|
Elmalı tefsiri
1.
Allah'ı yahut Allah için tesbih etmektedir. Tesbih,
Allah Teâlâ'yı, kutsal yüceliğine layık olmayan kusurlardan gerek
itikad gerek söz ve gerek kalb ile tenzih etmek ve uzak tutmaktır.
Takdis kavramının anlamı da böyledir. Bunlar esasen uzak gitmek ve
uzaklaştırmak mânâsını ifade etmektedirler. Nitekim sözü, "Suda uzağa
gitti." sözü de "Arzda uzağa gitti." mânâsına gelmektedir. (Bu konuda
bilgi için Bakara, 2/32 ve İsrâ Sûresi'nin baş tarafına bkz.) deki
"lâm" ya "Ona teşekkür ve nasihat ettim." cümlesinde olduğu gibi te'kid
(kuvvetlendirmek) için ziyade kılınmış sıladır veya "Allah için"
anlamında sebeb ifade etmektedir. Göklerde ve yerde ne varsa hepsi .
esas itibariyle akıl sahiplerinin dışındakilere mahsus ise de tâbiri
göklerde ve yerde bulunan, ister görünmeyecek derecede ehemmiyetsiz
olsun, ister görünen varlıklar olsun hepsine şâmildir. Binaenaleyh,
gerek melâike ve müminler gibi sözle, gerek diğer varlıklar gibi ilham
yoluyla konuşanların hepsi dahil olmak üzere mecazî bir anlam da
kasdedilmiş olabilir. Çünkü yaratılan her varlık, imkân (olabilirlik)
ve hudûsu (sonradan olmayı) ve arzettiği sanat nizamı ile Allah
Teâlâ'nın noksanlıklardan münezzeh (berî) ve yüceliğin son
derecesindeki sıfatlarla vasıflanmış olan varlığına delalet etmektedir.
(Bu hususta bilgi için (İsrâ,44)
âyetine bkz.) "O çok
güçlüdür,
hüküm ve hikmet sahibidir." Bu cümle, tesbihin şekline işaret
etmektedir.
2.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Yani âlemdeki
bütün küllî tasarruf; var etme, yok etme ve diğer bilinen ve bilinmeyen
tasarrufların hepsi O'nun içindir. "O yaşatır ve öldürür." Bu cümle
mülke dair hükümlerden bir kısmını beyan etmektedir. "O her şeye
kadirdir." Bu da, hepsini bütün şartlarıyla özetlemektedir.
3.
O'dur Evvel, her şeyden önce, başlangıcı yoktur ve
her şeyin ilkidir. Çünkü varlıkların hepsinin başlangıcı ve hepsini
ortaya çıkarandır. Ve son, hepsinin yok olmasından sonra O, bâkidir
"O'nun zâtından başka her şey helak olacaktır..." (Kasas, 28/88), "Yer
yüzünde bulunan her canlı yok olacak, ancak azamet ve ikram sahibi
Rabbinin zâtı bâki kalacak ." (Rahmân, 55/26,27) âyetlerinin ifade
ettikleri mânâya göre varlıkların hepsi helak ve fenâya gider ve
gidebilir, ancak O, kalır. Bütün yaratıkların, varlık sebepleri ortadan
kalkınca esasen helak edilirler ve yok olurlar. Sonra bütün işler ona
döndürülür. Binaenaleyh O, hepsinden evvel olduğu gibi, hepsinin gayesi
ve varlığın sonudur. Hem de Zâhir ve Bâtın. Zâhir, varlığı her şeyde
açıkça görülen demektir. Çünkü her şey O'nun varlığına delildir. Hiçbir
şey yoktur ki varlıkta ortaya çıkarken daha evvel O'nun varlığını isbat
etmiş olmasın. Mamafih her görüneni de O zannetmemelidir. Çünkü O,
âşikâr olmakla beraber gizlidir de. Duygularla hissedilemeyip hayal ile
algılanamayacağı gibi, varlığının hakikatı da, akılların idrak ve
kavrayışına sığmaktan münezzehtir. Binaenaleyh O'nun için ne yalnız
Zâhir ne de yalnız Bâtın diye hükmetmemeli, hükmü, âtıftan sonraya
bırakarak "Zâhir ve Bâtın" demelidir. Evvel ve Âhir sıfatları da
böyledir. Ebu's-Suud'un da ifade ettiği gibi deki"vâv", bu iki vasfın
tamamını önceki ilk vasfa bağlamaktadır. Buna göre hüküm, atıf yapmadan
(vav ile bağlamadan) önce olabilirse de "ve'l-Âhir" ile "ve'l-Bâtın"
sıfatlarında hüküm, atıf yapıldıktan sonradır. Ancak hepsinde de hükmü
atıftan sonraya bırakmak daha doğrudur. Çünkü "hüve" zamiri "Allah"
ismine aittir. Allah ismi ise, bütün isim ve sıfatların derecelerinin
toplamıdır. Halbuki birçokları bu konuda gaflete düşerek vahdet-i vücûd
(varlığın birliği) adına hatalara düşmektedirler. Ve O herşeyi
bilicidir. Şu halde kendini de bilir. Bâtın ismine bakarak Allah'ın,
kendine de gizli olduğu zannedilmemelidir. Zira bu ifade yani "O, her
şeyi bilicidir." sözü, söz konusu şüpheyi ortadan kaldırmaktadır.
4.
"O'dur yaratan..." Bu da mülk hükümlerinden bir
kısmını beyan etmektir. "altı günde." (Bu hususla ilgili olarak A'raf,
7/54. ve Fussilet, 41/10-12. âyetlerin tefsirine bkz.) Sonra arş
üzerine istivâ etti. Yani yaratıp öylece bırakıvermedi, işi idare edip
düzenlemektedir. (İstivâ hakkında A'râf Sûresi'ndeki, 7/54. âyette
tafsilat geçti. Oraya bkz.) (Allah) yere gireni de bilir, tohumlar gibi
ondan çıkanı da, ekinler gibi. Gökten ineni de, yağmurlar gibi ona
çıkanı da, buharlar gibi. Ve her nerede olursanız o sizinle beraberdir.
Onun ilmi ve kudreti yanınızdan ayrılmaz. Ve Allah her ne yaparsanız
görücüdür. Görür ve ona göre karşılığını verir.
5.
"Göklerin ve yerin mülkü O'nundur." Bu cümle, sûrenin
başında zikredildiği gibi burada da te'kit için tekrar edilmiştir. Yani
hem ibtidada (yaratmada) hem iâdede (diriltmede) zikredilmiştir. Çünkü
her ikisinin de mukaddimesi gibidir. Bir de istihlâftan (vekil
bırakmadan) bahsedileceği için bu hatırlatmanın te'kid edilmesinde
başka bir önemli fayda vardır. Ve bütün işler, Allah'a döndürülür.
Çünkü ilk ve son O'dur. Binaenaleyh gerek mal ve mülkünüzde ve gerek
diğer hususlardaki tasarruflarınızın bile evveli ve sonrası ona
döndürülecektir. Bu yüzden bütün her şeyin kulluk adına O'nun için icrâ
edilmesi gerekmektedir.
6.
"Geceyi gündüze sokar, gündüzü geceye sokar." Yani
zamanın acı tatlı bütün değişiklikleri O'nun hükmü altındadır. Gamları,
sevince, sevinçleri gama, kedere tebdil eden ve zulmet içinde nur, nur
içinde zulmet yaratan O'dur. Hem O, bütün göğüslerin künhünü
(hakikatini) bilir. En gizli fikirleri, niyetleri, acı ve kederleri ve
her türlü duyguyu O bilir.
Onun için:
7.
Sıfatı, yukarıda zikredildiği şekilde Allah'a iman
etmekle beraber Resulüne de iman edin. Çünkü Allah'ın tebliğini,
emirlerini nehiylerini O, getirecek o, beyan edecektir. İman edin de
sizin yönetiminize verdiği şeylerden harcayın. Yani hakikatte mülk onun
olduğu gibi milk de onundur. Siz O'nun olduğunuz gibi sizin milk diye
sahip olduğunuz şeyler de O'nundur. Ancak selâhiyyet verip onlarda
tasarruf etmek için sizi halife kılmıştır. Bundan dolayı size vekil
gibi izin verdiği hususlarda tasarruf edebilirsiniz. O halde iman
ederek sizi vekil tayin ettiği bütün varlıkta kendinizi asîl değil,
O'nun vekili bilerek Hakk'ın yolunda ve beyan ettiği hususlarda
harcamada bulununuz. Nitekim bir beyitte de şöyle denilmiştir:
"Mal ve
çoluk çocuk birer emanetten başka bir şey
değildir. Bir gün olup da emanetlerin geri verilmesi ise gereklidir."
Bazı
âlimler, "Bu infaktan (harcamadan) maksat,
zekattır." demişlerse de doğrusu, vacib ve nafile harcamayı içine almış
olmasıdır. Dahhâk'tan yapılan rivâyete göre bu âyetler, Tebük
vak'asında nazil olmuştur. Binaenaleyh söz konusu âyetler, bu sûrenin
Medenî olan âyetlerindendir.
8-10.
Halbuki Allah sizden kesin söz almıştı. fiilinin
zamiri, hem Allah'a hem de Resulü'ne ait olabilir. Allah'a ait olduğu
düşünülürse o zaman buradaki misâktan maksat, yaratılış sözü olan "Evet
Rabbimizsin dediler". mîsakıdır ki, delil getirme ve düşünceye
yerleştirme şeklinde de yorumlanmıştır. Resulullah (s.a.v)'a ait olduğu
kabul edilirse bu duruma göre de ona yapılan biât anlamına alınabilir.
Zira Ubâde b. Sâmit (r.a.)'den rivayet edildiğine göre Sahabiler Hz.
Peygamber'e, canlılık ve gevşeklik halinde işitip itaat etme, zorluk ve
kolaylık durumunda nafaka verme, iyiliği emredip kötülükten sakındırma
ve kınayanın kınamasından korkmayarak Allah Teâlâ ile ilgili söz
söyleme konusunda biât etmişlerdi. "Fetihten önce" Burada fetihten
kasıt, Mekke'nin fethi, yahut hakkında Fetih Sûresi'nin indiği
Hudeybiye'dir Bu ibareden de, onuncu âyetin Medine'de nazil olduğu
anlaşılır. Müfessir el-Vâhidî'nin rivâyetine göre bu âyet, Ebû Bekr
(r.a.) hakkında indirilmiştir. Bununla beraber "Sebebin hususî olması,
hükmün genel olmasına engel teşkil etmez." kaidesinden hareketle
Mekke'nin fethedilmesinden veya Hudeybiye'den evvel infakda bulunan ve
savaşan Muhacir ve Ensarı da içerisine almaktadır. Bu yüzdendir ki
çoğul sıgasıyla "Onlar, (derece itibarıyla) daha büyüktür."
buyurulmuştur. Ahmed b. Hanbel'in Enes (r.a.)den yaptığı bir rivâyete
göre Hâlid b. Velid ile Abdurrahman b. Avf arasında şöyle bir konuşma
geçmişti. Hâlid, Abdurrahmân'a: "Siz, bizden önce yaşamış olduğunuz
günlerle önümüze geçmek istiyorsunuz." demişti. Bu söz Hz. Peygamber
(s.a.v)'e ulaştığında buyurdu ki: "Ashabımı benim için bırakın, nefsim
kudret elinde bulunan O yüce zât'a yemin ederim ki, siz dağlar kadar
altın infak etseniz, yine de onların amellerine yetişemezsiniz."
Görüldüğü gibi bu hadis, ile işaret olunanların Hudeybiye'den önce
infak edenler olduğunu kuvvetlendirmektedir. Çünkü, Hâlid b. Velid'in
müslüman olması hadisesi, Hudeybiye'den sonra, Mekke'nin fethinden önce
idi. Şu halde fetihten maksat, Hudeybiye demektir. Ancak Zemahşerî gibi
bir çok âlim, onu Mekke'nin fethi olarak kabul etmişlerdir.
Hüsnâ,
birçok kere geçtiği gibi, en güzel mükafat, yani
cennet anlamını ifade etmektedir.
11.
"Hani kim o Allah'a güzel bir ödünç verecek kimse?"
Bu âyetin bir benzeri de Bakara, 2/245. âyetidir. Bilgi için oraya
bakınız. Karz, başlangıcı ödünç verme, sonucu bey-i sarf (para
cinslerinin bir biriyle satışı) olan bir muameledir.Karz-ı hasen, güzel
ödünç anlamını ifade etmekle beraber
burada malın en iyisini seçip Allah rızası için halis niyetle faydalı
olan hususlara sarf etmek demektir.
Karz-ı
hasenin on vasfı taşıdığı ifade edilmiştir. 1.
Sarf edilecek malın, helal maldan olması lazımdır. Çünkü Allah Teâlâ
temizdir, temiz olmayanı sevmez. 2. Kişinin sahip olduğu malın en
iyisinden olmalıdır. 3. Karz-ı hasen sahibi sıhhatli, yaşama ümidi
besleyen, fakirlik korkusu içinde tutumlu hareket eden birisi
olmalıdır. 4. Malı, en muhtaç ve en uygun olana vermelidir. 5. Verdiği
malı, gizlemeli, açığa vurmamalıdır. 6. Arkasından başa kakmamalı,
eziyet etmemelidir. 7. Maksadı, sırf Allah rızası olmalıdır. 8. Verdiği
çok olsa da az ve ehemmiyetsiz görmelidir. 9. En sevdiği malından
vermelidir. 10. Malı, fakire evine
götürerek vermek suretiyle onu en fazla memnun edecek yöntemi
seçmelidir. Burada Allah'a karşı karz-ı hasen tâbirinin kullanılması,
mecazî anlamdadır. Malın en iyisini ve verilecek en faydalı ciheti
seçerek Allah yolunda ihlâs ile harcama yapılması ve Allah'ın buna kat
kat sevab ve karşılığı taahhüd buyurması hususunun bir karz-ı hasene
benzetilerek fiilde bir istiâre-i tebeiyye veya görünüşte bir istiâre-i
temsiliyye yapılmıştır.
12-13.
Göreceğin
günü zarfına veya yaya da hazfedilen
fiiline bağlıdır. Yani kıyamet günü "Onların önlerinde ve sağlarında
nurları koşar." İbnü Ebî Şeybe, İbnü Cerir, İbnü Münzir, İbnü Ebî
Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye'nin İbnü Mes'ud (r.a.)'dan naklettikleri
bir rivâyette o şöyle demiştir: "Müminlere amellerine göre nur verilir.
Bu nurla onlar sıratı geçerler. Kiminin nuru dağ gibi, kiminin nuru
ağaç gibidir. En aşağıda olanın nuru baş parmağındadır ki bir yanar bir
söner." Ebû Hayyan da der ki: "Anlaşıldığına göre bu nur iki kısımdır.
Birisi önlerindedir, gidecekleri yeri aydınlatır. Birisi de sağ
taraflarındadır." Cumhura göre de nurun aslı, onların sağlarında olan
nurdur.
Önlerinde
bulunan nur, bu asıl nur olan yayılan ışıktır.
Bir de denilmiştir ki. "Buradaki , mânâsına olup, "sağ taraflarından"
demektir ki bu da, "her taraflarından" mânâsınadır. "Eymân" şeklinde
çoğul olarak ifade edilmesi ise, onun şerefinden dolayıdır.
Zemahşerî de
şöyle der: " "Önlerinden ve sağlarından"
denilmesi, o bahtiyar müminlerin amel defterlerinin bu iki yönden
verilmesinden dolayıdır." Nitekim cehennemliklerin de sollarından ve
arkalarından verilecektir." İbnü Ebî Hâtim, Hâkim ve İbnü Merdûye
Abdurrahmân b. Cübeyr b. Nâdir'den, onun şöyle dediğini
nakletmişlerdir: "Ebu Zer ve Ebu'd-Derdâ (r.a.) derlerdi ki,
"Resulullah (s.a.v) buyurdu ki: "Ben kıyamet günü kendisine secde izni
verileceklerin birincisiyim, izin verilip başını kaldıracakların da
birincisiyim. Başımı kaldırıp önüme, arkama, sağıma ve soluma bakarım,
bakınca bütün ümmetlerin arasında ümmetimi tanırım. Ya Resululluh Nuh
(a.s.)'dan ümmetine kadar bütün ümmetleri nasıl tanırsın? diye
sorulduğunda da buyurdu ki: "Abdest izinden alınları, elleri ve
ayakları parıldar." Bu durum başka ümmetlerde yoktur. Ve kitapları sağ
taraflarından verilir onunla tanırım, yüzlerinde secde izlerinden
işaretleri vardır, onunla tanırım. Önlerinden sağ ve sol taraflarından
koşan nurlarıyla tanırım." İbnü Ebî Hâtim, Ebû Ümâme (r.a.)'den şöyle
bir rivayet nakletmiştir. "Kıyamet günü bir zulmet salınır, ne mümin ne
de kâfir hiç kimse avucunu dahi göremez. Tâ ki Allah Teâlâ, müminlere
amelleri kadar nur gönderinceye kadar ..." İbnü Cesir ve Beyhaki
"Ba's"de İbnü Abbas'ın şöyle dediğini naklederler: "İnsanlar
karanlıklar içinde iken Allah Teâlâ bir nur gönderir. Müminler o nuru
görünce o tarafa doğru yönelirler. İşte bu nur, onların cennete
girmeleri için Allah tarafından gönderilen bir delil olur." Bundan
sonraki âyetin mânâsından bizim anladığımıza göre, söz konusu nurun
müminlerin önlerinde ve sağlarında koşması, solda ve arkada bulunan
münafık ve kâfirlerin ondan istifade etmemesi içindir. Binaenaleyh 'ü
"her taraf" mânâsına yorumlamak doğru değildir. , dan bedeldir. İbnü
Atiye demiştir ki, sözüne de zarf olabilir. Yani münafıkların şöyle
şöyle dedikleri gün, müminler o büyük kurtuluşa erecekler demektir.
Münafıklar, Medine'de olduğuna göre bu âyetlerin de medenî olmaları
gerekir. Bize bakınız sizin nurunuzdan alalım, yani müminler nurları
önlerinde ve sağlarında koşarak o büyük murada ererlerken münafıklar
yetişemeyip karanlıkta kalacaklardır. Müminlere arkalarından diyecekler
ki, "Bizden tarafa bir bakın da, nurunuzdan biz de ışık alalım,
istifade edelim." Zira müminler onlardan tarafa baktıkları zaman
önlerinde bulunan nur o tarafa geleceğinden ondan istifade
edeceklerdir. Yahut "Bizi gözetin, bekleyin de biz de size katılalım ve
bu sûretle nurunuzdan ışık alalım." mânâsınadır. Mü'minler veya
melekler tarafından denilecek ki dönün arkanıza da bir nur almağa
çalışın. Yani bir nur bulma vasıtası arayın. Âyette yer alan "dönün"
emri, defolun gibi bir azarlama, bir kovmadır. Denilmiş olmaktadır ki,
siz dünyada dönekliği sever, dinden dönmeğe vasıta arardınız. Haydi
şimdi mümkünse ve dönmekte fayda varsa dönün arkanıza da bir nur
arayın. Şimdi burada size bakacak kimse yoktur. Arkadan maksat da,
nurun taksim edildiği yer yahut, nurun sebebi olan imanın kazanıldığı
dünya hayatıdır. Derken aralarına bir sûr çekilmiştir. Sûr, bir şehrin
etrafına çepe çevre çekilen hisâra denilir. Burada mutlak ayırıcı
mânâsı verilmiştir. İbnü Zeyd ve Mücahid bu sûra A'râf demişlerdir.
Diğerleri ise A'râfın dışında bir şey olduğunu söylemişlerdir. Bazı
âlimler de men etme ve yolu kapama mânâsı vermişlerdir. Yani
münafıklar, müminleri taleb etmekten engelleneceklerdir demektir.
Ayrıca bu sûrun, cennet ile cehennem arasına çekilmiş bir sed olduğu
görüşü de ileri sürülmüştür. Öyle bir sur ki onun bir kapısı vardır.
Çok değil sadece bir kapısı, Allah bilir ya bu, iman kapısı olmalıdır.
Çünkü ondan ancak mümin olanlar girebileceklerdir. Batnı yani o kapının
yahut sûrun içi ki rahmet ondadır. Hakikatini tarif ve tasvir etmenin
mümkün olmadığı bütün sevab ve nimet onun içindedir. Dışı ise, o yüzden
yani o kapı ve sûr tarafından azabtır. Dışındakilere azab o yönden
gelir.
14.
Münafıklar, müminlere: "Biz sizinle beraber
değilmiydik?" diye bağrışırlar. Dünyada sadece dilleriyle deyip mümin
göründüklerini söylemek isterler. Buna karşı müminler diyecekler evet..
velakin sizler kendilerinizi fitneye soktunuz. Yani münafıklık yaparak
kendinizi meşakkate düşürdünüz, ateşe doğru gittiniz ve helak ettiniz.
Ve gözettiniz müminlere belâ ve musibet gelmesini beklediniz. Bunun da
sebebi ve şüphe ettiniz, işkillendiniz. Yani inanamadınız, böylece de
hakikaten müminlerle beraber olmadınız. ve bunun sebebi de
kuruntularınız sizi aldattı. Boş temenni ve hülyalarla kuruntularınıza
aldandınız ve münâfıklıkla o boş isteklerinize ereceğinizi, böylece de
İslâm'ın başarılı olamayacağını zannettiniz. Tâ Allah'ın emri, yani
ölüm gelinceye kadar gururlandınız ve bunun da sebebi, o aldatıcı,
gururlu, yani şeytan sizi Allah'a güvendirdi, adam sen de! Günahın
zararı yoktur, Allah Gafûr ve Rahîm'dir affeder diye sizi keyflerinizin
arkasından koşturdu.
15.
"Bu gün." "Fâ" sebebiyyedir, yani o sebebten dolayı
bugün sizden hiçbir fidye kabul edilmez, kendinizi kurtarmak için her
ne kadar kurtuluş fidyesi verecek olsanız kabul edilmez. Ne de
küfredenlerden, sadece sizin gibi gizlice değil, açıkca ve bâtınen
küfredenlerden de fidye kabul edilmez. Me'vânız, sığınacağınız yer,
ateş yani cehennemdir. İşinizi görecek koruyucunuz, yahut layıkınız, en
uygun olan cezanız odur. O da ne fenâ masîrdir, yani ne fenâ gidilecek
yerdir. Yahut ona gidiş de ne fenâdır.
16.
"Ya o iman edenlere çağrı gelmedi mi?" Bu âyetin de
içeriği onun Medine'de indiğini gösterir. Ancak Mekkî olduğuna dair de
iki ayrı rivayet vardır. Bunlardan biri, İbnü Mes'ud'dan
nakledilmektedir. O şöyle der: "Müslüman olmamızın üzerinden henüz dört
sene geçmişti ki bu âyet ile uyarıldık. "Diğeri ise İbnü Abbas'ındır. O
da şöyle demiştir: "Allah Teâlâ, müminlerin kalplerinde bir ağırlık
(yavaş hareket) görerek, Kur'ân'ın inişinin on üçüncü senesine girerken
bizi azarladı." Şu halde bu iki rivayet birbirine zıt olduğu için
birini tercih edecek durumda değiliz. Bir de, müminler Mekke'de sıkıntı
içinde idiler. Medine'ye hicret ettiklerinde rızık ve nimete ulaşınca
eski hallerine nazaran içlerinde uyuşukluk gösterenler oldu. Bunun
üzerine söz konusu âyet indirildi denilmiştir. Lakin bu da, âyetin
içeriğine pek uygun düşmemektedir. Gerçi âyetin son tarafında
"Üzerlerinden uzun zaman geçmiş de kalpleri katılaşmış..." denilmekle
bu mânâya temas ediliyor gibi ise de, esasen söz geliminde bir
aşağılanma olmayıp, henüz vakti gelmedi mi? diye hitab edilerek bir
olgunlaşmanın meydana gelmesine teşvik ve sevk edilme bulunmaktadır.
Aslında âyette bir azarlama vardır. Fakat bu azarlama, âyetin inişine
sebeb olan sahabiler için dinî neş'ede bir aşağılanma azarlaması değil,
imanda kemâl izlerini göstermek suretiyle İslâm'ın faaliyete geçmesi
için aşk ve heyecan yükselişini uyandırmak istikbalde de o neş'enin
sönmemesi için şart olan ruhî bir kanuna işaret etmekle heyecan ifade
eden bir teşvik azarlamasıdır. Onun için buyuruluyor ki, o iman
edenlere vakti ve zamanı gelmedi mi? Ki kalpleri Allah'ın zikrine ve
inen hakka saygı duysun saygı ile boyun eğip itaat eylesin. Allah'ın
zikrinden maksat, Allah'ın adının anılması, yahut Kur'ân'dır. İnen hak
da, meydana gelen olaylara göre Kur'ân ile Allah tarafından indirilen
hükümlerdir. İmân, önce bilgi ve sevgi gibi iki ruh hâlini ihtivâ eder.
Sonra da Hak Teâlâ tarafından gelen emir ve nehiylere göre hayırlı
işlere teşebbüs etmeyi ve güzel ahlâk ile ahlâklanmayı gerektirir. Yeni
imana gelen kalplerde ilk duyguların vicdanlara çarpışı kuvvetli ve bu
yüzden muhabbet neşesi şiddetli olsa da, gerek bilgi ve gerek imanın
gerektirdiği şeyin tatbikatı itibariyle olgunluğa ulaşmış bir kalp gibi
yüksek faziletlere eremez, yaptığı işlerde ve gösterdiği tepkilerde
usulüne uygun ve normal bir hareket tarzına sahip olamaz Nitekim uzun
zaman geçmesiyle duygular kocayarak neş'esini kaybeder. Arzulara
gevşeklik ve kalbe katılık gelir ve bu kanun ruhundan dolayı ferdler
gibi cemiyetler de dinî neşelerinde bir başlangıç çocukluk, gençlik,
rüşd, kemâl ve olgunluk sonra da kocamak ve ihtiyarlık gibi tavırdan
tavıra çeşitli devirler yaşar. Bu suretle kocayan cemiyetler ancak
neşenin yenilenmesi yoluyla, öldükten sonra dirilme gibi yeniden hayat
kazanarak varlığını devam ettirebilir ve yine o suretle gelişmesini
sağlayabilirler. Hakkın birliği ile İslâm, âleme bir Likâullah (Allah'a
kavuşma) neş'esi getirmişti ki, onun sona ermesi düşünülemez ve hiçbir
neş'e ile değiştirilmesi söz konusu edilemez. İstikbalin imkan
zemininde gizlenen hiçbir devlet, hiçbir nimet neşesi onun kavrayışı
dışına çıkamaz. En büyük hoşnutluk, bütün neş'elerin ve mutlulukların
gayesidir. Öncekiler, o neşenin aşkıyla iman ve İslâm'a sarılıyorlardı.
Müşriklerin kızgın taşlarla işkenceleri altında hiç gevşeklik
göstermeyerek "ehad, "ehad" (birdir) diye Allah'ı zikretmek suretiyle
imanın sevincini ilan eden Bilâl-i Habeşî (r.a.) gibi Ashab-ı Kiram,
hep o neş'enin şevkiyle zevk içinde yaşıyorlardı. Sonra da bu neşe,
feyz ve yükselmeye kabiliyetli olarak "Bugün size dininizi ikmal ettim,
üzerinize nimetimi tamamladım..." (Mâide, 5/3) gününe doğru bir
olgunlaşma takip ediyordu. Şüphesiz ki Ashab-ı Kiram imanlarının ilk
anından itibaren kalpleri Allah'a karşı saygı ile çarpan mahlukatın en
üstünü idiler. Bununla beraber ferdlerin tekamül mertebelerindeki
hareket ve kabiliyetleri ve her mertebedeki saygı dereceleri farklı
olduğu gibi ilk zamanlarda cemiyyet olarak ortaya çıkışlarında henüz o,
görünen neş'esini bulamamış kuvvet ve gençlik çağına gelememişti. İşte
bu âyet, bu ruh kanunlarıyla İslâm toplumunun iman konusunda ve amelî
fazîletlerde Allah'ı zikir ve Hakk'ın hükümlerine tam bir saygı ve
teslimiyyet melekesi kazanarak faaliyyet çağına geçmeleri zamanının
geldiğini hatırlatmaktadır. Çünkü âyetinde buyurulduğu üzere "Asıl
müminler o kimselerdir ki, Allah Teâlâ'nın ism-i celili zikredildiği
zaman kalbleri çarpar ve âyetleri okundukça imanları artar." (Enfâl,
8/2). Şu halde iman edenler işte böyle olsunlar. Ve şunlar gibi
olmasınlar ki önceden kendilerine kitap yani Tevrat ve İncil verildi.
Sonra üzerlerinden uzun zaman geçti, zaman uzadı, peygamberleriyle
aralarında zaman geçti, yahut gaye uzadı, vaad edilen maksad ve istek
geçti, veya ecel uzadı, ömürleri uzayıp ölümü unutarak ardı arkası
kesilmeyen arzular peşine düştüler. Ve kalpleri katılaştı. Allah adına
zikr ve nasihat tesir etmez, hakka boyun eğmez ve hak neşesi duymaz
oldular. Böylece "İşte onlar (yani kalbler) şimdi katılıkta taş gibi,
yahut daha da ileri.." (Bakara, 2/74) âyetinde ifade edilen duruma
geldiler. Hem içlerinden çokları fâsıktırlar. Dinlerinin sınırlarını
aşmış, kitaplarındakini terketmişlerdir. Yani "Ama onlar kendilerine
zikredilen şeyden pay almayı unuttular.." (Mâide, 5/14) âyetinde ifade
edilen niteliği kazanmış oldular. Onun için siz onlar gibi olmayın,
katı kalpli de olmayın, fâsık da olmayın da, Allah Teâlâ'nın zikrine,
Kur'ân'daki vaaz ve uyarısına, indirdiği gerçek hükümlere itaat ve
teslimiyeti alışkanlık edinecek şekilde yumuşak ve ince kalpli olun.
deki "fâ" sebebiyyet mânâsınadır. Demek ki tûl-i emed, yani zamanın
uzaması, kalp katılığına bir sebeb gösterilmiştir. Zira zamanın
geçmesiyle duyguların şiddeti söner, kalpler katılık peyda eder. O
halde hatırlara burada şöyle bir soru gelebilir: Zaman aşımı kalbin
katılaşmasına sebeb olunca uzun zaman yaşayan kimselerin bundan
sakınması nasıl mümkün olabilir? Ve bu surette onlar gibi olmasınlar
demenin genel anlamda ne faydası olur? Bunun cevabı şudur: Bilindiği
üzere usulde zaman aşımı gibi kulların iradesine tâbi olmayan
hususlarda sorumluluk, onun ilgili olduğu ihtiyarı elde etme
sebeblerine bağlıdır. Bunda da zaman aşımının hükmünü, ortadan
kaldırabilecek sebeplerin araştırılması ile ictihada sevketme söz
konusudur. Bir de âyette asıl kasdedilen huşûdur (saygıdır). Huşû ise
irade ve ihtiyâr ile ilgili olan bir fiildir.
17.Sonra
tabii sebepler karşısında da ümitsizliğe
düşülmemek için şöyle buyuruluyor: Biliniz ki Allah Teâlâ yeri
ölümünden sonra diriltir. Şüphe yok ki onu dirilten Allah, zamanın
uzamasıyla katılaşmış olan kalpleri de yeni bir intibâh ve bir hayat
neşesi ile diriltir. İşte size âyetleri açıkladık belki düşünür
anlarsınız da onlara saygı ile sarılır, zamanın uzamasıyla dahi kasvete
düşmemek için olgun bir iman ile çalışır, Kur'ân'ın feyziyle âleme yeni
yeni hayatlar yayarsınız. Bunu yapabilmek için de Allah yolunda infak
ve tasadduk etmek en birinci sebeplerden birini teşkil eder. Bu hususa
işaret için şöyle buyurulmuştur.
18.
"Şüphesiz sadaka veren erkekler ve kadınlar..."
19.
Hem Allah'a ve Resulüne iman edenler ki imanlarının
niteliği Bakara Sûresi'nin sonunda ifade edilmişti. Onlar, hep
sıddikler ve şehidlerdir. Sıddikler; Allah ve Resulünü tasdik edip,
tasdiklerine sadık kalmada en ileri gidenlerdir. Şehidler; Allah
yolunda can veren mücahidlerdir ki, cennetlik olduklarına şehadet
edilmiştir. Yahut hakikatte ölmüş olmayıp, hayatta bulunduklarına
şehadet edilmiş olmakla beraber henüz hazır demek olan şahidlerdir.
Rablerinin indinde, yani Allah'ın yanında demektir ki hakiki müminler,
Allah'ın hüküm ve ilminde sıddikler ve şehidler hükmünde ve tıpkı onlar
gibidirler. Çünkü Allah'a ve Resulüne hakikaten iman etmiş olanlar,
onlar gibi Allah'ın ve peygamberlerinin bütün haberlerini tasdik
etmekle beraber, imanlarına sadık kalırlar ve Allah için onların
fiillerine sıdk ile şehâdet ve yardım ederler. Onun için onlara öyle
sıdk ve şehadet ile iman edenlere onların, yani sıddiklerin ve
şehidlerin mükafat ve nurları vardır. O hakiki müminler de, onlara vaad
edilen mükafat ve nura kavuşurlar. Müfessirlerin beyanına göre şu
farkla ki, müminlerinki sıddiklerin ve şehidlerinki gibi katlanamaz. Bu
suretle seçilirler. Aralarında mahiyet (esas) farkı bulunmaz, Fakat
nitelik ve derece farkı bulunur. Bazı müfessirler de bu âyeti başka
türlü rabtetmişler ve demişlerdir ki nin haberi da tamam olmuştur,
okurken burada durulmalıdır a bağlı olmayıp mübtedâdır. Haberi ise,
dür. Böylece bu üç zamirin üçü de şühedâya aiddir. Buna göre mânâ,
şöyledir: "Allah'a ve Resulüne iman edenler, onlar hep sıddiklerdir.
Rablerinin yanındaki şehidler ise, onların kendilerine mahsus
mükafatları ve nurları vardır." Burada Şühedâ'dan murad "Her ümmetten
bir şahit, seni de bunlara şahit getirdiğimiz zaman nice olur." (Nisâ,
4/41) âyetinde olduğu gibi peygamberlerin olması da düşünülebilir.
Âyetlerimize yalan deyip küfredeler ise, onlar hep cehennem ashabıdır.
Cehennemde ebedi kalıcıdırlar. Kâdî Beydâvî der ki: "Bu âyetten,
cehennemde ebedî kalışın kâfirlere mahsus olduğu anlaşılır. Zira cümle,
ihtisasa delalet ettiği gibi sohbet de örf bakımından beraberliğe,
devamlılığa delalet etmektedir."
Mümin ve
kâfirin ahiretteki hallerini böylece beyan
ettikten sonra dünyanın, yani ahiret saadetini kazanmak için sarf
edilmeyen fâni hayatın değersizliğini tasvir ederek ahiret hayatına
teşvik için buyuruluyor ki:
20.
Dünya hayatı, yani ahiret kazancı için
sarfedilmeyen, sonsuzluk âleminin nimetlerini elde etmeye vasıta
kılınmayan o dünya hayatı sırf çocukları aldatan ve yorgunluktan başka
bir meyvası olmayan şu hallerden ibarettir: Bir oyundur, heves edilir.
Uğraşılır, boğuşulur. Yense de yenilse de netice itibariyle hiçe doğru
sürüklenip gider ve eğlencedir. İnsanı faydalı olan işinden, gücünden,
vazifesinden alıkoyan ve vaktini öldürmekten başka bir işe yaramayan
eğlencelerdir. Ve süstür, herhangi bir şeref bahşetmeyen, kadın ve
çocuklar gibi gafilleri aldatan giyimler, kuşamlar, ciciler biciler
kabilinden sadece bir gösteriştir. Ve aranızda bir övünmedir, ben
senden üstünüm, ben falanın oğluyum gibi bir övünüştür. Tefâhür, övünme
yarışı demektir. Fahr ve iftihar ise, kişinin kendisinden başka şeylere
güveniş övünmesidir. Mal ve evlatta bir çokluk yarışı, bir gururdur.
İşte sırf dünya için yaşayanlara hayat, bunlardan ibarettir. Bir yağmur
misali gibi ki otu kâfirleri imrendirmiştir. Burada küffâr, şer'an
bilinen anlamı ile kâfirler demek olabilirse de, İbnü Mes'ud (r.a.)'dan
rivayet edildiği üzere çiftçiler, rençberler mânâsına olması daha
tercihe şayandır. Çünkü küfür, asıl lûgat mânâsında "örtmek" demektir.
Çiftçiler de tohumu toprağa atıp örttükleri için onlara da bu vasıf
verilmiştir. Otların bitmesi de hayvanat dolayısıyla önce çiftçilerin
hoşuna gider. Ancak bu tabirin seçilmesi, bilinen tevriyeden de uzak
değildir. Ahirete inanmayan kâfirlerin hoşlandıkları hayatın hayvanî
bir hayat olduğuna işaret için de kullanılmış olabilir. Sonra heyecana
gelir, coşar, gürleşir yahut kurumaya yüz tutar, körelir. Bir de bakar
onu sapsarı görürsün. Sonra bir tutam çöp olur. İşte dünya hayatının
misali budur. Ahirette ise şiddetli bir azab vardır. Yani dünya
hayatına düşkünlüğün neticesi, çetin bir acıdır. Onun için burada ilk
önce azab haber verilmiştir. Bir de Allah'tan bir mağfiret, bütün
günahları örten, zahmetleri unutturan ve mahiyetini tasvir imkanı
olmayan bir mağfiret bir bağışlama vardır. Ve bir rıdvan vardır, ki her
şeyden büyük, her zevkten üstün olan Allah'ın rızasına ulaşmak, "Allah
kendilerinden hoşnut olmuş, onlar da Allah'tan hoşnut olmuşlar.."
(Beyyine, 98/8) âyeti gereğince hem kendisinden razı olunmuş hem de
kendisi razı olmuş olmak ve o ebedi hoşnutluk, bütün mutlulukların en
büyüğü, bütün safâların (şenliklerin) en yücesidir. Bu ise, dünya
hayatını gaye edinmeyip ahiret için çalışan müminlere vaad edilmiştir.
Görülüyor ki şiddetli bir azaba karşılık iki şey zikredilmiştir. 1.
Mağfiret, 2. Hoşnutluk. Bu da Allah'ın rahmet sıfatının gadab sıfatına
üstün geldiğini göstermektedir. Kısacası, dünya hayatı aldatıcı zevkten
başka bir şey değildir, bir zevkten ibarettir. Fakat bir aldanma
zevkidir. Hoş gibi görünür, lakin neş'esi sersemlikle, zevki acı ve
ayrılıkla, azabı cehennem ile neticelenir. Ancak Saîd b. Cübeyr
(r.a.)den rivayet edildiği üzere dünya hayatının aldatıcı bir zevk
olması, ahiret hayatını istemekten alıkoyması sebebiyledir. Ancak Allah
Teâlâ'nın hoşnutluğuna ve ahiretin kazanılmasına vesile edinilmesi
durumunda ise ne güzel zevk, ne güzel bir vesiledir! O halde insan
olanlar dünya hayatının geçici zevklerine kendilerini kaptırmayıp,
sonundaki o ayrılık ile bir taraftan o şiddetli azabı, bir taraftan da
o mağfiret ve hoşnutluğu düşünmeli de, yalnız azab korkusu ile değil, o
mağfiret ve hoşnutluğa layık bir neş'e, bir aşk ve muhabbet ile ahiret
için çalışmalı, o büyük murada ermelidir.
21.
Onun için buyuruluyor ki: "Rabbinizden bir mağfirete
ve genişliği yer ile göğün genişliği gibi bir cennete doğru yarışın."
(Bu âyetin manasıyla ilgili olarak Al-i İmrân, 3/133. âyetine bkz.)
Müsâreât ve müsabaka, sürat yarışı, geçme yarışı demektir. Bu iki
kelime mânâ itibarıyla farklı olmakla beraber birbirlerinin yerine
kullanılırlar. Müsabaka edin, yani sizden önceki ümmetlerin önde
gidenlerini geçmek ve onlardan daha ileri giderek Rabbinizin
mağfiretine, vasfedilen cennet ve Allah'ın rızasına ermek için gerekli
olan sebepleri hazırlamak hususunda koşu meydanlarında yarışan
yarışçılar gibi müsabaka edin, güzel ve hayırlı ameller için gayret
gösterin. Ki o cennet Allah'a ve Resulüne iman edenler için
hazırlanmıştır. O halde müsabakanın aslını imanda yarışma teşkil eder.
İmanda müsabaka ise, Allah ve Resulü'nün tebliğ ettikleri hususları
tasdik ve uygulamada mümkün olan mesâinin en yükseğini sarf etmek, yani
yukarıda geçtiği üzere Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı ile itaatta
yarış etmek suretiyle olacaktır. Vaad edilen o geniş cenneti hazırlama
Allah'ın fazlıdır, yani üzerine vacib olduğu için değil, sırf fazl ve
keremiyle ihsan ettiği bir hediyesi bir bahşişidir. O fazlını dilediği
kimselere verir. Onun için Cennet'i öyle iman edenlere tahsis etmiştir.
Ve Allah çok büyük lütuf sahibidir. Onun için ona öyle büyük ve geniş
bir lütuf çok görülmez. Sizler hemen iman edip ona ermek için yarışarak
çalışın da başarıyı yine O'nun lütfundan ümid edin.
22.
Fakat dünya hayatının peşin olan eğlencelerini
bırakıp da böyle ahirette vaad edilen bir mağfiret ve cennet için
yarışa kalkışmakta gerek memleket ve gerek nüfus itibariyle bir takım
dünyevî zararlar, sıkıntılar ve musibetlerin başa gelme ihtimali varken
öyle bir müsabakaya nasıl girişilebilir? denirse işte bunun için
buyuruluyor ki ne yeryüzünde ne de nefislerinizde hiçbir musibet vuku
bulmaz ki bir kitapta yazılmış olmasın. Musibet, hedefine isabet eden
mermi gibi insana şiddetle dokunan hâdise ve felakettir. Arzda vuku
bulan musibet, yerde herhangi bir zarar ve harabeye sebeb olan âfet ve
ziyanlardır. Bu, kuraklık, kıtlık, ürünler veya hayvanlara ârız olan
âfetler, ev veya şehir yıkımı, arazi ziyanı ve zelzele gibi diğer bütün
zararları içine almaktadır. Nefislerdeki musibet ise, ölüm, hastalık,
yara bere, kırık, hapis, işkence, açlık, susuzluk, züğürtlük gibi
insanlarla ilgili olan acılardır. Tatlı başarılar Allah'ın lütfu olduğu
gibi bütün musibetler de Allah'ın ezeli ilminde veya Levh-i mahfuz'da
yazılmış bir takdiridir. Öyle ki O yeri veya nefisleri yahut da o
musibeti yaratmamızdan, vücuda getirmemizden önce yazmışızdır. O nasıl
mümkün olur denilmesin. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır, Allah Teâlâ
madde ve zamandan müstağni (berî)dir. O halde takdir edilen musibetten
kaçınmakla kurtulma mümkün olmaz. O yazılmış ise yalnız müsabakaya
girişenlere değil, kaçanlara veya oturup zevk ve rahatına bakanlara
dahi gelir çatar. Bu hususta, böyle bir inanca sahip olmalı ve o yolda
hareket edilmelidir. Musibetlere karşı kadere bağlanmanın kalbe kuvvet
ve sağlamlık vermesi yanında, gerek acı ve gerek tatlı hadiseler
karşısında insanı sarsmayan bir faydası da vardır.
23.
Bu husus şöyle beyan buyurulmuştur: O yazı (kader)
şu hikmet içindir ki kaybettiğiniz dünya nimetlerinden ötürü gam
yemeyip üzülmeyesiniz. Allah'ın takdiri böyle imiş diye teselli bulup
gücünüzü koruyasınız. Ve size verdiği ile de güvenmeyesiniz,
Kibirlenmeyip "Bu, dedi şükür mü edeceğim yoksa nankörlük mü edeceğim
diye beni sınamak üzere Rabbimin (gösterdiği) lütfundandır." (Neml,
27/40) diye sonunu düşünesiniz. Zira hepsinin takdir edilmiş olduğuna
imanı olan, kalpleri Allah'ın zikrine ve inen hakka saygı duygusu
besleyen kimseler Allah Teâlâ'nın hadiseler ile ortaya çıkan acı, tatlı
kaza ve kader görüntüleri karşısında insan olarak üzüntü duysa veya
duygulansa da kendini şaşırmaz, ne gamın ızdırabına ne de sevincin
gurur ve heyecanına kaptırmaz. Hepsinin haktan indiğini ve nice gizli
hikmetleri bulunduğunu bilerek her iki halde de gönlünü, Allah'ın
mağfiret ve hoşnutluk neş'esine bağlayıp alçak gönüllülük ve rıza,
hisleriyle vazifesine bakar. Hem Allah çok övünen kibirlilerin, kendini
beğenmişlerin hiçbirini sevmez. Bu ilave övünmenin sakıncasını ve kötü
görülen çeşidini beyan etmektedir. Demek ki, hoş karşılanmayan güven,
kibir ve gurur getiren fazla güvendir. Zira mübalağa sigasıdır. Çok
iftihar edici demektir. da "ihtiyâl"den ism-i fâil olup kendinde
görünen bir fazilet hayal ederek kibirlenen mânâsını ifade etmektedir
ki kendini beğenmiş diye tabir edilir. Aslında bu kelime, dan
türemiştir. den bedel yahut mânâsına mahzuf mübtedânın haberidir.
24.
Yani "şöylelerini ki," yahut "onlar öyle kimselerdir
ki" cimrilik ederler; sadaka vermekten, yardım etmekten Allah yolunda
harcamaktan mallarını kıskanır, esirger ve cimrilik ederler. İnsanlara
da cimriliği emrederler, bu durum iki şekilde olur. Ya nasihat
ediyormuş gibi doğrudan doğruya ağızlarıyla söyler ve iktisattan,
idareden bahsederek sıkılığa, cimriliğe teşvik ederler. Yahut
davranışlarıyla herkese cimrilik örneği olurlar her kim de ardına
dönerse, Allah yolunda harcamaktan yüz çevirirse haberi olsun ki, Ganî
ve Hamîd ancak Allah'tır. Hiç ihtiyacı olmayan zâtında hamdedilmeğe ve
övülmeye layık olan ancak O'dur. Onların yüz çevirmeleriyle Allah'ın
hiçbir şeyi eksilmez, zarar onların kendilerine aittir. İhtiyaç da
kendilerinindir. Burada Nâfi, İbnü Âmir, Ebu Cafer kırâetlerinde 'siz
şeklinde okunur ve mânâda herhangi bir değişiklik olmaz. Bunun üzerine
hamd'i gerektiren ilâhî lütuflardan bazılarını hatırlatma ve yüz
çevirenleri uyarma pozisyonunda buyuruluyor ki
25.
Muhakkak beyyinelerle, yani açık ve kesin delil ve
mucizelerle Resullerimizi gönderdik. Ve beraberlerinde kitap ve mizanı
indirdik. Âyette geçen kitaptan maksat, kitap cinsidir. Yazının ifade
edilmesi de, bunun mânâsı içerisindedir. Mizan da bilinen terazi
demektir ki, âlemde mevcut olan denge kanununun bir delili ve ölçüsü
olarak eşyanın dengesini tayin için kullanılır. Bunun indirilmesi ise,
Allah tarafından beşerin bilgisine sunulması, ilham ile bildirilmesi
çalıştırma ve kullanımının öğretilip emrolunmasıdır. Bu da, dengeyi
kavrayan bir aklî ve fikrî ölçü ile ilgilidir. İşte böyle kitab ve
mizan (terazi) da indirildi ki insanlar insaf ve adaletle doğrulsun.
Adî terazi tartabildiği şeylerde bir adalet, bir denkleştirme ölçüsü
olmakla beraber, hukuki dengelerin hepsini ölçmek için yeterli
değildir. Fakat adalet mânâsının en hususi bir örnek ve vasıtasını
gösterdiği için mizan kelimesi mutlak adalet remzi olarak da
kullanılır. Burada da mizanın hukûkî, sosyal ve siyasî dengeyi tayin
eden adalet ölçüsü mânâsına alınması uygundur. Dengeyi bozan ve adaleti
saptıranlara gelince Bir de demiri indirdik, yani bolca yaratıp
varlığını bildirdik, kullanılmasını öğrettik. Onda şiddetli bir be's
vardır. Yani kuvvetli bir darbe, çetin bir azab vardır. Çelik silahlar
ve harp âletleri ondan yapılır. Ve insanlar için çok faydaları vardır.
İğneden ipliğe hiçbir sanat yoktur ki onda demirin hizmet ve menfaati
olmasın. Demir bütün sanayiin, hem belkemiği hem eli ve tırnağı
gibidir. Mezarlar onunla kazılır, şehirler onunla yapılır. Yiyecek de
onunla, giyecek de onunladır. Fahreddin-i Razî'nin dediği gibi demirin
insanlığa hizmeti, altından çok fazladır. Denilebilir ki, altın
bulunmasaydı dünya için büyük bir eksiklik olmazdı. Lakin demir
bulunmasaydı hemen hemen bütün dünya işleri bozulurdu. Zamanımızda
makinecilikle demir sanayiinin ulaştığı derece ise, hemen hemen her
şeyi kuşatmıştır. Böylece hem gücü artırmış, hem faydaları
çoğaltmıştır. Öyle ki devletler küçük bir kağıt parçasını altının
yerine koymak suretiyle, altının kıymetini değilse de tedavülünü (elden
ele dolaşımını) hayli durdurmuş ve hatta altın ölçeğinin kaldırılmasını
bile lakırdı sahasına atmış oldukları halde, demirin bir iğnesini
eksiltmek şöyle dursun, demir ihtiyacının günden güne şiddetini
artırdığını görmekten başka bir şey yapamamışlardır. Şüphe yok ki
insanlığın böyle her taraftan demir çemberleriyle kuşatılması,
derelerin, tepelerin demir makinelerden savrulan dinamit ateşleriyle
parça parça edilmesi, nice kalblere katılık vermekte, kitab ve mizanı
düşünmeyip, yumuşak döşeklerde rahata alışmış olan veya engin cehalet
ve tembellik derelerinde çalıp oynamak isteyen nice milletleri "Bir de
onlar için demir kamçılar vardır." (Hac, 22/21) âyetince demir
kıskaçlar içinde cehennemî bir tazyik ile ezmektedir. Bu da, demirde
mevcut olan şiddetli gücün ortaya çıkmış bulunmasındandır. Fakat bu
şiddetli gücü, bu kuvvetli tazyiki kırarak yüksek bir hürriyet havası
teneffüs etmek için gök boşluğuna doğru uçan uçaklar da, demirdeki
sayısız faydaları gözler önüne seren birer delildirler. Kısacası,
demirin insanlar için çok faydalı ve insanların demire olan
ihtiyaçlarının altına olan ihtiyaçlarından daha fazla olmasından
dolayı, Allah Teâlâ, demiri altından çok ve kolay bulunur bir surette
yaratmış ve keşfini altından önce nasip etmiştir. Buna karşılık altını
ihtiyacın azlığı sebebiyle az ve nâdir yaratmış, ayrıca zor bulunacak
ve kirlenmez bir kıymet ölçüsü yapılacak şekilde ağırlık ve değeri ile
yerin derinliklerine atmıştır. Allah Teâlâ'nın cömertlik, hikmet,
kullarına olan rahmet ve yardım izlerinden biri de, çok ihtiyaç duyulan
şeyleri tabiatta daha fazla ve kolay bulunabilecek bir tarzda yaratmış
olmasıdır. Nitekim bilginler derler ki, insanın hayatta en çok ihtiyacı
havayadır. Çünkü akciğerlere hava bir an ulaşmasa insan derhal ölür.
İşte bu sebepledir ki Allah Teâlâ onu en fazla ve en kolay
bulunabilecek ve kolaylıkla teneffüs edilebilecek bir surette
yaratmıştır. Öyle ki insan hiç bir zorluk çekmeksizin onu tabii olarak
teneffüs eder. Suya ihtiyaç, havadan az olduğu için onu bulmak havaya
göre biraz daha zor, yiyeceğe ihtiyaç, sudan da az olduğu için, onu
bulmak da suyu bulmaktan daha güçtür. Aynı şekilde yiyeceklerin
çeşitleri de ihtiyacın mertebesine göre farklılık arzetmektedir.
Bulunması en zor olana ihtiyaç daha az olur. Mücevherlere ihtiyaç daha
az olduğu için onlar da cidden az ve çok zorlukla bulunurlar. Onun
içindir ki kıymetlidirler. Bütün bunlardan şunu anlarız ki, tâbii
olarak bir şeye ihtiyaç ne kadar çoksa o da o nisbette çok
yaratılmıştır. O halde Allah'ın rahmetine ihtiyacımız hepsinden daha
çok olduğu için Allah Teâlâ'nın bize rahmetini her şeyden kolay bulunan
bir fazlı kılacağını da ümid ve niyaz ederiz.
"Üstünlüğü
kendi yüceliğine tahsis eden Allah her türlü
noksanlıklardan münezzehtir. İnsanlar da O'nun lütfu sayesinde
zenginleşmişlerdir. Havanın nefeslerini bolca yaratmıştır, her can
sahibi ise onun nefeslerine muhtaçtır."
Bu âyetin
benzeri, "Allah, kitabı ve mizanı hak olarak
indirendir..." (Şurâ, 42/17) ve "Göğü Allah yükseltti ve mizanı O
koydu." (Rahmân, 55/7) âyetleridir. Burada kitab ve mizan ile demirin
münasebetine dair Fahreddin Razî'nin tefsirindeki şu güzel bilgileri
okumadan geçmeyelim.
"1- Sorumluluğun alanı,
ikidir. Birisi, layık olanı yapmak, diğeri ise layık olmayanı
terketmektir. Birincisi, bizzat kastedilendir. Zira maksud bizzat
terkedilseydi o zaman hiç kimsenin yaratılmaması gerekirdi. Çünkü terk
ezelde mevcuttur. Layık olan fiil de ya, nefisle ilgili olur ki o, ilim
ve bilgidir. Yahut bedene ait olur ki o da, âletler ve organlarla
yapılan işlerdir. İşte nefsi fiilerden layık olanı yapmak konusunda
kendisine baş vurulacak şey kitabdır. Çünkü hak bâtıldan, delil
şüpheden onunla seçilir. Bedenî fiillerden layık olanı yapma hususunda
kendisine baş vurulacak şey de mizandır. Çünkü ameller içinde
sorumluluğu en ağır olanlar, yaratıklarla olan muamelelerdir. Mizan da,
adaletin zulümden, fazlanın noksandan kendisiyle seçildiği şeydir.
Demirdeki kuvvet ve şiddet de yaratıkları layık olmayan fiillerden
zorla menetme vasıtasıdır. Kısacası kitab, nazarî kuvvetlere; mizan,
amelî kuvvetlere, demir de layık olmayan şeyin ortadan kaldırılmasına
işarettir. Bu üç husustan en şereflisi, manevî işlere önem vermek sonra
maddi işlere riâyet etmek, sonra da layık olmayan şeylerden sakınmaktır
ki âyette de bu tertib gözetilmiştir.
2- Muamele
ya yaratıcı iledir ki bunun yolu kitaptır.
Yahut insanlarladır ki bu da, ya dostlarla ya da düşmanlarla olur.
Dostlarla muâmele eşitlik esasına dayanır. Bu da, mizân ile mümkün
olur. Düşmanlarla muamele de kılıç ve demir iledir.
3- İnsanlar
üç kısımdır. Birincisi sâbikûn (en ileride
olanlar)dur. Onlar halka, kitabın gerektirdiği şekilde muamele ederler.
İnsaflı davranırlar. Kendi haklarını alma konusunda ise cömert hareket
eder, haklarının tamamını almaya kalkışmazlar. Ayrıca şüpheli
hususlardan da sakınırlar. İkincisi muktesidler (orta yolda
olanlar)dir. Bunlar, hem başkasının hakkı konusunda insaf ederler, hem
de kendi haklarını ister, intisaflı davranırlar. Bu grupta olanlar için
de mizan lazımdır. Üçüncüsü haksızlar, zalimlerdir. Bunlar kendi
haklarında insaf isterler, fakat başkalarının hakları konusunda
insaflı, davranmazlar. Kendi canlarının yanmasını istemez, başkalarının
ise canını yakarlar. Bunlara karşı da kuvvet ve demir lazımdır.
4- İnsan ya
hakikat makamındadır ki bu, nefs-i mutmainne
(iyilikle kötülüğü ayırdeden kuvvet) ve mukarrebin (Allah'a yakın
olanların) makamıdır. Bu makamda insan, ancak Allah'ta sükun bulur ve
ancak Allah'ın kitabı ile amel eder. Nitekim "Bilesiniz ki, kalbler
ancak Allah'ı anmakla sükunet bulur." (Ra'd, 13/28) buyurulmuştur.
Yahut tarîkat makamındadır ki bu da, nefs-i levvâme (kötülükten sonra
huzursuzluk veren nefis) ve ashab-ı yemin (sağcıların) makamıdır. Bu
makamda aşırılık ve ihmalkârlıktan sakınıp doğru yolda gidebilmek için
ahlâkı tanımakta da bir mizan gereklidir. Yahut şeriat makamındadır ki
bu da, nefs-i emmâre (kötülüğe sürükleyen nefis) makamıdır. Bunda ise
nefsi terbiye için ağır bir riyazet (nefse karşı koyma) ve mücahede
demiri lazımdır.
5- İnsan ya,
Allah'ın sırlarının kendisine göründüğü
hakikat ehlidir. Böylelerinin dostu, ancak kitab ve Allah'ı zikirdir.
Yahut taleb ve istidlâl (delil ile anlama) sahibidir. Onlar için de,
bir delil ve hüccet mizanı lazımdır. Yahut da inad ve kibir sahibidir.
Bunların da demirle yeryüzünden kovulması gerekir.
6- Din ya
usûl, ya da fürûdur Başka bir ifade ile ya
bilgi veya amel ve ahlaktır. Usûl kitabtan alınır. Fûrua gelince bundan
maksat, insanların âdil davranmaları ve düzgün iş yapmalarıdır. Bu ise,
mizan ile olur. Zirâ mizan adaletin göstergesidir. Bu iki yolu
terkedenlerin de terbiye edilmeleri için demir lâzımdır.
7- Ayette
yer alan kitab, Allah Teâlâ'nın Kur'ân'da
zikrettiği adalet ve insâfı gerektiren hükümlere işarettir. Mizân da,
insanları o adalet ve insafı yerleştiren hükümlere doğru götürmenin
alâmetidir ki bu, hükümetlerin işidir. Demir de, inad edenleri kuvvet
ve kılıçla yola getirmenin lüzumuna delildir. Bundan anlaşılır ki
kitaba sahip olan âlimlerin dereceleri, kılıca sahip olan âmirlerin
derecelerinden yüksektir. Bunlardan başka münasebet yönleri
bulunabilirse de, hatırlatma için bu zikredilenler yeterli
sayılabilir."
İşte Allah
Teâlâ, böyle kitab, mizan ve bir de insanlara
hem güç veren hem de bir çok faydası olan demiri indirdi ki, insanoğlu
okumayı ve adalet ölçülerini bellesin, adalet ve hakkaniyyete
(doğruluğa) tutunsun, belini doğrultsun, muamele ve hareketlerinde
demirin gücünden sakınsın ve onun kullanılmasını da öğrenip gerek
siyaset gerek sanayi ve ticaret açısından demirden istifade etsin. Hem
de şunun için ki Allah kendisine ve gönderdiği peygamberlerine gıyaben,
yani bilfiil hakkın huzuruna varmadan önce, yahut gösteriş için değil
samimiyetle yardım eden mücahidleri, ezeli bilgisinde olduğu gibi
fiilen de ortaya çıkarıp belli etsin de mükafatlarını versin. Allah'a
yardımın mânâsı, O'nun dinine yardım etmek ve cüz'i iradesini onun için
sarfetmektir. (Bu konuda bilgi için Muhammed, 47/7 âyetine bkz.) Şüphe
yok ki Allah kavidir, azizdir. Kuvveti pek çoktur, izzetine, nihayet
yoktur. O, her şeye galib ve her dilediğini yapmaya kadirdir. Mağlub
edilmesine imkan olmayan ve harikalar yaratan izzet sahibi bir
varlıktır. Bu cümlenin faydası, hem hakkı araştırmak, hem de yardım
teklifinden hatırlara gelmesi düşünülen bir eksiklik zannını ortadan
kaldırmakla meydana gelen yardım ve cihad tekliflerinin sağladığı
faydaların, insanların kendilerine ait olduğunu hatırlatmak ve aynı
zamanda ona muhalefet etmekten sakındırmaktır.
Şimdi o
peygamberleri bir nevi izah etmek, nübüvvet ve
kitaptan sonra bir de kuvvet kullanmanın sebebini beyan ile sûrenin
sonuna bir mukaddime olarak buyuruluyor ki:
26.
"Andolsun ki biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik."
âyeti "Andolsun ki biz apaçık delillerle Resullerimizi gönderdik."
(Hadîd, 57/25) âyetinin bir nevi açıklamasıdır. Burada bulunan "vâv"
istinâfiyye (başlangıç), "Lâm" lâm-ı muvattıa (cümlede şart mânâsından
önce bir kasem geçtiğini bildiren lâm), "kad" tahkik içindir. Yani
"Celâlim hakkı için muhakkak biz gönderdik." demek gibidir. Bu kuvvetli
te'kidler "vâv"ın delalet ettiği, takdir edilen bir sualin cevabı ve
Resulullah (s.a.v)'ın kitabın dışında bir de kuvvet ve kılıç ile cihada
emredilmiş olarak gönderilme sebeplerinin izahı olan bu beyanı takviye
etmek ve önemini bildirmek içindir. Takdir edilen bu sual, sözün
gelişinden anlaşıldığına göre şöyledir: Açık mucizelerle Peygamberler
gönderilip, beraberlerinde kitab ve mizan indirildikten sonra,
insanların adaletle doğrulmaları için bunlar yeterli olmalı değil
miydi? O halde bir demirin şiddetli gücü ile faydalarının elde edilmesi
için gayret gösterme emri ve onunla uyarıcı yeni bir Resul'ün
gönderilmesinin hikmeti nedir? İşte hem bunun gibi hatıra gelen
suallere cevap, hem de sûrenin sonunu baş tarafına uygun sonuç
cümleleri ile bağlamaya hazırlık olmak üzere buyuruluyor ki: Celâl
ismine yemin ederim ki, hakikaten biz Nuh'u ve İbrahim'i gönderdik
zürriyetlerine de peygamberlik ve kitap verdik. Yani kendilerine
peygamberlik verdiğimiz gibi zürriyetleri içinden de peygamberler
çıkardık ve onlara kitaplar vahyettik. İbnü Abbas'tan burada zikredilen
kitabın, kalem ile yazı yazmak mânâsını ifade ettiğine dair bir rivayet
vardır. Buna göre mânâ şöyledir: Daha önce vahyedilen kitablar yalnız
ezberlenip hafızalarda tutulmaktan ibaret iken, yazının icadıyla
yazılmağa da başlanmıştır. Nitekim Tevrat, yazının icadından sonra
indirilen kitaplardandır. Böyle iken içlerinden hidayeti kabul eden,
doğru yolu tutanlar vardır. Bununla beraber çokları fasıktırlar, yani
doğru yola gelmemiş, yahut doğru yoldan çıkmış; fıskı, âdet haline
getirmişlerdir. Demek ki yalnız kitap, insanların insaf ve doğruluğa
tutunmaları için yeterli değildir.
27.
Bunun böyle olduğunu isbat için de buyuruluyor ki
sonra onların peşlerini resûllerimizle takip ettik. Takfiye, esasen
ense mânâsını ifade eden kafa kelimesinden alınmış olup, bir kimseyi
diğerinin ensesinden, ardı sıra yollamak ve ona kafadar etmek demektir.
Yani bir zaman aralığından sonra o önceden gönderilen resullerin,
peygamberlerin peşlerinden kafadarları olmak üzere ardı ardına bir çok
peygamber gönderdik ki, Musa (a.s.)dan sonraki Beni İsrail
(İsrailoğulları) peygamberleri de bunlara dahildir. Bir de Meryem oğlu
İsa ile takib ettik. Yani o ardı ardına gönderme nihayet İsa (a.s.)'ya
kadar geldi, bir de onunla te'kid edildi ve ona İncil'i verdik. Alûsî
der ki: "İsa'ya verilen İncil, bugün hıristiyanların elinde bulunan ve
onun doğum kıssası ile uydurulan çarmıha gerilme kıssasını içine alan
İnciller değildir."
Bugün
hıristiyanların elinde resmî olarak Matta, Merkuş,
Lûka ve Yuhanna adıyla dört İncil vardır ki isimlerinden ve
içindekilerden de anlaşılacağı üzere hepsi sonradan yazılmıştır.
Bunlar, Hz. İsa'nın biyoğrafisini anlatan kitaplardır. Tarihlerin
beyanına göre bu dört İncil, Konstantin zamanında ilk oluşturulan
Sinod'da birçok İncil içinden seçilmiştir. Nitekim Arapça'ya terceme
edilmiş olan "Barnaba İncil'i" adındaki resmî olmayan İncil ile
diğerleri arasında çok büyük farklar vardır. Sözkonusu bu dört İncil'de
Hz. İsa'nın öğütleri çerçevesinde yazılmış olan va'zlar içinde hakiki
İncil âyetlerinin mânâlarını ihtiva eden güzel sözler bulunmakta ise
de, bunların hepsinin değişime uğradığı birbiriyle mukayesesinden
anlaşılacak kadar açıktır. En anlaşılır olanı da tevhid ruhunun
değiştirilmiş, teslise (üçlemeye) çevrilmiş bulunan noktalarıdır.
Mamafih imana teşvik ile ahlâki ve edebî incelikleri içine alan
noktaları da vardır. Ve ona yani İsa'ya uyanların kalblerinde bir
şefkat ve merhamet yarattık. Aralarında sevişecek ve birbirlerine
acıyıp yardımlaşacak bir kalb inceliğine muvaffak kıldık. Fetih
Sûresi'nde Resulullah'ın ashabı hakkında "Kendi aralarında
merhametlidirler." (Fetih, 49/29) buyurulduğu gibi onlar da şefkatli
idiler. "Onların İncil'deki vasıfları da böyledir." (Fetih, 49/29)
Bundan başka bir de rehbâniyyeti (yarattık). Rehbâniyyet, büyük bir
korku hissiyle çekilip dünya lezzetlerini terkederek zühd ve nefsin
isteklerine karşı çıkmak suretiyle ibadette aşırı gitmektir ki esasen
rehbâna mahsus fiil ve davranış demektir. Rehbân da çok korkmak
mânâsına rehbetten râhibin mübalağası olup çok korkan demektir. Ayrıca
râhibin çoğulu rânın ötresiyle "ruhbân" şeklinde geldiği için çoğula
nisbet edilerek "ruhbâniyyet" dahi denildiğini Ebu's-Suud
kaydetmektedir. Ruhbanlık, rahiblerin vasfı demektir. Ki onu onlar icad
ettiler, bid'at olarak ilkin kendileri ortaya çıkardılar ve kendileri
için lüzumlu saymak istediler. Yani biz onu üzerlerine yazmamıştık.
Müstakil olarak farz kılmamış, onunla sorumlu tutmamıştık. Ancak
Allah'ın rızasını aramak için kendileri için lüzumlu gördüler. Çünkü
Ashab-ı Kehf kıssasında da geçtiği üzere Hz. İsa'nın göğe
yükseltilmesinden sonra müminler zorbalar tarafından tazyike uğramış,
kaç defa katliama maruz kalarak kırılmışlar, pek az kalmışlardı. Onun
için fitneye düşmekten korkarak dinlerini korumak ve kendilerini
samimiyetle ibadete vermek üzere rehbâniyeti seçip dağ başlarına, gizli
yerlere çekildiler. Taberî'nin Abdullah b. Mes'ud (r.a.)dan
naklettiğine göre Resullullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Bizden öncekiler
yetmiş bir fırkaya ayrıldılar, içlerinden üçü kurtuldu. Diğerleri helak
oldu. Üç fırkadan birisi, meliklerle karşılaştı, Allah'ın dini ve
Meryem oğlu İsa'nın dini üzerine onlarla çarpıştılar, melikler onları
öldürdüler. Fırkalardan birinin de meliklerle çarpışmaya güçleri yoktu.
Bu yüzden onların kavimleri arasında ikamet edip Allah'ın dinine ve
Meryem oğlu İsa'nın dinine davet ediyorlardı, melikler bunları da
katlettiler ve bıçkılarla biçtiler. Diğer bir fırkanın ise ne
meliklerle çarpışmaya ne de onların kavimleri arasında ikamete güçleri
yoktu, bunlar da çöllere ve dağlara çekilerek oralarda rahip oldular."
Hz. Yahya ile Hz. İsa'nın toplumdan uzak yaşayışlarında buna az çok bir
örnek görülebilirse de bu, kendilerine farz kılınmış değildi. Ancak
meşru olmayan bir durumun karışmaması şartıyla, Allah rızası için
adakta bulunulup yapılması gerekli görüldüğü takdirde, yerine
getirilmesi vacib olan ihtiyâri bir ibadet idi. Onlar Allah'ın rızasını
aramak için onu tercih ettiler ve kendilerine gerekli gördüler. Sonra
da ona hakkıyla riâyet etmediler, riâyet edenler oldu ise de hepsi
etmediler. Çokları "Hahamlardan ve rahiplerden bir çoğu insanların
mallarını haksız yollardan yerler ve (insanları) Allah yolundan
engellerler." (Tevbe, 9/34) âyetinin anlamına uygun hareket ettiler. O
rahmet ve acıma duygusu ile tevhidi bırakıp rahiplik bahanesiyle hazine
toplamaya, teslise (üçlü ilâh inancına) sapmaya ve ahlâksızlık yapmağa
kalkıştılar. Biz de içlerinden iman edenlere mükafatlarını verdik
çokları ise fâsıktırlar. Hakkıyla riâyet şöyle dursun iman sınırından
çıkıp, fıska dalarak insanların adalet ve insaf ölçüleri içinde hareket
etmelerine engel olmaktadırlar. İşte hal bu merkezde iken, Allah Teâlâ
Hz. İbrahim'in zürriyetinden Resulü Hz. Muhammed'i yeni bir kitab ve
şeriatla, kılıç ve kuvvetle cihada memur ederek gönderdi.
28.
Ey iman edenler! Yani geçen peygamberlere iman edip
de verdikleri sözleri tutan ve böylece de mükafata hak kazanan müminler
şimdi Allah'tan korkun, o fâsıkların durumuna düşmekten sakının da
Resulüne iman edin, yani son gönderdiği Resulü Muhammed Mustafa
(s.a.v)'ya iman edin ki size rahmetinden iki pay versin. Birisi, önceki
peygamberlere imanın mükafatı, birisi de, Hz. Muhammed'e imanın
mükafatı olan iki pay versin. İbnü Cerir'in Ebu Musa el-Eşari (r.a.)den
rivayet ettiği bir hadiste Resulullah (s.a.v) buyurmuştur ki: "Üç kişi
iki kere mükafata nail olurlar: Önceki ve sonraki kitaba iman eden
adam, ve bir cariyesi olup da onu güzel bir terbiye ile terbiye
ettikten sonra hürriyetine kavuşturup nikahına alan adam, bir de
Rabbine güzel ibadet eden ve efendisinin iyiliğini isteyen köle." Ve
size bir nûr bahşeylesin ki onunla ileri doğru yürüyesiniz. Burada sözü
edilen nur "Mümin erkeklerle mümin kadınları, önlerinden ve sağlarından
nurları koşarken gördüğün günde.." (Hadid, 57/12) âyetinde açıklanan
nurdur. Ve sizi affetsin, geçmişte yapmış olduğunuz günahlarınızı
rahmetiyle örtsün. Ve Allah, Gafûr'dur, Rahîm'dir yani fâsık olanlar
dahi iman ettikleri takdirde onları da affeder. Mağfiret ve rahmetiyle
mükafatlandırır. Onun içindir ki âlemlere rahmet olan Resulünü fazliyle
göndermiştir.
29.
Kitab ehli bilmeyeceği için mi? Vâhidî demiştir ki:
"Bu âyet müşkildir ve kendisinden önceki âyetle nasıl bir münasebetinin
olduğu hakkında müfessirlerin açık bir sözleri yoktur." Tefsircilerin
çoğu buradaki nın de (Kıyâme, 75/1) olduğu gibi ziyade olup, mânânın
şeklinde müsbet olduğunu söylemişler ve kendisinden önceki âyetle olan
irtibatı hususunda bir kaç ihtimal üzerinde durmuşlardır. Fahrü'r-Razî
bunu meşhur bir görüş olarak şöyle özetler: "Kitab ehli vahiy ve
risaletin, kitab ve şeriatın kendilerine mahsus olduğu iddiasında
bulundukları cihetle, Allah Teâlâ onların Hz.Muhammed'e iman etmelerini
emredip, buna büyük mükafatlar vaad ettikten sonra ardından da, bu
âyeti zikretmiştir ki, maksad; nübüvvet faziletinin kendilerine mahsus
olduğu inancını kalplerinden gidermektir. Buna göre mânâ şöyledir: "Bu
hitab ve beyan, bu tehdid ve müjde, kitap ehlinin şunu bilmeleri
içindir ki..." Ebu Müslim İsfahânî gibi bazı müfessirler de yı nefiy
mânâsına almakla beraber zamirini Peygamber ve ashabına göndererek
kelâmın mânâsına yine müsbet mânâ çıkarmak istemişler ve bu mânâyı
şöyle takdir etmişlerdir: "Bu ihtarı, bu tehdit ve müjdeyi şunun için
yaptık ki kitap ehli, Peygamber ve ashabı Allah'ın fazlından bir şeye
kadir olamazlar, yani o iki mükafat ve nura, o mağfirete sebep
olamazlar diye bir inanca kapılmasınlar, bilakis buna kadir
olacaklarını bilsinler. Zira kadir olamazlar diye bilmezlerse, kadir
olurlar diye bilmeleri gerekir." Razî bu mânâyı tercih etmiştir. Fakat
biz, burada nın zâid olmasını münasip görmediğimiz gibi kitap ehline
aid olması açıkça anlaşılan zamirinin Peygamber ve ashabına
gönderilmesini de, uygun bulmuyoruz. Bizim kanaatimize göre bu âyet,
"Allah'tan korkun ve Resulü'ne iman edin." (Hadid, 57/28) emrine
muhalefet ettikleri takdirde kitap ehline bir tehdit mahiyetinde olup
kelâm, istifham-ı inkârî mânâsında ve mukadder ye bağlı olarak
takdirindedir. Buna göre âyetin mânâsı şöyledir : "Kitab ehli şunu
bilmeyecekleri için mi iman etmeyecekler? Hayır bilmeleri gerekir." Ki
onlar, Allah'ın fadlından bir şeye karşı güç yetiremezler. Allah'ın,
bir fazlı olan peygamberliği zorla alamazlar. Allah'ın fazlıyla
peygamberlik verdiği Resulü'ne güç yetiremezler ve ona iman etmedikçe
vaad edilen mükafatlara ulaşamazlar. Ve, yine bilmeleri gerekir ki fazl
Allah'ın elindedir. Onu dilediğine verir. Onun içindir ki Resulüne
peygamberlik vermiş ve ona iman edenleri fazla mükafat ve nur ile üstün
kılmıştır, ve Allah çok büyük fazilet sahibidir, kitab ehli bu
gerçekleri bilmezler mi? Bilmeyecekleri için mi Resulüne iman
etmeyeceklerdir. Hayır, onlar iman etmezlerse bunları bilmediklerinden
değil, sırf hased, taassub, inat ve fısklarından dolayı iman etmezler.
Bu yüzden iman edenleri ondan sakındırmak için "Allah'tan korkun ve
peygamberine iman edin." diye hitab edilmiştir. İbnü Cerir'in
Katade'den yaptığı rivayete göre âyeti indiğinde kitap ehli,
müslümanlara hased ettiler, bunun üzerine de Allah Teâlâ âyetini inzal
etti. Bir başka rivayetinde de demiştir ki: "Bize, Peygamber'in şöyle
dediği zikredildi: "Bizim durumumuzla bizden önceki iki kitab ehlinin
durumu tıpkı şu temsil gibidir: Bir adam geceye kadar bir kırata
(miskalın yirmi dörtte birine) çalışmak üzere birkaç işçi tutmuş,
derken işçiler öğle vakti olunca çalışmaktan usanıp vazgeçmişler. Adam
da onların hesaplarını görüp, yarım kırat ücretlerini vermiş. Sonra
yine geceye kadar çalışmak üzere bir kırata bazı işçiler daha tutmuş
onlar da ikindiye kadar çalışmışlar, ve usanıp işi bırakmışlar. Adam da
ücretlerini vermiş. Sonra da geri kalan işi bitirmek için geceye kadar
çalışmak üzere iki kırata başka işçiler tutmuş. Adama: "Bunların işleri
az olduğu halde ücretleri niçin çoktur?" denildiğinde, o da, "mal
benim, istediğime veririm" demiş. İşte umarım ki biz de bu iki kırat
sahiplerinden oluruz."
Burada Hadîd
Sûresi sona erdi. 23 Cemâziyelâhir, 1355.
|
|