatlarından sonra demektir. Âyetin başında yer alan
kendinden önce geçen mecrûra bağlanınca ganimetin hükmünde bunların da
yukarıdakilere ortak olacakları anlaşılmış olur." İbnü Cerir et-Taberî,
İkrime kanalıyla Mâlik b. Eves b. Hadsân'dan şöyle rivayet etmiştir:
"Mâlik demiştir ki; "Ömer b. Hattâb (r.a) "Sadakalar (zekâtlar)
Allah'tan bir farz olarak ancak fakirlere, düşkünlere...." (Tevbe,
9/60) âyetini sonuna kadar okudu ve "İşte bu âyet, bunlar içindir."
dedi. Sonra "Bilin ki ganimet aldığınız şeylerin beşte biri Allah'a,
Resulü'ne ve (Peygamberle) akrabalığı bulunanlara, yetimlere,
yoksullara ve yolculara aittir..." (Enfâl, 8/41) âyetini okudu ve sonra
da, "İşte bu âyet de bunlar içindir." dedi. Daha sonra da âyetinden
başlayarak âyetine kadar okudu, sonra da "İşte bu âyet, bütün
müslümanları içine almıştır. Hiçbir kimse yoktur ki, onun ganimette
hakkı olmasın." dedi ve arkasından şunu ilave etti: "Eğer ben yaşarsam,
herhalde çoban, hayvanlarını yürütürken nasibi kendisine alnı
terlemeden gelecektir."
Buharî,
Zeyd b. Eslem'den o da babasından Hz. Ömer (r.a.)'in şöyle dediğini
rivayet etmişlerdir: "Sonraki müslümanlar olmasaydı fethedilen her
beldeyi ve köyü Resulullah (s.a.v)'ın Hayber'i taksim ettiği gibi, o
fethedilen yerlerin halkı arasında taksim ederdim." İmam Mâlik
"Muvatta" adlı eserinde bunu daha tafsilatlı olarak şöyle rivayet
etmiştir: "Zeyd b. Eslem bize babasının şöyle dediğini nakletmiştir:
"Ömer'i dinledim diyordu ki, "Sonraki insanlar birşeysiz bırakılmış
olmasalardı, müslümanların her fethettikleri beldeleri, Resulullah'ın
Hayber'i hisse, hisse taksim ettiği gibi ben de hisse, hisse taksim
ederdim." İbnü Hümâm "Fethü'l-Kadir"de bu rivayeti naklettikten sonra
şöyle der: "Bu rivayetin dış anlamı, Resulullah (s.a.v)'ın Hayber'in
tamamını taksim ettiğini ortaya koyuyor." Fakat Ebu Davud'da sahih bir
senedle gelen şöyle bir rivayet vardır: "Resulullah (s.a.v) Hayber'i
iki kısma ayırdı. Bunun bir kısmı, ansızın meydana gelecek müşkil
hadiseler bir kısmı da müslümanlar içindi. Resulullah müslümanlar için
ayırdığını on sekiz hisseye taksim etti." Aynı şekilde Ebu Davud bunu,
Muhammed b. Fudayl yoluyla Yahya b. Sa'id'den, o Beşir b. Yesar'dan, o
da birçok sahabiden şu şekilde rivayet etmiştir: "Resulullah (s.a.v)
Hayber'i otuz altı hisse üzerine taksim etti. Her hisse, toplam olarak
yüz eşit payı içine alıyordu." Yani her yüz adama bir hisse vermişti.
Beyhaki'nin rivayetinde de böyle açık bir şekilde zikredilmiştir. Demek
ki Resulullah'ın ve Hayber'i fetheden müslümanların hisselerine taksim
edilen bunun yarısı idi.
Diğer
yarısı da, gelecek elçiler, yapılacak işler, meydana gelmesi düşünülen
müşkil hadiseler gibi müslümanların başlarına gelebilecek musibetler
için ayrılmıştı. Özetle, Hayber'in yarısı, müslümanlar arasında ansızın
ortaya çıkabilecek zor durumlar için ayrılmış demektir. Beytü'l-mal
malı denilmesinin mânâsı da budur. Diğer tarikle beyan edildiğine göre
bu yarım, Vatih, Ketibe, Selâlim ve Tevâbii idi. Bu sûretle
Resulullah'ın koymuş olduğu bu malları işletmeye kâfi işçi mevcut
olmadığı için Resulullah bunları muamele yani musâkât (meyvasının bir
kısmını almak üzere bir bağı veya bahçeyi verme) ve müzarea (toprağa
çalışmaya veya kazanca ortak olmak üzere kurulan ortaklık) usulüyle
işletmek ve çıkan gelirlerin yarısını vermek üzere yerli ahalisi olan
yahudilere kiralamıştı. Ebu Bekir zamanında da böyle geçti. Ömer'in
halifeliği esnasında çalışacak ve işleyecek müslümanlar çoğaldığı için
yahudiler Şam'a sürülüp bu arazi müslümanlara taksim edildi. Harb
yoluyla fethedilen arazinin askerlere taksim edilmesinin her halde
vacib olmadığına şu da delildir ki, Mekke cebren fethedilmişti, halbuki
Resulullah Mekke arazisini taksim etmedi: Onun için İmam Mâlik sırf
fetih yoluyla arzın müslümanlara vakfedileceği görüşündedir. Bu zât
haber ve hadislere pek vakıftı. Burada sulhen fetholundu diyenlerin
iddialarına değil, bilakis onların çürütülmelerine delil vardır. İşte
Hz. Ömer (r.a) âyetinden âyetine kadar olan bu dört âyetle delil
getirerek, gelecek müslümanların yararına beytü'l-mal için bir gelir
kaynağı olmak üzere "muvazzaf haraç" (toprak üzerine konulan maktu
vergi) koymak suretiyle Irak (Sevâd)'ın arazisini yerli halkın elinde
bırakıp, ganimet alanlara taksim etmemiş ve "Kitâbu'l-haraç"da
zikredildiği üzere ashâbı şûrasında Zübeyr, Bilal ve Selman gibi taksim
fikrinde ısrar edenlere karşı Allah'ın Kitabı'ndan delil getirerek
demiştir ki: "Allah Teâlâ buyurduki, "Allah'ın o kent halkından,
Resulü'ne verdiği ganimetler, Allah'a, Resul'e, ona akrabalığı
bulunanlara, yetimlere, yoksullara, yolcuya aittir ki içinizden yalnız
zenginler arasında dolaşan bir şey olmasın." Sonra onu yalnız onlara
vermedi, hatta "Hicret eden fakirlere aittir ki yurtlarından ve
mallarından çıkarılmışlardır. Onlar, Allah'ın lütuf ve rızasını
ararlar. Allah'a ve Resulü'ne yardım ederler. İşte doğru olanlar
onlardır." buyurdu, sonra onu yalnız onlara da vermedi. Daha sonra da
"onlardan sonra gelenler..." âyetini sonuna kadar okudu. İşte bu âyet,
gelecekler de dahil olmak üzere bütün müslümanları içine almaktadır.
Binaenaleyh bu ganimetlerden bundan sonra gelecek olan müslümanların
hak ve yararlarını da gözetmek lazımdır. Bu ise ganimeti taksim etmeyip
konulacak harac ve cizye ile mümkün olabilecektir, tarzında hayli uzun
bir konuşma yaptı. Sahabiler bunu uygun buldular. Ancak Bilal ve Selman
fikirlerinde biraz ısrar etmek istediyseler de, Mebsut'da beyan
edildiği şekilde, sonra onlar da görüşlerinden dönüp bunu kabul
ettiler. Böylece Irak ahalisi, arazi vergisi olan haraç ile nüfus
vergisi demek olan cizye karşılığında bağışlanıp, hür ve İslam
Devletinin himayesinde olmak üzere arazilerinde bırakıldılar.
"Fethü'l-Kadir"in beyanına göre, arazilerine ister ekilsin ister
ekilmesin her dönüm başına bir dirhem ve bir kafiz haraç konuldu. Üzüm
bağlarının her dönümüne on, yoncaların her dönümüne ise, beş dirhem
takdir edildi. Zengin olanların şahıslarına senede kırk sekiz dirhem,
onlardan daha aşağıda olanlara yirmi dört dirhem, bir şeyi
bulunmayanlara da on iki dirhem vergi kondu. Bu suretle ilk sene seksen
milyon dirhem, ikinci sene ise, yüz yirmi milyon dirhem toplanmış oldu.
İmam
Gazzalî, "İhyau Ulumi'd-din" adlı eserinde der ki: "Kendisinde halka
yararlı olma sıfatı bulunmayan zengine beytü'l-malın malını sarf etmek
caiz olmaz. Âlimler bu konuda ihtilaf etmişlerse de, doğru olan budur.
Gerçi Hz. Ömer'in sözünde her müslümanın İslâm toplumuna katkıda
bulunması itibariyle beytü'l-malda hakkı bulunduğunu gösteren bir delil
vardır. Lakin bununla beraber kendisi o malı müslümanların hepsine
taksim etmiyor sadece bir takım sıfatları kendisinde bulunduranlara
paylaştırıyordu. Bu sabit olunca o zaman denilebilir ki, her kim
müslümanların menfaatıyla ilgili bir işle görevlendirilmiş olup da,
geçimini teminle uğraştığı takdirde o iş boş kalacak olursa, o şahsın
beytü'l-malda yeterli miktar bir hakkı vardır. Buna, bütün âlimler
dahildir. Yani fıkıh, tefsir, hadis, kırâet gibi dinî ilimlerle
ilgilenen ilim erbabı, öğretmenler, müezzinler hatta bu ilimleri tahsil
edenler de bu sınıfa dahildirler. Çünkü bunların ihtiyaçları
karşılanmazsa ilim talebinde bulunamazlar. Bütün yöneticiler de bundan
istifade ederler ki bunlar, dünyadaki dirlik ve düzenlikle
ilgilenirler. Ve yine bunlar, memleketi silah ile düşmandan, âsilerden
ve İslâm'a karşı çıkanlardan koruyan maaşlı askerlerdir. Aynı şekilde
katipler, hesab memurları, vekiller ve harac divanının tertibinde
kendilerine ihtiyaç bulunanların hepsi, yani haram olanlar üzerine
değil, helal mallar üzerine memur olan maliye memurlarının hepsi de
buna dahildir. Çünkü mal, işler içindir. İş de, ya dinle ya da dünya
ile ilgilidir. Âlimlerle din korunur. Din ile mülk ikizdir. Biri
diğerinden uzak kalamaz. Tabibin bilgisiyle dinî bir hususun ilgisi
olmasa bile, bedenin sıhhatı yönünden aralarında bir irtibat vardır.
Onun için gerek tabibe ve gerekse, bedenler, yahut beldelerle ilgili
işlerde kendilerine ihtiyaç hissedilen ilimlerde tabib yerine konulan
kimselere bu mallardan maaş vermek caiz olur ki, ücretsiz olarak
müslümanları tedavi etmek için vakit ve imkan bulabilsinler. Bütün bu
sayılanlar hakkında ihtiyaç şartı da yoktur. Onlara zengin oldukları
halde bile verilebilir. Çünkü Raşid Halifeler, Muhâcir ve Ensar'dan
ihtiyaç sahibi olmayanlara dahi verirlerdi. Aynı şekilde belirli bir
miktar verme şartı da yoktur. Bu, devlet başkanının ictihâdına
bırakılmıştır. Halin gereğine ve malın durumuna göre zengin edecek,
yahut yeterli olacak miktar vermek ona aittir.
Âyette,
sonra gelenler mutlak bırakılmamış, halleri şu şekilde beyan
edilmiştir. Derler, şöyle dua ederler: Ya Rabbi bizleri bağışla bizden
önce iman ile geçmiş olan kardeşlerimize ve iman etmiş olanlara
kalblerimizde hiç kin tutturma. Rabbimiz hiç şüphe yok ki, sen
Rauf'sun, Rahim'sin, yani esirgemen çok, iman ile çalışanlar hakkında
rahmetine nihayet yok. Onun için duamızın kabulü ile günahlarımızın
bağışlanmasını rahmet ve esirgemenden ümit etmekteyiz.
Önceki
âyette geçtiği gibi bu âyette de bazıları, nin mübtedâ nin haber olup,
"vâv"ın müfredleri değil, cümleyi bağladığını söylemişlerdir.
Bağlanmanın müfred kabilinden yapıldığı önceki durumda ise, başlangıç
cümlesi, yahut nun fâilinden haldır. Her iki takdirde de, bunların
bağlanmaları ve beyanları önemlidir. İbnü Merduye rivayet etmiştir ki:
"İbnü Ömer (r.a) bir adamı bazı Muhâcirler'e dil uzatırken işitti de
onu yanına çağırdı ve ona (Haşr, 59/8) âyetini okudu. Sonra da, "İşte
bunlar, o Muhâcirler'dir. Sen onlardan mısın?" diye sordu. O da,
"hayır" cevabını verdi. Ardından (Haşr, 59/9) âyetini okudu ve "İşte
onlar, Ensar'dır. Sen onlardan mısın?" dedi. O da, "Hayır" dedi. Daha
sonra da (Haşr, 59/10) âyetini okuyup ona, "Sen bunlardan mısın?" dedi.
O da cevaben, "Ümid ederim." dedi. İbnü Ömer, "hayır vallahi onlara
söven onlardan olamaz." dedi." İmam Mâlik de bu âyeti delil getirerek
demiştir ki: "Sahabeden biri hakkında kötü söz söyleyen veya buğzeden
kimsenin ganimetten nasibi yoktur."
Görülüyor
ki burada "Muhakkak müminler kardeştirler." (Hucurât, 49/10) âyetince
müminlerin kardeşliği gereğine, yani imanın sonucu olarak birbirlerini
sevmeleri, büyüklerine hürmet göstermeleri ve insanlık icabı meydana
gelen kusurlarına bakmayıp, kendileri gibi bağışlanmalarına dua
etmeleri ve hiç bir mümine kin beslememeleri lüzumuna tenbih
edilmiştir. İşte Ehl-i Sünnet ve'l-Cemaat'ten maksad, "Peygamber
(s.a.v) size ne verdiyse onu alın.." (Haşr, 59/7) âyetince bu ahlâka
uymayı, bir hareket tarzı kabul etmektir. Bu ise, iyiliği emredip,
kötülükten sakındırma vazifesini ihmal etmek değil. "İnanan erkekler ve
kadınlar, birbirlerinin velisidirler. İyiliği emrederler, kötülükten
menederler.." (Tevbe, 9/71) âyeti gereğince müminliğin alâmeti olan, o
vazifenin yerine getirilmesinden memnun olup, "İyilik ve takva üzerinde
yardımlaşın, günah ve düşmanlık üzerinde yardımlaşmayın ve Allah'tan
korkun." (Mâide, 5/2) âyetine göre yardımlaşmak "Birbirlerine hakkı
tavsiye edenler ve birbirlerine sabrı tavsiye edenler.." (Asr, 104/3)
âyetindeki tavsiyeye sarılmaktır.
Bu
suretle tabaka tabaka müminlerin güzelliklerine işaret buyurulduktan
sonra münafıkların hallerine dikkat nazarlarını çekmek için buyuruluyor
ki:
11.
"Görmedin mi o münafıklık yapanları?" Benî Avf'den Abdullah b. Übeyy b.
Selûl, Vediatü'bnü Mâlik, Süveyd ve Dâis gibi bazı münafıklar Beni
Nadir'e haber göndermişlerdi. İşte söz konusu âyetin bu sebeble nazil
olduğunu İbnü İshak, İbnü Münzir ve Ebu Nuaym İbnü Abbas'tan rivayet
etmişlerdir. Bu âyetlerin mânâlarına bakarak bunların önce olayın
meydana geldiği esnada nazil olup, münafıkların o sıradaki gizli
haberlerini Peygamber (s.a.v)'e ulaştırdıkları söylenebilir. Onun
içindir ki, mazi sigasıyla denilmeyip hal ve devamlılık ifade eden
muzâri sigasıyla zikredilmiştir. O münafıklar diyorlar ki: Kitab
ehlinden o kâfir olan kardeşlerine, küfürde ve nankörlükte
kardeşlikleri veya sıkı fıkı konuştukları dostları olan o kâfirlere
diyorlar, yahut diyorlardı ki vallahi siz çıkarılırsanız mutlak ve
muhakkak biz de beraberinizde çıkarız yani biz de yurtlarımızı ve
mallarımızı bırakır sizinle beraber gideriz ve sizin hakkınızda
ebediyyen kimseyi dinlemeyiz. Yani sizi çıkartmamak için her türlü
itaatsizliği, isyanı göze alırız. Şayet sizin çıkmanıza mani olamazsak
herhalde biz de beraber çıkarız ve çıkmamıza mani olacak kimseleri asla
dinlemeyiz. Ve şayet sizinle mukatele yapılacak, harb edilecek olursa
vallahi size mutlak ve muhakkak yardım ederiz. Savaşta düşmanlarınıza
karşı sizden taraf oluruz, sizinle beraber biz de onlarla çarpışırız
diye yemin ederek söz veriyorlardı. Halbuki Allah şehadet ediyor ki
onlar muhakkak yalancıdırlar, o münafıklar kesinlikle yalan
söylüyorlar. Söyledikleri bu sözler, verdikleri vaadler, fikirlerine
uygun olsa bile gerçeğe uygun olmayacaktır. Onlar yeminlerinde
durmayacaklar ve dediklerinin hiç birini yapmayacaklardır.
12. Yani
yemin
olsun ki o kardeşleri çıkarılırlarsa
beraberlerinde
münafıklar çıkmayacaklardır. Evvela "Eğer siz çıkarılırsanız biz de
sizinle beraber çıkarız." demeleri bile yalandır. Sonra yine yemin
olsun ki, onlarla savaşılsa onlara yardım da etmeyeceklerdir. "Eğer
sizinle savaşılırsa mutlaka size yardım ederiz." demeleri de yalandır.
Hakikaten de böyle oldu. Ne onlarla beraber çıktılar, ne de savaştılar.
Allah Teâlâ'nın şehadeti vechiyle yalancı oldukları ortaya çıkmış oldu.
Ve faraza yardım ederlerse, muhakkak arkalarına döneceklerdir.
Müminlerin karşısında dayanamayacaklardır. Sonra o dönen münafıklara
veya yardım etmek istedikleri yahudilere, hiçbir taraftan yardım
olunmayacaktır. Helaktan ve Allah'ın azabından kurtulmayacaklardır.
13.
Herhalde onların sinelerinde, yani yüreklerinde Allah'tan fazla sizin
korkunuz vardır. Onlar, gizli ve açıkta olanı bilen, her şeyi gören ve
azabı şiddetli olan Allah Teâlâ'dan sakınmıyorlar, azabından
korkmuyorlar ve gizli gizli münafıklık ediyorlar. Kimseye itaat etmeyiz
deyip sizden çekiniyorlar ve size karşı müslümanlık iddiasında
bulunuyorlar. Bu, yani Allah'tan ziyade sizden korkmaları onların
anlamayan bir topluluk olmalarından, Allah'ın büyüklüğünü ilim ve
kudretinin genişliğini bilmemelerindendir.
14.
Onlar toplu olarak, yani münafıklar ve o kâfirler, hepsi birlikte
toplanarak sizinle çarpışamazlar ancak sağlam mevkilerde, kale ve siper
gibi icabında sığınmak için sağlam yapılmış sığınaklı köyler ve
kentlerde yahut duvarlar arkasında: Surlar, hisarlar ve siperler içinde
saklanarak harp ederler. O halde harb olunca onlardan korkmamak, onları
oralardan çıkarmak veya içlerinde yakalamak için "Onlara karşı gücünüz
yettiği kadar kuvvet hazırlayın..." (Enfâl, 8/60) emri gereğince
kuvvet, alet ve vasıta hazırlamak, bununla beraber sûrenin başında
zikredildiği gibi, o alet ve vasıtalara güvenmeyip yalnız Allah'a kalbi
bağlamak gerekir. Bir na'tında Nazîm der ki:
Hükmün
yürütür aşk vuhûş ile tuyûra
Yok
emrine serkeşlik eder mâde vü nerde
Bî
zûr-i sipeh aşk eder âlemi teshir
Ne
zirh ü ne migferde ne tig u ne siperde.
"Aşk,
vahşi hayvanlar ve kuşlara da hükmünü yürütür.
Aşkın
emrine ne erkek ne dişi karşı çıkamaz.
Asker
gücü olmaksızın aşk, âlemi büyüler.
Ne
zırh, ne miğfer, ne kılıç ne de siper."
Beisleri
aralarında şiddetlidir. Be's güç, kuvvet, hızlı savaş, sıkıntı ve azab
gibi bir kaç mânâya gelir. Burada müfessirler üç mânâ üzerinde
durmuşlardır.
1-
Onların kuvvetleri, harp ve vuruşları kendi aralarında şiddetlidir.
Yani kuvvet ve yiğitlikleri birbirleriyle çarpıştıkları zamandır. Yoksa
Allah için cihad eden müminlerin karşısında harb meydanına çıkacak
olurlarsa, o kuvvet ve şiddetleri zayıflık ve yenilgiye dönüşür. Onun
için sizinle meydan harbinden kaçar, sığınak ve siperlere girerler.
2-
Mücâhid'den yapılan rivayete göre de, onların kuvvet ve şiddeti, kendi
aralarında harb lakırdısı ettikleri esnadadır. Yani bir araya
toplandıkları zaman birbirlerine şöyle asarız, şöyle keseriz, şöyle
biçeriz gibi yiğitlik ve kuvvet taslayarak laf ederler, tehdit
savururlar fakat siperler, duvarlar arkasından meydana çıkamaz,
sinerler. Onun için şiddetleri kendi aralarındadır. Hakiki müminlere
karşı değildir.
3-
İbnü Abbas da şöyle nakletmiştir: "Bunun mânâsı, birbiriyle
sevişmezler, boğuşup dururlar, dahili durumları perişandır." Buna göre
şu izah onun tefsiri demektir. Sen onları toplu sanırsın halbuki
kalbleri dağınıktır. Her biri başka havada, başka arzu peşinde, kendi
zevk ve duygusuna göre ayrı fikir ve görüşte perişandır. Bir fikir
etrafında toplanıp da gönül birliği ile hareket edemezler. Fırsat
buldukça birbirlerine karşı hıyanet ederler. Böyle bir ordu ise
dışardan ne kadar toplu ve kuvvetli görünürse görünsün, hakikatte o bir
ordu ve topluluk değil, cüzleri arasında birleşme ve irtibat bulunmayan
bir kül yığını gibi hafif rüzgarla savrulacak kuru bir kalabalıktan
ibaret demektir. "Şettâ", dağınık ve perakende mânâsını ifade eden
"Şetît"in çoğuludur. Merîz Merzâ gibi. Bu dağınıklık onların akıllarını
kullanamaz bir topluluk olmaları sebebiyledir. Sırf dünya muhabbetiyle
nefislerinin şehvet, arzu ve duyguları arkasından gittiklerinden
akılları kalmaz, makul hareket etmezler ve hakkı tanımazlar. Böylece
tefrika, kalblerin dağınıklığı, Allah'tan başkasından korkmak, sadakat
ve fedakârlık göstermemek gibi sıfatları taşırlar. Bunun, kendilerini
zayıf duruma düşüreceğini ve kuvvetlerini perişan edeceğini aklen
bilseler bile, yine de onun gerektirdiği tarzda hareket edemezler.
Çünkü hakkı sevmezler, onun için de cezasını çekerler.
15.
Kendilerinden az önce geçenler gibi, Bedir'dekiler veya Benî Kaynuka
yahudileri gibi ki işlerinin, yaptıkları küfür ve isyanın günahını
tattılar. Ahirette de kendilerine elîm bir azab vardır. Vebâl, otlağın
otunun ağır olması demektir. Otu çok ağır ve tehlikeli olan otlağa
"keleün vebîl", "mer'an vebîl" denilir. "Keleün vebîl", mutlak ağırlık
(hazımda zorluk) ve tehlike, "mer'an vebîl" ise, çekilmez kötü sonuç
mânâsına mecaz olmuştur. Dilimizde her iki mânâ da yaygındır. Vebâlin,
ağır günah anlamında kullanılması da bundandır. Beni Kaynuka vakasını
İbnü Kesîr, "el-Kâmil" adlı eserinde şöyle anlatmaktadır: "Resulullah
(s.a.v) Medine'ye hicret ettiği zaman yahudilerle bir antlaşma
yapmıştı. Bedir'den galibiyetle döndüğü zaman kıskançlık ettiler. İlk
defa Beni Kaynuka yahudileri kıskançlık gösterip andlaşmalarını
bozdular. Resulullah (s.a.v) onların bu kıskançlıklarını işittiği zaman
kendilerini Beni Kaynuka çarşısına topladı ve dedi ki: "Kureyş'in
başına gelenlerden sakının, İslâm'a girin. Çünkü benim Allah Teâlâ
tarafından gönderilmiş bir Peygamber olduğumu anladınız." Bunun
üzerine, "Ya Muhammed! Harb etmesini bilmeyen bir kavimle karşılaştın
da onlardan bir fırsat yakaladın. Sakın buna aldanma!" dediler.
Peygamber'le aralarındaki andlaşmayı ilk defa bozan bu yahudiler
oldular. Bir gün müslüman bir kadın Beni Kaynuka çarşısına gitmiş,
zinet eşyalarından bir şey için bir kuyumcunun yanında oturmuştu. Bu
sırada onlardan bir adam kadının yanına gelerek (habersizce) fistanını
arkasından sırtına kadar kesmişti. Kadın farkına varmadan aniden
kalkınca avret mahalli açılıvermiş bundan dolayı da üzerine
gülmüşlerdi. Bunun üzerine müslümanlardan birisi de o adamı vurup
öldürmüştü. Olayı öğrenen Beni Kaynuka yahudileri hemen Resulullah'a
karşı ahidlerini bozup, yahut bozduklarını ilân edip kalelerine
girdiler ve siperlere çöktüler. Resulullah (s.a.v) da hareket edip
onları on beş gün muhasara altında tuttu. Nihayet Peygamber'in hükmüne
teslim olarak kaleden indiler. Kolları arkalarına bağlandı, zira
öldürüleceklerdi. Bunlar Hazrec kabilesinin müttefikleri idiler.
Abdullah b. Übeyy b. Selül kalkıp onların hakkında Hz. Peygamber'le
konuştu. Resulullah hiç cevap vermedi. Abdullah elini Peygamber'in
yakasına koydu. Bundan dolayı Peygamber'in yüzünde kızgınlık alâmeti
belirmişti. Abdullah'a "Bırak!" dedi. O da, "Üç yüz silahlı, dört yüz
silahsız dostumu bana bağışlayıncaya kadar bırakmam. Bunlar, Benî Ahmer
ve Esved'e karşı müdafaada bulundular. Vallahi bir karışıklık
olmasından korkarım." dedi. Bunun üzerine Resulullah da, "Haydi senin
olsunlar, Allah onlara lanet etti, oradan çıkartın ve sürün." dedi.
Abdullah da beraberce lanet etti. Böylece yurtlarından çıkarıldılar,
malları müslümanlara ganimet olarak kaldı. Ancak arazileri yoktu, çünkü
kuyumcu idiler. Ensâr'dan Übâde b. Samit onları çıkarıp Zebbâ'ya kadar
götürdü. Sonra oradan Şam tarafına, Ezriat'a kadar gittiler. Orada da
çok kalmadan tarih sahnesinden silindiler. "İşte Beni Nadir'den az önce
geçenler ve yaptıklarının vebâlini tadanlar, Bedir'den sonra bu
topluluktur. Bunlar hicretin yirminci ayında Şevvâl içerisinde
sürülmüşlerdi. Beni Nadir olayı da hicretin dördüncü senesi
Rebiu'l-evvel ayında olmuştu. Bu, yahudilerin hali idi. Münafıkların
durumu da şöyle temsil ediliyor.
16.
Şeytanın
meseli gibi darb-ı mesel olmuş, hayret
verici hali gibi
hani
bir vakit insana küfret demişti. Bir âmir durumunda onu küfre teşvik
etmişti o insan küfredince de, şeytan çekilivermiş haberin olsun, "Ben
senden beriyim." demişti. Yani senin bulaştığına bulaşmam,
sorumluluğuna iştirak etmem çünkü ben âlemlerin Rabbi olan Allah'tan
korkarım. Küfür et diye emir verirken korkmamıştı da, aldatıp belâya
soktuktan sonra azabı hatırlayarak korkacağı tutmuş, "Ben karışmam ne
halt edersen et" diyerek savuşuvermişti ki bu da bir şeytanlıktı.
Münafıklar da böyle yapmışlardı ve böyle yapmaktadırlar. Ebu Hayyân der
ki: "Şeytanın ben Allah'tan korkarım demesi, bir riyâ idi ki, bu korku,
onu insanları fenalığa sevketmekden alıkoymuyordu." Müfessirlerin çoğu,
buradaki şeytan ve insandan maksadın şeytan ve insan cinsi olduğu
görüşündedirler. Buna göre uzaklaşma, kıyamet günü olacak demektir.
"çünkü ben Allah'tan korkarım." Sözünün dış anlamına en uygun olan
mânânın da bu olduğu söylenmiştir. Bazıları da demiştir ki, şeytan ile
murad, iblis, insan ile murad da Ebu Cehl'dir. Zira Enfâl Sûresi'nde
geçtiği üzere "Şeytan onlara, 'Bugün insanlardan sizi yenecek kimse
yoktur, ben de sizin yanınızdayım' demişti..." (Enfâl, 8/48) sonra da
çarpışma başlayınca "Ben sizden uzağım, ben sizin görmediğiniz
(gerçeği) görüyorum, ben Allah'tan korkarım.." (Enfâl, 8/48) deyip
sıvışmıştı. Mamafih bu konuda darb-ı mesel haline gelmiş bir kıssa da
nakledilmektedir. Ahmed b. Hanbel, Zühüd'de, Buharî Tarih'de, Beyhakî
Şuab'da, Hakim ve daha başkaları Hz. Ali (r.a.)'den şöyle
nakletmişlerdir: "Ermişlerden biri kendi köşesinde ibadet ederdi. Günün
birinde bir kadına bir hal ârız olmuş, kardeşleri de onu, o ermiş
kişinin yanına götürüp bırakmışlardı. Kadın bu zâtın hoşuna gitmiş ve
tutup onunla zina etmişti. Bunun üzerine kadın hamile kalmış, derken
şeytan bu zâtın yanına gelerek, "Sen bu kadını öldür, şayet durumu
öğrenirlerse rezil olursun." dedi. Böylece adam kadını tutup öldürdü ve
bir yere gömdü. Sonra kadının kardeşleri gelip adamı yakaladılar,
götürürlerken şeytan yine gelerek, "Onu sana hoş gösteren bendim, şimdi
bana secde edersen seni kurtarırım." dedi. Bunun üzerine adam ona secde
etti, sonra da şeytan ondan uzaklaşıp, dediğini dedi. İşte âyeti buna
işaret etmektedir."
17. Sonra
her
ikisinin de ebedi olarak ateşte kalmaları
kendilerinin
akıbetleri oldu. Çünkü birisi âmir tavrıyla küfre teşvik etmiş, diğeri
de tutup yapmıştı. Demek ki âmirin Allah'a karşı isyan emri yapıldıktan
sonra kendisine emredileni de sorumluluktan kurtaramaz. Eğer bu isyan
küfür ise, cezası ebediyyen cehennemdir. Ve işte bu, yani cehennem
ateşinde ebedî kalmak yalnız o ikisine mahsus değil bütün zalimlerin
cezasıdır. Zulmü iyi veya mübah gören gerek âmir, gerek memur bütün
haksızların cezası, sonsuza kadar cehennemde kalmaktır. Çünkü zulmü
helal saymak da küfürdür.
Bu
suretlle münafıkların, kâfirlerin ve zalimlerin halleri anlatıldıktan
sonra, o kötü sonuçtan müminleri korumak için Allah Teâlâ buyuruyor ki:
18. Ey
Allah'a,
Resulüne ve ahiret gününe inanıp iman
şerefi ile
müşerref
olmuş bütün müminler! Hep Allah'tan korkun. Nifaktan, münafıklardan,
küfürden, kâfirlerden, zulümden, zalimlerden ve şeytanın şeytanlığıyla
o kötü akıbete düşmekten sakınıp Allah'ın korumasına sığının da, her
işinizde O'nun emir ve nehyini tutarak azabından korunun ve her nefis
yarın için, yani kıyamet günü için ne hazırlamış, Allah'a ne takdim
etmiş olduğuna baksın. Hesab sorulmadan önce nefsini muhasebeye çekip
kendi hesabına nazar etsin. Kıyamet gününe "yarın" denilmesinin iki
anlamı olduğu ifade edilmiştir. Birincisi, yarının dünden yakın olması
itibariyle kıyamet yarın olacakmış gibi telakki edilerek çalışmaya
teşvik etmek demektir. İkincisi de, Rahmân Sûresi'nde geçtiği üzere
Allah katında zamanın, birisi teklif zamanı olan dünya devri, diğeri de
ceza ve mükafat zamanı olan ahiret devri olmak üzere iki günden ibaret
olduğuna işarettir ki, buna göre bugün dünya, yarın ahiret demektir.
Bununla beraber âyet, insanın her gün korunmak için yarına faydalı
olacak ne iş yaptığını düşünmesinin gerekli olduğunu da hatırlatmaktan
uzak değildir. "Allah"tan korkun!" Bu cümle dış anlamı itibariyle
öncekini te'kid etmek için tekrar edilmiş gibi görünmektedir. Fakat
önceki Allah sevgisiyle emirlerin, vazifelerin yerine getirilmesi, bu
ise Allah korkusuyla yasaklanan şeylerden, fenalıklardan sakınılması
durumunu göstermesi itibarıyla farklılık arzetmektedir. Yani Allah'tan
korkun da kötülük yapmayın ve korunmazlık etmeyin. Çünkü Allah, her ne
yaparsanız haberdardır, yarın ona göre ceza veya mükafat verecektir.
19.
Ve öyle kimseler gibi olmayın ki Allah'ı unutmuşlar, Allah'tan korkmaz,
hukukunu tanımaz ve O'nun sonsuz korumasından yardım dilemez
olmuşlardır da Allah da onlara kendilerini unutturmuştur. Sarhoş gibi
ne yaptıklarını bilmezler. İnsan nefsinin, beşer hukukunun kıymetini
anlamaz, âdi şeylere tapar ve insanlığı zelil ederler. Ayrıca
kendilerini kurtaracak hayır ve hesanâtı düşünmez, azabdan koruyacak
işler yapmaz ve yarın için bir şey hazırlamaz olmuşlardır. Netice
olarak denilebilir ki, onlar kıyamet günü öyle dehşetli trajedilere
maruz kalırlar ki, kendilerinden geçerler. Hatta ruh yoktur deyip
duranlar dahi, böyle kendilerini unutmuş, insan varlığının en mühim
ayırıcı unsurunu teşkil eden şuur nimetini kavrayamamış kimselerdir.
İnsanın kendisini hissetmesi fıtrî olduğu için şuurdan, şuurun
hukukundan ve onun Allah'a bakan yönünden gaflet edenlerin fıtratı
bozulmuş kimseler olduklarına tenbih için unutmak ile ifade edilmiştir.
İşte onlar, fasıklardır. İtaattan çıkıp isyana dalmış, insanlık kıymeti
kalmamış, fıskta tekâmül etmiş ve bozulmuş bir topluluktur. Müminler
bunlara benzememelidir.
20.
Cehennem ashabı ile cennet ashabı müsavi olmazlar. Yani Allah'ı bırakıp
da günaha dalmış o fasıklar beyan edildiği gibi, cehennem ateşinde
kalmayı hak etmişlerdir. Allah'tan korkup korunanlar ise, cennete
müstehaktırlar. Cehennemliklerle cennetlikler ise, denk olmazlar.
Fazilet ve üstünlüğün hangi tarafta olduğuna gelince: Kurtulanlar ancak
cennet ashabıdır. Tehlikeden kurtulmuş büyük murada ermişlerdir.
Müminler, böyle bir tehlikeden kurtulup o büyük murada ermek, o
fazileti kazanmak için günahlardan korunarak ve azabdan sakınarak
çalışmalıdırlar. Ayrıca her gün, yarına ne hazırladıklarına bakıp hesab
etmeli ve Allah'ı unutup da kendilerine yazık ederek ateşte kalacak
fasıklar ve zalimler gibi olmamalıdırlar. Onun için de bu nasihatlere,
Allah'ın emir ve nehiylerine iyi dikkat etmelidirler.
21.
Biz bu Kur'ân'ı yani iman ile okunup amel edilmesi için indirmiş
olduğumuz bu büyük, şanlı Kur'ân'ı biz azimü'ş-şân (şânı yüce olan)
eğer bir dağın üzerine indirseydik herhalde sen onu, o dağı Allah
korkusundan çatlayarak başını eğmiş görürdün, o kaskatı dağ, o derece
müteessir olur ve Allah'ın emirlerine saygı ile çatlayıncaya kadar
itaat edip secdelere kapanırdı. Fakat Ahzâb Sûresi'nin sonunda bulunan
"Biz emaneti, göklere, yere ve dağlara teklif ettik.." (Ahzâb, 33/72)
âyetinde geçtiği üzere, gökler, yer ve dağlar ilk teklifte emanetin
ağırlığından yılarak yüklenmekten çekinmişti de onu, insan yüklenmişti.
Bundan dolayı kitab indirilmesine dağların ne kabiliyetleri vardır, ne
de ihtiyaçları, ihtiyaç insanlarındır. Onun için Kur'ân da, bir dağ
üzerine indirilmedi, insanlar için Hz. Muhammed (s.a.v)'in kalbine
indirildi. Hem öyle beliğ ve tesirli bir suretle indirildi ki, faraza
büyük bir dağ üzerine indirilmiş ve dağa öyle bir şuur verilmiş
olsaydı, göğe doğru başkaldırmakta bulunan o ulu dağ, bütün katılığına
rağmen Allah korkusu altında her türlü itaatsızlığı bir kenara atarak
çatlayıncaya kadar İlâhî emirlere boyun eğer ve son derece etkilenirdi.
Binaenaleyh akıl ve şuur kabiliyyeti ile emaneti yüklenen bir taraftan
cehennem ateşi, diğer taraftan cennet nimetleriyle kuşatılmış,
istikbale doğru gitmekte olan insanların bundan daha fazla etkilenmesi
ve uyanık olmaları gerekirken, o çok zalim ve çok cahil insanlar bundan
müteessir olmuyor ve Allah'a saygı duymuyorlar, ayrıca Allah'ın
hukukunu, nefislerinin vazife ve istikbalini unutmuş, iyilik ve
kurtuluş yollarını düşünmez olmuşlardır. Zemahşeri ve Ebu Hayyân'ın da
içinde bulunduğu birçok müfessire göre söz konusu bu âyet de, (Ahzâb,
33/72) âyeti gibi temsil kabilindendir. Maksadı, insanların
kalblerindeki katılık ve etkisizliğe karşı onları uyarmaktır. Nitekim
şöyle buyurulması da buna işaret etmektedir. Ve işte bu meseller, yani
gerek bu âyet ve bu sûredeki ve gerek Kur'ân'ın diğer yerlerindeki bu
çeşit temsiller, yahutta mübtedâ, haber olduğuna göre, bunlar, birtakım
temsillerdir. Veya ibret alınması için daima hatırda tutulacak ve
dilden düşürülmeyecek misallerdir ki, biz onları insanlar için
yapıyoruz. İnsanların düşünüp istifade etmeleri için meydana getiriyor
ve tasvir ediyoruz. Düşünsünler diye, yani hissî örneklerden, fikrî ve
makul mânâlara geçip geçmiş ve geleceklerini düşünsünler, Allah'ın
büyüklüğünü ve kudretini anlayarak yarın için ona göre hazırlanıp
korunsunlar diye. Fikir, görgü ve bilgileri bir tertibe koyup
bildiğinden bilmediğini anlamak, sonu önceye bağlamak demektir.
Görülüyor ki, bu âyeti, sûrenin baş tarafında yer alan âyetin mânâ
yönünden tamamlamaktadır. Onun için bu hatırlatma ile güzel bir va'z ve
nasihat yapıldıktan sonra, Allah Teâlâ'nın birliğini, ilim ve
rahmetiyle şanını ve yüceliğini bazı isim ve sıfatlarıyla anlatarak,
sûrenin son kısmını baştarafına bağlamak üzere buyuruluyor ki:
22. O
öyle bir Allah'tır ki, bütün kemal sıfatlarını zâtında toplayan,
varlığı gerekli ve uluhiyyet kendi hakkı olan en yüce zâttır ki O'ndan
başka ilâh, yani tapılacak tanrı yoktur. (Bütün ilâhî isimlerin
toplayıcısı, zât ismi olan Allah adı hakkında, Fâtiha Sûresi'nin
başında besmelenin tefsirinde geçen açıklamaya bkz.) O Allah, gaybı da
bilir şehadeti de. Gayb iki ayrı anlamda kullanılır. Birincisi, mutlak
gayb, diğeri izâfi gaybdır. Mutlak gayb: Hiçbir mahlukun ne
duyumlarının ne de bilgisinin ulaşamadığı gayba denir. İzâfî gayb ise,
bazı yaratıklar için bilinmesi mümkün olmayan gaybdır ki bu, onlara
göre gayb demektir. Burada ilk akla gelen ise mutlak gaybdır. Çünkü
âyetteki ahd için değil istiğrâk içindir. Övgü makamı bunu gerektirdiği
gibi, diğer âyetlerde ifade edilen ismi de, buna delildir. Şu halde söz
konusu gayb, ister vacib ister mümkün olsun, ister mevcut olmasın ve
isterse varlığı imkansız olsun Allah için müsavidir. Rağıb der ki:
"Şuhûd ve şehadet gerek göz ve gerek sezgi ile olsun, görmekle beraber
bir mekânda bulunmak mânâsını ifade eder." Bazen de yalnızca hazır
bulunmaya denir. Ancak sırf hazır olmaya şuhûd-i evlâ, müşâhede ile
beraber hazır olmaya da, şehadet-i evlâ denilmektedir. Buna göre
âyetteki şehadetten maksad, yaratıkların göz veya sezgi ile müşâhede
edebileceği âlem demektir. Şüphe yok ki gaybı bilenin şehadeti bileceği
evleviyetle mümkündür. Bununla beraber "Bu kitab da ne oluyor, ne
küçük, ne de büyük hiçbir şey bırakmıyor, her şeyi sayıp döküyor!.."
(Kehf, 18/49) kabilinden saymanın tamamiyle açıklığa kavuşması için
ikisi de zikredilmiştir.
O,
hem Rahmân'dır hem Rahîm'dir. (Bu iki sıfatla ilgili Fâtiha'nın başında
besmelenin tefsirinde açıklama geçmişti. Oraya bkz.) Burada da şöyle
özetleyebiliriz: Bu iki sıfat, iki çeşit rahmete delâlet eder. Birisi,
Rahmet-i Rahmâniyye, diğeri de Rahmet-i Rahîmiyye'dir. Rahmet-i
Rahmâniyye, hiç bir amelin şart koşulmadığı ve geri bırakılmadan
başlangıçta bahşedilen ilâhi rahmettir ki, mümini de kâfiri de,
çalışanı da, çalışmayanı da kapsamaktadır. Mesela, başlangıçta var olma
bu rahmetin eseridir. Nitekim rahimlerdeki ceninler ve bütün hayvanat
bu rahmet ile beslenir. Yine bu rahmet ile Allah Teâlâ kâfirlere dahi
dünyada rızık, akıl vesâire gibi nimetler verir. Rahmet-i Rahîmiyye
ise, elde edilmesi için çalışmanın şart koşulduğu ve Rahmet-i
Rahmâniyye'yi güzelce kullanarak çalışan kimselere verilen rahmettir
ki, en aşağısı, amelle kazanılmış bir haktan aşağı değildir. Sırf
fazilet olan yüksek derecesinin ise, sınırı ve sonu yoktur. İşte dinin,
takvanın, çalışma ve gayretin önemi bu sebebledir. Onun içindir ki yani
"Rahmân, dünya ile Rahîm ise ahiretle ilgilidir." denilmiştir. Buna
göre Rahîm sıfatı, imanlı ile imansızı, iyi ile kötüyü, korunanla
korunmayanları ayırd ederek iyileri sonuçta mükafat ile murada erdirmek
mânâsını ifade ettiği için, ona mukabil Rahmet-i Rahmâniyye'yi kötüye
kullanmış kişilerin de mahrumiyyet ve ceza göreceklerini ihtivâ eder ki
bu anlam, sonraki âyette sayılan vasıflarla izah edilmiş olacaktır.
Dikkat edilmesi gereken bir husus da şudur ki, Allah Teâlâ'nın
büyüklüğünü ve kudretini beyan ile Allah korkusunun gereğini ispât
konumunda gelen bu âyetler, korkudan önce sevgi ve ümid hislerini
uyandıracak olan bu rahmet âyeti ile başlamıştır. Ancak ilim rahmetten,
vahdâniyyet (Allah'ın birliği) de ilimden önce zikredilmiştir. Çünkü
Rahmet-i Rahîmiyye'nin gizli ve aşikâr hiçbir mükafatı zayi etmeyecek
tarzdaki güzel cereyanı, ilim sıfatının mükemmelliğine dayalı
olduğundan, sübûtî sıfatlardan sayılan ilim sıfatının kemalini gösteren
"gaybı ve görüneni bilir." vasfı, fiilî sıfatlardan olan rahmet
sıfatını gösteren er-Rahmân, er-Rahîm vasıflarından önce
zikredilmiştir. İlim sıfatının bunları temin edecek şekilde kemali ise,
her türlü hükmünde ortaklık ve aykırılıktan uzak olarak zât, sıfat ve
fiillerde tevhide dayalı olduğu için selbi sıfatlardan olan vahdâniyyet
sıfatı da ondan evvel getirilmiştir. Şunu da belirtmek gerekir ki,
selbi, sübûtı ve fiili sıfatların mercii olan zâtın varlığı da "Allah"
ismi ile hepsinden önce zikredilmiştir. Yukarıda da zikredildiği gibi
korku, mutlak ürküntüden ibaret olan bir korku olmayıp, sevgi ve hürmet
ile beraber olan saygılı bir korku olduğu için, evvela ilâhî rahmetin,
"Rahmetim gazabımı geçti." kudsi hadisi gereğince ilâhî gadabı
geçtiğini gösteren bu âyette önce korkunun birinci esası olan hürmet ve
saygı hissi uyandırılmak üzere şevk ve ümidle sevgi coşturulmuş, sonra
da korkunun ikinci esası olan ve Rahmet-i Rahîmiyye'nin mânâsı içinde
bulunan sorumluluk ve korku hisleri de yine aynı ümid ve şevk
prensipleriyle beraberce telkin edilmek üzere buyurulmuştur ki:
23. "O Allah'tır ki
kendisinden
başka ilâh yoktur." Her
şeyden önce
bu
cümle, Hakk'ın zâtına ve tevhid emrine son derece önem vermek ve itina
göstermek maksadıyla tekrar edilmiştir. Evet korkudan dağların bile
çatlayarak boyun eğeceği O Allah, öyle bir Allah'tır ki, hakikatte
O'ndan başka ibadet edilecek bir varlık yoktur. Mülkün sahibi, bütün
eşyanın mülk ve hükümdarlığı O'nun, bütün yaratıklar üzerinde emir ve
nehiy, idare ve tasarruf, işinden etme ve iş verme, aziz ve zelil
kılma, mükafat ve ceza ile açıkta ve gizlide hüküm, kuvvet ve kudret
kendisinin olan yegane saltanat sahibi O'dur. "Mülk elinde bulunan Yüce
Allah, kutludur." (Mülk, 67/1). Öyle
melik ki,
- Kuddüs,
gayet mukaddes
her türlü kusurdan uzak, her vasfında mükemmel, sınırlamaya
ve tasvire sığmaz, hiçbir leke kabul etmez, tertemiz demektir. Öyleki;
- Selam,
her selametin kaynağı, kendisi ayıbdan, kusurdan, eksiklikten,
yokluktan kısacası her tehlikeden sâlim olduğu gibi, selamet umulan,
selamet arayanları selamete erdirecek olan da O'dur.
- Mümin,
iman,
emniyet ve güven verici, şüphe ve tereddütleri kaldıran, isteyenlere
iman, korku içinde olanlara emniyet veren ve verecek olan da O'dur.
- Müheymin
görüp gözeten, her şeye şahid olan koruyan ve bekçilik eden de
O'dur. (Bu "Müheymin" kelimesi hakkında bkz. (Mâide,
5/48)
- Aziz, yani gayet
izzetli, onurlu ve
şanlıdır. Hiçbir şekilde mağlup edilmez, her işinde gâlibdir. Yahut eşi
benzeri yoktur ve gayet yüksektir. Yani . "Hiçbir şey O'nun dengi
olmamıştır." (İhlâs, 112/4) âyetinde ifade edildiği gibidir. Yahut
dilediğini yapan yani (Hûd, 11/108). Bununla beraber alçaklığı,
ahlâksızlığı, küfür, zulüm, fesad, isyan ve küfran gibi fenalıkları
sevmez.
- Cebbâr, yukarıda da
geçtiği üzere
cebr'den mübalağalı ism-i
fâildir. Yani çok cebredici mânâsını ifade eden Cebbâr vasfında başlıca
iki mânâ vardır. Birincisi, cebr, esasen kırığı yerine getirip sıkıca
sarmak, eksiği ıslah edip tamamlamak demektir. Nitekim "Cebr-i mafat
etti." denilir ki, zâyi olanı yerine getirdi, telafi etti demektir. Bu
mânâda Cebbâr ismi halkın eksikliklerini tamamlayan, ihtiyaçlarını
gideren, işlerini düzelten ve bu konuda gereken şeyi gereği gibi
yapmakta çok iktidarlı olan hakim mânâsını ifade eder. Müfessirlerin
çoğu, Allah Teâlâ'ya Cebbâr ismini vermenin bu anlamda olduğunu
söylemişlerdir. Buna göre Allah Teâlâ dertlere derman veren,
kırılanları onaran, yoksulları zengin eden, perişanlıkları yoluna koyup
düzelten en yüce zâttır. İkincisi, cebr, icbâr etmek, yani dilediğini
zorla yaptırmak mânâsına da gelir. Bu mânâda Cebbâr, zorlu demektir.
Allah Teâlâ'ya isnadı, Kahhâr ismi gibi, halkı iradesine mecbur eden,
dilediğini ister istemez zorla yaptırmaya kadir olan, hüküm ve nüfuzuna
karşı çıkılma ihtimali bulunmayan güç ve büyüklük sahibi demektir.
Mamafih bundan, Cebriyye'nin dediği gibi kullara hiç irâde vermez, her
emrini cebirle yürütür, insanlarda ihtiyârî fiiller yoktur mânâsını da
anlamamak gerekir. Çünkü kanun yapma ile ilgili emirlerin kulların
cüz'i iradeleriyle şartlı kılınmış olduğu da "Eğer siz Allah'a (O'nun
dinine) yardım ederseniz (Allah da) size yardım eder." (Muhammed, 47/7)
gibi birçok nass ile tesbit edilmiştir. Ancak bundan şu mânâ
anlaşılmalıdır ki, Allah Teâlâ birçok fiilde insana irade vermiş ve hür
yaratmış olmakla beraber bütün isteklerini yerine getirmeye mecbur
değildir. Dilerse, dilediği anda iradelerini yok eder. Nitekim bir
hadiste "Allah Teâlâ kaza ve kaderini yerine getirmeyi istediği vakit,
akıl sahiplerinin akıllarını gideriverir ki, kaza ve kaderi onlarda
yerine gelsin. Emri yerine gelince de akıllarını onlara geri verir.
Böylece de pişmanlık başlar." buyurulmuştur. Dilerse onların akıl ve
iradelerini yok etmemekle beraber isteklerinin aksine kendi hüküm ve
iradesini zorla üzerlerinde icra eder. Nitekim Allah'tan korkmayan,
emirlerine karşı gelmek isteyen âsiler, azaba ve cezaya yanaşmak
istemedikleri halde, vakti gelince cezalarını çekmeye mecbur olurlar.
Hâsılı Allah Teâlâ'nın mutlak iradesi altında mağlub ve mecbur
olmayacak hiçbir şey tasavvur olunamaz. Bu husus, "Oysa göklerde ve
yerde olanların hepsi, ister istemez, O'na teslim olmuştur ve O'na
döndürülüp götürüleceklerdir." (Al-i İmrân, 3/83) âyetinde ifade
edilmiştir.
Cebbâr
isminde bu iki mânâdan başka iki farklı anlamın daha olduğu beyan
edilmiştir. İbnü'l-Enbarî der ki: "Allah'ın sıfatlarından olan Cebbâr,
kendisine erişilmez, el uzatılmaz demektir. Nitekim el yetişmeyen
yüksek hurma ağacına da denilir. İbnü Abbas'dan yapılan bir rivayette
de "el Cebbâr, "Melik-i azîm" yani çok büyük, azametli padişah mânâsına
gelmektedir." Vahidi de der ki: "Bu zikredilen mânâlar, Allah Teâlâ'nın
Cebbâr sıfatı hakkındadır. Halkın sıfatı olarak kullanılan Cebbâr'ın,
daha başka anlamları da vardır. Bunlar şöyle sıralanabilir.
1-
Musallat (zorlayıcı - sataşan) demektir. "Sen onların üstünde bir
zorlayıcı değilsin..." (Kâf, 50/45) âyetindeki Cebbâr, bu anlamdadır.
2-
İri cisimli mânâsınadır "Orada iri cisimli (insanlardan oluşan) bir
kavim vardır..." (Mâide, 5/22) âyetinde de, bu anlamdadır.
3-
Allah'a ibadet etmeyen, baş kaldıran mânâsına gelmektedir. Bu anlam da,
"Beni başkaldıran bir zorba yapmadı." (Meryem, 19/23) âyetinde vardır.
4-
Çok insan katleden yani "kattâl" anlamını da ifade etmektedir. Nitekim
"Yakaladığınız vakit, çok katleden zorbalar gibi yakalıyorsunuz."
(Şuarâ, 26/130) âyeti ile "Sen yeryüzünde katil bir zorba olmak
istiyorsun." (Kasas, 28/19) âyetinde de bu mânâ söz konusudur."
- Mütekebbir. Çok büyük, her hususta
büyüklüğünü gösteren, büyüklük,
ululuk, kibriyâ, ve azâmet kendisine mahsus, kendisinin hakkı olan
demektir. Kibirlenmek ve büyüklük taslamak yaratıkların hak ettikleri
bir sıfat değildir. Onun içindir ki mütekebbir sıfatının insan için
kullanımı, hoş karşılanmamıştır. Zira mütekebbir kibir gösteren,
büyüklenen demektir. Halbuki yaratıklarda esasen büyüklük, ululuk
yoktur; aksine aşağılık, horluk, yoksulluk ve ihtiyaç vardır. Hatta
zaman olur ki bir sinek, bir mikrop bir Nemrûd'un işini bitirmeye
yeter. Böylesine acizlik ve ihtiyaçtan kendilerini kurtaramayan
ölümlülerin, büyüklük ve ululuk taslamaya kalkışmaları, cahillikten ve
yalancılıktan başka bir şey değildir. Onun için yaratıklarda tekebbür.
(büyüklenme) tefa'ul babının tekellüf binâsından olarak hoş
karşılanmayan bir noksanlıktır. Fakat Allah Teâlâ zât, sıfat ve
fiillerinde büyüklüğün, yüceliğin ve kudsiyyetin her nev'ini
toplamıştır. O'nun bu yücelik ve büyüklüğünü göstermesi, hem hiçbir
ortaklık kabul etmeyen hakkı, hem de kendisinin celâl ve cemâl
sıfatlarını kullarına tanıtmak, onları bilgilendirmek ve huşû ile
saadete götürmek gibi, büyük bir lütuf ve yardım gösterdiği için son
derece güzel bir sıfattır. O'nun hakkında tekebbür, tefe'ul bâbının
tekellüf binâsından değil, bizâtihi kuvvet, kudret ve birliğini ifade
eden daha fazla mânâ içindir. Bundan dolayı Allah Teâlâ söz konusu
sıfatlarla tavsif edildikten sonra, O'nun mahluklardan hiçbirine
benzemediğini ve müşriklerin hayal etmek istedikleri şirk unsurlarından
berî olduğunu bir daha açık bir şekilde anlatmak için buyuruluyor ki,
Allah, onların koştukları şirkten münezzehtir. Yani yaratıklardan
bazıları, kibirlenerek, zorbalık yapmak isteyerek yahut öyle yapmak
isteyenlere aşırı sevgi bağlayarak Allah'ın zikredilen sıfatlarına şirk
koşuyorlar.
Halbuki
Allah, öyle şirklerden münezzehtir. O şirk koşulan şeyler, Allah'tan
çok uzaktır. O'nun yüceliği ve büyüklüğü onlarınkine benzemez. Çünkü
onlar, kendi nefislerinde mahluk ve esasen noksan varlıklardır.
Tekebbürleri de, noksanlıklarına bir yalancılık ilave etmekten başka
bir şey değildir. Allah Teâlâ ise, bütün büyüklüklerin, bütün
kuvvetlerin ve üstünlüklerin sahibidir. O'nun tekebbürü, büyüklük
üstüne büyüklüktür. Bu yüzdendir ki, Allah Teâlâ, büyüklüğüne hiçbir
toz kondurmaz. Ezelî ve kendi zâtına mahsus olan üstünlük ve
kudsiyyetiyle onu her şirk unsurundan tenzih eder. O, öyle bir sübhân
öyle münezzeh ve mukaddes bir varlıktır.
24. Çünkü
O, öyle
Allah'tır ki,
- Hâlık'tır
diğerleri ise mahluktur. Daha
evvel de geçtiği gibi, bizim yaratmak tabir ettiğimiz "halk" fiili, iki
mânâ ifade eder. Birisi, takdir etmek, yani bütün açıklığı ile eşyanın
miktar ve derecelerini tayin etmektir. Zira bir şeyi bütünüyle takdir
etmek, onun eşyâ arasındaki miktar ve derecesini tamamiyle bilmeye
bağlıdır. Bu takdir mânâsı itibâriyledir ki halk, ekseriya miktar ve
sayısı bulunan şeylerde kullanılır. Diğeri ise, yok olan şeye varlık
vermek, hiçbir asıl ve örneği yokken icad etmektir. Bazan bir şeyden
başka bir şeyi ortaya çıkarmak mânâsı da verilebilir. Ancak bu mânâya
daha çok icad tabir edilir. Yaratıklara nisbet edilen en yüksek
sanatlar, Allah Teâlâ'nın takdir buyurduğu keşf ve icad mahiyyetinden
ileri geçemez. Çünkü mahluk, fiilerinin tafsilatını takdir edemez ve
bir atom bile yapamaz. Böyle bir yaratma sonsuz ilim ve kudrete
bağlıdır. Mahluk ise bundan ancak sınırlı kısmını elde edebilir.
Herşeyi tam anlamıyla takdir ve icad ederek yaratan Ancak Allah
Teâlâ'dır.O, öyle bir yaratıcı ki
- Bâri'dir.
Yani öyle temiz yaratıcı
ki yarattıklarını temiz ve sağlam bir nizam üzere seçip düzenleyerek ve
tamamlayarak birbirinden farklı özelliklerle yaratır. Hemze ile "berâ"
veya berâetten bâri isminin türetilişi hakkında yukarılarda açıklama
geçmişti. Râzi der ki: "Bâri ismi, sani (yaratan) ve mucid (icad eden)
gibi olmakla beraber cisimlerin yaratılması mânâsını ifade eder. Onun
için halka "berriyye" denilir de, renk ve tad gibi başka bir cevherle
meydana gelen hususlara denilmez." "Allah'ın yarattığı şeylerin
şerrinden O'nun kelimelerinin hepsine sığınırım." gibi bazı dualarda
zikredilen "halaka", "zeree" ve "beree" fiillerine nazaran "bâri" ismi
yaratılışın tekâmül mertebelerindeki icadları ifade eder.
- Musavvir'dir,
yaratıkların suretlerini ve hallerini takdir edip, dilediği şekilde
icad ederek tasvir eden ancak O'dur. Nitekim bu husus şu âyetlerde
ifade edilmektedir. "Rahîmlerde sizi dilediği gibi şekillendiren
O'dur." (Al-i İmrân, 3/6), "O (Rab) ki seni yarattı, sana düzen verdi,
ölçülü bir biçim verdi. Dilediği surette seni terkib etti." (İnfitâr,
82/7,8) Rağıb der ki: "Suret, varlığın kendisiyle nakışlanıp
diğerlerinden farkedildiği şeydir. Bu da iki kısımdır. Birincisi,
hissedilen surettir ki, onu hem sıradan hem seçkin insanlar, hatta
hayvanlardan birçoğu da idrak eder. Mesela görülen bir hayvanın sureti
gibi. Biri de makul olan surettir ki, bunu bütün insanlar değil ancak
seçkinler anlar. Mesela, insana mahsus olan akıl, düşünce ve eşyanın
birbirlerine nazaran hususiyetlerini ifade eden mânâlar gibi ki, "Sizi
yarattık, sonra size biçim verdik..." (A'râf, 7/11) şeklindeki
âyetlerde iki surete de işaret edilmiştir."
Allah
Teâlâ'nın sıfat ve isimleri bunlardan ibaret de değildir. Esmâ-i Hüsna
hep O'nundur. Yani Allah Teâlâ'nın vasıflarını ifade
eden isimleri, yalnız bu sayılanlar değildir. En yüce mânâlara delalet
eden en güzel isimler hep O'nundur. Nitekim
- "En güzel isimler
Allah'ındır. O halde O'na onlarla dua edin.." (A'râf, 7/180)
- "Allah
ki, O'ndan başka tanrı yoktur. En güzel isimler O'nundur." (Tâhâ, 20/8)
gibi
âyetler de bu mânâya işaret
etmektedirler. En güzel isimler
anlamındaki " Esma-i Hüsna" tabiri,
şeriat
dilinde bilhassa Allah
Teâlâ'nın isimleri için kullanılır. Bu isimlerin bazıları, zât,
bazıları da sıfat ismidir. Allah
ismi, bunların hepsini
toplayan zât
ismi, diğerleri sıfat ismidir. Rahmân, sıfat ismi olmakla beraber,
Allah'tan başkasına verilmeyen özel bir isimdir.
Sıfatlar, zâtiyye,
fiiliyye ve maneviyye olarak üç kısma ayrılır. Zâtî sıfatlar, Allah'ın
zâtından ayrılmayan sıfatlardır ve iki kısımdır. 1- Sıfat-ı Selbiyye 2-
Sıfat-ı Sübutiyye'dir.
Selbî
sıfatlar: Vücud, kıdem, bekâ, muhalefetün li'l-havâdis, yani
yaratıklara benzememek gibi teşbihi ortadan kaldırarak kudsiyyet ve
nezâhet ifade eden sıfatlardır ki, kuddüs, selam, ehad, vahid, evvel ve
ahir gibi isimler de böyledir.
Sübutî
sıfatlar: Hayat, ilim, semi basar, irâde, kudret, kelâm ve tekvin
sıfatlarıdır. İsimleri de zâti sıfatlar hasebiyledir. Fiili sıfatlar,
zâti sıfatların eser ve hükümleri ile ortaya çıkışını ifade eden tekvin
sıfatının görüntüsünden ibarettir ki, gibi isimler de böyledir. Her
fiilin özelliğine göre, müstakil olarak ya da ona benzer bir kayıtla
zikretmek caiz değildir. Karşılıklı olarak ele almak, edeble güzellik
ve kemal yönünü gözetmek ve Allah'ın zikrettiği şekle uymak
gerekmektedir. Mesela, Beyhaki'nin de ifade ettiği gibi Dârr ismini tek
olarak değil, Nafi' ismiyle beraber söylemek lazımdır. "Zararı,
faydasından daha yakın olana yalvarır, ne kötü bir yardımcı ve ne kötü
bir arkadaştır." (Hac, 22/13) âyetinde de aynı durum söz konusudur.
İsimleri de böyledir. Nitekim Kur'ân'da şeklinde beraber
zikredilmiştir. Şüphe yok ki, Allah Teâlâ, herşeyin yaratıcısıdır.
Bütün hayvanatı da O yaratmıştır. Fakat sadece "maymun ve domuzların
yaratıcısı" demek caiz değildir. Çünkü bu, edebe ters düşmektedir.
Bundan dolayı Mu'tezile mensupları, "Allah şerrin yaratıcısı değildir."
diyecek kadar ileri gitmişlerse de, bu da doğru değildir. Fakat yalnız
"hâliku'ş-şerr" "şerrin yaratıcısı" denmemeli, zıddı ile beraber
"hâlıku'l-hayr ve'ş-şerr", "hayrın ve şerrin yaratıcısı", yahut
"hayruhu ve şerruhu minallahi Teâlâ" "hayır ve şerr Allah'tandır"
şeklinde beraberce zikredilmeli ve manevî sıfatlara da riayet
edilmelidir. Manevî sıfatlara gelince, Allah Teâlâ'nın ahlâkını, sıfat
ve isimlerinin ahkâm ve kemâlini ifade eden azâmet ve kibriyâ, celâl ve
cemâl, izzet, adalet, hikmet, hilim, sabır, fadıl, şedidu'l- ikâb ve
seriu'l-hisâb gibi vasıf ve isimler bu kabildendir. Bunlara sıfat da
denir. Kısacası, Allah Teâlâ'nın zâtı bir, esmai hüsnâsı çoktur.
Kur'ân'da zikredilenler, buradakilerden ibaret değildir. Buharî, Müslim
ve diğer hadis kaynaklarında Ebu Hureyre'den rivayet edilen bir sahih
hadiste, "Allah Teâlâ'nın doksan dokuz ismi vardır. Kim onları sayarsa
cennete girer." diye haber verilmiş ve "O, tektir, teki sever"
buyurulmuştur.
Beyhaki
"Kitabu'l-Esma ve's-sıfat" adlı eserinde birkaç tarikle Ebu Hureyre
(r.a)'den şu tafsilatlı rivayeti nakleder.
Câmiu's-sağir'in
kaydettiğine göre bu hadisi, Tirmizi, İbnü Hibbân ve Hakim de rivayet
etmişlerdir. Mamafih Allah Teâlâ'nın kitab ve sünnette açıkça, ya da
işaret yoluyla sabit olan isimleri bunlardan ibaret değildir. Nitekim
başka bir nakilde sayılan doksan dokuz arasında şu isimler de
mevcuttur:
Kur'ân'da
Rabbu'l-âlemin, Rabbu'l- arşi'l-azim, maliki yevmi'd-din, alimu'l-ğaybi
ve'ş-şehâde, allâmu'l-ğuyub, gafiru'z-zenb, kâbilu't-tevb,
refîu'd-derecât, zü'l-arş, fa'alun limâ yürid, Lâ yüselü amma yef'al,
gibi daha bazı isim ve sıfatların bulunduğunda da şüphe yoktur. Bunlar
evvelkiler içinde bulunsalar da, yine de Allah'tan başkasına isim
verilemeyeceği özelliğine sahiptirler. Aynı şekilde Hz. Peygamber
(s.a.v)'in Buharî ve Müslim'de rivayet edilen dualarında, bulunan
münzilu'l-kitab, mücri's-sehâb, hazimu'l-ahzâb gibi isimler de
Allah'tan başkası için caiz olmayan isimlerdendir.
İbnü
Kesir tefsirinde demiştir ki:
"Esmâ-i hüsnâ'nın doksan dokuzla
sınırlı
olmadığına Ahmed b. Hanbel'in "Müsned"inde senediyle Abdullah b.
Mes'ud
(r.a.)'dan rivayet ettiği hadis de delalet etmektedir. Beyhaki de bu
hadisi "Kitâbu'l-Esma ve's-sıfat"da Abdul b. Mes'ud'a ulaşan senedle
şöyle rivayet etmiştir. Abdullah b. Mes'ud dedi ki:
"Resulullah
buyurdu
ki:
"Herhangi bir
müslüman bir merak veya üzüntüye düşer
de, 'Allah'ım
ben senin kulunum, kulunun ve câriyenin oğluyum. Perçemim senin elinde
(kudretinde)dir. Bende hükmün geçerlidir, hakkımdaki kaza'n, adalettir.
Senin olan, senin kendine isim verdiğin veya kitabında indirdiğin yahut
yaratıklarından birine bildirdiğin veya katında, gayb ilminde kendine
tahsis ettiğin bir isimle senden dilerim ki Kur'ân'ı kalbimin baharı,
üzüntümün cilâsı, keder ve tasamın giderilmesi için vesile kılasın'
derse, herhalde Allah Teâlâ onun merakını giderir, üzüntüsünün yerine
ferahlık verir." Bunun üzerine (orada bulunanlar) dediler ki: "Ya
Resulullah! Bu kelimeleri öğrenelim mi? Resulullah da, "Evet bunları
işiten her kimsenin öğrenmesi gerekir." buyurdu."
Yine
Beyhakî, muttasıl bir senedle Hz. Aişe (r.a.)'den şöyle bir rivayet
nakletmiştir. Hz. Aişe Peygamber'e, "Ya Resulullah! Allah Teâlâ'nın
kendisine dua edildiği zaman kabul buyurduğu ismini bana öğret."
demişti. Resulullah da, ona "Kalk abdest al, mescide gir, iki rekât
namaz kıl, sonra dua et ben dinleyeyim." buyurdu. O da öyle yaptı,
sonra dua için oturduğunda Hz. Peygamber "Allah'ım onu muvafık kıl."
dedi. Hz. Aişe de şöyle dua etti: "Ey Allah'ım bildiğimiz ve
bilmediğimiz güzel isimlerin hepsiyle ve bir kimsenin kendisiyle sana
dua ettiği zaman hoşlandığın ve yine kendisiyle istediği vakit verdiğin
en yüce isimle senden istiyorum." Bunun üzerine Hz. Peygamber (s.a.v)
'İsabet ettin, isabet ettin.' buyurdu."
Bu
hadislerdeki dualardan anlaşılıyor ki, Allah Teâlâ'nın kitabında
zikretmediği ve hiçbir kimseye bildirmediği, gayb ilminde yalnız
kendisinin bildiği isimleri de vardır. Şu halde evvelki hadisde "Allah
Teâlâ'nın doksan dokuz, yani biri müstesna olmak üzere yüz ismi vardır,
Onları sayan cennete girer." buyurulması, Allah'ın bilinen en güzel
isimlerinden doksan dokuzunu sayan, yani ezberleyip okuyan, yahut Allah
ile olan muamelesinde onların sınırlarını koruyup, güzelce riayet eden
kimse cennete girer demektir. Tam yüz sayılmayıp birinin istisnâ
edilerek doksan dokuz zikredilmesinin hikmeti de "Allah tektir, teki
sever." sözünde belirtilen tek sayıya riayetin müstehablığını göstermek
içindir. Namazlardan sonra tesbih dualarından otuz üç sübhanellah, otuz
üç elhamdülillah ve otuz üç defa da Allahu Ekber denilerek tamamının
doksan dokuz olması da, bu hikmete mebnidir. Şu da gözden uzak
tutulmamalıdır ki, aynı hadiste buyurulmakla Allah'ın isimlerinden
birinin de olduğu bildirilerek yüz isim anlatılmış, ancak saymada biri
istisnâ edilerek doksan dokuzla sınırlandırılmıştır. Böylece isimlerin
doksan dokuzla kayıtlanmadığı da, aynı hadisle anlatılmış olmaktadır.
Hasılı doksan dokuz ismi belleyip saymanın Allah'ı bilme hususunda ve
duanın kabul edilmesinde büyük fazileti olduğu çeşitli rivayetlerle
haber verilmiş olması yanında, bu konuda müstakil eserler de kaleme
alınmıştır. Şurası da muhakkak ki, Allah Teâlâ'nın bildirdiği
isimlerinden başka bildirmediği daha birçok ismi de vardır. O'nu
göklerde ve yerde ne varsa hepsi tesbih eder. Tenzih eder. Bu konuda
bilgi için "O'nu tesbih etmeyen hiçbir şey yoktur.." (İsrâ, 17/44)
âyetinin tefsirine bakınız. Ve O, Aziz ve Hakîm'dir. Bütün yüceliklerin
hepsini kendisinde toplamaktadır. Zira sonsuz çokluk ve bölümleriyle
beraber bütün kemalât isimleriyle ifade edilen zâtî sıfatlara döner.
Kemal-i izzet ve kemal-i hikmet gibi. Kemal-i izzet hiçbir kusur kabul
etmeyen tam bir kudreti, kemal-i hikmet de, kusursuz bir ilim ile
yaratılış nizamını ifade eder. Gerek göklerde ve gerek yerde varlığın
hangi zerresinden bakılsa, mahiyetini anlama imkanı olmayan bu iki
sıfatın yansıması görünür ki, bunlar ancak Allah'ın zatında birleşir.
Allah Teâlâ hiçbir tesir altında kalmayan kemal-i izzeti ile bütün
sebeplerin üstünde örneksiz ve çeşitli harikalar yaratmaya kadir,
hiçbir ortak kabul etmeyen mutlak galibdir. Bununla beraber hiçbir
noksanlık kabul etmeyen üstün ilim ve hikmetiyle icadlarını ard arda
sıralayarak muntazam yollarla çeşitlendiren, çoğaltan ve bu sayede
kullarını da hikmetten hikmete rahmetiyle ulaştıran bir hakîmdir. Bu
nükteye işaret etmek için isimleri fâsılasından önceki isimleriyle
simetrik olarak sûrenin sonunu, başına çevirmek üzere, başında ve
sonunda tekrar edilmiştir. Binaenaleyh Allah'ın izzetine dokunmaktan
korkmalı, O'nu takdis, tesbih ve tenzih ederek iman ve takva ile
gelecek için çalışmalı ve rahmetiyle müjdelediği kurtuluş ve murada
ermelidir.
Haşr
Sûresi'nin sonunda yer alan bu âyetlerin faziletlerine dair çeşitli
rivayetler vardır. Bunlardan bazıları şöyle zikredilebilir. Ahmed b.
Hanbel, Dârimi, Tirmizî, Taberanî. İbnü Darîs ve "Şu'ab"da Beyhakî,
Ma'kil b. Yesâr (r.a)'dan şu hadisi rivayet etmişlerdir: "Hz. Peygamber
(s.a.v) buyurmuştur ki: "Her kim sabahleyin üç kere dedikten sonra Haşr
Sûresi'nin sonundan üç âyet okursa, Allah Teâlâ onun emrine yetmiş bin
melek verir. Onlar akşama kadar o kimse için selavât getirirler. Eğer o
gün ölürse şehid olarak vefat etmiş olur. Onları akşamleyin okuyan da
aynı durumda sevab alır." Deylemî de Hz. Peygamber (s.a.v)'e ulaşan bir
senedle İbnü Abbas'dan şöyle rivayet etmiştir: "Allah'ın en yüce
isimleri Haşr Sûresi'nin sonundaki altı âyettedir." Nisaburî Ebu Ali
Abdurrahmân b. Muhammed "Fevâid" adlı eserinde Muhammed b.
Hanefiyye'den şöyle bir rivayeti nakletmiştir: "Bera b.
Azîb
(r.a.), Ali b. Ebu Talib Kerremellahu Vecheh Hazretlerine demişti ki:
"Senden Allah aşkına rica ediyorum. Rahmân Teâlâ'nın gönderdiklerinden,
bilhassa Cebrail'in Resulullah'a getirdiklerinden ve Resulullah'ın
özellikle sana öğrettiklerinden en faziletlisini bana özel bir şekilde
öğretmez misin?" Hz. Ali de ona "Ya Bera! Allah'a İsm-i A'zam'ı (en
yüce ismi) ile dua etmek istersen, Hadid Sûresi'nin baş tarafından on
âyeti ve Haşr Sûresi'nin sonunu oku, sonra de ki: 'Ey o, böyle olan ve
O'ndan başka böyle bir şey olmayan zât! Senden bana şöyle şöyle yapmanı
dilerim." Vallahi ya Bera, bununla benim aleyhime dua etsen yere
geçerim.' dedi." Deylemî, Hz. Ali ve İbnü Mes'ud'dan merfuan (Hz.
Peygamber'e ulaşan bir senedle) 'dan sûrenin sonuna kadar olan kısım,
baş ağrısının afsunudur." diye rivayet etmiştir. Hatib Bağdadî
"Tarih"inde naklederek demiştir ki: "Bize Hafız Ebu Ubeyd, Gulâm b.
Şünbuz adıyla bilinen mukri Kur'ân öğreticisi Ebu t-Tayyib Mahmud b.
Ahmed b. Yusuf b. Ca'fer'den, o da, İdris b. Abdi'l-l Kerim
el-Haddad'dan naklen şöyle dedi: "Ben Halef'den kırâet okudum. âyetine
geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi. Çünkü ben A'meş'ten kırâet
okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, Çünkü ben
Yahya b. Vessab'dan kırâet okudum, bu âyete geldiğimde bana, "Elini
başına koy." dedi, çünkü ben Alkame ve Esved'den kırâet okudum, bu
âyete geldiğimde bana "Elini başına koy." dediler, çünkü biz Abdullah
(r.a.)'dan kırâet okuduk, bu âyete geldiğimizde bize, "Elinizi başınıza
koyunuz." dedi, çünkü ben Hz. Peygamber'den kırâet okudum, bu âyete
geldiğimde bana, "Elini başına koy." dedi, çünkü Cibril bu âyeti bana
indirdiğinde "Elini başına koy." dedi. Çünkü bu, samdan başka her derde
şifadır. Ancak sam, ölümdür." Daha bunlardan başka hadislerde de
mevcuttur. Fakat Hanefi Fıkıh kitablarından olan "Mebsut"ta
nakledildiği üzere Abdullah b. Mes'ud (r.a.) Hazretleri'nin, "Kur'ân'ın
indirilişinin asıl amacı, onu yalnız okumak değil, gereğince amel
etmektir." şeklindeki sözünü de unutmamak gerekir. Onun için her
derde
şifa olan bu âyetlerden maksat, afsunculuk yapmak, yahut saba ve
segâhtan makam çatlatmak değil, elini başına koyarak düşünmek ve bilgi
ile bezenip Allah korkusu ile dolarak "Ey insanlar Allah'tan korkun ve
kişi, yarın için ne (yapıp) gönderdiğine baksın..." (Haşr, 59/18) âyeti
gereğince yarın için hazırlanmaktır. Çünkü yarın insan O, Azîz ve
Hakîm'in huzurunda imtihana çekilecektir. Nitekim bu hikmete mebni
olarak Haşr Sûresi'ni, İmtihan Sûresi takip etmelidir. Ey o en güzel
isimlerin, o yüce varlığın erişilecek en son kemal noktasının sahibi
olan Aziz, Hakîm, Rauf ve Rahîm Allah'ım! Bizleri ve geçmişlerimizi
mağfiretinle murada erdir, gönüllerimizde mümin kardeşlerimize karşı
hiçbir kin ve hile bırakma, iman ve sevgimizi ziyade et, izzetinle
aziz, hikmetinle mamur ve rahmetinle gönlümüzü hoş eyle, sen öyle
Rahmân, öyle Rahîm, öyle Aziz ve öyle Hakîm'sin ya Rab!
|
|