|
Elmalı Tefsiri
1-4-
Âyetleri "tafsîl olunmuş" hem lafzı itibarıyla fâsılaları ve
sûrelerinin başları ve sonları ayırt edilmiş, hem de mânâsı itibarıyla
vaad ve tehdit, kıssalar ve ahkâm ve diğer kısımlara ayrılarak
açıklanmış ve izah olunmuştur. (Hud Sûresi'nin başındaki Hud, 11/1
âyetinin tefsirine bkz.) "Kalblerimiz örtüler içinde..." Bunu
söyleyenler Ebu Cehil ile yanında bulunan Kureyş'ten bir topluluktu.
Hz. Ömer'den rivayet olunmuştur ki Kureyş Resululallah'a doğru
bakmışlardı. Resulullah onlara "Sizi İslâm'a gelip de Araplara
efendilik etmekten alıkoyan nedir?" buyurdu. Dediler ki: "Ya Muhammed,
biz senin söylediğini anlamıyoruz, işitmiyoruz, kalplerimizde gılîf
var". Ebu Cehil de tuttu kendisiyle Resulullah'ın arasına bir perde
çekip ya Muhammed dedi.
5-8-
"Kalplerimiz senin bizi çağırdığın şeyden örtüler içinde,
kulaklarımızda da bir ağırlık var ve seninle bizim aramızdan bir perde
çekilmiştir" dedi. dedi. Fakat ertesi gün onlardan yetmiş kişi
Resulullah'a gelip "Ya Muhammed bize İslâm'ı anlat" dediler, arzedip
anlatınca İslâm'a girdiler. Resulullah gülümseyip "Elhamdülillah, dün
benim davetime karşı kalplerinizde gılîf, kabuk olduğunu,
kulaklarınızda ağırlık bulunduğunu söylüyordunuz, bugün müslüman
oldunuz" buyurdu. "Ya Resulallah, biz dün yalan söylemişiz, öyle olsa
idi asla hidayet bulamazdık" dediler.
9-
Bu
kaydında iki ihtimal vardır. Birisi "Yarattı" fiiline bağlı olarak
mef'ulün fîh olmak, ikincisi zarf-ı müstekar olarak "arz" kelimesinden
"Hal-i mukaddere" olmaktır. Birinci cümle analizine göre mânâ,
yeryüzünü iki günde yarattı demek olur. Yeryüzü yaratılırken henüz
bildiğimiz "gün" bulunmayacağından "yevm" (gün) mutlak zaman, mânâsına,
yani iki nöbette demek olur ki Allah en iyisini bilir. Birisi "Göklerle
yer bitişik halde iken, bizim onları birbirinden yarıp ayırdığımızı...
görmediler mi?" (Enbiya, 21/30) ifadesi gereğince, yeryüzünün gökten,
ayrıldığı gün, birisi de "O yeri uzatıp döşeyendir." (Ra'd, 13/3)
buyurulduğu üzere, yeryüzünün "medd" olunduğu, yani yerkürenin
kabuğunun kaymak halinde döşenmeye başladığı gündür. İkinci tahlile
göre, mânâ yerküreyi iki günde olmak üzere yarattı demek olur. Bu
şekilde yerkürenin kaç günde yaratıldığı söylenmiş olmayarak
yaratıldıktan sonra iki gün içinde bulunması hali anlatılmış olur ki,
bu da bir seneyi ikiye bölen iki gün dönümü nöbetidir. Çünkü yeryüzü bu
iki zaman içinde deveran etmek, dönmek üzere yaratılmıştır.
10-
Hem onda üstünden baskılar yaptı; dağlar, yeryüzünün kabuğunu tabanına
çiviler gibi kazıklar. Bu "vav", istinafiyedir, fiiline atıf değildir,
çünkü fasıl vardır. Ve onda bereketler meydana getirdi. Yeryüzünde
hayır ve hayrata elverişli şeyler, sular madenler, doğma ve gelişme
kuvvetleriyle bitkiler ve hayvanlar gibi feyz ve bereket kaynaklarını
yetiştirdi. Ve onda azıklarını da takdir buyurdu, yani bitkilerin ve
hayvanların yaşamak için muhtaç oldukları yağmur ve diğer hasılatı da
miktar ve sayılarıyla tayin buyurup yeryüzünde biçimine koydu. Dört gün
içinde, yani bütün bunları dört gün içinde yaptı. Yahut dört gün içinde
olarak yaptı. Önceki "iki"de içinde dahil olmak üzere, "dört" ki, bunda
da gösterdiğimiz şekilde öbürleri gibi iki mânâ vardır. Birisi,
madenlerin ve dağların yaratılması nöbeti, biri de bitkilerin ve
hayvanların yaratılması nöbeti ki iki önceki ile dört olur. Birisi de
dan hal olmasıdır ki, dört mevsimi göstermiş olur, bu şekilde önceki
iki burada dahil olmuş bulunur. Benim aciz anlayışıma göre burada bu
mânâ, öbüründen daha ön plânda, ifadenin akışına daha uygundur. Çünkü
yeryüzünün bereketleri ve rızıkları her sene bu dört mevsim içinde
yetişir. Sayısı ve miktarı ile biçimini bunlar içinde alır, bu sebepten
dolayı nin, ve fiillerine bağlanması dahi aynı mânâyı ifade edebilir.
Ve bu mânâca şu kayıt da açık olur. Bütün araştıranlar için eşit olmak
üzere dört gün, çünkü her yerde rızık isteyenlerin hepsinin rızkı bu
dört mevsim içinde yetişir, rızıklar eşit olmazsa da günler eşittir.
Dört mevsim hepsi için dörttür. Burada ye müteallık (bağlı) olmaması ve
meseleyi soranlar mânâsına olması da düşünülebilir.
Bu
dört günü, önceki "iki"ye ekleyerek, toplamını "altı" olmak üzere
tefsir etmeyi uygun görmüyorlar, çünkü bu şekilde gökyüzünün
zikrolunacak iki günüyle günlerin toplamı sekize ulaşıyor. Oysa birçok
âyetlerde "O gökleri ve yeri altı günde yarattı." (A'raf, 7/54)
buyurulmuş olmakla bu günler, o altı günün beyanı olduğuna göre o
sayıyı aşmamak gerekir.
(Bu
nokta için A'raf Sûresi'ndeki "Şüphesiz ki Rabbiniz gökleri ve yeri
altı günde yaratan, sonra (emri) Arş üzerinde hükümran olan Allah'tır."
(A'raf, 7/54) âyetine bkz.)
11-
Sonra "sema"ya (göğe) doğru doğruldu, yani ilâhî inayetini, ilgisini
dosdoğru göğe yöneltti. Kelimesi ile kullanıldığı zaman "istikamet
almak", "dosdoğru yönelmek" mânâsınadır ki, yüce Allah hakkında
doğrudan doğruya "irade" ile tefsir olunur. Yani ilâhî inayetini,
iradesini göğe doğru yöneltti. O bir duman halinde idi. İrade buyurdu
da ona ve yeryüzüne dedi ki ikiniz de ister istemez gelin. İkiniz
birden emrime boyun eğin, huyunuza gerek uygun olsun, gerek olmasın,
yahut ikiniz de vücuda gelin, yoktan var olun.
Dediler
ki ikimiz de isteyerek geldik. Buradaki yi, Râzî ve Kâdı Beydâvî gibi
tefsir bilginlerinin bir kısmı "zamanî" değil, "rütbî terahî"
(sonralık) ile anlamışlar, yani göğün yaratılışı, yeryüzünün
yaratılışından önce olup, yalnız burada yeryüzünün yaratılmasını
beyandan sonra açıklanmıştır. Bu şekilde demek, "vücuda gelin" (var
olun) mânâsına gelen "tekvin"den ibarettir. "Dühan" (Buhar) da ilk
maddenin yaratıldığı haldir. İlk önce, ilk madde yaratılmış ve onda
henüz bir ışık olmadığı, karanlık bir halde bulunduğu veyahut madde
tabiatı esas itibarıyla karanlık bulunduğu için "duhan" denilmiştir. Bu
güzel bir mânâdır. Fakat cümlesinin hal cümlesi olarak, ya, bitişmesi
ve emrinden önce olması gerekeceğine göre, bu tefsirin maddenin
"kıdem"ini (ezelî oluşunu) ifade etmek gibi, bir kusur ve lekesi
vardır. Buna karşılık çoğu tefsir bilginleri ise nin "terahisi"
(sonralığı)nin zamanî olduğu kanaatine varmışlar ve yeryüzünün ilk
yaratılışı gökyüzünden önce olup, ancak "Bundan sonra da yeri yayıp
döşedi." (Naziat, 79/30) âyetinin ifadesince döşenmesinin sonra
olduğunu söylemişlerdir. Acizane ben de bunu cumhurun üslubu üzere
anlamayı tercih ediyorum. Şu kadar ki gökten murad, "Biz gökten de su
indirdik." (Lokman, 31/10) âyetinde olduğu gibi, yeryüzünün yukarısı,
hava tarafı demek olduğu kanaatine varıyorum. Bu şekilde "Sonra göğe
doğru doğruldu" âyeti yukarıdaki ya atfedilmiş olarak şöyle demek olur:
İlk kez yeryüzünü yarattıktan sonra doğrudan doğruya yukarısını
yaratmayı irade buyurdu, bir duman olarak. Demek ki yeryüzü ilk
yaratılışında ilkin gökten ayrıldığı sırada ateş halinde idi, sonra bu
ateşten onun yukarısına doğru seması olarak duman halinde gazlar
püskürüyordu. Bu halde bu duman halindeki göğe ve yeryüzüne
"İkiniz
de ister istemez gelin. Tabiatınıza uygun gelse de gelmese de ikiniz
birlikte, birbirinize uyarak, bir nizam üzere hareket edin" dedi. Bütün
gökyüzü içinde, yeryüzünün ve havasının birlikte hareket etmesini
emreyledi. "İkimiz de isteyerek geldik" dediler. Bazıları bu emri ve
isteyerek boyun eğmeyi şuurî mânâda anlamak istemişlerse de mutlak emre
uyma ve boyun eğme mânâsına olması daha ağır basmaktadır. Yani verilen
emirde, icra edilen tesirde her biri tabiatındakinin aksine bir fiil ve
harekete dahi sevkedilseler, onlar onun kabulünü bir tabiat, bir huy
edinmişlerdir. Onun için hareket ve hareketsizlik gibi çeşitli tabiatta
tesirleri tabiî gibi kabul ederler. İlâhî emre karşı hiçbir
muhalefetleri meydana gelmez. Onun için "atalet" kanunu denilen bu
boyun eğme ve kabiliyet ile bütün gök cisimlerinin ve yeryüzü
cisimlerinin olayları tabiî imiş gibi açıklanabilir. Burada eserden
olmak üzere şöyle bir (söz) de naklederler: Denilmiş ki gökler ve
yeryüzü yaratılmadan arş su üzerinde idi, sudaki sıcaklıktan bir kaymak
ve bir duman çıktı, kaymak suyun yüzünde kaldı, ondan kuraklığı yarattı
ve ondan yeryüzünü meydana getirdi. Duman da yukarı yükseldi ondan da
gökyüzünü yarattı. Fahrü'r-Râzî der ki: Bu hikaye Kur'ân'da yoktur.
Yahudilerin Tevrat dediği kitabın başında vardır. Bir delil delalet
ederse kabul olunabilir. Zemahşerî garip bir fıkra daha nakleder de
kuraktan bir yeryüzü yaptı, sonra da onu ayırdı, iki yeryüzü yaptı der.
Ayrılan bu iki yeryüzü nedir? Ya yeryüzünden ayın ayrılması olacak,
yahut da Amerika'nın ayrılması olacaktır.
12-
Şimdi asıl, göklere geçilerek buyuruluyor ki Kısacası onları iki günde
sağlam yedi göğe tamamladı. Bu iki günün birisi yeryüzünün de
yaratılmasından önceki ilk maddenin yaratılması, birisi de cisimlerin
teşekkülü günleridir ki A'raf Sûresi'nde beyan olunduğu üzere altı
günden ikisini teşkil eder. Yahut birisi yerin yaratılmasından önce,
birisi de yerin yaratılmasından sonradır. Çünkü Ay, Zühre (Venüs) ve
Utarid (Merkür) gibi bazı gök cisimlerinin yaratılması, yeryüzünün
yaratılmasından sonradır. Buna göre deki, nın takip mânâsı da saklı
kalmış olur. (Bakara Sûresi'nde "Onları yedi gök halinde düzenledi."
Bakara, 2/29 âyetinin tefsirine bkz.) Benim acizane fikrime göre, bu
iki gün, göklerden hâl-i mukaddere olmak üzere birisinin dünya,
birisinin ahiret olması da muhtemeldir. Bunları böyle sağlam yaptı ve
tamamladı. Her gökte ona ait emri de vahyetti. Her "sema"nın
meleklerine orada cereyan edecek işlerin emrini de telkin buyurdu ki bu
da "tamamlama" cümlesindendir. Bütün bunların bu yolda ortaya
çıkmasından ve tamamlanmasından yüce Yaratıcının kudretinin delilleri
tecelli edip ortaya çıktığı için bu noktada "gıyab"dan (üçüncü tekil
şahıs) "tekellüm"e, (birinci şahsa) dönülüyor ki ve dünya göğünü
mısbahlar, yani parlak kandillerle donattık, süsledik. "En yakın göğü
bir zinetle, yıldızlarla süsledik." (Saffât, 37/6) . Hem de korunmuş
kıldık. Şeytanlar yanaşamazlar. İşte o, o azîz ve her şeyi bilen
Allah'ın takdiridir.
13-
Siz onu hep inkâr mı edip duracaksınız, de. Yine yüz çevirir
aldırmazlarsa, o zaman de ki size bir yıldırım tehlikesi haber
veriyorum. Yani yıldırım gibi bir çarpışta helak edecek şiddetli bir
azap "Âd ve Semud'un uğradığı yıldırım gibi". Delailü'n-Nübüvve'de
Beyhakî ve İbnü Asâkir Cabir b. Abdullah'tan rivayet ederler. O
demiştir ki: Ebu Cehil ile Kureyş'in ileri gelenlerinden bir topluluk
şöyle dediler: "Muhammed'in işi bizi şüpheye düşürdü, sihir, kehanet,
falbakıcılık ve şiiri bilen bir adam arasanız, onunla konuşsa da bize
onun durumunu bir anlatsa." dediler. Bunun üzerine Utbe b. Rebia: "Ben
vallahi şiiri, fal bakmayı, sihri dinlemişim, ona dair bir ilim
edinmişimdir. Eğer öyle ise Muhammed bana gizli kalmaz." dedi ve vardı:
"Ya Muhammed, sen mi daha hayırlısın, Haşim mi; sen mi hayırlısın,
Abdulmuttalib mi?" dedi. Resulullah cevap vermedi. "Ya sen bizim
ilâhlarımızı kötülüyor, atalarımızı sapık olarak gösteriyorsun, eğer
başkanlık senin olsun istiyorsan bayraklarımızı sana dikelim ve eğer
mal istiyorsan sana mallarımızdan senin ve arkandakilerin ihtiyaçlarını
giderecek mal toplayalım ve eğer kadın ihtiyacın varsa Kureyş
kızlarından beğeneceğin on tanesini seninle evlendirelim." dedi.
Resulullah susuyor söylemiyordu. Utbe sözünü bitirdiği zaman,
Resulullah (s.a.v.) "Bismillahirrahmanirrahim" deyip, diye okudu.
"Bunun üzerine yine başlarını çevirirlerse o zaman de ki: Size Ad ve
Semud yıldırımı gibi bir yıldırım haber veriyorum." âyetine gelince,
Utbe hemen Resulullah (s.a.v.)ın mübarek ağızlarını tuttu "Rahime"
yemin vererek vazgeçmesini rica etti. Kureyş'e çıkmadı, birkaç gün
görünmeyince Ebu Cehil "Ey Kureyş topluluğu!" dedi. "Utbe neden
görünmüyor? Zannederim Muhammed'e saptı, galiba onun yemeği hoşuna
gitti, bu mutlak ihtiyacından olmalı, kalkın gidelim bakalım" dedi.
Vardılar. Ebu Cehil "Ey Utbe" dedi. "Sen Muhammed'e saptın o galiba
hoşuna gitti, bir ihtiyacın varsa seni Muhammed'e muhtaç etmeyecek mal
toplayabiliriz." Bunun üzerine Utbe kızdı ve bundan sonra Muhammed'e
ebediyyen bir şey söylemeyeceğine billahi diyerek yemin etti de dedi
ki: "Bilirsiniz, ben Kureyş'in malca en zenginiyim, fakat ben ona
vardım.." diye hikayeyi anlattı. "Bana" dedi, "bir şey ile cevap verdi
ki: Vallahi o sihir değil, şiir de değil, fal bakıcılık da değildir" O,
okudu: âyetine gelince, ben ağzını tuttum ve Rahîm'e yemin verdim,
bunun üzerine kesti. Vallahi bilirsiniz ki Muhammed bir şey söylediği
zaman yalan çıkmaz, onun için başınıza bir azap inmesinden korktum."
14-18-
Önlerinden ve arkalarından, yani her taraflarından geldiler ve her
yönden her şekilde çalıştılar, uğraştılar yahut ilerisini gerisini,
geçmişi geleceği anlattılar, korkuttular, uyarıda bulundular. "Sarsar"
rüzgarı, soğuğunun şiddetinden yakıp kavuran veya gürültüsü çok olan
fırtına uğursuz günlerde, müneccimler buradan bazı günlerin uğursuz
olduğuna delil getirmişlerdir. Fakat kelam bilginleri demişlerdir ki
günlerin "uğurluluk" ve "uğursuz"lukla nitelenmeleri zatî değil,
izafîdir. Yani gün bir adama göre uğursuz, diğer bir adama göre de
uğurlu olabilir. Elem gören bir adam için uğursuz, nimet gören bir adam
için uğurlu olur. Denilir ki bu günler Şubat'ın sonundan "Berdü'l-acûz"
(kocakarı soğuğu) denilen günleri idi. Şevval'in sonunda çarşambadan
çarşambaya olduğu da rivayet edilmiştir.
19-
Kulakları, gözleri ve derileri aleyhlerine şahitlik ederler.
Kendilerinin duyu, idrak, kavrama ve ezberleme araçları olan organları
ve âletleri şahitlik ederler ki değişikliklerin en dehşetli ve korkunç
safhalarından biridir. Kâdı Beydâvî şöyle diyor: Allah'ın onları
konuşturması ile veya üzerlerinde kazançlarını gösterecek birtakım
eserler, izler ortaya çıkarmasıyla ki, bu şekilde lisan-ı hâl
(durumlarının dili) ile söylemiş olurlar. Fakat biraz sonra "Bizi her
şeyi söyleten Allah şöyle söyletti" diye açıkça ifade edilecektir.
Hadiste yer almıştır ki "İnsanda ilk söyleyen fahz-i yüsra sol
oyluktur, sonra organlar söyler." Bunun üzerine kahrolası der, ben seni
savunuyorum.
20-25-
Ve işte bu sizin Rabbinize karşı beslediğiniz zannınızdır ki sizi helak
etti. Bu zann Allah hakkında yanlış olan kötü zandır ki helak edicidir.
Demişlerdir ki "Zann iki çeşittir. Biri kurtarıcı, biri de helak
edicidir." "Ben kulumun hakkımda beslediği zanna göre olurum." kudsi
hadisinin mânâsını yanlış anlamamalıdır. Hasan Basri hazretleri bu
âyeti okumuş da demiştir ki: İnsanların amelleri Rablerine karşı
besledikleri zanna göredir. Mümin Allah'a güzel zan besler, güzel amel
yapar, kâfir ve münafık da kötü zanda bulunur, kötü amel yapar. Artık
onlar arzularına erdirilecek, döndürülecek değillerdir. Bir hadis-i
şerifte, "Öldükten sonra geri çevrilecek yoktur" buyurulmuştur. Ve
onlara birtakım arkadaşlar takdir ettik, sardırdık. Şeytanlardan
kendilerine yakın olup yanaşan birtakım arkadaşlar ki, kabuğunun
yumurtayı sarması gibi onları sarmışlar, başlarına dolanmışlardır.
Çünkü "Kim o çok esirgeyici (Allah)nin zikrinden göz yumarsa, biz ona
şeytanı musallat ederiz. Artık bu onun (ayrılmaz) bir arkadaşıdır."
(Zuhruf, 43/36) buyurulmuştur. Ve üzerlerine o söz, hak oldu. O söz,
azab kelimesi, yani Hak Teâlâ'nın İblis'e şu sözüdür: "İşte bu doğru.
Ben şu gerçeği söyleyeyim: Andolsun cehennemi senden ve onların sana
tabi olanlarından, topunuzdan tıka basa dolduracağım." (Sâd, 38/84-85).
26-29- Bir
de dedi ki o inkâr edenler: Şu Kur'ân'ı
dinlemeyin ve onun
hakkında
yaygara, gürültü yapın. Rivayet olunduğuna göre Resulullah (s.a.v.)
Mekke'de iken yüksek sesle Kur'ân okuduğu zaman müşrikler etraftan
dinleyen insanları kovar, dağıtırlar; dinlemeyin şu Kur'ân'ı ve asılsız
yaygara, gürültü yapın derler ve ıslık çalar gürültü ederlerdi.
30-Cenab-ı
Allah kâfirlere olan tehdit ve uyarıdan sonra müminlere vaad ve müjde
ile buyuruyor ki: Onlar ki Rabbimiz Allah'tır dediler, sonra istikamet
üzere bulundular, doğru gittiler, yani Allah'ın birlik ve Rabliğini
tasdik ve ikrar edip şirke dönmeksizin o ikrarda sabit olarak gereğince
gittiler. Keşşaf tefsirinde denilir ki: Âyet metnindeki "sonra"
istikametin mertebede ikrardan terahisi (sonralığı) ve onun üzerine
üstünlüğü dolayısıyladır. Çünkü bütün mesele istikamettedir." "Müminler
ancak o kimselerdir ki Allah'a ve Resulüne iman ettikten sonra şüpheye
sapmayıp..." (Hucurat, 49/15) ifadesi de bunun benzeridir. Mânâ: "Sonra
o ikrar ve gereği üzerinde sebat ettiler" demektir. Hz. Ebu Bekir'den
bir rivayette: "Sözde doğru yolda oldukları gibi fiilde de doğru yolda
oldular." Diğer bir rivayette de yine Ebu Bekir Sıddık (r.a.) bu âyeti
okuyup "Ne dersiniz?" dedi. "Günah işlemediler" dediler. "Pek zor
ihtimale tefsir ettiniz, ibadeti yaparlarken putlara dönmediler" dedi.
Hz. Ömer (r.a.) bir hutbesinde bu âyeti tefsir edip demiştir ki:
"Allah'a itaatte istikamet yaptılar, tilkiler gibi hilekarlığa
sapmadılar." Hz. Osman (r.a.)dan, "Amelde ihlas yaptılar." Hz. Ali
(k.v.)den: "Farzları eda ettiler." Süfyan-ı Sevri'den: "Dediklerine
uygun amel ettiler." Rebi'î b. Enes'ten: "Allah'ın masivasından
(Allah'tan başka her şeyden) yüz çevirdiler." Süfyan b.
Abdillahi's-Sakafî (r.a.) hazretleri de demiştir ki: "Ya Resulallah!
Bana tutunacağım bir iş haber ver." dedim. Resulullah buyurdu ki
"Rabbim Allah de, sonra da, dosdoğru ol." Bunun üzerine, "Benim
hakkımda en korkacağım şey nedir?" dedim. Resulullah (s.a.v.) kendi
dilini tutup "işte bu"
buyurdu. Üzerlerine peyderpey Allah'ın elçileri melekler iner.
Kâfirlere şeytanlar arkadaş olduğu gibi, bunlara da melekler iner.
Mücahid ve Süddî demişlerdir ki: Ölüm anında; Mukatil: Yeniden dirilme
anında; bazıları da hem ölüm, hem kabir, hem yeniden dirilme anında
demişler. Bununla birlikte âyet mutlaktır. Dünyada hayatın her anına da
uyar. fiili Hem "müzari" kipi olmakla, "istimrar" süreklilik, hem
"tefe'ul" kalıbından olmakla tekellüf (kendini zorlama) ve tevali (peşi
peşine olma) ifade eder. Özellikle biraz sonra hem dünya ve hem ahiret
açıkça belirtilecektir. Yani sürekli olarak iner iner dururlar. Şöyle
diye korkmayın, gelecekten endişe etmeyin, hüzünlü de olmayın, yani
geçmişe de merak etmeyin. Çünkü "Haberiniz olsun ki Allah'ın velileri
için hiçbir korku yoktur. Onlar mahzun da olacak değillerdir." (Yunus,
10/62). Vaad olunup durduğunuz cennet ile müjdelenin, neşelenin,
31-
biz sizin evliyanız, dostlarınızız, hem dünyada, hem ahirette. Bu kayıt
gösterir ki meleklerin inişi hem dünya, hem ahirete şamildir. Ancak
bazıları bunun doğrudan doğruya ilâhî kelam olduğu kanaatine
varmışlardır ki "Allah iman edenlerin yardımcısıdır." (Bakara, 2/257)
gibi "veliyyülemir" (işlerini üstlenen), "veliyyünnimet" (nimet veren),
koruyucu ve muhafaza eden demek olur. Fakat açık olan ihtimal bu sözün
meleklerin sözlerinden olmasıdır. Cennet ile sevinecek ne var derseniz,
Orada size canlarınız ne arzu ederse var, hem orada size ne isterseniz
var, yani her neye gelsin derseniz hemen gelir.
32-
Bir ağırlama, yani konukluk, ikramiye olarak çok bağışlayıcı ve çok
merhamet edici Allah'tan. Mutluluk mertebeleri tam ve tamüstü olmak
üzere ikidir. Tam mutluluk zatında mükemmel olacak üstün nitelik
kazanmaktır. Bu dereceyi geçip de noksanları mükemmelliğe erdirmek için
çalışmak da tamüstüdür. Birinciye işaret olmak üzere "Rabbimiz Allah
deyip sonra istikamet edenler..." buyurulduğu gibi, ikinciyi anlatmak
üzere de buyuruluyor ki:
33-
Ve kimdir o kimseden daha güzel sözlü ki, yani sözü ve görüşü o
kimseden daha güzel hiçbir kimse olamaz ki, Ben şüphesiz
müslümanlardanım deyip, yani ihlas ile Allah'a yüz tutup, İslâm yoluna
seve seve girip hayır ve düzeltmeye çalışarak Allah'a davet etmektedir.
Sûrenin başında geçtiği üzere "Kalplerimiz senin bizi çağırdığın
şeylerden örtüler içinde." (Secde, 41/5) diyen kâfirlerin sözlerine
karşı ne güzel bir cevaptır. Allah'a davet peygamberlerin ve peygamber
varisleri olan ermişlerin gittikleri yoldur. "De ki: 'İşte bu benim
yolumdur. Ben Allah'a bir basiret üzere davet ediyorum. Ben de, bana
tabi olanlar da böyleyiz." (Yunus, 12/108) buyurulduğu gibi, bu âyet de
başta peygamber olmak üzere onun izinden giden ve basiret ile Allah'a
davet edenlerin hepsini kapsamaktadır. Bu sebepledir ki İbnü Abbas'tan
bir rivayette bunun Resulullah hakkında, bir rivayette de ashabı
hakkında nazil olduğu nakledilmiş, Hz. Aişe'den de müezzinler hakkında
nazil olduğu rivayet olunmuştur. Bununla birlikte nüzul sebebi özel
olsa bile, bu niteliklerle vasıflı bulunan, yani İslâm'a inanan samimi
bir tevhidçi ve hayra, düzelme etkeni olarak Allah'a davet eden, her
davetçinin bu kavrama dahil olduğunda şüphe yoktur. Sûrenin Mekkî, yani
Mekke inişli olması, ezanın ise Medine'de meşru bulunması dolayısıyla
müezzinler hakkında indiği rivayetini, hükmün onlara da şümulü, yani
onları da kapsaması mânâsına anlamak gerekir. Ezanın da en güzel
sözlerden olduğu söz götürmez. Demek olur ki Allah'a davet yalnız imana
davet etmek demek değildir. Müminleri amel etmeye davet etmek de bu
mânâya dahildir. Bundan dolayı Allah'a davet, tevhid ve itaatine davet
demektir ki, bunun neticesi de Allah'a kavuşmaya davete varır. Kısacası
Allah'a davet en güzel sözdür, ancak böyle olması iki şart ile
şartlıdır. Birisi o davet yalnız kuru bir laftan ibaret kalmamalı,
durumu sözüne aykırı olmamalı, sözü ile birlikte salih ameli de
olmalıdır. Yani önce kendini düzeltmeli, kendisi ilâhî ahlak ile
ahlaklanmalı, başkalarını davete layık ve sözüne kendi fiili şahid
olacak şekilde çalışarak, güzel iş yaparak davet etmeli ki, basiret
üzere bulunmak ve icabında kılıca sarılmak bu salih ameldendir. Birisi
de İslâm'dır. Davetçi müslümanlardan olmalı, davetine hiç şirk
karıştırmayarak "Rabbimiz Allah deyip sonra istikametle giden" samimi
müslümanlardan bulunmalıdır. İslâm olmayınca amelde tam düzgünlük
bulunmaz ve Allah'a davet edilmiş olmaz. Ebu Hayyan Bahr'da der ki:
"Zeyd b. Ali "Allah'a kılıçla davet eden..." demiştir. Kendisini Emevî
hükümdarlarından bazı zalimlere karşı kılıçla ayaklanmaya sevkeden de
bu olsa gerektir. Adı geçen Zeyd Allah'ın kitabını bilirdi. Hişam b.
Abdülmelik'in hapsinde iken kendisinden not tutanlara açıklamış olduğu
tefsirinden bir kısmını gördüm ki, ilimde ve Arap kelamı ile delil
getirmede çok büyük bir ilmî nasibi vardır. Denilir ki kardeşi Muhammed
Bakır ile ikisi tartıştıkları münazara ettikleri zaman herkes mürekkep
şişelerini alıp toplanır, onların ilimlerinin ürünlerini yazarlardı.
Allah her ikisine de rahmet etsin ve onlardan razı olsun."
34-Allah'a
davetin mertebeleri ve mertebesine göre zahmetleri, çileleri ve
yorgunlukları bulunduğundan dolayı da buyuruluyor ki: Bununla birlikte
güzellik de eşit olmaz, kötülük de. Güzellik ile kötülük eşit olmak
şöyle dursun, her iyilik de bir olmaz, her kötülük de. Hem güzel
huyların, iyi amellerin eserlerde ve hükümlerde mertebeleri çeşitlidir;
hem de kötülüklerin, kötü huyların mertebeleri çeşitlidir. Mesela
kötülüğe karşı kötülükle iyiliğe karşı kötülük bir olmayacağı gibi,
iyiliğe karşı iyilikle, kötülüğe karşı iyilik de bir olmaz. Onun için
en güzel olan davete karşı yapılan kötülükler, o inkârlar,
nankörlükler, eziyetler de kötülüklerin kötüsüdür. Bununla birlikte o
kötülüklerin de çeşitli mertebeleri vardır. O halde ne yapmalı? Emri
bi'l-ma'ruf ve nehyi ani'l-münker ile Allah'a davet yapılırken
kötülüklerin şiddetlenmesine sebep olmayarak en güzel hasene olan
muamele ile veya Allah'a davetin en güzel biçimi ile sav. O çeşitli
mertebelerdeki kötülüğü savmak için en güzel yol, Allah'a davet yolu;
Allah'a davetin en güzel tarzı, İslâm ile birlikte salih amel işleyerek
olanı; salih amelin en güzeli de kötülüğe karşı iyiliktir ki, sadece
bağışlamadan, sabırdan daha güzelidir.
O
durumda bir de bakarsın ki seninle arasında düşmanlık bulunan kimse
şefkatli bir hısım, akraba gibi olmuştur. Denilmiştir ki nitekim Ebu
Süfyan öyle oldu.
35-
Ona ise, kötülüğü en güzel iyilikle savmak huyuna, karakterine ancak
sabredenler, sabrı huy edinenler erdirilir. Çünkü nefsi intikam
duygusundan alıkoymak, ancak gerçek sabır ile olur. Ve ona ancak büyük
nasip sahibi erdirilir. Ruhî kuvvetlerden ve nefsî faziletlerden yüksek
bir derece ile ilâhî nimetten büyük bir paya erişmiş olan bahtiyar
kimseler erişir.
36-
Ve şayet seni şeytandan bir dürtme dürtecek olursa ona uyma da
şerrinden hemen Allah'a sığın. "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım."
deyip Allah'ın korumasını iste. Şüphesiz ki her şeyi işiten ve bilen
O'dur. Senin sığınmanı işitir, niyetini ve her halini bilir.
37-39-Allah'a
davetin amellerin ve sözlerin en güzellerinden olduğu beyan olunduktan
sonra, onun büyüklük ve kudretini en göz kamaştırıcı âyetlerle
göstermek üzere buyuruluyor ki: Ve O'nun âyetlerinden, varlık ve
kudretinin, ilim ve hikmetinin delillerinden ve alametlerindendir gece
ile gündüz. Âlemdeki bu olaylar zamanın akışındaki bu değişiklikler,
gösterir ki, yukarıda yaratıldıkları beyan olunan yeryüzü ve seması ile
bu âlem bir kararda, bir tabiatta durup kalmaz, ân'dan ân'a, halden
hale değişir, bugünü yarın izler; bu şekilde bütün bu değişiklikler
yaratıcısının yaratmasını ve kudretini ve bu dünyanın bir ahireti
bulunduğunu gösterir. Gaflet etmemek gerekir ki gece ile gündüzün bu
hatırlatılmasında mağrurlara bir korkutma ve uyarı, kederli ve
üzgünlere bir teselli vardır.
Böyle
gece ile gündüz O'nun âyetlerinden olduğu gibi, ve güneşle ay da, biri
gündüz sultanı olan ışık, biri de gece sultanı olan nur, ikisi de yüce
Allah'ın sanat ve kudretinin, dünya semasını süsleyen en güzel
tecellilerindendir. Gece ile gündüze karşılık güneş ile ayın birbirine
ters bir tertip içinde ifade edilmesinde birkaç fayda vardır.
Birincisi: Güneşin gündüze bitişik olmasını korumak. İkincisi: Güneşin
aya göre, asil olduğuna işaret etmek. Üçüncüsü: Geceden gündüze
geçildiği gibi, gündüzden de geceye olan değişimi vurgulamak.
Dördüncüsü de leylü nehar (gecegündüz) ile şems ve kamer (güneş ve ay)
arasında "râ" harfinde bir denge hoşluğu vermektir. Güneş ve ayın bu
tecellilerinden dolayı ne güneşe, ne de aya secde etmeyin. Çünkü onlar
da sizin gibi yaratıklardır. Bütün onları yaratmış olan Allah'a secde
edin. Eğer siz gerçekten O'na ibadet edecekseniz, başkasına secde
etmezsiniz, çünkü secde ibadetin en özelidir. fiilinde zamiri
Zemahşerî'nin ifadesine göre, "...." âyetler te'vili ile gece ve
gündüzün, güneş ve ayın yerine geçmek üzere müennes ve çoğul
getirilmiştir. Bununla birlikte "Hepsi de birer yörüngede yüzerler."
(Yâsin, 36/40) gibi, güneş ve ayla birlikte bütün yıldızların yerine
kullanılmış olması da düşünülebilir. İmam Şafiî'ye göre, secde bu
âyetinde yapılır. Fakat İmam Azam Ebu Hanife Hazretlerine göre ikinci
âyetin sonunda (41/38) de yapılmalıdır. Çünkü söz orada tamam oluyor.
İbnü Abbas, İbnü Ömer, Ebu Vâil ve Bekir b. Abdullah da bu kanaate
varmışlardır. Mesruk, Sülemî, Nehaî, Ebu Salih ve İbnü Sîrîn'den de
böyle naklolunmuştur.
Yine
âlemin değişikliklerine işaretle buyuruluyor ki ve onun âyetlerindendir
ki sen yeryüzünü boyun eğmiş görürsün. Boynu bükük bir zelil gibi
kuraklıktan çökmüş, perişan bir hale düşmüştür. Yeryüzünün hüsran ve
kuraklık halindeki perişanlığı, zillete düşmüş bir kimsenin boynunu
büktüğü huşu, yani perişan halinde benzetilmiştir. Bu benzetme bir
taraftan secde etmek istemeyen kibirli kimselerin nihayet toprak olup
zelil olduklarını hatırlattığı gibi, bir taraftan da alçak gönüllü
olanların yükseleceklerine işaret için buyuruluyor ki derken onun
üzerine o suyu indirdiğimiz zaman titrer, deprenir ve kabarır şüphe yok
ki ona o hayatı veren, o yeryüzünü öyle dirilten elbette ölüleri de
diriltir. Ruhsuz cesetlere ruh verir. Şüphesiz ki O, her şeye kadirdir.
İradesinin yöneldiği her şey vücuda gelir, kâfirler yıkılır, müminler
yükselir. Onun için şu andan itibaren yılmayıp davete atılmalıdır.
40-Bu
ifadeden sonra istikametin zıddına giden inkârcıları tehdit ile
buyuruluyor ki: Bizim âyetlerimizde ilhad edenler (inkâra sapanlar).
İLHAD:
Aslında lahde (mezara koymak) demek olup, doğruluktan eğrilmek, haktan
batıla sapmak mânâsına da gelir. Rağıb der ki: İlhad iki türlüdür.)
"Birisi Allah'a şirk ilhadı, birisi de esbabda (sebeblerde) şirk
ilhadıdır." Birincisi imana aykırı olur onu yok eder.(3) İkincisi ise,
onu yok etmezse de tutanaklarını zayıflatır. Âyetlerde ilhad, doğru
mânâ vermeyip istikametten ayrılarak eğrisine çekmek demek olur ki
yalanlamayı, inkârı, yanlış tevili ve tahrifi kapsar. "Âyetler",
zikrolunan gece ve gündüz, güneş ve ay gibi kâinata dair âyetler ve
mucizelerle, Kur'ân gibi indirilmiş olan ve hüküm getiren âyetlerden
daha geniş kapsamlıdır. Her ikisine de aykırı gitmek "ilhad"dır.
İlhadın da cezası ateşe atılmaktır. Çünkü ilhad ateşe gülistan diye
atılmak gibidir. Onun için buyuruluyor ki: "Ateşe atılan mı daha
hayırlıdır, yoksa kıyamet günü güven içinde gelecek olan mı?"
Dilediğinizi yapın." Bu âyet tehdittir.
41-
"Kendilerine geldiği zaman zikri (Kur'ân'ı) inkâr edenler." ifadesi
yukarıki "Âyetlerimizde ilhada sapan sapkınlar..." (Fussilet, 41/30)
âyetinden bedeldir. Bundan dolayı haberi, de geçen "Elbette bize gizli
kalmazlar." (Fussilet, 41/30) âyetidir. Âyette geçen "zikir"
kelimesinden maksat, Kur'ân olduğu için mutlak "âyetlerden" sonra,
özellikle Kur'ân'ın değerine ve önemine özen gösterme ifadesidir. Demek
ki "âyetler" Kur'ân'dan daha genel olduğu gibi, "ilhad"da inkârdan daha
geneldir. Aziz bir kitap, yani bir kitap ki eşi bulunmaz
42-43 ne
önünden, ne ardından O'na batıl yanaşamaz.
İçindekiler hiçbir
şekilde iptal edilemeyecek derecede doğru ve sağlam, ona karşı yapılan
asılsız gürültü, inkâr ve ilhad onun haddi zatındaki delil ve
sağlamlığına hiçbir eksiklik veremez, öyle aziz hamîd, yani bütün
kâinatın üzerindeki nimetleriyle hamd ve medhettiği bir hikmet
sahibinden indirilmiştir.
Ey
Muhammed! Sana senden önceki peygamberlere söylenenden başka bir şey
söylenmiyor. Kâfirler tarafından sana söylenen sözlerin bütün özeti,
"Biz sizin gönderildiğiniz şeyleri inkâr etmekteyiz." (Sebe', 34/34)
diye önceki peygamberlere karşı söylenen inkâr, yalanlama ve ilhaddan
başka bir şey değildir. Dolayısıyla üzülme de onlar gibi sabret. Şüphe
yok ki Rabbin muhakkak mağfiret sahibi, hem de acı verecek bir ceza
sahibidir. Peygamberlerine ve tevbekar olanlara bağışlaması büyük
olmakla birlikte, düşmanlarına ve günahkarlara vereceği ceza çok elem
vericidir. Günü gelir o yola gelmek istemeyen kâfirlerin, inkârcıların
belalarını verir. Yukarıda, "Öz Arapça bir Kur'ân olmak üzere âyetleri
ayırt edilmiş bir kitaptır, bilecek bir kavim için." (Fussilet, 41/3),
burada da, "Bütün kainatın övdüğü bir hikmet sahibinden indirilmedir."
(Fussilet, 41/42) buyurulmasına karşı o yapılan ilhaddan olmak üzere
demişler ki "O öyle indirilmiş bir kitap ise neden Arapça olmuş, başka
bir dil ile indirilse de mucizeliği daha açık olsa ya".
44-Ona
cevaben isti'naf vav'ı ile buyuruluyor ki ve eğer biz onu A'cemî bir
Kur'ân yapsaydık. Yani fasih Arapça'nın dışında başka bir dil ile
indirseydik muhakkak diyeceklerdi ki âyetleri tafsil edilse,
anlaşılacak bir dil ile ayırt edilip anlatılsa. Veya diğer bir mânâ ile
her dilden ayrı ayrı olarak bazısı Arapça bazısı A'cemî (yabancı dilde)
olsa ne vardı? Arab'a Acemce mi? Arap bir peygambere Acemce (yabancı
dilde) bir Kur'ân olur mu? Yahut bir Arab'a yabancı dilde söylenir mi?
derlerdi ve o zaman "Kalplerimiz, senin bizi çağırdığın şeyden örtüler
içinde." (Fussilet, 41/5) demelerinin bir mânâsı olurdu. (İbrahim
Sûresi'nde "Biz hiçbir peygamberi kavminin dilinden başkası ile
göndermedik ki onlara apaçık anlatsın." İbrahim, 14/4 âyetine bkz.)
A'cemî,
Acem cinsine mensup olan. Acem Arab'ın dışında, Türk, Fars, Hindli,
Avrupalı vs. Hangi cinsten olursa olsun fasih olmayan, iyi
söyleyemeyen, gerek tutukluktan ve gerek dilinin yabancılığından
dolayı, dediği anlaşılmayana A'cemî denir ki biz bunu her hususa
genelleme yaparak acemi deriz, A'cem de aynı mânâdadır. Onun için
A'cemînin sı nisbet mi, mübalağa (abartma) mı diye münakaşa edilmiştir.
Bununla birlikte Kamus'un işaret ettiği üzere A'cem, bir de Arap'dan
olmayana denilir, tekil ve çoğulu birdir. "Yabancı bir adam, yabancı
bir topluluk" denilir. Arap değil demek olur. Şu halde A'cemî, nisbet
olarak Arapların dışında Acemî mânâsına da gelebilecektir. Nitekim
âyette de A'cemî, Arapların dışında diye tefsir edilmiştir.
De
ki: O Arapça Kur'ân iman edenler için -ki gerek Arap olsun, gerek
Arap'tan başkaları- hidayetin kendisi, doğru yolu gösteren rehber ve
sırf şifadır. Kalplerinizdeki hastalıklara: Cehalet, ahlaksızlık,
şüphecilik gibi dertlere devadır. İman eden ondan yararlanmanın yolunu
da bulur, hiç olmazsa "Eğer bilmiyorsanız zikir ehline (bilenlere)
sorun." (Enbiya, 21/7) emri gereğince bilen ehlinden sorar. İman
etmeyenlere gelince, onların kulaklarında bir ağırlık vardır. Arap
olsalar da iyi işitmezler. Hem de o, onlara karşı bir körlüktür. Onun
güzelliğini, hikmetlerini, inceliklerini göremezler, aksine üzüntü
duyarlar. Onlara uzak bir mekandan bağırılır. Bu ifadede birkaç mânâ
vardır. Birincisi, hitaba kabiliyetleri olmadığını "O inkâr edenlerin
hali bağırıp çağırıştan başka birşey duymayıp haykıranın haline
benziyor." (Bakara, 2/171) ifadesi üzere bir temsildir. İkincisi "Gerek
ufuklarda, gerek kendi nefislerinde âyetlerimizi yakında onlara
göstereceğiz." (Fussilet, 41/ 53) buyurulacağı üzere, İslâm'ın sesinin
ve gücünün ufuklara dağılıp uzaklara kadar yayıldıktan sonra, onun
değerini takdir etmeyen Araplara uzaktan sesleneceğine işarettir.
Üçüncüsü, Mümin Sûresi'nde geçtiği üzere, "İnkâr edenlere nida edilir:
Allah'ın buğzu sizin kendinize olan buğzunuzdan elbet daha büyüktür.
Çünkü siz imana davet ediliyorsunuz da küfrediyorsunuz." (Mümin, 40/10)
âyeti uyarınca kendilerine nida olunacağına da işaret olur.
45-
Andolsun ki Musa'ya o kitabı verdik de onda ihtilaf edildi; kimi
inandı, kimi inanmadı, sonra inananlar da türlü çekişmelere düştüler.
Bu âyetin, üst tarafı ile iki yönden ilgisi vardır. Birincisi, "Sana,
senden önceki peygamberlere de söylenmiş olandan başka bir şey
söylenmiyor." (Fussilet, 41/43) ifadesini bir örneği ile
gerçekleştirmektir. Yani inkâr ve muhalefet ilk defa sana ve Kur'ân'a
karşı oluyor değil, Musa'ya ve Tevrat'a karşı da olmuştu. İkincisi,
Kur'ân'ın Arapça, Acemce (yabancı dilde), her dilden ayrı ayrı
aralıklarla inmiş olması tasavvurundaki sakıncasını açıklamaktır. Yani
Tevrat bir dilde inmiş iken, onun aslında türlü ihtilaf çıkarıldı. O
halde onları tevhide davet için inen bu Kur'ân'ın çeşitli dillerde
indirilmesi daha çok ihtilafa sebep olmak gibi bir çelişki olmaz mıydı?
Ve eğer Rabbinden ezelde bir kelime (hüküm) geçmiş olmasa idi -ki
azabın bir ecel-i müsemma (belirli bir süre) ile vakit ve saatine geri
bırakılması, yani kıyamet vaadi takdir edilmiş bulunmasa idi- o ihtilaf
edenler arasında, yani iman edenlerle etmeyenler arasında iş
bitiriliverirdi. Fakat o kelimenin hükmüyle, saatine geri
bırakılmıştır. Bununla birlikte onlar, o iman etmeyenler herhalde ondan
(yani o Kur'ân'dan) kuşkulu bir şüphe içindedirler. İman etmemekle
birlikte hallerinden emin de değildirler. Şüpheler içinde ızdırap
içindedirler.
46-
"Her kim iyi bir iş yaparsa kendi lehine yapmış olur. Kim de bir
kötülük yaparsa kendi aleyhine yapmış olur." Fakat o saat ne zaman
denecek olursa;
47-52-"(O'nun
bilgisi olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin
arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan
bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla
mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin
toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda "Ey
insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir
şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer,
yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da
bir işaret vardır.
53-
İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi, Kur'ân'ın hakikatine
delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem ufuklarda, kendilerinin
bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi nefislerinde. Mekke ve
Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her yanına yayılacağını böyle
kesin bir dil ile haber veren bu âyet, Kur'ân'ın hak, Allah kelamı
olduğunu açık açık isbat etmiş gayb mucizelerindendir. Bunun Mekke'de
iken nazil olduğu bir düşünülür, bir de ondan sonra peygambere ve
halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği şerefli fetihleri ve İslâm'ın
şark ve garba yayılmasındaki olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek
bir âyet ve mucize olduğu ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı
için delil ya objektif (âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya
gözlerden dış gözlemden, ya gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki
pencereden görülür. Yüce Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra,
Kur'ân'ın gerçek yüzünü, peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu,
İslâm'ın yüceliğini ispat için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de
göstereceğini vaad buyuruyor. Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce
ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den Mekke'nin fethine kadar, Mekke
müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde, hem dış dünyada gördüler. Ondan
sonra diğerleri görmeye başladılar. Bunlar görüldükten, bu gerçek
ortaya çıktıktan sonra sanki hiç görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam
eden sonraki kâfirler de ilerde göreceklerdir. Buna şahit istersen
Rabbinin her şey üzerine şahit olması yeterli değil midir? O halde
kâfirler şüphe ederse de, sen etme.
54-
İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe
içindedirler. Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok,
onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her
şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar,
O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır,
muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi
izleyecektir.
"(O'nun
bilgisi olmadan) meyvelerden hiç biri tomurcuklarından çıkmaz." Saatin
arkasından böyle meyvelerle hamile kalmaktan ve doğurmaktan
bahsedilmesi, ahiret hallerine de bir işareti kapsaması itibarıyla
mânâlıdır. Çünkü dünya ahiretin tarlası olduğu için kıyamet, meyvelerin
toplanıp koparılacağı bir hasat zamanını andıracaktır. Aynı zamanda "Ey
insanlar, Rabbinizden sakının. Çünkü o saatin zelzelesi büyük bir
şeydir. Onu göreceğiniz gün emzikli her kadın emzirdiğini unutup geçer,
yüklü her kadın yükünü düşürür." (Hacc, 22/1-2) âyetinin mânâsına da
bir işaret vardır. İlerde biz onlara, o inkâr edenlere âyetlerimizi,
Kur'ân'ın hakikatine delalet edecek delillerimizi göstereceğiz, hem
ufuklarda, kendilerinin bulunduğu Harem hududu dışında hem de kendi
nefislerinde. Mekke ve Harem içinde, İslâm'ın ileride cihanın her
yanına yayılacağını böyle kesin bir dil ile haber veren bu âyet,
Kur'ân'ın hak, Allah kelamı olduğunu açık açık isbat etmiş gayb
mucizelerindendir. Bunun Mekke'de iken nazil olduğu bir düşünülür, bir
de ondan sonra peygambere ve halifelerine Allah Teâlâ'nın nasip ettiği
şerefli fetihleri ve İslâm'ın şark ve garba yayılmasındaki
olağanüstülük düşünülürse, bunun ne yüksek bir âyet ve mucize olduğu
ortaya çıkar. İlmî açıdan bir gerçeğin ispatı için delil ya objektif
(âfâkî) olur, ya sübjektif (enfüsî); ya gözlerden dış gözlemden, ya
gönülden iç gözlemden gelir; varlık bu iki pencereden görülür. Yüce
Allah bu âyette bu taksimi gösterdikten sonra, Kur'ân'ın gerçek yüzünü,
peygamberin peygamberliğinin doğruluğunu, İslâm'ın yüceliğini ispat
için, bu iki çeşit âyetlerin ikisini de göstereceğini vaad buyuruyor.
Öyle ki Onun hak olduğu o kâfirlerce ortaya çıkıncaya kadar, "Bedr"den
Mekke'nin fethine kadar, Mekke müşrikleri bunu hem kendi nefislerinde,
hem dış dünyada gördüler. Ondan sonra diğerleri görmeye başladılar.
Bunlar görüldükten, bu gerçek ortaya çıktıktan sonra sanki hiç
görülmemiş gibi hâlâ inkârda devam eden sonraki kâfirler de ilerde
göreceklerdir. Buna şahit istersen Rabbinin her şey üzerine şahit
olması yeterli değil midir? O halde kâfirler şüphe ederse de, sen etme.
İyi bil ki onlar, o inkâr edenler Rablerine kavuşmakta şüphe
içindedirler. Kıyamet günü Hakk'ın huzuruna varacaklarına imanları yok,
onunla birlikte şüpheden de muzdariptirler. Fakat iyi bil ki O, her
şeyi ihata etmiştir ilmiyle, kudretiyle herşeyi kuşatmıştır. Onlar,
O'nun cezasından kurtulacak değillerdir. Allah'a kavuşmak haktır,
muhakkaktır. İşte Secde Sûresi'nin sonu budur. Bunu da Şûra Sûresi
izleyecektir.
|
|