|
Elmalı Tefsiri
1-
Doğrusu biz sana apaçık bir fetih ihsan ettik. Geleceği
açan; ileride meydana gelecek bir çok fetihlerin başlangıcı olan bir
fetih. Bazı müfessirler bunu, Mekke'nin fethini vaad diye almışlarsa da
çoğu müfessirler bunun Hudeybiye antlaşmasını haber verdiğini
söylemişler. İbnü Abbas, Enes, Şa'bi ve Zühri'den de böyle haber
vermişlerdir. İbnü Atıyye buna "Bu doğrudur." demiştir. Bilinmektedir
ki, fetih aslında açmak yani kapalılığı gidermektir. Bir memleketi
fetih de, Keşşâf'ın açıkladığı üzere harpli veya harpsiz, zorla veya
barışla zafer kazanmaktır ki zafere erişmedikçe kapalıdır. "Sakın
gevşemeyin, üstün olduğunuz halde barışa davet etmeyin." (Muhammed,
47/35) âyetine ters gibi görünen Hudeybiye antlaşmasının bir fetih
olması sahâbeden bazılarına bile gizli kalmıştı. Cenâb-ı Allah, bunun
açık bir fetih olduğunu açıklamıştır. Önce bir fetih olması gerçi
peygamber bunda bir savaş için değil, bir umre niyetiyle hareket etmiş
ve kurbanlıklar göndermişti fakat müşrikler çarpışmayı kurmuşlardı,
şiddetli bir savaş olmamış, fakat iki taraftan ok ve mancınık atışılmış
"O sizi, onlara karşı muzaffer kıldıktan sonra Mekke'nin göbeğinde,
onların ellerini sizden, sizin ellerinizi onlardan çekendir." (Fetih,
48/24) buyurulduğu üzere müslümanlar müşrikleri mağlûb edip diyarlarına
sokulmuşlardı ve barış yapmaya müşrikler istekli olmuşlardı. İkinci
olarak bunun apaçık bir fetih olmasına gelince bu barış ile ilk önce
müslümanlığın dünyada bir devlet olarak varlığı düşmanları tarafından
dahi tasdik edilerek bir anlaşmaya bağlanmış bulunuyordu. Böylece bu,
daha sonra meydana çıkacak devam edecek fetihler zincirinin başı ve
açıcısı olmuş ve bundan sonraki İslâm fetihlerinden herbiri bunun
altında bir şubesi sayılacak bir şekilde vaad edilmiş oluyordu ki
sûrenin başı bunu ilâhî bir dil ile açıklamaktadır. Aslında yine
sûrenin içinde Feth-i karîb, (yakın fetih) diye işaret edildiğinden
bunu pek yakından Hayber fethi takip etmiş, sonra da Mekke fetholunmuş,
sonra da İslâm'ın bütün dinlere galip gelmesi vaad buyurulmuştur. Zührî
demiştir ki: Hudeybiye fethinden büyük bir fetih olmamıştır. Bu sayede
müşrikler müslümanlarla bira araya gelmeye ve sözlerini işitmeye
başlamış ve bu onların kalplerinde yer etmiş ve bunun üzerine üç sene
içerisinde bir çok kimse müslüman olarak İslâm'ın çoğalmasına sebep
olmuştur... Bütün bunlar Muhammed Sûresi'nin başında geçen âyetlerin
hükmünün feyzidir.
2-MÜBİN,
açık, parlak, yahut ilerisini açan gösteren
demektir. Cenâb-ı Allah bu fethin "mübin" olmasının hikmetini şu dört
yönü birleştirerek açıklıyor:
1) Mağfiret,
2) Nimetin tamamlanması, 3) Bir doğru yola
ulaştırma, 4) Benzersiz bir yardım, yani bunların herbirini ayrıca
değil hepsini birden bir hikmet olmak üzere bir "lâm-ı akıbet" ile
şöyle buyuruyor: ki Allah senin geçmiş ve gelecek günahını bağışlar.
Kâdı Beydâvî der ki: "Fetih kâfirlere karşı cihad ile şirkin def
edilmesine ve dinin yükseltilmesine ve noksan şahısların yavaş yavaş
kendi arzu ve istekleriyle olgunlaşabilmeleri için şiddetle
yönlendirilmesine ve zavallı kimseleri zâlimlerin elinden kurtarmaya
çalışmanın bir neticesi olduğu için mağfiret fethe sebep kılınmıştır ki
maksat illet-i gâiyye, yani hikmettir. Demek olur ki buradaki fetih ve
mağfiret Muhammed Sûresi'ndeki "Hem kendinin, hem mümin erkeklerin ve
mümin kadınların günahının bağışlanmasını dile!" (Muhammed, 47/19)
emrine uymanın cevabı ve neticesi olmuştur. Âlûsî der ki: "Fetih
"Doğrusu biz fetih ihsan ettik." diye azamet nûnu ile isnâd olunduktan
sonra mağfiretin "Allah senin (günahlarını) bağışlar." diye ism-i celâl
ile isnad olunması şu inceliğe işaret olabilir ki, fethi yüce Allah
birçok vasıtalar ile mümkün kılarsa da "mağfireti" yüce zâtı doğrudan
doğruya kendisi yapar. Bazıları şunu izah etmişlerdir ki, büyüklerin
kendilerinden biz diye mütekellim maalgayr sigası ile ifade âdetleri,
kendilerinden meydana gelen fiillerin çoğunlukla hizmetkâr çalıştırmak
şeklinde olmasındandır. Buna yardımın "Allah sana yardım eder." diye
ism-i celâle isnad olunmasıyla itiraz da edilmez. "Zâten günahları
Allah'tan başka kim bağışlayabilir." (Âl-i İmrân, 3/135) ve "Yardım
ancak Allah katındadır." (Enfâl, 8/10) gerçeklerine işaret olunmuş
demek daha açık olacaktır. Günahın, geçmişi ve geleceği hepsini
kapsamasından kinâyedir. Bu şekilde peygambere bütün günahlardan
mağfiretle temizlenme ve aklanma tebliğ edilmiştir. Ancak geçmiş tabiri
farz olduğunu hatırlatır. Bunun için burada peygamberden işlenmiş
olması mümkün olan günahın ne olabileceği hakkında görüş
bildirilmiştir. Muhyiddîn-i Arabî gibi bazıları, maksadın ümmetin
günahları olduğunu kabul etmişlerdir. Nitekim "Sen bir şüphedeysen"
(Yunus, 10/94), "Eğer Allah'a ortak koşarsan, amelin boşa gider."
(Zümer, 39/65) âyetlerinde kastedilen, Peygamber'e değil, dolayısıyla
ümmete hitap olunduğunda görüş birliği vardır. Ancak bu tevil, "Hem
kendinin hem mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının
bağışlanmasını dile." âyetine yaraşmaz. Bazıları da demişlerdir ki,
günahın işlenmesi kastedilmeyerek terkibin bütünü muahaze olunmamaktan
kinâyedir Çoğu müfessirlerin görüşüne göre ise vahiy inmeyen
konulardaki ictihadında makamına göre daha uygun olanın tersi şeklinde
olan seçmeleridir ki "Allah seni affetsin, onlara niçin izin verdin?"
(Tevbe, 9/43) gibi ilâhî hitap ile ihtar edilmiştir. Buna günah
denilmesi peygamberlik makamına göredir. Çünkü "İyilerin iyiliği,
Allah'a yakın olanların kötülüğü (gibi)dir." Buradan, bundan böyle
peygamberlik vazifesinin yerine getirilmesinde önceki meşakkat ve
zorlukların ağırlığının kalmayacağına da delil getirilebilir. Nitekim
İnşirah Sûresi'nde "Ağırlığından dolayı belini büken yükünü senden alıp
atmadık mı?" (İnşirah, 94/2-3) buyurulmuştur. Sonuçları ve meyveleri
toplanmaya başlayan görevlerin zorlukları başarı neşeleriyle örtülmüş
olur. Ve üzerindeki nimeti tamamlar. Peygamberlikteki başarısına bir de
mülk eklenilmek gibi dinî ve dünyevî nimetler ihsan eder. Ve seni bir
doğru yola eriştirir Gerek peygamberliğin yerine getirilmesinde ve
gerek devlet başkanlığının resmî işlerini yerine getirmede doğrudan
doğruya Allah'ın rızasına ulaştıran bir doğru yola çıkarır ki bu yol
"İşte böylece sizin insanlar üzerinde şahit olmanız, Resulün de sizin
üzerinizde şahit olması için sizi orta (dengeli) bir millet kıldık."
(Bakara, 2/143) âyetine göre bütün insanlığın örnek nümunesi olmak
üzere İslâmî işlerin düşman etkilerinden uzak olarak yalnız hakkın
uygulaması ve kanunu içerisinde hür irâdeyle idaresi yoludur. Gerçi
istikâmet yani doğruluğun aslı fetihten önce de var ve gidilen yol o
yol ise de, fetihten sonra egemenliğin resmen dışarda ve içerde
tanınmasıyla hidayet ve ilâhî muvaffakiyet başkaca bir açıklık ve
renklilik kazanmıştır ve bundan böyle "Biz onlara âyetlerimizi
ufuklarda ve nefislerinde göstereceğiz." (Fussılet, 41/53) âyetine göre
büyüyüp gelişmek dönemine girmiştir.
3-Onun
için de buyuruluyor ki: Ve Allah seni şanlı bir
zaferle yani benzeri bulunmaz bir yardım ve zafer ile muzaffer ve güçlü
kılar. Bu da "Bütün dinlerden üstün kılmak için" (Tevbe, 9/33, Fetih,
48/28) ifadesiyle açıklanacaktır. İşte bu fetih böyle apaçık bir
fetihtir.
4-
O Allah o yüce zattır ki müminlerin kalplerine o
sekineti indirdi.
SEKİNET,
sükûn ve güven, rahat ve ağırbaşlılık mânâsına
masdardır ki, nefisteki telaş ve heyecanın kesilmesiyle meydana gelen
ve kalp oturması, yürek ısınması, gönül rahatı denilen huzur ve sükûn
hâline veya onun kaynağına isim dahi olur. Sekinetin inmesi yaratılması
ve meydana gelmesi demektir. Şanının yüksekliğine işaret için inzal
denilmiştir. Rağıb der ki: "Allah Teâlâ'nın kuluna nimetini indirmesi
ihsanı demektir ki ya o şeyin kendisini indirmekle olur, Kur'ân'ın
indirilmesi gibi yahut da sebeplerini indirip ona yol göstermekle olur.
Demiri vesâireyi indirmek gibi... Bununla beraber burada kondurmak,
kalplerini sekînete konak ve karargah yapmak mânâsına da olur. Hz.
Ali'den rivâyette de denilmiştir ki "Sekînet müminin kalbine sakin olup
onu güvenli kılan melektir." Sekine hakkında Fütühât-ı Mekki'yenin şu
düşüncesi hoştur: Sekinetin başlangıcı, emri bir yönüyle kapsama
yoluyla düşünmektir. Böyle olmayınca sekinet tam olmaz. İbrahim (a.s.)
"Ey Rabbim! Ölüyü nasıl dirilttiğini bana göster, (demişti). Rabbi ona
"Yoksa inanmadın mı?" deyince, "Hayır! inandım, Lâkin kalbimin mutmain
olması için görmek istedim, dedi." (Bakara, 2/260) itminânı yanı kat'i
güvenmeyi sekine'ye başlangıç yaptı, çünkü ona diriltmenin yönleri
çeşitli gelmişti, kendisini her taraftan çekiştiriyordu. Allah Teâlâ
ona nasıl olduğunu gösterince o çeşitli yönlerden gelen çekiştirmelerle
duyduğu acı ve sıkıntıdan sekinete eriverdi. İşte bu şekilde
istenilenin meydana gelmesi veya elde edilmesinden duyulan kaygı o
istenilen şey hakkında sekinetin başı olduğu gibi korkulan şeylerde de
tam mânâsı ile böyle olur. İnsan böyle imanın şartlarını tamamlayıp
yerine oturtunca haktan o müminin kalbine bir doğuş meydana gelir ki, o
doğuşa zevk denilir. O sekineti o vasıftaki müminin kalbinde o meydana
getirmiştir ki, o sekinet onun için iman edilecek gâib emrin meydana
gelmesine bir kapı ve bir merdiven olsun da onun beraberinde önceki
emrin mânâsına dönerek sükûn yüz gösterip sebeplere alışmış olan
kimselerin sebeplere sükûn ve güveni gibi alışılmış bir sükûn halini
alsın. Bu ise asla gayb'den olmaz; belki zevkten yani müşahededen olur.
Meselâ insanın yanında bir günlük yiyeceği bulunursa o günün vereceği
sıkıntı ve acıya karşı nefis, bir güven bulur. Çünkü yiyeceğinin kendi
mülkünde mevcut olduğunu bizzat müşahede ile görmektedir. İşte iman bu
derecede kendinde mevcut olmuş ise, o sekinet sahibidir. Ve eğer insan,
imanın hükmü altında iken kesin belirlilik kendisi ile çekişiyorsa onda
sekinet meydana gelmemiştir. Şu da bilinmeli ki, kalplerin nitelendiği
mânâlar; bazen Allah Teâlâ onların, kullarından dilediği kimselerin
nefislerinde oluşmasına dışardan bir işaret yapar o işarete de nefiste
oluşan mânânın ismi verilir. Ki o, onun kalbinde meydana geldiğine
işaret olduğu bilinsin. Nitekim İsrailoğulları'nın tâbutunda böyle bir
sekine konulmuştu ki, o bir şekil, o bir sûret idi, ihtilâflı olan
açıklamasına gerek yok, o suretin bir halinden veya hareketinden yardım
mânâsı anlayarak kalpleri onu görünce sükûnet bulurdu, âlâmet olan o
surete de sekine denilmişti. Fakat bilinen sekine'nin yeri ancak
kalptir. Allah Teâlâ, bu ümmet için sekinetin oluşmasına kendilerinin
dışında bir alâmet yapmamıştır. Onlar için, onun kalplerinde
oluşmasından başka bir alâmet yoktur. Bu ümmetin sekineti
İsrailoğulları'nda olduğu gibi dışardan bir delile muhtaç olmaksızın
bizzat kendi nefsinde kendine delildir. Sekinetin kaynağı anlaşıldıktan
sonra kendisine gelelim: Sekinet şu iştir ki, nefis onunla kendisine
yapılan vaade veya kendisinde oluşan bir isteğe gönül hoşluğu ile razı
olur ve o konuda sükûnet bulur. Buna sekine veya sekinet denilmesi
şunun içindir ki, bu meydana gelince nefsin diğer bir yöne olan
esintilerini keser atar, nitekim bıçağa sikkin denilmesi onunla
sahibinin kesecek şeyleri kesmesinden dolayıdır. Ve bu kelime sükûn'dan
alınmadır. Sükûn ise hareketin zıddı olan sabitliktir. Çünkü hareket
bir nakil'dir. Sekinet ise nefsin doyum duyduğu şey üzerine sübut verir
ki, isterse hareket olsun farketmez. İşte sekinetin hakikati budur. Ve
bu ancak bir yoklama veya bizzat görmekle olabilir. Bu sebeple
müminlerin üzerine iner ve inmesiyle onları bulundukları iman
mertebesinden müşahede makamına nakleder. Ve böyle müşahede ile
imanlarını katlar. Ki imanlarına iman katsınlar diye, basit olan imanın
aslında fazla veya noksan olmasa bile yaptırımları arttıkça aslı tevhid
olan iman, bir ağaç gibi kol ve dallarını artıra artıra büyüyüp
serpilerek sonunda istenilen meyvelerini verir. İmanın aslına göre ise
fazlalık ve eksiklik kuvvetlilik ve zayıflık ile açıklanır çünkü asıl
tasdik kemiyet gibi değildir. Ve göklerin ve yerin orduları hep
Allah'ındır. Sekinetin kaynağı olan geniş görgü ile bütün eşyayı Allah
Teâlâ'ya teslime işârettir. Yani gökleri ve yeri tutan yukarda ve
aşağıda var olan bütün kuvvetler O'nundur. Dilediğine dilediği gibi
yardım eder ve işte müminlerin kalbine indirdiği sekinet de O'nun
ordularından biridir. O'nunla cahiliyyenin verdiği öfkeler defedilerek
imanlar artırılır, o sayede haller, iyilikler muvvaffakiyetlerle öyle
büyük fetihler kazanılır. Ve Allah bilendir herşeyi hikmetle yapandır.
Her şeyi ve bütün işleri yüksek ilmi ile bilir ve hikmet ile takdir
edip yönetir.
5-
Bundan dolayı gökteki ve yerdeki bütün orduları da
ilim ve hikmetiyle dilediği gibi kâh birbirine düşürerek, kâh
aralarında barış yaptırarak sevk ve idare eder, şunun için ki
"Müminleri... (cennete) koyar." Buradaki 'ın gibi fetha yahut 'ye veya
'ye bağlı olması ihtimalleri de söylenmiş ise de Zemahşerî gibi
araştırmacıların görüşüne göre 'den anlaşılan ilim ve hikmetin, makama
uygulanmasına ve detaylandırılmasına bağlıdır ki şöyle demek olur: O
orduları yöneten ilim ve hikmetin kollarından birisi de müminlerin
kalplerine sekineti indirip Hudeybiye Andlaşması'na ısındırarak büyük
fetihlere hazırlamasıdır. Bunu böyle yapması da şu hikmet içindir ki,
müminlere ondaki nimetleri tanıtsın, şükrünü yerine getirsinler, sevaba
hak kazansınlar da onları cennetlerine koysun, büyük bir saadet olan en
büyük murada erdirsin.
6-Bundan
hoşlanmayan münafıkları ve müşrikleri de
"Münafık erkeklere ve münafık kadınlara azab eder." buyurduğu üzere
azablandırsın. Münâfıkların müslümanlara zararı müşriklerden daha çok
olduğu için önce onların azaplandırılması söylenmiştir. Allah'a kötü
zanda bulunanlar ki Allah, peygamberine ve müminlere yardım etmez
sanırlar, peygambere ve müminlere kötülük gözetirler, geleceği üzere
"Peygamber ve müminler, ailelerine bir daha dönmeyecekler." (Fetih,
48/12) derler, hatta kendi haklarında da iman edip güzel himmet
besleyip de Allah'tan hayır ve rahmet istemezler. Netice olarak Allah'a
karşı doğru zanda bulunmazlar. Kötülük dairesi, yani fesat girdabı veya
kasırgası başlarına dönesiceler!
7-
Evet göklerin ve yerin orduları Allah'ındır. Bunu iki
defa hatırlatmanın hikmeti hakkında demişlerdir ki, Allah Teâlâ'nın hem
rahmet orduları hem de azap orduları bulunduğuna dair bir uyarıdır. Bu
ikincisinden maksat azap ordularıdır. Nitekim izzet sıfatını hatırlatma
ile "azizen hakimen" buyurulmuştur. Evvelkisi müjde, ikincisi korkutma
olarak zikredilmiştir.
8-Onun
için her iki tarafı toplamakla buyuruluyor ki:
Şüphesiz biz seni bir şahid olarak gönderdik. Fahruddin Râzî der ki:
Burada müfessirler "Resulün de sizin üzerinize şahit olması için"
(Bakara, 2/143) âyetine göre ümmetin fiil ve hareketlerine şahit
demişlerdir. Lâkin uygun olan "Allah, melekler ve adalette sebat eden
ilim adamları şahitlik etmiştir ki..." (Âl-i İmrân, 3/18) buyurulduğu
üzere "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur."' (Muhammed, 47/19) emri
gereğince Allah'ın birliğine şahid demek olmasıdır. Hem de bir
müjdeleyici, hem bir uyarıcı; o şehadeti kabul edip gereğince amel
edenlere müjdeci, etmeyenlere de uyarıcı.
9-Bu
şekilde peygamber gönderilmenin faydasını açıklamak
için de Peygamber'e ve ümmetine hitaben buyuruluyor ki "Allah'a ve
Resulü'ne iman edesiniz ve bunu takviye edip O'na saygı gösteresiniz ve
sabah akşam O'nu tesbih edesiniz." burada bir kaç yönden mânâ vardır:
Bu dört emrin her biri elçilik, şahitlik, müjdeleyicilik ve
uyarıcılıktan her birine terettüp etmesidir. Şöyle ki; peygamber olarak
gönderilme, Allah'a Resulüne imanı gerektirir, şehadet ta'zizi yani
dinine yardım ile güçlendirmeyi; müjdeleme, güzel karşılamayı ve
saygıyı; uyarma da azabdan korunmak için tenzih ve tesbihi gerektirir
veya herbiri bu dördünü gerektirir. Bunların dördünün toplamı birden
öncekilerin herbirine terettüp eder ki bu da ikinci mânâdır. Bu iki
takdirde zamirler hep Allah'a yöneliktir. Diğer bir ihtimâle göre de
zamirleri Peygamber'e zamiri Allah'a yöneliktir ki bu şekilde üzerinde
vakıf vardır yani okurken burada durulur. Mushaflarımızda da buraya
mutlak vakıf işareti olan konulması da bu mânâya göredir.
10-
Muhakkak ki o sana bey'at edenler yalnız Allah'a
bey'at ederler. Çünkü Resule resul olması yönüyle boyun eğmek,
gönderene itaat edip boyun eğmektir. "Kim peygambere itâat ederse,
Allah'a itaat etmiş olur." (Nisa, 4/80) yine Tevbe Sûresi'nde "Allah
müminlerden mallarını ve canlarını... satın almıştır." (Tevbe, 9/111)
âyetlerinin tefsirine bkz.) Bunun indirilmesi biraz sonra geleceği
üzere Hudeybiye'de ağacın altında yapılan rıdvân bey'atı hakkındadır.
Kaçmamaya veya ölüme söz vererek bey'atleşmiş idiler. Fakat mânânın
genel olması gerekir. Allah'ın eli onların elleri üzerindedir, yani
bey'atleşme bir alım satım gibi elele vererek karşılıklı bir antlaşma
ve şartlaşma halinde ise de hakikatta bundan faydalanacak olanlar
onlardır. Çünkü Allah'ın eli onların ellerinin üzerindedir. İbnü Cerir
tefsirinde der ki; bunda iki vecih vardır, birisi: Bey'at yaparlarken
Allah eli onların ellerinin üzerinde demektir. Çünkü onlar Allah'ın
peygamberine bey'at etmekle Allah'a bey'at etmiş oluyorlardı. Birisi
de: Allah'ın kuvveti onların kuvvetinin üzerindedir, demektir.
Birincisine göre cümle, bey'atı tasvir halinde bir te'kid olarak
peygamber, Allah Teâlâ'nın bir elçisi, hükümlerini uygulamaya memur bir
aleti olmak itibariyle Allah'ın bir eli tasvir edilmiş, bir hayal
ettirilmiştir. Çünkü Allah Teâlâ, kendisinden bir cüz olmak mânâsına
uzuvlardan berîdir. İkinci mânâya göre ise istinaf (başlangıç) cümlesi
olarak "yed" kuvvet ve kudret veya nimet mânâsına tevil olunmuştur ki
ikisinin de sonucu bu bey'attan oluşan asıl faydanın bey'at edenlere
ait olacağını açıklamaktır. O'nun için buna ilişkin olarak buyuruluyor
ki: Bunun üzerine her kim cayarsa yalnız kendi aleyhine caymış olur,
her kim de Allah'a verdiği ahde vefa gösterirse O, ileride ona büyük
bir mükâfaat verecektir ki Cennet ve rızasıdır. Orada gözlerin
görmediği kulakların işitmediği ve insan kalbine henüz düşmemiş şeyler
vardır.
11-14-
"Yakında
a'rabilerden geri kalmış, olanlar sana
diyecekler." A'rab: Bedevi'ler. Tevbe Sûresi'ndeki "A'rabiler küfür ve
nifak bakımından daha şiddetlidir." (Tevbe, 9/97 âyetinin tefsirine
bkz.) Rasulullah (s.a.v) Hudeybiye senesi Umre için Mekke'ye gitmek
istediği sırada Kureyş'in bir hücumu veya mani olması ihtimaline karşı
Cüheyne, Müzeyne, Gıfâr, Eşca, Düil, Eslem kabilelerinin dahi seferber
olarak beraber hareket etmesini istemiş ve maksadı harp olmadığını
anlatmak için yanında kurbanlık hayvanlar da götürmüştü. Bu adı geçen
bedevi kabileler karşısında Kureyş, Sakif ve Kinâne ve Mekke'ye komşu
Ehâbîş denilen kabileler gibi büyük bir düşman görerek gitmekten
çekindiler, henüz iman kalplerinde yerleşmemiş olduğu için Resulullah
ile beraber gitmeyip kaldılar, Muhammed ve Ashabı bu seferden geri
dönmez dediler. İşte burada Cenâb-ı Allah bunların bu sözlerini ve
edecekleri itirâzı Resulüne, henüz kendilerine ulaşmasından önce
bildirmiş ve öyle de olmuştur.
15-
O geri kalanlar yani yine o adı geçen bedevîler siz
ganimetleri almak için gittiğinizde, diyecekler. Rivayet edilir ki
Allah Teâlâ peygamberine Hayber Gazâsı'nı emredip fethini vaad etmiş ve
oraya giderken o A'râbîlerin şöyle diyeceklerini de haber vermiş ve
öyle de olmuştur. Önce gitmediklerine pişman olarak a'râbiler o vakit
diyecekler bırakın bizi size ittibâ edelim ardınızca gidelim, böyle
demekle Allah'ın kelâmını değiştirmek isteyecekler. Çünkü Allah Teâlâ o
ganimetleri bilhassa Hudeybiye'de bulunanlara vaad etmiş iken onlara
katılmaya kalkışarak Allah'ın vaadini değiştirmek isteyecekler. De ki
siz bize asla ittibâ etmeyeceksiniz, yani biz o ganimetlere giderken
asla arkamızdan gelmeyin bundan önce yani siz ittibâ'ya hazırlanmadan
önce Hudeybiye dönüşünde Allah hakkınızda böyle söyledi buna karşı da
diyecekler ki hayır bize haset ediyorsunuz, size ganimette ortaklık
edeceğiz, diye kıskanıyorsunuz. Hayır iyice anlamıyorlar, ancak pek az
bir anlayışları var, meselenin fıkhını, ilâhî yönünü anlayacak bir
halde değiller, ancak dünyaya ait az bir anlayışları var, ganimet
denilince gelmek isterler de ganimete ne ile, ne hak ile erişilir,
peygambere karşı nasıl bir lisan kullanılır, bilmezler; cehâletle haset
ediyorsunuz derler. Tekid-i nefi şeklinde ile tabi olmayı yasaklayan
"Bize tabi olmayacaksınız." yasaklamasının ebedi olmadığına ve ganimete
ermek hakkının ancak Allah yolunda çarpışmakla elde edileceğine tenbih
ve gelecekteki olayları haber vermek için buyuruluyor ki:
16-
De ki o geri kalan A'râbilere: Siz ileride şiddetli
güç sahipleri yani kuvvetli harp ehli çetin bir kavme karşı davet
olunacaksınız, onlarla harp için çağrılacaksınız. Bazıları bu kavmin,
Müseyleme'nin kavmi olan Beni Hanife olduğunu rivâyet etmişlerdir ki bu
davet, Hz. Ebû Bekir zamanında oldu. Bazıları da Fürs diye rivayet
etmişlerdir ki; Hz. Ömer Medine, Cüheyne, Müzeyne A'rabını Faris
harbine davet etmişti, diğer bazıları da Rum demişlerdir ki bu davet de
Mute ve Tebük gazvelerinde Hz. Peygamber tarafından başlamıştır. Ebû
Hayyân der ki, bu görüşler hasr için değil, misal yoluyla söylenmiştir.
17-Önce
ve sonra uygunsuzluk konusunda mazereti olanlar
için de buyuruluyor ki âmâya, yani köre vebal yoktur yani gitmek için
sıkıştırma yoktur kör, topal, hasta geri kalabilir, bunlar
özürlüdürler. Bununla beraber yasaklanmış da değillerdir. Kendi
arzularıyla gidebildikleri takdirde kendilerine mâni de olunmaz.
Başkalarına yük olacak derecede olmamak şartıyla karşı koymak yönünden
sevaba bile erişirler. Nitekim İbnü Ümmi Mektûm (r.a.) hazretleri a'mâ
olmakla beraber Kadisiyye savaşlarının bazısında bulunmuş, bayrak
tutmuştu. Ebû Hayyân Bahir'de der ki: Eğer müslümanların etrafı
çevrilirse cihâdın farziyyetinde güç ve yeteri kadarıyla onlar da
görevlidir.
Geri
kalanları ve özürlüleri andıktan sonra samimi
müminlerin halini açıklamakla buyuruluyor ki:
18-
"Andolsun ki o ağacın altında sana bey'at ederlerken
Allah, müminlerden razı olmuştur." İşte yukarıda adı geçen bu bey'at,
Hudeybiye de yapılan ve bu âyet sebebiyle Allah Teâlâ'nın rızasıyla
müjdelenmiş olduğundan dolayı Bey'atü'r-Rıdvân ismi verilmiş olan
bey'attır. Kıssayı tefsirciler şöyle özetlemişlerdir. Resül-i Ekrem
(s.a.v.), Hudeybiye'ye indiğinde Huzâîler'den Hıraş b. Ümeyye'yi Sa'leb
adındaki devesine bindirip Mekke'lilere gönderdi. Harp niyetinde
olmayıp yalnız Kâbe'yi ziyaret ve Umre için geldiğini bildiriyordu,
bunu varıp onlara söyleyince deveyi vurdular, kendisini de öldürmek
için hücum ettiler fakat Ehâbiş araya girip kurtardılar. O da gelip
durumu Resulullah'a haber verdi, Bunun üzerine Resul-i Ekrem (s.a.v)
Hz. Ömer'i göndermek için çağırdı: Hz. Ömer (r.a.) ya Rasulullah! dedi;
onlar benim kendilerine olan hiddet ve düşmanlığımı bilirler. Ben
onlara güvenemem, şayet bir ezaya uğrarsam Mekke içinde beni savunacak
hısımlarım Adiy oğullarından kimse yoktur. Bundan dolayı Osman b.
Affân'ı gönderseniz, orada onun akraba ve taallukatı çoktur, hem onu
severler, irâdenizi o bildirebilir. Bunun üzerine Resulullah Hz.
Osman'ı çağırdı, Kureyş'e gönderdi "Biz onlarla muharebeye gelmedik,
yalnız ziyaret ve Umre için geldik, bunu haber ver ve kendilerini
İslâm'a davet eyle!" dedi ve Mekke'de imana gelmiş bir kısım erkeklere
ve kadınlara varıp fethi müjdelemesini ve Allah Teâlâ'nın dininin
yakında Mekke'de ortaya çıkacağını haber vermesini de emretti. Bu
suretle Hz. Osman, Kureyş'e gitti, kendisini Ebân b. Said b. Âs
karşıladı, hayvanından indi, onu bindirdi ve kayırdı (himayesine söz
verdi) böylelikle Kureyş'e vardı, emrolunduğu haberi bildirdi, dediler
ki: "İstersen sen beyti tavâf et fakat hepinizin üzerimize gelip
girmeniz olmaz ona yol yok!" Hz. Osman (r.a.) "Resul-i Ekrem (s.a.v.)
tavaf etmedikçe ben tavaf edemem." dedi. Bunun üzerine onu alıkoydular,
göz hapsinde tuttular, beriden ise Resulullah'a ve müslümanlara "Osman
katlolunmuş." diye duyuldu. Bunun üzerine Peygamber (s.a.v.), "O
kavimle çarpışmadan gitmeyiz." dedi ve Peygamber (s.a.v.)'in nidâcısı
şöyle çağırdı: Haberiniz olsun ki Resulullah'a Rûhu'l-Kudüs indi de ona
bey'ati emretti, hemen çıkın Allah Teâlâ adına Peygamber'e bey'at edin.
Derhal müslümanlar fırladılar ve Resulullâh'a bey'at ettiler. Bu bey'at
bir ağacın altında olmuş idi ki bir "semûre" ağacı idi. Denilmiştir ki,
Resulullâh ağacın dibine oturmuştu dallarından bir dal sırtının üzerine
geliyordu, Abdullah b. Mugaffel (r.a) demiştir ki: Ben baş ucunda
dikiliyordum ve elimde ağaçtan bir dal vardı, koruyordum dalı sırtından
kaldırdım. Önünde ölmek ve kaçmamak üzere kendisine bey'at ettiler,
Resulullah onlara "Siz bugün dünya ehlinin en hayırlısısınız." buyurdu.
Müslim ve diğerlerinde rivayet edildiği üzere Cabir b. Abdullah (r.a.)
"Biz Resulullah'a bey'ati kaçmamak üzere yaptık, ölüme bey'at etmedik."
demiştir. Buhari'de Seleme b. Ekvâ (r.a)'tan da şöyle rivayet
edilmiştir: Ben Resulullah'a ağacın altında bey'at ettim, demiş ne
üzerine bey'at ettiniz denildiğinde de, kaçmamak üzere demiştir.
Müslim, Ma'kıl b. Yesâr'dan da: Bey'at ederlerken Resulullah'ın
yüzünden ağacın dallarını tuttuğunu rivayet etmiştir. İlk bey'at eden
Ebu Sinan-ı Esedî olmuştur ki Ukaşe b. Muhsin'in kardeşi Vehb b.
Muhsin'dir. Beyhakî'nin Delâil'inde, Şa'bi'den rivayetine göre, bu zat
Hz. Peygamber'e "Elini uzat sana bey'at edeyim" dedi. Hz. Peygamber "Ne
üzerine bey'at edeceksin." buyurdu. "Nefsindeki ne ise onun üzerine."
dedi. Müslim'in rivayet ettiği Cabir hadisinde: Hz. Câbir: "Biz
Peygamber (s.a.v)'e bey'at ettiğimizde mübarek ellerini Ömer (r.a.)
tutuyordu" demiştir. Fakat bu, bey'atın sonlarına doğru olduğu
anlaşılıyor. Zira Sahih-i Buhari'de Nafi'den: Ömer (r.a.) Hudeybiye
günü oğlu Abdullahı, Ensar'dan bir kimsenin yanında bulunan atını,
üzerinde savaş yapmak üzere getirmeye göndermişti, Resulullah (s.a.v.)
ağacın yanında bey'at alıyor, Ömer bilmiyordu, Abdullah bey'ati yaptı,
sonra gitti, atı getirdi, Ömer (r.a.) savaş için zırh giyiyordu.
Kendisine Resulullah'ın ağaç altında bey'atleştiğini haber verdi, hemen
beraber gitti Resulullah'a bey'at etti." diye de rivayet edilmiştir.
Demek ki ondan sonra Hz. Ömer, Resulullah'ın yorulmaması için mübarek
elini tutmuştu. Bir de Resul-i Ekrem (s.a.v.) sağ elini öbür eline
vurup bu da Osman'ın bey'ati demişti, müşrikler bu bey'ati işitip
korktular ve Hz. Osman ile müslümanlardan bir topluluğu da
salıverdiler, bu Bey'at-i rıdvan'ı yapan müminlerin adedi en sahihi
rivayete göre bin dört yüzdür. Binbeşyüz kadar ve daha fazla
rivayetleri de vardır. Denilmiştir ki birinde küçükler ve tabiler
sayılmamış, diğerinde hepsi sayılmıştır, orada olanlardan hiç bey'at
etmeyen kalmamış yalnız Cedd b. Kays adında bir münafık devesinin karnı
altına gizlenmiş kalmış idi. Nâfi'den rivayet edildiğine göre altında
bey'at yapılan semüre ağacına daha sora insanlar gidip yanında namaz
kılar olmuşlardı. Hz. Ömer işitti, o ağacın kesilmesini emrediverdi,
henüz cahiliyye âdetini unutmayanların fitneye tutulup Allah'tan
başkasına ibadet etmesinden sakınmıştı. Hz. Peygamber (s.a.v.)'den
hadiste geçmiştir ki; "Rıdvan bey'atinde bulunan kimse ateşe girmez."
Bu âyette de yemin ile "Allah razı oldu." buyurmuştur. Ebu Hayyân der
ki: Burada rıza üzerlerine nimetlerin açıklanması manasına ilâhî
sıfattır. Zati sıfat değildir. Çünkü "Sana bey'at ettikleri zaman..."
diye zaman ile kayıtlanmıştır. Netice olarak; ism-i celiline yemin
olsun ki Allah, o müminlerden hoşnut oldu o ağacın altında sana bey'at
ederlerken çünkü kalplerindekini bildi, doğruluk ve samimiyetlerini ve
müşriklerin hareketlerine karşı üzüntü ve heyecanlarını bildi de
üzerlerine o sekineti indirdi, sulha yatıştırdı. Ve onları yakın bir
fetihle mükâfatlandırmıştır. Mekke'den dönüşte Hayber'in fethini
kendilerine bir mükâfat olarak vaad etti. Bir de harpsiz olarak Hecr
arazisi fetholunmuştu ki, bir çok zaman hâsılâtından faydalandıkları
güzel bir fetihtir. Hasan-ı Basrî; "yakın fetih"ten maksadın, bu
olduğunu söylemiştir. Diğerleri ise Hayber demişlerdir.
19-
Elde edecekleri bir çok ganimetler de mükâfat
verildi. Bu çok ganimetler, Hayber ganimetleridir ki atlıya iki hisse
yayalara bir hisse, olarak paylaştırılmıştır.
20-
Daha Allah sizlere bir çok ganimetler vaad buyurdu
ki onları alacaksınız. Bunlar da kıyamete kadar müslümanların fetihleri
ve alacakları ganimetlerdir. Şimdilik bunu size peşin verdi. Vaad
edilen birçok ganimetlerden önce Hayber ganimetlerini acilen verdi. Ve
sizden insanların ellerini çekti. Hayberliler'in müttefikleri olan Eset
ve Gatafan kabileleri onlara yardım etmek istediler de korkup kaçtılar.
Hudeybiye andlaşması ile Kureyş'in de eli çekildi, Hendek vakasında
olduğu gibi müslümanlara saldırmak isteyen düşmanların güçleri kırılıp
bundan sonra İslâm devletinin güvenlik bölgesine girdi. Hem de
müminlere bir işaret, gelecekte vaad edilen fetihler ve savaş
ganimetlerinin gerçekleşmesine bir görüntü ve işaret olsun ve sizi
doğru bir yola iletsin, muvaffak kılsın ki o yol tek başına ve bağımsız
olarak Allah'a ve Allah'ın nimetine güvenme yoludur.
21-
Bu peşin'den başka diğer bir ganimeti daha isabet
ettirdi ki ona henüz gücünüz yetmedi, yani daha elinize geçmedi Fakat
Allah onu muhakkak surette kuşattı, yani zaferinizi takdir etti ve
kesin olarak vaad etti, müminler için korumaktadır ki bu da Havazin
veya Faris ganimetleridir. Daha da Allah herşeye kadirdir. Onu
verdikten sonra daha neler neler verebilir.
22-
Ve eğer o küfredenler sizinle savaşsalardı, yani
Mekkeliler andlaşma yapmayıp sizinle savaşsalardı. Muhakkak arkalarına
dönüp kaçacaklardı, çünkü Allah, sizin bey'atinizden hoşnut olmuş ve
topluluğunuzu takdir etmiş idi, onun için kaçacaklardı. Sonra da ne
koruyacak bir dost ne de öc alacak bir yardımcı bulamayacaklardı.
23-
Allah'ın öteden beri süregelen kanunu, adeti böyle
yani O'nun peygamberi'nin galip gelmesi eski ümmetlerden beri cereyan
edegelen bir adetidir. Sen de Allah'ın kanununda asla bir değişiklik
bulamazsın, fakat sulh sayesinde onlardan da bir çoğuna iman nasip
olarak kurtulacaklardır.
24-
Mekke'nin göbeğinde size onların üzerine bir zafer
verdikten sonra ellerinizi çekti. Bu zafer nasıldı? Önce: Müslümanların
Hudeybiye'ye kadar varıp da orada ordu kurmaları bile bir zaferdi.
Çünkü Halid b. Velid iki yüz kadar Kureyş atlısının kumandanı olarak
Kürâi Gamim'e kadar gelmişti, ashaba yaklaşmak istedi, Resulullah,
Abbâd b. Bişr'i görevlendirdi o da atlıları ile ileri vardı,
karşılarında saf tuttu, öğle vakti olmuştu, Resulullah korku namazı
kıldı, Halid çekildi, gitti, Resulullah da yolu sağ tarafta yokuşa
durup Hudeybiye'ye kadar vardı, diye haber verilmiştir. İkinci olarak;
Tirmizî ve daha başkaları Hz. Enes'ten rivayet etmişlerdir ki; seksen
kişi sabah namazı vakti, peygamberi öldürme niyetiyle Ten'im dağı
tarafından peygamber ve ashabının üzerine inmişlerdi, yakalandılar
sonra da Peygamber onları serbest bıraktı. Bir de bu âyetin Mekke fethi
hakkında olduğuna dair İmam-ı Âzam Ebu Hanife hazretlerine dayandırılan
bir söz vardır.
25-Öyle
zafer elvermişken el çektirmenin hikmeti
açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Onlar o kimselerdir ki küfredip
sizleri Mescid-i Haram'dan ve bekletilen o kurbanlık hediyeleri, yerine
yani kurban edilmesi helal olan yerine, Minâ mevkiine varmaktan men
ettiler. Bundan dolayı azab ve kötü akıbete layık idiler, bu hediyeler
yetmiş adet kadar vardı. El çektiren sebebe gelince Eğer onların
arasında bir kısım imân etmiş erkekler ve imân etmiş kadınlar bulunmasa
idi ki siz onları bilmiyordunuz, şahıslarıyla tanımıyordunuz. Eğer
onları bilmeyerek çiğnemeniz çiğneyip, de o yüzden size bir vebal
gelecek olmasa idi; müminin hata ile öldürülmesinden dolayı keffâret ve
diyet gibi bir sorumluluk veya dindaşı öldürmek gibi düşman nazarında
ününüze leke getirecek veya vicdan azabı verecek bir gürültü patırdı
veya günah olmasa idi...
MEARRE: Uyuz
hastalığı gibi rahatsız eden maddi veya
mânevî dert ve zorluk veya borç ödeme ve günah demektir. Burada
bazıları diyet, bazıları keffâret, bazıları günah, bazıları da
kâfirlerin serzenişi veya vicdanda acı ve sıkıntı ile tefsir
etmişlerdir. İbnü Atıyye der ki; günah ve diyet sözleri zayıftır, çünkü
dar-ı harp'de imanı gizli olan bir müminin öldürülmesinde günah ve
diyet yoktur... Keffâret hakkında da imamların ihtilâfı vardır. Âlûsî
şunları kaydetmiştir: Fusûl-i İmâdiye'de Fıkıh'a dair
Te'sisü'n-Nazar'dan naklen şöyle zikreder: Bizim ashâbımız yani
Hanefiler demişlerdir ki, dâr-ı harb, şüpheler ile düşenlerin vücubunu
men eder, zira bizim hükümlerimiz onların yurdunda geçmez, onların
yurtlarının hükmü de bizde geçmez. Şâfiîlere göre ise dâr-ı harb "Şüphe
ile düşen şeylerin" varlığına mani olmaz. Bunun açıklaması: Bir harbî
dâr-ı harb'de Müslüman olsa da eman ile kendi yurtlarına girmiş olan
bir müslümanı öldürse bize göre kısas da, diyet de yoktur. Şâfiîlere
göre ise kısas vardır. Bunun gibi iki müslüman eman sahibi olarak dâr-ı
harb'e girseler de birisi diğerini öldürse yine hüküm böyledir: bizce
kısas yok, Şâfiîlerce vardır. Sonra Ebû Hanife, Ebû Yusuf ve Muhammed
arasında ihtilaflı bir mesele de zikretmiş de demiştir ki, iki esirin
birisi arkadaşını dâr-ı harb'te öldürse Ebû Hanife ve Ebû Yusuf'a göre
ona keffâretden başka bir şey gerekmez. Çünkü esir onların elindedir,
ehl-i harb'ten birisi gibi olmuştur. Fakat İmâm-ı Muhammed'e göre diyet
vacip olur. Zira esire kendi nefsinin hükmü vardır. Yalnızca kendi
nefsindeki hükme itibar olunur... Kâfi'den de şu meseleyi nakleder: Bir
kimse dâr-ı harp'te müslüman olmuş da bize hicret etmemiş bir müslüman
da onu bilerek veya hata ile öldürmüş ve onun orada müslüman varisleri
de bulunmuş olsa eğer kasten öldürmüş ise bir şey ödemeye mecbur olmaz,
hata ile öldürmüş ise keffâreti ödemesi gerekir, diyeti değil.Zemahşerî
şöyle der: Onları bilmeyerek öldürdüklerinde
isabet edecek vebal ve zarar nedir? dersen derim ki: Diyet ve
keffâretin vücubu ve dindaşlarını bilip ayırmayarak bize yaptıklarını
yaptılar, diye kâfirlerin kötü sözleri, bir de biraz kusur var ise
günah var, demektir. Ancak diyetin vacip olması dâr-ı İslâm'da veyahut
"Eğer kendileriyle aranızda andlaşma bulunan bir toplumdan ise..."
(Nisâ, 4/92) kaydıyla kayıtlı olduğu unutulmaması gerekir.
Tefsirciler
derler ki, burada icaz hazif vardır. 'nın
cevabı kelâmın delâletiyle hazfedilmiştir ki demektir. Yani o iman
edenler olmasa idi "onlardan ellerinizi çekmezdi." Bununla beraber
Zemahşerî der ki: ile bir mânâya yönelik olmak itibarıyla bir tekrar
gibi olup 'nın cevab, olması da caiz olur... Keşşaf'ın haşiyecisi İbnü
Münir Ahmed de bunu teyid ederek şöyle der gerçi bir vücuddan dolayı
çekinmeye delâlet etmek itibarıyla aralarında zıtlaşma varsa da burada
ya dahil olmuş, çekilme de olmamaya dönük olduğundan mânâ yönünden
birleşmiş olurlar. Dedem merhum bu ikinci vechi uygun bulur ve buna
"tatrie yani tazelemek" derdi ve çoğunlukla söz uzayıp öncesi
uzaklaşarak sonunun başlangıca reddine ihtiyaç meydana geldiği zaman
yapılır. Bazan aynı lafız ile bazan da onun mânâsını yerine getirecek
diğer bir lafızla tazelenir. Bunun bir çok misâli geçmiştir... Bu
vecih, haziften kurtulduğu için bizim de hoşumuza gider gibi ise de
çokları öncekini tercih ediyorlar. Aslında şu cümlenin cevab ile
bağlantısı da tercihin sebeplerinden sayılır. Allah dilediğini
rahmetine eriştirmek için, bu cümle sözün gelişinden anlaşılan ve
âyetin konusu olan mânâya bağlıdır ki mantık tabirine göre kaziyye-i
şartıyyesi'nin istisnai mukaddimesine illettir. Bu istisnâya mahzuf
olan cevabın zıddını istisnâ eden hükmü kaldırıcı bir mukaddimedir.
Mânâ şöyle demek olur: Yani "O iman eden erkek ve kadınlar... bulunmasa
idi ellerinizi ondan çekmezdi fakat ellerinizi onlardan çekti, çünkü
Allah dilediğini rahmetine koyacaktır." Bu mânâya göre cevabın burada
takdir edilmiş olması gerekir. Bizim bir düşüncemize göre ise burada
sözün asıl konusu olan istisna edilmiş olan tali derecedeki
mukaddimenin değil de mukaddemin zıddını istisna ederek mânâda hüküm
koyucu mukaddimeye yönelik bir hükmü kaldırıcı mukaddime olmak üzere
takdir etmek 'nın konulmasına daha uygun olacaktır. Çünkü geçtiği üzere
'nın konulması dahil olduğu şeyin varlığından dolayı cevabının
çekinmesini ifade etmektir. Buna göre mânâ şu olur: Eğer o iman
edenler... mevcut olmasa idi.. fakat mevcut oldular, çünkü Allah
dilediğine rahmetine koyacağı için onların imanlarını dilemiş idi.
Dolayısıyla o yüzden size bir vebal gelmesin diye ellerinizi onlardan
çekti. Kadı Beydâvî'nin burada "Yani bunlar, Allah'ın dilediği kimseyi
rahmetine sokması için oldu." diye tefsir etmesi bu mânâyı andırır. Bu
mânâya göre cevap, sonraya bırakılmış olacaktır. Şu da bir tekrarlama
değil, daha çok bir açıklamadır: "Çekilebilselerdi" cemi' müzekker
zamirleri, erkek ve kadının birarada olması halinde ikisini de
kapsadığından burada da mümin erkek ve mümin kadınların hepsi
kastedilmiştir. Bununla beraber, müminler ve kâfirlerin hepsine hitap
olması ihtimali de söylenmiştir. Tezeyyül, fark ve temyiz yani ayrılıp
seçilmek demektir. Yani o mümin erkeklerle mümin kadınlar, kâfirlerin
içinden ayrılıp da çekilebilseler, çiğnenmeksizin oradan ayrılıp sizden
tarafa geçebilselerdi, yahut kâfirlerle müminler fark edilebilselerdi
onlardan yani Mekke halkı içinden küfredenleri elbette acı bir azab ile
azablandırırdık; ya öldürülürlerdi ya da esir edilirlerdi.
26-
O vakit ki o küfredenler kalplerinde o taassubu
kaynatmıştı. Burada in yukarıdaki ya veya mukadder kelimesine taalluku
dahi uygun bulunmuş ise de görünen ve yakın olan ya müteallik
olmasıdır.
HAMİYYET,
namus gayretiyle kızmak, bir şeyden arlanarak
vazgeçmek, demektir. Ragıb der ki: Öfke kuvveti kabarıp çoğaldığı zaman
hamiyyet denilir. "Filana karşı hamiyyete geldim." kızdım demek, ona
öfkelendim demektir... O cahiliyye hamiyyeti, cahiliyye milletinin
hamiyyeti veya cahiliyyet hamiyyeti yani cahillik hamiyyeti veya
cahilane hamiyyet ki, yerinde olmayan mânâsız hamiyyet yahut hakkı
kabule mani olan hamiyyet. Nitekim yazılmasını istememişler. "Allah'ım
senin adınla." yazılsın demişlerdir. "Resulullah denilmesini kabul
etmemişler, Kâbe'nin ziyaretini bu sene için durdurup gelecek seneye
bırakmak istemişlerdi de ona karşı Allah, gerek Resulünün üzerine ve
gerekse müminlerin üzerine sekînetini indirdi. Sûrenin başında
açıklandığı üzere hak inancı ile kalplerdeki heyecanı sükûnete erdirip
hilim ve vakar verdi. Rivayet olunur ki, Kureyş, Süheyl b. Amr
el-Kureyşi'yi ve Huveytıb b. Abdiluzza'yı ve Mükriz b. Hafsı Ahyef'i,
gelecek yıl Mekke Kureyş tarafından üç gün boşaltılmak üzere bu senelik
geri dönmesini Resulullah'a bildirmek için göndermişlerdi. Resulullah
da kabul etti, aralarında bir andlaşma metni yazdılar. Resûl-i Ekrem
(s.a.v.), Hazret-i Ali (r.a.)'ye yaz, buyurdu Süheyle ve arkadaşları
biz onu tanımıyoruz yaz dediler. Sonra yaz: "Bu, Resulullah'ın
Mekke'lilere yaptığı andlaşma şartlarıdır." buyurdu buna da: Biz senin
Allah'ın elçisi olduğunu bilsek seni Beytullah'tan men etmez, harbe
kalkışmazdık fakat "Bu, Muhammed b. Abdullah'ın yaptığı andlaşmadır."
yaz dediler, Peygamber Efendimiz: Ben şehadet ederim ki, ben Allah'ın
elçisiyim ve ben Muhammed b. Abdulah'ım, yaz arzularını buyurdu.
Müslümanlar bundan üzüntü duydular, onların tekliflerini kabul etmek
istemediler, herifleri tutuvermeyi kurdular, derken yüce Allah
üzerlerine sekînetine indirdi de hilm ve vakar ile yumuşadılar,
yatıştılar... İbnü Cerîr'in zikrettiğine göre; Resulullah tavaf etmek
için Kâbe'nin boşaltılması şartını teklif etmişti, Süheyl, sıkışmışlar
diye Arab'a söz ettirmeyiz, bu sene olmaz fakat gelecek sene dedi,
yazıldı; sonra Süheyl şu şartı teklif etti: Bizden sana bir adam
gelirse senin dininde dahi olsa bize geri gönderirsin, dedi.
Müslümanlar: Sübhanallah, müslüman olarak gelen bir adam müşriklere
nasıl geri gönderilir? dediler. Bunun görüşülmesi sırasında Süheyl'in
oğlu Ebû Cendel kendisine vurulmuş olan ayak zincirleriyle sekerek
Mekke'nin altından çıkmış, kendisini müslümanların arasına atmıştı,
babası Süheyl, Ya Muhammed! ilk önce ben bunun bize geri verilmesini
isterim, dedi. Resulullah, gel bunu benim için kurtar, buyurdu. Senin
için kurtarmam, dedi. Etme yap! buyurdu. Yapmam dedi, arkadaşı Mükriz
yanında idi, biz senin için müsaade ederiz dediler, Ebû Cendel de
öteden, ey müslümanlar! Ben size müslüman olarak gelmişken müşriklere
geri mi iade edileceğim? Görmüyor musunuz ne haldeyim? dedi, Allah
yolunda çok azab çektirilmişti, bu noktada Hz. Ömer dayanamamış, Hz.
Peygamber'e gelmiş, demişti ki: Biz hak üzere değil miyiz? Resulullah,
evet buyurdu, o halde niçin dinimizde bu zillete söz veriyoruz? dedi.
Ben Allah'ın Resulüyüm, O'na asî olmam, O benim yardımcımdır buyurdu.
Ya sen bize Beytullah'a varacağız, onu tavaf edeceğiz demiyor muydun?
dedi. Evet ama, bu sene varacağız dedim mi sana? buyurdu. Hayır dedi.
Öyleyse yine varacaksın, tavaf edeceksin, buyurdu.
Sonra Ebû
Bekir'e varıp: Bu gerçekten Allah'ın
Peygamberi değil mi? dedi,
Ebû Bekir
evet dedi. Biz hak üzere değil miyiz? dedi,
Hakk üzereyiz dedi, o halde dinimizde bu zillete niçin söz veriyoruz?
dedi. Ebu Bekir demişti ki: Be hey adam, o Allah'ın Resulüdür, Rabbine
isyan etmez, sen ölünceye kadar onun eteğine iyi yapış, vallahi o
şüphesiz hak üzerindedir. Ya bize Beytullah'a varacağımızı ve tavaf
edeceğimizi söylemiyor muydu? dedi. Evet ama sana bu sene varacaksın
dedi mi? Hayır dedi. O halde varacaksın ve tavaf edeceksindir, dedi.
Hz. Ömer bunu kendisi nakletmiş ve Peygamber'e karşı müslüman oluşundan
beri bir kere olmak üzere yaptığı bu kusurdan dolayı da daha sonra
keffaret olmak üzere bir çok ameller yapmıştır ki, onları Hadis ve
Siyer kitapları anlatırlar. Muhammed Sûresi'nin 35. âyetinde "Gevşeklik
etmeyin ve daha üstün olduğunuz halde barışa çağırmayın." buyurulmuş
olduğundan dolayı, müslümanların ve Hz. Ömer'in bu heyecanları, zâhire
göre bir vazife demektir. Rıdvan Bey'ati de böyle bir heyecanla
yapılmıştır. Fakat Allah Teâlâ bu barışı yaptırmakla bir çok erkek ve
kadın müminleri kurtaracak ve bunu apaçık bir fethin başlangıcı
yapacaktır. Bunun için o kâfirlerin hamiyyeti, cahiliyye dürtüsü ile
İslâm'a karşı gösterdikleri inada karşı Yüce Allah, hem Resulünün hem
müminlerin üerine sekînetini indirerek bu heyecanları yatıştırdı,
görülüyor ki burada hamiyyet, halkın fiili gösterilmiş; sekînet,
Allah'a ait kılınmıştır. Bununla o cahilane hamiyyetin, yapılmış kötü
bir fiil, buna karşı sekînetin ise ilâhî ve kutsî bir ihsan olduğu
anlatılmıştır. Bir de "Peygamberinin üzerine ve müminlerin üzerine
kendi sekinetini." (Fetih, 48/26) buyurulmuş "Resulünün ve müminlerin
üzerine" denilmekle yetinilmemiştir. Bunda da sekinetin her birine
layık bir şekilde indirilmiş olduğuna bir işaret vardır. Bu şekilde
Allah Teâlâ sekinetini hem Resülünün üzerine hem de müminlerin üzerine
indirdi ve onları takva sözü üzerinde durdurdu, benimsetti.
TAKVÂ,
Allah'ın korumasına girmek, emrini tutup
azabından korunmaktır. "Kelime-i takvâ" tamlaması, ihtisas veya ednâ
mülâbese veya beyâniyye olabilir: Birincisi, sebebin müsebbebine
izâfeti şeklinden olarak: Takva için şart olan, gerekli olan kelime,
korunmak için zarurî olan kelime; İkincisi, takva ehlinin kelimesi,
konunanların alameti olan kelime. Üçüncüsü, takva kelimesi, takvanın
aslı demek olur. Bir çokları takva sözünden maksat, kelime-i tevhid ve
kelime-i şehadet olduğunu söylemişlerdir.
Zira bütün takvanın baş ve esas şartı odur. O'nun için Muhammed
Sûresi'ndeki "Bil ki, Allah'tan başka ilâh yoktur! (Ey muhammed!) Hem
kendinin, hem de mümin erkeklerin ve mümin kadınların günahının
bağışlamasını dile!" (Muhammed, 47/119) buyurulmuş idi. Tirmizî ve
Abdullah b. Ahmed ve Dârekutni ve diğerleri Übeyy b. Kaab'dan merfu
olarak rivayet etmişlerdir ki, takva kelimesi 'dır. İbnü Merdüye dahi
Ebû Hüreyre'den ve Seleme b. Ekvâ'dan öyle rivayet etmiştir. Ebû
Hüreyre'den bir rivayette beraberdir. Ahmed ve İbnü Hıbbân ve Hâkim de
Humrân'dan rivayet etmişlerdir ki: Osman b. Affan (r.a.); Resulullah
(s.a.v.)'den işittim, buyuruyordu: "Ben bir kelime bilirim ki onu
kalbinden inanarak söyleyen kul, ateşe haram olur." dedi. Bunun üzerine
Ömer b. Hattab (r.a.) da dedi ki: Ben size söyleyeyim nedir o? O ihlas
kelimesidir ki Allah Teâlâ onu Muhammed'e ve ashâbına gerekli kıldı ve
o takva kelimesidir ki Peygamber (s.a.v.) amcası Ebû Talib'e vefatı
esnasında telkin etmişti: Ebû Hayyan'ın nakline göre Hz. Ali'den ve
İbnü Ömer ve İbnü Abbas'tan rivayet olunmuştur. Hz. Ali'den ve İbnü
Ömer'den diye, Misvet b. Mahreme'den diye, Atâ b. Ebî Rebâh'tan ve
Mücâhid'den diye rivayet de olunmuştur. Hasan-ı Basrî'den
nakledildiğine göre bazıları da sebat ve ahde vefa demişlerdir yani
barış andlaşmasında sebat ile andlaşma hükümlerini yerine getirmeyi
kabullenmişlerdir. Buna göre takva kelimesi barış akdi, diğer bir
tabirle barış andlaşması demek olur. Çünkü bununla erkek ve kadın
müminler korunacak, ilerisi için hazırlanacaktı. Bunu da önceki mânâda
bulmak mümkün ise de bu mânâ, âyetin ifade şekline daha yakındır.
Nitekim şöyle buyuruluyor: Ve onlar buna pek lâyık ve ehil kimselerdi.
O müminler ilm-i ilâhîde o kelimeye daha lâyıktılar ve hem de
ehildiler, öyle bir kelimeyle korunmak, diğerlerinden daha çok onların
hakları idi, hem de onu korumaya ve ona uymaya ehil olan, müşrikler
değil, onlar idi, çünkü Allah onlardan razı olmuştu, o cahiliyyet
taassubu sahibi müşrikler, korunmaya lâyık olmadıkları gibi, onu koruma
ve devam ettirme ehliyetine de sahip değildiler. Nitekim öyle oldu;
müminler korundu ve güzel âkıbet onların oldu. Burada zamirlerini
yukarıda sözü edilen Mekke'ye gönderenler de olmuştur. Yani müminler o
Mekke'ye müşriklerden daha layık ve ehil oldukları halde, Allah o
hikmete uygun olarak böyle, takvaya sarılmayı emir buyurup harb
ettirmedi. Ve Allah herşeyi bilendir. Gerçekte bu barış müslümanlar
için apaçık bir fethin başlangıcı olmuş ve çok geçmeden müslümanlar
öyle çoğalmıştır ki bu sefer Hudeybiye'ye yalnız bin beş yüz kişi ile
gelebilen müslümanlar, iki sene sonra onbin kişilik desteklenmiş bir
ordu ile Mekke'nin fethine gitmişlerdir.
27-
Andolsun ki Allah, elçisinin rüyasını gerçek
çıkardı. Hak olarak yahut imanında sabit olanlarla olmayanları
ayırdetmek gibi hak bir sebep ve hikmet ile doğru gösterdi, yahut doğru
çıkardı, yalan çıkarmadı. Resulullah, Hudeybiye'ye çıkmazdan önce
görmüştü ki: Kendisi ve ashabı güvenlik içinde başlarını kazıtmış ve
kırkdırmış olarak Mekke'ye girmişlerdi. Bunu ashabına söylemiş onlar da
peygamberin rüyasının hak olduğunu bildiklerinden sevinmişler,
müjdelenmişler ve bu sene gireceklerini zannetmişlerdi; nitekim Hz.
Ömer'in söyledikleri yukarıda geçmişti. Halbuki o daha sonra olacaktı,
onun için geri kalarak Medine'ye dönülünce münâfıklardan Abdullah b.
Übeyy, Abdullah b. Nüfeyl ve Rifâa b. Haris: Vallahi ne kazıttık, ne
kırkdırdık, ne de Mescid-i Haram'ı gördük, diye dokunmak istemişler
onun üzerine bu âyet nazil olmuştur. Demek ki bu âyet Medine'ye
döndükten sonra indirilmiştir. Bu sebeble peygamberin o rüyası yemin ve
te'kidlerle kuvvetlendirilmiş sözle ve fiille tasdik ve teyid edilerek
açık bir vahiy ile beyan ve kesin bir vaadle ilân edilmek üzere
buyuruluyor ki: Bu hem rüyayı açıklama, hem de açık bir vahiy ile yeni
baştan müjde ve ilândır. kasem yani yemin, tekid'dir. Âyetin mânâsı
demektir. Yani siz müminler vallahi, o Mescid-i Haram'a kati olarak
gireceksiniz inşaallah. "İnşâallah" kaydında da bir kaç incelik vardır:
Birincisi;
bu gibi vaad yerlerinde talim içindir.
İkincisi; o
giriş kendi güçleriyle değil, Allah'ın
dilemesiyle olduğuna dikkat çekmek içindir.
Üçüncüsü;
muhataplar içinde o zamana kadar vefat
edecekler bulunabileceğine işaret olmak üzere cemaatin mevcut
fertlerine göre bir ihtimale işaret içindir. İnşaallah öyle
gireceksiniz ki güvenlikler içinde, rahat rahat başlarınızı kazıtmış ve
kırkdırmış olarak yani kiminiz kazıtmış kiminiz kırkdırmış bir halde,
İhram'dan çıkarken tıraş olmak hacc veya umre'nin menâsikindendir.
Buradan anlaşılır ki kazıtmak vacip değildir. Taksir, yani kırkmak,
kısaltmak da caizdir. Şu kadar var ki, önce ifade edildiğinden dolayı
kazıtmak daha iyidir. Haber'de geçende öyledir. Buhârî, Müslim ve
diğerlerinde rivayet edildiğine göre Resulullah (s.a.v.) "Allah'ım
başını kazıtanları mağfiret et" buyurdu. "Ya Resulullah! ya
kısaltanlar?" dediler. Hz. Peygamber: " Allah'ım, başını kazıtanları
mağfiret et!" buyurdu. Üç kere yine "Ey Allah'ın Resulü! ya
kısaltanlar?" dediler. "kısaltanları da" buyurdu. Kadınlara gelince Ebû
Dâvud ve Beyhakî, sünnette "kadınlara kazıtmak yoktur" demişlerdir.
Korkunuz olmayarak yani girerken emin emin girdikten sonra da
korkmayacaksınız, güvenli tam bir fethe erişeceksiniz, bu muhakkaktır.
Allah bunu gerçek olarak dosdoğru gösterdi. Fakat sizin bilmediğiniz
bir şey, bir hikmet bildi de ondan önce, o girişten önce yakın bir
fetih yaptı. Hudeybiye barışını elde ederek Hayber fethini yaptı ve
bunu o rüyanın doğruluğuna bir delil ve alâmet kıldı. Hem bu açık
fetih, Mekke'nin fethi ile kalacak da değil.
28-
O Allah'tır ki, Resulünü hidayetle ve hak din ile
gönderdi. Resulü şimdi geleceği üzere Muhammed (s.a.v.)'dir. Hüdâ,
doğru yol gösteren delil, "Müttakiler için yol gösterici." (Bakara,
2/2), "İnsanlar için yol gösterici ." (Al-i İmran, 3/4) olan Kur'an.
HAK,
Allah'ın güzel isimlerinden, DİNİ'L-HAK, hakkın
dini, bütün insanlığın hukukunu yüklenen, Hak Teâlâ'dan başkasına
ibadeti kabul etmeyen İslâm dini ki onu dinin hepsinin üzerine hakim ve
galip kılmak için, din denilen herşeyin üzerine çıkarmak hepsine galip
ve üstün kılmak için ki bu üstünlük iki yönlüdür: Birisi ilim yönünden
delil ve vesikada üstünlüktür ki "hidayetle" buna işarettir. Birisi de,
amel yönünden fiiliyatta üstünlük ve hakimiyettir ki, dini'l-hak,
tabirinde de bunun gerçekleşmesine işaret vardır. İslâm ile çarpışmak
isteyen dinlerin, hepsi muhakkak mağlub olacaktı. Bunlardan
birincisinin tamamen ortaya çıktığında şüphe yoktur. İslâm dini, ilim
yönünden her dine galiptir; ikincisi ise tarihte bir dereceye kadar
gerçekleşmiş ve bir zamanlar müslümanlar her kavme galip olmuş ise de
bunun tamamı daha çok geleceğin gelişmelerinin bağrındadır. Bazıları
bunun İsâ'nın inmesinde olacağını söylemişlerdir. Daha iyisini Allah
bilir.. (Tevbe Sûresi'nde bu âyetin benzeri olan 33. âyetin tefsirine
bkz.) Şahid olarak da Allah yeter.
29-O
indirdiği âyetler ve fiilen ortaya koyduğu
mucizeler ile şehadet eder, ki Muhammed Allah'ın resulüdür. Bundan
dolayı, ona olan vaadlerini fiilen gerçekleştirerek ispat edecek olan
da O'dur. Allah'ın bu şehadetine karşı Muhammed Allah'ın Resulüdür
demek istemeyen kâfirler gerçekte kendileri zarar etmiş olurlar. Onunla
beraber olanlar da kâfirlere karşı çok çetin, çok şiddetlidirler,
onların küfürlerine karşı zayıflık, yılgınlık göstermez, sert ve güçlü
davranırlar. Onun için barış görüşmeleri sırasında kâfirlerin sözlerine
karşı galeyana gelmişlerdi. Fakat kendi aralarında merhametlidirler.
Birbirlerine karşı çok yumuşak çok nazik, merhametli hareket ederler.
Onun için aralarında hak sözü üzerinde toplanmaları da kolay olur.
Onları hep rükû ve secde halinde görürsün, o kadar namaz kılarlar, öyle
itaatkâr ve ibadetlerine düşkündürler. Allah'tan lütuf ve rıza
isterler, daha fazla sevab ve hoşnutluğunu isterler, öyle çalışırlar ve
daima Allah'ın rızasına doğru ilerlemeyi düşünürler. Yüzlerinde
secdelerin izinden nişanları vardır. Allah için ihlas ile secde edip
durdukları yüzlerinin temiz ve parlayan nûrânîliğinden bellidir. Bir
Hadis-i Şerif'te "Gece namazı çok olanın, gündüz yüzü güzel olur."
Ebû's-Suûd tefsirinde der ki: "Çok secde etmekten meydana gelen izdir."
Hz. Peygamber (s.a.v.)'den rivayet olunan "Yani suratlarınızı
sertleştirmeyiniz, sertlikle damgalamayınız." hadisi ile geçen
yasaklama, alınlarını yere sürterek o simaları meydana getirmeye
çalışanlar hakkındadır ki o sırf gösteriş ve fitnedir. Buradaki söz ise
yalnız Allah için secde eden tam samimi secde edenlerin yüzlerinde
meydana gelen izdir. Mücâhid'den rivayet edildiğine göre: İbnü Abbas
demiştir ki: âyetindeki iz, göreceğiniz iz değil fakat İslâm çehresi,
karakteri, tavrı, vakar ve tevazuudur. Bazı müfessirler de bunu
dünyadaki secdelerinden, namazlarından kıyamet günü yüzlerinde meydana
çıkacak nur diye rivayet etmişlerdir. "Yüzlerinde refahın parıltısını
tanırsın." (Mutaffifîn, 83/24), "Birtakım yüzlerin ağardığı gün.."
(Al-i İmran, 3/106) o zikredilen özellik onların Tevrat'taki
vasıflarıdır. Tevrat'ta misal olarak zikredilen hayret edilecek
sıfatlarıdır. İncil'deki sıfataları da şudur: Bir ekin gibi ki filizini
çıkarmış, yani çimi sürgünü yarmış, çatallanmış derken onu
kuvvetlendirmiş, başak çıkarmaya başlamış derken kalınlaşmış derken
safları üzere bir düzeye dizilmiş gövdelerinde zayıflık yok, yatık
değil, dik ve düzgün, öyle güzel bir terbiye ile muntazam bir şekilde
yetişmiş, öyle düzgün, öyle dolgun, öyle bereketli öyle ki ekincilerin
hoşuna gider, toprak sahipleri ve eğitim öğretim üstadları onları
gördükçe imrenir. İşte Resulullah ve ashabı böyle hoş, mükemmel,
intizamlı, güzel bir ekin gibi yetiştirilmiş bir ordudur. Burada
Resulullah'ın ahlâkının bereketi, eğitim ve öğretimiyle ümmetine ruh ve
cisim yönlerinden verilen hayati düzen ve neşenin bir ifadesi ve Mekke
fatihlerinin bir geçit resmi vardır. Katâde ve Dahhâk'tan rivayet
olunan tefsire göre bu tasvir Muhammed ümmetinin İncil'de zikrolunan
sıfatlarıdır. İncil'de bir kavim çıkacak ki ekin yetişir gibi
yetişecekler, onların içinden de bir kavim çıkacak iyilikleri emredecek
ve kötülüklerden nehyedecekler, diye yazılmış olduğu da nakledilmiştir.
Fakat diğer bir kısım müfessirlere göre üzerine atfedilerek yukarının
kaydıdır yani "O Tevrat'taki ve İncil'deki sıfatlarıdır." demektir.
Allah tarafından yeni bir temsildir. Keşşaf sahibi, şöyle der: Bu bir
misaldir ki yüce Allah bunu İslâm milletinin başlayışı ile gelişme
şekli hakkında getirmiştir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.) yalnız olarak
kıyam etti, sonra Allah Teâlâ onu ekinin ilk çivi ondan doğarak
etrafını saran filizlerle katlanıp kuvvetlendiği gibi yanındakilerle
takviye etti. Zira bunun görünen şekliyle zeri'i Peygamber, şat'i ise
ashabıdır. Şu halde bu yalnız ashâbın değil, Peygamberle beraber
ashabının bir temsili olmuş olur. Bunların ne için böyle
yetiştirildiğine gelince onlarla kâfirleri öfkelendirmek için,
yetiştirilmişlerdir.
Veya önce
geçen cümleye bağlı
olarak, onlarla kâfirleri öfkelendirmek için Allah onlardan inanıp iyi
işler yapanlara mağfiret ve büyük mükâfat vaad etmiştir. Buradaki
zamirini müfessirlerden çoğu öbür zamirler gibi 'ya göndermişler 'in
beyaniyye olduğunu söylemişlerdir ki hepsinin "iman edip salih amel
işleyenler" sıfatıyla sıfatlanmış olduğunu ifade etmiş olur. Bu şekilde
teb'ıziyye olamaz. Fakat İbnü Cerîr işbu zamirinin mânâsına dönük
olduğunu açıklamıştır. Yani o ekinin çıkardığı filizlerden iman edip
Allah ve Resûlünü tasdik eyleyip de Allah'ın emrettiği güzel işleri
işleyen kimselere bağışlanma ve büyük sevap vaad etti demek olur ki
bunlar İslâm'a girenlerdir. Yukarıda diye özellikleri açıklanan
topluluktan sonra kıyamete kadar Hz. Muhammed'in dinine girecek
olanların hepsi kastedildiği için burada filiz zamiri çoğul olarak
getirilmiştir... Bizce bu mânâ diğerinden daha güzeldir. Bununla
beraber, bu şekilde zamirinin kâfirlere gönderilmesi öfke illetine daha
uygun olacağı görüşündeyiz. Yani Allah Teâlâ, Resulünün yanındaki
ashâbı ile kâfirlere hiddet vermek için onlardan; o kâfirler içinden
imana gelip de iyi ameller yapan kimseler bağışlanma ve büyük sevap
vaad buyurdu, şüphe yok ki bu şekilde imana davet, cahiliyye
taassublarına dokunur, onları kızdırır. Nitekim oğlu Ebû Cendel'in
imana gelmesi babası Süheyl'i ne kadar kızdırmıştı. bu sebepten burada
hem ashaba hiddet gösterenlerin kâfirler olduğu anlatılmış, hem Ebû
Cendel ve Ebu Nasîr vak'aları gibi kâfirleri kızdıran olaylara işaret
edilmiş olduğu gibi geleceğin fetihleriyle İslâm'a girip güzel hizmet
edeceklerin bağışlanması, mükafat ve sevapları da ayrıca anlatılmış
oluyor. İşte Allah Teâlâ, Peygamberine başı ve sonu mağfiret ve nimet
olan bu sûre ile böyle apaçık, böyle parlak ve etraflı bir fethi temin
etmiştir. Bu şekilde "Fetih Sûresi"nin sonu özellikle terbiye ve
intizâmın önemine işaret ettiği için bunun üzerine iç terbiye ve
islahatın tamamlanması hususunda " Hucurat
Sûresi"
başlayacaktır.
|
|