|
1.
Hâkka. Bu, isim cümlesinin mübtedâsı, bundan sonra gelen kısım
haberdir. "Ahid lâmı" ile el-Hâkka, el-Vâkıa, es-Sâa gibi kıyamet
gününün isimlerinden olduğunda bir anlaşmazlık yoktur. Fakat ve gibi
kavramlarla ilgisine ve sıfatlıktan isimliğe geçirilmesine göre bu
kelimenin ne gibi bir anlam ifade ettiği hakkında on kadar izah şekli
nakledilmiştir.
1.
Hakk kelimesi "sabit ve gerekli" mânâlarında alındığı takdirde
el-Hâkka; meydana gelmesi gerekli olan, geleceği hiç kuşkusuz sabit
olan saat demektir.
2.
Hakk kelimesi, bir şeyi hakikati üzere tanımak ve tanıtmak mânâsına
mastar olarak düşünüldüğünde "el-Hâkka", kendisinde durumların hakkıyle
tanınacağı, yani eşyanın hakikatini açıp ortaya çıkaracak saat demektir.
3.
el-Hâkka, "işlerin hakikatlerini kapsayan" demektir. Yani içinde,
doğruluğu ve gerçekleşmesi gerekli işlerin ve hallerin meydana geldiği
şey demektir ki, Kıyamet'te meydana gelmesi ve varlığı gerekli olan
sevap, ceza ve diğer kesin işleri ifade eder.
4.
Hâkka, hakka demektir. Hakka ise, hukûk kelimesinin tekili olan hak tan
daha özeldir. "Bu benim özel hakkımdır." mânâsına denir.
5.
Hâkka, şaşmaksızın inen ve yapacağını yalansız yapan bela demektir ki
"Onun oluşunu yalanlayan yok."(Vâkıa, 56/2) mânâsınadır.
6.
Bir toplum üzerine meydana gelmesi hak olan vakit demektir ki birinci
mânâya yakındır.
7.
Herbir doğruluk ve eğriliğe, iyilik ve kötülüğe ceza ve mükâfatın hak
olduğu, başka bir deyişle her çalışana çalışmasının karşılığının
verilmesinin hak olduğu vakit demektir ki, bu da kıyamettir.
8.
Yükümlü ve sorumlu kişilerin yaptığı işlerin bütün eserleri gerçekleşip
artık bekleme sınırından çıkıldığı hak saat demektir. Çünkü bütün sevap
ve ceza o gün ortaya çıkar.
9.
Ezheri'nin görüşüne göre, yenmeye ve üstün gelmeye çalışmak mânâsına,
onunla karşılaştım da onu hakladım, yani "yenişmek üzere karşılaştım da
ben yendim" denilmesinde olduğu gibi "haklamak" yani hakkından gelmek
mânâsınadır. Çünkü bu kıyamet günü, dini hususunda Allah'la batıl
yoldan yarışa kalkanları hep hakları, yenilgiye uğratır.
10.
Ebu Müslim'in görüşüne göre, el-Hâkka, "Rabbının sözü hak oldu."(Yunus,
10/33; Ğâfir, 40/6) âyetinde geçen fiilinden türetilmiş fâile (etken
ortaç)tır.
11.
Âkıbet, âfiyet kelimeleri gibi mastardır ki, "sırf hakikat" demek olur.
12.
Bu kelime, kıyametin ismi olması itibarıyla, başka herhangi bir anlamı
düşünülmeden, türememiş isim olur.
Bunların
herbirinden bir mânâ anlaşılmakla beraber, demek oluyor ki el-Hâkka, "O
Hâkkanın ne olduğunu sana ne bildirdi?" buyrulduğu üzere akıl ve
düşünceyle bilinen bir şey değildir.
2.
Ne
o Hâkka? Bu soru, olayın büyüklüğünü ve korkunçluğunu göstermek
içindir. Yani, ne büyük, ne dehşetli bir trajedidir o Hâkka? demektir.
3.
Şu
âyet de onun korkunçluk ve dehşetini vurgular: O Hâkkanın ne olduğunu
kavramanı sağlıyarak sana kim bildirdi?. Bu âyetin başındaki da bir
önceki âyette olduğu gibi soru için olup mübtedâdır. Dirâyet kökünden
türetilen "bildirdi" fiili haber; Peygambere hitap eden ikinci şahıs
zamiri "sana", bu fiilin birinci mef'ulü (tümleci), nedir o Hakka?"
cümlesi ise yine aynı fiilin ikinci mef'ûlü (tümleci)dir. Yani o hâkka
öyle büyük, öyle dehşetli bir trajedidir ki onun şiddet ve dehşetinin
büyüklüğü yaratıklardan birinin kavrayış ve zekasıyle, tahmin ve
takdiri ile bilinemez. Kimsenin tasarı ve kavramasına sığmaz. Onun ne
olduğunu, fiilen meydana gelmesi anlatır. Meydana gelmesi de önceden
kavrama ile değil, ancak Allah tarafından haber verilmek ve nakledilmek
suretiyle bilinebilir. Bundan dolayı sen de onu bilgi ve kavrayışınla
değil, yüce Allah tarafından Peygamber olarak gönderilmekle bilip haber
vereceksin. Fakat onun hakikatı ve büyüklüğü, meydana gelmeden önce
tasarı ve düşüncelere sığmayacağı için haber vermekle de kavranamaz.
Ancak detayını araştırmaksızın verilen habere îman edilmek suretiyle
rivayet yoluyla bilinir. Bu nedenle habere inanmayanlar onu sadece akıl
ve zeka ile kavrıyamadıklarından dolayı "kuruntu, masal, boş inanç,
şiir, uydurma, aldatma" diye türlü sözlerle yalanlamaya kalkışırlar.
Böylelerine verilecek en güzel öğüt de, akılların tahmin ve takdirine
sığmaz dehşetli ve korkunç halleri ile meydana gelmesi öteden beri
kulaklara küpe, dillere destan olmuş, geçmiş olayların haber verilip
hatırlatılmasıyla geleceğin aday olduğu birtakım tehlikeleri bir
dereceye kadar olsun sezdirmektir.
4.
Bu
akıl ve zeka ile bilinemeyeceğinden ve habere inanmadıklarından dolayı
Semûd ve Âd kavimleri, "olmaz öyle şey" diye yalanladı, o olacak
Kâria'yı.
KÂRİ'A,
lügatte, insanların başlarına çarpan beyinlerinde patlayan olay demek
olup el-Kâria sûresinde açıklanacağı gibi insanların çırpınıp yayılan
kelebekler; dağların atılmış renkli yünler gibi olacağı zamana işaret
etmek üzere kıyamet gününün bir ismi ve Hâkka'nın bazı halleridir ki
adı geçen kavimlerin yok olmalarında bundan birer küçük örnek vardır.
Onlar yalanladılar da ne oldu. Semud'a gelince, bunlar Tâgiye ile yok
oldular.
5.
Tâgıye; taşan, haddini aşan olay demek olup taşkınlık mânâsına da
gelir. Onların başına gelen Tâgiye Hûd sûresinde "O zulmedenleri ise
korkunç bir gürültü yakaladı."(Hud, 11/94) buyrulan sayha yani korkunç
gürültüdür. Hâmim secde ve Vezzâriyat sûrelerinde geçen da bununla
tefsir edilmiştir.(Fussilet, 41/13; Zâriyat, 51/44) A'raf sûresinde
"Bunun üzerine onları şiddetli bir sarsıntı yakaladı." (A'raf, 7/78,
91, 155) buyurulan "racfe", o korkunç gürültü ile gelen sarsıntıdır.
6-7-8.
Rîh-i sarsar, şiddetli sesle gürleyen veya çok soğuk fırtına ile,
azgın, büker büker atar, karşı konulup geri çevrilemez, kurtulma çaresi
yok. Husûm, uğursuzluk ve bir işi devamlı yapmak mânâlarında mastar
olduğu gibi bir de "kesip atan" mânâsına gelen hâsim kelimesinin
çoğuludur. Hasm, bir şeyi kökünden kesmek ve bir hastalığı kökünden yok
etmek için ard arda dağlamak, peşpeşe yakmak mânâlarına gelir. Burada
bundan istiâre edilmiş olduğunu söylemişlerdir ki, "köklerini kesmek
için devamlı olarak" demek olur. Nitekim Kamer sûresinde, "Uğursuzluğu
devamlı bir günde" (Kamer, 54/19) şeklinde geçmişti. Bundan başka Hâmim
secde'de "Uğursuz günlerde."(Fussilet, 41/16) buyrulmasına tam
anlamıyla uygun olmak üzere bazıları da, "husûmen"in uğursuzluk demek
olduğunu söylemişlerdir. Bu da, "köklerini kesecek, hiç hayırlarını
bırakmıyacak derecede uğursuz" mânâsını ifade eder. Bazıları da,
"husûmen" kelimesinin bir mastar olarak sebep bildiren mef'ûl (tümleç)
olduğu, yani "köklerini kesmek için" demek olduğu kanâatine
varmışlardır. Kocakarı soğuğuna yani rûmî şubatın 26'sından itibaren
yedi gün süreyle esen şiddetli soğuklara "husum fırtınası", ve "husum
günleri" denilmesi dilimizde yaygındır. (Kamer sûresine bkz.). Bu
kelime, Sarî'in çoğuludur. Sarî, çarpılıp yere yıkılmış, burada "yok
olmuş" demektir.
9-10-11.
Ve Firavun'dan öncekiler, ta Nûh kavmine kadar varan önceki asırlar.
Burada özel olarak zikirden sonra bir genelleştirme vardır. Zira önce
Âd ve Semûd kavimleri özel olarak zikredilmiş, sonra "Fir'avun'dan
öncekiler" denilerek bir genelleme yapılmıştır. "Firavun'dan öncekiler"
sözü içine daha önce adları geçen bu iki kavim de girer. Lût kavminin
köyleri Burada maksat, o köylerin halkı olan Lût kavmidir. Bu da genel
bir zikirden sonra özel olarak zikirdir. İfadenin bu şekilde altüst
edilerek dalgalandırılması söz konusu olan Hâkka ve onun sebebi olan
isyanların manzaralarını hatırlatmak için ne kadar düzgün ve fasihtir.
Hata ile. Hâtie, kasten yapmanın zıddı olan hata değil, doğrunun zıddı
olan hata, suç ve cinayet işlemektir ki, bu hata da sözü geçen
yalanlama cinayetidir.
Gittikçe
artan, çoğalan, onların isyanlarının artması oranında şiddeti artan
ezici bir yakalayış. O su taştığı vakit. Yani Nûh tufanı zamanında.
Sizi biz taşıdık. Yalanlayan diğerlerinin kökünü keserken sizin
kökünüzü kesmedik de iman eden atalarınızın bellerinde sizi taşıyarak
koruduk. O akıp giden gemide. "Gemi, dağlar gibi dalga içinde onu
götürürken.."(Hud, 11/42) âyetinin mânâsına göre, o akıntı içinde giden
gemide. Başında bulunan belirlilik takısı in ahd için olmasıyle
"el-Câriye", Hz. Nûh'un gemisidir. Örfle mutlak gemiye de cariye denir.
Nitekim; "Bir gemi içinde doksan kız" demektir. Bununla birlikte burada
yalnız "el-Câriye" denilmesinde onunla beraber bu söze muhatap olan
kişilerin o vakit orada atalarının döllerindeki bir akıntıda korunmuş
bulunduklarına da, dolaylı yoldan, bir işaret vardır. Yani o vakit o
akıntıda sizleri taşıyıp koruyan gemi değil, biz idik. Gemi, bizim
gücümüzü göstermek için gerçek olmayan, gösterişte var olan bir
sebepti. Ona yüklemenin manevi sebebi de iman idi. Bunun gerçek
yapıcısı ise biz idik.
12.
Biz o işi, o gemiyi yaptırıp suyu tufan haline getirip kâfirleri
boğmaktan ve müminleri ona bindirerek korumaktan ibaret olan o işi şu
hikmet için yaptık: O olayı sizler için, yani o vakit helâk edilmeyip o
şekilde kurtarılmış olan insanlar ve nesilleri için bir hatırlatma,
unutulmayıp anılacak, önünde ve sonunda bizim gücümüzü, hikmetimizin
eserini, gücümüzün şiddetini ve merhametimizin enginliğini, kendinizin
gerçek esenliğine sebep olan şeyleri, imanın faydasını, Allah'a karşı
gelmenin zararlarını, ilerisi için korunmanın meyvelerini, azabın
şiddetini düşündürecek bir nasihat, bir öğüt, bir ibret ültimatomu
kılalım da, görenler görmeyenlere, duyanlar duymayanlara anlatsın,
haber versin. Çünkü o yalnız akılla bilinir şeylerden değildir. Ve
belleyici kulaklar onu bellesin, dinlesin, bellesin ve gereği ne ise
onu yapsın, kaybetmeyip ilerisi için yararlansın. Kendilerini vaktiyle
biz o akıntıda nasıl taşımışsak, o da aynı şekilde bunu taşısın da
sonrakilerin yararlanması için yayılmasına sebep olsun. Bellemeyerek
yalanlayan kulaklar da cezalarını çeksin.
13.
Çünkü "Sûr'a üfürülünce..." 'den buraya kadar olan açıklamalar öyle
hatırlatma kabilinden olan küçük kıyametler demek olup bundan itibaren
Büyük Kıyamet olan Hâkkâ'nın açıklanmasına başlanıyor. Sûr'a üfürme
hakkında Neml Sûresi'nde "O gün Sûr'a üfürülecek, göklerde ve yerlerde
olanlar korku içinde kalacaklar. Ancak Allah'ın diledikleri hariç."
(Neml, 27/87) âyeti ile Zümer Sûresi'ndeki "Artık Sûr'a üfürülmüştür de
Allah'ın diledikleri hariç olmak üzere, göklerde kim var, yerde kim
varsa hepsi ölmüştür. Sonra Sura tekrar üfürülmüştür. Bu defa
kalkmışlar, bakınıp duruyorlar." (Zümer, 39/68) ayetinin tefsirine bkz.
İlâhî
kudretten bir tek üfürme. Bundan açıkça anlaşılan ilk üfürmedir ki
ikinci veya üçüncü üfürme daha sonraki aşamalarda demek olur.
Üfürmenin, Zümer sûresindeki âyete bakarak "nefha-i sa'ık" yani ölüm
üfürmesi ve "nefha-i kıyam" yani kalkış üfürmesi diye iki olduğu
görüşünde olanlardan bazıları İbnü Abbas'tan rivayet olarak buna ilk
üfürme yani yıkım üfürmesi demişler; bazıları da, birkaç âyet sonra
gelen "o gün arzolunursunuz" ipucu ile ikinci üfürme demişlerdir. Fakat
ilk üfürmeden sonra başlayan vaktin uzun bir vakit mânâsına birgün
sayılması itibariyle ikinci üfürmenin de yine bu uzun gün içinde arz
için yapılmasına engel değildir. Daha önce Neml sûresindeki âyeti de
ayrıca göz önünde bulunduranlar ilk üfürme korku, ikinci üfürme yıkım,
üçüncü üfürme kalkış ve arz üfürmesi olmak üzere üç üfürme saymışlar ve
bunlardan da bazıları bunun ikinci üfürme olduğunu söylemişlerdir.
Bununla beraber bunun ilk üfürme olup,
14.
"Yer ve dağlar kaldırılıp da" "Oysa o dağlar bulut geçer gibi
geçer."(Neml, 27/88) âyetlerinde olduğu gibi korku zamanını;
"Birbirlerini ezecek şekilde bir çarpılış çarpıldıklarında" âyetinde
ölüm ve yıkım zamanı olan ikinci üfürmeyi; bu sûrenin 18. âyeti olan "O
gün arzolunursunuz" meâlindeki âyetinde ayağa kalkış, yayılma, durma ve
hesap zamanında olan üçüncü üfürmeyi ifade etmiş olması ve ilk
üfürmenin, hepsinin başlangıcı olması ve hepsi "kün" (ol) emrine göre
meydana gelmiş olması sebebiyle "bir üfürme denilmiş olması akla daha
yakındır Bir defa üfürülüp Ve yer ve dağlar hamlolunup da... Haml;
yüklenip kaldırmak ve taşımak, yüklemek ve yükletilmek anlamlarına
geldiği göz önüne alındığında yer ve dağların hamlolunması;
yüklenilmesi, aşağıdan yukarı yerlerinden oynatılıp kütle kütle
ayrılarak kaldırılmaları yahut yerin yükünün ağırlığı üfürme ile
şişirilip doyum haline getirilerek aşağıdan yukarı içinden püskürtülüp
lavlar fışkırarak patlıyacak bir duruma getirilmeleri demek olabilir
ki, birincisinde patlama olmuş, ikincisinde ise henüz olmamış fakat
olmak üzere zelzeleler, korku ve heyecan başlamış bulunur. Burada yer
ve dağların karşılaştırılması gösteriyor ki, yer ile, bütün yer küresi,
üzerindeki yükseklikleri, baskıları, eğrilikleri ve yerin direkleri
konumunda olan dağların dışında kalarak çiğnenmekte olan alt tabakaya
işaret edilmek istenmiştir. Bunda meselenin asıl konusu, insanları
bekleyen son açıklanarak, hükmeden ve hükmedilen konumlarında olan
insanlık sınıflarının birbirlerine karşı durumlarına, dolaylı yoldan,
işaret edilmiş olmasıdır. Bu ikisi yani yer ile dağlar bir üfürme ile
böyle yüklenip karşılaştırılıp arkasından birbirlerini ezecek şekilde
bir çarpılış çarpıldıkları vakit ki bunda her iki kütleye verilmiş olan
üfürmenin derecesine göre üç ihtimal vardır:
BİRİSİ:
Yer kütlesi, "Yer dehşetli bir sarsılış sarsıldığında" (Vâkıa, 56/4)
âyetinin mânâsı üzere sarsılmış da sarsılmış, depreme tutulmuş titriyor
da titriyor olmakla beraber, yer kütlesinin çarpışmada daha kuvvetli
gelmesi durumudur ki, bundan dağlar "Dağlar bir serpilişle serpilip toz
duman olunca"(Vâkıa, 56/5-6) âyetinin ifade ettiği gibi havaya uçurulup
serpilmiş toz duman halinde uçuşup döşenen zerrelere dönmüş ve "O gün
yer ve dağlar sarsılacak, bütün dağlar erimiş bir kum yığını
olacaktır." (Müzzemmil, 73/14) âyetine göre, yer titriyor, çalkalanıyor
da çalkalanıyor, dağlar ise potada eriyip akan kum yığını gibi erimiş,
akmış; "Böylece onları dümdüz boş bir halde bırakacak, onlarda ne bir
iniş ne de bir yokuş göremeyceksin." (Tâhâ, 20/106, 107) âyetinin açık
mânâsına göre neticede o dağların yeri dümdüz, engin ova haline gelmiş,
yer var fakat yeryüzünde ne iniş yokuş, ne tepe, ne eğrilik görünmez
olmuş, etrafını sade bir sis, bir duman sarmış bulunur. Birçok tefsirci
bu âyetleri delil göstererek bu şekilde mânâ vermişlerdir. Bunda
yeryüzünde yine bir hayatın varlığı düşünülebilir.
İKİNCİSİ:
Yeryüzüne yapılan üfürme daha çok, yeryüzünün alt ve üstten karşı
karşıya kaldığı sıkıştırma daha şiddetli, sarsıntı ve patlamanın onun
içinden başlamış olması sebebiyle çarpışmada yeryüzü daha evvel
dağılmış, bu yönden dağların galip gelmiş olma ihtimalidir ki bu
surette de dağlar yerinden oynamış, oturup dayandığı yeryüzü kalmamış
olacağı için dağlar da o patlama ve çarpışma neticesinde eriyip akarak
hepsi un, hepsi dağılmış zerreler, bütün yeryüzünün bulunduğu yer
dümdüz bomboş bir alana dönüşmüş, ufukta uzay boşluğu yarılmaya hazır
bir bulut, bir sis halinde sarkmış bulunur.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Yeryüzü ve dağların ikisine de verilen kuvvet eşit gelerek çarpışmada
ikisi birden erimiş ve yine aynı sonuç meydana gelmiş bulunur ki,
birçok tefsirci de bu şekilde mânâ vermişlerdir. Yerçekimi ile ilgili
olan yıldızlar sisteminin de bu sırada ahenkleri ve genel uyumları bir
değişikliğe ve karmaşıklığa düşmüş "O gün yeryüzü, yeryüzünden başka
bir şeye, gökler de başka şeylere çevrilecek, insanlar herşeye hakim
olan Allah'ın huzuruna çıkacaklar."(İbrahim, 14/48) âyetinin sırrı
ortaya çıkmaya başlamış olur. Müzzemmil Sûresi'nin az önce geçen,
"Dağlar erimiş bir kum yığını olacak." (Müzzemmil, 73/14) meâlindeki
âyeti birinci mânâda; Fecr sûresindeki "Arz, çarpıla çarpıla toz duman
edilince." (Fecr, 89/21) âyeti de üçüncü mânâda açıktır.
Bir
de dekk ve dekke yumuşak ve düz yere ve kumluğa denilir. Aynı şekilde
dekke, dükkana yani kapı önünde oturmak için üstü bir yüzey halinde
düzeltilmiş tümsek ve taraça ve teras gibi yapıya denir. Dekk etmek
mastarı da duvar gibi yüksek bir şeyi alçaltmak ve düzeltmek için vurup
yıkarak kırıp dökmek ve dekk etmek gibi döğüp ezmek ve bir şeyin
girinti ve çıkıntısını, pürüzünü düzeltmek için ezerek veya sürterek,
eğeleyerek veya çukurlarını doldurarak herhangi bir şekilde düzlemeye
denilir ki bunlar birbirlerinin gereği gibidir.
Bazıları
da şöyle der: Dekk, dakk'tan daha incedir.
Dekk'te,
bir bütünü meydana getiren kısımlar tamamen dağılıp düzlenir; dakk'ta
ise, bütünü meydana getiren kısımlar parçalanma halinde irili ufaklı
olabilir. Bu fiillerden dekke-i vâhide, bir kere oluş bildiren mastar
olup bir vurup yıkış, bir eziş, bir düzeltiş mânâlarını ifade eder.
Bunun herbirinin de anlatılan üç mânâdan herbirine göre bir uygunluk ve
ilgisi vardır ki,
BİRİNCİSİ,
bir vuruşla dağların yıkılıp hepsinin bir düzeye indirilmesi,
yeryüzünün deniz yüzeyi gibi dümdüz edilmesi.
İKİNCİSİ,
birbirlerine çarptırılmak suretiyle ikisinin de aynı düzeyde yıkılıp
bir hurda yığını haline getirilmesi.
ÜÇÜNCÜSÜ,
de yine bir vuruşla ikisinin birden yok edilip yerlerinde hiçbir şey
bırakılmayarak uzayın düpedüz açılması mânâlarıdır.
Bunlardan
en açık olanı birincisidir ve aynı zamanda bunlar hep insanlarla
ilgileri bakımından haber verilmekte olduğu için yeryüzü ve dağların bu
halinden, "zikr-i mahal irade-i hal" yani "bir yeri söyleyip orada
bulunanı kastetme kabilinden, üzerinde bulunan çeşitli sınıflardaki
insanların çarpıştırılması suretiyle yeryüzünün düzlenmesi mânâsını da
hissettirmiş olurlar ki Neml ve Zümer sûrelerinde geçen "Allah'ın
diledikleri hariç."(Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının dış
görünüşü de bunu gösterir. Bu mânâların bir özelliği göz önüne alınarak
düşünüldüğü takdirde de önceki milletlerin misallerinde geçtiği üzere,
kıyametin küçüğü, ortancası, büyüğü ve daha büyüğü olarak bütün
mertebeleri düşünülmüş olur. Bununla beraber âlimlerin çoğunluğu "Onun
zatından başka herşey yok olucudur." (Kasas, 28/88) âyetini ölçü alarak
hepsini fenâyı küllî yani tamamen yok oluş açısından düşünmüşlerdir.
15.
İşte o gün o birtek vurup yıkışın olduğu ikinci
üfürme meydana geldiği
vakit, Vâkı'a olmuş yani en büyük bela olan Kıyamet kopmuş, "Onun
meydana gelmesini yalanlayan yok. O alçaltıcı ve yükselticidir."
(Vâkıa, 56/2, 3) sırrı ortaya çıkmış, Allah'ın diledikleri hariç olmak
üzere aşağıda ve yukarıda bulunan kimselerin hepsi bir baygınlıkla
yıkılıp serilmiştir.
16.
Gök de çatlamış yarılmıştır. O da bugün pörsümüş sarkmıştır. Allah en
iyisini bilir ya, "O gün gök bulutla yarılır ve arkasından melekler
arka arkaya indirilir." (Furkan, 25/25) sırrı ortaya çıkmış, güneş ve
ay tutulmuş, yıldızlar gözden kaybolmuş, gök henüz dürülmemiş fakat
gamlı, kederli, puslu bir yüz, hüzün veren bir bulut görüntüsü ile
yarılıp etekleri sarkmış
17.
Melek de onun etrafı üzerinde göğün yarılmasından korkarak yarılan
kısımlardan etrafa, yarılmayan yönlere doğru çekilmiş; yahut yarılan
kısımdan açılan kenarlar üzerinde saf saf dizilmiş, yahut yeryüzünün
kenarlarına saf dizilmiştir.
Ercâ,
asâ kalıbında kısa elifle yan ve kenar mânâsına olan "recâ" nın çoğulu
olup yanlar ve kenarlar demektir. Ercâihâ, onun yan tarafları ve
kenarları mânâsına gelir.
Melek,
yani bu ad ile bilinen melek cinsi, çünkü biraz sonra gelecek olan
"Onların üzerinde" zamiri bunun mânâ bakımından çoğul olduğunu
gösteriyor. Bakara Sûresi'nde de geçtiği gibi Melek ile Melâike'nin bir
farkı olup olmadığı hususunda birkaç görüş vardır. Zemahşerî ve daha
bazı âlimler "melek, Melâikeden daha geneldir" derler. Ebu Hayyan da:
"Melek cins isimdir. Bununla Melâike kastedilir. Bunun Melâikeden daha
genel olduğu açık değildir." der. Zemahşerî'nin maksadı Melek kavramı
Melâike kavramından daha genel ve kapsamlı demek midir? Yoksa "tekilin
kapsamı daha geniştir" kuralınca ifade ettiği mânâda daha kapsamlı
demek midir? Tefsirinde işin bu yönü açık değildir. Fakat tefsirinde
gösterdiği delil ikincisini kastettiğine ve bundan dolayı burada
denilip, denilmediğine, dolaylı yoldan işaret ediyor. Ebu Hayyan da
buna ilişmiş, fakat nükteyi söylememiştir. Melek tekil ve cins ismi,
Melâike çoğuldur. Bununla beraber Melâike de tekil gibi cins isim
yerinde kullanılmıyor değildir. Bu iki kelimenin mânâ ve türeme
bakımlarından farklarına gelince, birçok âlim şöyle demiştir: Melek
ismi, başındaki mim fazladan olarak "Me'lek" veya onun harflerinin yer
değiştirmesiyle söylenen "Mel'ek" kelimesinin hafifletilmiş yani
hemzesi atılarak okunmuş şeklidir. İkisinin de çoğulu "Melâik" ve
"Melâike" gelir. Melek aslında risalet ve sefaret yani elçilik demek
olup eleke (mastarı ülûk gelir) veya el'eke fiilinden mastar ismi veya
mimli mastar, fiilin işlendiği yeri ve zamanı gösteren bir isim
kalıbıdır. Yüce Allah'tan gelen elçi mânâsına isim yapılınca hemze
atılarak melek, yahut hemze ile "lâm"ın yeri değiştirilerek "mel'ek"
denilmiş, "melâik" şeklinde çoğul yapılmıştır. Bununla beraber
Kur'ân'da hiç "mel'ek" kelimesi yoktur. Çoğullar kelimenin aslını
göstermesi itibariyle "Melâike"nin tekili bu şekilde takdir edilmiştir.
Buna göre melek ve melâike tekil ve çoğul demek olup hepsinde de yüce
Allah tarafından verilmiş bir elçilik mânâsı vardır demek olur.
Bazıları
da "melek kelimesi, başında mim asıl harflerinden olmak üzere mülk ve
melekût maddelerinden "kuvvet" mânâsınadır" demişlerdir. Çoğulu "emlâk"
veya kural dışı olarak "melâik" olabilir. Buna göre ikisi bir kavramda
birleşebilirse de "melek"te bu kuvvet mânâsı; "melâike"de önceki
elçilik mânâsı daha açık görünür. "Melek, melâikeden daha geniş
kapsamlıdır." denilmesinin sebebinin de bu olması düşünülebilir. Her
melâike melektir, kuvvettir. Fakat her meleğin melâike olması gerekmez.
Elçilik görevi yapmayan melekler de vardır. Fakat Ragıb Müfredât'ında
şöyle der: "Nahivciler melek lafzını melâike lafzından kılmışlar ve
başındaki mimin fazladan olduğunu söylemişlerdir. Araştırmacı bazı
âlimler ise onun mülk kelimesi ile aynı kökten olduğu kanaatına
varmışlar ve şöyle demişlerdir: Melâikeden yönetim ve idare ile ilgili
bir şeyle görevlendirilene melek denir. İnsanlardan ise bu şekilde bir
görev alanlara melik denir. Her melek melâikedir, her melâike melek
değildir. Melek, "Yemin olsun işleri yönetenlere."(Nâziat, 79/5)
"İşleri bölenlere yemin olsun." (Zâriyat, 51/4), "Canları boğarcasına
şiddetle çekip alanlara yemin olsun." (Nâziat, 79/1) gibi âyetlerle
işaret olunandır. Ölüm meleği de bundandır. "Melek onun etrafı
üzerindedir.", "Babil'deki Hârut ve Mârut isimli iki meleğe." (Bakara,
2/102), "Sizin canınızı almaya vekil kılınan ölüm meleği." (Secde,
32/11) buyrulmuştur. Rağıb bu araştırmayı beğenmiş görünüyor. Bu
ifadeden şunları anlıyoruz. Nahivcilere göre Ebu Hayyan'ın dediği gibi
Melek ve Melâike'nin anlamda eşit olması gerekiyor. Meleğin melâikeden
daha geniş kapsamlı olduğuna işaret yoktur. Aksine araştırma sonucu
gösteriyor ki melek melâikeden daha özel, melâike melekten daha
geneldir. Çünkü melek, melâikenin idare ve yönetimle ilgili bir işi
üzerine alan özel bir bölümüdür diyen var. Bunu anlatırken "Her melek
melâikedir, fakat her melâike melek değildir." cümlesinde melâike
kelimesi de melek gibi tekil makamında kullanılmıştır. Neticede buna
göre bu âyette denilmeyip "Melek onun etrafı üzerindedir." buyrulması
Zemahşerî'nin gösterdiği gibi Melek melâikeden daha kapsamlı olduğu
için bir genelleme için değil, "ölüm meleği" ve "işleri yönetenler"
gibi, bunların özel bir işle görevlendirilenlerini göstermek için demek
oluyor. Zira o sırada Melâike de ölüme yakalanıp "Allah'ın diledikleri
hâriç." (Neml, 27/87; Zümer, 39/68) istisnasının kapsamına girenler
kalacaktır. Ve üstlerinde o gün Rabb'ının Arş'ını sekiz (melek) taşır.
Bunlara (Hamele-i Arş" yani "Arş'ı yüklenenler" denir. Burada "sekiz"i
açıklayan kelime söylenmemiş, sekizin neden ibaret olduğu açıkça
belirtilmemiştir. İlk akla gelen, o meleklerin üstünde sekiz melek,
sekiz taşıyıcı mânâsında olmasıdır. Dahhâk'ten "sekiz saf" diye,
Hasen'den de "sekiz şahıs mı, sekizbin mi, sekiz saf mı, sekizbin saf
mı bilemiyorum." şeklinde rivayet edilmiştir. "Onların üstünde"
terkibinde geçen zamir, âyetinde geçen Melek kelimesinin yerini tutar.
Onun lafız itibarıyla tekil olsa dahi mânâ açısından çoğul, yani bir
tek melek değil, melek cinsi yahut bütün melekler demek olduğunu
gösterir. Bazıları bu zamirin Arş'ı taşıyanların yerini tuttuğunu
söyleyerek terkibine "Arş'ı
taşıyanların üstün, de" mânâsını vermişlerdir. Bazıları da, "bu,
âlemlerin üstünde demektir" demişlerdir. Abd b. Humeyd'in Seleme'den
rivayet ettiğine göre İbnü İshak şöyle demiştir: Hz. Peygamber
(s.a.v)'in şöyle buyurduğu bize ulaştı: Onlar, yani Arş'ı taşıyanlar
bugün dörttür. Kıyamet günü geldiğinde yüce Allah onları diğer bir dört
ile destekleyecek, sekiz olacaklar."
Arş'ı
taşıyanların nitelik ve şekillerine dair çeşitli rivayetler vardır.
Tirmizi, Ebu Dâvud ve İbnü Mace'nin Hz. Abbas'tan rivayet ettikleri,
"uylukları gökler kadar uzun dağ keçileri suretinde sekiz melek" haberi
ve bazılarının naklettikleri "dört yüz" haberi bu cümledendir. Ebu
Hayyan bunların sahih olmadığı görüşünü benimseyerek şöyle demiştir: Bu
sekiz'in nitelikleri hakkında birbirine uymaz çelişkili şekiller
söylenmiştir. Biz onları anlatmaktan vazgeçtik."
Bütün
dünya ve ahiret âlemini kuşatan Arş ve Kürsi'ye dair Âyete'l-Kürsi'de
ve A'râf ve Hûd surelerinde geçen "istiva âyeti"nde ve daha bazı
yerlerde söz edilmişti. Burada da bir tasavvuf seyranı olmak üzere
anlayışı iyi olanların şunu inceleyip üzerinde düşünmekle ufuklarının
açılacağını zannediyorum. Muhyiddin-i Arabi "Fütuhat-ı Mekkiyye" adlı
eserinin "Arş'ın taşıyıcıları"na dair olan onüçüncü bâbında şu anlamda
bir nazım ile söze başlayarak,
"Arş
ve onu taşıyanlar, vallahi Rahman ile yüklüdür
Ve bu
görüş, akla uygundur.
Yoksa
yaratıkların ne gücü ve kudreti olur,
O
olmasa? Akıl da böyle diyor, Kitap da
Cisim,
ruh, rızık ve mertebe
Burada
senin sıralamandan başka bir açıklama yok.
İşte
Arş odur, şeklini inceleyip araştırabilirsin
Ve
Rahmân ismiyle istiva eden, ümit edilendir.
O
taşıyıcılar sekizdir, onları Allah bilir.
Bugün
ise dörttür, buna "niçin" yoktur.
Muhammed,
sonra Rıdvan ve Mâlik,
Ve
Âdem ve Halil, sonra Cibrîl.
Mikâil'e
İsrafil'i de ilave et tam
Sekiz
alnı açık, yüzü pak, geceyi aydınlatan".
Der
ki: Allah sana destek versin ey samimi dost! İyi belle. Arap dilinde
Arş kelimesi söylenir de bununla mülk kastedilir. Bir hükümdarın
mülküne zarar gelince, "Hükümdarın mülkü sakatlandı." denir. Bir de Arş
denir, bununla taht kastedilir. Arş, mülk mânâsına alındığı takdirde
onun taşıyıcıları onu ayakta tutanlardır. Arş'tan maksat taht olduğu
takdirde de onun taşıyıcıları, üzerine tahtın oturmuş olduğu ayaklar
yahut taht sırtlarına yüklenenlerdir. Arş'ı taşıyanlar sayı ile ifade
edilir. Allah Resulü (s.a.v) onların cümlesini dünyada dört, Kıyamette
sekiz saymıştır. Hz. Peygamber (s.a.v) bu âyetini okumuş, sonra
demiştir ki "Onlar bugün dörttür. Yani dünyada dörttür. Ahirette ise
onlar sekizdir." Bize tarikat ehli kişilerin ilim, hal ve keşif
bakımından en büyüklerinden olan İbnü Meysere-i Cili'den şu şekilde
rivayet olundu: Taşınan Arş mülktür ve o, cisim, ruh, gıda ve mertebeye
tahsis edilmiştir Adem ve İsrafil Sur için, Cibril ve Muhammed ruhlar
için, Mikail ve İbrahim rızıklar için, Malik ve Rıdvan vaad ve tehdit
içindir. Mülkte de ancak bunlar vardır. Erzak demek olan gıdalar hissî
ve manevîdir. Biz bu hususta sadece bir vecih yani bir izah tarzını
anlatacağız ki o da mülk mânâsına olandır. Çünkü bunda onunla ilgili
birçok fayda vardır. Arş'ın taşıyıcıları, onun idaresi ile görevli
olanlardır. Onun maddi biçimi veya nurlu görüşü ve maddi biçimini idare
eden ruhu ve nuranî görünüşünü idare eden ruhu, maddî şeklin rızkı olan
gıdayı ve ruhlar için ilim ve bilgi gıdasını, cennete girmekle
mutluluğa ve cehenneme girmekle mutsuzluğa dair hissi mertebeyi ve ilmi
ve ruhî mertebeyi düzenler. Dolayısıyla bu konu dört mesele üzerine
kurulmuş olmaktadır. Birinci mesele suret ve biçim, ikinci mesele ruh,
üçüncü mesele gıda, dördüncü mesele mertebedir ki amaç budur. Bunlardan
her mesele de iki kısma ayrılarak sekiz olur. İşte bu sekiz, mülk
Arş'ının taşıyıcılarıdır. Yani bu sekiz ortaya çıkınca mülk de ortaya
çıkar ve bulunur. İbnü Meysere-i Cili, Melik onun üzerine istiva eyler
dedikten sonra bu meseleleri birer birer açıklayıp nihayet dördüncü
meselede şöyle demiştir: Yüce Allah her âlem için bir mutluluk ve
mutsuzlukta bir mertebe ve derece kılmıştır ki bunlar açıklamakla
bitecek gibi değildir, mutluluğu da ona göredir. İstenilen gayeye
ulaşılmakla elde edilen mutluluk vardır, kemâl derecesine ulaşılmakla
elde edilen mutluluk vardır, insanın mizacına uygun olan mutluluk
vardır, şeriata uygun mutluluk vardır. Mutsuzluk da bu şekilde
kısımlara ayrılır; maksada uygun olmaz, kemâle uygun olmaz, mizaca
uygun olmaz, ki gayr-i mülayim denilen mutsuzluk budur, şeriata uygun
olmaz. Bunların hepsi ya hissedilir veya aklen bilinir. Hissedilenler,
mutsuzluk yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki elemler ve mutluluk
yurdu ile ilgili dünya ve ahiretteki lezzetlerdir. Bunların da saf
olanı vardır, karışık olanı vardır. Saf olanı ahiretle, karışık olanı
dünya ile ilgilidir. Mutlu mutsuz şeklinde, mutsuz da mutlu şeklinde
görünür, sonra ahirette hangisinin mutlu hangisinin mutsuz olduğu
ortaya çıkar. Bazan dünyada bedbaht ve mutsuz kişi mutsuzluğu ile
ortaya çıkar ve ahirete de mutsuzlukla gider. Mutlu da öyle. Fakat
bunlar bizce mechuldür, bilinmezler. Ahirette kimin ne olduğu belli
olur. Nitekim yüce Allah, "Ey günahkârlar! Bugün müminlerden
ayrılın"(Yasin, 36/59) buyurmuştur. İşte o vakit mertebeler sahiplerini
öyle bulur ki, artık ne kesinti olur, ne de değişim. Bu açıklamalardan
sonra Arş dediğimiz mülkün tamamı demek olan sekizin anlamı anlaşılmış
olur. Bu sekiz, yüce Allah'ın nitelendiği sekiz ölçü ile ilgilidir ki
bunlar hayat, ilim, kudret, irade, kelam, semi, basar ve tekvin
sıfatlarıdır. Mülk de bu sekiz ölçü ile sınırlanmıştır. Bunlardan
dünyada görünenler dörttür: Suret, gıda hissi, mutluluk hissi
mertebesi, mutsuzluk hissi mertebesi, şakavet hissi mertebesi kıyamet
günü ise sekiz tamamıyla ortaya çıkar âyetinin mânâsı budur. Hz.
Peygamber (s.a.v) de: "Onlar bugün dörttür.. " demiştir. Bunlar, Arş
kelimesinin "mülk" ile tefsir edilişine göredir. Taht mânâsında olan
Arş'a gelince: Yüce Allah'ın birtakım melekleri vardır ki onu
sırtlarında taşırlar. Onlar da bugün dörttür, yarın mahşer yerine
götürmek için sekiz olacaklardır. Bu dört taşıyıcının şekil ve simaları
hakkında da İbnü Meysere'nin görüşüne yakın haber dahi gelmiştir. Söz
konusu haberde şöyle denilmektedir: "Birincisi insan şeklinde, ikincisi
arslan şeklinde, üçüncüsü kartal şeklinde, dördüncüsü öküz
şeklindedir." Bu, işte Sâmiri'nin görüp de Musa'nın ilâhı diye hayal
ettirdiğidir ki, o kavmine bir buzağı heykeli yapmış ve "bu, işte sizin
ilâhınız ve Musa'nın ilâhı" demişti. Kıssayı biliyorsunuz. "Allah hakkı
söyler ve doğru yola o ulaştırır."
Yine
Şeyh şöyle der: "Arş'ın bir ayağı haber, bir ayağı hükümdür." O bu
sözüyle Ayete'l-Kürsi'de geçtiği üzere Hasen'den rivayet olunan,
"Kürsî, iki ayağın konulduğu yerdir." sözünün bir yorumuna işaret
eylemiştir. Mertebeleri açıklaması, sekiz taşıyıcının yüce Allah'ın
sekiz zatî sıfatı nisbetiyle ilgisine dair olan ifadesi dikkat çekici
olmakla beraber, sûrenin başında hatırlatıldığı gibi akılla
bilinemeyecek olan bu konuda en doğrusu yine kendisinin dediği gibi
"Allah bilir." deyip haber sınırını aşmamaktır. Mirac hadislerinde
makamı birinci gökte gösterilen Âdem'i Arş'ı taşıyanların arasında
sayması garib görünür. İbnü Ebi Hatim'in İbnü Zeyd kanalıyla Hz.
Peygamber (s.a.v) 'den rivayet ettiği hadiste Arş'ı taşıyanlar arasında
İsrafil (a.s)'den başkasının ismi söylenmemiş, ayrıca Mikail'in Arş'ı
taşıyanlardan olmadığı nakledilmiştir. Dolayısıyle İsrafil ile birlikte
Mikail, Cebrail ve Azrail'in Arş'ı taşıyan meleklerden olduklarını zan
ve iddia edenlerin güvenilebilir bir haberle bunu kanıtlamaları
gerekir. "Bu konuda rivayet edilen haberlerin çoğu güvenilebilir
nitelikte de değildir." denildiğine göre, isimleri sayma yönüne
gitmeyip onları Allah bilir diyerek Allah'a havale etmek elbette sağlam
olur. Onun için bizim bu âyetlerden anlayabileceğimiz en açık mânâ
şudur: Bu âyet, o gün yüce Allah'ın ululuk sıfatıyle tecelli edeceğini
açıklamaktadır. Nitekim sûrenin sonu da azim yani ulu ismiyle son
bulacaktır.
18.
O
gün arzolunursunuz. Tekrar dirilme ve ayağa kalkış olmuştur. Mahşerde
Allah'ın yüce huzurunda hesaba çekilirsiniz. Burada "arz olunursunuz"
sözü "hesaba çekilirsiniz" sözünden mecaz olup durumlarını görmesi için
bir hükümdara askerlerinin arz olunmasına benzetilerek ifade
edilmiştir. Bununla beraber dünyadaki arz ve sunmalar gibi dış görünüşe
bakılan bir geçitten ibaret olmadığı anlatılmak üzere şöyle buyruluyor:
Öyle arzolunursunuz ki gizli bir durumunuz kalmaz. "Ve herşeye hâkim
olan bir Allah'ın huzuruna çıkacaklar." (İbrahim, 14/48) sırrı tam
anlamıyla ortaya çıkar. İmam Ahmed, Abd b. Humeyd, Tirmizî, İbnü Mâce,
İbnü Hâtim ve İbnü Merduye'nin Ebu Musa el-Eş'ari (r.a)'den rivayet
ettiklerine göre Hz. Peygamber (s.a.v) şöyle buyurmuştur: "İnsanlar
kıyamet günü üç kere arzolunur. Bu arzların ikisi karşılıklı kavga,
mücadele ve özür beyan etmelerdir. Ama üçüncüsü, işte o zaman, ellerde
amel defterlerinin uçuştuğu arzdır."
19.
Şimdi bu şöyle açıklanıyor: Kitabı sağ tarafından verilene gelince, o
şöyle der.. Bu kitap İsrâ sûresindeki "Herkesin amelini kendi boynuna
taktık. Kıyamet günü onun için bir kitap çıkaracağız ki, ona açılmış
olarak kavuşacak." (İsra, 17/13) âyetinde açıklanan kitaptır ki insanın
ömründe yapılan her şeyin yazıldığı amel defteri, dünyada yaptığı ve
her gece ve gündüz meleklerin kaydettiği amellerin sayfalarından
meydana gelen "büyük defter" veya onun bilançosu gibi bir sayfaya
yazılmış cetvelli özeti veya hesabının görüldüğüne dair bir belgesidir.
Bunun asıl günlüğü insanın kendi hafızasında kendi boynuna asılıdır.
Bu
âyette geçen "yemin" kelimesi, birkaç âyet sonra gelecek olan "şimâl"
kelimesine karşılık olduğundan "sağ el, sağ taraf" demektir ki
sağlamlık, dürüstlük, uygunluk, temizlik, uğur, hayır ve kazanç ifade
eder. Kitabın insana sağıyla verilmesi ifadesinde önemli nükteler
vardır. Evvela, insanın, bir işini kendi eliyle yapması, kendi gücü ve
vasıtasıyla istediği gibi yapması, kazanması demektir. Sağ eliyle
yapması sağlam, dürüst, uygun, kendi lehinde iyi yapması; sol eliyle
yapması da tersine yapması; arkaya atması ise ihmal etmesi, başkasından
umması anlamlarını ifade eder. Onun için iyi amelleri yazan melekler
sağda, kötü amelleri yazan melekler solda denildiği gibi melek sağdan,
şeytan soldan gelir denir. "İyi amel yapanlara kitapları sağdan, kötü
amel yapanlara da soldan verilir." "Verilir" tabirinin kullanılması
dahi hepsinin, Allah'ın verdiği muvaffakiyet, onun takdiri ve hükmü
yürütmesine bağlı olması sebebiyledir. Çünkü "Herkesin amelini boynuna
takdık." (İsrâ, 17/13) âyeti de gösterdiği gibi insanın kendi yazgısı
kendi boynuna geçirilmiş; yaratma, emir ve hüküm Allah'a ait olmakla
birlikte insanın sorumluluğu kendi irade ve isteğiyle yapmış olduğu
işlere bağlanması açısından insan, yaptığı hayır ve şer, iyi veya kötü,
sevap veya günah amelleri işlerken kendi isteğiyle yaptığı için onu
defterine kaydedecek olan meleklere, yazıcılara emreder gibi kendisi
söyleyip yazdırıyor demek olduğundan kendi yazmış demektir. Eğer o
yazdırdığı, hesabına geçirttiği işlemler ilerde Allah'ın huzurunda
kendi yüzünü kara çıkarmayacak şekilde iyi hesap edilmiş, alacağı borcu
iyi karşılaştırılmış, yine kendi tarafından hak gözüyle kontrolden
geçirilmiş, kârlı, güzel, iyi doğru, dürüst ameller ise o defterler
kendi lehinde olmak üzere sağlam, hatırı sayılır, kendi hesabına güzel
yazı ile yazılmış bir defter olacağından o onu sağ eliyle ve lehine
hizmet eden sağlam vasıta ile yazmış ve hesap görülürken hükmünü ve
karar belgesini verecek olan hakim de onun lehinde olarak yazısını onun
kendisine yazdırmış ve dolayısıyle hesabını kolayca kendine gördürüp
hükmünü de istediği gibi kendine verdirerek karar belgesini sağ eliyle
kendine teslim etmiş olur. Böyle olmak için de herkesin "Oku kitabını
bugün üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter."(İsra, 17/14) emri
gereği hergün kendi boynuna geçirilmiş kitabı, günlük defteri demek
olan hafızasında kendi nefsini ve meleklere yazdırdığı amellerini hak
gözüyle okuyup Allah'a karşı kendi vicdanında kendi hesabını görmesi ve
ona göre "Herkes yarın için önceden ne göndermiş olduğuna
baksın."(Haşr, 59/18) emrini uygulayarak yarın için hazırlanması
gerekir. Bu da başta ve sonda Allah'ın başarı ihsan etmesi ile sonra o
defteri meydana çıkaran ve hükmü verecek olan da nihayet yüce Allah
olduğu için "kitabını sağıyla yazan" buyrulmamış, "kitabı kendine
sağıyla verilen" buyrulmuştur. Vicdanında hergün Hakk'a karşı kendini
sorgu ve hesaba çekmeyen kimse işini arkaya atmış, defterini kendi
haberi olmaksızın ve zararını düşünmeksizin ağzına geleni söyleyerek
arkadan arkaya yazdırmış demek olacağı gibi, işini Allah'ın koyduğu
sınırlar içinde doğru yapmayan, eğriyi doğru, doğruyu eğri yapmaya
kalkışarak defterini kötü amellerle ve hep borç sahifeleri ile
doldurtan kimse de defterini ters tutmuş, solak yazmış, yazdırmış
demektir. Oysa meleklerin tuttuğu tutanak onun aleyhinde olarak yapılan
muamele ve işlemi olduğu gibi göstermiş ve ona imza ettirilmiş olduğu
için sağlam, doğru ve esasen hatırı sayılır ve geçerli bulunduğundan, o
kimse de kendi yaptıklarını kendi yazmış, fakat kendine düşman gibi
aleyhinde olmak üzere siciline işletmiş ve imzalamış, ters yola gitmiş
olduğunu o gün anlamış bulunur.
Diğer
bir nükte: Allah'a inanarak ve vereceği hesabı düşünerek hakkı ve hayrı
sevip batıl şeylerden ve kötülükten sakınmış olan kimsenin Allah'ın
huzurunda yüzü ak olarak, hesabı dost tarafından görülmüş, hüküm ve
karar belgesi dürüst dost eliyle sağdan lehine verilmiş olur. Aksine
Allah'ı inkâr eden, hakkı ve hayrı sevmeyip nankörlük ederek aksine
giden kimselerin hesabı da sevmediği düşmanı tarafından görülmüş, hükmü
ve karar belgesi de aleyhine olarak soluyla verilmiş olur. Onun için
kitabı kendine sağ tarafından verilmiş olan kimse o gün dost huzurunda
hesap verirken veya hesabının güzel olduğuna dair onun verdiği hükmü,
belgeyi sağ eline alınca hesabına olan ümidini veya hesap neticesinde
kardeşlerine neşe ve sevincini veya cennete giderken pasaportunu
göstermek üzere der ki:
20.
Ha işte size alın, gelin bakın Okuyun kitabımı, çünkü ben, ben
anlamıştım ki, ben herhalde birgün olup hesabıma kavuşacağım yani böyle
inanmış, bu düşünce ve zannı beslemiştim de ona göre hesabımı ölçülü
davranarak sağlam, defterimi dürüst tutmuştum. "Oku kitabını, bugün
üzerine hesap görücü olarak nefsin sana yeter." (İsra, 17/14) emrine
uymuştum diyerek yüz aklığı ile kendini gösterir, sevinir.
Bu
verdiğimiz mânâ, müminin hesaba kesin olarak inanması ve iman etmesi
gereğine göredir. Müfessirlerin çoğu âyette geçen "Zan"nı, "önceden
bilmek ve inanmak" mânâsına alarak bu şekilde yorumlamışlardır. Bununla
beraber bazılarının dediği gibi bu, şu demek de olabilir: Ben hesaba
inanmakla beraber birçok kusur ettiğimi ve kendime göre kötü
amellerimin kıymeti az olduğunu biliyor ve bundan dolayı borcumun çok,
alacağımın az çıkmasından korkuyor, hesap verirken bir zorlukla
karşılaşacağımı zannediyordum. Oysa benim farkına varmadığım, hesaba
bile almadığım en gizli, en küçük amellerim dahi hesaba katılmış,
yüksek kıymetler, değerler biçilmiş; bu ise benim değerimden, benim
gücümden değil, pek esirgeyen engin merhameti olan sevgili Rabb'imin
sırf lütuf ve ihsanıyla olmuş bir iyilik ve rahmettir, diye sevinir. Bu
mânâ, hem daha açık hem ahlâka daha uygundur.
21.
Bunun neticesi Artık o hoşnut ve memnun bir yaşayış içindedir Memnunluk
ve hoşnutluk yaşayışın değil de, O yaşayışın sahibinin sıfatı iken
"radıye" yani hoşnut olan ve "merdıyye" yani kendisinden hoşnut olunan
mertebelerinin hepsine birden işaret olmak üzere "mecâz-ı aklî" denilen
"isnât-ı mecâzi" yoluyla aşırılık ifade etmesi için yaşayışın kendisine
nisbet edilerek "hoşnut bir yaşayış" denilmiştir ki, yalnız o kendisi
razı ve hoşnut olmakla kalmayacak, onun güzel huylarından, güzel
işlerinden feyizlenerek daha ziyade güzelleşmiş olan bizzat hayatın
kendisi de ondan razı, o kendisi merdi yani kendisinden razı olunmuş ve
sevilmiş olacaktır demek olur.
22.
Bu da şöyle açıklanıyor: Yüksek bir cennette.
Dünya
cenneti gibi bayağı işlerle, sıkıntı ve elemlerle karışık değil, saf
bir mutluluk ve nimet ve hayatın ta kendisi demek olan yüksek ahiret
cennetinde, ki
23.
devşirimleri yani koparılıp toplanacak yemişleri, meyveleri, nimetleri
uzakta değil, yakında sarkıp duruyor.
24-25.
Alın istediğiniz kadar yiyin
için afiyetle, içinize
sine sine
peşin
olarak önceden gönderdiklerinize karşılık.
İSLÂF,
karşılığı veresiye olarak önceden sunup takdim etmektir. Onun için
dinen de selef, başka bir deyişle selem ismi verilen muameleye denir
ki, "para peşin, mal veresiye" olmak üzere yapılan bir alışveriş, daha
doğrusu veriş alıştır. Mal bilinir, müşteri de sağlam olursa, bu
durumda parayı peşin veren tüccar için bunda kazanç daha çok olur.
Burada "peşin verdikleriniz" buyrulmakla hem bu mânâya, hem "Ve Allah'a
güzel borç verenler"(Hadid, 57/18) mânâsına, hem de büyüğe birşey
takdim etme ve ona hizmet etmedeki büyük istifadeye işaret
buyrulmuştur. Bunlar ise darlık zamanında yapılamaz. Çünkü darda
bulunan kimsenin veresiye veya hediye verecek hali olamıyacağı gibi,
bunu yapmaya zamanda yoktur. Onun için buyruluyor ki geçmiş günlerde,
yahut bugünkü derdin bulunmadığı, durumun uygun, başların sağ ve
esenlikte olduğu boş ve uygun günlerde - ki bu günler, dünyada ölümden
veya hastalık ve bela gelmeden önceki fırsat günleridir. Bunun da en
güzeli gençlik çağıdır- o gün yüce Allah'ın şöyle buyuracağı rivayet
olunmuştur: "Ey dostlarım! Dünyada size ben çoğu zaman bakardım, benim
yolumda dudaklarınız susuzluktan kurumuş, gözleriniz içine çökmüş,
karınlarınız kasıklarınıza geçmiş. Bugün artık yiyin için, o geçmiş
günlerde takdim edip sunduklarınıza karşılık". İşte bunlar o Hâkka'dan,
o dehşetli günden böyle murada ererek kurtulacaklardır.
26. Fakat
vay o
günleri boşuna geçirenlere veya sonu
gelmez sonsuz
heva ve
heveslere harcayan veya sermayeyi batakçılara kaptıranlara. Çünkü nice
kimseler çalışır, hayır denebilecek şeyler yaparlar amma, Hak için
Allah için değil; halk için, gösteriş için, kulların isteklerine hizmet
için yaptıklarından dolayı mükâfatları nihayet onlardan
alabildikleriyle kalır. Onların yok olmasıyla da iflas eden kişi de
batan mal gibi batar gider. Hak yanında elem ve yoksunluktan başka
kendilerine birşey kalmaz. Bütün o kıyamet onların başında patlar,
bunlar kitaplarını tersine ve solak yazanlardır. Onun için buyruluyor
ki, Kitabı solundan verilene gelince, o şöyle der Ah ne olaydı o burada
"o" zamiri ölüm olayına gönderilmiş, ilk ölüm şeklinde tefsir
edilmiştir. Gerçi "mevte" (ölüm) lâfzı daha önce geçmemiştir. Fakat
mânâ itibarıyla geçmiştir. Kıyametin başı bununla başlamış ve bunu
söyleyen hesabı görünce uyanmış demektir.
27-28.
O vakit içinde bulunduğu durumun tattığı ölüm acısından çok acı ve
dehşet verici olduğunu fiilen görerek o durumda o ölümü temenni edip
der ki: Ah ne olaydı, o ilk ölüm işi bitirici olaydı.
KÂZÂ,
Bir işi tamamiyle kesip atmak, kesin hükmü verip uygulamaktır. Yani,
keşke o ilk ölüm işi bitirip herşeyi kesip atan olaydı da beni bu
felâketten, bu dehşetli olaydan kurtaraydı. Bu yalnız, "keşke ölmekle
iş biteydi," diye geçmişle ilgili bir temenni değil, ölümden kaçan o
adamın, gördüğü bu felaket içinde bir daha ölmeye razı olup da onu
şimdi bir kurtuluş çaresi olmak üzere hasretle arzuladığını ve bu
şekilde Hâkka denilen o kıyametin ölümden çok şiddetli olacağını ifade
eder. O artık ne ölür, ne dirilir, sade şöyle hasret ve pişmanlık
duyar. . burada olumsuzluk veya inkâr ifade eden bir sorudur. Yani
"Neye yaradı benden yana malım?" Hiçbir şeye yaramadı. Yaradıysa
başkalarına yaradı. Bana ancak hasret ve azabı kaldı.
29.
Yok olup gitti benden saltanatım Kendisiyle iftihar ettiğim,
böbürlendiğim, herkesin başına ekşidiğim, güvendiğim mülküm,
hakimiyetim, servet ve zenginliğim, yahut tutunduğum bütün delil ve
tutanaklarım. Felâketler içinde yoksul ve güçsüz, çaresiz kaldım. Böyle
bir sözle pişmanlık ve hasret belli ki dünya saltanatına güvenip de
hesabını yanlış tutan, başkalarına ceza verdiği halde kendisinin
cezalandırılacağını inkâr ederek haksızlık ve zulüm eden mal ve
saltanat sahiplerine aittir. Tefsirciler burada şu nükteli öyküyü
kaydederler:
Adududdevle
lâkabını almış olan Fena Husrev b. Büveyh şu şiiri söylemiş:
"Dolu
kadehlerden içmek her zaman değil, ancak yağmurlu havada ve bir seher
vakti cariyelerin şarkıları içinde, saz telleri arasında insanın aklını
başından alan narin ve cilveli kızların, yumuşak bedenlerin o dolgun
kadehi kaynağından çıkararak o insan üstü zata sâkilik yaparak şarap
sundukları bir sırada olur. O zat ki devletin pazısı ve Rüknüddevle'nin
oğlu Adududdevle, padişahlar padişahı ve kaderi yenen
"gallâbu'l-kader"dir.
Kendisine
"gallâbu'l-kader" yani "kaderi yenen" demişti. Fakat çok geçmeden
delirmiş ve dili bu âyetten başkasını söylemez olmuş "Malım hiçbir
işime yaramadı, saltanatım yok olup gitti." diye diye can verip
gitmişti. Ölüm herşeyi bitirici oldu mu? Artık orasını Allah bilir.
Şimdi görülmüş bir şey varsa bu sözü defterine sağ eliyle yazmamış
,"gallâb-ı kader" (kaderi yenen) dediği "pâmal-ı kader" (kaderin ayağı
altında ezilen) olup gitmiş ve cihan böyle neler yutmuştur. Yüce
Allah'tan hakkımızda selâmet ve esenlik dileriz. âyetlerinin sonlarında
bulunan sakin harfi fetha üzerine durmak için getirilmiş "sekit
hâ"sıdır. Her zaman sâkin okunur. Kelimenin aslı "kitâbiye, hisâbiye,
mâliye, sultaniye" demektir.
30.
Tutun onu yani öyle deyip duran kimseyi. Bu ve bundan sonraki emirler,
yüce Allah'ın zebânilere verdiği emirlerdir. O kimsenin ağzından o işe
yaramayan mal ve saltanata söyleniyormuş gibi hikâye tarzında gizli bir
"dedi" sözüyle söylenmiştir. Hemen bağlayın onu,
31.
sonra ancak Cehim'e yaslayın onu. Cehîm, şiddetle köpüren büyük ateş,
cehennemin en şiddetli tabakası. Burada Cehîm kelimesinin "yaslayın
onu" fiilinden önce söylenmesi, fiile "sadece" ve "ancak" gibi mânâları
kazandırmak içindir. Yani "başka yere değil, ancak Cehim'e atın onu"
demektir.
32.
Sonra bir zincirde ki, bu zincir boyu yetmiş arşın. Burada bu arşının
nasıl bir arşın olduğu hakkında birçok söz söylemişlerse de bu
gereksizdir. Bazıları, "Âyette geçen 70 sayısı tahsis için değil,
"Onlar için yetmiş kere mağfiret dilesen de.."(Tevbe, 9/80) âyetinde
olduğu gibi çokluktan kinayedir." demişler; bazıları da, "Açık olan
sayıdır, hikmetini Allah bilir." demişlerdir. Bize öyle geliyor ki bu
zincirden maksat, en iyisini Allah bilir, dünyadaki ömürdür. Cehenneme
yuvarlanan onunla sallanır. Günler veya aylar zincirin birer halkası ve
her senesi de ömrün bir birimi olması itibarıyla bu zincirin uzunluğu,
uzunluk ölçüsü olan arşın ile ifade edilmiştir. Şu halde yetmiş arşın
boyda demek yetmiş yaşında demek olur. Yetmiş denilmesi, yetmişin
dışındaki sayıları sözün dışında bırakmak için değil, "Ümmetimin
ömürlerinin çoğu altmış ile yetmiş yaş arasıdır" buyrulmuş olması göz
önünde bulundurularak yetmiş yaşın, bu ümmette genellikle ömürlerin en
uzunu olduğuna ve bir de yetmiş yaşına kadar dünyayı, ahireti
anlamamış, tevbe edip iman etmeye ve düzelmeye yüz tutmamış olanların
bundan sonra düzelmelerinin çok uzak olduğuna işaret olsa gerektir. Bu
emrin hikmeti de şu iki cümle ile açıklanıyor:
33.
Birincisi, Çünkü o kimse yüce Allah'a iman etmiyordu.
34.
İkincisi, düşkünleri yedirmeye teşvik etmiyordu. Halkın fakirlerini
gözetmiyor, onların ne yediğine bakmıyor, durumlarından anlamıyor,
onlara bakma çarelerini araştırmıyor, yardımda bulunmuyor, kendi
bakmadığı gibi başkalarını da teşvik etmiyor, sonra da kendisi bir
fakir yemeğinde bulunacak kadar alçak gönüllü olamıyor, saltanat
süreceğim diye halkı eziyor, onları korumayı düşünmüyordu.
35.
Bugün de ona yok burada ne bir hamîm.
HAMÎM,
lugatte başlıca üç anlama gelir.
BİRİNCİSİ,
"veliyy-i hamim" sözünde olduğu gibi yakın, candan hısım veya dost
demektir. Burada bununla tefsir etmişlerdir. Yani o Allah'a imanı
olmayan ve fakirleri gözetip korumayan imansız zalimin o gün kendisini
koruyacak bir acıyanı bulunmaz. Çünkü dünyada kendisine yardaklık eden
bütün yakınları, dostları o gün kendisinden sakınırlar, kaçarlar.
Bundan sonraki sûrede "Hiçbir dost, hiçbir dosta halini
sormaz."(Meâric, 70/10) buyrulması da bu mânâdandır ve buna bir ipucu
gibidir.
İKİNCİSİ,
"Kaynar su"(Rahmân, 55/44) âyetinde olduğu gibi son derece sıcak su
mânâsına gelir ki, cehennemin suyuna denilmesi bundandır. Burada bu
mânâda olmadığı açıktır.
ÜÇÜNCÜSÜ,
Kâmus'ta anlatıldığı üzere "soğuk su" mânâsına da gelir. Bu, iki zıt
mânâyı ifade eden kelimelerdendir. Zira soğuk kaynak suyu sıcakta
buğulanır. Burada bir önceki âyette geçen ve biraz sonra geçecek olan
"yemek" kelimesiyle olan ilgiden dolayı bu mânâ daha uygun görünüyor.
36.
Yani ne bir soğuk su ne de bir yemek, bir yiyecek, yahut tadacak ki
böyle denildiğinde içeceği de kapsar. Ancak bir gıslinden başka bir şey
yok. GISLÎN, gasl kökünden yıkantı ve yıkanma suyu mânâsına gelen
"gusâle" yi andırır bir kelimedir ki dilcilerden bazıları yaradan akan
irinin suyu demişlerdir. İbnü Abbas'tan gelen bir rivayete göre gıslın,
"cehennemdekilerden akan irin", bir rivayette de "yemeğin en kötüsü, en
pisi, en yutulmazı"dır. İbnü Zeyd'in,
"Gıslin
ile zakkumun ne olduğunu kimse bilmez." dediği rivayet edilmiştir.
(Zakkum hakkında Sâffat, 37/62-66 ve Vâkıa, 56/52, 53. âyetlerin
tefsirine bkz.)
37.
Bunun herhalde yiyecek cinsinden kötü bir şey olduğunu şu âyet
anlatıyor: Onu o hâtiûn'dan, yani öyle işi gücü hata ve suç işlemek
olan büyük günahkârlardan, canilerden başka kimse yemez. Günahın en
büyüğü de en büyük zulüm olan şirktir. Görülüyor ki diye sona eren bu
âyet yukarıda Firavun ve önündekilere ve Lût kavmine dair olan ve ile
sona eren bu sûrenin dokuzuncu âyetini hatırlatmaktadır. Çünkü hâtiûn,
"hâtı"in çoğuludur. Demek ki bunlar Firavun ve Lût kavmi gibilerdir ki
onların en büyük günahı yalanlama ve isyan idi.
Şimdi
akılla bilinmesine imkan olmayan o kıyametin başlangıcı, dehşeti, oluş
tarzı ile neticesi, bu eşsiz açıklama ve korkutma ile belleyecek
kulaklara haber verilip hatırlatıldıktan sonra bundan alınması gereken
en büyük dersi, en önemli öğüdü, en mühim görevi hatırlatmak üzere
buyuruluyor ki:
38-39.
Demek ki iş öyle zannettiğiniz gibi kolay değil ey o yalanlama suçunu
işleyip duran günahkârlar. Andolsun gördüklerinize ve görmediklerinize.
Bunda bütün görülebilen ve görülmiyen, gözlenebilen ve gözlenemeyen,
gizli veya açık her şey, olmuş ve olacak bütün işler dahildir. Atâ:
"Görülen, kudret eserleri; görülmeyen de kudret sırlarıdır." demiştir.
Bu, güzel bir açıklamadır. Bunun günümüz dilinde doğa ve doğa ötesi
şeklinde ifade edebiliriz. Madde ve ruh, insan ve cinlerle melekler,
dünya ve ahiret, yaratılan ve yaratan, görünen nimetler ve görünmeyen
nimetler diye de ifade olunmuştur. Burada Peygamber'in gösterdiği ve
göstereceği mucizeleri ve verilen haberlerin geçmiş ve geleceğe ait
olanlarını, indirilen ve indirilecek olan, inanılan ve inanılmayan
âyetleri de düşünmek gerekir. Kelimelerin asıl ifade ettikleri mânâ şu
oluyor: "Her ne ki görüyorsunuz" ve "göreceksiniz, görür ve
görebilirsiniz" "ve her ne ki görmez ve göremezsiniz". Bunlara yemin
ise şunu ifade eder: Sizin şimdiye kadar gördüğünüz ve şu anda görmekte
olduğunuz ve şimdi görmeyip de ilerde göreceğiniz ve görebileceğiniz ve
hiç görmeyeceğiniz ve göremeyeceğiniz neler neler vardır. Neler olmuş
ve daha neler olacak, neler gelmiş ve gelecektir. Geçmişte, şu anda ve
gelecekte sizin anlayabildiğiniz ve anlayabileceğiniz ve daha
anlamadığınız ve anlamayacağınız ne gerçekler, acı ve tatlı ne olaylar,
ne belalar, ne nimetler vardır, ey günahkârlar, gaflet içinde bulunan
inkârcılar! öyle inkâr ve yalanlamayı kolay sanmayınız. İşte onları
yaratan ve yaratacak olana ben şânı yüce Allah bütün onlara yemin eder
de görmek istemediğiniz şu gerçeği gözlerinize sokmak üzere size, şu
ânı ve geleceği ile bütün kâinatı ve acı tatlı her türlü güvenceyi
göstererek derim ki,
40.
"Şüphesiz Kur'ân, kerim bir Peygamberi'n getirdiği sözdür." Şundan
gâfil olmamak gerekir ki: "Burada bu yeminde pozitivizmin en önemli bir
hatasına dikkat çekilmektedir. Zira yalanlama ve inkâr etmenin başlıca
iki kaynağı vardır:
Birisi:
Sofestaîlik, safsatacılıktır ki, bunlar gördüklerini de yalanlarlar.
Kendine de inanmaz, inatçıdırlar. Bakara sûresinin başında da geçtiği
üzere bunlara hitap edilemez. Bunlara bir şey söylemenin hiçbir yararı
olmaz, başlarını taşa çarpaçak bir iş gerektir bunlar için. Bununla
beraber böylelerine de "sakın, başına taş düşecek" denilsin de,
dinlemezlerse bırak bütün hasret başlarında kalsın.
Birisi
de pozitivistlik, yani fazla müsbetçilik bağnazlığıdır ki bunlar da
gördüklerine inanır, görmediklerini yalanlarlar. Gerçi hataya düşmemek
için müsbet yürümek iyidir. Görünür görünmez tehlikelerden korunmak
için gerekli olan son yol da budur. Fakat hayattan maksat gördüklerine
saplanıp da durmak değil, yürümek, hatalardan tehlikelerden korunarak
hak murada, esenliğe ermektir. Bu gaye ise görünen tarafta değil,
görünmeyen taraftadır. Asıl tehlikeler görünen yönden değil, görünmeyen
yönden gelecek olanlardır. Onun için hep kanıtlanmış ve kanıtlanacak
başka gerçek yokmuş gibi hep görünene saplanıp da ondan ilersini
büsbütün yok sayıp inkâr etmek müsbetçilik değil, aynı sofestaiyenin
yani safsatacıların yaptığı gibi olumsuz bir körlük ve inatçılıktan
ibaret büyük bir hatadır ki kendi bildiklerinden başka ilim yok sayan,
îman sınırına yaklaşmak istemeyen kuru akılcı rasyonalistlerle mahdut
tecrübeci pozitivist (olgucu)ler hep böyle inkâr etmeyi, yok saymayı
isbat zannederek haberlere, olağanüstü şeylere inanmamış, akıl ve
tecrübelerinin ötesindeki gerçeğin ateşine yanıp gitmişlerdir. Evet
Mülk Sûresi'nde de geçtiği üzere bakıp görmek ve denemek insan için,
ilim için en yakın yoldur. Fakat deney bize gösteriyor ki gerçek, bizim
gördüklerimizden ve kavrayabildiklerimizden ibaret değildir.
Gördüklerimizi, denediklerimizi ispat ederken, görmediklerimizi,
kavrayamadıklarımızı, yetişemediklerimizi kabul etmeyip inkâra
kalkışmak deneycilik değil, ne aklın ne de tecrübenin onayından
geçmeyen bir olumsuzluktur. Hiçbir bakış, hiçbir gözlem, hiçbir duygu,
hiçbir akıl, hiçbir tecrübe, "görülen, tekrar tekrar denenen sınırın
ilerisi yoktur, burada dur, bekle" dememiştir. Aksine bütün denemelerin
olumlu olarak verdiği kesin hüküm şudur: Duyup gördüklerinizin ilerisi
var. Bu nedenle yürüyün. Fakat yolda giderken ilerisini hep
gördüklerinizden ibaretmiş gibi kabul ederek kişisel kıyaslarla
yürümeyin, görmediğiniz, bilmediğiniz gerçeklere, tehlikelere
rastlıyacağınıza inanarak yürüyün. Hem denemenin bütün dönencesi
ihtibar, yani nefsin vuku bulan olaylardan haber almasıdır. Hak, nefsin
vuku bulan şeylere uyum sağlayabilmesindedir. Haber'i yok sayarak
kendiliğinden yürüyen nefis, kişisel arzu ve hevesleriyle tehlikeye
gider.
Olaylardan
haberdar olmak ise basit ve değersiz olan dokunma, tatma, koklama
duyularından ibaret olmadığı gibi görme duyusundan da ibaret değil,
işitme ve iç duygu ile akılla da ilgisi vardır. Hatta haberin en geniş
sınırları işitmededir. O, insana akıl ve görme yoluyla kavranamayacak
haberler getirir. Haber almanın önemi büyüktür. Onun içindir ki
devletler elçiliklere pek büyük önem verirler. Özellikle tehlike
gelmesi ihtimali olan hususlarda en zayıf bir haberi dahi gözardı
etmezler. O halde hiç yalanı tutulmamış, ahlakı, akıl ve anlayışı
eğrilikle lekelenmemiş, tecrübeler neticesinde güvenilir ve doğru sözlü
olarak tanınmış, ne söylediğini bilen bir habercinin her türlü
sıkıntıyı göze alarak kesin bir iddia ile, "Ben güvenilir kaynaktan
haber aldım, bu böyledir. Şimdi akıllarınızın eremiyeceği şekilde şöyle
olacaktır. İnanın, sonra anlayacaksınız." diye yeminler ederek verdiği
haberi "öyle şey olmaz" diye yalanlamaya kalkışmak, gerek kuramsal
akıl, gerekse pratik akıl bakımından pek büyük hata olmaz mı?
Mekke'de
ortaya çıkıp da her şeyi göze alarak, "Ey Mekkeliler! Sizler ve bütün
insanlık pek büyük bir tehlike içindesiniz. Eğer Allah'a inanır benim
verdiğim haberleri dinler, bana uyar, özveride bulunursanız gerçi
birçok sıkıntı çekecek, mal ve can kaybı vereceksiniz amma daha büyük
tehlikeden, korkunç musibetten kurtulacak, Kayser ve Kisra'yı tepeleyip
yalnız Hakk'a kul olarak insanlığa hakkı tanıtacak önderler olacak,
Allah yanında hak murada ereceksiniz. Allah bana böyle dedi ve bu
Kur'ân'ı verdi. Bu dünyanın sonu nasıl olsa ölüm değil mi, gelin onunla
inleye inleye ateşe gitmektense güle güle can verip Hakk'ın cemaline
kavuşalım" diye çağrıda bulunan Hz. Peygamber (s.a.v)'e, o zaman bir
taraftan gördüklerine saplanarak, bir taraftan gördüklerini bile
tamamen yok sayarak "deli" diyenlerin "bize şiir söylüyorsun" veya
"bazan üstüne rast getiren ve çoğu zaman yalancı çıkan kâhinler gibi
kehânet taslıyorsun" veya "bizi büyüleyip anlamadığımız bir yönden
aldatmak, böylece kendin yararlanmak, yaşamak istiyorsun, bize kendi
çekip durduğumuz zarar ve ziyanlar yetmiyormuş gibi bir de sen mi
aldatmak istiyorsun?" diyenlerin ilk bakışta akla uygun gibi görünen
sözleriyle sonundaki gerçek karşılaştırılacak olursa ve gerçekte yirmi
küsur sene sonra o müşriklerin, Kayserlerin, Kisraların tepelenip İslâm
nurunun her tarafa yayıldığı tecrübe sahasında, imtihan meydanlarında
sözle değil, yapılmak suretiyle gerçekleşerek kendini gösterdiği
düşünülürse, akıllı kim, deli kim, kim haklı ve aldanan kim olduğu
tecrübe ile ortaya çıkmış, anlaşılmış olmaz mı? O halde görülene
tutunup da müsbet gitmek isteyenler için bulundukları noktada durup
kalacaklarına bu haberlerin henüz görünmeyen yönlerini de göz önüne
alarak yalanlama ve inkardan sakınmak ve bulundukları halde
kalamıyacaklarını bilerek ahiretin o yüce mutluluğuna ermek için aşk ve
sevgi ile hakka doğru yürümek daha olumlu ve daha kârlı olmaz mı? İşte
yüce Allah; bütün tecrübelerin, isbatların esası olan "görülen var,
görünmeyen var, gördüklerinize saplanıp kalmayın" temel kuralını
aşılamak ve bu suretle haberi inanılacak duruma getirmek için görülene
ve görülmeyene yemin edip hepsini şahit göstererek buyuruyor ki,
haberiniz olsun o yani sadece akıl yoluyla bilinemiyecek olan o
haberleri size bu eşsiz ifadelerle bildirip öğüt vermek üzere okunan
Kur'ân gerçekten kerim; saygı ve hürmete layık, ikram ve cömertlik
sahibi yüce bir elçinin, büyük bir Hak elçisinin getirdiği sözdür. O,
yalanlanması değil, saygı ile, inanç ile dinlenmesi gereken bir sözdür.
Çünkü elçinin sözü, onu gönderenin sözüdür. Âyette geçen 'den, yani
"saygıya değer elçi"den maksat Hz. Peygamber (s.a.v)'dir. Tekvir
sûresinin 19. âyetinde geçen "Rasûlin kerim" Cebrâil olduğu gibi,
burada da öyle olduğu görüşünde olanlar olmuşsa da oradaki ipuçları ile
buradaki ipuçlarının farkı vardır. Orada "Kuşkusuz o saygı değer bir
elçinin sözüdür. O elçi pek kuvvetlidir. Arş'ın sahibi olan Allah'ın
yanında çok itibarlıdır. Orada kendisine itaat olunur, kendisine itibar
edilir. Arkadaşınız mecnun değildir. Andolsun o, Cebrail'i açık ufukta
gördü. O Peygamberin gayp konusunda hiçbir zaafı yoktur. Ve Kur'ân,
kovulmuş bir şeytanın sözü değildir."(Tekvir, 81/19-25) vasıflarıyle ve
"Sahibüküm" (sizin arkadaşınız) diye tanıtılan Hz. Peygamber (s.a.v)'in
açık ufukta gördüğü pek kuvvetli elçinin kovulan şeytan olmadığı
anlatılmış olduğundan o değerli elçinin Allah tarafından Peygamber'e
gelen Cebrail olduğu açıktır. Oysa o değerli elçinin şair, kâhin
olmadığını söyleyen şu âyetlerin burada Hz. Peygamber'in değerini
açıkladığı ortadadır. Kuşkusuz o Kur'ân, Kerim bir elçinin
bildirisidir.
41-42.
O bir şair sözü değildir. Onu bir şiir gibi dinleyip geçmeyin. Siz pek
az îman ediyorsunuz. Gerçi bunda sözün kusursuzluğunu biraz takdir
etmek ve güzelliğinden bir parıltı sezmek gibi imana benzer bir parça
duygu gösterilmiş olursa da bu, onun gerçek kıymetini duymamak, elçinin
değerini, peygamberliğin ne olduğunu, gönderenin ululuğunu, kıyametin
hak olduğunu bir hayal sanmak sizi esenliğe çıkaracak, çok yüce
gayelere erdirecek olan o Hak bildirilerini inkâr etmektir. Böyle
benzerini görmediğiniz şeyleri gördüklerinizin bazısına benzetmekle
işin içinden çıkacağınızı zannediyorsunuz. Şiir ne kadar güzel olursa
olsun büyük bir elçinin bildirdiği yürekler oynatan açıklamalarına şiir
demek ne büyük hata, ne büyük gaflettir. "Biz ona şiir öğretmedik. Bu
ona yakışmaz da." (Yasin, 36/69) gerçeğini anlamaktan, gerçeği kabul ve
takdir etmekten uzak olan o duygu, o azıcık şuur parıltısı yeterli
değil; Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varıldığı vakit sahibini esenliğe
çıkaracak gerçek bir iman ile işe sarılmak gerekir.
43.
O, bütün âlemlerin Rabbi olan yüce Allah'tan indirilmedir. O elçi, onu
olduğu gibi bildirmekle görevli değerli bir elçidir. İşte Kur'ân'ın
hakikatı budur. Yukarıda "O değerli bir elçinin sözüdür." denilmişti.
Eksik düşünenler "elçi" ve "değerli" sıfatlarının mânâlarını iyi
düşünmeyerek Kur'ân'ın hiç olmazsa lafızları o elçinin kendi tarafından
Allah namına söylediği kendi sözü imiş gibi yanlış bir zanna
düşmesinler diye burada Kur'ân'ın hem mânâsı hem de lafızları Allah
tarafından parça parça indirilmiş olduğu belirtilerek, "Bütün âlemlerin
Rabb'ı olan yüce Allah'tan indirilmedir." diye gerçeği açıklanmış ve
bunu daha çok vurgulamak ve kanıtlamak için de buyrulmuştur ki:
44.
Eğer o elçi, bize karşı, yani biz ona söylemeden, yap veya yapma
demeden, sanki biz söylemişiz gibi, bizim adımıza kendiliğinden bazı
laflar uydurmaya kalkışsaydı
45.
biz ondan dolayı yeminiyle elbette tutar yakalardık. Burada "yemin",
"onun yemini" mânâsına peygamberin ettiği yemin veya yüce Allah'ın
kuvvet ve kudreti demek olabilir. Yani bu iki mânâya gelme ihtimali
vardır. Zira yemin esasen kuvvet demektir. Yani, o takdirde bu Kur'ân,
bu sözler Allah tarafından indirildi diye ettiği türlü türlü yeminler
yalan yere yemin olacağından dolayı biz onu o yeminiyle yakalar, yahut
kuvvetle tutar, hıncını alır, yalanı başına çarpardık.
46.
Sonra elbette ondan dolayı kalp damarını (veya iliğini) keser atardık.
VETÎN:
Kalp damarı, şah damarı, atar damar, bazıları da bel kemiğinin iliği,
omurilik demişlerdir ki, ikisi de kesilince sahibi derhal ölür. Yani, o
vakit ikram edip değer vermek şöyle dursun hem yalanını tutarak rezil
eder, hem de yok ve helak ederdik.
47.
O
vakit içinizden hiç biriniz engel olamaz, onu savunamazdı. Fakat gerçek
öyle değil, o bir saygın Peygamberdir. Öyle yalandan, yalan yere
yeminden uzak, cömertlik ve ikramı, mucizeleri, doğruluk ve
güvenilirliği ortada bir elçidir ve o Kur'ân gerçekten âlemlerin Rabbi
olan Allah'tan indirilmedir.
48.
Kur'ân'ın indirilmesinin hikmetlerine gelince, ve o korunacak takva
sahipleri için bir tezkiredir. Yani bir öğüt, yollarını gösterecek bir
hatırlatıcıdır. Onlar için bir öğüttür. Çünkü faydalanacak olanlar
onlar, öyle korunmak hissini besleyen saygılılardır.
49.
Bununla beraber biz biliyoruz ki, sizin içinizden
yalanlayan inkârcılar
vardır. Yani biz onların cezalarını veririz.
50.
Ve çünkü o Kur'ân, onun kıymetini bilmeyip nankörlük eden kâfirlerin
üzerine de gerçek bir hasrettir. Onlar kıyamet günü takva sahiplerinin
aldıkları sevabı görünce sonsuz bir özleyiş içinde kalacak, iç
çekeceklerdir.
51.
Kuşkusuz o, gerçekliğinde hiç şüphe olmayan bir kitaptır. Şiir,
kehanet, zan ve tahmin türünden olmak şöyle dursun ilme'l-yakîn (kesin
olarak edinilmiş bilgi) ve ayne'l-yakîn (bir şeyi kendi gözü ile görüp
mahiyetini bilme)den de daha yüksek hakka'l-yakîn (gerçekliğinde hiç
şüphe olmayan)'dır. (Vâkıa sûresinin sonuna bkz.)
52.
O
halde ey değerli elçi! "Haydi Rabbinin yüce ismiyle tesbih et".
|
|