|
Elmalı
Tefsiri
1-
gibi babından mâzî fiildir. Tasrif olunmaz, yani diğer sîgaları
çekilmez ve Allah'tan başkasına isnad edilmez. Türetilmesinde "bereket"
maddelerinin bu mânâ ile açık bir ilişkisi vardır. babından olması da
bu mânânın mübalağa ile kendisinden meydana geldiğini ifade eder.
"bereket" ise bir şeyde ilâhî hayrın devamlı ve kararlı olması demektir
ki, "suyun havuzda birikip yükselerek durması" anlamından alınmıştır.
İlâhî hayrın bulunduğu şeye "mübarek" denilir. İlâhî hayır, dar bir
kalıba sokulup sayılamayacak, ve hislerle bilinemeyecek bir şekilde
meydana geldiğinden, kendisinde beş duyu ile bilinemeyen bir ziyadelik
tesbit edilen şeye de "mübarek" denilir. Şu halde kelimesi, mübareklik,
bizzat kendisinden zuhur etmek üzere, mübareklikte büyük bir yükseklik
ile kararlılık ifade eder. Ve bunun yani mübarekliğin Allah Teâlâ
hakkında sonradan olma veya değişme şüphelerinden uzak bir şekilde
düşünülmesi gerekir. Bu tahlilde düşünceye dayanak olacak iki kavram
vardır: Biri subût, biri de ziyâdelik'tir. Bunun için geçmiş
müfessirler de bunu, başlıca iki mânâyı esas alarak tefsir etmişlerdir.
Birisi mânâsıdır ki, varlığı ezelî ve ebedî olarak gerekli olan
mânâsınadır. Bunda devam ve karar mânâsı esas olarak alınmıştır.
Diğerinde ise tezayüd (çoğalma) mânâsı esas alınarak iki vecih
söylenmiştir. Bazıları, Allah Teâlâ'nın zatında yüceliğini ve Allah'tan
başka şeylerin noksanlığını düşünerek "yüce oldu" mânâsıyla tefsir
etmişlerdir. Allah Teâlâ'nın zatında her şeyden yüksek olduğunu ifade
eder. Zatında yüksek, çok yüksek demek olur. Bazıları da fiil sıfatı
olarak düşünüp "hayır ve ihsanı arttı ve çoğaldı." diye hayır ve
ihsanının artıp çoğalmasıyla tefsir etmişlerdir. Bazı yerde bu
mânâların birisi, diğer bazısında diğeri daha uygun olmaktadır. Şu
halde İbnü Abbas Hazretlerinden de iki rivayet olduğuna göre, hem
Allah'ın zatî sıfatını ve hem de fiilî sıfatını düşünerek bütün bu
mânâları toplamak daha uygun olacağından yani "hem zatında, hem
sıfatında, hem fiillerinde en mükemmel ve en olgun olmak üzere şanı
yüksek ve yücedir" mânâsıyla tefsir olunmuştur.
Bilindiği
gibi da den dir. Türkçe'de "ululuk" diye ifade olunabilirse de mânâsına
"ulu" sıfatı, "ulumak" masdarından "emir" kipine de ihtimali olduğu
için, hoş olmayan bir mânâyı düşündürmekten uzak olmadığından, dilin
inceliğine dikkat eden edebiyatçılarca kullanılması uygun bulunmayıp
"yüksek" sıfatı buna tercih edilmiştir. Bununla beraber binasından
anlaşılan ile mübalağa inceliklerini ifade edebilecek bir siğa da
bulamadığımızdan kelimesinin Türkçe bir fiil ile tam tercümesi mümkün
olamamıştır. Mesela "Yükseldi" denilse yahud demek olabilirse de
anlaşılmaz. Özellikle sıfat olarak da kullanılmaz. Halbuki "bereket"
kelimesinin ayrıca bir türkçe karşılığını kullanmadığımız gibi fiilinin
tercümesine de hiç imkan bulamıyoruz. Bundan dolayı ifadesi dilimizde
aynen kullanılagelmiştir. Bir şeye şaşırma ve beğenip güzel bulma
anında tabirleri de, olduğu gibi yaygın olarak kullanılmıştır. Mübarek
olsun yerinde "kutlu olsun" denirse de "bereket" yerine "kut"
demiyoruz. İşte bu gibi sebeplerden dolayı biz de meâlde fiilini aynen
muhafaza ile beraber "ne yüce feyyaz O" (ne yüce feyiz, bolluk ve
bereket veren O,) tabiriyle bir tefsir ifade etmek istedik, bunun
yerinde "yüksek, çok yüksek O", yahud "çok pek çok feyiz ve bereket
sahibi O", yahud " ne yüce kutlu O" demek mümkün olabilirdi.
İsm-i
mevsul olup nin failidir. de onun sılasıdır.
FURKAN:
mukaddimede geçtiği üzere, aslında fark ve tefrik etmek, yani ayırmak,
ayırt etmek mânâlarıdan masdardır. Genellikle "fark" aklen bilinen
şeylerde, tefrik, hissen bilinen şeylerde kullanılır. Sonra "Furkan"
fârık (ayıran), "mefruk" (ayrılmış) mânâsına da gelir; bu suretle mühim
davaları, çözüp neticeye bağlayan kesin delillere, mucizelere "Furkan"
denilir. Bu mânâya göre Kur'ân'ın bir ismi de "el-Furkan"dır.
TENZÎL
ve İNZÂL: İndirmek demek ise de tenzîl, çokluk ifade eder. Onun için
birden indirmeye inzâl, çeste çeste birçok defalarda indirmeye tenzil
denilir. Sonra Arapça'da gerek isim gerekse fiil cümlesi olan bir haber
cümlesi ile sılalanarak açıklanan gibi belirsiz isimlere, ism-i mevsul
denilir. İkilisi çoğulu müfred müennesi tesniye müennesi cemi müennesi
gelir. Eskiden bunun tercümesinde "şol ki..." denilirdi. Fakat konuşma
dilimizde her nedense kullanılışını kaybetmiş olduğundan bunun yerine
"o ki" diyoruz. Halbuki, "o" hem gaib zamiri, hem işaret ismi olarak
kullanıldığından, bir de mevsul ismi yerinde kullanılması dilde darlık
oluyor. Gerçi bizde asıl bağlaç mânâsını ifade eden; yani önündeki
cümleyi üst tarafına bağlayan edat "ki" dir. Fakat bu "ki" isim olmayıp
sadece bir bağlaç harfi olduğundan gramerde mübteda, haber veya fail
gibi cümlenin bir öğesi olmayıp yalnız önündeki cümleyi üst tarafına
sıfat yapar. Bu sebepten kendi başına bir mevsul ismin yerini
tutamayarak o, şu, bu gibi belirtilen bir (mevsuf)a ihtiyaç duyar. Ve
bu suretle sıla ile sıfatın arası açılmamış olur. Arapçada ise sıla ile
sıfatın belağat açısından önemli farkları vardır. Bundan dolayı
Kur'ân'da hoş ve ince zevkler ifade eden gibi mevsullerin tatlı
tekrarları o ki, şu ki, bu ki, gibi tercemelerle anlatılırken tatsız
tekrarlara sebebiyet verildiği gibi, birçok yerlerde mevsul
kaybedilerek mevsuf halinde gösterilmiş oluyor ki, bunlar dillerin
birbirinden zorunlu farklılıklarıdır. Cümlenin mevsufu belirsiz olur,
fakat mevsul muhakkak belirlidir; gerçi az da olsa bazan ahd-i zihn de
olabilir. Fakat çoğunlukla sılanın muhatap için gerçekte belirli olması
şarttır. Onun için burada şöyle bir soru sorulmuştur: cümlesi nin
sılası olduğu için, kendisine söz söylenilen kimselerce bilinmesi
gerekir. Halbuki, kâfirler "Furkan"ın indirilmiş olduğuna inanmıyorlar.
O halde nasıl sıla olabilir? Buna basit olarak şöyle cevab verilir:
Peygamber ve inananlar için Furkan'ın indirilmiş olduğu bilinmektedir.
Burada doğrudan doğruya muhatap da onlardır. Gerçi indirilişin asıl
hedefi kâfirler ve onların kâfirliklerini ortadan kaldırmak ve onların
ahiretteki durumlarını bildirmektir; fakat doğrudan doğruya ilâhî söze
muhatab tutularak değil, Peygambere yapılan hitabın tebliği iledir.
Onun için biraz sonra görüleceği üzere kâfirler gaib (üçüncü şahıs)
kipi ile bahis konusu edilecektir. Muhatap, insan cinsi de olsa bu
cevap yeterlidir. Bununla beraber buna daha ince bir cevap da vardır.
Şöyle ki: Furkan'dan asıl maksat, Kur'ân'dır. Kur'ân ise benzeri
yapılamadığı deneylerle bilinen daimi bir mucizedir. Bunu kâfirler de
denemişler ve yetersiz kaldıklarından kalem ile çekişmeden, silah ile
muharebeye geçmişlerdir. İşte Kur'ân'ın deney ile sabit olan ve böylece
bütün insanlık için gözle görülür bir hale gelen bu acze düşüren vasfı,
aynı zamanda kendisinin indirilmiş olması konusunda sağlam bir delil ve
Furkan'dır. Ebu Bekir Bâkıllânî'nin de "İ'câzü'l-Kur'ân" isimli
eserinde açıkladığı üzere Kur'ân'ın icazı, (benzerinin yapılamayışı)
herkesçe bilinen bir şey olduğundan onun indirilmiş olduğunu kabul
etmek istemeyenler, elleriyle yokladıkları bir olayı bile inkâra
kalkışacak inatçılardır. Bundan dolayıdır ki; En'am Sûresi'nde "Eğer
sana sayfa üzerine yazılı bir kitap indirseydik, onlar da ona elleriyle
dokunsalardı yine de kâfir olanlar: 'Doğrusu bu apaçık sihirden başka
bir şey değildir' derlerdi" (En'am, 6/7) buyurulmuştur. Deney, teorik
olarak bir mutlak gereklilik ifade etmezse de, genellikle insan
bilgisinin en sağlam kaynaklarından olduğu için, ispat edilmiş bir
deneyin delil olarak ifade ettiği gerçek, herkes için bilinen
mânâsındadır. Bu sebeple Kur'ân'ın benzersizliği ve indirilmiş oluşu,
Arap müşrikleri gibi bir kısım kâfirlerce tam olarak bilindiği gibi,
diğerlerinin de bildiği yerine geçer. Bundan başka Kur'ân, bu gerçeği
önceden açıklıkla haber vermiş; haber ise bilgi edinmenin yollarından
birisi olduğu için, sılanın bilinen bir şey olduğunu ispat için bu
kadarı bile yeterlidir. Nüktesi bir kerre işitilmiş olan bir haber
cümlesi, inanmayanlara dahi bir sıla olarak getirilmiş olabilir. Bu
konuda şart ve gerekli olan iman değil, az miktarda bilgi ki, şöyle
zihinde kalacak kadar sözü geçmiş olsa da, yeterlidir. Şunu da
belirtelim ki, mevsul ismin sılası, söylenmeden önce belirsizdir. Eğer
gibi normal bir sıfat olarak gelirse, Türkçenin "öyle ki" ifadesi gibi
sıfatlandırmada güçlendirme bildiren bir bağlaç ifade ederse de gibi
fail veya soyut veya gerçek bir ma'mül olarak geldiği zaman, belirsiz
bir zattan başka bir şey anlatmaz. Bir sözde, böyle belirsiz bir zatın
fail yapılmasında ne fayda olabilir denilemez. Çünkü "evvelen ibhâm,
sâniyen tefsir, evkau finnefis" tir, derler. Yani: "Bir şey önce kapalı
olarak söylenip de sonra açıklandığı zaman, muhatabın gönlünde kuvvetli
etki bırakır." Çünkü nefis, kolay duyduğu bir şeyi hafif geçer,
önemsemez; fakat önce kapalı olarak işittiği zaman dikkat ve anlamak
için gayret sarfeder. Bilmek arzusuna düşer. Bu istek ve arzu üzerine
açıklandığı zaman da, belleğinde iyi yerleşir. Arap belağatinin bu
kuralları, zamanımızda psikolojinin "hâfıza, dikkat ile mütenâsibtir
(bellek, dikkat ile denktir), dikkat de merak ile mütenasibtir
(denktir)" kurallarını ifade eder. Hatta batılılarda ve zamanımız
yazarlarının bir çoğunda bu belirsizlik kuralı bir moda salgını hâlini
almıştır. Bir konuyu anlatırken istek uyandırmak için sayfalarca
belirsizlik çizdikleri görülüyor. Halbuki, bunun fazlası da, istek
yerine usanç veya unutkanlık vermekten uzak kalamaz. Çok naz aşık
usandırır. Kur'ân'da ise bunun en güzel gıdıklayıcı örnekleri görülür.
Mevsul isimler de, buna ayrıca bir güzellik katar. İşte bunun gibidir.
Allah Teâlâ'nın ilâhî özü (cevheri) bilinemediği gibi de ilk bakışta
bilinemeyecek bir "bilinmez öze" işaret ediyor. Karşısındaki kimseye
önce insanın hiçliğini duyuruyor, sonra O bilinmeyen, en belli, en
belirgin sıfatların ortaya konulmasıyla apaçık anlatılıyor. Önce
Kur'an'ın, gerçeği gerçek olmayandan ayıran ve herkesçe bilinen
karşısındakileri aciz bırakıcı özelliği "Furkan" ismi ve "el"
belirlilik takısı ile hatırlatılıp sılası ile mavsûlünün belirsizliği
belirlenerek, Allah Teâlâ özellikle bu Furkan'ı indirmiş olmak sıfatı
ile tanıttırılıyor. Ve feyiz, bolluk ve bereketin yüksekliği ile önce
bu fevkalade geniş muciz kılavuzluğu ile bildiriliyor ve yüceltiliyor.
Bu şekilde, ortaya çıkan mânâ şu oluyor: "Çok yüce, çok kutlu, hayır ve
bağışlaması çok yüksek olduğunu ne kadar hayret verici bir şekilde
gösterdi. O, hani bildiğiniz Furkan'ı, o hak ve batılı ayıran,
vazifelerinizi öğreten, bir benzerini yapmaktan herkesi aciz bırakan
Kur'ân mucizesini ibadet ve kulluk ile seçilmiş, herkesçe bilinen
kuluna âyet âyet indiren o yüce zat". Şüphe yok ki onun O Furkan
kendisine indirildiği herkesçe bilinen kulu, özel kulu, yüce Peygamberi
Muhammed Mustafa, (s.a.v) olduğu da apaçık bellidir. (İsrâ, 17/1.
âyetin tefsirine bkz.)
Ona,
o Furkân'ı niçin indirdi. Bütün akıl sahipleri dünyasına bir nezir
(korkutucu) olsun diye.
NEZİR:
Münzir, yani korkutucu mânâsına sıfat-ı müşebbehedir. (daimilik ifade
eden sıfat) Beşîr ve mübeşşir gibi inzar (korkutmak) mânâsına masdar da
olur. Nekîr ve inkâr gibi burada korkutucu mânâsına olması açıktır.
İNZAR:
Korkunç haber vermek, bir şeyin sonucundaki güçlük ve yok olmayı haber
vererek kocundurmak, sakındırmak demektir ki, sevinç haberi vermek
demek olan müjdenin zıddıdır. (Bakara, 2/6. âyetin tefsirine bkz.) Bu
sebebten beşîr ve mübeşşir, müjdeci demek olduğu gibi; nezîr ve münzir
de tehlike haberiyle korkutan haberci, Peygamber, Resul demek olur.
Furkan sahibi olan Peygamber (s.a.v) "Biz seni ancak müjdeleyici ve
korkutucu olarak gönderdik." (Furkan, 25/56) gibi âyetlerle bilindiği
üzere hem mübeşşir (müjdeci), hem münzir (korkutucu) dir. Allah
Teâlâ'nın hem rahmetinin müjdecisi, hem azabının habercisidir. Fakat
yerine göre bazan bunların birisiyle yetinilmiştir. Nitekim Enbiyâ
Sûresi'nde "Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiyâ,
21/107) buyurulduğu gibi, burada da "âlemlere bir korkutucu olsun
diye..." buyurulmuştur. Çünkü biraz sonraki açıklamalardan anlaşılacağı
üzere burada iniş sebebi olan , kâfirlerin inkâr ve inatlaşmalarına
karşı korkutma yerinde, müjdeleme kelimesinin açıklaması belagattan
beraat-i istihlâle (güzel başlangıca) uygun olmazdı. Ve bu ince mânâ
nin yükseklik ve büyüklük mânâsına olmasını destekler. Bununla beraber,
bu korkutmada ve bunun kuvvetini ifade eden Furkan'ın indirilmesinde,
Peygambere ve inananlara bir müjde ve rahmet mânâsını içerir. Bu yönden
müjdelemenin sözün anlaşılması için özellikle kullanılması dahi ayrıca
bir belağat (sözün yerinde kullanılması) olmuştur. Bu da "Tebâreke"nin
bolluk ve bağışlama mânâsını hatıra getirin. Fatiha Sûresi'nde
açıklandığı üzere âlem kelimesi Allah Teâlâ'nın zat ve sıfatından başka
her şeye denilir. Onun için burada bazı müfessirler kavramına göre, Hz.
Peygamber'in bütün yaratılmışlara da gönderildiğine delil
göstermişlerdir. Fakat aklı olmayanları korkutmanın sebep ve faydası
anlaşılmaz. Bundan dolayı, burada Fatiha'daki gibi tağlib'e (bir
kelimeyi bir başka kelimeyi de içine alacak şekilde kullanmaya) ipucu
yoktur. "Âlemin" çoğulunun, gerçekte akıl sahiblerinin dünyaları için
kullanıldığı bellidir. Alimlerin çoğunun görüşü de budur. Akıl
sahipleri âlemleri ise insanlar cinler ve meleklerdir. Âlûsî,
tefsirinde der ki: Peygamber (s.a.v) in insanlara ve cinlere
gönderilmiş olduğu zorunlu olarak bilinmektedir. İnkâr edene kâfir
denilir. Sübkî gibi bir kısım araştırmacılar, meleklere dahi
gönderilmiş olduğunu söylemişler ve bazıları bu âyeti delil
getirmişlerdir. Masum olanlara gönderilmenin faydası da, çağrısına
uymakla onun şerefine hizmet etmektir. Şimdi düşünmeli ki, böyle bütün
âlemleri korkutma yetkisi ne büyük kuvvet ve şandır. Ve bu kuvveti
getiren Furkan ne büyük bir delil ve buyruktur. İşte Peygambere bu
Furkan ile bu büyük kuvvet ve yetki verilmiş bulunuyor. O halde, o
kulun efendisi, ona o Furkan'ı indirmiş olan Mevlâ, ne yüce, ne kutlu
tanrıdır!
2-
O
ki bütün göklerin ve yerin mülkü (dilediği gibi kullanma yetkisi) hep
O'nundur. Gerek gökler ve gerek yer ve gerek bunlardaki yukarı ve aşağı
bütün şeylerden mülk, yani tam tasarruf yetkisi, yaratmak, yok etmek,
yaşatmak; öldürmek gerektiği şekilde dilediği gibi buyruk ve
yasaklarıyla egemen olmak, saltanat, şehinşahlık hep O'nun, yalnız
O'nundur. Başkasına bağımlı olmadığı gibi ortaklığı da yok...
Hem
hiç çocuk edinmedi. Çocuğu olmaktan uzak olduğu gibi bir çocuk da
edinmiş değil. Hıristiyanların dediği gibi değil (Bakara, 2/116; Mâide,
5/18 ve Tevbe, 9/30. âyetlerin tefsirine bkz.). Hem mülkte hiçbir
ortağı da yoktur. Mecusilerin dediği gibi de değil. Yüce sözündeki
kasırdan (mülkü yalnız O'na tahsis etmeden) bu da anlaşılmıştı. Böyle
iken ayrıca açıklanması; ikidir, üçtür, diye ortaklık iddia edenleri
açıkça çürütmeye özen göstermek içindir. "Hiç çocuk edinmedi"
cümlesinin araya konması da bunun içindir. Böylece evvela bunun
öncekine bağlı olmayıp ayrıca anılmak istenilen şey olduğu gösterilmiş,
sonra çocuk edinmenin sonucu dahi ortak edinmek olacağından,
edinmemenin sebebi de anlatılmıştır. Yani, bu cümle, öncekine değil,
ikinciye bağlanmıştır.
İyi
ama bu mülkü nasıl bulmuş ve bu kadar büyük mülk ortaksız yapayalnız
nasıl yönetilir, denecek olursa, buna karşı söz başı "vâv"ı ile
buyuruluyor ki, her şeyi yarattı, başka birinden almadı, kazanmadı,
doğurmadı, yarattı, yokken var etti de gerçeğine erişilmez bir takdir
ile her birine bir sınır ve ölçü belirleyerek hikmetine göre dilediği
gibi hepsini bütün sonuçlarıyla hazırladı. O'nun için güçlük yok, her
şey bütün mukadderatı ile O'nun kudret eli altında, kul, yaratılmış
olup hepsini dilediği gibi kullanır, böylece her şeyin bir sınır ve
ölçüsü var ki, onu asla aşamaz. O'nun kudretine ise sınır ve son yok,
bundan dolayı hiç bir şey, yaratılmış olma sınırını aşıp da O'na ortak
olmaya güç yetiremez, O öyle yüksek, öyle Tebârek...
3-Bu
Furkan ile gerçek tam mânâsıyla yerleştirilip tebliğ edildikten sonra,
inzar (korkutma)ın sebebine geçilerek buyuruluyor ki, böyle iken
tuttular da O'ndan başka bir takım ilâhlar (mabudlar) edindiler. O her
şeyi yaratanı bıraktılar da O'nun berisinden öyle şeylere taptılar ki
hiçbir şey yaratamazlar fakat kendileri yaratılır dururlar; yani
kendilerinin yaratılmış oldukları görülüp duruyor, yahud mabud (tanrı)
diye yalan yere uydurulup duruyorlar.
HALK:
Yokken meydana getirmek, yani yaratmak mânâlarına geldiği gibi
(Ankebut, 29/17) gibi "yalan uydurmak" mânâsına da gelir. Burada bazı
müfessirler bu mânâyı tercih etmişlerse de görünen açık mânâ öncekidir.
Allah'tan başka tapılan şeylerin hepsi, putlar gibi yalan, uydurma
mabud olduğu, onların yaratılmış olduklarından da anlaşılır. İlmî bakış
açısından ifadenin asıl ruhu da, yaratılmışın, yaratan yerine
konmasındaki çelişkiyi göstermektedir. Bunu daha fazla izah için
buyuruluyor ki ve kendi kendilerine bir zarara da malik değiller, bir
menfaate de. Bu cümlenin açıklamasında "ve kendilerinden ne bir zararı
gidermeye, ne de kendilerine bir fayda verecek şeyi getirmeye güçleri
yetmez" deniliyor, çünkü sonra gelen zarar fiilinin sılası sayılıyor.
Ve bir şeyin kendine zarar vermesi akla uygun olmadığından zarar,
zararı gidermek mânâsına kullanılmış oluyor. Bu mânâ, tam anlamıyla
yalnız cansız putlara uygun olabilir. Bu ise hem kasrın, hem de ilâhî
sözün görünen mânâsından uzaktır. da asıl olan sebeb gösterme olduğu
gibi ye ilişkisi de açıktır. Bu bakımdan değil buyurulmuştur. O halde
"nefisleri için" "kendileri için" demek olmalıdır. Buradaki olumsuz
kılınan (nefyedilen) yalnız kendilerine ait olan olumsuzluk ve zarar
değil, kendi zatlarının nedeniyle mutlak olumsuzluk ve zarardır. Yani
kendiliklerinden, kendi istekleri ile hiçbir zarar ve fayda vermeye güç
yetiremezler kendilerinden (bizâtihim) olsalar bile, kendiliklerinden
(lizâtihim) değillerdir. Olabilir ki, mesela güneşte veya Firavun
gibilerde yahud Mesîh gibilerde bir fayda veya zarar görülmüşse o
onların lizatihi kendi kudretlerinden, kendi sahip olduğu şeylerden
değil, yüce yaratıcının verdiği güç ve kuvvettendir. Lizatih:
(kendiliğinden) olsa idi yok olmazlardı. Bu mânâ "Kendisinden başka
ilâh olmayan diri olan, herşeyin yönetimini elinde bulunduran yüce
Allah'tan mağfiret dillerim. Kendi nefsine zulmeden gerek hayat, gerek
ölüm ve gerekse tekrar dirilme bakımından kendi nefsine malik olamayan
bir kulun tevbesi ile tevbe ederim" anlamına da uygundur. Burada
zararın önce getirilmesi de dikkate değer. "Def'-i zarar, celb-i
menfaatten akdemdir. (zararın yok edilip kaldırılması, faydanın
getirilip konulmasından öncedir) kuralına işaretle zararı yok edip
kaldıramayanın bir fayda getirip koyamayandan daha güçsüz olduğunu
anlattığı gibi, zarar vermenin faydalı olmaktan kolay olduğunu da
anlatır. Bir de, Allah'tan başkasına tapanların fayda elde etme
duygusundan önce, zarar korkusuyla taptıklarını ortaya koyar. Çünkü
diktatörler ve zalimler, insanları daha çok korkutma politikasıyla
kendilerine tapındırmaya uğraşırlar. Ve bu yüzden bir çok zavallılar, o
gücü, onların kendilerininmiş gibi sanarak korku belasıyla onları tanrı
yerine koyar, Allah'ı unuturlar. Fakat bilmeleri gerekir ki, aslında o
güç ve kuvvet onların değildir. Allah dilemeyince onlar kendi başlarına
ne bir zarar yapabilirler, ne de bir fayda sağlayabilirler. Ne ölüme
maliktirler, ne hayata, ne de nüşûra (ölümden sonra tekrar
canlandırmaya.)
NÜŞÛR:
"Neşîr" gibi bazan edilgen bazan etken olur. Edilgen olursa bir şeyi
açıp yaymak mânâsına gelir ki, dilimizde "neşir" "neşriyat" ve "menşûr"
bu mânâdadır. Bunun etkenine "intişâr" denilir. Etken oldukları zaman
ise ölmüş olan bir şeyin canlanıp kalkması anlamındadır ki, Kur'ân'da
"nüşûr" kelimesi genellikle bu mânâdadır. Bunun edilgenine de "inşâr"
(ölüyü diriltme) denilir. "Ve o su ile ölü bir toprağa can verdik"
(Kâf, 50/11) gibi. Şu halde bu mânâ şöyle olur: Ne ölüm elindedir, ne
dirim, ne de ölümden sonra ahirette kalım; bunların hiçbirinde ne
kendileri, ne başkaları hakkında diledikleri gibi tasarruf yapamazlar.
Bunlara sahip olmayan ise mabud (ilâh) olamaz. Böyle iken bütün bunlara
malik olup her şey kudret elinde bulunan Allah'a kulluğu bıraktılar da,
öyle güçsüz şeylere taptılar. Peygamberliğe gelince:
4-
Ve
o küfredenler bu açıklamaya karşı dediler ki bu Kur'ân, Furkan falan
değil sırf bir iftira onu o uydurdu ve buna karşı diğer bir kavim de
ona yardım etti. Yabancılardan yahudilerden öğreniyor dediler. (Nahl,
16/103. âyetin tefsirine bkz.)
Böylece
zulüm ve tezvîre büyük bir haksızlığa ve yalancılığa gittiler
5-
ve, evvelkilerin esatıyri, uydurma masalları (esâtıyr kelimesi hakkında
En'âm, 6/25. âyetinin tefsirine bkz.) Onları kendine yazdırtmış da işte
sabah akşam kendisine okunup duruyor" dediler. Haksızlıkta,
yalancılıkta, yalanı telleyip pullamada bu derece ileri gittiler. Böyle
haksız yalancılara başka sözün gereği yok.
6-Yalnız
onu, "o göklerde ve yerdeki sırrı bilen indirdi" de. Yani o sizin
zannettiğiniz gibi uydurma veya eskilerin uydurma masalları değil,
ilâhî sırları içinde bulunduran gökten indirilme bir kitaptır. Çünkü
onu, göklerin, yerin gizliliğini bilen yüce Allah indirdi. O gerçekten
gafûr (yarlıgayan) bir rahim (merhamet eden) bulunuyor. Bu sebepten o
haksızlık ve yalan uydurmalarınıza karşılık kötü sonuçlarınızda ivedi
davranmıyor da, geriye bırakıyor.
7-8-9-
"Bu ne biçim peygamber ki yemek yer, sokaklarda gezer." dediler. Haber
verildiği üzere, Kureyş kabilesinden Rebia'nın iki oğlu Utbe ve Şeybe,
Ebu Sufyân b. Harb, Nadr b. Haris, Ebu'l-Buhturî, Esved b. Muttalib,
Zem'a b. Esved, Velîd b. Muğire, Ebu Cehil b. Hişâm, Abdullah b. Ebu
Ümeyye, Ümeyye b. Half, As b. Vail, Nebih b. Haccac ile Münebbih b.
Haccac toplanmışlar ve birbirlerine "Muhammed'e bir haber salın,
kendisiyle bir konuşun, karşılıklı konuşarak tartışın ki, mazur
olasınız (günah sizden gitsin) demişler ve bunun üzerine "Kavmin senin
için toplandılar, seninle konuşmak istiyorlar" diye haber
göndermişlerdi. Peygamber (s.a.v) geldi. "Ya Muhammed, biz senin
hakkında mazur olalım (günah bizden gitsin) diye sana haber gönderdik.
Şimdi bak! Sen eğer bu sözle mal istiyorsan, sana mallarımızdan mal
toplarız ve eğer şeref istiyorsan seni Efendi tanırız, büyükleriz ve
eğer mülk istiyorsan seni başımıza melik (kral) yaparız" dediler.
Resulullah (s.a.v) buyurdu ki "Bende dediklerinizden hiçbiri yok. Ben
size getirdiğimi ne mallarınızı almak için, ne içinizde şeref için, ne
de üzerinizde melik olmak için getirmedim. Fakat yüce Allah beni size
bir elçi olarak gönderdi ve bana bir kitap indirdi ve size bir müjdeci
ve korkutucu olmamı emretti, ben de size, rabbımın elçiliğini bildirip
iyilikle öğüt verdim. Eğer siz getirdiğimi alırsanız o sizin dünya ve
ahirette payınızdır ve eğer onu kabul etmeyip bana geri verirseniz,
yüce Allah, benimle sizin aranızda hüküm verinceye kadar ben, yüce
Allah'ın emrine sabrederim". Bunun üzerine "Ya Muhammed! dediler, Eğer
vermek istediklerimizden hiçbir şey kabul etmeyeceksen o halde, kendin
için Rabbinden iste: Yanında seni doğrulayacak ve senden bizi
uzaklaştıracak bir melek göndersin. Hem iste de sana bağlar, bostanlar
ve altından, gümüşten köşkler yapsın da seni çalışmadan kurtarsın;
çünkü sen de bizim gibi çarşılarda dolaşıyor, geçimlik arıyorsun. Eğer
sandığın gibi elçi isen o zaman üstünlüğünü ve Rabbinin yanındaki
yerini anlarız" Buna karşı Resulullah "Hayır, ben size bunun için
gönderilmedim. Yüce Allah beni bir müjdeci ve korkutucu olarak
gönderdi" dedi. İşte bu âyetler bu sebeple indirildi. de "mâ" soru,
"lam" cer harfi olduğundan, kural şeklinde bitişik yazılması idiyse de
imam Osman b. Affan'a ait mushaf hattında şeklinde "lâm " ayrı yazılmış
ve dolayısıyla burada böyle yazılması muteber bir sünnet olmuştur.
10-
Ne mübarektir o ki dilerse sana ondan -onların söyledikleri hazine ve
bahçelerden- daha iyisini verir. Yalnız bir cennet değil cennetler, hem
altından ırmaklar akar cennetler verir, yani ahirette söz verdiği
cennetler gibi dilerse dünyada da verir, İslâm yurdu olur. Senin için
köşkler de yapar.
11-
"Fakat onlar kıyamet saatini yalanladılar."
BEL:
Bir bağlaç harfidir ki, asıl mânâsı ıdrabdır (Yeni bir hükme dönüştür).
Bazen de "hattâ" gibi terakkî, ileriye geçme ifade eder.
İDRAB:
Sözü üstünden altına çevirmek, yani bakışı öncesinden keserek geleceğe
yöneltmektir. Bunu "belki" diye tercüme etmek meşhur olmuştur.
Gerçekte, kelimenin yapısına ve söylenişine göre ondan alınmış,
denilecek kadar da uygundur. Fakat dilimizde "belki" idrabtan (sözü ve
nazarı üstten keserek alta yöneltmekten) çok ümid ve ihtimal için
kullanılmaktadır. "Dur bakalım belki gelir" demekte hiç İdrab mânâsı
yoktur. İdrab; "Yok, hayır" "daha doğrusu" demektir. Bu mânâ kasır ve
istidrake benzer olduğundan son zamanlarda "fakat" kelimesi de "bel" ve
"lakin" yerinde kullanılır olmuştur. Böylece "fakat onlar kıyameti
yalanladılar" demek olur. Bu cümle yukardaki bölümüne atfolunmuş ve
ondan İdrab ile, diğer küfürlerini anlatmaya ve açık bir şekilde kötü
sonlarını haber verip korkutmaya intikaldir. Yani, daha doğrusu onlar
saate, kıyamet ve ahirete inanmıyorlar, Kur'ân'ın öyle uydurma
olmadığını bilmediklerinden değil, ahirete, cezaya inanmadıklarından
dolayı o inançsızlığa ve sapıklığa düşüyorlar, o haksızlığa ve
yalancılığa gidiyorlar.
Halbuki
biz o saati (kıyameti) yalanlayan kimselere öyle korkunç bir ateş
hazırlamışızdır ki
12-
Onları uzak bir yerden gördüğü zaman -ki onlar ister görsünler ister
görmesinler.- onun korkunç hışımlanmasını (kaynamasını) ve uğultusunu
işitirler.
TEGAYYÜZ:
Gayzlanmak, öfkelenmek; ZEFÎR, içeri nefes almaktır. Demek ki, cehennem
onları uzaktan gördüğü zaman öfkesinden dehşetli sesler çıkarıyor,
sümürmek için içine çekiyor. Burada görülüyor ki, gayzlanmak,
zefirlenmek gibi görmek de ateşe nisbet edilmiştir. Onlar cehennemi
gördüğü zaman değil, cehennem onları gördüğü zaman Bu ise cehennem
ateşini bir kavrayış sahibi gibi anlatmak demektir. Bunu birçokları,
"görünecek bir yerde bulundukları zaman" demek gibi gerçek mânâsı
dışında bir mânâya yorumlamak istemişlerdir. Aslında cehenneme, anlama
ve kavrama fiili nisbet edilmesi sadece burada değil, "O gün cehenneme
'Doldun mu?' deriz. O da 'Daha var mı?' der." (Kâf, 50/30) âyeti ve
"Ateş Rabbine şikayet edip: 'Ya Rabbî bir kısmım bir kısmımı yedi'
dedi" hadisi gibi diğer yerlerde de geçmiştir.
Bir
de Alûsî'nin naklettiği üzere Taberânî ile İbnü Merdûye, Mekhûl tarîkı
ile Ebû Ümâme (r.a)den şunu haber vermişlerdir: Demiştir ki;
"Resulullah (s.a.v) her kim bilerek bana atfen yalan söylerse,
cehennemin iki gözü arasında oturacağı yere hazırlansın." buyurdu. Ya
Resulullah! cehennemin gözü var mıdır, dediler. "İşitmediniz mi, yüce
Allah "Onları uzak bir yerden gördüğü zaman" buyuruyor, gözleri olmasa
görür mü?" buyurdu. Şu halde tevile gidilmeyip konuyu Yüce Allah'ın
kudretiyle sırrî bir şekilde düşünmek gerekir. Özellikle "De ki, onu
göklerdeki ve yerdeki sırrı bilen indirdi" (Furkan, 25/6)
hatırlatmasından sonra, bunun o gizliliğe açık bir bağlantısı göze
çarpmaktadır.
13-20-
Orada "sübûrâ"; yani "Ey sübûr, ey helak (yok oluş) neredesin! Gel de
bizi kurtar diye feryad ederler.
İstenecek
vaad, yahut istenildiği halde vaad, yani yüce Allah onu kullar
tarafından istenilmek şartıyla vaad ve taahhüd buyurmuştur.
21-
"Bize kavuşmayı ummayanlar, bize ya melekler indirilmeliydi, ya da
Rabbimizi görmeliydik, dediler." Bu cümle cümlesine atfolunmuş olup, o
kâfirlerin diğer saçmalarını hikaye ile red ve uyarıdır.
RECÂ:
Bilinen geniş mânâsı ile emel (arzu) demektir. Lügatçıların çoğu birini
diğeriyle açıklamışlardır. Bununla beraber aralarında ince fark
gösterenler de vardır. İbnü Hilal'in Fürûk isimli eserinde "Emel,
sürekli bir arzu ve istektir. Onun için bir şeye bakış, devamlı olup
uzayınca "teemmül etti" uzunca düşündü denilir. Bir de emel, mümkünde
ve muhalde (imkansızda) olur, reca ise mümküne mahsustur denilmiştir"
Mısbâh'ta da der ki; emel, ümidsizliğin zıddıdır. Çoğunlukla, meydana
gelişi uzak olan şeylerde kullanılır. Tam ise meydana gelişi yakın olan
şeyde kullanılır. Recâ, emel ile tam arasındadır. Çünkü recâ (ümit)
eden emelinin meydana gelmemesinden korkar, bu sebepten tama mânâsında
kullanılır. Recâ nefi halinde kullanıldığında bazan korku mânâsını da
ifade eder ki, buna "lügat-ı tihâmiyye" (Mekke lügatı) denilmiştir.
Buna göre "korkmazlar" bilinen mânâsıyla arzu etmezler, gerçek lügata
göre ise ümit etmezler, demek oluyor ki, burada en uygun olan da budur.
LİKÂ:
Aslında bir şey ile buluşmaktır. Dokunmak, şart olmaksızın bir şeye
ulaşmak diye de ifade olunmuştur. Görme fiili hakkında da kullanılır.
Bundan dolayı "likâullah (Allah'a kavuşmak)" rü'yetullah (Allah'ı
görmek) veya Allah'a ermek yahud kıyamet günü hesap ve ceza için yüce
Allah'ın karşısına çıkmak demektir. Ve karşımıza çıkacaklarını ümit
etmeyenler demek, kıyamet gününde tekrar dirilmeye ve toplanmaya,
ahiret sorumluluğuna inanmadıkları için Allah'tan korkmayanlar demeyi
de ifade eder. Yani Allah'ı görmeye yüzü olmayan, Allah'ın karşısına
çıkacaklarını, azabına çatacaklarını ümit etmeyen, ahirete inanmaz,
Allah'tan korkmazlar o melekler bizim üzerimize indirilseydi ya yahud
Rabbimizi görsek ya, dediler. Andolsun ki, gönüllerinde kendilerini
büyüksündüler. Çünkü öyle demekle kendilerini Peygamberin yerinde veya
daha üstün görmek istiyorlar ve hatta Allah'a karşı büyüklük
taslıyorlar ve büyük bir haksızlıkla azgınlık ettiler. Bunca açık
delilleri tanımadılar da kutsal meleklerin bile önüne çekilmiş olan
"Beni göremeyeceksin" (A'râf, 7/143) perdesinin, kötü nefislerine karşı
yırtılmasını istediler.
22-Evet
onlar melekleri görmeyecek değiller, fakat melekleri görecekleri gün,
günahkarlara o gün sevinç haberi yoktur. O halde o azgın günahkarlara
hiç sevinç haberi yoktur. "Yasak yasak diyeceklerdir." Ve derler. Bir
düşman rastgeldiği veya tiksinti veren bir şey hücum ettiği sırada
söylenen bir deyimdir ki, fiili zikredilmemiş mutlak mef'ul halinde
te'kidli (pekiştirmeli) bir cümledir. Fiili veya takdirinde emir veya
geçmiş zaman kipi olabilir ve bu suretle yerine göre ya bir dua ve
istiâze, yani bir yalvarış ve sığınış, yahut da bir men ve göz dağı
verme ifade eder. Bir dua olduğuna göre "etme, kıyma, evlerden ırak,
dağlara taşlara" demek mânâsında olur. Diğerinde de "yasak, men
edilmiş, yahut davranma!" demek gibidir. Burada her iki anlam ile
açıklanmıştır. nin zamiri, günahkarlarla ilgili olduğuna göre,
günahkarlar o meleklere "aman etmeyin, kıymayın, bizim yanımıza
yaklaşmayın, öte öte tarafa" derler. Meleklerle ilgili olduğu takdirde
de melekler, o günahkarlara "davranmayın size o müjde ve cennet men
edilmiş; yasak, kesinlikle yasak" derler.
23-
Hem varmışızdır amel denecek, yani iyilik yönünden her ne yapmışlarsa
da onu saçılmış zerreler haline çevirmişizdir, boş yere yapılan işler
haline koymuşuzdur.
HEBA:
Bir pencereden güneş ışığı vurduğu zaman içinde uçuştuğu görünen
tozdur.
MENSÛR:
Saçılmış demektir. Zaten dağınık demek olan heba (zerre) yı bir de bu
şekilde nitelemek, onu bir daha saçılmış olarak tasvirdir ki, o zerre
hiç görülmez bir hale gelir.
Burada
bir temsilî istiare vardır. Şöyle ki, bütün iş ve halleri isyan etmiş
ve bundan dolayı idarecileri tarafından verilip bütün evrak ve
tutanakları parçalanarak dağıtılıp yok edilmiş bir topluluğun haline
benzetilmiştir. Veya kudüm (varmak), kasıttan mecaz olduğu gibi,
büsbütün yok edilmiş, hiçe indirilmiş olan amel ve işlerinin de
hedeflenen gayeden uzak kalması ve bir hedefe dizilmeleri mümkün
olmaması nedeniyle saçılmış zerrelere benzetilerek teşbih-i müfred
suretiyle ayrı ayrı birer istiâre yapılmıştır. Yani o günahkarların,
misafirleri konuklamak, akrabaları gözetlemek, çaresizlere yardımcı
olmak, insanlığa yararlı bir iş yapmak gibi bazı işleri varsa bile, o
inkârcılıkları ve azgınlıkları yüzünden hepsi yok olmuştur. Hiçbirinin
karşılığında bir fayda ve iyilik görmezler.
24-
Öyle günahkarlar değil, cennetlikler, yani "Yoksa müttakilere vaad
edilen ebedilik cenneti mi..." (Furkan, 25/15) âyeti ile açıklandığı
üzere, cennet kendilerine söz verilmiş olan müttakilerin o gün -o
melekleri görecekleri gün- kalacakları yer çok iyi dinlenecekleri yer
pek güzeldir
MÜSTEKARR:
Karargah, yani oturmak, konuşmak için çoğu zaman kaldığı yer,
MAKÎL,
öğle uykusu, uyku yeri, insanın kuşluk uykusunu uyuduğu, dinlendiği yer
demektir.
Cennette
uyku olmadığına göre burada makîl yalnızca dinlenme yeri, diye
açıklanmıştır. Bununla birlikte o günün yarısında hesaptan kurtulunacak
da cennetlikler cennette, cehennemlikler cehennemde bir öğle uykusu
uyuyacaklar, diye rivayet edilmiştir.
25-
O
gün gökyüzü beyaz bulutlar halinde çatlayacak. "Onlar Allah'ın ve
meleklerin buluttan gölgelikler içinde kendilerine gelmesini mi
bekliyorlar" (Bakara, 1/210) âyeti kerimesinde anılan beyaz bulutun
doğması sebebiyle gökyüzünün çatlayacağı ve meleklerin bölük bölük
indirileceği o gün.
26-
İşte o gün gerçek hükümranlık çok merhametli olan Allah'ındır. Çünkü o
gün her hükümdarlık sona erer. Ancak Rahman'ın hakkı olan hükümranlık
kalır. Ve kâfirler için ise o, pek zorluklu bir gün olmuştur.
27-
O
gün zalim kimse ellerinin üstünü ısıracak. "Eyvah bana, diyecek; keşke
ben peygamberin yanında bir yol tutsaydım." Bilindiği gibi el ısırmak
kızgınlık ve ümitsizlikten kinayedir. Zalim kelimesinden kastedilen
cins, yani bütün zalimlerdir. Fakat burada âyetin indirilmesine sebep
Ukbe Ebî Muayt'tır, denilmiştir.
28-
Vay şu başıma gelene keşke ben filan kimseyi dost edinmeseydim. Filan,
özel isimlerden kinayedir. Bunun gibi cins isimlerden kinayede "hen"
(dilimizde şey) denilir.
29-
Çünkü zikir (Kur'ân) bana gelmişken, o hakikaten beni ondan saptırdı.
Zikirden maksat, Allah'ı anmak, Allah'ın kitabı veya Peygamberin
öğütleri veya âyetin indiriliş sebebine bakarak kelime-i şehadettir.
"Zikrin en üstünü: Lâ ilâhe illallâh, demektir." Ukbe b. Ebî Muayt, Hz.
Peygamber (s.a.v)in toplantısına çokça gelirmiş. Bir gün ziyafete davet
etmiş, Peygamber efendimiz iki şehadet kelimesini söylemeden, yemeğini
yemekten kaçınmış. Bunun üzerine Ukbe de kelime-i şehadeti getirmiş,
Übey b. Half de onun yakın arkadaşı imiş. Kendisini azarlamış
"sapıttın" demiş. O da "Yok, fakat evimde yemeğimi yemekten kaçındı,
onun için utandım da şehadet getiriverdim" demiş. Diğeri: "Hayır, sen
ona varıp ensesine vurup yüzüne tükürmezsen senden hoşnut olmam" demiş.
Bunun üzerine Dârunnedve'de Peygamber secdede iken rastgelmiş ve o kötü
fiili işlemiş.
O
zaman Peygamber (s.a.v) Mekke dışında rastlarsam mutlaka senin başına
binerim, buyurmuştu. Bedir günü esir edildiği zaman Hz. Ali'ye emir
verip boynunu vurdurdu. Ubey de Uhud'daki savaşta aldığı yaradan
Mekke'ye vardığında öldü. İşte böylece Ukbe'ye zikir geldiği halde Ubey
şeytanlık ederek onu sapıtmıştı. Öyle ya şeytan, insana çok hızlankar
olmuştur.
HIZLAN:
Yardımsız bırakmaktır. "Hazûl" ondan mübalağa kipidir. Yani gerek
cinlerden, gerek insanlardan olsun şeytan insanın hayrına dost olmaz,
kendi hesabına bir felakete düşürmek için dost görünür; sonunda da başı
sıkıntıya girince onu yardımsız bırakır, çekiliverir.
30-
Peygamber de, Ya Rab! demekte, yani bir taraftan da Peygamber Allah'a
şöyle şikayet etmektedir: Kavmim bu Kur'ân'ı mehcur tuttular. Mehcur
tutmak iki anlama gelir birisi terkedip uzak durmak, onunla amel
etmemektir. Zira bir hadis-i şerifte şöyle buyurulmuştur: "Her kim de
Kur'ân'ı öğrenir de Mushaf'ını asar, ilgilenmez ve bakmazsa; kıyamet
günü gelir, yakasına sarılır 'ya Rab! Bu kulun beni mehcûr tuttu (beni
terkedip uzak kaldı, benimle amel etmedi), benimle arasında hüküm ver'
der." Diğer anlamı ise; hakkında saçma sapan konuştular, evvelkilerin
uydurma masalları dediler, demektir. Peygamberin bu şekilde şikayetini
söylemek büyük bir tehdittir. Çünkü peygamberler kavmini Allah'a
şikayet ettikleri zaman haklarında azab çabuklaştırılmış olur.
31-
Ve işte böyle ya Muhammed! Sana yaptığımız gibi her peygamber için de
günahkarlardan bir düşman yaptık ve bu sebepten sen de onlar gibi
sabret. Onları yok etmek için yol gösterici ve yardım edici olarak
Rabbin yeter.
32-33-
Yine o inkârcılar Kur'ân ona hep birden indirilseydi ya, dediler ki
gereksiz bir itiraz, sanki Tevrat birden indirilmiş de Kur'ân da öyle
olsa imiş. Gerçek şudur ki, kanunun aslı olan icaz, yani benzerinin
yapılamaz oluşu, tek tek âyet âyet indirilmesi ile hepsi birden
indirilmesi arasında fark edecek değil; hatta parça parça
indirilmesinin, onun bir benzerini yapma konusunda kendilleri için
faydaları da vardır.
Bu
sebepten bu yüzden kalbine iyice yerleştirmek için böyle indirdik;
böyle ayrı ayrı cümle cümle indirmekle önce, belleğe alınması sağlam
olacak. İkincisi, peyderpey olaylara göre inişinde mânâ yönünden daha
fazla bir görüş ve derinlik; hem teorik, hem pratik bir kıymet ve güç
bulunacak. Üçüncüsü, her yeni inen yıldız ile ayrıca bir meydan okuyup
çekişmeden aciz bırakılarak her defasında yeni bir kalp kuvveti
verilecek. Dördüncüsü, nasih ve mensuh ile zamanına göre hüküm koymayı,
açıklamanın ve tefsirin çeşitli usul ve kuralları öğretilecek... Bu
şekilde ve benzersiz bir tertil ile tertil eyledik; ağır ağır, güzel
bir okuyuşla okuduk. Hem sana herhangi bir mesel ile gelmezler ki, yani
mesel denecek derecede ilginç herhangi bir soru veya hal ile gelmezler
ki mutlaka biz sana (onun karşılığında) doğrusunu ve tefsirin daha
güzelini getirmiş olmayalım. İşte hepsinin toptan ve birden
indirilmemesinde bir de bu fayda vardır.
34-
Öyle cehenneme yüzleri üstü, yani tepeleri aşağı veya sürüklenerek,
yahut kalpleri bayağı şeylere meyilli olduğu gibi, yüzleri de ona
düşmüş olarak mahşerde toplanılacak kimseler işte onlar, yerleri en
kötü ve yolları en şaşkın, en sapık kimselerdir.
35-42-
Peygamberleri yalanladıkları zaman; burada peygamberlerin çoğul siğası
ile getirilmesi fevkalade dikkat çekici görülmüştür.Nuh kavminin Nuh
Peygamberden başka yalanladıkları peygamberler kimlerdir? Buna şu
cevaplar veriliyor:
1-
Nuh ve ondan önceki peygamberler; demekki, Nuh'tan önce de peygamberler
varmış. Nuh Peygamberin kavmi "Biz geçmişteki atalarımızdan böyle bir
şey duymadık" (Mü'minûn, 23/24) demekle hepsini inkâr etmişlerdir.
2-
Hepsi tevhid de (Allah'ın bir olduğu inancında) birleştikleri için
yalnız Nuh'u yalanlama da hepsini yalanlama demektir.
3-
Genel olarak peygamber gönderilmesinin mümkün olacağı gerçeğini inkâr
etmişlerdir, denilmiştir.
Fakat
dördüncü bir ihtimal de hatıra gelebiliyor. O da, Nuh (a.s)'un
gönderdiği elçiler mânâsına olmasıdır. Burada bu mânâ bize
diğerlerinden daha yakın geliyor. Ancak ikinci ihtimalle birleştirmek
mümkündür.
"Ress
halkını da." RESS, örülmedik kuyu, demektir.Fakat
bu Ress
halkının kimler olduğu bilinemiyor. İbnü Abbas'tan "O, Semud'dur" diye
bir rivayet var; halbuki burada bağlaç bir başkasını gerektiriyor.
Katade'den "Yemâme'de, Ress, diğer namıyla Fele denilen büyük bir köy
halkı olup Semud'un geride kalanlarındandılar. Peygamberlerini
öldürdüler, yok edildiler" diye rivayet edilmiştir.
Kâ'b,
Mukatil ve Süddî, "Şam Antakyası'nda bir kuyunun sahipleri ki, Yâsîn
Sûresi'nde (36/20) işaret olunan Habib-i Neccar'ı öldürmüşlerdi"
demiştirler. Vehb ve Kelbi'den "Ress halkı, Eyke halkı gibi Şuayb
(a.s)ın gönderildiği bir topluluk idi. Putlara taparlardı, kuyuları ve
koyun, keçi ve inek sürüleri vardı. Şuayb (a.s) kendilerini İslâm'a ve
kulluğa davet etti. Yalanlayıp azgınlık ve eziyete devam ettiler ve
günün birinde örülmemiş kuyuları olan Ress'in etrafında bulundukları
sırada orası çöktü ve yere geçtiler" diye nakledilmiştir. Ress halkına
Uhdûd (hendek) halkı da denilmiştir. Hanzale b. Safvan isimli
peygamberin kavmi olup Anka-i Muğrib (Batı Anka kuşu) denilen ve Fetih
isimli dağda oturarak avsız kaldıkça, çoluk çocuklarını kapıp götüren
ve tüyleri renk renk olan büyük bir kuş belasına tutulmuşlardı ki, bu
kuş Hanzale'nin duasıyla yıldırım isabet edip yok olmuştu. Daha sonra
adı geçen Hanzale'yi öldürmüşler, bunun üzerine yok olmuşlardı da
denilmiştir. İbnü Abbas'tan bir rivayette de "Ress, Azerbaycan
kuyusudur" diye nakledilmiştir. Bir de Ress doğu ülkelerinden birindeki
bir nehrin adıdır, buranın halkına yüce Allah Yehuza b. Yakub
evladından bir peygamber göndermişti. Onu kuyuya attılar ve bu yüzden
yok oldular, denilmiştir. Bu konuda daha başka rivayetler de vardır.
Bununla beraber, rivayetlerin çoğunda, peygamberlerini öldüren veya
kuyuya atan bir topluluk olduğu belirtilmiştir.
Mu'cemü'l-Büldân'da
der ki, Ress; kuyu, maden ve bir topluluğun arasını düzeltmektir. Ebu
İshak der ki; Kur'ân'da Ress, kuyu demektir. Rivayet edilir ki, bunlar
peygamberlerini yalanlayıp bir kuyuya atarak üstünü kapatan bir
topluluktur. Ress'in Yemâme'de Fele denilen bir topluluk ve Semud'dan
birtakım insanların beldesi olduğu rivayet olunmaktadır. Her kuyu
resstir. İbnü Düreyd demiştir ki; "Ress" ve küçültmesi "Rüseys"
(kuyucuk) Necid'de iki vadi veya iki mevkidir. Zemahşerî diyor ki;
"Uleyy Ress Kabliyye vadilerindendir, demiş. Başkaları da Beni Esed
kabilesinden Beni Munkız b. A'ya'nın bir soyudur, demiş. Asmaî, Ress,
Beni A'ya'nındır; Rüseys ise Benî Kahil'indir, demiş. Diğerleri de
(Furkan, 35/38) âyetinde; Ress Azerbaycan vadisidir. Azerbaycan'ın
sınırı "maverayı Ress" Ress'in arkasıdır, demişlerdir. Deniliyor ki,
Ress üzerinde "Erran" da bin şehir vardır. Yüce Allah onlara Musa
adında bir peygamber gönderdi. Bu Musa, Musa b. İmran değildir. Onları
Allah'a inanmaya davet etti, inkâr ettiler ve yalanladılar, isyan
ettiler, o da beddua etti. Yüce Allah da Tâif'ten Haris ve Hüveyris'i
tahvil edip üzerlerine gönderdi. Bunun için Ress halkı şu iki dağın
altında kaldı, deniliyor. Bu Ress'in kaynağı Kalîkalâ'dan başlar,
Erran'a, Versan'a ve Mecma'a uğrar; orada "Kürr" ile birleşir ve
ikisinin arasında Beylekan şehri vardır. Kürr ve Ress ikisi birleşir ve
Cürcan denizine dökülürler. Bu Ress vadisi acayip bir vadidir. Balığın
her türlüsü bulunur. Şurimahi denilen balık oraya mahsustur, derler.
Miş'âr b. Mühelhil "Bezzbabik" şehrini anlatırken demiştir ki; bir
tarafında Ress nehri vardır, Ress nehri Belâscan ovasına doğru çıkar,
bu ovada deniz sahilince Berzend'den Berzaa'ya, oradan Versan ve
Beylekan'a doğru uzanır. Bu ovada beşbin köy vardır ve çoğu yıkıntı
halindedir. Ancak toprağı iyi ve sağlam olduğu için duvarları ve
binaları kalmıştır. İşte bu köyler, Kur'ân'da adı geçen Ress
halkınındı, deniliyor. Bunlar Davud (a.s)un öldürdüğü Calut'un kavmi
idiler de denilmektedir."
O
fenalık yağmuru yağdırılan belde. Lût kavmine ait şehirlerin en büyüğü
olan Sedum kasabası ki, oraya taş yağdırılmıştı. Kureyşliler, Şam'a
ticarete giderken, buraya uğruyorlardı.
43-
Kötü duygularını kendisine tanrı edinen kimseyi gördün mü?
HEVÂ:
Nefsin kendiliğinden yöneldiği istek ve arzusu, soyut isteğidir. Kötü
duygularını tanrı edinen denilmeyip de ikinci mefulün önce anılması,
kısaltma içindir ki, canının istediğinden başkasını tanrı tanımayan,
demektir. Böyle kimselerde hiç hak severlilik yok, sadece bir bencillik
vardır. İsteği de gerçek bir fayda değil, sadece canının istediği kuru
kuruntudan ibarettir. Bunlar, delil, tanık, hak, hukuk tanımaz, yalnız
kendi istek ve zevkine taparlar, zevkleri kendilerinin felaketine sebep
olduğunu bilseler de yine hakkı zevklerine kurban ederler. Dini de
insanın soyut duygularından, yani sadece istek, arzu ve zevklerinden
ibaret sayarlar; gönülleri neye çekerse ona taparlar, gerçeğin zevkini
aramaz, hakkın hoşnutluğunu düşünmez, düşünmek istemezler, bilseler
bile yine tanımazlar. Taberânî ve Hılye isimli eserinde Ebu Nuaym, Ebu
Ümame (r.a) den şöylece rivayet etmişlerdir: O, demiş ki; Peygamber
(s.a.v) şöyle buyurdu: "Yüce Allah'ın yanında sema gölgesi altında
Allah'tan başka tapılan tanrılar içinde, uyulan heva (nefsin
kendiliğinden yöneldiği istek ve arzu)dan daha büyüğü yoktur". Artık
sen mi ona vekil olacaksın? Önceki soru takrirî, bu soru ise inkarîdir.
Yani gördün ya, ona vekil olamazsın, üzerine vekil olup da
kurtaramazsın.
44-
Yoksa sen onların çoğunun gerçekten söz dinleyeceğini, yahut
akıllanacağını mı sanıyorsun? Hayır ne getirilen bir delili tanır, söz
dinlerler, ne de aklî delili tanır, akıl ile hareket ederler. Gerçekten
onlar hayvanlar gibidir. Aklına ve işittiğine göre hareket etmez, soyut
isteklerine uyarlar. Hatta gidişce daha sapkındırlar Çünkü, evcil
hayvanlar kendilerine bakanlara bağlanırlar, kendilerine iyilik
edenlerle kötülük edenleri seçerler, faydalarına olan şeyleri arar,
zarar veren şeylerden kaçarlar, yediği içtiği yeri tanır, öğrendiği
yolu şaşırmazlar. Kendilerine verilen güçlerde tembellik etmez,
yaratıldıkları yönde sarfederler. Hak ve hayır inancı olmayan da
haksızlık ve kötülük inancı da yoktur. Bu kimseler Rabblarını
tanımazlar. O'nun nimetlerine karşı nankördürler. Ebedî fayda olan
sevabı istemez, en büyük zarar olan azabdan korunmazlar. Yurtlarına
bile hainlik ederler. Yaratılışı bozmaya, fitneler çıkarmaya çalışır,
haksızlık ve fitne ile yalan dolan ve aldatma ile dünyayı
karıştırırlar.
Bu
şekilde, kendi istek ve arzularına tapan kimselerin sapıklıkları
anlatıldıktan sonra yüce Allah'ın Rab oluşuna ait delillerden, O'na ait
güzelliklerden, O'nun ezelî ve ebedî kudretinden bazı işlere dikkatler
çekilerek buyuruluyor ki:
45-
Ru'yet (görme)in , "ilâ" harfi ile sılalanınca (bağlanınca ) nazar
(bakış) mânâsına gelmesi veya bakışı içine alması gerekir: "Bakmaz
mısın Rabbine" veya "görmedin mi, baksana Rabbine" demek olur. Bu bakış
ve görüşü kalp fiiline yöneltmek mümkün ise de, açık olanın göz fiili
olmasıdır. Halbuki, yüce Rabb'ın zatı, bu âlemde göz ile görülmez .Onun
için müfessirler burada bir tevil aramışlardır. Çokları "Rabbının
yarattığına" diye değerlendirmek g erektiğini söylemişler; bazıları da,
"baksana gölgeye, Rabbın onu nasıl uzattı" mânâsında bir kalb (yer
değiştirme) gözetmişlerdir. Ve bu hazif (çıkartma) veya kalb
(değiştirme)e bir nükte olmak üzere de "Bakıştan gaye, eserde kalmayıp
o eseri yapana varmak olduğuna ait bir uyarmadır" demişlerdir. Bu ise
göz fiilinden netice olarak kalp fiiline geçmek demektir. Âciz
anlayışıma göre soru cümlesi mahallen mecrur olarak den bedel-i iştimal
yapıldığı takdirde ne hazfe, ne kalbe gerek kalmaksızın aynı mânâyı
anlamak mümkündür. Bu şekilde Rabba bakış soyut zatı itibariyle değil,
gölgenin uzaması hali gibi, yüce Rabb'ın fiil ve işleri ile ilgili
şeyler kasdedildiği anlaşılır ki, "Allahın nimetleri hakkında
düşününüz, zatı hakkında düşünmeyiniz" meşhur sözüne uygun olan da
budur. Bununla beraber en doğrusu bu gibi yerlerde bakıp görmekten
maksat, eserleri görmeye dayanan, kalbî görüş ve biliştir. Âyet-i
kerimenin tertibi şuna işaret eder ki; önce Allah'ın hitabına muhatab
olan peygamberler gibi, has kulların sadece gönülleri ile bağlantılı
olarak içlerinde yüce Rabb'a bir bakış vardır. Sonra bu bakışın dışında
bir gelişme ile fiilden faile geçerek ona ulaşması istenilmektedir.
Âyetin
içeriği bunu ne güzel, ne derin anlatıyor. Bakınız:
O
gölgeyi nasıl uzattı? Bilindiği gibi zıll, gölge demektir. Güneşin öyle
vakti en yüksek noktaya gelişinden sonraki gölgeye Arapça'da "fey"
denildiği için, zıll kelimesi bazan ona karşılık olarak özellikle sabah
gölgesine denirse de esasında geneldir. Yani mutlak gölge demektir.
Gölge, ışık ile karanlık arasında hoş bir keyfiyyet ve huzur ve
istirahatin en önemli şartlarından olan bir nimettir. Kur'ân'da
karanlıklar aydınlıktan önce getirilirken, gölge de, güneşin
kızgınlığından önce getirilmiştir. "Karanlıkla aydınlık, gölge ile
sıcak bir olmaz." (Fatır, 35/20-21) buyurulmuştur. Demek ki, gölge,
aydınlığın değil, yakıcı ışığın karşıtıdır. Şu halde karanlıklar gibi
yok olmaya mahkum olmayıp aydınlıkla bir çeşit beraberliği bulunan ve
korunma mânâsını içeren bir haldir. Bu sebepten gölge korunma mânâsına
geldiği gibi, bir korunmanın içine aldığı şeylere ve orada zevk ve
huzur ile faydalanılan nimet hakkında da kullanılır ki, dilimizde bu
mânâda daha çok saye deyimi kullanılır. Mesela Zıll-i Arş, Arşın
gölgesi, Arşın himayesi, koruması demektir. "Saye endaz oldu, sâyesinde
sâyebân olduk" demek "himaye etti, nimetlerinden yararlandık" demektir.
Bu
mânâ sebebiyle Kur'ân'da cennete "zıll-i memdûd" denilmiştir. Uzayan
gölge ifadesinin buna da bir işareti vardır. Bu âyette kelimesindeki
"elif-lâm"ın ahid veya cins olması ve akılların onu anlama derecelerine
göre basamak basamak çeşitli mânâlara gelmesi muhtemeldir. Ve hepsinde
gölgenin bir nimet olması özelliği hatıra gelmektedir.
BİRİNCİSİ:
Gölge cinsinden bir ağaç, bir bina, bir dağ, bir bulut ve bir yer gibi
gölgesi bulunan herhangi bir katı cismin faydalanılan gölgesi anlaşılır
ki, Ebu's-Suûd'un tercih ettiği görüş budur. Çünkü herkesin
anlayabileceği gölge budur.
İKİNCİSİ:
Bilinen mânâsı ile gölgelerin en hoşu olan sabah gölgesi, yani tandan
güneş doğana kadar olan sabah namazı vakti ki, doğu ufkunun batıya
doğru uzanmış gölgesidir. Müfessirlerin çoğu bunu benimsemişlerdir.
Bunu herkes kavrayamasa bile çoğunlukla kendi istek ve arzularına
tapanların habersiz bulundukları bu gölgedeki nimetin anlamının özel
bir önemi vardır.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Yeryüzünün üzerinde gök kubbe halinde uzayan ve aslında gerçek bir
gölge olan gökyüzü olarak açıklanmıştır ki, yukarda geçen hadisteki
"Zıll-i Semâ" tabiri izafet-i beyaniyye (açıklayıcı tamlama) ile bu
mânâya işaret eder.
DÖRDÜNCÜSÜ:
İşaret mânâsı olarak bütün âlem (evren), gölge demek olan şu cisimler
âlemi, demektir.
BEŞİNCİSİ:
Bütün âlem (evren) üzerindeki yüce Allah'ın koruyuculuğu düşünülebilir
ki, gölge onun görünen bir örneğidir.
Medd,
çekip uzatmak, yerde ve zamanda uzamak ve yayılmak veya başlangıçta
uzayıcı olarak yaratmak mânâlarına gelir. "Görme" ipucu ile gölgenin
uzatılması, cisimlerin tasarlanmasıyla uzak mesafelerden göze verilmesi
mânâsı da yorumlanabilir, bu da önemli bir mânâ olur. Sonuç itibariyle,
gölgenin ait olduğu cisimden öteye acayip bir uzantısı vardır ki, onu
uzatan Rabbındır, demektir. Kendi arzu ve isteklerine tapanlar, en
önemli istek, zevk ve arzularının bir gölgenin altına sığınmak olduğunu
düşünmezler. O gölgeyi uzatan ise Rabbındır. O halde gölgeye değil, onu
uzatan Rabbına tapmak gerekir. Dileseydi elbet onu hareketsiz de
kılardı. Bu cümle birbirine atıfla bağlanan cümleler arasında bir
mu'teriza (ara cümlesi)dır ki, cisimlerin doğal halinin atalet, yani
hareket ve durgunluğunun kendiliğinden olmayıp ne verilirse onu kabul
ettiğine ve gerçek etkileyicinin, basit etkiler değil, yalnız ve yalnız
yüce Allah'ın dilemesi ve istemesi olduğuna özellikle dikkat çekme ve
uyarmadır. Yani Rabbın dileseydi o gölgeyi uzatmaz, uzattıktan sonra
değiştirmez, bir kararda durdururdu. Fakat durdurmaz, değiştirir. Sonra
nasıl ona güneşi delil kılmışız. "Med" kelimesi üzerine atfolunmuştur
ve onun hükmüne girmektedir. Şu halde "keyfe" (nasıl) kelimesi başında
demektir. Sonra burada üçüncü şahıstan birinci şahsa (gaibten
mütekellime) iltifat yapılmış ve yücelik için çoğul kipi kullanılmıştır
ki, bakmakta olan muhataba görmek istediğini gösteren bu iltifat, tam
yerinde ve pek önemli olmuştur. Öyle ki, bu yüceliğin karşısında
tutunabilecek hiçbir şey kalmayacak ve onun için hepsi ele alınmış
olacaktır. Güneşin gölgeye delil kılınması ne demektir. Burada güneş,
güneş yuvarlağı değil, ışık mânâsındadır. Biz biliriz ki, gölge, ışığın
ters tarafında yer alır. Bundan dolayı birçok kimse gölgeyi güneş
yapıyor zannederler, gölgenin sebebi ışık sanılır; halbuki, ışık
gölgenin zıddıdır. Güneşin doğduğu yerde gölge kalmaz; gölge, ışığın
eseri değildir. Gölgeyi Allah uzatmıştır. O ışıktan önce vardır, fakat
görünmez, görünüp bilinmesi ışık aracılığı ile, olur, ışık olmasaydı,
gölgenin varlığı bilinmezdi. Bu şekilde ışık, zıddı olan gölgenin
varlığına bir delil, bir işaret yapılmıştır. Işığın çeşitli durum ve
özelliklerinden, gölgenin değişmesi ve başkalaşması sonucuna
varabilirsiniz, gördüğünüz cisimleri ışığın delaleti ve kılavuzluğu ile
gördüğünüz gibi, gölgelerini de ışıkla görürsünüz. O halde, görülenler,
eşyanın ışık ile çizilen resimleri, ışık ile göze uzatılan gölgeleri,
hayalleridir. Bu şekilde bütün görülen âlem "Âlemde bulunan her şey bir
kunutu ve hayaldir. Yahut aynadaki akisler, ya da gölgelerdir" sözüne
göre bir gölge ve hayaldir ve bu hayal ise Rabbına bir delildir.
46-
Sonra da onu yavaş yavaş kendimize (başka yöne) çekmekteyiz. Yani güneş
doğdukça gölge çekilmekte ve Allah'tan geldiği gibi, yine yavaş yavaş,
azar azar Allah'a döndürülmektedir. Hakikat güneşi görününce, gölge
söner, Hakk'a döner. İşte Hak'tan uzanmış bir gölgeden ibaret olan
bütün âlemin de içyüzü bu, sonu budur. Bununla beraber iş sadece
bununla kalmayacaktır. Bu tutup çekmenin bir de tekrar yayıp sermesi,
bu ölümün ahirette yeni bir dirimi vardır ki, bunu şu âyetten
anlayabilirsiniz:
47-
Sizin için geceyi örtü kılan O'dur. Bu uzatılan gölgeden birisi,
yeryüzünün gölgesi olan geceyi, vücudu örten elbise gib üzerinize örtü
yaptı. Güneş işaretinin bunaltıcılığından, düşmanın çekiştirici
gözlerinden saklar ve dinlenme sebeplerinizden birini oluşturur.
Uykuyu
bir sübat (istirahat) yaptı.
SÜBAT:
Kesmek, durdurmak mânâsından alınmış olarak rahat ve ölüm mânâlarına
gelir. Nitekim istirahat gününe sebt günü denilmiştir. Hastalığı dinip
istirahat eden hastaya "mesbût" denildiği gibi, ölüye de hayatı
kesildiği için "mesbût" denilir. Ebu Müslim, rahat ile tefsir etmiş,
Keşşaf sahibi de "mevt" ölüm mânâsını tercih etmiştir. Çünkü
karşılığında "nüşûr" geliyor. Gündüzü de bir nüşûr (yayılıp çalışma
zamanı) kıldı. Yani gecenin alınıp çekildiği gündüzü de, yeniden bir
hayata kalkış, bir öldükten sonra tekrar dirilim yaptı. (Yukarıdaki
25/3 âyetine bkz.) Geceleyin rahat döşeğine yatıp faaliyetlerini
durdurarak "O sizi gece öldürendir." (En'âm, 6/60) âyetinin
bildirdiğine göre ölmüş olanlar, sabahleyin o gölge geri çekilirken
uyanır, harekete ve yayılmaya başlar, yeni bir hayata atılırlar. Bu
tekrar dirilmeyi ummayanlar o hayatı istemeyenlerdir.
48-
Rüzgarları rahmetinin önünde müjdeci olarak gönderen O'dur.
BÜŞRAN:
Müjdeci demek olan "beşîr" in çoğulu; bazı kırâetlerden "nun" ile
okunur ki, "nâşir" in çoğuludur. Neşriyatçıları, yayıcıları demek olur.
Masdar olarak kırâeti de vardır ki, "neşr" yaymak için" demektir.
Bununla
birlikte bazı kırâette de tekil olarak okunmuştur. Yağmur yerine rahmet
diye kullanılması iki nükteyi ifade eder: Birisi felaket tufanı olan
yağmurdan sakınma; diğeri de, mânâsının diğer nimetleri de içine
aldığına işarettir. Çünkü rahmet, yağmurdan birçok yönden daha
umumîdir. Yani yalnız hava akımlarından ibaret olan rüzgarların değil,
gaflet uykusundan uyandıran ilâhî hareketler, fikrî ve sosyal
cereyanlar dahi ilâhî rahmetin müjdecileri, dağıtıcılarıdır. Gerçi
rüzgarların hepsi müjdeci değildir. Helak edici fırtınalar, her şeyi
mahveden şiddetli rüzgarlar, gürültülü rüzgarlar vardır. Nice
milletler, uyuşmazlık ve ihtilaf ile çarpışmaktan yok olmuşlardır.
Fakat ilâhî rahmet de durgun havada gelmez, önünde gönderilen
rüzgarların müjdesiyle gelir ve onların yayılma seviyelerine göre
intişar edip yayılır. Bundan dolayıdır ki, "Ümmetimin ihtilafı geniş
bir rahmettir" buyurulmuştur. İş tabiata kalsaydı, akımlar olmaz,
durgunluk kanunu gereğince her şey aldığı bir şekil üzere giderdi.
Fakat yaratılışlar üzerinde hakim olan ilâhî irade, yüce kudret,
rahmetini yayıp genişletmek için bu akımları uyandırır. Gökten tertemiz
bir su indiren O'dur. Pislikleri temizleyecek ve hayat kaynağı olacak
temiz bir su.
49-
"Ki biz (o su ile) ölü toprağa can verelim" . İşte bütün bunlar,
Allah'ın varlığını ve birliğini ve kudretinin büyüklüğünü gösteren fiil
ve yaratması ve ölümden sonra dirilmenin misal ve delilleridir.
50-
Andolsun, biz bunu insanların arasında öğüt almaları için evirip
çevirmekteyiz, çeşit çeşit anlatmaktayız.
TASRİF:
Bir şeyi değiştirerek türlü şekillere koymaktır ki, evirip çevirmek de
odur. Bu daki zamirin neye işaret ve tasrif olunanın ne olduğu
konusunda birkaç değişik şey söylenmiştir. Bazısı, yağmur, rüzgar,
bulut ve diğer adı geçen şeylerdir demişler; bazıları da bu söze, yani
rüzgar gönderip yağmur indirmek sözüne Kur'ân'da tekrar tekrar andık,
mânâsını vermiş ise de, açık mânâsı, tefsircilerin çoğunun söylediği
gibi "su" ile ilgili olmasıdır. Suyun insanlar arasında evrilip
çevrilmesi ise üzerinde uygulanan fiilde ve sözdeki kullanımlardır.
Değişik mevsimlerde, değişik yerlerde, değişik şekillerde yağar,
çeşitli yerlere dağılır, değişik şekillere girer, donar buz olur, kurur
buhar olur, bulut olur, tekrar yağmur veya kar veya dolu şeklinde
yağdırılır, acılanır, tatlılanır; bütün bunlar fiilen ilâhî
değişiklikler olduğu gibi, bu şekilde Kur'ân'ın birçok yerinde bunun
hatırlatılması ve Kur'ân'ın o suya benzetilmesi de söz olarak Allah'ın
değişik şekillerde açıklamasıdır. Bir su maddesi, su konusu üzerindeki
söz ve fiil olarak bütün değişmeler o insanlar öğüt alsınlar, düşünüp
ibret alsınlar, başlangıcı ve sonucu anlasınlar, Rablerine
şükretsinler, diyedir. Böyle iken o insanların çoğu ille nankörlük edip
dayatmaktadırlar. Bunca kâfirlere karşı
51-
Eğer dileseydik elbette her köye bir uyarıcı, o kâfirlere azabı haber
verecek bir peygamber gönderirdik. Bu şart cümleciği şart mânâsı ile,
şöyle istisnaî bir kıyas teşkil ediyor: Fakat göndermedik, demek ki
öyle dilemedik, yalnız seni gönderdik. Sûrenin baş kısmında açıkça ilan
edildiği üzere bütün âlemlere korkutucu kıldık.
52-
O
halde kâfirlere itaat etme de bu Furkan ile onlara karşı olanca gücünle
büyük bir cihad yap. Her köyde bir peygamber gönderildiği takdirde, o
peygamberlerin hepsinin yapacağı cihada denk bir cihad, elbette büyük
bir cihaddır. Bu sûre Mekkî olduğu için, daha öldürme emri verilmeden
önce olan bu büyük cihad emri, her cihadın başı olan bir cihaddır.
Düşünmeli ki, bu ne büyük bir emirdir. Bununla emrolunan Peygamberin
elinde Kur'ân'dan başka bir silah yok iken, o Allah kelâmı (Kur'ân)
mucizesi, o büyük cihadı yapmaya yeterli geliyor ve Mekke'den başlayan
bu cihad, bütün cihana yayılıyor. Bu emri takîben şu âyet ne büyük bir
güvencedir:
53-
O
ki, iki denizi birbirine salıvermiştir, şu tatlıdır, hararet söndürür.
Nil ve Fırat gibi ki iman sahibi olanlar da böyledir. Şu tuzludur,
acıdır. Şab ve Umân gibi, kâfirler de böyledir. Aralarına da bir berzah
koymuştur. Berzah, iki şey arasındaki bir engel, iki deniz arasındaki
dildir. Ve bir hıcr-i mehcur, aşılmaz bir serhat, yani bir nefret ve
zıddiyet, bir sınırlı hat çizmiştir ki, birbirlerine karışmaları mümkün
değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmaları mümkün
değildir. Böyle tatlı ve tuzlunun birbirine karışmayarak evrende yer
almış olmaları yalnız ve yalnız yüce Allah'ın koyduğu himayenin
eseridir.
54-
Buradan, Allah'ın özellikle insanın yaratılışı
üzerinde ortaya çıkan
kudret delillerine geçilerek buyuruluyor ki, O ki, sudan bir insan
yarattı -yalnız mâ-i dâfik (fırlayan su) mâi mehin (hakîr su) denilen
insan nutfesinden değil, hiç insan tohumu yok iken genel olarak hayatın
kaynağı olan ve gökten indirildiği bildirilen "Biz, her canlıyı sudan
yarattık" (Enbiya, 21/30) buyurulan sudan da onu neseb ve sıhriyyet
bağı yaptı. Yani soy sop olmak üzere iki cinse ayırdı: Erkek ve dişi.
Bu suretle insanlara bir özellik verdi.
Burada
gelişme kanununun değişik safhaları fevkalâde güzel bir şekilde
konularak arz ettiği ilâhî deliller ne güzel gösterilmiştir:
BİRİNCİSİ:
Bütün cisimler âlemini temsil eden bir gölge.
İKİNCİSİ:
Buna verilen hareket ve durgunluktan meydana getirilen manzaralar ve
değişiklikler.
ÜÇÜNCÜSÜ:
Bu esnada bir su indirilmesinden meydana getirilen hayat.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Aynı yer üzerinde o hayatın değişik şekilleri.
BEŞİNCİSİ:
Ondan özellikle bir çeşidinin (insanın) yaratılışı.
ALTINCISI:
İnsanların cinslere ayrılması ki, bütün bunlar evrenin yaratıldığı altı
gün gibi gelişme derecelerinin en büyük sınırlarıdır. Ve her birinden
yüce yaratıcının kudreti daha fazla bir yücelik ile ortaya çıkmıştır.
Rabbinin her şeye gücü yeter.
55-Ne
gariptir ki, zamanımızda birçok kimseler gelişmenin bu basamaklarını
görüyorlar da, bundan yaratıcının kudret ve yüceliğini anlayacak yerde
inkâr etmeye bir sebep olarak görmek istiyorlar, bir kurbağanın maymun
olduğunu ve maymundan bir insan doğduğunu sanmakla, yaratan Allah'a
gerek kalmazmış gibi ilim namına hakikati yalanlıyorlar. Şu âyet onlar
hakkında tamamen okunur: Böyle iken (o inkârcılar) Allah'ı bırakıyorlar
da kendilerine ne fayda, ne de zarar veremeyecek şeylere tapıyorlar.
İnkârcı kimse Rabbine karşı uğraşıp durmaktadır. Gönderdiği peygambere,
boyun eğmediği gibi düşmanlık için çalışıyor. Bu âyet Ebu Cehil
hakkında indirilmiştir. Ve onun gibilerin durumlarını ifade etmektedir.
56-
Halbuki biz seni ancak müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik. Yalnız
uyarmak için değil, ondan önce müjdelemek için, kulluk edenlere yüce
Allah'ın rahmetini müjdelemek, Rahmân ve Rahim olduğunu anlatmak için
gönderdik. Burdan anlaşılıyor ki, sûrenin başından beri yalnız
sakındırmadan bahsedilmesi, müjdeyi dinlemedikleri içindir. Ne büyük
cehalet! Ne korkunç âkibet!
57-
De ki: Ben buna karşı yani peygamberliğin ilanı işinden dolayı sizden
başka bir karşılık istemiyorum. Ancak Rabbına bir yol tutmayı dileyen
kimseler (olmayı) istiyorum. Yani davet ettiğim iman ve kullukla
Allah'a yakınlık ve erginliği dilek edinmiş kimseler, böyle ashab ve
ümmet istiyorum.
58-
Ve (sen) o ölümsüz ve daima diri olan Allah'a güvenip dayan; onların
kötülüklerinden kurtulmak, verecekleri karşılıklardan gönlü tok olmak
için, yalnız o ölmez diriye dayan, ölümden kurtulamayacak olan fâniler
yıkılır, dayananları kaybolur gider. Ve O'nu hamdiyle tesbih et.
Nimetlerine şükür için her türlü yüce sıfatlarıyla saygı göstererek,
noksan sıfatlardan uzak olduğunu kabul et. Kullarının günahlarından
haberdar olarak O yeter! Hiç kimse bilmese de, onun bilmesi yeterlidir.
Hiç bir haberciye ihtiyaç duymaksızın açığı ve gizliyi bilen, O
herşeyden haberdar olan Allah cezalarını verir. Başka hiçbir ceza
vermeyecek olsa bile, yalnız bilmesi bir ceza olarak yeterlidir.
Başlangıcı
olmamak ve ilim gibi zatî sıfatlarında yüceliğini açıkladıktan sonra,
fiilî sıfatarındaki yüceliği ve olgunluğu açıklamak için de, ikinci bir
sıfat olarak şöyle buyuruluyor:
59-
O
(ölmez ve ebedî diri) ki, gökleri ve yeri ve aralarındakileri altı
günde yarattı. Altı gün, evrenin yaratılışının, geliştirilip büyütme
kanunu gereğince en genel sınıflandırmasındaki gelişme anlarına
işarettir. (A'râf, 7/54; Fussılet, 41/9-12. âyetlerin tefsirine bkz.)
Yani ilâhî zatı her türlü noksanlardan uzak ve yüce sıfatlarla muttasıf
olduğu gibi, fiili de o kadar noksandan uzak ve yüceliklerle doludur
ki, yoğu yaratır ve bütün gökleri ve yeri yaratmıştır. Yaratmak, bir
anda dilemek ve meydana getirmek, "ol" demekle oluvermekten ibaret
olmakla birlikte, O bunların hepsini birden değil, ilâhî hikmetleriyle
geliştire geliştire, eksiklikten yüceliğe ve olgunluğa doğru bir
devamlı gelişme ile olgunlaştıra olgunlaştıra, her bir dönemi gelişme
ve olgunlaşma olan altı günde yarattı ki, altıncısı insanın yaratıldığı
Cuma, yani toplanma günüdür. Âdem (a.s)in yaratılması ve isimlerin
öğretilmesi ile hilafet tahtı kuruldu. Sonra Arş üzerine hakim oldu,
hükmünü ve saltanatını sürdürmeye devam ediyor (A'râf, 7/54. âyetin
tefsirine bkz.) Rahmân'dır O. Bütün yaratıklar, rahmetinden
yararlanıyor (Fâtiha Sûresi'nde Rahmân'ın tefsirine bkz.). İşte ne
dileyeceksen o Habîr'den dile veya bu konuda bu yaratma işinde daha
fazla açıklama istiyorsan başkasından değil, her şeyi bilen o Habîr'den
sor. Çünkü başkası bilmez.
60-
O
Rahmân'a secde edin denildiği vakit de onlara, o kâfirlere: "Rahmân
nedir?"
-Rahmân nedir sorusu, bu ismin anlamını, kime isim olarak
verildiğini, niçin verildiğini sormak olabileceği gibi, inkâr için de
olabilir. Şüphe yok ki, Araplar Rahmân kelimesinin mânâsını anlamaz
değildir. O halde ya Allah'ın ismi olduğunu bilmiyorlardı veya Allah'ı
inkâr ediyorlardı; daha doğrusu Allah'ın rahmet sıfatını inkâr
ediyorlardı. Bu ismin ifade ettiği rahmet ve merhamet sıfatını
bilmiyorlardı. Onun için
- Sen bize emrediyorsun diye secde mi
edeceğiz?" dediler. Yani bilmediğimiz bir şeye yalnız senin emrinle
secde eder miyiz? dediler. Ve bu emir onların daha fazla nefretlerini
(vahşetlerini) artırdı. Dahhak'tan rivayet edildiğine göre, Peygamber
(s.a.v) Ebu Bekir, Ömer, Osman, Ali, Osman b. Maz'un, Amr b. Uneyse
secde ettiler. Müşrikler bunların secde ettiklerini görünce alay ederek
mescidin öbür tarafına doğru uzaklaşıp gittiler.
Buna
karşı O Rahmân'ı, yer ve zamanda açıkça görülen rahmet ve bereketinin
büyüklüğü ve yüksekliği ile yüceltme ve Rahmân'ın müjdeye layık
kullarını tarif için buyuruluyor ki:
61- Burçlar. BURÇ:
Aslında yüksek
köşk demektir. Gökyüzünde her yıldız
topluluğuna, yani özellikle bir arada bulunan yıldız takımlarından
herbirine burç veya suret ismi verilmiş ve kelimenin bilinen gerçek
mânâsı bu olmuştur. Yeryüzü haritasında şehirler ve şehir haritasında
yüksek ve büyük binalar nasılsa, gökyüzü haritasında da burçlar öyle
gibidir. Bize gökyüzündeki yıldızların birer topluluk halinde yer
aldıklarını gösterir. Aslında bunların gerçek durumlarını buradan ölçüp
kararlaştıramayız, fakat en azından görünüşleri ile aydınlanabiliyoruz
ve bu şekilde gerçeklikleri ve adetleri tam bilgimiz altında
olmadığından dolayı nekre (belirsiz) olarak buyurulmuştur. Yıldızların
iyice anlaşılması için, burç taksimatı pek eski zamandan beri görüş
olarak benimsenmiş, hatta İdris (a.s)e kadar götürülmüştür. Batlamyus
yirmi biri kuzeyde, on beşi güneyde, on ikisi ortada, muaddilü'n-nehar
denilen bir ucu "Koç" burcunun başında, öteki ucu "Başak" burcunun
sonunda olan bir çizginin etrafında, güneşin bir sene içerisinde
döndüğü görülen yörüngesinin bulunduğu noktada olmak üzere toplam kırk
sekiz burç saymıştır. Bu kırk sekiz burç, bin yirmi dokuz yıldızdan
ibaret olup üç yüz altmış bir tanesi kuzey burçlarında, üç yüz on
sekizi güney burçlarında, üç yüz ellisi de, mıntakatü'l-bürûc denilen
orta bölgededir. Bu mıntaka-i bürûc üzerindeki on iki burç, bir sene
zarfında adeta güneşin birbirini takiben uğradığı evler gibi kabul
edilir.
Hamel
ü Sevr ile Cevza'da olur fasl-ı bahar
Seretan
ü Esed ü Sünbüle'dir yazda karar
Tuttu
güz faslını Mizan ile Akreb dahi Kavs,
Cediv
ü Delv ve Hût oldu zemistane medar.
"Koç
ve Boğa ile İkiz burcunda ilkbahar,
Yengeç
ve Aslan ile Başakta'dır yaz günleri.
Terazi
ve Akreb ile Yay burcunda sonbahar
Oğlak
ve Kova ile Balıkta'dır kış günleri"
Amerika
kıtasının bulunmasıyla burçların sayısı yüz on yediye çıkarılmış
olmakla beraber, on iki burç yine aynıdır. Bununla beraber, bu on iki
burç görünüşe göredir. Fezayı kesmiş gibi kabul edilen altı dairenin
ikiye bölünmesi ile elde edilen on iki bölümden biri demektir. Yani
birer yıldız topluluğu değil, böyle olduğu kabul edilen birer bölümdür.
Burç bu mânâda kabul edilecek olursa, bu on ikiyle sınırlanmış olur.
Astronomi kitaplarında burç, bu on iki hakkında kullanılmış,
diğerlerine burç denilmeyip suret ismi verilmiştir. Bundan dolayı,
müfessirlerin çoğu gezegenlerin yörüngeleri gibi kabul edilen bu oniki
burcu söylemişlerdir. Fakat sözlük yönünden âyette bu mânâya delil
yoktur. Âyetin açık mânâsı yaratılan burucun var sayılan şeyler değil,
güneş ve ay gibi gerçek olmasıdır.
"Orada
yarattı" Buradaki zamirinin yine gökyüzüne ait olması ihtimali var ise
de buruca ait olması daha yakındır. "Bir kandil." SİRAC, ışık veren
şey, kandil, lamba ki, kasdedilen Güneş'tir. Bazı kırâetlerde ve 'nin
ötresi ile çoğul olarak okunmuştur. Bu kandiller ise güneşten başka
büyük yıldızları da içine alır. "Bir de nurlu bir ay yarattı."
KAMER-İ
MÜNÎR: Parlak Ay, aydın aydır. Üç güne kadar hilâl, ondan sonraya Kamer
ismi verilir.
MÜNÎR:
Nurlu ve nurlandıran, demektir. Görülüyor ki, yüce Rahmân'ın rahmetinin
feyiz ve bereketi gösterilirken gökyüzünün burçları ile tasvir edilmiş
ve içine bir ışık kaynağı (güneş) ve bir de parlayan ay konulmuştur.
Gayet sade görünen ve fakat bütün âlemin manzarasını içinde bulunduran
bu parlak ifade de çok derin gerçekler parlamaktadır.
Burçların
bize karşı görüntüleri ne kadar nisbî olursa olsun gerçekte gök
cisimlerinin takım takım çeşitli şekillerde bir arada topluluklar
meydana getirdiklerini gösterir. Ve bu şekilde sınırına ulaşılmaz bir
kudretin yaratışındaki büyüklüğü anlatır. Eğer bu gök cisimlerinin
maddeleri fezada birbirinden ayrılmayıp da hepsi sadece tabii bir
tarzda bırakılmış, hepsi bir hacimde toplanmış olsaydı ne bu cisimler
ve burçlar olur, ne de bu feyiz ve bereket bulunurdu. Bu sebepten, bu
maddelerin küçük parçaları olan atomları arasındaki uyum ve denge hiç
değiştirilmemiş olsaydı, kendi haline bırakılsaydı yine bu yıldızlar ve
burçlar bulunmaz ve bu feyiz ve rahmet olmazdı. Sonra bütün maddeler
aynı miktarda ayrılmış ve birleştirilmiş, hepsi eşit yoğunluklara
ayrılmış olsaydı, böyle çeşitli burçlar meydana gelmez ve bu sirac
(güneş) ve ay meydana çıkmazdı. Demek ki, gökyüzündeki burçların o
değişik görüntüleri her şeyden önce, yaratılışlar üzerinde hakim olan
yüce yaratıcının, yaratıcılığına bir delildir. İkinci olarak yüksek
köşkler, kandillerle gökyüzünün tamamında, yüksek ve büyük bir şehrin,
bir medeniyetin gönüle taht kuran manzarası ifade edilmiş ve böyle
yüksek ve sosyal bir görüntüye yükselmek hissi aşılanmıştır.
62-Onun
için buyuruluyor ki; gece ile gündüzü birbiri ardınca getiren O'dur.
Yani birinde yapılamayanı diğerinde yapılmak için yerine koyan, yahut
birbirini takip ettirerek değiştirip duran. ibret almak veya şükretmek
isteyen için. Yani aklını başına alıp eksiğini tamamlamak, ilmî veya
amelî bir iş görmek isteyen kimseler için, çünkü düşünmeye ve vazife
görmeye niyyeti olmayan tembel kimseler için zamanın değişmesinde
hiçbir mânâ yoktur. Onlar zamanı öldürmeye çalışırlar.
TEZEKKÜR:
Bu
rahmet eserlerini ve sanat delillerini düşünerek kendi noksanını ve
yüce yaratıcısını kuvvet ve kudretini anlamak
ŞÜKÜR:
O Rahmân'a kulluk görevini yerine getirmek. Şimdi bunu açıklamak için
yeniden söze başlama (istinaf) vav'ı ile buyuruluyor ki:
63-
Ve o Rahmân'ın kulları, yani zikir ve şükrünü bilerek yalnız o Rahmân'a
kulluk eden o mutlu kimseler. Bu mübtedâ'nın haberi ta sûrenin sonuna
doğru gelecek olan "O kimseler yüksek makamlarla mükafatlanırlar. "
(25/5) âyetidir. Bununla beraber şu da olabilir: Onlar ki yeryüzünde
tevazu ile yürürler. Burada Rahmân'ın kullarının herbiri bir zümreyi
andıran sekiz sıfatla nitelenerek İslâm ahlâkının, medeniyetinin,
düşüncesinin ve idealinin bir özeti yapılmıştır, şöyle ki:
1-
Genellikle gidişatlarını gösteriyor, yani Rahmân'ın kulları, öyle
kimselerdir ki, önce gidişleri, yeryüzünde yürüyüşleri ve hareket
tarzları mülayimdir. Zorba, mağrur, kibirli, saygısız, kaba ve haşin
değil; sukünet ve vakar ile alçak gönüllü bir şekilde terbiyeli, nazik
ve yumuşak yürürler. Etraflarını sıkıntılandırmaz, eza vermez, sendeler
gibi gitmez, hesaplı, saygılı, merhamet tavrıyla güven ve huzur yayarak
giderler. Cahiller, yani kendini bilmezler, edebsiz güruh laf attığı
zamanda kendilerine "selam" derler. Selametle neticelenecek söz söyler,
yahut selametle derler. Onlara çatmaya tenezzül etmezler, tahammül de
ederler.
64-
Ve onlar ki, Rablerine secdeler ve kıyamlar ederek gecelerler. Yani
gece evlerine, yataklarına çekildikleri zaman gidişatları bu olur.
Rablerine halisane namaz kılarlar. Yatışları, kalkışları da hep Allah
için olur.
65-
Ve onlar ki gerek namazlarının arkasında ve gerek diğer zamanlarda
şöyle dua ederler: Ey Rabbimiz! Bizlerden cehehnem azabını defet. Yani
cehennem azabından kurtulmak, ilk emelleridir. İbadet ve gayretlerine
güvenmeyerek daima kurtuluşlarına duâ ederler. Çünkü onun azabı geçici
bir şey değildir. Bu alacaklı gibi enseye binmiş kaçınılmaz bir beladır.
66-
Gerçekte o (cehennem) ne kötü bir uğrak ve ne kötü konaktır!
MÜSTEKARR,
makarr; MÜKÂM, ikametgah demektir. İkisi de durulan yer demek olduğuna
göre birbirinden ayırmak zordur. Müstekarr, âsilere; mükam, kâfirlere
göre denilmiş ise de bu mânâ cennette cereyan etmeyeceğinden
müstekarrı, oturma yeri içindeki özel yer olarak düşünmek daha
uygundur. Mesela, bir köy oturma yeri ise, müstekarr ondaki bir oda
gibidir. İçi dışı bütün çevresi fena demek olur.
67-
Ve onlar ki harcadıklarında israf etmezler.
İSRAF:
Hergangi bir şeyde haddini aşmaktır. İnfakta israf da, harcamada
haddini aşırmaktır. Masraf ya bir zaruret veya bir ihtiyaç veya bir
güzellik için yapılır. Zaruri olan masraf yapılmayınca yaşamak mümkün
olmaz; mesela ölmeyecek kadar yemek bir zarurettir. İhtiyaç duyulan
masraf yapılmazsa güçlük çekilir; mesela doyacak kadar yemek,
ihtiyaçtır. Güzelleştirme için yapılacak masraf yapılmazsa, güzel
olmaz; hoş yemek gibi. Ferdin ve toplumun kendi kazancına göre bu
derecelerden bir sınırı vardır. Şu halde ne zaruret, ne ihtiyaç ve ne
de güzellik için olmayan, faydasız, zararlı, meşru olmayan yönlere
yapılan harcama herkes için bir israf olduğu gibi, insanların ihtiyacı
karşısında fazla yiyip içmek de güzel değil, israf sınırına girmiş
olur. İyilik ve yarar sağlayan şeylere harcamak ise boşa harcamak
değil, üretmek olacağından israf olmaz. Rahmân'ın kulları faydasız,
hayırsız yere sarfetmezler. Hakkını da kısmazlar ikisi arası denk olur.
İşte iktisat denilen de budur. İstiva (denk olma)dan seva (eşit) olduğu
gibi, istikamet (doğru hareket)den kavam (kıvam) iki ucun denk
gelmesidir ki muvazene (denge) dahi deriz (Bakara, 2/236 ve İsra,
17/100. âyetlerin tefsirine bkz.)
68-71-
Ve onlar ki Allah ile beraber başka bir ilâha yalvarmazlar. Şirk,
katil, zina büyük günahların en büyüğü olan bu üç büyük günah din,
medeniyet ve insanlık namına işlenip duran cinayetlerden olduğu için,
burada özellikle bunlardan sakınmak zikredilmiştir. Allah'ın haram
ettiği, muhterem kıldığı canı (almazlar); Allah için söz verilmiş olan
herhangi bir nefsi ki eman dileyip sığınan kimse dahi buna dahildir.
Bundan dolayı hiçbir andlaşması bulunmayan savaş halindekilerden
başkasının kanının akıtılması yasaktır. Hakk ile olan başka, kısas ve
hadd gibi. Günahın cezası vebal (azab)dır. Hafs kırâetinde bu zamirin
kural dışı olarak uzatılması, cezanın ebediliğine işaret ederek mânâ
yönüne uygun düşmesi için olsa gerektir. Bu zamirin azabı işareti,
cehennem ateşinin ebedî oluşundadır, azabda değildir, diyenlerin
görüşlerinin tersine bir delil olmaktadır.
72-
Ve onlar ki, yalana şahid olmazlar. Yalan yere
şahitlik etmedikleri
gibi, yalan söylenen ve yalan dolan dönen yerlerde de durmazlar. "Boş
söze rastladıkları zaman" .
LAĞIV,
faydasız veya zararlı olduğundan terk edilip ortadan kaldırılması bir
görev olan lüzumsuz şeyler demektir ki, dilimizde lağviyyat (boş söz ve
işler) diye anılır. Bazıları, taat (kulluk) olmayan şeyler diye tefsir
etmişlerdir, fakat mubah olan şeyler taat olmamakla birlikte lağıv (boş
şeyler) de değildir. Yani lağviyyata girmezler, fakat yolları düşer,
rastgelirlerse vakar ile onurlu bir şekilde (oradan) geçer
giderler.Bunun tefsiri, Kasas Sûresi'ndeki "Onlar, boş söz işittikleri
zaman ondan yüz çevirirler ve 'Bizim işlerimiz bize sizin işleriniz
size. Size selam olsun. Biz kendini bilmezleri (arkadaş edinmek)
istemeyiz' derler" (Kasas, 28/55) âyetidir.
73-
Ve onlar ki, Rablerinin âyetleri kendilerine hatırlatıldığında; yani
kendilerine ihtar edildiği, vaaz ve nasihat olunduğu, ders verildiği
zamanlar, o âyetlere karşı sağırlar ve körler gibi davranmazlar, yani
dinlememezlik etmezler, üzerine üşüşürler, fakat görür göz, dinler
kulak olarak üşüşürler.
74-
Ve onlar ki, Ey Rabbimiz! gözümüzü aydınlatacak eşler ve zürriyetler
ihsan et -burada harfi beyaniyye (açıklama) veya ibtidâiyye (başlangıç)
için olmasına göre iki mânâ caizdir. Birisi, bizlere gözlerimizi
aydınlatacak eşler ve zürriyetler ver demek; diğeri de, eşlerimiz ve
zürriyetlerimiz sebebiyle bizlere gözümüzü aydınlatacak nimetler,
mutluluklar ver, demektir. Bu dilek, aile ve evlad terbiyesine verilen
önemi gösterir- ve bizi takva sahiplerine önder kıl, derler Takva
sahipleri Allah'ın korumasıyla, cehennem azabından korunan mutlu
kimselerdir.
İMAM:
Başkan, öncü, kendisine uyulan kimse demektir. Yalnız muttaki olmak
değil, müttakilerin önderi olmak arzusu ne büyük gaye, ne kutsal bir
düşünce ve idealdir. Düşünmeli ki, Rahmân'ın kullarının ruhlarındaki
büyüklüğü gösteren bu duanın içinde bulundurduğu mânâ ne yüksek, ne
toplayıcıdır! Bundan yüksek bir fikrî ilerleme, yüce gayret
düşünülemez.
75-76-
İşte bunlar yaptıkları sabırlarına karşılık gurfe (yüce makamlar) ile
mükafatlandırılacaklardır. "Onlar cennet odalarında huzur içindedirler"
(Sebe' 34/37) olacaklar, yani en yüksek dereceye, cennet köşklerinin en
yükseklerine çıkarılacaklar.
GURFE:
Aslında yüksek bina ve konakların terası, kulesi gibi en yüksek noktası
demek olup burada gökyüzünün burçlarına uygun olarak bir yükseklik
ifade etmektedir. Bu sebeple olmalıdır ki, yedinci gök diye de tefsir
edilmiştir. İşte onlar öyle yükselecekler, ve orada bir sağlık ve selam
ile karşılanacaklar.
TAHIYYE:
Sağ olasınız, Allah sağlık versin, Allah ömürler versin gibi hayat
duası; selam da, selamet duasıdır.
"Her
türlü saygı, salat ve iyilikler Allah'a mahsustur. Allah'ın selamı,
rahmeti ve bereketi senin üzerine olsun ey Peygamber! Selamet bizim ve
iyi kulların üzerine olsun. Ben şehadet ederim ki, Allah'tan başka ilâh
yoktur. Ve yine şehadet ederim ki, Muhammed, Allah'ın kulu ve
resulüdür."
77-
De ki: "Rabbim ne kıymet verir size duanız olmasa? Yani "Ben cinleri ve
insanları, anca bana kulluk etsinler diye yarattım." (Zâriyat, 51/56)
buyurulduğu üzere, yaratılışınızın hikmeti ibadet ve kulluktur. Onun
için ibadetiniz ve kulluğunuz olmasa Allah katında ne kıymet ve
öneminiz olurdu? Duanız olmadığı takdirde (kesin kes) yalan
saymışsınız, Rabbinize inanmamışsınız demektir. O halde o yalanlamanın
cezası, gerekli bir sonuç olur, yarın boynunuza geçer.
|
|