|
Elmalı
Tefsiri
1-2-
"Kıyamet gününün sarsıntısı, büyük bir şeydir..." (Zilzâl
Sûresi'nin
tefsirine bkz.)
5- Ey
İnsanlar! Eğer diriliş konusunda şüphede iseniz, ölülerin diriltilmesi
meselesi hakkında şüphe ediyorsanız, etmeyin. Çünkü bu konuda şüpheye
mahal yoktur. Çünkü o, gerek nefislerinizde ve gerek çevrenizde sürekli
varlığının delillerini gördüğünüz bir gerçektir. Her şeyden önce
nefsinize, kendi vücudunuza bakın. Şüphesiz biz sizi önce bir topraktan
yarattık. (Hıcr, 15/26. âyetin tefsirine bkz.). Ölüyü diriltmek, hayatı
olmayan bir şeye hayat vermek demek olduğuna göre, cansız topraktan bir
canlıyı yaratmak, bir ölüyü diriltmekten daha fazla bir gücün olmasını
gerektirdiğinde hiç şüphe yoktur. Sonra sizi bir nutfeden, bir meniden,
daha doğrusu menideki tohumdan, "sonra bir alekadan", yani erkeğin
spermasının kadının yumurtacığını aşıladıktan sonra bir kan pıhtısı
şeklinde görünen bir maddeden, sonra yapısı belli belirsiz bir
çiğnemlik bir et parçasından yarattık. Sizi o kan pıhtısından meydana
gelmiş, yaratılışı kısmen belirmiş kısmen de belirmemiş bir çiğnemlik
etten yarattık. ki size bunu açıklayıp bildirelim diye. Yani şüpheye
düşmemeniz için, size kudretimizin varlığını gösteren delilleri
açıklayıp ortaya koymak istedik.
Bir
tekamül zinciri içerisinde her biri kendisine mahsus bir hayat şeklini
ifade eden, her mertebesinde bir çeşit diriltme olayını içeren şu
tedric kanunu içerisinde meydana gelen yaradılışın merhalelerini göz
önünde bulunduran ve üzerinde ciddi düşünen bir kimse, o yaratıcı
kudretin ölüleri tekrar diriltebileceği hususunda nasıl şüphe edebilir?
Yaradılışın bu merhalelerinde sonsuz kudretin varlığını gösteren
delillerden başka, ayrıca Allah'ın irade ve arzusunu gösteren
delillerden de gaflet edilmemelidir. Çünkü:
Bununla
beraber dilediğimizi belli bir süreye kadar rahimlerde tutuyoruz.
Rahimlerde ki bazı yavrular zamanından önce düştüğü halde, diğer
bazıları ise ezelde takdir edilmiş bir gebelik müddeti kadar orada
duruyor. Demek ki yüce yaratıcı dilediğine hayat veriyor. Ve sizden
kiminiz vefat ettirilir; ergenlik çağına geldikten sonra veya daha
önce, yahut tam o sırada ruhu kabz olunur. Kiminiz de ömrün en rezil
(hayatın en fena) dönemine kadar bırakılır. Gerisin geri kuvvetten
düşürülüp kocaltılarak pek düşkün bir hale getirilir. Ta ki bir hayli
ilim öğrenip bilgi sahibi olduktan sonra, yeniden hiçbir şey bilmez
duruma gelsin. Ki bu şekilde insanoğlu çocukluk dönemindeki acizlik,
güçsüzlük, bilgisizlik ve anlayışsızlığa doğru dönerek yapısının ilk
harcı olan toprak unsuruna yaklaşmış olur. İşte enfüste (insanın kendi
vucudunda) meydana gelen bütün bu değişiklikler, her dilediğini yapmaya
kadir olan yüce yaratıcının, öldükten sonra insanı tekrar
diriltebilecek bir güç ve iradeye sahip olduğunu gösteren apaçık
delilerdir.
Âfâka
(insanın dış dünyasına) gelince:
Ey
insan yeryüzünü yanmış kül olmuş görürsün. Bu ihtar gerçi ilk bakışta
yazın güneşin harareti karşısında yeryüzünün, toprağın kupkuru
kesildiği durumunu gösterir. Ancak bunu bir benzetme sanatı içerisinde
değerlendirmekten ziyade, bir gerçeğin tam ifadesi olarak anlamak daha
uygundur. Çünkü böyle bir anlayış maksadı güzel bir şekilde göstereceği
gibi, çağımızın bu konudaki bilimsel teorilerine de uygun düşecektir.
Buna göre yerküresi vaktiyle yanar bir ateş kütlesi olduğundan zamanla
sönmüş olan toprak, esas itibariyle yanıp sönmüş bir ateşin kül halinde
iken katılaşıp tortulaşmasından ibarettir ki, hayatın son derece
zıttıdır. Böyle iken üzerine suyu indirdiğimiz vakit, o yanmış olan
toprak harekete geçmekte, yani atomları ve elementleri bir canlanma
gücünü ortaya koyarak canlılığın en açık bir belirtisi olan bir
sarsıntı ile harekete geçmekte ve koparıp gelişmekte her güzel çiftten
bitkiler bitirmektedir. Bunların bu şekilde olmasının sebebi nedir?
6-7-
O, yukarıda belirtilen insanın yaratılışındaki değişik merhalenin
olması, toprağın harekete geçmesi ve bitki bitirmesi gibi olayların
meydana gelmesinin asıl nedeni Allah'ın hak olduğunu, varlığının gerçek
ve değişmez olduğunu ve ölüleri O'nun dirilteceğini ve O'nun gerçekten
her şeye kâdir olduğunu ve gerçekten o saatin, sarsıntısı korkunç bir
şey olan o dehşetli vakit, dünyalıların dünyasını başlarına yıkacak
olan kıyametin geleceğini göstermek içindir. Bunda şüphe yoktur. Yani
bu konuda hiçbir şüpheye yer yoktur. Ve şüphesiz Allah kabirlerde
yatanları tekrar diriltecektir.
8-10-
"İnsanlardan kimi de vardır ki Allah hakkında tartışır." Bu âyet, Nadr
b. Haris ve Ebu Cehil gibi İslâm'a karşı şeytanca mücadele verenlerin
ileri gelenleri hakkındadır. Yukarıda geçen bunun benzeri (22/3) âyet
de böylelerin arkasına düşüp onları taklit edenler hakkındadır.
"Bilgisizce" yani (Allah hakkındaki tartışmaları) herhangi kesin bir
bilgiye dayanmaksızın sırf hissî ve bir zanna kapılarak yapılmaktadır.
11-13-
İnsanlardan kimi de vardır ki, bir yarın kenardaymış gibi Allah'a
ibadet eder; gönülden, içten gelerek değil de, bir kenardan, belli bir
maksat için dindarlık eder veya dil ucu ile müslüman olur. Eğer
kendisine bir iyilik gelirse yatışır, tatmin olur. Ve eğer başına bir
bela gelirse yüzü üzerine dönüverir, kıçını çevirir. Bir rivayete göre
bu âyetin iniş sebebi, müellefetü'l-kulûb'dan Uyeyne b. Bedr, Akra b.
Habis ve Abbas b. Mirdas'ın kendi aralarında anlaşıp "Muhammed'in
dinine gireriz; eğer bize bir iyilik gelirse onun hak olduğunu kabul
ederiz, yoksa onun doğru olmadığına hükmederiz" şeklindeki sözleridir.
14-15-
Kimki ona, yani peygamber'e Allah'ın dünya ve ahirette kesinlikle
yardım etmeyeceğini zannediyorsa, hemen yukarıya bir ip uzatsın. Sonra
kendini boğup nefesini keserek intihar etsin de baksın, Çünkü onu böyle
bir zanna iten, onun Hz. Peygambere olan kin ve kıskançlığıdır, dünya
ve ahirette Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını
görmek istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahirette
Allah'ın ona yardım edip işlerinde muvaffak kılmasını görmek
istememesidir. Halbuki Allah'ın Peygambere dünya ve ahiret yardımı o
derece kesin ve şüphesizdir ki, onu istemeyenin hakkı, kahrından kendi
kendini boğmaktır. O halde Peygamberin ve dolayısıyla dinin zafere
ulaşmasını istemeyen kimse, onu dünyada görmek istemediğine göre,
intihar etsin de ahiretten bir baksın bu hilesi, kin beslediği şeyi
kesin giderecek mi? Din galip gelmesin diye kurduğu tuzak, çevirdiği
oyun, gerçekleşmesi kesin olan Allah'ın dinine olan yardımına sanki
mani mi olacak? Hayır, Allah'ın peygamberine söz verdiği yardım dünyada
ve ahirette şüphesiz tahakkuk edecektir.
17-
Şüphesiz o iman edenler, Allah'ın indirdiği apaçık âyetlerine, ve
bunlara iman etmenin bir gereği olarak, Allah'ın birliği ve Hz.
Muhammed'in peygamberliği gibi iman edilmesi gereken temel esaslara
inananlar yahudi olanlar sabiîler (yıldıza tapanlar), (Maide, 5/69.
âyetin tefsirine bkz. Ancak burada "Sabiîn" sözcüğünün, "Bakara
sûresinde olduğu gibi, "yahudiler" ile "hıristiyanlar" sözcükleri
arasında mansub olarak zikredilmiş olması, bir de mecusi ve müşriklere
karşılık ayrıca kullanılması, ona burada özel bir anlam kazandırır.
Bunu da gözden kaçırmamak gerekir). ve ateşe tapanlar (Allah'a) eş
koşanlar, birden çok ilâh edinenler.
Görülüyor
ki, bu âyette altı tane dinden söz edilmiş, ancak bunlardan yalnız
birincisi iman sahibi olarak gösterilmiştir. Demek ki, geri kalan beşi
küfür ehlidir. Sonra bu beşten yalnız sonuncusunda şirk açıkça
belirtilmiştir. Oysa diğerlerinde de şirk yok değildir. Örneğin
mecusilerin ateşe tapmaları bilinen bir gerçektir. Şu halde buradaki
"şirk koşanlar" ifadesi tahsisden sonra, genelleme olarak "ve diğer
müşrikler" demek olabilirse de, burada açıklanan şirkten maksat hiçbir
yönüyle ne doğrudan ve ne de dolaylı bir şekilde herhangi bir tevhid
iddiasının karıştırılmadığı bir şirk olması, karşıt olarak ifade ediliş
tarzına daha uygundur. Çünkü hıristiyanlar, üç, birdir diye tevhid
iddiasında bulundukları gibi, mecusiler ve bu cümleden olarak
zerdüştiler de bir mabuda inandıklarını iddia etmektedirler. Bu suretle
cümlesi, sırf sineviyyet (ikilemi) iddia eden maneviyye (Mani dinine
inananlar) ile, birden çok ilâhın varlığını kabul eden putlara tapan
müşrikleri göstermiş oluyor. Dolayısıyla "sabiîler" den maksat da
hıristiyanlar gibi açıkça es koşmayı iddia etmeyenlerdir.
Bütün
bunlar, "Kıyamet günü şüphesiz Allah, onların aralarını ayırır."
18-Ey
muhatab görmedin mi?, kalb gözüyle görüp anlamadın mı veya haberin yok
mu? Gerçekte Allah'a hep şunlar secde ediyor; yani emir ve iradesine
boyun eğiyorlar. (Ra'd, 13/2, âyetin tefsirine bkz.) Göklerdekiler ve
yerdekiler, yukarılarda ve aşağıda her kim ve her ne varsa, melekler,
nefisler, canlı ve cansız her şey. Bu cümleden olarak güneş, ay,
yıldızlar, dağlar, ağaçlar ve bütün canlılar ve insanlardan birçoğu,
yani insanlara gelince hepsi değil, çoğuda değil, bir kısmı; karşı
taraftan daha çok değilse de yine de bir yekün teşkil eden bir kısmı
secde ediyor. Gerçi yüce Allah'ın etkin hükümranlığına bütün insanlar
da ister istemez boyun eğer. Bu yönüyle "yerde bulunan kimseler" in
genelinde onlar da vardır. Fakat serbest iradeleriyle isteyerek
Allah'ın emirlerine boyun eğen ve O'na itaat secdesi eden, insanların
ancak bir kısmıdır ki, müminlerdir. Bunun içindir ki, bazı tefsirciler
bu itaat secdesinin anlamını ortaya koyup göstermek için işte bu
"insanlardan birçoğu" kaydını atıf cümlesi kabilinden olmak üzere
"insanlardan birçoğu secde eder" takdirinde olduğunu söylemişlerdir.
Birçoğunun da üzerine azab hak olmuştur. Çünkü onlar Allah'ın emrine
karşı küfür ve isyan ile dikbaşlılık edip itaat secdesini yerine
getirmeye yanaşmamışlardır ki bunlar, şeytanlar ve şeytanlara uyan
insanlardır.
19-24-
Bu ikisi, insanlardan secde eden kısım ile secde etmeyen kısım,
müminlerle kâfirler iki hasımdırlar ki kendilerinin Rabbi (olan Allah)
hakkında tartışmaktadırlar. Rableri hakkında birbirlerine karşı dava
açtıkları mahkemede duruşma halindedirler. Biraz önce söylendiği gibi
yüce Allah, kıyamet gününde aralarını ayıracaktır. Gerçek olanı ortaya
koyup münakaşalarını sona erdirecek ve herbirinin hakkını verecektir.
Şöyle ki: Kâfir olanlar için ateşten elbiseler biçilmiştir. Tepelerinin
üstünden o kaynar su dökülecek...
İbnü
Abbas'tan yapılan rivayete göre işbu den itibaren üç veya dört âyet,
Medine'de nazil olmuştur. Ebu Zer (r.a) den yapılan bir rivayette de
Bedir savaşı günü Hz. Hamza, Hz. Ali ve Hz. Ubeyde b. el-Haris
(r.anhüm) üçünün Kureyş'ten Rebia'nın oğulları Utbe ve Şeybe, bir de
Utbe'nin oğlu Velid ile yaptıkları çarpışmaları hususunda inmiştir.
Genel
olarak kâfir için yapılan uyarılarla, müminler için verilen müjdelerden
sonra, birtakım kâfirleri korkutmak ve İslâmın beş şartından biri olan
hacca teşvik etmek için buyuruluyor ki:
25-
Şüphesiz inkâr edenler, Allah'ın yolundan ve Mescid-i Haram'dan
insanları alıkoyanlar. Bu âyetin Hudeybiye senesi Kureyş müşriklerinin
Hz. Peygamber ve ashabını Mescid-i Haram'ı ziyaret etmekten
menettikleri zaman nazil olduğu rivayet edilmiştir. (Bakara, 2/96.
âyetin tefsirine bkz.) Öyle bir mesciddenki biz onu insanlar için mukîm
ve misafiri eşit olmak üzere, gerek Mekkeli ve gerek taşralı bütün
insanlar için mescit kıldık. Kim orada zulümle, haksızlıkla doğru
yoldan saptırmak isterse ona can yakıcı bir azab tattırırız. Bu âyetin
zahirine göre Mekke'de fiile dönüşmeyen, yalnızca kötü bir niyet bile
Allah katında sorumluluk gerektirir.
26-
Hani bir zaman İbrahim'e, Kâbe'nin yerini hazırlamıştık. Yani Kâbe'nin
yapılmasını temin etmek üzere, her şeyden önce yerini hazırlamış, gerek
orada ibadet etmek ve gerek barınmak için faydalanabileceği bir sığınak
yapmıştık. Şöyle diye ki bana hiçbir şeyi ortak koşma ve Beyt'in
binasını yaparken bana ihlastan başka bir gaye besleme, her şeyi sırf
benim rızam için ve samimi bir kulluk görevi olarak yap. Ve işte
Beytullah (Allah'ın evi) adı ona bu anlamda verilmiştir ki, Allah için
ibadete mahsus hane demektir. Evimi, tavaf edenler, kıyama duranlar,
rükû edenler ve secdeye varanlar için tertemiz et. Buradaki temizlik,
hem maddî, hem de manevî anlamdadır. Böyle olunca "Şeytan işi pislik"
(Mâide, 5/90) olan put ve dikili taşlardan temizlemek de bunun
içindedir. Yani Kâbe'nin içini, dışını gerek gözle görülen maddî ve
gerek manevî pisliklerden arındırıp pek temiz tut, dolaşanlar ve
duranlar, tavaf eden ve namaz kılanlar tertemiz ibadet etsinler.
27-
Ve insanlar içinde haccı ilan et. Hasan-ı Basrî gibi bazıları bu
emirlerin Hz. Peygamber'e hitap olduğunu söylemişlerdir. Çünkü âyetteki
"tertemiz" emri, buna daha uygundur. Buna göre Hz. Peygamber'e ve
ümmetine haccın farz oluşu bu âyetlerin inişlerinden itibaren başlamış
olur. Fakat açık olan Hz. İbrahim'e olan hitabların hatırlatılmasıdır.
Bu durumda Hz. Peygamber ve ümmeti hakkında haccın farz kılınması söz
konusu olmayıp, sadece güzel bir şey olduğuna dair teşvik ifade
edebilir. Bunun için haccın farz oluşunu kesin olarak ifade eden delil
"Yoluna gücü yeten her kimsenin o evi Kâbe'yi hacc etmesi, insanlar
üzerinde Allah'ın hakkıdır, farzdır. " (Al-i İmran, 3/97) âyeti
olmuştur. Sana yaya olarak ve derin derin vadilerden, uzak yollardan
binekler üzerinde, arık arık develer üzerinde gelsinler.
28-
Ta ki kendilerine ait birçok menfaatlere şahid olsunlar. Haccın
hikmetleri olan bu menfaatler, Mâide Sûresi'nde "Rablerinden bol nimet
ve rıza taleb edenler" (Mâide, 5/2), "Allah hürmetli ve Kâbe'yi,
insanların faydası için ortaya koydu" (Mâide, 5/77) buyurulduğu ve İbnü
Abbas'tan da rivayet olunduğu üzere hem dünya, hem de ahiretle
ilgilidir. Ahiretle ilgili menfaat Allah'ın bağışlaması ve rızası gibi
şeylerdir. Dünyadaki menfaatlere gelince bunlar da, Allah'ın insanlara
olan nişanelerini görmekle irfan, ahlâk, ticaret ve sosyal hayatla
ilgili birtakım faydalardır. Bu menfaatlere hazır olsunlar. Ve Allah'ın
kendilerine rızık olarak verdiği hayvanları belli günlerde kurban
ederken O'nun adını ansınlar. Yani diyerek Allah için kurban kessinler.
"Behîmetü'l-en'am" deve, sığır, koyun, keçidir. (Mâide, 5/1 ve En'âm,
6/143-144. âyetlerin tefsirine bkz.)
Hacc
âyetlerinde "sayılı günler" teşrik günleridir. (Bakara, 2/203. âyetin
tefsirine bkz.) "Belirli günler" ise zilhicce ayının ilk on günü veya
kurban günleridir. Çünkü zilhiccenin ilk on gününden sonra hacc vakti,
arafe ve kurban bayramı olduğundan dolayı, halkın bunları bilmeye istek
ve arzusu vardır. Bunun için o günler, halkın arasında malumdur. Bu
sebeple İmam-ı Azam Ebu Hanife ve İmam Şâfiî bu malum, belirli günlerin
zilhiccenin ilk on günü olduğunu söylemişlerdir ki, Mücahid'in,
Ata'nın, Katade'nin, Hasan'ın görüşleri ve Said b. Cübeyr'in, İbnü
Abbas'tan rivayetidir. Buna göre şu "belirli günler"in kurbana zarf
olması, kurban bayramı günü olan onuncu gün itibariyle demektir. Oysa
kurban, bayramın yalnız birinci günü değil, ikinci ve üçüncü günleri de
kesilebildiğinden bu üç gün "kurban günleri" olarak bilinir. Şu halde
kurbanların kesim günleri olan "belirli günler" i kurban günleri olarak
tefsir etmek lazım gelir. Bunun için İmam Ebu Yusuf ve İmam Muhammed
"belirli günler"den maksadın "kurban günleri" olduğunu söylemişlerdir
ki, tercih edilen görüş de budur. "Ondan yiyiniz." Görülüyor ki, burada
gıyabdan (üçüncü şahıstan) hitaba (ikinci şahısa) iltifat sanatı vardır
ki, bununla hitap peygamber ve ümmetine çevrilmiştir. Şüphe yok ki, Hz.
İbrahim zamanında kesilen kurbanlardan Hz. Muhammed'in ümmetinin yemesi
ve yedirmesi düşünülemez. Şu halde buradaki "fâ"nın, bir icaz-ı hazif
(mânâya zararı olmaksızın lafzî veya aklî bir karinenin delaletiyle
cümleyi tamamlayanlardan bazılarının cümleden atıldığını) ifade eden
"fâ"nın, fasîha (açıklama cümlesinin başında gelen "fâ") olduğu
anlaşılır. Buna göre mânâ şöyle olur: Şimdi ey Muhammed ve ümmeti! Siz
de o günlerde kurbanlarınız üzerine Allah'ın adını anın, onlardan yiyin
ve muhtaç olan yoksula da yedirin. Yeme emri, mübahlık, yedirme emri
ise vaciblik ifade eder. Yani kurban bayramı kurbanından sahibinin
yemesi caizdir. Bir miktarını fakirlere vermesi ise vacibdir. Mendûp
olan, kurbanın üçte birini kendisi ile ailesi, üçte birini dostlar,
üçte birini de yoksul olanlar için ayırmaktır. Ancak aşağıda söz konusu
yapılacak olan adak kurbanlarından sahibinin yemesi caiz olmaz.
29-
Sonra kirlerini giderip temizlensinler. Hac ibadetlerini yerine
getirdikten sonra tırnaklarını kesmek, bıyığını ve sakalını düzeltmek,
koltuklarını yolmak, başını ve kasığını tıraş etmek gibi temizlenmekle
ilgili ihtiyaçlarını yerine getirsinler. Ve adaklarını yerine
getirsinler ve Beyt-i Atîk'i, yani Kâbe'yi tekrar tekrar dolaşıp tavaf
etsinler. Bir tavaf yedi şavf, bir şavf bir dolaşımdır. Yedi şavfın
dördü farz, üçü vacibdir. Tefsircilerin çoğu demişlerdir ki, buradaki
tavaftan kastedilen, haccın rükünlerinden olan ifaza tavafı, diğer
adıyla ziyaret tavafıdır ki, hac ile ilgili yasakların kalkmasının
tamamı bununladır. Bu tavaf yapılmadan ihramdan çıkılmaz. Kirlerin
giderilmesi konusu da bununla olur. "Vâv" tertibe delalet etmediği için
bunun, kirlerin giderilmesinden sonra yapılması gerekmez. Fakat
bunların bir sıralamaya göre söz konusu edilmiş olmaları, bu tavafın
kirlerin giderilmesinden sonra olması, ilk akla geldiği ve ziyaret
tavafı, ihram ve vakfe gibi hac anlamının içinde bulunduğu için,
bazıları bunun Sader denilen veda tavafı olduğunu söylemişlerdir ki, o
âfâkî (Mekke'nin dışından gelen) için vaciptir. Bunun tam karşıtı ise
kudûm tavafıdır ki, ilk vardığı vakit yapılır. Bu üç tavaftan başka her
zaman arzu edildiği kadar nafile tavaflar yapılabilir.
Kâbe'ye
Beyt-i Atîk denilmesinin sebebine gelince: Bunda bir kaç mânâ vardır:
1-
Atîk dilimizde de meşhur olduğu gibi kadim mânâsına gelir, önceki
zamandan kalma demektir. Gerçi biz bazen bu anlamda "eski" tâbirini de
kullanırız, fakat eski daha çok "Halak" yani köhne ve harab anlamını
ifade eder. Oysa Atîk ve kadîm köhne demek değildir. Antika demektir.
"Şüphesiz insanlar için ilk kurulan ev (mabed) Mekke'de âlemlere
mübarek olan (Kâbe)dir." (Al-i İmran, 3/96) âyetinin ifadesince Kâbe'ye
yeryüzünde mevcut olan mabedlerin ilki olması itibariyle "atîk" adı
verilmiştir. Bu görüş Hasan-ı Basrî ye aittir.
2-
Atîk, İsrâ Sûresi'nin son kısmında (17/111. âyetin tefsirinde)
belirtildiği üzere, "ıtak" gibi yepyeni ve değerli olma anlamına gelir
ki, birinci görüşteki ifade edilen mânânın gereğidir.
Bu
anlamda Beyt-i Atîk, şerefli ve saygı değer ev demektir. Nitekim ona
Beytü'l-Haram (hürmetli ev) da denilir. Bu görüş Sâid b. Cübeyr'den
nakledilmiştir.
3-
Atîk, özgür ve hür olmak anlamına gelir. Hürmetli Kâbe de zalim
despotların sataşmalarından kurtulduğu için ona bu isim verilmiştir. Bu
mânâ bir hadis-i şerifte Hz. Peygamber'den de rivayet edilmiştir.
Buyurmuş ki: "Yani yüce Allah Kâbe'ye "el-Atîk" adını verdi. Çünkü onu
despotların şerrinden korumuştur. Hiçbir zaman bir zorba ona galebe
edemedi." Bu hadisi, Buharî, tarihinde; İbnü Cerir, Taberânî ve daha
başkaları, İbnü Zübeyr'den rivayet etmişlerdir. Tirmizî, "hasendir"
demiş, Hakim ise "salih" demiştir. İbnü Ebî Necih ile Katâde de bu
anlamda tefsir etmişlerdir. Gerçekten bir zamanlar "Tübba'" (Yemen
hükümdarı) Kâbe'yi yıkmak istemiş, felç olmuş ve bu işten vazgeçmesi
için yapılan tavsiyelere uyunca da iyileşmişti. Bunun üzerine Kâbe'ye
olan saygısını göstermek için ona bir örtü yaptırmıştı ki, ilk Kâbe
örtüsüdür. Sonraları Ebrehe de fil vakası ile perişan olmuştu. Gerçi
Haccac yıktı, fakat onun maksadı Kâbe'yi yıkmak değil, İbnü Zübeyr'i
çıkarmaktı, sonra tekrar yaptı. Karmatîler'in Hacer-i Esved'i bir kaç
sene alıp götürmüş olmaları da bu kabilden olsa gerektir. Ahir zamanda
Habeş tarafından yıkılıp taşlarının denize atılacağına dâir rivayet
edilen bir hadisin içeriği ise, sahih olduğuna göre kıyamet
alâmetlerindendir.
Mücahid,
kimsenin mülkü olmadığından dolayı, hurrü'l-asıl (temelden özgür)
anlamını ifade etmesi için, kendisine "Atîk" adının verildiğini
söylemiştir. Bazılarıda Atîk, Mu'tik (özgürlüğe kavuşturan)
anlamındadır demişler ki, hacc edenler boyunlarını günahlardan
kurtarırlar demektir. Şimdi bu açıklamalardan anlaşılan şudur ki,
"Beyt-i Atîk" ünvanının, bütün bu mânâları içine alacak şekilde bir
tercemesinin yapılmasının mümkün olamayacağına göre, onun olduğu gibi
korunması gerekir.
30-
İşte öyle, emir böyle ve böyle yapılması gerekir. Her kim Allah'ın
hürmetlerine saygı gösterirse, yani Allah'ın hükümlerine, emirlerine,
yasaklarına, Beyt-i Haram, Mescid-i Haram, Beled-i Haram (Mekke)
Meş'ar-i Haram (Müzdelife Mescidi), Şehr-i Haram (Haram aylar) ve saire
gibi muhterem kıldığı şeylere riayet etmenin vacip olduğunu bilerek ve
gereği gibi amel ederek saygı gösterirse, Rabbinin katında o, onun için
hayırdır. Ahirette onlara gösterdiği saygının mükafatını görür.
Size
en'âm (koyun, keçi, sığır, deve) hep helal kılındı. Haramlıkları
yoktur. Mâide Sûresi'nde (5/103) belirtildiği gibi, Bahîre (kulağı
yarılıp salıverilen deve) Sâibe (putlara adak yapılan deve), Vasiyle
(erkek dişi ikizler doğuran deve) Hâm (sırtı yükten muaf tutulan erkek
deve) yok, sekiz eşlerin hepsi helaldir. Ancak size okunan şey müstesna
ki, bu da Mâide Sûresi'nin başında (5/3) açıklandığı üzere, leş, kan ve
"Allah'dan başkası adına boğazlanan" dır. O halde pis putlardan sakının
Leş gibi gözle görülür maddî pisliklerden sakındığınız gibi, putları
dikmek gibi manevî pisliklerden de sakının. Hayvanları, Allah'ın adını
anarak kesin. Allah'tan başkasının adına kesip de onları pis etmeyin.
Kâbe'yi de putlardan temizleyin. Yalan sözden de çekinin. Yalan
söylemediğiniz gibi ona itibar edip kıymet de vermeyiniz, yalan
dolandan uzak olunuz. Şunu iyi bilin ki putlara tapmak da yalancı
şahitlik gibi bir yalancılıktır, hatta yalancılığın da başıdır. Bir de
Allah'ın haram kılmadığı şeylere haram demekten, Bahîre, Sâibe,
Vasiyle, ham haramdır demek gibi yalan sözlerden ve akîdelerden
sakının. Böyle pisliklerden son derece çekinmek gerekir.
31-
Şöyle ki: Allah için her dinden çekilip samimi olarak gerçek tevhide
sarılmış bir cemaat olarak, O'na hiçbir şekilde ortak koşmayarak. Kim
Allah'a ortak koşarsa sanki gökten düşüp kuşların kaptığı veya rüzgarın
uzak bir yere (bir uçuruma) sürüklediği bir şeye benzer.Şirk böyle
helak edicidir. İnsanın kalbini didik didik didikler, uçurumlara
sürükler.
32-
Bu böyledir kim Allah'ın nişânelerine, hürmetli kıldığı alâmetlere
saygı gösterirse, şüphesiz o saygı duyma, kalblerin takvasındandır;
gönülleri (kötülükten) himaye edip koruyan sebeplerdendir. O halde
Allah'ın nişanelerinden olan haccın o büyük kurbanlarına karşı saygı
göstermeli, hürmetle bakmalı ve onları ancak Allah'ın adını anarak
kurban etmelidir.
33- Sizin için onlarda, o
nişanelerde belli bir süreye
kadar
birtakım
menfaatler vardır. Sağımından, dölünden, tüyünden, hizmetinden
vesairesinden belli bir zamana kadar birçok istifadeler edilir. Sonra
bunlar ecellerinin yeri olan Beyt-i Atîk Kâbe'de son bulurlar;
"Mina"
da kurban olurlar ki, bu da ahiretle ilgili faydalarıdır. Şu halde
böyle mübarek şeylere saygı gösterilmez mi? Bunlar yaratıcıları olan
Allah'tan başkası adına nasıl kesilir? Başkaları bunların bir kılını
bile yaratabilir mi? Burada "Beyt-i Atîk" sözcüğüyle âyetin
sonlandırılması, Kâbe'nin şirk koşanlardan kurtarılması ve putlardan
arındırılması ile ilgili hususun gereğini pekiştirmek içindir.
34-Bunların
Beyt-i Atîk'a kadar varmalarının hikmetine gelince; biz her ümmet için
bir ibadet ve kurban yeri yaptık ki kendilerine rızık olarak verdiği
dört ayaklı davarları keserken Allah'ın adını ansınlar. İşte sizin
ilâhınız tek bir ilâhtır. Her ümmet için bir ibadet ve kurban yeri
yaptığı gibi, sizin için de yapmıştır. O halde yalnız O'na, o bir tek
olan ilâha teslim olup, samimi olarak ibadet ediniz. Zikrinizi,
kurbanınızı şirk ile lekelendirmeyiniz. Ey Muhammed! Bir de o alçak
gönüllüleri müjdele
35-
ki Allah anılınca kalbleri titrer. Yüce Allah'ın büyüklüğünün o anda
gönüllerinde parladığını hissederler. Başlarına gelen müsibetlere karşı
da sabırlıdırlar. Namaza devamlıdırlar. Ve kendilerine verdiğimiz
rızıklardan bir kısmını (hayır için) harcarlar. Zekat, sadaka verirler.
Kurban keser, ikram ederler.
36-
Bedeneleri de, yani hayvanların iri gövdeleri olan ve hacda kurban
olarak kesilenleri ki, develerdir. "Kurban olarak bir deve yedi kişi,
bir sığır da yedi kişi, için yeterlidir." hadis-i şerifi gereğince
sığırın da deve gibi yedi kişi adına kurban edilmesi caiz olduğuna
göre, şer'an sığırlar da bedene türünden sayılır. Allah'ın size olan
nişanelerinden kıldık. Allah'ın size verdiği dinin alâmetlerinden
kıldık. Sizin için onlarda hayır vardır. Yukarıda belirtildiği gibi din
ve dünya hayatınız için faydalar vardır. O halde onların ön
ayaklarından biri bağlı olduğu halde keserken üzerlerine Allah'ın adını
anın. Allah'ın adını anarak kurban edin. Bu kesim şekline göre kurban
deveye mahsustur. Deve ayakta iken ön ayaklarından biri bağlanıp
gerdanından boğazlanır ki, buna nahır adı verilir. Bununla beraber çene
altından kesilmesi de caizdir. Sığır ile keçi ve koyun ise yatırılıp üç
ayağı bağlanarak boğazlanır. Buna da zebih denilir. Nahır veya zebihte
Allah'ın adının anılması demektir ki, "Allah'ın adıyla, Allah en
büyüktür, Allah'ım! (bunlar) senden ve sanadır." mânâsına gelir.
Yan
üstü düşüp canları çıktığı zaman artık onlardan yiyiniz. Yani her
şeylerini değil, yenilmesi caiz olan kısımlarından yiyiniz. Kanaatkâr
olup dilenmeyene de, dilenene de verin. İşte böylece biz onları sizin
buyruğunuza verdik. O koca hayvanları böyle boyun eğdirdik. Bu, her
istediğinizi yaparsınız diye değil, şükredesiniz diyedir. Bir o
hayvanların büyüklüğüne, bir de insanın küçüklüğüne bakmalı ve maddenin
mânâ karşısında nasıl aciz ve güçsüz kaldığını görmeli ve yüce Allah'ın
insana verdiği nimet ve gücün kadrini bilmeli, Allah'a şükretmelidir.
Muhyiddin
Arabî hazretleri demiştir ki: "Minâ kurbanların kesim yeri kılınmıştır.
Kesimler orada yapılır. Minâ "Ümmiyye"den türemiştir ki arzulara
kavuşmak anlamındadır. Çünkü meşru olan arzularına kavuşan kimse,
gayesine ermiş demektir. Kurbanların kesilmesinde, insan vucudunun
beslenmesi için, hayvanların bedenini idare eden ruhlarının görevden
azledilmesi söz konusu olur ki, birbirinden ayrılırken ruhları yine
onlara nezaret eder. O cesetleri deve, sığır olarak idare ettikten
sonra bu defa insana ait olmak üzere yönetir. Bu öyle ince bir
meseledir ki, Allah'ın, basîret (zeka ve anlayış) lerini aydınlattığı,
Allah dostlarından başkası onu kavrayamaz."
37-Buna
nasıl şükretmeli? Onların ne etleri ne kanları Allah'a erişmez, o
rızasına kavuşamaz. Fakat sizden Allah'a ancak takva ulaşır. Sizin
manevî yönünüzden gelen gönüllerinizi, Allah'ın emrini tutup ona karşı
saygılı olmaya ve sizi ihlas ile Allah'a yaklaşmaya davet eden,
takvanızdır ki Allah katında makbul olup hoşnutluğunu kazanır.
İşte
onları böylece sizin buyruğunuza vermiştir ki size verdiği hidayet ve
gösterdiği doğru yoldan dolayı Allah'ı tekbir edip, büyükleyesiniz.
Onları buyruk altına almanın yolunu öğretip sebeplerini bahşeden ve
kendisine yaklaşmanın nasıl olacağını gösteren Allah'ın nimetinin
büyüklüğünü ve kudretinin yüceliğini tanıyıp, ululuğunu ve birliğini
hem kalb, hem söz, hem de davranışlarınızla, tekbir ile ilan edesiniz.
Ey Muhammed! Bir de ihsan ve iyilik yapanları müjdele. Çünkü:
38-
Şüphesiz ki Allah iman edenleri savunur. Müminlerden kâfirlerin
hücumlarını def'eder. Şu halde yukarıda belirtildiği üzere Allah
yolundan ve hacdan menetmeye kalkışan ve menedecek olan kâfirlere karşı
savunmaya güzel bir şekilde hazırlansınlar. Şüphesiz Allah hâin ve
nankörlerin hiçbirini sevmez; emanetlerine hiyanet, nimetlerine karşı
ise nankörlük edenlerin hiçbirini sevmediği gibi, onların meydana
getirdiği toplumu da müdafaa etmez, aksine onların bertaraf
edilmelerine müsaade eder. Onun için:
39-
Kendilerine savaş açılan kimselere izin verildi. Haîn kâfirler
tarafından kendilerine savaş açılan müminlerin onlara karşı
savaşmalarına izin verilmiştir. Çünkü onlar zulme uğramışlardır.
Müşrikler. Hz. Peygamber ve ashabına eziyet ediyorlardı, sahabeler ise
kimi dayak yemiş, kimi yaralanmış bir halde gelip Hz. Peygambere
başlarına gelen bu haksızlıkları şikayet ediyorlardı, Efendimiz:
"Sabrediniz, çünkü henüz savaş ile emrolunmadım" buyururdu. Nihayet
hicret ettikten sonra bu âyet nazil oldu ki, savaş hakkında ilk inen
âyettir. (Bakara, 2/190. âyetin tefsirine bkz.) Şüphesiz Allah onlara,
o müminlere yardım etmeye, onları zafere ulaştırmaya elbette kâdir, çok
kâfidir. Dolayısıyla çok olan kâfirlere karşı, şu azıcık olan müminler
nasıl savaşabilirler gibi bir şüpheye düşmemelidir.
40-
O
mazlumlar ki, "Rabbimiz Allah'tır" demelerinden başka bir sebep
olmaksızın haksız yere yurtlarından çıkarıldılar. Eğer Allah insanların
bir kısmını bir kısmı ile def'etmeseydi; azgın zalimleri, bozguncuları,
kâfirleri âdillerle, salihlerle, müminlerle defetmiş olmasaydı
manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan
mescidler yıkılırdı. Nitekim o zalimlerin defedilmediği yerlerde
dinsizlik görülmektedir.
SAVMAA:
Tepesi sivri ve yüksek olan bina demektir ki, İslâmiyet'ten önce
hıristiyan rahiplerinin manastırlarının ve sâbie (yıldızlara tapanlar)
sofularının zaviyelerinin adı olmuştu. Sonra Müslümanların ezan yerleri
olan minareler içinde kullanılmaya başlandı. Ancak âyette kastedilen
hıristiyanların manastırları veya sâbienin zaviyeleridir,
BÎ'A:
Hıristiyanların ibadet yeri olan kilise demektir.
SALÂT:
Bu kelime İbrânice Saluta'dan gelen ve sonradan Arapçalaşan bir
sözcüktür ki, yahudilerin namaz yeri, yani havra demektir. Görülüyor
ki, mescidler, "Allah'ın adının çok anıldığı yer" olarak
nitelendirilmiştir ki, bunda iki nükte vardır. Birincisi, İslâm'ın
emrettiği ibadetlerden asıl maksadın Allah'ın adının çokça anılması
olduğunu vurgulamak, ikincisi de diğerlerinin var olmalarının, asıl
sebebi olan Allah'ın anıldığı yer olmaktan çıkıp başka maksatlar için
kullanıldığına işarettir.
Özetle
Allah, dindar olanları, haddi aşan azgınları defetmeye göndermeyip;
inananlara savaşma hak ve salahiyetini vermeseydi manastırlar,
zaviyeler, kiliseler, havralar ve içinde Allah'ın adı çok anılan
mescidlerin hepsi yıkılırdı.
Dinsizlerin
saldırıları karşısında bunlardan hiçbiri ayakta kalamazdı. Bakara
Sûresi'nde (2/251) geçtiği üzere bütün yeryüzünün düzeni bozulurdu.
Bütün bunların yıkılmaktan kurtulmaları ve korunmaları ancak onları
savunmakla mümkündür. O halde bütün bunları himaye etmeyi hedefleyen
İslâm'ın savunma hakkının bütün hakların başında geldiği muhakkaktır.
Şüphesiz Allah kendi dinine yardım edene yardım edecektir. Çünkü dinin
ihtiyarî olan fiillerle alakası olduğuna göre, o konuda arzu edilen
gayenin gerçekleşebilmesi için, Allah'ın iradesi kulun cüzî iradesine
bağlı olduğundan, kulların cüzî iradelerini kullanarak bir çaba
sarfetmeleri, Allah'ın iradesinin işlemesine vesile olması itibariyle
bir yardım gibidir. Onun için müminlere savunmayı söz veren yüce Allah,
yardımının kesin olarak gerçekleşmesini onların yardım ve çalışmalarına
bağlamıştır. Yoksa Allah şüphesiz çok güçlüdür, herşeye galiptir,
yardıma ihtiyacı yoktur. Yardım ettiği kimseler de her zaman üstün olup
hiçbir zaman mağlup olmazlar.
41-
Onlar, o müminlerdir ki eğer kendilerini yeryüzüne yerleştirirsek;
iktidar mevkiine getirip devlet idaresini ellerine verirsek namazı
kılarlar ve zekatı verirler iyiliği emrederler ve fenalığı yasak
ederler. Meşru güzel şeyleri emreder, gayrı meşru, çirkin ve dinen
reddedilmiş şeylerden sakındırırlar, İktidar mevkiine geçince
ahlâklarını bozmaz, dinden, adaletten sapmaz birer idareci olurlar.
Doğrusu Hulefâ-i Raşidîn böyle olmuşlardı. Şu da bilinmelidir ki
"İşlerin sonucu Allah'a aittir"
52-
Senden önce ne bir Resulü, ne de bir Nebîyi başka bir halde
göndermedik. Bu âyet Resul ile Nebî'nin anlamlarında farklılık
bulunduğunu bildirmektedir. Nebî'nin, Resulden daha genel olduğunu
ifade eden bazı hadisler de nakledilmektedir. Şeriat örfünde meşhur
olduğuna göre Resul, kendine vahy olunan ve aldığı vahyi başkasına
tebliğ etmekle de yükümlü bulunan kimsedir. Nebî ise tebliğe memur
olsun olmasın, kendisine vahyedilen kimsedir. O halde her Resul
Nebî'dir, fakat her Nebî Resul değildir. Ancak bilindiği gibi umum
ifade eden, hususiyet ifade edene (âmm, hâssa) karşılık olarak
kullanıldığı zaman o hâssın ötesine yorumlanır. Burada Nebî, Resule
karşılık olarak kullanıldığı için Resul olmayan, yani tebliğ
vazifesiyle emrolunmayan peygamberin kastedilmiş olması gerekir. Oysa
âyetin başındaki "İrsâl" fiili ikisine de bağlantılıdır. Tebliğe memur
edilmeyenin ise irsal edilmiş olması hemen anlaşılır bir ifade
değildir. Bunun için denilmiştir ki: Resul, yüce Allah'ın insanları
hakka davet etmek üzere, yeni bir şeriatle gönderdiği hür erkektir.
Nebî ise hem bunu, hem de geçmiş bir şerîati bildirmek için gönderilen
peygamberi içine alır. Nitekim İsrailoğullarına gönderilen
peygamberlerin hepsi de Musa'nın şeriatını anlatmak için
gönderilmişlerdir. Fakat buna da şöyle bir itiraz geliyor: İsmail (a.s)
hakkında "Ve kavmine gönderilmiş bir Resul, bir Nebî (bir peygamber)
idi" (Meryem, 19/54) buyurulmuştur. O halde hem Nebî, hem Resuldur.
Halbuki o yeni bir şeriatle değil, Hz. İbrahim'in şeriatiyle
gönderilmiştir. Buna cevap olarak da gönderildiği insanlara nisbetle
yeni bir şeriat olması yeterlidir deniliyor. Ayrıca Resul, mucizesi ve
kendisine indirilen bir kitabı olan, Nebî ise kitabı olmayandır diye
tarif edilmişse de İsmail (a.s) ile itiraz bu tanım için çok daha
geçerlidir. O halde en doğrusu önceki tanımdır. fiilinin bağlantısına
gelince, bunu "ona kılıç ve mızrak kuşandırdım" kabilinden olarak
şeklinde anlamak gerekir. Yani: "Senden önce, başka şekilde hiç bir
Resul göndermedik ve hiç bir Nebîye haber vermedik".
Ancak
şu şekilde ki o bir şey temenni edip arzuladığı zaman, temennînin asıl
anlamı, gönlün arzu ettiği şeyi kişinin kendi içinde, hayalinde
şekillendirip canlandırmasıdır. Zihinde canlandırılmış olan bu tabloya
"ümmiyye" veya "münye" denilir ki, Fransızca "ideal" diye tabir edilir.
Son zamanlarda bu kelime felsefede hayli önem kazanmış ve idealizm adı
ile bir felsefe ekolünün oluşmasına kaynak görevini yapmış ve sanki
uydurma olduğunun belli olması için dilimize terceme edilirken
"mefkûre" kelimesi uydurulmuş ve hertarafa yayılmış. Şu halde temenni
bir ümmiyye beslemek, bir mefkûre kurmak demek olur. İdealistler bütün
gerçeklerin aslının "benlik" de olduğunu varsaydıkları için, nefsin
istek ve arzusunu her gerçeğin temel taşı gibi görmek isterler. Bu
yüzden hayatta başarılı olmuş büyük adamları hep idealci (idealist)
kabul ederler. Bununla ulûhiyyet ve nübüvvet meselesini de çözdüklerine
inanarak peygamberi bir ideal kurmuş, bir müddet programını yapmakla
uğraşmış, sonra da peygamberlik davasıyla ortaya atılmış bir idealist
gibi göstermek isterler. Fakat Kur'ân özellikle bu âyetle anlatıyor ki,
peygamberlik bir arzu bir temenni işi değildir. "O hevadan (kendi
nefsinden) söylemiyor; Kur'ân sadece bir vahiydir, ancak vahyolunur"
(Necm, 53/3-4) âyetiyle anlatılan peygambere temenni yakışmaz, çünkü
vahiy tamamen hakkın emridir. Ümniyye'ye ise şeytan karışır. Başkaları
şöyle dursun peygamber bile, insanlık gereği temennide bulunduğu vakit
Şeytan onun arzusuna şüpheler karıştırır. Ümniyye (temenni) ise, heves
ve hayal ile isabetsizlikten kurtulamaz. Demek ki peygamberlerin ismeti
(masum olmaları) kesinlik ifade eden vahiy yönüyledir, yoksa
ictihadıyla hareket ettiği zaman hata yapması mümkündür. Bunun üzerine
Allah şeytanın karıştırdığı şüpheleri giderir. Sonra da Allah
âyetlerini tahkîm eder, muhkemleştirir. Hiçbir şekilde red edilmesi söz
konusu olmayacak, hata ihtimali bulunmayacak bir tarzda kuvvetleştirir.
Burada zamanda değil, rütbede terâhî (sonraya bırakmak) içindir. Çünkü
bir gerçeğin güçlendirilip muhkemleştirilmesi, şüpheleri gidermekten
sonra gelen daha üstün bir mertebe, daha yukarı bir basamaktır. Allah
her şeyi bilir, hikmet sahibidir.
53-Her
şeyi hakkıyla bilen o olduğu gibi, şeytanın karıştırdığını da bilir.
Yine her yaptığını hikmetle yaptığı gibi peygamberler de bile temenniyi
şeytanın karıştırmasıyla bağlantılı kılması, sonra o şüpheleri giderip
âyetlerini muhkemleştirmesi de hikmetledir. Şöyleki: Bunlar Şeytanın
karıştırdığı şüpheleri kalplerinde hastalık bulunanlarla kalpleri
kaskatı kesilmiş bulunanlara bir mihnet ve bir azab vesilesi yapmak
içindir. Çünkü bunlar hep kuruntulara kapılır ve temenniler peşinde
dolaşırlar . Gerçekten o zalimler haktan uzak, derin bir ayrılık
içindedir." Araları o kadar açıktır ki, birleşip uzlaşmayı kabul etmez.
Her biri başka bir kuruntu ile haktan uzaklaşmış şiddetli bir düşmanlık
ve tam bir ayrılık içindedirler.
54-
Bir de kendilerine ilim verilmiş olanlar şunu iyi bilsinler ki o
Rabbinden gelen bir gerçektir. Kur'ân veya o şeytanın karıştırdığı şeyi
giderip, âyetleri tahkîm etmek Rabbin tarafından indirilmiştir. Yani
Peygamber bir arzu ve temenniyi takip ettiği zaman şeytanın bir şeyler
karıştırmasına imkan verilmeseydi veya o karıştırılan şey giderilip da
Allah'ın âyetleri muhkemleştirilmeseydi, vahiy ile temenni'nin farkı
olmazdı. O vakit ilim sahipleri de Kur'ân'ın ve dolayısıyla da
peygamberliğin Allah tarafından gelen bir gerçek olduğunu bilemezlerdi.
Fakat Allah'ın hikmetiyle öyle yapıldı, Ta ki ilim sahipleri bilsinler
de ona, o Kur'ân'a veya âyetleri tahkim işine iman etsinler Böylece
kalpleri ona bağlanıp saygı duysun ve şüphesiz Allah iman edenleri
doğru yola eriştirir. Bu âyetlerin inişi Garanık uydurması ile ilgili
olduğuna dair bir söz vardır. (Onun için Necm, 53/19-24: âyetlerin
tefsirine bkz.)
77-
"Ey iman edenler! Rükû edin, secdeye varın." Yani rükû edip, secdelere
vararak namaz kılınız. Rivayet edildiğine göre İslâm'ın başlangıcında,
bu âyet ininceye kadar, namazda bazan rükûa varırlar, bazan da secde
ederlerdi. Bu âyetle her ikisinin de bir arada, aynı namazda
yapılmaları emredilmiştir. Şu halde buradaki secde tilâvet secdesi
değil, namazın rükunlerinden olan secdedir. Fakat İmam Şâfii hazretleri
bu âyette de tilâvet secdesinin gerekli olduğunu söylemiştir. Rabbinize
ibadet ediniz, yani rükû ve secdelerinizi Rabbinize ibadet maksat ve
niyetiyle yapınız. Bir de yalnız namaz kılmakla vazifenizin bittiğini
sanmayınız. Aksine emrolunan diğer ibadetleri de yapınız. Yaptığınız
ibadetleri başkası için değil, sırf Rabbiniz olan Allah için yapınız.
Ve hayır işleyiniz; namaz ve diğer ibadetlerden başka bir de her
işinizde hayır ve sevap getiren şeyleri araştırıp, nafile ibadetler,
yakın akrabayı gözetmek, güzel ahlâk insanlara yararlı olmak ve
Allah'ın yaratıklarına şefkat gibi gücünüzün yetebildiği iyiliği
yapınız ki kurtuluş ümit edebilesiniz. Yani bunları yapmakla
amellerinize güvenerek kurtuluşunuzun kesin olduğuna hükmetmeksizin
ümit besleyebilirsiniz. Çünkü kurtuluş aslında Allah'ın bir lütfudur.
Fakat "Kul, yaptığı nafile ibadetlerle sürekli bana yaklaşır." kudsî
hadisinin ifade ettiği anlamı gereğince Allah'a yaklaşmak yalnız farz
olan ibadetlerle değil, onlara eklenen nafile ibadetlerle olur. "Hayır
işleyin" emri de özellikle bu mânâyı bildirmektedir.
78-Ve
özellikle Allah uğrunda gerektiği gibi hakkıyla cihad ediniz.
Cihad:
Düşmana karşı savunmada bütün gücünü harcamaktır ki, üç kısımdır:
Birincisi, açıkça kendini belli etmiş düşman ile yapılan cihad.
İkincisi, şeytan ile yapılan cihad. Üçüncüsü de nefis ile yapılan
cihaddır. Bazıları buradaki cihaddan maksat ilk şıktakidir demişler,
bazıları da hevâ ve nefisle yapılan cihad olduğunu söylemişlerdir.
Fakat en doğru olan üç kısmın üçünü de içine almış olmasıdır. Bu
kapsam, hakikat ile mecazın bir araya getirilmesi kabilinden değil,
cihad kavramının kendi kapsamının bir gereğidir. Şüphesiz mücahede
tabiri mukatele (savaşmak) tabirinden daha geneldir. Nitekim rivayet
olunur ki, Hz. Hasan bu âyeti okumuş ve demiştir ki: Adam, Allah
uğrunda cihad eder, oysa düşmana bir tek kılıç bile vurmamıştır. Sonra
Allah uğrunda cihad etmenin hakkı da onun hak ve ihlasa uygun olması,
haksızlıktan, kötü gaye ve maksatlardan uzak olması, mümkün olduğu
kadar gevşeklik ve tembellikten arınmış olmasıdır.
O
sizi seçti, yani ey Muhammed ümmeti, düşmanlarına karşı cihad için sizi
Allah kendisi seçti. Din işinde üzerinize hiçbir güçlük yüklemedi. Size
emrettiği dindeki mükellefiyetlerinizi rahmetinin genişliğine uygun
düşecek şekilde kıldı. (Bakara,286. âyetin tefsirine bkz.)
Diğer
dinler gibi ağır, çekilmez yükümlülükleri yüklemedi. Herkesin
sıkıntısına, ihtiyacına, mazeretine göre ruhsatlar verdi. Mesela ayakta
namaz kılamayanın oturmasına, oturamayanın îma ile kılmasına müsaade
etti, kolaylıklar gösterdi. Cihadı da yeterli bir gücün varlığı ile
orantılı olarak farz kıldı. Babanız İbrahim'in dininde olduğu gibi
bundan önce ve bunda size müslümanlar ismini o taktı.Yani gerek bu
Kur'ân'da ve gerek Hz. İbrahim ve İsmail'in "Soyumuzdan bir topluluğu
da sana boyun eğen bir ümmet yap." (Bakara,128) duasında olduğu gibi
geçmişte size müslüman ismini Allah taktı ki Peygamber size karşı şahid
olsun siz de bütün insanlara karşı şahidler olasınız. Yani hakkıyla
cihad yapmanın, dine uymanın ve müslümanlığı yaşamanın nasıl olacağını
Peygamber size bizzat yaparak gösterip öğretsin; hakkın şahidi,
peşinden gidilecek bir örnek olsun. Siz de ona uymak suretiyle bütün
insanlar için, hakkın örnek tutulacak birer şahidleri olasınız. Artık
gereği üzere namazı kılın, zekatı verin ve Allah'ın dinine sarılın ki
Mevlânız O'dur. İşinizi görecek emir sahibiniz, sizi kurtaracak
efendiniz, yardımcınız ancak Allah'tır. O ne güzel Mevlâ ve ne güzel
yardımcıdır.
|
|