|
Elmalı Tefsiri
1- Görmedin
mi?
Hitap,
Peygamber'edir. Rü'yet (görmek), kalp
gözüyle görmeden istiare olarak kalbe ait görme, yani gözünle görmüş
gibi
muhakkak bilmiyor musun ey Muhammed? Çünkü söylenecek olan "fil
sahipleri
olayı", o zaman onu gözleriyle gören şahitleri henüz dünyada çoğunlukla
mevcut, hatta o zamana yetişmiş "Muallakat-ı Seb'a" (yedi askı)
şairlerinden
olup yüz altmış sene kadar yaşamış olan meşhur Lebid gibi kimseler
hayatta
oldukları gibi, aynı zamanda bir tarih başlangıcı olarak herkesçe de m
ütevatir olarak bilinen bir olay idi. Hatta fili çekenlerden iki
kişinin
kötürüm, kör olarak kalıp Mekke'de dilendiklerini gördüm diye Hz.
Aişe'den
rivayet de vardır. Bu sebeple o zaman vakayı görmüş olan herhangi
bir
kimseye veya hitabın genel olması d a mümkün ise de peygambere hitap
olması
daha açıktır. Zira bu olay Peygamberin doğumuna başlangıç olan ilâhî
alâmetlerden
olduğu ve Kur'ân'a ilk muhatap olan da Hz. Peygamber olduğu için
özellikle
hitabı da ona karine (ipucu) dir. Görmedin mi? Nasıl yaptı Rabbin?
Dikkate
şayandır ki, "ne yaptı?" diye fiilin mahiyetinden değil, nasıl, "ne
keyfiyette
yaptı" diye niteliğinden sorulmuştur. Çünkü bu soru acaibliği haber
vermek
içindir. Hadisenin şaşırtıcı, fevkalade garib bir harika olan yönü de
niteliğ
i dir. Fiilin kendisi, mahiyeti itibarıyla sadece bir yok etme ve
öldürme
fiili diye düşünülecek olursa Allah'ın fiillerinde de diriltme gibi
öldürme
ve yok etmenin de âdet üzere tabiî denilen şekilde cereyan edegelen
kısımları
çok olduğundan, bu itibar il e mahiyetine şaşılmayabilir. Halbuki aynı
fiil niteliği, cereyan şekli itibarıyla düşünüldüğü zaman normal mi,
yoksa
şaşırtıcı mı olduğu görülür. Mesela bir insandan bir insan yaratmak
haddizatında
pek büyük bir kudret ve sanat olduğu halde alışılmış bulun u lduğu için
şaşırtıcı görülmez. Hiç insan yokken, bir insan yaratmak, şaşırtıcı
görülür.
Çünkü tecrübede aynına bitişik şekilde tesadüf edilmemiştir. İşte
burada
da hadisenin şaşırtıcılığı özellikle niteliğinin düşünülmesinden
anlaşılacağı
gibi murad da g a rip bir harika, şaşırtıcı bir engel olan bu ilâhî
fiilin
acaibliğini hatırlatmak olduğu cihetle niteliğine dikkat çekilmiştir.
Ki
kelâmcılar buna "vech-i delil" tabir etmişler ve övülmeyi hak etmiş
zatları
görmekte değil, böyle nitelikleri görmekte ve onl a rın delaletiyle
gerçek
kıymeti anlamakta olduğunu söylemişlerdir. Zira niteliklerin
inceliğinden
gafil olanlar mahiyetin zatını hakkıyle anlayamazlar. Onun için bu
fiilin
de niteliğini iyi düşünemeyenler onu normal bir şeymiş gibi farzetmekle
hakikati anl a yıverdik zannederek aldanırlar. İşte Allah Teâlâ böyle
gafletlere
düşülmemek ve bu fiilin şaşırtıcılığını göstermek üzere bilhassa
keyfiyetine
dikkat nazarını celbetmekle buyuruyor ki: Görmedin mi nasıl yaptı
Rabbin?
Fil sahiplerine? O olayı malum ve g ö rülmüş olan belli fil
sahiplerine.
Bu ad ile bilinen Ebrehe ordusuna ki, Yemen'i istila etmiş, Habeş
valisi
iken emrindeki Habeş ve diğerlerinden mühim bir ordu ile Mahmud (Mamud)
denilen fiillerine güvenerek ve karşılarına çıkanı çiğneyip tepeleyerek
Kâbe yi yıkmak için gelmişlerdi de başarılı olamadan perişan olup
gitmişlerdi.
Bundan dolayı kendilerine "Fil ashabı" denilmiş ve bu sene Araplar
arasında
"fil yılı" diye bilinerek bir tarih başlangıcı edinilmişti. Filan şey
fil
yılında, yahut fil yılından ş u kadar sene önce veya sonra oldu diye
anlatırlardı.
Bu şekilde Hz. Peygamber'in de bu fil yılında doğmuş olduğu biliniyordu
ki, en sağlam rivayete göre Hz. Peygamber bu olaydan elli gün sonra
doğmuştu.
Hicrette
Resulullah elli iki elli üç yaşlarında
bulunduğu için hicri tarihe elli iki sene eklenince Peygamberimizin
doğum
senesi olan fil senesi bulunmuş olur ki, bulunduğumuz iş bu bin üçyüz
elli
altı hicri senesinden bin dörtyüz sekiz sene önce demek olur. İbnü
Hişam'ın
"Siyer"inin şerhi olan "er-Ra v du'l-Ünf"de: "Fil kıssası, İskender
tarihinin
sekiz yüz seksen ikinci senesi Muharrem ayının başında oldu." diye
"Nakkâş
tefsiri"nden nakleder. Buna göre hicrette Resulullah elli iki yaşında
demek
olur. Çünkü hicret, İskender tarihinin dokuz yüz dört senesidir.
Böyle
"Fil sahipleri" diye bilinen Ebrehe ordusuna Allah tarafından yapılan
fiilin
şaşırtıcı olan durumu dört âyet ile özetle şöyle açıklanıyor:
2. Onların
tuzaklarını dalalette, fenlerini,
düzenlerini sapıklık içinde boğulmuş kılmadı mı?
Yani
birçok
zayiat içinde bırakarak kızıp
mahvedip perişan etmedi mi? Bilinir ki keyd, mekr gibi gizli bir
suikast
tertip etmek, başkasına bir zarar yapmak için gizli bir şekilde tedbir
kurmaktır. Ve o şekilde kurulan hileli tedbire ve öyle ince ve hilel i
tedbire dayanmış olduğundan dolayı harp ve çarpışmaya da denir.
Dilimizde
keyde, düzen, fend, oyun, dolap, tuzak dahi denir. "Tadlîlin keydi",
idlal
(sapıtmak) gibi tedbiri şaşırtmak ve sapıklığa mahkum etmek demek
olursa
da, teksir (çoğaltma) mânâsıyla beraber gibi ile ulanan ve kaybolmak ve
zayi olmak demek olan "dalal"den türemiş olarak bütün bütün
kaybettirmekle
iptal eylemek mânâsını ifade eder. "Keşşâf sahibi"nin beyan ettiği
üzere
denilir ki, "dalle" zayi etti (kaybetti) demektir. Niteki m "Kâfirlerin
duası boşa gitmektedir." (Ra'd, 13/14) âyetinde "dalal" bu mânâyadır.
Ve
babasının mülkünü kaybetmiş olduğundan dolayı İmriü'l-Kays'e de "dalîl"
denilmiştir. Bunun için kaybetme ve iptal etme ile tefsir etmişlerdir.
Bu mânâ bizde, "filan işte filan adam bütün bütün kaybetti, filan ona
kaybettirdi"
denilmesine benzer. (fî) de zarflık için olduğu ve zarf, mazruf
(zarflanan)u
kaplayacağı cihetle, tuzaklarının böyle sapıtma içine bırakılması,
sapıklığa
batmış kılınması demek olur. Bunu "sadec e tedbirlerini şaşırtmadı mı?"
diye terceme edivermek kolay gibi gelirse de beyan olunduğu üzere bunda
yalnız tedbiri şaşırtmaktan daha yüksek bir mânâ bulunduğundan gaflet
edilmemesı
gerekir. Çünkü bütün tedbirleri boşa çıkarılmış, hepsi kaybettirilip
mah
v edilmiş olması da belagatlı bir mânâdır. Onun için "tuzaklarını
sapıttırmadı
mı?" denilmiyor da "dalalet içinde bırakmadı mı? Sapıklık içinde
kılmadı
mı?" deniliyor. Soru da takrîrî (itirafa zorlama) olduğundan, "gördün
ya
kıldı" demektir. Ve ondan dolayı mâtufunda gelecektir. Onların
tuzakları,
düzenleri ne idi? Tevatüren bilindiği üzere filleriyle gelip Kâbe'yi
yıkmak
ve San'a'da yaptırmış oldukları Kulleys adındaki kiliseyi onun
yerine
koyarak halkı ona çevirmekti. Bu gayeye ermek için gizli a çık birtakım
teşebbüslerde bulunmuşlar, Mekke'nin üç fersah (17.286 km) mesafesinde
Mugammes denilen yere kadar gelmişlerken, Mahmud dedikleri fili oradan
beri Mekke'ye sevkedemediler. Başlangıçta tedbirleri bununla bozuldu.
Sonra
da açıklanacağı üzere " a sf-ı me'kul" (yenmiş ekin) gibi mahv u
perişan
oldular. Kâbe'yi yıkamadıktan başka, kendileri helak ve kiliseleri
harab
oldu gitti, öyle değil mi? İşte böyle bir suikastı böyle bir vaziyette,
böyle tersine çevirip de iptal eden ancak Rabbindir. Rabbin onu yaptı.
3-
Üzerlerine
bir çok ebabil kuşları saldı.
Alay
alay,
fırka fırka, bölük bölük, birbiri
ardınca, katar katar çeşitli yönlerden.
TAYR, bilindiği üzere uçan kuş demek olan
"tair"in çoğuludur. diye nekre olarak getirilmesi de bunların
tanınmadık,
garib birtakım kuşlar olduğunu hatırlatır. Gerçekte kuşların o zamana
kadar
oralarda görülmemiş irili, ufaklı, siyah, yeşil, beyaz, takım takım
garip
kuşlar olduğu da rivayet edilmiştir.
Hz.
Peygamber'in dedesi Hz. Abdülmuttalib
"Ne Necd' li, ne de Tihame'li." demiş. "Tayran"den sıfat veya hal veya
beyan atfı olması muhtemel olan Ebabil de garibdir. Bir kısım
tefsirciler
bu Ebabil kelimesi şemati ve abâdîd ve benzerleri gibi müfred (tekil)i
olmayan çoğullardandır, fırkalar demektir, demişl e r. Ferra, Arap'tan
tekilini işitmedim, demiş. Ebu Ubeyde, Ma'mer b. Müsenna da, bunun
müfredi
olduğunu söyleyen görmedim, demiş. "Kamus"ta da fırak (fırkalar)
demektir,
tekili olmayan çoğuldur, diyor. İbnü Cerir'in naklettiği vechile
Abdullah
b. Mes'ud'da n: fırak (fırkalar); İbnü Abbas'dan: "Birbiri ardınca."
Abdullah
b. Haris İbnü Nevfel'den: İbil-i müebbele gibi ekâtı'; yani besi
develeri
gibi bölük bölük, katar katar. Said b. Abdirrahman Bezzi'den:
Müteferrika;
Hasen ve Katade'den: Kesire (çok); Mücah i d'den yani "çeşitli, ardı
ardınca,
toplu halde." İbnü Zeyd'den: Şuradan, buradan, her taraftan gelmiş
çeşitli,
diye rivayet olunmuş ve İbnü Cerir bunları, ayrı ayrı birbiri ardınca
çeşitli
bölgelerden diye özetlemiştir. Bununla beraber tefsircilerden ve
lügatçılardan
bir kısmı da: Ebabil'in müfredi (tekili) ibbale veya ibbevl veya ibbil
olduğunu söylemişlerdir. Ebu Cafer Revasi, bunun müfredi olarak
ibbale'yi
işittiğini söylemiş, Kisaî de nahivcilerin ibbevl dediklerini,
bazılarının
da ibbil dedikler i ni işittim demiştir. Zemahşerî, ebabil, hazaik
(yani
cemaat) diye tefsir ettikten sonra der ki: Bunun tekili ibbâledir.
Araplar'ın
ata sözlerinde tabiri vardır. İbbale büyük demet demektir. Bir kuş
topluluğu
birbirine sıkışmakta büyük bir demete benzet i lmiştir. Abadid, şematil
gibi tekili yoktur da denildi. Ragıb da: İbbale odun demetine
benzetilmesindendir.
Ebâbil, ibbîlin çoğuludur. Deve bölükleri gibi ayrı ayrı demekir,
diyor.
"Kamus"ta da şöyle diyor: İbbâle, ibâle, ibbevl, ibbîl, ibîl, kuştan,
att
a n, deveden bir kıt'a (bölük) yahut peyderpey gelen kötülüklerden her
biri (ki katar demek) olur ve ibbale huzme (bir bağ) demektir. "Bir bağ
üzere bir demet" tabiri de darb-ı mesel (atalar sözü)dir. Bela üzerine
bela yerinde söylenir. Ebabil bunlardan b irinin çoğulu olduğu şekilde
de mânâ: Küme küme, çeşitli bölükler halinde, katar katar, alay alay,
birçok
kuşlar demek olur ki, bu da İbnü Cerir'in açıkladığı mânâ demektir.
Ancak
ebabil, ibbalenin çoğulu olduğuna göre bunda darb-ı meselinin mânâsına
işaret olarak demek gibi bir mânâ daha muhtemel olur. Zira büyük bela
üzerine
bir küçük bela daha meâlinde olduğu halde bunda büyük bela üzerine
büyük
bela, hatta belalar halinde denilmek gibi bir mânâ anlaşılmak gerekir
ki,
bu "el-Kâria" Sûresi' n de geçtiği üzere "haviye"nin "anası ağladı"
tabirinden
türemiş olmasına benzer. Yani bu kuşları onlara bela üzerine bela olmak
üzere belalar yığını halinde gönderdi, demek olur. Fakat kimse bundan
böyle
bir mânâ anladığını söylememiştir. Bununla ber a ber Zemahşerî'nin
anılan
darb-ı meseli şahit olarak getirmesi buna işaretten uzak olması
gerektir.
Bu mânâlarca ebabil, tayrın sıfatı veya halidir. Bundan başka ebabil
adıyla
bilinir olmuş ve kırlangıca benzer bir kuş vardır ki ayaklarının uçları
kıvrık o l ması hasebiyle yere konunca uçamadığından yuvalarını hep
yüksek
yerlere yapar ve yüksecik yerlerden atılarak uçarlar. "Kamus"
şerhçisinin
ve tercümesinin zikrettikleri vechile bazıları ebabilin, dağ kırlangıcı
dedikleri bu kuş olduğunu kabul etmişlerdir. Çoğunlukla bu kuşların
vasfında
"kırlangıçlar benzeri", "avuçları köpeklerin avuçları gibi" diye
rivayet
edilmesi dolayısıyla bu yaygın olmuştur. Bu takdirde ebâbil tayr'a
atf-ı
beyan demek olur. Ve ebâbil lafzının tekili yoktur denilmesine de u y
ar.
Fakat yukarıda görüldüğü üzere imam tefsirciler ebâbilin böyle bir
çeşit
kuş ismi olduğunu söylememiş, çeşitli şekilde, bölük bölük, peyderpey
gelen
sürüleriyle çokluklarını ifade eden bir sıfat veya hal mânâsıyla
açıklamış
oldukları ve âyetin sevki d e özellikle bu kuşların garipliğine işaret
ettiği cihetle bunu atf-ı beyan gibi bir kuş ismi olarak anlamak doğru
görünmez, müvelled (yapay kelime) olması gerektir. Gerçi söylediğimiz
gibi
bunların hacimleri kırlangıçlar kadar olduğu yaygın ve hortumları kuş
hortumları
ve avuçları köpek avuçları gibi diye İbnü Abbas'dan rivayet edilmiş ise
de rivayetlerin tamamı bunların hepsi bir çeşit kuş olmayıp, gerek
hacim
ve gerekse renk itibarıyla çeşitli olduğunu anlatmaktadır. Şu halde
çarpışmalarda
leşler üzerin d e dolaşan kartallar, kara kuşlar gibi irileriyle
kargalar
gibi ortaları ve sinek avlayan kırlangıçlar gibi küçükleri ve siyah,
beyaz,
yeşil ve alaca çeşitli renkleriyle türlü türlü ve birbiri ardınca takip
ederek gelen çeşitli sürüleriyle irili ufaklı, al a y alay kuşlar demek
olur ki, bunların Yemen'den doğru ve deniz tarafından geldikleri de
vaki
olan rivayetler cümlesindendir. Böyle bir fırtına gibi birdenbire bir
kuş
akımının saldırması acaib bir şekilde onların başına bir bela yağdırdı.
Şöyle ki:
4- O
kuşlar, onlara (yani fil sahiplerine)
siccilden taşlarla atış ediyorlardı.
SİCCİL: İbnü
Hişam "Siyer"de demiştir ki
Yunus-i Nahvî ve Ebu Ubeyde bana şöyle haber verdiler: Siccil, Arap
katında
şedid sueb (şiddetli katı) yani katı sert demektir. Bazı tefsirciler
bunun
Farsça iki kelime olup Arab'ın bir kelime yapmış olduğunu
zikretmişlerdir:
Senc ü cil, yani taş ve çamur. Hakikaten İbnü Cerir ve diğerleri de
İbnü
Abbas'tan rivayet edildiği üzere en meşhur mânâsında siccil, Farsça
olan
seng, g il değişimidir. Seng taş, gil çamur demek olduğu için kiremit
gibi
çamurdan taşlaşmış taş. Demek ki Arap bunu bir kelime yaparak katı,
sert
mânâsında kullanmıştır. Âlûsî'nin açıklamasına göre bazıları bunun
Arapça
olan büyük kova mânâsına seclden olduğuna kail olmuş, taşın büyük
kovadan
olmasının mânâsı da kovadan dökülen su gibi devamlı yağması mânâsına
bir
istiare olduğunu söylemiştir. Zemahşerî der ki, "siccîn", kâfirlerin
amel
defterlerinin adı olduğu gibi, "siccil"de azaplarının yazıldığı divanın
alemi gibidir. Sanki yazılmış, tedvin edilmiş azab cümlesinden
taşlarla
demek gibidir. Turevi de göndermek mânâsına olan iscaldendir. Çünkü
azab
"Biz de onların üzerine tufanı gönderdik." (A'raf, 4/133). "Onların
üzerine
kuşları gönderdi" gibi irsal (gönderme) ile vasfedilir. Buna göre
siccil,
gönderilmiş, mürsel mânâsına olarak azap defterine isim olmuş demek
olur.
Fakat bu şekilde diğer bazılarının dediği gibi defter mânâsına olan
siccil
lafzından türemiş olması daha çok yakışır. Bu mânâya bir şer'î mânâ o
lması
lazım gelir. Bu iki mânâca siccil o taşların geldiği yeri göstermiş
olur.
Rivayetlerde bu taşların mercimek ve nohut kadar ve koyun gübresi kadar
olduğu ve her kuşun bir ağzında, iki de ayaklarında olmak üzere üçer
taşı
taşıyor bulunduğu ve kime isa b et ettiyse başından girip ötesinden
çıkarak
delik, deşik ettiği nakledilmiştir. Ebu Nuaym'in Nevfel b. Ebi Muamiye
ed-Deylemî'den rivayet ettiğine göre demiştir ki: "Ben fil ashabına
atılan
taşları gördüm, nohut kadar ve mercimekten büyük bir sırça kırığıyla
sıyrılmış,
sanki bir zafar boncuğu gibiydi" Ebu Nuaym "Delail"de İbnü Abbas'dan
rivayetinde
fındık kadar; İbnü Merduye'nin rivayetinde koyun gübresi kadar. Keşşaf
ve daha bazı tefsirlerde İbnü Abbas'ın bunlardan birazını Ümmü Hani'nin
evind e bir hafîz (ölçek) kadar cez'ı zafârî gibi bir kırmızılıkla
çizgili
olarak görmüş olduğu da nakledilmiştir. Bu taşların birer boncuk kadar
sert ve çizgili olarak taşlaşmış olan katılığını bir ifade vardır ki,
siccilin
kuvvetli ve ağır mânâsını da açıklamış oluyor. Âyette bu taşların
hacimleri
hakkında bir açıklama yoksa da "hıcâreten" kelimesinin nekre olmasından
bilinmeyen bir takım taşlar olduğu, siccilden de sertlikleri ve
öldürücü
oldukları, ifadenin siyakından bunların görülmüş oldukları anlaşılıyor.
B öyle nohut ve fındık kadar bir dolu yağmuru bile açıkta ansızın
yakaladığı
insanları telef ettiği malumdur. Şu halde açıkta bulunan bir orduya
böyle
gökten uçaklarla makineli tüfek bombardımanı yapar gibi alay alay
kuşlarla
fırlatılan fevkalade taşların i sabeti altında kalanların hali ne
olacağını
tasavvur etmek ise kolay olur. İşte bunun neticesi
şu oldu:
5.
Derhal
onları ( fil, sahiplerini Rabb'in)
yenmiş ekin yaprağı gibi kılıverdi.
ASF
,
esasında eğip bükmek, kırıp dökmek mânâlarıyla
ilgili olarak masdar ve isim olan bir kelimedir. Burada "Yapraklı
tane."
(Rahmân, 55/12) âyetinde olduğu gibi isim olduğu bellidir. Tefsirciler
bunun ekin yaprağı demek olduğunu söyleyerek birkaç vecih
zikretmişlerdir:
1-
Hasaddan
sonra tarlada kalan, rüzgar önünde
savrulan ve hayvanlar tarafından yenen ekin yaprağı döküntüsü.
2- Kırılıp savrulan saman.
3- Başak çıkmadan önceki taze yapraklar.
4- Evrinsiz, içi boş kabcıktan ibaret kalan
tane. Bunların hepsine asf denilebilirse de, "Kamus"ta zikredildiği
üzere
asfın asıl mânâsı taze ekin, gök ekin yaprağıdır ki, kuruyup kırılınca
saman olur. Rahmân Sûresi'nde "O çimli taneler." (Rahmân, 55/12) diye
terceme
etmiştim. Ekin yetişmezden önce, henüz yeşilken biçilmeye de asf denir
k i, çayır gibi hayvana yedirilir. Böyle taze iken biçilen ekin
tutamlarına
asuf, içinde henüz tanenin bulunduğu başak çıkmadan toplanmış
yapraklarına
asîfe, o sararmış ekin başağından dökülen kırıntılarına, saman
çöplerine
usafe denilir. Henüz yeşil iken bi ç ilen veya biçilmeden çayır gibi
hayvana
verilen gök ekine dilimizde "hasıl" ve bazı yerlerde "kasıl" denilir.
Onun
için biz de meâlde asfı, hasıl diye terceme etmeyi uygun bulduk.
Me'kul,
malumdur ki, yenmiş, yenik demektir.
Bu "yenmiş hasıl gibi" teşbihinin mânâsında da birkaç vecih vardır:
1-
Zer'i
me'kul, yenilmiş ekin denilmiş. Bunda
iki mânâ düşünülebilir: Birisi
hayvanlar
girmiş yemiş, hurdahaş çiğnemiş,
berbat etmiş taze ekin demek olur ki, kırılıp serilişlerini tasvir
etmiş
olur. Bir de yenmiş olmak neticesinden kinaye olarak gübre haline
gelmiş,
sonra da kuruyup parçaları darmadağınık olmuş demek olur ki, leşlerin
kokuşup
dağılması gübre parçalarına benzetilmiş, fakat Kur'ân edebi üzere
ifadenin
nezaheti muhafaza edilmek için netice, başlangıcıyla beyan olunmuştur.
Nitekim "İsa ve anası yemek yerlerdi." (Maide, 5/75) demek büyük
abdestlerini
yaparlardı mânâsına hadesten kinaye olduğu halde, edep dolayısıyla öyle
ifade buyurulmuştur. Mukatil'in Katade'nin, Ata'nın görüşleri budur. İ
b nü Cerir ve Fahreddin Râzî gibi birçok tefsirciler bu görüşü tercih
etmişlerdir.
2-
Ükâl,
düşmüş, yani kurt yemiş, böcek yeniği
olmuş ekin yaprağı demektir ki, böyle ekin özlü tane tutmayacağı gibi,
çoğunlukla yenik yapraklar delik delik olduğundan, fil sahiplerinin
maksatlarına
ermeden bedenlerinin delik deşik olması manzarası böyle yenik ekin
yapraklarına
benzetilmiş ve belki kurtlar, böcekler, mikroplar yiyerek çürüyüşlerine
işaret edilmiştir. Bu, lugat itibarıyla ince bir mânâ demek olduğundan
Zem a hşerî bunu tercih etmişe benziyor ki bu görüşü öne almıştır.
3-
Yine aynı
mânâ ile taneleri yenmiş sadece
kapçıktan, samandan ibaret kalmış ekin yaprağı demek olur ki, bunda
asıl
me'kul (yenmiş) olan asfın kendisi değil, taneleri olduğundan, kelâmda
muzafın hazfi veya mecazî isnat var demektir. Bu şekilde, canlarının
çıkıp,
cesetlerinin kalışı veya taşların sıcaklığıyla içlerinin yanışı, tanesi
yenik boş kabçığa benzetilmiş olur. Bununla beraber akla gelen mânâ
önceki
vecihtir. Bir yenik hasıl gibi de n ilmekte de bu vecihler
anlaşılabilir.
Asfta yaprağın kırılışı, bükülüşü, biçilişi mânâlarına işaret bulunduğu
gibi, arzettiğimiz vechile dilimizdeki mânâsıyla hasılda da taze iken
biçilişi
ve yenilişi mânâsı vardır. "Onları kıldı" kelimesinin başındaki sebep
bildirmekle
beraber, takip ifade ettiği çin taşların atılması üzerine bunun derhal
çabuk bir şekilde oluverdiği de anlatılmış demektir.
İşte
Allah
Teâlâ fil sahiplerini böyle akıllara
gelmez şaşırtıcı ve çabuk bir şekilde bir "yenilmiş ekin" gibi
yapıverdi.
Karşılarında açıkça karşı koyacak bir kuvvet görmeyen, fillerine ve
çokluklarına
güvenerek istedikleri gibi Kâbe'yi yıkacaklarını zanneden istilacı bir
orduyu böyle semavi bir afet ile yenik bir ekin yaprağı gibi ansızın
yerlere
serip mahv ü perişan ediverdi. Bunu böyle yapıveren Allah'ın, dilediği
zaman onların benzerlerine de bu kabilden hatırlara gelmez, tasavvur
olunmaz
belalar, azaplar verebileceğinde ve bu kudret sahibinin önceki sûrede
geçtiği
vechile "hümeze lümeze" güruhunu da tutup cehenneme fırlatıvereceğinde
ne şüphe!
Bu
şaşırtıcı
hadise fil ashabı hakkında ne
kadar feci ve korkunç bir azap ve hikmet olmuşsa, Mekke ehli hakkında
da
o nisette ibret alınması gereken büyük ve olağanüstü bir nimet ve
Allah'ın
kudret alâmeti olmuştur. Fakat bu, o zaman müşrik olan ve Kâbe'yi
putlarla
doldurmuş bulunan Mekkelileri korumak için değil, hatta yalnız Kâbe'ye
olan ilâhî itinadan dolayı da değil, "Ve tavaf edenler, ayakta
duranlar,
rüku' ve secde edenler için evimi temizle." (Hacc, 22 / 26) emri üzere
o Beyt (Kâbe'y)i temizlemek tevhidi yükseltmek ve ilan etmek için
dünyaya
gelmek üzere bulunan Muhammed (s.a.v.)'in zatının doğumuna hazırlık
olarak
onun şan ve terbiyesine, özellikle ilâhî yardımı ifade eden bir Rabbanî
fiil olduğuna tenbi h için sûrenin başında "görmedin mi Rabbiniz nasıl
yaptı?" buyurulmamış "Rabbin" buyurulmuştur. Ki bunun neticesi iki sûre
sonra "Muhakkak ki Biz sana Kevser'i verdik." (Kevser, 108/1) diye
özetlenecektir.
Bu şekilde bu sûre Peygamber'e ikram, mü m inlere müjde, kâfirleri
korkutma
ve bilhassa o nimetin kıymetini bilmeyen Kureyş kâfirlerini imtihan ile
azarlamadır.
Fahreddin
Razî der ki: Bu fil olayı dinsizlere
karşı ciddi olarak pek mühim bir olaydır. Çünkü birtakım kuşlar
gönderilip
de, onlarla bir kavmi bırakıp, diğer bir kavmi taşlattırarak öldürmek
tabiat
kanunlarından bir şey ile izah edilemez. Ve buna diğer bir takım
rivayetler
gibi zayıftır denilmek de kabil olamaz. Çünkü fil yılı ile
Resulullah'ın
gönderilmesi arasında geçen müddet henüz kırk küsür seneden ibaret
bulunuyor
ve Resulullah bu sûreyi okuduğu zaman Mekke'de bu olayı görmüş
olanlardan
hayli bir topluluk karşısında duruyordu. Eğer olayın bu şekilde nakli
zayıf
olsa idi, onlar: "İşte yalanını tuttuk." diye elbette yüzüne çarparla r
dı. Halbuki bunun hakkında: "Hayır öyle birşey olmadı, yalan yanlış
söylüyorsun."
diye inkâr ve itiraza kalkışan kimse çıkmadı.
O
halde demek
ki bu olayın bu sûrede anlatıldığı
şekilde görüldüğü ve bunu ayıplamaya yol olmadığı kesinlikle malumdur".
Razi'nin bu hatırlatması pek yerindedir. Sûrenin Mekkî olduğu ve
Mekke'de
iken düşmanların çokluğu, "Kur'ân'ı kendi söylüyor da Allah'a iftira
ediyor."
diyenler; mecnun, sihirbaz, şair diye atıp tutanlar ve geçmiş
ümmetlerin
kıssaları hakkında "eskilerin ma s alları" diye alay edenler ve onunla
yarışmak istiyen bir çok şairler ağızlarına geleni söylemekte oldukları
ve Peygamber'in bunları söyletmeyecek, ağızlarını açdırtmayacak maddi
bir
cebir ve tehdit kuvvetini haiz olmadığı, müminlerin gayet az ve maddi
bakımdan
mağlub bir halde bulunduğu, hasılı hücum edebilecekler için yer ve
zaman
tamamen uygun olduğu ve bununla beraber bunlardan hiç birinin bu fil
kıssası
hakkında bir saldırıda bulunmadığı göz önüne getirilirse, bunca
şahitler
içinde bu kıssanın bu sûred e açıklandığı şekilde cereyanını ayıplamak
kabil olmadığı ve bunun herkesçe teslim edilmiş ve mütevatir, yakin
ilim,
sabit bir gerçek olduğu ortaya çıkar. Bu şartlar altında hiç şüphe
yoktur
ki, eğer bu beyanda inkar ve tekzib edilebilecek zayıf bir nokta o
lsaydı,
Kur'ân'a, Peygamber'e hücum için bahane arayan bunca düşmanlar en uygun
fırsatı bulmuş olur, bütün şairler ve şahitler bu vesile ile yalanı
yüze
çarpmak için tekzib (yalanlama) kasideleri yağdırırlar ve Ebu Cehil
gibi
nüfuzlu Kureyş ve Daru'n-Nedv e başbuğları da ellerinden gelen bütün
kuvvetleriyle
onları kışkırtırlar da kışkırtırlardı. Ve o zaman Hâkka Sûresi'nde
geçtiği
üzere "Eğer o, bazı laflar uydurup bize iftira etseydi, elbette ondan
sağ
elini (gücünü, kuvetini) alırdık, sonra onun can dama r ını keserdik."
(Hâkka, 69/44-46) hükmü tamamen ortaya çıkardı. Halbuki hakkı
yalanlamak
için her türlü iftiraları, cinayetleri, suikastları göze almış olan o
düşmanlar
bu sûre ve bu kıssa hakkında öyle bir teşebbüste bulunmamışlar, tersine
İbnü Hişam'ın " S iyer"inde anlatıldığı üzere baştan sona birçokları o
kıssanın doğruluğu hakkında şiirler söylemişlerdir. Demek ki bu, biraz
önce "Ve'l-Asr" Sûresi ile işaret edilen asrın ortaçağa son verecek
yeni
bir çağ açmak üzere ortaya çıkmış acaibliklerinden bir ibr e t örneği
ve
herkesçe Kâbe'nin varlığı gibi inkar edilemeyecek bir gerçek idi. Daha
demin "Birbirlerine hakkı tavsiye ederler." (Asr, 103/3) diye hak
tavsiyesini,
insanları hüsrandan kurtaracak güzel amellerin başında olarak haber
veren
Kur'ân'ın fil vaka s ı hakkındaki bu kesin ve olumlu açıklamasını
teoriler
ile alışkanlığımız olan tabiat kanunlarına dönüştüreceğiz diye
uğraşmamalı,
dinsizliğe sapmamalı da tabiatlar üzerinde hakim ve yöneticisi olan Hak
Teâlâ'nın olağanüstü olan bir ilâhî fiili, bir ilâhî i radesi olduğunu
tesbit ederek ondan, ona göre ibret ve neticeler çıkarılmasına
çalışmalıdır.
Çünkü kâinatta meydana gelen alışılmış ve alışılmamış bütün olaylar,
eşyayı
kendi tabiatlarının durgunluğuna bırakmayarak üzerlerinde değişiklik
meydana
getiren y a ratıcı bir kudretin etkisinin ortaya çıkmasıdır. O
tekrarlandıkça
bize normal ve tabii görünür, tecrübemiz, bilgi edinmemiz, mantığımız,
fenlerimiz sahasına girer. Tekrarlanmadıkça da şaşırtıcı, garib, kural
dışı, tek bir olay olarak görünür. Mantıklarımı z a, tekniklerimize
sığmaz.
Tecrübelerimizin,
bildiğimiz kanunların hükmüne
tabi olmaz. Fakat yaratanın kudretini gösteren görgülerimiz veya
duyduklarımızdan
olarak olağanüstü özel durumlarıyla bir mesel halinde yine bilgilerimiz
içinde kalır, iman sahamızı genişletir ve zabtedilen bu gibi nadir
şeyler
ve özelliklerin bir daha eşine tesadüf edilebilirse
kanunlaştırılabilmesi
için tecrübe kıymetinden istifadeye çalışılır. Bundan dolayı ilimler
hep
alışılmış tecrübelerden çıkarılan sonuçları, külli kanunlar ha l inde
genelleştirmeye
çalışmakla beraber, genel kanunlar ile açıklanamayan, kural dışı ve tek
olan garip hadiseleri inkar edip atıvermez. Tersine onu görüşüne göre
tesbit
ederek ilerde bir bilgi edinmeye zemin olmak üzere istatistik halinde
sayar.
Ve hatta büyük ilim adamları daha çok öyle şaşırtıcı olayları
araştırarak
onlardan yeni yeni sonuçlar almaya ve bu şekilde beşer ilminin
gelişmesine
hizmet etmeye çalışırlar. Çünkü görmek ilmin başında gelir, o da nakil
ile tesbit edilir ve genelleştirilir. Zama n ların bir ifadesi demek
olan
tarih de olayların olduğu gibi zabt ve ifadesinden ibaret olmak lazım
gelir.
Tarihleri gönüllerine, arzularına göre değil de ilim ve hakka hizmet
için,
vaki olana göre yazacak tarihçiler evvela gerek normal ve gerek garip
ve
n a dir bilinen veya duyulan olayları olduğu gibi zabt ve tesbit etmeye
çalışır. Kendi fikir ve kanaatini ilave edecekse onların mertebelerine
göre cereyanlarını takip ederek söylemesi; her zaman olagalen normal ve
bol olaylardan ziyade garip ve nadir olarak ş ahidi veya rivayetçisi
olduğu
hadiseleri de kaçırmamaya dikkat etmesi gerekir. Onun içindir ki en
ciddi,
en hikmetli bir şekilde yazılmış tarihler inanılmaz gibi görünen nice
gariplikler
zaptetmişlerdir ki bunların yalnız teoriye dayanan fikirlere göre kı y
as ile değil, rivayet edenlerinin ilmen ve ahlâken kıymetlerine, hıfz
ve
anlama, doğruluk ve sadakat itibarıyla mazbut kuvvetlerine göre
ayıklanarak
ve hakikate hizmet için yazılanlarla, şeytanlık, mel'anet veya eğlence
için yazılanlar seçilerek incele n mesi gerekir. Esas görgüye dayanarak
tevatüren malum olmuş bir olayın aynını görmüyoruz diye inkara veya
te'vile
kalkışmak ne fen, ne de tarih açısından doğru değildir.
Özellikle
asrımızın acaibliklerini görüp duranlar
için hiç doğru değildir. Bir çölde bir ordu üzerine ansızın bir kuş
akını
ve onlarla gökten dolu gibi taş yağdırılması ne kadar garip olursa
olsun
haddizatında imkansız bulunmadığı ve âdete muhalif olsa da, akla aykırı
hiç bir çelişkiyi ihtiva edici olmadığı gibi, Müzdelife'de Muhassir
vadisi
denilen dere içinde ansızın böyle bir taş yağmuruna tutulan böyle
semavî
bir afet içinde kalan kimselerin de bir ekin gibi kırılıp hurdahaş
olmaları
gayet tabiidir. Ancak biz o kuşların ne gibi hislerle uçtuklarını ve
nasıl
bir his ile o taşları gagalarına ve ayaklarına alıp atış yaptıklarını
bilemeyiz.
Yalnız bunlardan ilâhî, Rabbani bir irade ve kudretin tecellisini pek
açık
olarak anlarız. Ki bunu tabii zannedilen her hadisede dahi anlamamız
lazım
gelir. Fil sahipleri olayı hakkında Kur'ân'ın bu âyetlerle anlattığı
durum
bu vak'anın öyle inkarına mecal olmayan en açık hatlarını ve en müsbet
durumlarını gösterdiği ve Resul-i Ekrem (s.a.v.)'in doğduğu yılın ve
belli
günün tarihî adı bulunan bu harikanın müşahitleri içinde ve bütün
muasırları
gibi o nun cereyan edip şekliyle tafsilatını bütün muhitinden dinleye
dinleye
büyümüş bulunduğu ve bu derece yakın ve genel müşahede ve tevatürü ile
bilgi, görme ile müşahede bilgisine dayanmış olduğu için ona Allah
tarafından
görmedin mi, "görmedin mi Rabbin fil sahiplerine nasıl yaptı?" diye
hitap
buyurulmuş ve buna karşı o günkü muarızlarından bile ağzını açan
olmamıştır.
O günden bu güne kadar Kur'ân nasıl mütevatir ise, fil sahipleri olayı
da bu sûrede beyan olunduğu vechile şüphesiz mütevatirdir. Tafsi l
atıyla
ilgili olan rivayetlere gelince, onların buna uygun olan müşterek
yönleri,
ittifaklı noktaları öyle olsa da, ihtilaflı olan ve yorumu kabil
olmayan
hususlar mütevatir olmak şöyle dursun, hepsi sahih bile olmayacağı açık
bulunduğundan, bunları riva y et itibarıyla senetlerinin kıymetine ve
dirayet
itibarıyla de bu âyetlerin sarahatine uygunluklarının derecesine göre
sahihi,
hastası, zayıfı, boşu ayıklanmak lazım gelir ki tefsirler bunlara
işaret
etmişlerdir.
Kıssa,
tarihlerde bilindiği için bu bahsi
bu kadarla kessek iyi olurdu. Fakat bu arada bir çiçek ve kızıl,
kızamık
hastalığından da bahsedildiği ve bununla bir taraftan olayın güya
tabiileştirilerek
fevkalâde olan önemi adileştirileceği, bir taraftan da mikroplara temas
etmek itibarıyla d aha ziyade inceleştirilmiş olacağı zanniyle âyet
sarih
olan mânâsından çıkarılarak kuşların ve taşların mânâsı buraya doğru
eğilmek
istenildiği cihetle bunları açıklamak için rivayetleri kaydile sözü
biraz
daha uzatmak lüzumu hasıl olmuştur.
Evvela
b u
konudaki rivayetleri tafsilatıyla
toplayan İbnü İshak, İbnü Hişam ve İbnü Cerir ve diğer Siyer ve tefsir
ehli bu olayı şöyle anlatmışlardır:
Yemen'de
Hımyeriler'den Tübba Hassan'ın, kardeşi
Amr tarafından öldürülmesi üzerine çıkan ihtilal neticesinde hükümeti
zabtetmiş
olan ayaklananlardan Lahnia Zuşenatır'i öldürüp de idareyi eline almış
olan ve Tubba Hassan'ın kardaşı Tebban Es'ad'ın oğlu Zur'a Zunuras
yahudiliği
benimsemiş ve o vakit Necran'da halis tevhid esası üzerine yayılmakta
bulunan
muvahhi d İsevî müminleri çevirmek için Uhdud vakasını çıkararak
katliam
yapmıştı. Bu meyanda Tubba'nın oğullarından Devs Zusa'leban adında
birisi
bir ata binip kaçarak kurtulmuş ve Rum kayserine kadar gelerek olayı
haber
verip Zunuvas'a karşı ondan yardım iste m işti. O da: "Sizin
memleketiniz
bize uzaktır, fakat Habeş kralına yazayım, o da bu dindedir ve size
yakındır."
demiş ve buna yardım edilip intikamı alınması için Necaşi'ye yazmıştı.
Bunun üzerine Necaşi Habeş'ten yetmiş bin kişilik bir ordu tertip edip,
ü zerlerine Eryat adında birini komutan tayin ederek sevketmişti.
Ebrehetü'l-Eşrem
bunun emrinde idi. Devs Züsa'leban da beraber olarak denizden Yemen
sahiline
çıktılar. Zûnüvas, emrindeki Yemen kabileleriyle karşı geldi
çarpıştılar.
Askerinin yenilmiş olduğunu görünce atını denize sürüp denizin dibine
daldı
ve boğuldu. O vakit Yemenliler'den birisi "Ne Devs gibi, ne de onun yük
bağlayışı gibi" demişti. Bu söz Yemen'de darb-ı mesel olmuştu. Eryat da
Yemen'e girip zabtetmiş, senelerce orada Habeş adına sal t anat
sürmüştü.
Sonra Ebrehe ona karşı münakaşa etmiş, Habeşliler ikiye bölünmüş,
birbirinin
üzerine yürümüşler. Nihayet Ebrehe, Eryat'ı düelloya davet edip, kölesi
Atude'yi arkasında saklayarak bir hile ile Eryat'ı öldürüp yerine
geçmişti.
Necaşi bunu iş i tince öfkelenmiş, beldelerini çiğneyip başını
kesmedikçe
Ebrehe'yi bırakmayacağına yemin etmişti. Ebrehe başını traş ettirmiş ve
bir torbaya Yemen toprağından da doldurarak Necaşi'ye göndermiş:
"Kralım,
Eryat senin bir kulundu, ben de bir kulunum. Senin e m rinde ihtilaf
ettik,
ikimiz de sana itaatkâr idik. Ancak ben Habeş işini çekip çevirmede
daha
güçlü, siyaset ve idarede ondan daha mahir idim. Hakkımdaki yeminini
işittim,
bütün başımı kazıttım ve memleketimin toprağından da bir torba ile
takdim
ettim. Ayağınızın altında çiğneyiniz de yemininiz yerini bulsun." diye
yazmıtı. Necaşi de bundan hoşlanmış, buna karşı:
"Emrim
gelinceye kadar yerinde dur." diye
yazmıştı. Bu şekilde Ebrehe Yemen'de kalmıştı. Sonra bu Ebrehe,
San'a'da
Kulleys yapmış, o zaman oralarda eşi görülmedik bir kilise bina etmiş,
Necaşi'ye: "Kralım! Senin için bir kilise yaptım ki eşi görülmemiştir,
Arapların haccını da buna çevirmedikçe durmayacağım." diye yazmıştı.
Araplar
da Ebrehe'nin Necaşi'ye böyle yazdığını haber almıştı. Cahiliye
devrinde
Araplar'ın nesi (Tevbe, 9/37. âyetinin tefsirine bkz.) denilen, ayları
geriletme işini yapan, yani takvim için müneccimbaşılık gibi nesi'cilik
yönüne sahip olduğundan dolayı Nesee adı verilen Beni Fukaym (Fukaym
oğulları)
kabilesiden biri kızmış, meşhur olduğu vechile, gidip o kilisenin
kıblesi
tarafına oturuvermiş kirletmiş. Sonra da kızıp kaçmış. Ebrehe de bunu
haber
alınca çok kızarak Kâbe'yi gidip yıkmaya yemin etmiş. Bir rivayette de
bir Arap kabilesi kilisenin civarında bir ateş yakmışlarmış. Rüzgarın
etkisiyle
ateş sirayet edip kilisede yangın olmuş. Ebrehe bundan dolayı kızarak
Habeşlilere
hazırlık emrini vermiş. Hazırlanmışlar, techizatlarını tamamlamışlar ve
denildiğine göre altmış bin kişilik bir ordu, beraberlerinde Necaşi'nin
fili olan ve Mahmud denilen büyük bir fil, başkaca da sekiz veya oniki
yahut daha çok normal filler ile -ki o zaman harplerde tank gibi fil
kullanılırmış-
hareket etmişler. Araplar bunu duyunca telaşa düşmüşler, buna karşı
harb
etmeyi görev saymışlar. Yemen'in önde gelen ve meliklerinden Zunefr
adında
birisi kendi kavmini ve diğer Araplar'dan kendisine katılanları Ebrehe
ile harbe ve Beyt-i haram'ı müdafaaya davet etmiş, çarpışmış fakat
bozulmuşlar
ve Zunefr esir edilmiş Ebrehe'ye getirilmiş, öldürülmesi istenince: "Ey
Melik, beni öldürme, umarım ki benim, senin yanında kalmam, senin için
öldürülmemden daha hayırlı olur" demiş, o da onu öldürtmekten
vazgeçmiş,
bağlattırarak yanında hapsetmiş. Ebrehe, yumuşak bir adammış. Sonra
Ebrehe
maksadına devam ederek, yürümüş, Has'am arazisine geldiğinde Nüfeyl b.
Habibi, Has'am, Has'am'ın iki kabilesi olan Şehran ve Nahis kabileleri
ve diğer katılan Arap kabileleri ile karşılaşarak çarpışmış. Bunlar da
bozulmuşlar ve Nüfeyl esir edilmiş, bu da öldürüleceği sırada : "Ey
Melik!
Beni öldürme, bu Arap arazisinde ben sana kılavuzluk ederim, Has'am'ın
şu iki kabilesi de benim iki elimdir, Has'am ve Taa" demiş, bunun
üzerine
tahliye edilmiş maiyyetinde delil olarak çıkmışlar, nihayet Taif'e
geldiklerinde
Mer'ud b. Muattib b. Malik S a kafi, Sakif kabilesi adamlarından bir
takımlarıyla
karşı çıkıp: "Ey Melik! Biz senin kullarınız, sana itaat edip boyun
eğiyoruz,
bizde sana karşı çıkacak yok ve senin kastettiğin Beyt (Kâbe) bizim
beytimiz
değil -yani Taif'te bulunan Beytullât'ı değil- Me k ke'deki Beyt'i
(Kâbe'yi)
kastediyorsun, biz de kılavuzluk edecek kimseler göndeririz."
demişler,
o
da onlardan geçmiş, Mekke yolunu
göstermek üzere Ebu Rigal adında birisini vermişler. Bu Ebrehe'yi Taif
yolunda Mugammıs denilen meşhur yere indirmiş. Fakat iner inmez Ebu
Rigal
ölmüş oraya gömülmüş. Halâ Araplar orada onun kabrini taşlarlar. Sonra
Ebrehe Mugammıs'ta iken Habeşlilerden fil komutanı Esved b. Maksud
adında
birisini bir süvari bölüğüyle Mekke'ye kadar göndermiş. Kureyş ve
diğerlerinden
Tihameli l er'in mallarını sürüp getirtmiş. Bu arada Peygamberimizin
dedesi
Hz. Abdülmuttalib'in de ikiyüz kadar devesini sürüp götürmüşler. O
zaman
Abdülmuttalib Kureyş kabilesinin büyüğü ve ulusu bulunuyordu. Bunun
üzerine
Kureyş, Kinane, Hüzeyl ve Harem'de bulunan diğer kabileler harbedecek
oldular.
Sonra da güçleri yetmeyeceğini anlayarak vazgeçtiler. Ebrehe,
Himyeriler'den
Hunata adında birisini Mekke'ye gönderdi: "Git bu beldenin reisini,
şerifini
bul, ona şöyle söyle: Melik diyor ki: Ben sizinle harbetmek içi n
gelmedim,
ancak şu beyti (Kâbe'yi) yıkmak için geldim. Eğer bize harb ile karşı
koymazsanız,
bizim sizin kanlarınıza ihtiyacımız yok, şayet benimle harbetmek
istemiyorsa,
onu al bana getir." dedi.
Hunâta
Mekke'ye gelince Abdülmuttalib'i gösterdiler.
Emredildiği sözü söyledi. Abdülmuttalib de ona: "Vallahi biz onunla
harbetmek
fikrinde değiliz, ona takatımız yok. Bu, Allah'ın hürmetli Beyt'i ve
Halil
İbrahim Aleyhisselam'ın Beyti'dir. Eğer o menederse, onun Beyt'i, onun
hürmetidir. Yok eğer bırakıvere vallahi bizde onu müdafaa edecek kuvvet
yoktur." tarzında cevap verdi. Ve onunla beraber oğullarından
bazılarını
yanına alarak askerin bulunduğu yere gitti. Varınca Zünefri sordu. O
kendisinin
sadık dostu imiş, yanına varmış. Nasıl şu bizim başımıza gelen hale
sende
bir derman var mı? demiş. O da, bir melikin elinde esir olan ve sabah
akşam
öldürülmesini bekleyip duran bir adamın ne dermanı olur? Bende senin
başına
gelen hale bir derman yok, ancak filin bakıcısı Enis'e haber
gönderebilirim,
ona seni tavsi y e eder ve hakkında hürmetkar davranmasını ve senin
için
melikten izin alıvermesini ve eğer yapabilirse onun yanında hayır ile
bir
şefaatte bulunurvermesini rica edebilirim. Yapabilirse gider, ne
söyleyebilirsen
söylersin" cevabında bulunmuştu. Abdülmuttali b: "Bu bana yeter." dedi.
Bunun üzerine Zünefr, Enis'i çağırtıp ona: "Abdülmuttalib Kureyş'in
efendisi
ve Mekke menbaının sahibidir. Düzde insanları, dağ başlarında vahşi
hayvanları
doyurur. Melik bunun ikiyüz devesini sürdürmüş, onun için yanına
girmesi
n e izin alıver ve gücün yettiği kadar yararlıkta bulunuver." dedi. O
da
yaparım deyip Abdülmuttalib'i Zünefr'in anlattığı gibi anlatarak
arzetti.
Abdülmuttalib gayet iri ve çok yakışıklı, insanlar güzeli idi. Ebrehe
onu
görünce büyükleyerek tazim ve ikram e tti, kendinden aşağı oturtmayı
uygun
görmedi, yanındaki divanına oturmasını da Habeşliler'in görmesini
istemedi,
divanından inip minderine oturdu. Onu da beraberinde yanına oturttu.
Sonra
tercümanına, "isteğin nedir?" diye söyle ona, dedi. Tercüman söyledi. O
da: "İsteğim, melikin sürdürmüş olduğu ikiyüz devemi bana geri
vermesidir."
dedi. Tercüman bunu anlatınca Ebrehe tercümanına söyle dedi: "Ben seni
görünce gözüme büyük görünmüştün, fakat söz söyleyince gözümden düştün.
Ben senin dinin ve atalarının di n i olan Beyt (Kâbe'y)i yıkmaya
gelmişken,
sen onu bırakıyorsun da, bana sürdürmüş olduğum ikiyüz deveni mi
söylüyorsun?"
Abdülmuttalib
buna karşı: "Ben o develerin
sahibiyim, o Beyt (Kâbe)'nin ise bir Rabbi vardır, onu menedecek odur."
dedi. O: "Benden menedemez." dedi. Abdülmuttalib de, "Ben ona karışmam,
işte sen, işte o." dedi.
İbnü
İshak
demiştir ki: Bazı ilim ehlinin
kanaatine göre Ebrehe Hunata'yı gönderdiği zaman Abdülmuttalib ile
beraber
Beni Bekr'in reisi Amr b. Nufase b. Adıyy ve Hüzeyl'in reisi Huveylid
b.
Vahile dahi gitmişler. Bu ikisi Ebrehe'ye Kâbe'yi yıkmayıp dönmek üzere
Tihame mallarının üçte birini arzetmişler, Ebrehe kabul etmemiş. İbnü
İshak,
buna oldu mu olmadı mı Allah daha iyi bilir demiş. Fakat Ebrehe
Abdülmuttalib'e
devele r ini iade etti, oradan ayrıldılar. Gelince Abdülmuttalib
Kureyşli'lere
haberi anlattı ve askerin sarkıntısından sakınmak için Mekke'den çıkıp
dağların tepelerine ve aralıklarına çekilmelerini emretti. Sonra
Abdülmuttalib
kalktı, Kâbe kapısının halkasını t u ttu, beraberinde Kureyş'ten bir
kaç
kişi de kalktı Allah'a dua ediyorlar. Ebrehe ve ordusuna karşı
yardımını
diliyorlardı. Abdülmuttalib kapının halkasını tutarak şöyle dedi:
Fâtiha
Sûresi'nde geçtiği üzere "lâhümme",
"Allahümme" mânâsınadır. Şiirin mânâsı: "Ey Allahım, kul göçünü,
ailesini
sakınır esirger. Sen de hılalini: Buraya konmuş, hürmeti tehlikeye
maruz
bulunmuş olanları sakın, esirge. Onların haçları ve kuvvetleri yarın
senin
kuvvetine, havline asla üstün gelemez. Eğer s en onları bizim
kıblemizle
(bir rivayette Kâbe'mizle) bırakıverecek olursan, o da senin bileceğin
bir iş, ancak sana malum olan bir hikmete dayanmaktadır." Bazı
rivayetlerde
bu son beyitten önce şu iki beyit de vardır:
"Beldelerin
toplumla rını çektiler getirdiler.
Bir de fili ki senin yakınlarını yağma etmek için, düzenleriyle
cehaletlerinden
senin koruna kastettiler, ululuğunu nazar-ı itibare almadılar." Diğer
daha
bazı rivayetler de vardır. Fakat en sahihi zikrolunan kadardır.
İbnü
Hişam
der ki, bunun bu kadarı sahih olanıdır.
İkrime b. Amir b. Haşim b. Abdi Menaf da şöyle söyledi:
"Allah'ım,
kepaze et o Esved b. Maksud'u,
o kıladeli kıladeli yüzlerce sürüleri alan, Hıra ve Sebir arasında,
sonra
da çöllerde iken onları hepsederek koğmakta ve o kara tımtımlara, siyah
Habeşlere katmakta olan o filcinin ahdini boz ya Rabbi! Mahmud (öğülen)
sensin".
Sonra
Abdülmuttalib halkayı bıraktı, emrindekilerle
beraber dağ başlarına çekildiler. Ebrehe Mekke'ye girince ne yapacak?
Gözetiyorlardı.
Sabah olunca Ebrehe girmeye hazırlandı ve askerini yerleştirdi. Mahmud
dedikleri fili de hazırladılar. Mekke'ye doğru sürdüler. Derken Nüfeyl
b. Habib varıp filin yanına yanaşmış, kulağını tutmuş, bir şey
söyleyerek
bırakıvermiş, fil çöke kalmıştı, yani düşmüştü. Nüfeyl de sıvışıp
kaçarak
dağa çıkmıştı. Fili kaldırmak için zorladılar teberlerle başına
vurdular,
döğdüler, kaldıramadılar, çengeller içine aldılar, ötesini berisini
dürtüştürerek
çektiler, kanattılar, yine dayandı. Yeme n 'e doğru çevirdiklerinde
kalkıp
koşuyordu. Bunu birkaç defa yaptılar. Sonra yine Mekke'ye çevirdiler
yine
yıkıldı. Sersem etmek için şarap içirdiler yine fayda vermedi. Demek ki
hayvan orada diğerlerinin görmediği bir tehlike hissetmişti. Bu hal
Muhassir
v adisi yanında oluyordu. Bu sırada Allah Teâlâ denizden üzerlerine
"kırlangıçlar
ve belesan benzerleri" bir çok kuşlar gönderiverdi. Her kuş biri
gagasında,
ikisi iki ayağında nohut ve mercimek gibi üç taşı taşıyorlardı. Bu
taşlar
onlardan kime rastlarsa o helak oluyordu. Hepsine de isabet etmiş
değildi.
Çıkıp kaçmaya başladılar ve geldikleri yolu tutmak istiyorlar. Yemen
yolunu
göstersin diye hep Nüfeyl'i soruşturuyorlardı. O vakit Nüfeyl onların
başlarına
gelen bu hali görünce şöyle demişti:
"Nereye
kaçacaksın? Takip eden, Allah...
Eşrem ise mağlub, galip değil."
Bir
de şu
gazeli söylemişti:
"Sağlık
verilmedi mi sana bizden, ey Rudeyne!
Bu sabah biz size gözleriniz aydın olsun
dedik.
Rudeyne görseydin -fakat görme onu-
O muhassabın, çakıllı derenin yanında bizim
gördüğümüzü,
Göreydin her halde beni mazur görürdün ve
yaptığım işi beğenirdin.
Ve arada geçene gam yemezdin.
Ben Allah'a hamdettim bir takım kuşlar
gördüğüm
Ve üzerimize atılan taşlardan korktuğum zaman
Kavmin hepsi Nüfeyl'i soruyorlardı
Sanki benim üzerimde Habeşlilere bir borç
varmış!"
Kaçışıyorlar
her yolda düşüşüyorlardı. Ve
her sığındıkları yerde helâk oluyorlardı. Ebrehe de cesedinden i sabet
almıştı, onu beraberlerinde çıkardılar. Parmak ucu kadar, parça parça
dökülüyorlardı.
Her parça döküldükçe arkasından cerahat, irin ve kan akıyordu. Nihayet
onu öyle San'a'ya kadar götürdüler, bir kuş yavrusu gibi olmuştu.
Zannettiklerine
göre kalbi parçalanıncaya kadar ölmemişti." İşte genellikle
rivayetlerde
olayın açıklaması böyledir. Yukarda geçtiği üzere kuşların daha çok
büyüklüğü
ve renklerinin siyahlığı, yeşilliği, beyazlığı ve taşların insan başı
kadar
olanlarının da bulunduğu ve Necaşi'ye k a dar gidebilen bir kişiden
başka
hepsinin orada yok olduğu hakkında da bazı rivayetler varsa da, meşhur
olan öyledir.
İbnü
İshak
bunlardan başka bir de tek bir
haber olarak demiştir ki: Bana Yakub b. Utbe haber verdi. Ona şöyle
haber
verilmiş: Arabistan'da Hasbe ve cüderi, yani kızamık ve çiçek ilk önce
o sene görülmüş. Harmel, hanzal ve uşer denilen acı ağaçlar da ilk önce
o sene görülmüş. Bunu İbnü Hişam, İbnü İshak'tan bu şekilde rivayet
ettiği
gibi, İbnü Cerir de İbnü Humeyd'den, o Seleme'den, o İb n ü İshak'dan,
o Yakub b. Utbe b. Muğire b. Ahnes'ten aynı şekilde rivayet etmiştir.
Görülüyor
ki,
bu yalnız Yakub b. Utbe'den
bir tek rivayettir, o da kesin olarak değil, kendisine öyle haber
verilmiş
diye bilinmeyene isnad ederek zayıf bir şekilde rivayet etmiştir. Hem
de
fil sahiplerinin çiçekten kırıldığını söylememiş, Arabistan'da çiçek ve
kızamık hastalıklarıyla üzerlik, Ebu Cehil karpuzu gibi zehirli
ağaçların
ilk olarak o sene görüldüğünü söylemiştir ki o doğru ise bu iki fıkra
beraber
düşü n ülmek ve bundan dolayı o hadisenin kendisi değil, o pisliklerin
sebep olduğu diğer bir sonucu kabul edilmek gerekir. Ancak bundan başka
olarak İbnü Cerir'in, Yakub, Hüşeym, Husayn tarikıyle İkrime'den naklen
şöyle bir rivayeti vardır: İkrime kavlinde demiş ki: Yeşil kuşlardı,
denizden
çıkmıştı, siba başları gibi başları vardı. Ve demiş ki:
Beraberlerindeki
taşlarla onlara atıyorlardı. Demiş ki: Onlardan birisine isabet ettiği
zaman onda çiçek hastalığı çıkıyormuş, çiçek hastalığının ilk görüldüğü
gün o imiş, o günden ne önce, ne de sonra görülmemiş."
İkrime'den
nakledilen bu haber öbüründen farklıdır.
Bunda kuşların atmış oldukları taşların isabet ettiği kimselerde çiçek
hastalığı çıkartmış olduğunu açıklamış olması itibarıyla tefsirle
ilgili
olan bir vecih vardır. Buna göre "asf-ı me'kul" (yenilmiş ekin) gibi
kılınmaları,
taşların yalnız dışardan kurşun gibi yaralama ve öldürmekten ibaret
kalmayıp,
aynı zamanda cesetlerinin içinden de derhal bir çiçek hastalığı
patlatmak
suretiyle delik deşik kırılıp serilmeleri ile de ilgili olmuş oluyor
ki,
bunda gariplik çatallanmış bulunuyor. Hem kuşlara taşlatmak, hem de
taşların
etkisiyle aynı zamanda çiçek çıkartıp kırmak, iki gariplikle olayın
durumundaki
acaibliği daha çok artırıyor. Karşı koymasız hedefi n e ulaşmak üzere
bulunan
saldırgan bir ordunun tam Mekke'ye girmek üzere bulunduğu bir sırada
ansızın
başlarına gökten taş yağdırılıvermesi garib bir olağanüstü olay olduğu
gibi, öyle bir anda ansızın salgın ve eşi görülmedik bir çiçek
hastalığıyla
serilme y e başlayıvermesi ve teşebbüs edilen maksadın bu şekilde güdük
kalıp bütün tedbirlerin bozulmuş olması da başlı başına olağan düşü bir
garipliktir.
Taş
yağması
ne kadar garip olursa olsun yağan
taşların altında kalanların yaralanması, kırılıp ölmesi tabii
sayılabileceği
halde, bu taşların yaralaması aynı zamanda bir de çiçek hastalığı
yaparak
öldürmesi normal değil, gariplik üstüne gariplik olur.
Diğer
rivayetlerde kuşlarla taşlanan askerin
çiçekten kırıldığına dair bir söz yoktur. Ancak Ebrehe'nin kendisinin
cesedinden
isabet alarak parça parça dökülüp çürüyüşü hakkındaki açıklama, başkaca
bir hastalık olabilme ihtimaliyle beraber onun öldürücü bir çiçek
olması
zannını da verebilir. İşte çiçeğe dair olan sözün bütün esası, Yakub b.
Utbe'nin ucu m eçhule varan mübhem ve zayıf bir hikayesiyle nihayet
Husayn'in
İkrime'den nakledilen bu haberidir.
Fakat
görülüyor ki, Kur'ân'ın zahirine uygun
olan yaygın rivayetler karşısında bunun ikisi de özelliği itibarıyla
münferit
birer tek haber olmakla beraber biri mechulde, biri de İkrime'de
kesilmiş
munkatı veya mevkuf haberlerdir. İkrime'nin bir çok rivayetleri İbnü
Abbas'tan
olduğuna göre bunun da ondan olması farzedilebilirse de sabit değildir.
Şu
halde
rivayet bakımından zayıf oldukları
gibi dirayet itibarıyla de garipdirler. Arabistan'da çiçek ve kızamık
hastalıklarının
ilk olarak o sene görülmüş ve bir daha görülmemiş olması garip
görülmezse
de harmel (üzerlik otu) ve hanzal (Ebu Cehil karpuzu) gibi acı
ağaçların
ilk olarak o sene görülmüş olma s ı ve taşların yağmasıyla beraber
çiçek
hastalığının salgın halini alıvermesi gariplik üstüne garipliktir. Onun
için buna münker (reddedilen) diyenler olmuştur. Bununla beraber imkan
ve ihtimal dahilindedir. Bundan dolayı tefsircilerin çoğu bunu kâle
almamış
oldukları halde, bazıları da ihtimali dikkat nazarına alarak ihmal
etmemek
için zayıflığına işaret etmek suretiyle "İkrime'den rivayet edildi ki,
kime bir taş isabet ettiyse onu çiçek hastası yaptı. Bu ortaya çıkan
ilk
çiçek hastalığıdır." diye kısaca kaydedivermişlerdir. Şu halde gerek
Kur'ân'ın,
gerek diğer rivayetlerin zahirine karşı bu ihtimali nazar-ı itibare
alacak
olanlar, bunu, istinad ettikleri ravinin söylediği gibi iki taraflı
garipliğini
gözeterek anlamak ve bununla olayın durumundaki aca i plik
siliniverecekmiş
gibi adilik sevdasında bulunmamak gerekir.
Bu
açıklamadan da maksadımız şuna gelmektir:
Araştırmalarıyla tanınmış Avrupa tarihçilerinden Avusturya'lı Hammer
meşhur
"Osmanlı Tarihi"nin otuz beşinci babında İkinci Sultan Selim zamanında
Yemen'in fethi münasebetiyle İslâmiyet'ten önceki Arap tarihine
ilişirken
Fil olayına da şöyle bir fıkra ile değinmiş: "İş bu fil senesinde Habeş
kralı Kâbe üzerine yürürken kuşların askeri üzerine attığı taşlarla,
ihtimal
ki bulaşıcı bir çiçek hast a lığıyle durmaya mecbur olmuştur". "İhtimal
ki "demesi, zikrolunan rivayete işaret eder gibi olmakla beraber, bunu
dışardan taş atmaksızın zuhur eden bulaşıcı bir çiçek hastalığı
ihtimali
gibi ifade etmesi, sonra da "kırılıp helâk olmuştur" demeyip de "dur m
aya mecbur olmuştur" deyip geçmesi olayın önemini gözden kaçırmak
yolunda
kurnaz bir kalem oyunu olmuştur. Bununla birlikte Hammer için bu kadar
araştırma ve taşların atılışını açıklamakla beraber çiçek hastalığını
sadece
bir ihtimalden ileri götürmeyerek gerçeğe oldukça yaklaşması takdire
değer
görülmek gerekir. Fakat Hammer'in bile bir ihtimalden ileri götürmediği
bu çiçek hastalığı sözünü yazıklar olsun ki Abduh çirkin bir tedlis
(hile)
ve teşviş (karıştırma) ile tevatür meyanına karıştırıp, rivayetleri n
ittifak
ettiği sahih bir habermiş gibi ileri sürmeye çalışmış ve güzel bir
başlangıçla
başlayan
sözünü güya bir incelik göstermek üzere mikroplara bulamıştır. Onun
için
burada onun sözlerini gözden geçirerek doğrusunu eğrisini ayıklamak bir
görev olmuştur:
Abduh,
bu
sûrenin tefsirinde evvela diyor
ki: Bu güzel sûre bize şunu öğretiyor: "Allah sübhanehu Peygamberine ve
onun peygamberliğinin ulaşacağı kimselere kudretinin büyüklüğünü ve her
kudretin onun önünde ve onun saltanatına boyun eğdiğini ve onun kulları
üzerinde hükmedici olup onları ondan hiç bir üstünlüğün men
edemiyeceğini
ve hiç bir kuvvetin ona karşı gelemeyeceğini anlatan işlerden bir büyük
işini hatırlatmak, düşündürmek istiyor. O büyük iş de şudur: Bir kavim,
fillerine güvenerek Allah'ı n bazı kullarının emirlerine üstün gelmek
ve
kendilerine şer ve eza eriştirmek istemişlerdir. Allah Teâlâ o kavmi
yok
ederek, hilelerini red, tedbirlerini ibtal ediverdi. Hem sayılarının,
hem
hazırlıklarının çokluğuna güvenirlerken, onlar, kendilerine hiç bir
fayda
vermedi. İşte bu âyetlerden bu mânâ ile yetinip de bunun üzerine ona
bir
tafsilat ilave etmesek mümkün olurdu ve bu kadarı ibret ve vaaz için
kâfi
gelirdi. Nitekim "Uhdud Ashabı"nda bu kadarla yetinmiştik."
Hakikatte
Abduh bu kadarla yetinmiş olsaydı
çok iyi yapmış olur ve tefsirin hakkını vermese de, hiç olmazsa,
yanıltmaya
sebep olmamış ve bu büyük işi küçültmeğe gitmemiş olurdu. Fakat bu
kadarla
da yetinmeyip diyor ki: "Lakin bu sûrede bizim için tafsilata girmek
caizdir.
Çünkü fil olayı b u âyetlerde varid olduğu gibi, haddi zatında bilinen
ve rivayeti mütevatirdir. Hatta onu tarih başlangıcı edinmişlerdi.
Onunla
olayların vakitlerini sınırlıyorlardı. Fil yılında doğdu, fil yılından
iki sene sonra şöyle oldu, diyorlardı. Ve daha bunun gibi..."
Yukarıda
arzettiğimiz vechile fil vakası hakkında
bu söz de doğrudur. Ancak Abduh'un bu ifadesinden sanki tevatür
olmasaymış,
tefsirde tevatür derecesine varmayan sahih rivayetlerle genişçe anlatım
caiz olmazmış ve sanki kendisinin vereceği tafsilat hep mütevatirmiş
gibi
bir mânâ da çıkıyor ki, bunun ikisi de doğru değildir. Zira iman ve
itikat
farz olmak için tevatür şart ise de, itikadın sıhhati ve amelin vücubu
için tevatür şart olmayıp, sahih senet ile sabit olan haberler, ahad
haber
dahi ol s a yeterli delil olabileceği; gerek ibret ve nasihat ve ahlâkî
fazilet ve gerek pek çok tarihi olaylarda olduğu gibi yalnız bilgi
kabilinden
olan hususlarda sıhhati tam ve sabit olmasa bile yalan ve uydurma,
mevzu
olduğu sabit olmayan zayıf rivayetler dah i fikirleri aydınlatmak için
zikir edilmek ve genişçe anlatılmak caiz ve sırf şahsi olan
mütalaalardan
daha iyi ve daha faydalı olduğu hakkında ittifak vardır. İkincisi
göreceğimiz
vechile Abduh yaptığı açıklamada mütevatirle kalmamış, tevatüre karşı
zayıf
ve şahsi görüşü ile delil getirmeye kalkışmıştır. Mütevatir olan kısmı
şöyle özetliyor:
"Bu
olayda
mütevatir olan şudur: Yemen'e galip
gelmiş olanlardan Habeş'li bir komutan şerefli Kâbe'ye tecavüz ve
Araplar'ı
ona hacdan menetmek için, yahut kahretmek ve zelil kılmak için Kâbe'yi
yıkmak istemişti. Bunun için bir hazırlıklı ordu, yani çok kalabalık
bir
ordu ile Mekke'ye yöneldi. Fazlasıyla korkutmak ve kalblere korku ve
dehşet
doldurmak için beraberinde bir fil veya birçok filleri de yanına aldı.
Ö n üne geleni mağlub ederek durmaksızın yürüdü ta Mekke'nin yakınında
Mugammes'e kadar ulaştı. Sonra Mekkelilerle harbetmek için gelmeyip
ancak
Kâbe'yi yıkmak için geldiğini haber vermek üzere elçi gönderdi. Bunun
üzerine
ondan korktular, dağların tepelerine kaçtılar, ne yapacağına
bakıyorlar".
Ne
Ebrehe'nin, ne de Abdülmuttalip hazretlerinin
isimlerini bile kâle almayan bu ifade eksik olmakla beraber doğrudur ve
mütevatirdir. Lakin bu mütevatir cümlesinden göstererek ilave ettiği şu
fıkralara gelince ki:
"İkinci
gün
ise Habeş askeri içinde çiçek
hastalığı ve kızamık yayılıverdi", diyor. Buna mütevatir demek ise
yalan
olmuştur. Gerçi hadise ikinci gün olmuştur. Fakat bu telakki, bu ifade
şekli Abduh'un sırf kendi koymasıdır. Gerek hitaplarda, gerek dillerde
mütavatir olan ancak Kur'ân'ın beyan ettiği vechile kuşlarla taşlanarak
helâk olduklarıdır. Abduh, Allah Teâlâ'nın kudretinin büyüklüğüne
delâlet
etmek üzere zikretmiş olduğunu söylediği ve büyük işlerden bir iş diye
vasıflandırdığı büyük işin mü t evatir olduğu vechile bir olağanüstü iş
olduğunu nedense söylemek istememiş, kil taşından yuvalar yapan
kırlangıçlara
benzer birtakım kuşlara fındık, nohut, mercimek kadar ve kuzuları,
tavşanları,
yılanları ve diğerlerini pençelerine takıp takıp veya gaga l arına alıp
alıp göğe kaldıran kara kuşlara, kartallara, leyleklere benzer bir
takım
kuşlara da insan kafaları kadar ve daha büyük ve daha küçük taşlar
attırabilecek
hiçbir kudret güya yokmuş, güya gökten taş yağdığı görülmemiş gibi bir
zanna düşürecek tar z da bir te'vile sapmayı, o büyük işi adi gibi
göstermeyi
bir fevkaladelik saymıştır. Abduh'un bunu burada tevatür sözleri
arasında
bir hile olarak uydurmuş olduğu şu sözleriyle de sabittir: Zira buna
delil
olarak şöyle diyor:
"İkrime
demiştir ki, bu Arap beldelerinde
ilk ortaya çıkan çiçek hastalığıdır. Yakub b. Utbe de verdiği haberde
demiştir
ki: Arap beldelerinde kızamığın ve çiçek hastalığının ilk görüldüğü o
senedir."
Görülüyor
ki
Abduh ikinci günü Habeş ordusunda
çiçek ve kızamık hastalığı yayıldı, lakırtısını bu iki sözden istidlal
ve istihrac etmek suretiyle kendi fikrinden söylemiştir. Halbuki
yukarda
görüldüğü vechile evvela: Bunlar mütevatir değil, rivayetler içinde
zayıf
birer haberdirler, gösterilmek istenildiği gibi birbirlerini te'y i d
edecek
şekilde rivayet edilmiş de değillerdir. İkinci olarak: Abduh bunları da
rivayet olunduğu gibi söylememiş, her birinin muradını izah eden canlı
fıkralarını kaldırıp birbirine uydurarak nakletmiştir. Gördük ki İkrime
kuşları ve attıkları taşları s ö ylemekle beraber, o taşlar kime isabet
ettiyse çiçek hastalığı çıkarttığını ve bunun ilk görülen çiçek
kastalığı
olduğunu, söylemiştir. İkinci günü taşlar atılır atılmaz çiçek
hastalığının
ortaya çıkıp yayılıvermesi ise ayrıca bir garipliktir. Bunu söylem e k
başka, sadece orduda çiçek hastalığı salgın oluverdi, demek yine
başkadır.
Zira böyle salgının ortaya çıkması için mikropların hayli gün önce
faaliyete
geçmiş bulunması lazımdır.
Bir
de
İkrime, kızamıktan bahsetmemiştir.
Hasbe yani kızamık Yakub b. Utbe'nin sözünde var. O da bunu: "Arap
toprağında
çiçek hastalığı ve kızamığın ilk görüldüğü o sene ve mirar-ı şecer (acı
ağac), harmel (üzerlik otu), hanzal (Ebu Cehil karpuzu), uşerin ilk
görüldüğü
de o senedir, diye haber verildiğini söylemiştir. Bu is e fil
vak'asından
çok, fil senesinde ilk görülen hadiseleri anlatmış olmuyor mu? Üzerlik
ve ebu cehil karpuzu gibi pis yerlerde çıkan zehirli ağaçlar Habeş
ordusunun
kırıldığı anda çıkıvermiş olmayıp o sene zarfında laşelerinin
yerlerinde
çıkmış olacağı gi b i, bu karine (ipucu) ile çiçek ve kızamığın da bu
kabilden
olarak ikinci derecede hadiseler olduğunu anlamak gerekmez mi? Haydi
çiçek
hastalığı bu iki munkatı haberin müşterek (ortak) değeri göründüğü için
bu noktada birbirini tefsir ediyor denilsin ve b u değerlendirme ile
İkrime'nin
sözü tefsir bakımından öbürüne tercih edilsin. O halde onun taşını
kaldırıp,
berikinin kızamığını onun yerine koymak nereden doğdu? Yoksa "hasbe"
kelimesinin
kızamıktan başka çakıl mânâsına da gelmesinden de bir mânâ çıkarıl m ak
mı istenildi? Her ne de olsa mütevatirin yanında İkrime ve Yakub'dan
ileri
gitmiyen bu zayıf ve munkatı bir rivayetten zorlamacasına çıkarılan
böyle
bir mütalaanın bu şekilde bir hile ile konulması ile araya sokulup da
mütevatir
diye gösterilmesi ve ö z ellikle mütevatirden başkasıyla tefsirin
tafsilini
caiz değil gibi kabul ettirmek isteyen başlangıçtan sonra böyle
yapılması
Abduh'un keskin dilini ve kalemini kirleten büyük bir hata olmuştur.
Sonra
da bunlara şunu ekliyor: "Ve bu veba onların cisimlerin i öyle yaptı ki
eşinin vuku bulması nadir olur. Etleri dağılıp düşüyordu. Ordu ve
sahibi
bundan son derece korktu, dönüp kaçtılar. O Habeşli de isabet aldı.
Etleri
devamlı olarak parça parça, parmak ucu kadar düşüyordu. Sonunda bağrı
çatladı
ve San'a'da öldü.
Burada
veba
tabir etmiş. Veba, taun, kolera
demek ise de taun gibi umumi salgın, bela mânâsına kullanmış olacak.
Fakat
şüpheye davet edici olduğu için yerinde değildir. Bu veba tabiri,
rivayetlerin
hiç birinde yoktur. "Eşinin vukuu nadir olur." sözü de kendi
ifadesidir.
Bununla olayın normal çiçek hastalığı veya veba olmadığını söylemiş
oluyor.
Doğrusu bunun bütünüyle eşi görülmemiştir. Bir de rivayetlerde askerin
etlerinin dağılıp düşmesi yoktur. Taşların tepelerinden inip
arkalarından
çıkmaya başladığı ve geldikleri yoldan kaçmak için yol aradıkları ve
her
yolda dökülüp düştükleri ve her durakta helak oldukları vardır.
Ancak
Habeşli
dediği Ebrehe hakkında söylediği
gibi cesedinden isabet almış olup San'a'ya varıncaya kadar eti devamlı
olarak parça parça parmak parmak düşe düşe bir kuş civcivi gibi kaldığı
ve nihayet kalbi parçalanıncaya kadar ölmediği zikredilmiştir. Bunun
ise
gayet şiddetli bir çiçek hastalığı olması mümkün olduğu gibi, bir
frengi
veya eşi görülmedik bir hastalık olması da mümkü n dür. Bunun
arkasından
Abduh bir de şöyle diyor: "İşte bu, rivayetlerin üzerinde ittifak
ettiğidir
ve bu itikad sahih olur."
"İşte
bu"
dediği sözün gelişine göre yukardan
beri buraya kadar verdiği tafsilatın hepsi demek oluyor ki, hiç doğru
değildir.
Bununla Abduh araya sıkıştırdığı çiçek ve kızamık lakırtısını da bütün
rivayetlerde üzerinde ittifak olunmuş gibi göstermiş ve mütevatir olan
kuş ve taş fıkraları kâle alınmaksızın bütün olayın, eşi nadir bir
çiçek
ve kızamık vebasından ibaret olduğuna hükmederek sahih itikad olacağı
iddiasına
kadar gitmiş ve sanki Kur'ân'ın dışındaki rivayetlerin açıklamasında
kuşlarla
taş atılması üzerinde ittifak edilmemiş de İkrime ile Yakub'un
rivayetlerine
bile uygun olmayan, "İkinci gün Habeşi'nin ordusun d a çiçek ve kızamık
hastalığı yayıldı." lakırtısı üzerinde ittifak olunmuş imiş diye itikad
ettirmeye çalışmış, sonra da sûredeki "kuş" kelimesini te'vile
kalkışmış
bulunuyor.
Kendi
kanaati
öyle olabilir. Fakat kanaatini
söylemek başka, rivayete isnat etmek yine başkadır. Halbuki tevatürü
naklederken
kendi uydurduğu şeyini hile ve oyun ile de kalmayıp "İşte bu,
rivayetlerin
üzerinde ittifak ettiğidir." diye herkese karşı isnadda bulunması açık
bir yalan olmuştur.
Halbuki
rivayetin belası, vas'ı (uydurma olması)dır.
Her hangi niyetle olursa olsun metin veya sened bakımından hadis
uyduranların
da yaptıkları budur. Uydurmada gerek doğrudan doğruya metin uydurması
olsun
ve gerekse metni bozmak olsun, gerekse kuvvetliyi zayıfa, zayıfı
kuvvetliye
isnad etme şekliyle senette olsun, hepsi yalandır. Rivayetlerde
söylediği
şekilde mevcut bile olmayan bir sözü müttefekunaleyh (üzerinde ittifak
edilmiş) göstermesi ise böyle bir uydurma olmuştur.
Gerçi
ilminde
yeni keşifler bulmak, yeni münakaşalar
açmak, yeni yollar, kaynaklar aramak; teorilere teoriden, deneylere
deneyden,
nakillere de nakil ve rivayetten tetkik ve tahkik icra etmek;
rivayetlerin
ortak ölçüsünü bulmak, kökünü, aslını istihrac ve istinbat ederek
zayıfı,
kuvvetliyi ayırmak; çarpışma v e ihtilafların anlaşma çarelerini
aramak;
kuvvetine, zafına göre garip olanları seçmek ve onlardan yeni yeni
neticeler
elde etmeye çalışmak şüphe yok ki kötülenmiş değil, övülmüştür, asıl
ilmin
görevi odur. Fakat rivayette doğruluk da o görevin başında ye r almak
gerekir.
Bütün rivayetlerin ittifak halinde kaydettiği ve yukarıda geçtiği üzere
en inatçı düşmanların bile inkar edemediği "kuş gönderme" ve "taş atma"
gibi üzerine ittifak edilen müşterek değer noktasını, "böyle şey olmaz"
gibi yalnız nazariyecil i kle atıp da hiç bir ittisal (bağlantı)i
rivayet
edilemeyen ve bundan dolayı tam bir haber-i vahid bile olmayan munkatı
(kesik) bir tek haberin aklen de garip bir şekilde rivayet edilmiş
bulunan
çiçek hastalığı fıkrasını "bu, üzerinde rivayetlerin it t ifak
ettiğidir"
diye akaidin doğuşuna hediye etmeye kalkışmak bir âlime yaraşacak
şeylerden
değildir. Ve böyle hatalar insan olmak dolayısıyla her âlimde bulunması
tabii olan ictihada ait sürçmeler kabilinden de değildir. Şeyhlik
güvenine
engel olan ehli y et arızalarından olur. Kitabına:
"Ey
Rabbimiz!
Yalnız sana güvendik ve yalnız
sana yöneldik. Son dönüş de yine sanadır. Ey Rabbimiz! Bizi inkâr
edenler
için bir imtihan vesilesi kılma, bizi bağışla. Ey Rabbimiz! Şüphesiz ki
sen çok güçlüsün, hüküm ve hikmet sahibisin. Ey Rabbimiz! Bana
ihsanının
kapılarını açtın, kelâmının sırlarından dilediğini bana öğrettin. Hangi
dil ile sana hamd edeyim? Hangi organla sana şükredeyim? Halktan kabule
hazır olanları irşad için hak ve hakikati beyana senden yardım
diliyorum.
En yüce kelimeyi, senin apaçık kitabının kelimesi; en büyük saltanatı,
peygamberlerin sonuncusu olan efendimiz Hz. Muhammed'in (Allah'ın salât
ve selâmı O'na ve bütün peygamberlere ve dooğru yolda onlara uyanlara
olsun)
yolu kılmanı diliyo r um. Ben de salih amellerde ve güzel davranışlarda
onların izini takip ediyorum. Allahım! Bu mütevazi ve zayıf ümmete,
kendileri
için selamet ve afiyet olan yolu göster, onları doğru yolu gösteren ve
kendileri de doğruya eren kimselere düşman yapma. Onları, sapmış ve
başkalarını
da saptıranlar için bir imtihan vesilesi kılma!" duasıyla başlayan ve
nice
güzel fikirler söyleyen Muhammed Abduh merhumun Allah'ını ve Resul'ünü
sevdiğinde ve "kelime-i ulya" (yüksek kelime)nın Kur'ân-ı Mübin'de
olduğunu
bildiğinde ve ona iman ile hürmet ve hakkı açıklamaya hizmet ederek
halkı
aydınlatmak ve irşad etmek, günden güne Batı'nın sultasına düşerek
ezilmekte
bulunan ümmetini selamet ve afiyetini aramak için çalıştığında şüphe
etmeye
hak yok ise de, onca da "kelime- i ulya" (yüksek kelime) Kur'ân'da
olduğu,
bütün rivayetler de bunu tasdik edici olduğu için ona karşı "esrar
şinas"
(sırları bilici)lık iddiasıyla ortaya atmış olduğu büyük yanlışı
hatırlatmak
da hakkı bilenlerin vazifesi olduğunda şüphe yoktur. Onun bu ko n uda
tek
dayanağı olarak gösterdiği İkrime ve Yakub rivayetleri de söylediği
şekilde
olmadığı yukarıda olduğu gibi defalarca hatırlatıldıktan sonra burada
açık
bir yalan görünen iş bu "bu, rivayetlerin ittifak ettiği husustur"
sözünü
te'vil için söyle n ebilecek tek bir vecih vardır. O da, bu ism-i
işareti
sözünün başından sonuna kadar bütün tafsiline göndermeyip, yalnız
sonundaki
veba fıkrasından berisine ve daha doğrusu en sonunda Habeşi dediği
Ebrehe'nin
isabet alış şekli hakkındaki son fıkraya döndür m ektir ki, onun eti
devamlı
olarak parçalana parçalana dökülerek nihayet San'a'da kalbi çatlayıp
öldüğü
hakkında ittifak vardır demek olur. Gerçi hepsinin helak olup, ancak
bir
kişinin Necaşi'ye kadar giderek haberi yetiştirdikten sonra orada
öldüğü
hakkın d a da bir rivayet varsa da, o da buna pek aykırı denemeyeceği
cihetle
bu son fıkra doğru olur. Bunun, biraz da zaman geçmiş olmak
münasebetiyle
bir çiçek hastalığı olması, muhtemel bulunur. Bununla beraber bu yorum
önceki sözlerindeki yanlışlığı düzeltmeye c eği gibi sözün cereyanına
göre
maksadına da yeterli olmaz. Gerek sûrede ve gerek rivayetlerde üzerinde
ittifak edilmiş olarak sabit ve mütevatir olan "kuş" ve "taş"
fıkralarını
hazfetmekle olayın yalnız çiçek ve kızamık salgınından ibaret olmak
üzere
sahi h itikad olacağı hakkındaki davasına yeterli olmaz. Ve böyle
yanıltıcı
bir ifade ve te'vil ile, sûrenin açıkladığını çığırından çıkararak
tefsir
ve te'vil davasına kalkışmak doğru olmaz. Halbuki onun maksadı bütün
açıklamalarının
üzerinde ittifak edildiği i ddiasıyle şu te'vile gelmek olduğu
anlaşılıyor.
Diyor ki: "Bu sûre-i kerime muhakkak olarak bize şunu açıklıyor ki, o
çiçek
yahut kızamık Allah Teâlâ'nın rüzgar ile göndereceği kuşlardan büyük
fırkalar
vasıtasıyla ordunun ferdleri üzerine düşen kuru taşl a rdan meydana
gelmiştir".
Bu,
apaçık
bir tahriftir. Sûrede böyle bir
beyan yoktur. Bu arada bir rüzgar, bir fırtına da belli olmuştur. Fakat
sûrede ona dair bir beyan olmadığı gibi, kuşların gönderilmesi rüzgara
dayanıyor da değildir. Kuşlar aldıkları bir ilham ve his üzerine
neredeyse
uçar uçar gelirler ve onların nasıl ve ne gibi bir his ve ilham
aldıklarını
bizim için şimdi tayin de mümkün olmaz. Sonra sûrede kelimesi marife
değil
nekredir, değildir. Demek o zamana kadar oralarda tanınmadık garip
kuşlardır.
Hem de "alay alay, fırka fırka" çoktur. "Ebabil'in, büyük fırkalar"
demek
olması doğru, "siccil"e "kuru" (yabis) demek de bir dereceye kadar
doğru,
fakat âyette taşların kuşlar vasıtasıyla yalnız düşüşü söylenmiyor,
kuşların
o taşlarla bilhassa attıkları söyleniyor. Sonra da sûrede ne çiçek
hastalığı,
ne de kızamık ve diğerleri beyan olunmamıştır. Ancak kuşların taşlar
atması
ile fil sahiplerinin derhal "yenmiş ekin" gibi kılınmış oldukları beyan
olunmuştur ki, bunun bir çiçek oluvermesi d e, bir kızamık veya kızıl
oluvermesi
de bir veba oluvermesi de hiç bilinmedik bambaşka bir âfet oluvermesi
de
mümkündür. Tecrübesiz, müşahedesiz aklî ihtimaller inhisar altına
alınmaz.
Göz önünde nice çıbanlar, hastalıklar görülüyor ki doktorlar açıklaması
n ı yapamıyorlar. Bununla beraber, taşlar atılır atılmaz aynı gün
içinde
dönüp kaçacak kadar bir çiçek veya kızamık salgınının meydana
gelivermesi
de zahirin zıddıdır. Zahiri, taşların dış tesiriyle kırılarak delik
deşik,
dökülmüş, helak olmuş olmalarıdır. Çiçek veya kızamık olduysa
kokuşmalarından
doğarak, Ebrehe'de olduğu gibi, sonradan olmuştur. Ve Yakub b. Utbe'nin
nakline göre Arap topraklarında acı ağaçlarla beraber o sene
görülmüştür.
Sûre, insaf ile okununca Abduh'un bu ifadesinde de nas üzerine ila v e
yapmış olduğunu üzüntüyle itiraf etmemek kabil olmaz. Şimdi de bunun
üzerine
şu neticeyi almak istiyor da diyor ki:
"Şu
halde
senin için böyle inanmak caiz olur
ki, bu kuşlar bazı hastalıkların mikroplarını taşıyan sinek veya sivri
sinek cinsindendir ve bu taşlar rüzgarların sevkiyle bu hayvanların
ayaklarına
takılan kuru, zehirli çamurdan olup, bir cesede yapışınca onun cilt
derilerine
girmiş, onda cismin bozulması ve teninin dökülmesiyle nihayet bulan o
cerahatlenmiş
çıbanları fışkırtmıştır. Ve bu zayıf kuşlar Allah Teâlâ'nın insanlardan
helak olmasını istediğini yok etmekte en büyük askerlerinden sayılır.
Ve
şimdi mikrop denilen o zayıf hayvan da onlardan haric olmaz ve o birçok
fırkalar ve toplumlardır ki sayılarını ancak Allah sayabilir".
G
örülüyor ki
Abduh burada kuşları önce bir
sinek, sonra da bir mikrop, taşları da sinek ayağına bulaşacak kadar
bir
toz yapıp çıkmış ve yukarıdan beri rivayetlerden onları kaldırarak ve
nassın
beyanını bozarak döşenişi bu neticeye gelmek olmuştur. Doğrusunu açıkça
herkesin anladığı ve bildiği gibi söyledikten sonra bu münasabetle
mikroplardan
da bahsederek zamanının halkına biraz bilgi vermiş olsa fena olmaz, bir
öğüt de olabilirdi. Allah Teâlâ'nın koca bir Nemrud'u bir sivrisinekle
öldürdüğü meşhur meseld i r. Bununla beraber onun en büyük askerleri
sinekten
ibaretmiş gibi zannettirmek de hatadır. Bütün göklerin ve yerin ordusu
onundur. "Göklerin ve yerin askerleri Allah'ındır." (Feth, 48/7) Gerçi
"tayr", kanadıyla havada uçan demek olduğuna göre sineklere de
söylenebilir.
Lakin rüzgarla sineklerin ayaklarına bulaşacak tozlara taş
denilemiyeceğini,
taşlar atan kuş denildiği zaman da bundan maksat bir sinek
olamayacağını
herkes anlar. Kelamda bu gibi karinelerin delaleti nazar-ı itibara
alınmayınca
da hiç bi r söz anlaşılmaz. Bununla beraber mutlak, şüphe verici olduğu
zaman kemaline sarfedilmiş olacağından örfte mutlak'a tayr denildiği
zaman,
ondan sinek anlaşılmaz. Sinek dilimizde de meşhur olduğu üzere uçsa da
kuş değildir. Bir insan kuş yemeyeceğim diye ye m in etse, sinek
yutmakla
yemini bozulmuş olmaz. Buradaki itikat sözünden maksad, âlemde
sineklerin
veya mikropların varlığına itikad meselesi de değildir. O ayrıca bir
müşahede
ve tecrübe ile herkesin her zaman görülebilmesi mümkün olan şeylerden,
normal b i lgilerdendir. Burada maksad, o tarihî olayda Kur'ân'ın haber
verdiği ve rivayetlerin de görüldüğünü söylediği kuşlardır.
Abduh'un
ifadesinde tevatüren bir tafsil olmadıkça
bunların tafsil ve tayinine itikat etmek caiz olmamak lazım gelirken ve
burada bu kuşların sinek veya mikrop olduğuna dair hiç bir haber de
duyulmuş
değilken, bunların sinek cinsinden olduğuna inanmak nasıl caiz olur?
Sonra
da hiç bir aklî zaruret yokken, o kuşların attıkları taşları,
sineklerin
ayaklarına bulaşmış tozlardır diye t efsir ve inanmaya kalkışmak nasıl
caiz olur? Burada mikroptan bahsetmiş olmak ve bu şekilde de zamana
göre
bir incelik göstermek için sinekleri ve dolayısıyle mikropları
hatırlatmak
üzere ne görülen kuşları unutturmaya, ne de âyetlerin mânâsını eğmeye
lüz
u m yoktur. Sineklere taş attırmayı, kuşlara taş attırmaktan daha makul
göstermekte veya taşlaşmış çamurdan, kil taşından olan görülen taşları
sinek ayağına ilişen görünmez kuru çamur tozdan ibaret diye inandırmaya
çalışmakta, sonra bu tozların bedenlere ya p ışınca deri deliklerine
girişim
fertler üzerine kuru taşların düşüşü diye çapraşık düşündürmekte de bir
mânâ yoktur, olayın ondört asırdır âlemin işitegeldiği ve sûrenin
apaçık
anlattığı gibi alay alay kuşların siccil (çok sert çamur) den attığı
acaib
taş l arla fevkalade durumda ilahi bir fiil olduğu beyan olunduktan
sonra
"yenmiş ekin" teşbihinin içinde kurt yeme hastalığı ve helak olanların
leşlerinin kokuşmaları dolayısıyla mikroplara da işaret
bulunabileceğinden
bahsetmek ve hastalığın tayini iddiasında bulunmaksızın hummalı veya
mikroplu
ve yaygın hastalıklardan herhangi birisi olabileceğini, fakat burada
maksad
onun niteliğini tayin değil, helakın durumundaki fevkalade acaibliği
göstermek
olduğunu söylemek hem doğru, hem de faydalı olurdu. Lakin A b duh böyle
yapmamış, tevatürü tafsil edeceğim derken onu atıp "muhalefet et,
meşhur
olursun" sözü gereğince kimsenin söylemediği bir söz söylemek için
çelişkilere
düşmüştür. Bundan dolayı mukadder soruya güya cevap almak üzere şöyle
diyor:
"Allah
Teâlâ'nın tuğyan edenleri kahretmekte
eserinin kudretinin ortaya çıkması, o kuşların ne dağ başları
iriliğinde
olmasına, ne boğucu Anka çeşidinden olmasına, ne özel renkleri
bulunmasına,
ne de o taşların miktarlarının ve tesirli durumlarının bilinmesine
dayanmaz.
Allah'ın, her şeyden askeri vardır.
"Her
şeyde
onun bir alâmeti vardır.
Onun bir olduğuna delâlet eyler".
"Varlık âleminde bir kuvvet yoktur ki onun
kuvvetine boyun eğmesin."
Evet,
ilâhî
kudretin eserinin ortaya çıkması
sırf onun ilminden, irade ve yaratmasından başka hiç bir şeye dayanmış
değildir. Fakat böyle olması, Abduh'un davasının lehine değil,
aleyhinedir.
Çünkü o, kuşların büyüklüğüne dayanmadığı gibi, sineğe, mikroba,
çiçeğe,
kızamığa da dayanmış değildir. O nasıl dilerse öyle yapar. O halde
sineklerle
çiçek çıkarttıracağım diye uğraşıp durmanın mânâsı yoktur. Ancak şunu
da
hatırlatmak lazım gelir ki, hiç bir şeye dayanmayan Allah'ın kudretinin
eserinin ortaya çıkışını bizim bilmemiz, onun bir dereceye kadar ols u
n niteliğini bilmemize dayanmaktadır. Hiç bir niteliğini tanımadığımız,
işitmediğimiz bir şey bize görünmüş olmaz. Biz her hangi bir şeyi
tanımak
için onu Allah'ın bize açıkladığı vechile bilmeye muhtacız. Onun için
bu
sûrede hepsinden önce nitelik hatırl a tılmıştır. O halde fil ashabı,
fil
olayını tanımak için de Allah bize bu sûrede nasıl bildirdiyse öyle
tanırız
ve öyle itikad eyleriz. Rivayetlerden de derecesine göre alabildiğimiz
tafsilatı alırız. Ne sıhhati, ne yalanı sabit olmayan nalar (eksik)
haber
l ere itikat etmeyerek ihtimal gözüyle bakarız. Sıhhati, senediyle
sabit
olan ve daha kuvvetlisine zıt vesikaya dayanan haberlere de "haber-i
vahit"
bile olsa itikadı vacip saymamak şartıyla inanabiliriz. Lakin
görmediğimiz
ve niteliğine dair bir haber işitmediğimiz, delil denecek bir eser de
bulamadığımız
bir şeyi şahsi bir düşünce ile nasıl bilebiliriz? O halde olayı
görenler,
haber verenler, bütün rivayetler Kur'ân'ın dediği gibi kuşları, taşları
söyleyip dururken ve kuş, taş ne demek olduğu herkesçe malu m ve ilâhî
kudrette bunların hepsi mümkün iken bunları haber verildiği gibi
anlamayıp
ve ihtimal ki bunlarla beraber İkrime'nin dediği gibi bir çiçek salgını
da olmuştur, demeyip de yalnız sinekle çiçek çıkartmaya çalışmakta ve
azgın
bir kavmi helak etmek için yüce yaratıcıyı çiçek ve kızamık maddesine
muhtaçmış
gibi göstermekte maksat nedir? "Kudret ve kuvvet ancak Allah'a aittir."
Böyle iken Abduh, Allah Teâlâ'nın beyanıyla yetinmeyip kanaatince
tesirin
niteliğini tayinde ısrar ederek ve yaratıcıyı m a ddeye muhtaç imiş
gibi
göstererek ve bununla beraber ifadesine biraz daha çeki düzen vererek
sözünü
şöyle özetliyor:
"İşte
Beyt'i
(Kâbe) yıkmak isteyen o azgın
üzerine Allah Teâlâ o kuşlardan onu çiçek veya kızamık maddesini
gönderecek
şeyi gönderdi de Mekke'ye girmeden önce ona da yok etti, kavmini de yok
etti. Bu ise Allah Teâlâ'dan bir nimettir ki, Beyt (Kâbe)ini, dininin
kuvvetiyle
koruyacak Resulünü (s.a.v.) gönderinceye kadar korumak için Harem'inin
ehlini puta tapıcı oldukları halde o nimet ile bürüdü, korudu. Her ne
kadar
o nimet, Allah'dan düşmanlarına, o cürmü ve günahı olmayan Kâbe'ye
tecavüz
etmek isteyen fil sahiplerine inmiş bir şiddetli ceza ise de... İşte
bu,
bu sûrenin tefsirinde üzerine itimad sahih olandır." diyor.
Bu
sözün
içind e "o kuşlardan ona çiçek hastalığı
veya kızamık maddesini ulaştıracak şey gönderdi" fıkrasından başkasına
itimad sahih olabilirse de, o fıkraya itimad asla sahih olamaz. Çünkü
bir
kerre o tefsir değil, usul tabirince "nass üzerine ziyadedir". Metinde
ona h iç delâlet yok. Ne akıldan, ne nakilden onu öyle tayin ve takyit
ettirecek bir delil de yoktur. Siccil (çok sert çamur)den taş, bir
madde
ise de bunun çiçek hastalığı veya kızamığa bir tahsisi yoktur. Lut
kavmi
hakkında da "Çamurdan taşlar." (Zariyat, 5 1/33), "Çamurdan taşlaşmış,
hazırlanmış." (Hud, 11/82) buyurulmuş ve bundan kimse çiçek hastalığı
ve
kızamığa dair bir özellik anlamamıştır. Sonra âyette "irsal"in mef'ulü
iken onu çiçek hastalığını maddesine ve çoğul zamirlerini tekile tebdil
eden bu ifadede çiçek hastalığı ve kızamık maddesi sanki mahluk
(yaratılmış)
değil de kadim imiş ve sanki yüce yaratıcı onu dilediği yerde
yaratamazmış
da çiçek hastalığı ve kızamak yapmak için o maddeyi ulaştırmak mutlaka
şartmış ve sanki asıl fail o maddey m iş de vasıl olduğu yerde muhakkak
onları yapıvermiş gibi üstü kapalı, davaları dahi şüpheye düşürmek
vardır.
Halbuki bizim irademize ait fiillerimiz için zaruri gibi görünen maddi
ve tabii şartlar, Allah'ın fiillerinde ve özellikle tabiatları çeviren
yar a tmaya ait fiillerinde hiç şart olmadığını göstermek bu sûrenin
açık
mazmunu iken ve ilâhî kudretin eseri o gibi şartlara dayanmayacağı daha
demin söylenmiş iken genel olan taşları çiçek hastalığı ve kızamık
maddesine
tahsis ederek maddecilere hoş görünme k için sûrenin mutlak oluşunu
kayıtlamakla
bozan bir fıkraya tefsir diye inanmak nasıl sahih olur? Onun için bu
fıkra
kaldırılıp, onun yerine, âyette olduğu gibi, Allah Teâlâ üzerlerine
bölük
bölük kuşlar gönderip onlara çamurdan taşlaşmış acaib taşlar at t
ırarak
o azgını ve kavmini maksatlarına eremeden yok etti, denilirse sahih
olur
ve ifadenin geri kalanı da ibarenin akışından hasıl olan lazım-ı mânâ
olmak
üzere doğru bir tefsir olurdu. Onun için o fıkra mevcut iken şöyle
demesi
de hiç doğru değildir:
"Bundan
başkası, eğer rivayet sahih ise, tevilsiz
kabulü sahih olmayacak şeylerdendir." Bundan başkası bütün rivayetlerin
ittifak
ettiği üzere, âyette olduğu gibi, kuşların gönderildiğini ve onlarla
taşların
atıldığını yukarıda beyan ettiğimiz te'vilsiz olarak kabul etmekten
ibaret
olan tefsirdir. Bundan ötesi ise tefsiri ilgilendirmez. Nihayet birer
fazladan
tarihî bilgi olur. Abduh'un zayıf bir rivayeti bahane ederek âyetin
nazmını
bozar şekilde yapmak istediği ve kendisinden başka kimsenin söylemediği
te'vile dayanmak, sahihtir deyip de âyeti te'vilsiz olarak kabul eden
ve
mütevatir rivayetlere de uygun olan tefsirleri şayet rivayet sahih ise
te'vilsiz kabulü sahih olmaz diye şüphe ile reddetmeye kalkışması
çelişki
üzerine çelişki olan bir fitneciliğ i dir ki bunu şöyle tamamlamak
istemiştir:
"Bir
de dört
ayaklı hayvanlardan cismen en
iri hayvan olan fil ile üstün olmak isteyen bir kimseyi görüşe açık
olmayan
ve gözle görülmeyen küçük bir hayvan ile kaderin sevkettiği yerde tutup
helak etmek, kudreti büyükleyecek şeylerdendir. Şüphe yok ki o akıllı
katında
bu daha büyük ve daha acaib ve daha şaşırtıcıdır."
Abduh
evvelce
kuşları göze görünecek kadar
bir sinek yaptığı, mikrobu da onların içine kattığı halde son sözünde
sinekleri
bırakarak bakışa açık olmayan, gözle görülmez mikroplardan ibaret gibi
göstermiş ve bu şekilde kudretin büyüklüğü akıllı katında daha çok açık
ve şaşırtıcı olacağını söyleyerek sözüne son vermiştir. Bu söz de
delile
dayanan bir söz değil, şiire ait bir yanıltmadır. Evet, s ade bir file
değil, altmış bin denilen adedi çok bir orduya ve mühimmatına da
güvenen
bir mağruru, küçük bir mikrop ile helak edivermek büyük bir kudretle
olduğunda,
şüphe yoktur. Ve fili de, mikrobu da, her şeyi de yaratan Allah
Teâlâ'nın
alışılmış ve a l ışılmamış her işinde kudretinin büyüklüğü akıllı
katında
sabittir. Bu büyüklüğün mânâsı da "Onun işi, bir şey(in olmasını)
istedi
mi ona sadece "ol" demektir, hemen oluverir." (Yâsin, 36/82) buyurduğu
üzere, dilediği şeyi hiç bir kayıt ve şarta muhtaç o lmayarak bir "ol"
emriyle dilediği gibi yapıveren bir kudret olmasıdır. Ancak görünmezle
yapması batınî kalır, görünürle yapması zahir olur. Onun için Nemrud'un
bir menenjiti, beyin humması bir sinekle mesel olmuştur. Fakat yukarda
da hatırlattığımı z vechile insanlar alışılmış şekilde görünen işleri
normal
görmeye alışmış bulunduklarından dolayı büyütmedikleri gibi, gözle
görülmeyen
ve bakışa açık olmayan mikropları görmeden, bilmeden önce kimsenin
onlardan
haberi olmaz ki, onunla fili, yahut file gü v eneni mukayese etsinler
de
bundan kudretin büyüklüğünü anlasınlar. Böyle bir mukayesede görünen
küçük
bir kuşun üstün gelmesi daha şaşırtıcıdır. Filin sevkedilememesi de
öyledir.
Bin dört yüz sene önce, henüz insanlara mikrobun bildirilmemiş,
gösterilmemi
ş olduğu bir zamanda olayın zahirî sebebi olmak üzere bilmedikleri
mikroptan
bahsedip de onunla fili karşılaştırmaya davet etmeye kalkışmak mânâsız
olurdu. Onda zahiri sebep mikrop değil, ortaya çıkan hastalıktan ibaret
kalırdı. O vakit sûre "Görmedin m i Rabb'ın fil sahiplerine ne yaptı.
Onların
tuzaklarını boşa çıkarmadı mı? Onları, yenilmiş ekin yaprağı gibi
yaptı."
diye üç âyetten ibaret olur ve aradaki iki âyet onlar için mânâsız
olduğu
gibi, bizim için de mikrobu ne kuş, ne de taş tanımadığımızdan d olayı
hiç bir faydası olmaz ve yukarıda söylediğimiz gibi o vakit
Peygamber'in
düşmanları buna karşı bütün hücum yaparlardı. Halbuki file ve orduya
karşı
çıkmak, görünmez şeylerle değil de o fili isyan ettirecek ve uzaktan
yakından
görülebilecek kuşlar ve dolu gibi taşlarla o orduyu helak edivermek hem
akıllı katında ve hem herkesin katında elbette daha açık ve daha
şaşırtıcı
ve daha acaib ve o kudretin bizim gibi tabii şartlarla kayıtlı olmayan
büyüklüğünü göstermekte elbette daha açıktır. O olay gibi bu sûre de
böyle
olağanüstü şeyleri inkar eden ve Yaratıcının kudretini şirk ile
kayıtlamaya
kalkışan azgınlara, dinsizlere karşı açık bir delil göstermek üzere
olayın
gözcüleri huzurunda nazil olmuş, kimse de biz öyle kuş ve taş görmedik
diyememiştir. Ancak o nunla beraber sonradan çiçek ve kızamıktan ve
zehirli
ağaçlardan bahseden olmuştur. İnsaf ile düşünüp de söylemeli ki bu sûre
nazil olduğu zaman bu dili anlayan Arap belagatçi ve şairlerinin ile
den
göze görünmez fırka fırka mikrop veya mikroplu ta ş lar mânâsını
anlamış
oldukları ve bu âyetlere öyle bir mânâ vermiş bulundukları kabul
olunabilir
mi? Bunu olduğu gibi anladıktan sonra, olsa olsa, "yenmiş ekin yaprağı
gibi"den de taze ekin yiyen küçük böcekler, kurtlar, güveler mânâsını
ve
belki de t aşların sonunda bir çiçek kırılışını anlayan olmuştur. Bu
açıklık
karşısında Abduh'un gerek rivayet ve gerek dirayet vesikalarını
kaybedip
eserindeki güzel ve faydalı fikirlerini de kıymetten düşürmesine
acınmaz
mı? Sonra da ona aldanarak âyetini "mikr o plu taşlar attılar" diye
tercüme
eden bazı mütercim (çeviren)lerin aldanışına acınmaz mı? Bu sözlerimiz
iyi niyeti olan irfan ehlinedir. Yoksa garazkarlıkla ne söylediğini
bilmez,
taşları tırtıl gibi kuş tersleri diye alay ederek onunla bir ordunun
korku
d an panik oluverdiğini söz diye söylemekten utanmayan ve Peygamber'i
haşâ
bir hristiyan rahibinin çırağı yapmak için beraberinde Mısır'a ve
İstanbul'a
kadar seyahat ettirmeye çalışan ve Levh-i Mahfuz'u hiyeroglif;
sayfaları,
taşları kuş çakıldağı görmek, g ö stermek isteyen ve yalancılığı yegane
hüner zanneden hümeze lümeze güruhuna Hutame'den başka ne yaraşır?
Hayat
içinde bin dört yüz sene önce olmuş bir olayı bugün şahsi bir kıyas ile
inkar edivermek, masal deyip geçmek kolay gibi görünürse de, onu bir
yan
l ış tutmak için her yönden fırsat gözetip duran çağdaş, gözlemci
düşmanlar
karşısında pervasız haykırmak kolay değildir. O zaman Peygamber'e her
taraftan
hınç püsküren düşmanları bile inkâra ve te'vile sapmamışken bugünkü
dostları
içinde ona inanamayıp da t e'vile kalkışanlara:
"Düşman
kadar
olsun siper et sûret-i hakkı,
Ey dost Hüseyn olmaz isen bari Yezid ol"
denmez mi?
Zira
bu olay
hakkında o zaman söylenmiş olan
şiirler bile onun muhalifler katında da görülmüş ve mütevatir olduğunu
isbat etmeye yeterlidir. Bunların hepsini burada açıklamaya ve saymaya
yer yoktur. Bir kaçını yukarıda zikretmiştik. Burada da meşhurlarından
bir ikisini daha kaydedelim: İbnü Hişam'ın kayıt ve zaptettiği üzere
İbnü
İshak demiştir ki: Allah Teâlâ Habeşliler'i Mekke'den redd ve indirdiği
bela ile karşı karşıya getirince Arap, Kureyş kavmini büyüttü. "Bunlar,
Allah'ın ehli, Allah onlardan dolayı harp yapıverdi, düşmanlarının
hakkından
geliverdi." dediler. Ve şairler birçok şiirler söylediler. Bunlarda
Allah'ın
Habeşliler'e yaptığını ve onların hilesini Kureyş'ten nasıl
reddettiğini
zikrediyorlardı. Bu cümleden olarak Abdullah b. ez Zibara b. Adiy b.
Kays
b. Adıyy şöyle demişti:
"Mekke
deresinden defolun. Çünkü eskiden beri
onun harimine ilişilmez. O haram kılındığı geceler şira yaratılmamıştı.
Yaratılmışlardan ona taarruz edecek bir aziz yoktur. Habeş komutanına
sor
ne gördü, bilmeyenlerine de bilen haber verecektir, altmış bin
yerlerine
dönemediler, hatta döndükten sonra da on l arın hastası yani Ebrehe
yaşamadı.
Onlardan önce de orada Ad ve Cürhüm vardı. Allah, kulların fevkında onu
ikame buyurur".
Ebu
Kays
Saffi b. Eslet b. Cşem b. Vail de
şöyle demiştir:
"Allah'ın
yaptıklarından birisi de Habeşîler'in
fil günüdür, çünkü bütün gönderdikleri sevkiyatları yerinde kaldı,
helak
oldu. Sopaları, çengelleri o filin böğürleri altında idi, burnunu da
yirmişler
yırtılmıştı, kamçısını niğvel; teber şişi yapmışlardı, kastettiklerinde
kafası yarılmıştı, öyle iken dönüp gerisin geri geldiği yola gitti ve
orada
bulunanın hepsi zulme gelmişti, derken Allah üstlerinden bir çakıl
yağdıran
gönderiverdi de, onları kuzuları dürercesine dürüverdi. Bilginleri
sabra
teşvik ediyorlardı, onlar ise koyun gibi bağırıyorlardı"
Haniflerden
Ümeyye b. Ebi's-Saet b. Ebi Rabia
Sahafi de şöyle demiştir:
"Gerçekten
Rabbimizin âyetleri parlaktır.
Onlarla pek kâfir olanlardan başkası mücadele etmez. Geceyi ve gündüzü
yaratmış, herşey aşikar, hesab olunmuştur. Sonra Rabb-i Rahîm gündüze
güneşteki
yaygın ışıkları ile cila verir. Fili Muğammes'te habsetti, hatta sanki
vurulmuş, ayakları kırılmış gibi sürünüyordu. Boyun halkası yere
sürtülerek
ki, tıpkı bir dağın kayası n dan bir kutur düşmüş gibi. Etrafında Kinde
meliklerinden pehlivanlar, harplerde başı dönmüş şahinler vardı. Onu
bıraktılar,
hepsi tarumar oldular, hepsinin bacağının kemiği kırılmıştı. Kıyamet
günü
Allah yanında hanif dininden başka her din helaktedir." ( B u şiiri
söyleyen
Ümeyye b. Ebi's-Salt, müşriklikten, yahudilikten ve hristiyanlıktan
çekilmiş,
bununla birlikte İslâm'a girmeden de ölmüştü.)
Daha
bunlar
gibi birtakım şiirler vardır.
Şu
muhakkak
ki bu olayın en ibret alınacak
noktası, hakka karşı kuvvetlerine güvenerek yalnız zulüm ve yıkmak
maksadıyla
tecavüz için Kâbe üzerine hareket eden ve önüne geleni çiğneyen
saldırıcı
bir ordunun tam Mekke'nin yanına gelip de hedef ve maksadına ulaşmak
üzere
bulunduğu gün karşılarında görünürde insanlar t a rafından hiç bir
karşı
koyma ve müdafaa vasıtaları yokken hatır ve hayale gelmez bir şekilde
bütün
tedbir ve düzenlerinin Allah tarafından dalâlette boğuluvermiş olması,
yani "onların tuzaklarını boşa çıkarmadı mı?" âyetidir. Diğer âyetler,
kuşların akını, taşların yağdırılışı da bunun yalnız Allah tarafından
olduğunu
en açık bir şekilde açıklamak için niteliğiyle ilgili ikinci derecede
âyetlerdir.
Ve bunun böyle fevkalade açık olan icra şeklinden dolayıdır ki, onu
müşrikler
bile yalnız Allah'tan bilm işlerdir.
Fahreddin
Râzî burada, şöyle bir soru sorar:
"Kureyş kâfirleri eski zamandanberi Kâbe'yi putlarla doldurmuş değil
miydiler?
Bu ise hiç şüphe yok ki Kâbe'nin duvarlarını tahrip etmekten daha
çirkin,
daha büyük suçtur. O halde Allah Teâlâ o azabı niçin yıkma kastında
bulunanlara
musallat kıldı da, onu putlarla dolduranlara musallat etmedi?" Sonra da
buna şu cevabı verir: "Çünkü Kâbe'ye putları koymak Allah'ın hakkına
tecavüz,
Kâbe'yi yıkmak ise halkın hakkına tecavüzdür. Bunun benzeri yol
kesenler,
kanuna karşı gelen, katildir. Bunlar müslüman olsa bile şer'an
öldürülürler.
Halbuki kocamış, ihtiyar, kör ve sabih savmea (manastırda ibadete
çekilen)
ve kadın kendi hallerinde iken kâfir iseler de öldürülmezler. Çünkü
halka
zararları dokunmaz".
Bunun
özeti
Allah'ın şeriatında dünyaya ait
ceza, kulların haklarına zarar ve tecavüz dolayısıyladır. Yalnız
Allah'ın
hakkı olan hususta azab asıl ahirettedir, demek oluyor. Bundan başka
yukarıda
izah olunduğu üzere bu hadisenin asıl hikmeti, Allah dininin yayılması
için dünyaya gelmek üzere bulunan Resulullah'ın doğumuna bir başlangıç
ve onun davetine icabet etmeye bir hazırlama idi. Onun için bu sûre,
Peygamber'in
şanında ve ona hitap ile nazil olduktan sonra bunu Kureyş
Sûresi takip
edecektir.
|
|