|
Elmalı
Tefsiri
1. De.
Dikkate şâyandır ki, böyle "de",
"söyle" diye emrolunduğu zaman bundan açıkça anlaşılan; emredilenin,
bu emri değil, bununla söylenmesi emrolunan sözü söylemesi istenir.
Onun için
Peygamber'in de bu sûreleri okurken demeyip diye başlaması gerekmez
miydi? diye
bir soru hatıra gelir. Bundan dolayı 'de mutlaka denilmek vâcip,
Tebbet'te
denilmemek vacip olduğunda ittifak bulunmakla beraber, İhlas'ta ve
Muavvizeteyn'de denilmeyerek okunmasını caiz görenler olmuşsa da,
yalnız d ua
niyetiyle söylendiği zaman bu caiz olsa bile Kur'an olarak okunduğu
zaman aynen
okunmalıdır. Çünkü Mushaflarda öyle tesbit edilmiş, öyle varid
olmuştur. İmam
Ebu Mansûr Matürîdî "Te'vîlat"da demiştir ki: "Zira bununla
görevlendirilen yalnız muhataptan i baret değil, onun gibi sorumlu olan
herkestir." Onun için zamanlar geçtikçe bâki kalmak, bütün Allah'ın
kullarına emir ve tavsiye olunmak üzere aynen tesbit edilmiştir. Bir de
denilmiştir ki: Bununla görevli olan okuyanın kendisidir. Allah Teâlâ
bu şekild
e şunu bildirmiştir ki, bu mefhumun yerinde herkes kendisine bunu
söylemeyi
emretsin, bunu bırakmasın. Hasılı İhlas Sûresi'nin başında da işaret
ettiğimiz
gibi bu sûreler, diye emir ile emrolunmuş gibi bir telkin ile okunur.
Yani
kendine ve herkese şöy l e dua etmeyi söyle: Sığınırım. Avz, meaz,
ıyaz,
istiâze, bir fenalıktan korunmak için başkasına sığınmak, himayesini
istemektir
ki, sığınana âiz veya müsteiz; sığınılana müsteâzünbih; kaçılan
fenalığa
münteâzünminh; sığınış tarzına, vesilesine avze; sığındırıp koruyana
muîz,
korunana muâz denilir. Yani hıfz ve himayesini istiyerek sığınır
korunurum. O
felâkın Rabbine.
Şafak
vezninde "felâk", birçok mânâlara gelen derin mânâlı şaşırtıcı bir
kelimedir. Türevine göre en esaslı mânâsı yarmak mefhûmunu içeren bir
kelime
olması hasebiyle tıpkı fıtrat kelimesini andırır. Aslında lâm'ın
sükûnuyla
"halk" vezninde yarmak, birden bire çatlatıp ayırmak veya pörtletmek
demek olan felk masdarından meflûk mânâsına sıfat-ı müşebbehe olduğuna
göre
infilâk ettirilmiş, çatlatılıp yarılarak belirtilmiş demek olacağından
ilk
bakışta yarık, yahut çatlak diye tercemesi hatıra gelir. Fakat böyle
yarık
yahut çatlak mânâsına lâm'ın fethiyle değil, tıpkı meşkûk mânâsına şakk
gibi
mastarında olduğu gibi lâm'ın sükûnuyla fel k kullanılır. Çoğulunda da
şukûk
gibi fülûk deniliyor. Meselâ ayağında yarık, çatlak var denecek yerde
deniliyor
ki, bu fark, ferc lâfzı ile ferec lâfzı arasındaki farka benzer. Yani
fetha ile
felâk sade çatlağın, çatlayışın kendisinden ibaret değil, daha çok
ondan
belirip inkişaf ederek meydana gelen neticenin vasfı demek olur. Mesela
bir
çekirdeği çatlatmak bir felk, çatlaması bir infilâk, bir infitâr, o
çatlayış
bir fıtrat, onda iki taraflı meydana gelen durum bir çatlak, bir felk,
bir
şaktır. Onun b i r tarafı bir filk, bir şıktır. O çatlağın iki şıkkı
arasından
netice olarak pörtleyip beliren, inkişâf eden ve genişleyen tomurcuk,
yaprak
veya su veya ışık, parıltı, açıklık veya herhangi bir mahlûk, (fetha
ile) felâk
demektir. Bu mânâ iledir ki, "Tane y i ve çekirdeği yaran, şüphesiz
Allah'tır. (O), ölüden diriyi çıkarır, diriden de ölüyü çıkarır. İşte
Allah
budur. O halde nasıl (ona inanmaktan) çeviriliyorsunuz? Karanlığı yarıp
sabahı
ortaya çıkaran O'dur." (En'âm, 6/95) buyurulmuştur. vasfından da açıkça
anlaşılan budur. O felakın fâlikı: yarıp yaratıcısı, ölüden diri,
diriden ölü
çıkarıcı ve karanlığı yarıp sabahı açıcı ve bu şekilde yokluktan
çıkarılarak
doğup doğuran halkı, birbirinden üreterek terbiye ede ede,
ihtiyaçlarını vere
vere kabiliyetler i ne göre yetiştirip sonlarına erdiren ve kendini
"tek", "her şey kendine muhtaç", "doğurmamış"
"doğurulmamış", "hiçbir şey ona denk değildir" diye ifade
edilen yaratıcısı ve terbiyecisi demek olur.
Bir
de falk maddesinde yarmak, yarılmak mânâsından başka bir sürat ve
şaşmaya değer
bir güzellik ve bir baskı ve şiddet mânâsı da bulunur. Onun için
hızından
insanları şaşırtacak derecede aşırı ve süratle koşmaya tefellük
denildiği gibi,
şaşırtıcı ve güzel bir şey keşfetmeye iflâk veya iftilâk ve şaşırtıcı
mefhumlar, güzel ve nâdir mânâlar bulan yüksek şâire müflik, şaşırtıcı
işe filk
ve felîk, musîbet ve belâya felîka ve müflika denilir. İşte bu
mânâlarla ilgili
bulunan bu felk maddesinden felâk lâfzının lügatta isim olarak geleceği
üzere
birçok m ânâları beyân olunuyor:
1-
Adem (yokluk)den yarılıp çıkan halk, yani genelde bütün mahlûkat ve
özellikle
dağlardan pınarlar, buluttan yağmurlar, yerden tohumdan bitkiler, sulb
(döl)lerden nesiller, rahimlerden evlatlar gibi bir asıldan ayrılıp
çıkan
yaratıklar, doğanlar, bu mânâda felak mahluk ve meftur anlamdaşı gibi
olarak
iki mânâsıyla Samed'e karşılık ve onunla mütezâyif olur. Yani Samed'in
eksiksizliğine karşılık bu eksikli ve ona muhtaç olur. İzafeti de bunu
belirtir.
2-
Örfte, özellikle sabaha, yani sütun şeklinde uzamış olan aydınlığa veya
sabah
yeri ağarıp açılmaktan ibaret olan şafağa denir. Bu bizim Türkçe'de Tan
dediğimizin aynı demektir. Tanlamak: Şaşırmak, bir şeyin birdenbire
şuura
çarpan yumuşaklık veya şiddetinden acı veya tat l ı bir intiba ile
belirleyip
hayran olmak mânâsına geldiğine göre bunda da felk gibi bir tuhaflık
mânâsı
vardır ki, şafak atmak deyimiyle ifade olunur. Bu mânâca felak
karşılığında
karanlık demek olan gasak zikrolunur.
3-
İki tepe arasındaki alçak, oturaklı, düz yere denir ve çoğulunda fülkan
gelir.
4-
Zindanda suçluların ayaklarına vurulan ve miktara da denilen tomruğa
denilir ki
bizim falaka deyimimiz bunun anlamdaşıdır.
5-
Çanak dibinde kalan süt kalıntısına denir.
6-
Ekşiyip kesilmiş süte denilir.
7-
Cehennemin veya cehennemde bir kuyunun ismi olduğu da nakledilmiştir.
Ragıb
der ki: sabahtır; (Neml, 27/61) kavlinde zikrolunan "enhâr" da
denildi. Allah' Teâlâ'nın Hz. Mûsa'ya bildirip onunla denizi yardığı
kelimedir
de denildi.
İbnü
Cerir, birincisi cehennemde bir dere veya cehennemde bir kuyu veya
cehennem;
ikincisi, sabah; üçüncüsü, halk olmak üzere İbnü Abbas ve diğerlerinden
üç
rivayet kaydettikten sonra der ki: Allah Teâlâ Resulüne demekle
emretmiştir.
Arap kelâmında felâk ise sabah felâkıdır. denilir. Ve caiz ki
cehennemde felâk
isminde bir zindan da vardır. Böyle olunca da Allah Teâlâ sözüyle felâk
denilenin sade bazısını irâde buyurduğuna bir delâlet koymadığı ve
Allah Teâlâ
yarattığı her şeyin R a bbi olduğu için bununla felâk ismi alan her
şeyin murad
olunması vacib olur." Bundan dolayı birçok tefsirci daha genel mânâsı
alan
halk ile tefsirini tercih etmişler, İbnü Münzir ile İbnü Ebi Hâtim de
bunu İbnü
Abbas'tan rivayet etmişlerdir. İbnü Sina da felâk vücud nuruyla
yarılmış adem
(yokluk) karanlığıdır demekle bu mânâ üzere yürümüştür. Bununla beraber
Cabir
b. Abdillâh, İbnü Zeyd, Mücahid, Katade ve İbnü Cübeyr'den rivayet
olunduğu
üzere tefsircilerin pek çoğu örfte en yaygın olan sabah mânâsıyla te f
siri,
zahir (açık) görmüşlerdir. Buna göre "Rabbi'l-felâk", sabahın Rabbi,
yani tanın tanrısı demek gibi olur. Bu şekilde felâk, karanlık
arkasında nûr,
darlıktan sonra genişlik, kapalılıktan sonra açılış mânâlarına işaret
edici
olmak dolayısıyla ıyâzın, y ani sığınmanın ona muzaf olan Rab ismine
taalluk
ettirilmesinde buna sığınanın sakındığı şerden kurtarılıp korunacağına
işaret
eden bir kerîm vaadi ve parlak bir kudret misalini hatırlatarak ümit ve
ricasını kuvvetlendirme ve Rablık hükmüne itaatla ona sığınma ve dahil
olmada
çok ciddiyet ve özene teşvik vardır. Bir de denilmiştir ki, özellikle
felakın
zikri, onun kıyamet gününden bir örnek olması dolayısıyladır. O halde
evler,
kabirler gibi, uykular ölümün kardeşi, sabahleyin evlerinden çıkanların
kimi
neşe ve sevinç içinde ve kimi borç ve ihtiyaç ile alacaklıların baskısı
veyahut
kulların başına gelmekte bulunan diğer haller ile gamlar ve neşeler
içinde
bulunması itibarıyla ba's (öldükten sonra dirilme) ve âhiret halini en
çok
andıran bir örnek olur.
Kâdî
tefsirinde der ki: "Burada ismi, diğer isimlerden, yani felaka izafeti
caiz olan diğer Allah isimlerinin hepsinden çok yerindedir. Çünkü
zararlardan
kurtarmak terbiyedir." Bu açıklama, felâkın genellenmesi mânâsına göre
zâhirdir. Çünkü sığınana da, kendisine sığınılana da şamildir. Yani hem
sığınan, hem de sakınılan halkın Rabbidir, âlemlerin Rabbidir. Sabah
mânâsına
tahsis edildiği şekilde de, onun halleri değiştiren, tavırları
başkalaştıran ve
böylece gamları ve kederleri yok edecek olan kâdir oduğuna işâret eder.
İbnü
Sina söylediğimiz gibi felâkı, varlığın nûru ile yarılmış olan yokluk
karanlığına hamlederek daha genel mânâyı aldıktan sonra demiştir ki:
Burada Rab
ismini zikretmede ilmin gerçeklerinden bir lâtif sır vardır. Şöyle ki:
Kul,
köle, hallerinin hiç bir şeyinde Rab'dan müstağni olamaz. Nitekim
küçücük
çocuğun köle olduğu müddetçe halinde bu müşahede olunur. Mümkün olan
mahiyet
bile ilk başlangıcın dağılmasından müstağni olamadığı için buna işaret
olmak
üzere Rab ismi zikrolunmuş t ur. Burada gizli ilimlerden diğer bir
işaret daha
vardır ki o da şudur: Avz ve ıyâz lugatte başkasına sığınmaktan
ibarettir.
Başkasına yalnız sığınma ile emrolunup da ondan Rab ile tabir olununca,
bu
delâlet eder ki: Maksad hâsıl olmazsa onun olmaması, o kendisine
sığınılan bol
bol hayır vericiye ait bir işten dolayı değil, mümkün olana ait bir
işten
dolayıdır. Zira şu kesindir ki: Olgunluklardan ve başkasından hiç bir
şeyde ilk
başlangıç (mebde-i evvel) olan Allah tarafından cimrilik yoktur O,
Samed'dir, o
ndan hepsi meydana gelicidir, yetenekli olanın kabulü cihetini ona
sarfetmesine
bağlıdır. İşte "Zamanınızın günlerinde Rabbinizin rahmetinden nefhalar:
esen hoş esintiler vardır. Uyanın, kendinizi onlara arzedin." hadis-i
şerifindeki nebevî işaret ile murad edilen budur. Allah'ın lütuflarının
hoş
esintilerinin dâimî ve bozukluğun, ancak istidadı olandan olduğunu
beyan
buyurmuştur."
İbnü
Merduye ve Deylemî, Abdullah b. Amr b. Âs'tan şöyle rivayet
etmişlerdir.
Demiştir ki: İlâhî sözünden Resulullah'a sordum, o buyurdu: "Cehennemde
bir zindandır, onda zorbalar, kibirliler hapsolunur ve cehennem ondan
Allah'a
sığınır." Yine İbnü Merduye Amr b. Anbese'den de şöyle rivayet etmiştir:
Resulullah
(s.a.v.) bizimle namaz kıldı sûresini okundu, sonra:
"Ey İbnü
Anbese bilir misin felâk nedir?" buyurdu.
"Allah
ve Resulü daha iyi
bilir", dedim.
Buyurdu
ki:
"Cehennemde
bir kuyudur. O kızıştırıldığı
zaman cehennem kızışır, Âdem oğlu cehennemden incindiği gibi cehennem
de o
kuyudan incinir."
İbnü
Cerir ve İbnü Ebi Hâtim, Kâ'b'dan da şöyle rivayet
etmişlerdir: "Felâk, cehennemde bir evdir. O açıldığı zaman ateş ehli
onun
sıcaklığının şiddetinden bağırırlar." Kelbî'den de: "Felâk,
cehennemde bir vâdidir." diye rivayet edilmiş ve cehennemin kendisidir
de
denilmi ş tir.
Keşşâf'ın
beyanına göre bu mânâ, engin arza felâk denilmesinden alınmıştır, bunun
çoğulu
fülkân gelir, halek ve hulkân gibi. Bu şekilde Rabb kelimesinin buna
izafetle
zikri, azabın en büyüğüne işaret ile ondan sığınana kurtuluşun vaadini
içerir.
Sabah mânasına olduğu zaman ümide zafer vaadini ifade ettiği gibi,
bunda da en
büyük tehlikeden kurtarmayı ve korumayı vaad var demek olur. Bazı
Ashab-ı
kiramdan rivayet edilmiştir ki: Şam'a gelip de zimmet ehlinin dünya
geçimindeki
genişlik ve refahlarını gördüğü zaman "Hiç önem vermem, değil mi ki
arkalarında o felâk var?" demiş ve Kâ'b'dan rivâyet edilen mânâya
işaret
etmiştir. Alûsî der ki: "Felâk'ın bu üç mânâsından bana göre tercihe
değer
birinci daha genel mânâsıdır ki, îcad nuruyla yarılmış olan bütün
mümkün varlıklara
ve özellikle dağlardan gözeler, bulutlardan yağmurlar, yerden bitkiler,
rahimlerden çocuklar gibi bir asıldan doğup çıkan bütün yaratıkları
içine
alır." Bu şekilde felâk, Samed'in zıddı ve "Rabbi'l-felâk"
(felâkın Rabbi), "Rabbi'l- halk" (halkın Rabbi), yahut
"Rabbi'l-fıtrat" (fıtratın Rabbi) demek gibi olur. Bunun da önceki
sûreye münâsebeti, yani doğmaktan, doğurmaktan, değişim ve yok
olmaktan, ortak
ve benzerden uzak olan yaratıcının karşısında onun yalnız yaratma ve
icadıyla
yaratılarak doğup doğuran ve aslında yok olucu ve fâni olan
yaratıkların
hükmünü ve ona ihtiyacını beyan olduğu da açıktır. Bundan dolayı meâlde
"sığınırım Rabbine o fıtratın, şerrinden bütün hilkatin" diye tercüme
etmek acizane fikrime lâfzan ve mânen münasip gelmişti. Fakat İbnü
Cerir'in
dediği gibi lugat bakımından ve şer'an mahluk denilenin hepsinin
"Kendisine felâk denilen şeyler." mânâsıyla sarahate dahil olmasında
ve aynı lafzın mahfuz tutulmasında zikrolunan faydalarla beraber daha
çok ince
ve daha fazla bir şümûl bulunmaması hasebiyle şöyle demek daha tercihe
değer
göründü: "Sığınırım Rabbine o felâkın."
2.
Yarattığının
şerrinden.
Yani o
Rabb'in
yarattığı bütün halkın: herhangisi olursa olsun şer şanından olan
yaratıkların
hepsinin şerrinden ki, maddî ve manevî, dünya ve ahiretle ilgili,
objektif ve
subektif, tabiî ve ihtiyarî her türlü şerri içine alır. Şu halde insan
ve cin
ile bütün şeytanların şerrinden, yırtıcı hayvanlar, böcekler, haşereler
ve
mikropların şerrine, zehirler ve ateşin şe r rine, günahların ve
hevânın
şerrine, nefsin şerrine, amelin şerrine varıncaya kadar yaratık
denilebilen
herhangi bir şeyin, şer ve zarar olabilecek herhangi bir kötülüğünü
muhtevası
içine alır. Şu kadar ki kastedilenin, genellikle birbirine karşı olan
şer l er
değil, sığınana karşı olan şerler olduğu açıktır. İbnü Sîna gibi
bazıları
burada sığınan insana mahsus nefsin kendisine sığınılan olmaması
gerekeceğini
ve bundan dolayı yarattığı şeylerden kastedilen O'ndan başkası olan
cisimler ve
varlıklar olması ger e keceğini söylemiş ve insan ruhunun dünyadan
olmasından
dolayı halk demek olan mâhalak (yaratık)da dahil olmayacağı kanaatine
sahip
olmuş ise de, doğrusu ruh da mahlûktur, sığınanın kendisi de mâhalak
(yaratık)da dahildir. Onun için sığınılan şer ona sade d ışından
zorlayıcı
olarak gelecek olan objektif (âfâkî) şerden ibaret olmayıp "Sana gelen
her
kötülük de kendindendir." (Nisâ, 4/79) hükmünce tabiî veya kasdî veya
hata
olarak seçme ve benimsemeyle kendi nefsinden gelen objektif (enfüsî)
şerri de
içine alması gerekir. "Senin en yaman düşmanın iki yanın arasındaki
nefsindir." hadis-i şerifinde de buna işaret olunmuştur. Bu yönden bu
iki
âyet, bu iki sûre toplamının bütün mefhûmunu içine almaktadır. Bundan
sonrası
ise bunun içine yerleştirilmiş olan kı s ımlar içinde çok vâki
olmasından
dolayı sığınmaya en çok ihtiyaç duyulan bazı kısımları tayin ederek
dıştan içe
doğru açıklama ve tafsil olup bu şekilde bu sûrede daha çok âfâkî
(objektif,
nesnel) olanlar hatırlatılarak buyuruluyor ki:
3.
Ve bir
ğâsikın
şerrinden vukubu sıra, yani girip daldığı, yahut bastığı veya battığı
zaman.
Ğâsik
kelimesi
de bir çok mânâ ile tefsir edilmiş geniş anlamlı bir kelimedir. Bunun
masdarı
olan "ğasak" veya "ğusuk" veya "ğasekan" lugatta
şiddetli karanlık, dolgunluk, akmak, dökülmek, soğukluk ve kokarlık
mânâlarıyla
ilgilidir. Hepsinin esası da (imtilâ) dolmak veya (seyelân) akmak yahut
(insibab) dökülmek mânâlarından birisi olduğu beyan olunuyor. Gecenin
karanlığı
hücum edip dolarak çok karanlık olmasına masdar o l arak "ğasak" ve
"ğasakan"
ve "ğusuk" denildiği gibi ilk koyu karanlığa da isim olarak
"ğasak" denilir. Bu yönden "gasak", "felâk"a
karşılık getirilir de "ğasaktan felâka kadar" denilir ki, gecenin
kararmasından sabahın aydınlığına kadar demektir. Buğda y içinde
bulunan
karacaya da "ğasak" denilir. Gözün dumanlanıp seçimsiz olmasına veya
yaşarıp sulanmasına yani iki şekilde de göz kararmasına "ğusuk" ve
"ğasakan" denilir. Aynı şekilde yaradan sarı su akmasına ve buluttan
yağmur çiselemesine ve memeden süt dökülmesine ve her hangi bir şeyin
mutlaka
akmak suretiyle dökülmesine de "ğasakan" tabir edilir. İçilemeyecek
derecede gayet soğuk ve fena kokulu içki veya suya "ğasak" ve
"ğassak" denilir. Nitekim "Yalnız kaynar su ve irin
(içerler)." (Nebe', 78/25) bu n dandır. Kamus müterciminin beyanına
göre
Türkçe'de de soğuk kokmuş veya "gasak" denilirmiş. Bundan dolayı
Cevâlikî bunun Türkçe iken Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmiş ise de
tersi
daha açık göründüğünden adı geçen mütercim buna razı olmamış, "garib"
d e miştir. Bununla beraber biz Türkçe soğuk kokmuş su mânâsına
"ğasak" da bilmiyoruz. Ancak lâfzî bir benzerlikten bahsedecek
olursak Arapça "ğasik" lafzının Türkçe'deki "kasık" lafzını
ve dolayısıyla şehvet kuvveti mânâsını andırabileceği söylenebilir.
Çünk ü
şehvet, şerrinden sakınılması gereken şeylerin başında gelir.
Şimdi bu
açıklamadan anlaşılır ki, ğâsık asıl türevine göre "ğasak yapan" veya
"ğasakan eden" veya ğasaklı mânâsına ismi fâil olmakla; dolan,
kararan, karanlık eden, akan, dökülen, dolmuş, pusarık, soğuk olan
mânâlarına
vasıf olarak kullanılması lügat bakımından doğru olur. Buradaki
maksadın ne
olduğu hakkında da çeşitli tefsirler yapılmıştır. Fakat bunları
söylemeden önce
"vekab"ın mânâsını da izah edelim:
"Vekab"ın
masdarı "vakb" ve "vukub" gelir. Bunun aslı
"vakbe" gibi çukurdur. Kayalardaki yaratılıştan çukurlara ve bazı
yalçın kayalarda bir iki adam boyu derinliğindeki kuyu tarzında
oyuklara ve
atın gözü üstündeki çukurlara ve insanın bedeninde göz ve omuz
çukurları gibi
çukurlara, çarkın ve makaranın iğ çeken deliklerine ve alık yani ahmak
ve alçak
kimseye vakb denildiği gibi, masdar olarak vakb, vukub da çukura girmek
olup
sonra mutlaka girmek ve kaybolmak, gelmek, dönüp yönelmek ve karanlık
girmek
yani karanlık basmak, güneş bat m ak, ay tutulmak yani husuf (tutulma)a
girmek,
yahut mihak (Arabî ayın son üç günü)a girmek mânâlarında
kullanılmıştır. Onun
için burada da "ğâsık"a verilen mânâya göre düşünülmesi gerekir ki,
giriş mânâsı hepsinde yeterli olabileceği için çoğunlukla bunun l a
tefsir
etmişlerdir. O halde "ğâsık"a verilen mânâlara gelelim:
1-
Ğasak,
imtilâ (dolmak) ve karanlık mânâsında meşhur olduğu için önce bundan
dolgun ve
karanlık mânâsı açıktır. Bundan da felâk karşılığında gece mânâsı açık
olduğundan dolayı felâka sabah mânâsı veren pek çok tefsirci bunu gece
ile,
vukubu da gece karanlığının herşeye girip basmasıyla tefsir etmişlerdir
ki
gibi, "karanlığı bastığı zaman bir gecenin şerrinden" demek olur. Bu
şekilde şerrin geceye nisbeti, meydana gelişine zarf olması hasebiyle
münâsebeti olan bir şeye isnadı kabilindendir ki, "gündüzü oruçlu"
gibi mecazî isnad olup, geceleyin vâki olan şerden demektir.
Karanlığının
basması zamanıyla kayıtlanması da şerrin o zaman yayılmaya başlaması ve
bundan
dolayı şer kaplamadan önc e istiaze (sığınma) ile korunmanın temini en
lüzumlu
şey olması nüktesine dayanmaktadır. Ğâsık'ın böyle gece ile ve vukubun
karanlığın girişi ile tefsirini İbnü Cerir ve İbnü Münzir, İbnü Abbas
ve
Mücahid'den; İbnü Ebi Hâtim, Dahhâk'den rivayet etmişler, a y nı
şekilde
Hasen'den de rivayet olunmuştur. Zeccâc da buna kâni olmuş, ancak
ğâsıkı, soğuk
mânâsına olarak geceyle yorumlamış, gece gündüzden soğuk olduğu için
ona ğâsık
denildiğini söylemiştir. Ragıb, ğasakın şiddetli karanlık, ğâsıkın gece
mânâsına olduğunu söylemiş ve demiştir ki: Ğasıkın şerri, tarık gibi
yani gece
ansızın gelip çatan arıza veya hayalet gibi geceleyin olan belâ ve
musîbetten
ibarettir. Zemahşerî de gece gasakının (karanlığının) aslının gözün
yaşla,
yaranın kanla dolması gibi dolmak m â nâsına gasktan yani karanlığın
yoğunlaşmasından
olduğunu söylemiştir.
2- Ğasık
ayla,
vukub da ay tutulma veya ay sonundaki üç gün ile tefsir edilmiş ve buna
dair
bir hadis-i şerif de rivayet edilmiştir. İmam Ahmed, Tirmizî, Hakim ve
daha
başkaları Hz. Aişe'den şöyle rivayet etmişlerdir: Demiştir ki: Bir gün
Resulullah (s.a.v.) Ay'a baktı da: "Ey Âişe! Bunun şerrinden Allah'a
sığın
çünkü bu o, karanlığı çöktüğü zaman gecedir." buyurdu. Tirmizî demiştir
ki, bu hadis, hasen sahihtir. Alûsî, "Bunun doğruluğunu kabul edenin,
diğer
bir tefsire dönmemesi gerektir." demiş ise de, buna tahsisin lüzumunu
men
etmekle cevap verilebilir. Zira Ay'ın ğâsik olmasının doğruluğu kabul
olunsa
da, lâfzın zâhir olan mutlaklığının tek bir haber ile tahsisi caiz
görül m eyip
cümlesinde isnad olunanın tarifi tahsisle yorumlanmayarak tevili de
diğer
deliller ile sahih olur. Ay'a ğâsik denilmesinin sebebine gelince bunda
da bir
kaç ihtimal vardır:
a- Bedir
(dolunay) halinde nûr ile dolgunluğu itibarıyladır. Bu şekilde vukub
(karanlığın çökmesi) hüsuf (ay tutulması)a dahil olup kararmasıdır.
b- Seyir
ve
hareketinde, burçları katetmesinde sür'ati itibariyledir ki ğask
seyelân
(akma)dan cereyana istiâre edilmiş olur.
c-
Güneş'in
ışığından istifade edilmiş olup hacmi, haddi zatında karanlık olması
itibarıyladır. Bu iki vecihte vukubu ayın sonunda mihak (son üç gün)a
girerek
kaybolmasıdır. Müneccimler ay tutulması ve ayın son üç gününü uğursuz
sayarlar.
Büyücüler de hastalık bırakan sihir ile o zaman meşgul olu r lar. Nüzul
sebebi
sihir olduğuna göre de bu münasiptir denilmiştir. Yani "şerri"nin
mânâsı Ay'ın kendisinde bir şerri olmasından değil, o zaman sihir
yapanların
sihir ile uğraşmaları hasebiyle bu yüzden şerre sebep olması demek
olup, şerrin
Ay'a nisbeti o n unla ilgili olması mânâsına söylenmiştir. Lakin şerrin
bu
şekilde tahsis edilerek tefsiri müneccimlerin, büyücülerin kanaatlarına
göre
bir çeşit göz yummayı, müsamahayı içereceğinden dolayı münasib olmadığı
gibi,
bundan sonraki âyetten fazla bir mânâyı da ifade etmiş olmaz. "Güneş ve
Ay
Allah'ın alâmetlerinden birer alâmettirler. Bunlar kimsenin ne ölümü,
ne de
hayatı için tutulmaz." hadisi şerifiyle anlatılmış olan şeriat
koyucusunun
maksadına aykırı ve onunla iptal edilen cahiliyye kanaatlarını bir
çeşit
kabullenmeyi teşvikten uzak kalmaz. Doğrusu Ay'ın tutulması veya son üç
gününde
şerrinin mânâsı da ışığın kaybolmasıyla karanlığın basmasındaki şer
demek
olacağından, bu da birinci mânâya dönmüş olur. Çünkü mehtap gecelerinde
gecenin
karanlığının yoğun ol u şu, yani karanlığın basması mânâsı tahakkuk
etmez. "Onu
takip ettiği zaman Ay'a andolsun." (Şems, 91/2) hükmü geçerli olur.
Bundan
dolayı Ay'ın vukubu, sadece tutulması veya mihak (ayın son üç
günü)ından ibaret
olmayıp batışını da içerirse de dolunay ha l indeki ayın batışını sabah
takip
edeceği için bunda gecenin kararma zamanı tahakkuk etmez. Onun için
Ay'ın
kararması, daha çok tutulma veya ayın son üç gecesiyle tefsir
olunmuştur. Şu
halde Hz. Aişe hadisinin mânâsı da mehtap gecelerinin ğâsık (karanlık)
o
lmadığını, gecenin karanlık olmasının, Ay'ın tutulma zamanına tahsis
olduğunu
izah etmek bakımından ğâsıkın gece veya karanlık mânâsına bir tefsir
demek olur
ve bu şekilde tahsisin mânâsını da tevile hacet olmaksızın hadis sahih
olur.
3- İbnü
Ebi
Hâtim'in İbnü Şihab'dan rivayetine göre battığı zaman güneştir. Şu
halde
karanlığının basması, batışı demek olmakla, bundan akşam şafakı
kayboluncaya
kadar olan tamamıyla batışı düşünülünce gece karanlığının girdiği zaman
demek
olacağından dolayı, bunun d a yine birinci mânâyı bir izah olduğu
anlaşılır.
4-
Ğâsık, Süreyya
yıldızı ve karanlığa gömülmesidir, diye tefsir edilmiştir. İbnü
Cerir'in, İbnü
Vehb'den rivayet ettiğine göre İbnü Zeyd demiştir ki: "Araplar, ğâsık
Süreyya'nın batmasıdır, derlerdi ve onun batışı sırasında hastalıklar
ve tâun
çok olur ve doğuşu sırasında kalkardı." İbnü Cerir der ki: "Bu görüşü
kabul edenler için Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edilmiş bir eserden
bir illet
de vardır." Ebu Hüreyre'den Hz. Peygamber'e merfûan şöyle rivayet
edilmiştir: en-Necmi'l-ğâsik "kararmış yıldız" buyurdu, demiştir. Ve
bilinmektedir ki en-Necm, Süreyya demektir. Bundan başka Necm
Sûresi'nde de
geçtiği gibi "Süreyya doğunca, âfet kalkar." diye de bir hadis-i
şerif rivayet ediliyor. Rivayetlerin bazısında "Arab yarımadasından"
kaydı da vardır. Âlûsî der ki: Câmiu's-Sağir'in Menâvî Şerh-i
Kebîr'inde diğer
rivayetler de vardır, müracaat edilebilir. Bununla beraber bu şekilde
de mânâ,
Süreyyâ'nın dahi bulunmadığı karanlık gecelerin şerri mânâ s ına
dönüştürülebilir.
5-
"Keşşâf" sahibi der ki: Ğâsık ile kara yılan, ve sokması kastedilmiş
olması da câizdir.
6- Kâmus
sahibinin "vakb" maddesinde bir nakline göre ğâsık, ihtiras ile dolup
kabaran kasık; vukubu da saldırışı meâlinde de bir mânâ söylenmiştir.
Bu iki
mânâ güvenilir görülmezse de, yılan sakınılması lazım gelen en zararlı
düşmanlardan olmakta örnek olduğu gibi, şehvet ve hırs da en büyük
şerlerin
kaynağı olduğu düşünülürse, bunlardan sakınmayı hatırlatmaktaki
faydasının
önemi de i nkâr olunamaz. Ancak Kamus mütercimi lugat açıklamasına
hizmet etmiş
olmak için bunun ifadesinde açıkça gitmiş, setr-i avrete uymanın
lüzumunu
hissetmemiş gibi rahat hareket etmiştir. Bundan dolayı Alûsî der ki:
Firuzâbâdî
Kâmus'ta "vakb" maddesinde bir g ö rüş zikretmiş ve onu Gazâlî ve
daha başkasının İbnü Abbas'dan hikâye ettiğini sanmışlardır. Onun
nisbeti sahih
olduğunu sanmam. Çünkü görüşler arasında bir avret olduğu açıktır."
7-
Razî'nin,
"bazı âriflerden işittim" diye naklettiği mânâdır. Bu iki sûrede
yaratıkların mertebelerinin açıklandığını ve şerrin cisimler ve
cisimler
âleminde vâki olduğunu söyleyerek demiştir ki: Cisimler ya esîrî (bütün
evreni
kaplayan, ağırlığı olmayan, ısı ve ışığı ileten cevher) cisimler veya
unsûrî
cisimlerdir. Esîrî c i simler "Rahmân'ın yaratmasında bir ayrılık,
uygunsuzluk görmezsin. Gözünü döndür de bak, bir bozukluk görüyor
musun?"
(Mülk, 67/3) buyurulduğu üzere düzensizlik ve bozukluktan uzak, hep
hayırlıdırlar. Unsûrî (ağırlığı olan) cisimler ise oluşabilen ve
bozulup
değişebilen cisimlerdir. Ya cansız varlık veya bitki veya hayvandırlar.
Cansız
varlıklar, nefsânî kuvvetlerin hepsinden uzaktırlar. Onun için bunlarda
zulmet
sırf karanlık olup, ışıklar tamamen yok olmuştur. "Karanlığı çöktüğü
zaman
gecenin şer r inden." maksat budur. Bitkiler ise bitkisel gaz gücü ile,
uzunluk, genişlik, derinlikte büyüyüp artandır. Onun için bu büyüyen
kuvvet
sanki bu üç düğüme üfleyen üfürükçüdür. Hayvana gelince: Hayvansal güç,
görünen
ve görünmeyen duygular, şehvet ve öfkedi r. Bunların hepsi de insan
ruhunu gayb
âlemine bağlanmaktan ve Allah Teâlâ'nın kudsi celâli ile meşgul
olmaktan
alıkor. "Hased ettiği zaman hasedcinin şerrinden." âyetinden murad da
budur. Bu mertebeden sonra süfliliklerden ancak insanî nefis kalır.
Onun için
bu sûre kesilip insanî nefsin ilerlemede mertebelerinin dereceleri de
bundan
sonra Nâs Sûresi'nde zikrolunmuştur. Görülüyor ki bunda ğâsık,
karanlık,
karaltı mânâsına olarak unsûrî cisimlerden hiç gelişmeyen ve hayvansal
kuvveti
yani uzvu bulunmaya n herhangi bir cansız cisme yüklenilmiştir ki,
halis
karanlık dediği bizim sırf durgunluk özelliği ile düşündüğünüz
tabiattır.
Vukubu da mekândaki vaziyeti veya varolmaktan yokluğa girişidir. İbnü
Sina da
bu mânâ üzerinde yürümüş, fakat ğâsıkı sırf cansız c isme, madene
tahsis
etmemiş, hayvansal güç ile tefsir etmiştir ve demiştir ki: Hayvansal
güç bir
zulmet-i ğâsika-i mütekeddiredir, yani bulanık bir kara kuvvettir ki,
sığınmış
olan düşünen nefsin tersinedir. Çünkü düşünen nefis cevherinde temiz,
saf, bula
n ık madde ve ilişkilerinden uzak, bütün suretler ve hakikatleri kabul
edici bir
fıtratta yaratılmıştır o ancak hayvanlıktan kirlenir.
Bizim
fikrimizce âyetlerin daha genelden daha özele doğru gidişine göre bunu
ne
sadece cansız cisim kısmına, ne de hayvansal güce tahsis etmeyip
bitkileri ve
hayvanları içine alacak şekilde mutlak unsurî cisim diye almak, sonra
bitkisel
güç, sonra da hayvansal güç yahut şehvet ve öfkeyi tahsis etmek daha
uygun
olur. Bu şekilde ğâsıkın şerri, asıl özelliği durgunluk iken ü zerinde
Rab'lik
hükmü ile var olma ve yok olma cereyan eden ve felâka karşı karaltılar
teşkil
eden karanlık madde âleminin var olma ve bozulma halindeki bütün
şerleri
içereceği için, insanın karşısında yer alarak üzerine dalan cismânî her
hangi
bir kara k u vvetin veya hayaletin âfetine işaret edeceği gibi, vukub
çukura
girmek demek olması itibarıyla sonunda kabre girmeye mahkum olan fâni
bedenin,
cismânî tabiatın düşkünlük ve yok olma zamanındaki şerrinden ve kötü
sonuçtan
sığınmayı da ifade etmiş olur.
8-
Zikredilen
mânâlardan her birini bir misâl ile izah kabilinden olarak ğâsık,
beşeriyete
ârız olan ve muradına engel olan elem ve ıztırabına sebep olabilen her
hangi
bir kara musîbet demek olduğu da söylenmiştir ki, insanın vicdanına her
hangi
bir karanlık koyabilen kara şey demek olur. Zira maddî veya manevî şer
ve
zarar, gam ve keder, karanlık ve karalık ile nitelenir. Bu takdirde
vukubu,
hücumu demektir. Yukarıda izah ettiğimiz vechile gece ile açıklamanın
sonucu da
Ragıb'ın "tarık gibi her gelip çata n musibet" diyerek işaret ettiği
üzere bu mânâya dönüştürülebilir. Hakikatte İbnü Cerir de gece,
Süreyya, Kamer
(Ay) rivayetlerini kaydettikten sonra demiştir ki: "Bence görüşlerin
doğruya en yakın olanı şöyle demektir: "Allah Teâlâ Peygamberine
ğâsıkın ş
e rrinden Allah'a sığınmasını emretmiştir. Ğâsık ise karanlık olandır,
gece
karardığı zaman denilir. de karanlığın girdiği zaman demektir. Katade
nin
mânâsında "gitti" derdi. Gece, karanlığa girdiği zaman ğâsiktır.
en-Necm (yıldız) battığı zaman ğâsıktır. Ay da vukubunda ğâsıktır.
Allah Teâlâ
bunların hiç birini tahsis etmemiş, genelleştirmiştir. O halde ğâsık
denilebilenin her birinin de vukubu zamanındaki şerrinden sığınma ile
emrolunmuştur."
4. Ve o
düğümlere üfleyicilerin
şerrinden. Yani iplere, ipliklere, düğdükleri düğümlere, yahut
gönüllerde
düğümlü azimler, inançlar, tutkunluklar içine üfleyen, yahut öyle
düğümler
içinde anlaşılmaz kapalı bir halde olarak üfürükçülükle afsun yapan
büyücü
nefislerin, yahut karıların, yahut toplumları n şerrinden. "Nefs
etmek", bizim "nefes etmek" dediğimiz üflemektir ki, biraz
tükürüklü, veya tükürüksüz olarak üfürür gibi yapmaktır. Keşşaf sahibi
tükürükle üflemektir, demiş. Levâmi' sahibi de üfürmeye benzer,
tükürüksüz
olarak rukyede (okuyup üflemek) y apılır. Tükürükle olursa tefl, yani
"tüh
tüh" diye tühlemek tabir olunur demiştir.
İbnü
Kayyim de:
Büyücüler sihir yaptıkları zaman fiillerinin tesirine çirkin
nefeslerinin bazı
kısımları karışan bir nefesle yardım dilenirler, diye nakletmiş, Alûsî
bundan
dolayı Keşşâf sahibinin dediğine daha doğru demiştir. Gerçekten Ragıb
da der
ki: Nefs, tükürük fırlatmaktır ve bu tühlemekten daha azdır. Afsuncunun
ve
sihirbazın nefsi de düğümler içine üflemesidir. "Düğümlere
üfleyicilerin
şerrinden." buyurulmuşt u r." Yılan zehir nefseder" denilmesi de
bundandır. Üfürüntü, "Göğüs darlığı olan elbette üfüler" diye de bir
mesel vardır. Lâkin Nihâye'de, nefhe (üfürmeye) benzer ve tühlemekten
daha
azdır. Çünkü tefl her halde tükürükten bir şey karışmadan olmaz.
demesinden
anlaşılan nefste tükrük şart değildir. Kamus sahibi de: "Böyle nefs
(üflemek), nefh (üfürme) gibidir ve tühlemekten daha azdır." demiş ve
mütercimi bunu şöyle izah etmiştir: Tefl (tükürmek) mânâsından daha az
üfürmektir ki, buna üfle m ek denilir. Üfürükçülerin üflemesi gibi
tükürüksüz
olur ve tefl azca tükürük ile "tüf tüf" diye üfürmektir ki tüflemek
denilir. Yalancılık kısmından olan şiir ve gazellere söylenir. Büyücü
kadınlara
denilir ki, ipi düğümleyip ona afsunla üfledikler i içindir. Müellifin
üfürükçü
kadınları ile tefsiri nüfus, yahut nisâ (kadınlar) itibarına dayanır.
Zira
cadılığın pek çoğu kadınların işidir. Demek olur ki "nefs"in esasında
biraz tükürük fırlatmak olsa bile nefh gibi tükürüksüz sade nefes
etmekle de
olur. Nitekim dilimizde nefes edici, okuyucu, üfürükçü denilen
rukyecilerde
bilinen tükürüksüz üflemektir. Fakat zarar vermek için sihir yapan kötü
büyücülerde yılanın dişinden zehiri fışkırtması gibi tükürük savurtmak
da âdet
olduğu anlaşılıyor. Bununla berab e r hava, rüzgar, nefes üfürmek demek
olan
nefh, ruh nefheylemek tâbirinde olduğu üzere can vermek, hayat ve ilim
başlangıcı
olan ruhu feyizlendirmek mânâsına kullanıldığı gibi "Rûhu'l-kudüs
kalbime
nefes eyledi." hadis-i şerifinde vârid olduğu üzere ruhu n kalp ve
vicdana
bir mânâ, bir ilim veya söz, vahiy etmesi mânâsına da istiare yoluyla
olsa bile
denildiğinde de şüphe yoktur. Demek ki etmenin çirkin kısmına karşı
olarak bir
de kudsî kısmı vardır. Vaaz ve öğütde, öğretim ve eğitimde, ruhî tedavi
l erde
olduğu gibi, güzel hikmetli sözler, hayırlı niyetler, kudsî mânâlar ve
nefesler
sarfıyla yapılan ruhî telkinler bu çeşittendir. Fakat burada bahis
konusu,
şerrinden sığınılması emrolunan çirkin nefesler olduğu, bunda da
bilinen
sihirbaz erkek ve kadı n ların zehire benzeyen çirkin tükürüklü
üfürükleri ile
afsunları bulunduğu için "düğümlere üfleyenler" ifadesi onlar
hakkında yaygınlaşmıştır.
Bunu
açıklamak
için "ukad"in mânâlarını da tahlil etmek lazım gelir. , 'nın zarfı
veya zarf-ı müstakar olarak onların halidir kelimesi, malûmdur ki,
"ukde" nin çoğuludur. Ukde, bir şeyin uçlarını derleyip birbirine
sıkı tutturmak, yani düğüm bağlamak, düğmek ve düğümlemek demek olan
"akd" maddesinden isim olduğu için esas mânâsı, düğüm demektir.
Fakat
akd,
hissî ve manevîden daha genel olarak kullanıldığı için, ukde dahi akd
gibi sade
hissî bir düğümden ibâret olmayarak birçok mânâlara gelir. Ondan dolayı
düğüm
denilince normal bir ip düğümünden ibaret zannedilmemesi için
Kamus'tan,
Nihaye'den, Râğıb'dan bazı mühim mânâlarını kaydedelim:
Kamusta:
1- Ukde,
düğüm
ve düğüm yeri.
2-
Beldeler
üzerine velâyet. Nitekim Nihâye'de der ki: Hz. Ömer hadisinde:
"Şehirler
üzerine velâyet sahipleri helâk oldu." demektir. Emîrler için sancak
bağlanmasından alınmıştır.
3-
Valiler için
akt edilen anlaşma ki, Übey hadisinde "Kâbe'nin Rabb'ine yemin ederim
ki
düğüm ehli helâk oldu." bu mânâdandır, yani akt edilen anlaşma
demektir.
4-
Sahibinin
mülk olarak inandığı akar.
5- Ağacı
ç ok
ve girift yer.
6-
Develer için
otları yeterli otlak.
7- Bir
kimsenin
yeterli derecede geçimi kendisine bağlı bulunan şey.
8-
Bolluk
arazi.
9- Ağaç
yemeye
mecbur kalmış hayvanlar.
10-
Herhangi
bir şeyin kesin vücubu, lüzumu ki, n ikâh bağı ve alış veriş sözleşmesi
bundandır. Kalpdeki inanca, şiddetli ilişiğe, azim ve kesin niyete, rey
ve
görüşe ukde denilmesi de buna dahildir. Nitekim Nihaye'de dua hadisinde
"Senin için kalplerimizde nedâmet ukdesi vardır." nedâmete azim akdi,
d e mektir ki gerçek tevbedir. Yine bir hadiste "Ve elbette deveme
emrederim göç eder, sonra Medine'ye gelinceye kadar onun için bir düğüm
çözmem." ona gelinceye kadar azmimi bozmam demektir. Bir hadiste de
"Bir adam alış veriş ediyordu, ukdesinde zayıflık vardı." yani
fikrinde ve kendi iyiliklerine bakışında demektir.
11- Kin
ve
öfkeye de, çoğul sigasıyla, ukad denir. "Düğümleri çözüldü", öfkesi
sükûn buldu demektir.
12-
Ukde,
kamışa da söylenir ve bazı yerlerin de özel ismidir. Hepsi düğüm
mânâsıyla
ilgili olan nice mânâlar ki, çoğunu ve hepsini belki bu âyette düşünmek
mümkün
olabilir. Râgıb da Müfredat'da akdin önce ipin bağlanması ve binanın
bağlanması
gibi katı cisimlerde kullanıldığını, sonra da ticaret akdi, ahid ve
diğerleri
gibi mânâ cinsinden olan şeylere isâre edildiğini söyledikten sonra der
ki:
Ukde, Akdolunanın ismidir, nikâhdan, yeminden ve diğerlerinden,
"Bekleme
süresi dolmadan nikâh bağını bağlamaya kalkmayın." (Bakara, 2/235) ve
dil
tutulduğunda denir. "Dilinde ukde var." demek, tutukluk, pelteklik
var demektir. de "ukde"nin çoğuludur ve bu büyücü kadının
bağladığıdır ki, aslı azimettendir. Onun için ona ukde denildiği gibi
azimet de
denilir. Bundandır ki: Büyücüye muakkid (akt eden) denilir. Ve onun
denilir,
telkîh (aşılanması)i tutunca kuyruğunu kısan deve; kuyruğu kıvrık teke
veya
köpektir. Köpeklerin çatışmasına da teâkud denilir.
Demek ki
büyücü
erkek ve kadının üflediği, akdettiği ukdeler, düğümlediği düğümler bu
mânâlarla
ilgili bir azim ve azimet düğümüdür ki, asıl uçları onların
nefislerinde
düğümlenmiş olup onunla diğerleri üzerinde iradelerini şeytanlıkla
yürütmek
isterler, bir akiddeki el sıkma kabilinden, görünüşteki ip düğümü de
onun bir
görünümüdür.
O azimet
denilen şeyin ne olduğuna gelince: Evvela bilinen şeydir ki azim ve
azimet bir
işin yapılmasına kalbi bağlamaktır. Yani kalbi kesin olarak bağlamakla
kastetmek ve yönelmektir. Ciddiyet ve sabır ile çalışmak ve önem
vermektir diye
de tarif edilir. Böyle azimle yapılması gereken büy ü k hayırlı işlere
ve
ruhsat yönü aranmayarak icrası istenilen çok mühim görevlere azimet,
azâim ve
avâzim denilir. Büyücünün ukdesinde esas olan, şer ve şeytanlığa
taalluk eden
bir kalbin akdi ile takip olunur bir azimettir ki, Ragıb bunu şöyle
tarif etmiş
t ir: "O azimet bir sığındırma afsûnudur ki, sanki sen onunla şeytanın
üzerine sende iradesini yerine getirmesine bir akid yapmışsın, onu
bağlayıp
düğümlemişsin gibi tasavvur olunur."
Bu
açıklamalardan sonra şu sonuca gelmiş oluyoruz ki, ukdelere, tükürüklü
veya
tükürüksüz üflemek ukdenin hissî ve mânevî tasavvur olunabilen her
mânâsına
göre onun gerek bağlanması, gerek çözülmesi, nokta-i nazarından nefes
sarfetmek, ilkâât (atmalar) ve telkinler ile nefisler üzerinde
heyecanlandırmalar ve kışkırtmalarda bulunmak gibi bir vechile
düşünülebilir.
Bahis konusu ise şer olan nefes (üfleme)ler olduğu, bunun sonucu ve en
açık
misâli de işleri, güçleri küfür ve fitne olan büyücülerin afsun
düğümlemeyle
şunu bunu bağlamak, sihir yapmak için püf püfleyerek veya tüh
tühleyerek azim
ve azimetle sarfettikleri şeytanlı üfürükleri ve tükürükleriyle
düşünüldüğü
için büyücülerin, cadıların ünvanı olmuş ve bundan dolayı çoğunlukla
"büyücü kadınlar, cadılar" diye tefsir olunmuştur. Burada dikkati
çeken noktalardan biri s i de "neffâsât"ın müennes çoğul olarak
getirilmiş olmasıdır. Onun için bunun müennes olan mevsûfunu takdir
etmede üç
vecih söylenmiştir:
1-
Zâhiri üzere
"nisâ" (kadınlar) takdir olunarak "üfleyici karılar" demek
olmasıdır. Bunda da iki vecih vardır: Birisi, yukarıda işaret olunduğu
üzere
cadılık çoğunlukla kadınların şiârı olması ve büyü işinde kadının
rolünün çok
olmasıdır. Birisi de, erkeklerin azim ve kuvvetleri üzerinde kadın
hilesinin,
kadın tuzaklarının şirreti veya kadın câzibesinin yürekl e re işleyen
büyüleyici tesiridir ki, bunu büyünün hakikatine inanmayanlar dahi
itiraf
ederler. Bununla beraber iki görüşün ikisi de bir mânâya yöneliktir
denilebilir.
2-
Dişiyi ve
erkeği içine almak üzere nüfûs (nefisler) takdiriyle "üfleyici
nefisler" demek olmasıdır. Zira Arapça'da "Sin" ile nefis
kelimesi müennestir. Bu mânâ, erkeğe ve dişiye, fertlere ve toplumlara
sadık
olmak itibarıyla daha kapsamlı olduğu ve nüzul sebebi sayılan
rivayetlere uygun
bulunduğu için genellikle en tercih olunan gör ü ş budur. Onun için
meâlde bu
mânâ gösterilmiştir.
3-
"Üfleyici toplumlar" diye cemaatler takdir edilmesidir. Çünkü
büyücülerin toplanmasıyla yapılan büyü daha şiddetlidir. Bu da erkeği
ve dişiyi
kapsarsa da fertlere şümûlü açık olmaz.
Bu
vecihl er de
anlaşıldıktan sonra beyân olunan mânâların sonucuna gelelim.
Tefsirlerde buna
başlıca üç mânâ verilmiştir:
1-
Genellikle
yaygın olan mânâdır ki, şöyle demişlerdir: İpliklere düğümler düğüp de
onlara
üfleyerek rukye ve afsun yapan büyücü karıların veya nefislerin veya
toplumların şerrinden. İbnü Cerir bunu: Rukye ederlerken (üflerlerken)
iplik
düğümlerine üfleyen büyücü kadınların şerrinden diye anlattıktan sonra:
"Tevil (yorum) ehli de, yani tefsirciler de dediğimiz gibi söylemiştir,
diyerek şun l arı nakleder: Muhammed b. Sa'd tarîkıyla İbnü Abbas'dan:
sihir
karışan rukyeler. Hasen'den: Büyücü kadınlar ve erkekler. Katade'den:
'yi
okumuş ve şu rukyelerin sihir karışanından sakınınız demiştir.
Tâvus'tan:
"Mecnûnların rukyesi"nden şirke daha yakın bir şey yoktur, demiştir.
Mücahid ve İkrime de demiştir ki iplik düğümlerinde rukyelerdir. İkrime
demiştir ki iplik düğümlerinde ahzdir (yani bağlama denilen tutukluktur
ki
Arapça'da ahze denilir). İbnü Zeyd'den ukdelerde büyücü kadınlardır.
Fakat bu
rivayetlerde "iplik ukdesi" ile tahsisi ancak Mücahid ve İkrime'den
vârid olmuştur. Bu açıklamanın ifadesi, sihir karışmayan, yani şer ve
şeytanlık
için olmayıp da ondan korunmak ve bir hastalık veya âfete Allah'tan
şifa niyazı
için kendine veya diğerine hulûs-i kalp ve salih niyet ile bir duâ veya
âyet
okuyup üflemek kabilinden olan nefeslerin caiz olduğuna işarettir.
Çünkü bunda
kimseye zarar vermek veya sapıtmak veya Allah'tan başkasına sığınma ve
iltica
mânâsı yoktur. Bu sûrelerde "sığınırım de!" emirleri de her şeyden
Allah'a sığınmak gereğini anlatır. Resulullah'ın kendisine ve
diğerlerine bu
şekilde okuyup üflediği ve böyle hayır için rukye (üfleme)ye müsaade
ettiği
sabit ve bu sebeple gerek ruhanî ve gerek cismanî nice hastaların şifa
bul d
uğu da vâki olmuş ve görülmüştür. Ancak okuyuculukla sihirbazlık
edenlerin de
şerrinden korunmak için bu âyetin hükmü ile sihir karışan rukyelerden
(okuyup
üflemelerden) sakınılmasının gereği hatırlatılmış, ukdeleri iplik
düğümleri
diye tahsis edenler de b öyle düğümlere üflemenin büyü kabilinden
olduğunu
anlatmak istemişlerdir. Bununla beraber mutlaka okuyup üfleme ile
koruma ve
yardım isteme, yani okumakla tedavi caiz olup olmayacağı hakkında da
ihtilaf
edilmiştir: Şüphe yok ki bu sûrelerde ve diğer âyetl e rde emrolunduğu
üzere
herkesin Allah'a sığınarak kendisi ve diğerleri için duâ etmesi,
okuması,
sadece meşrû değil, dince emredilmiştir. Lâkin bunun tedâvi için
kendine
okutmak denilen mânâ ile rukye denilen tarzda yapılmasında, Razî'nin
beyan ettiği
üzere ihtilaf edilmiştir. Bazıları rukyeyi, yani okuma ile tedâviyi
yasaklamışlardır. Bunlar, şu hadis ile istidlâl etmişlerdir. "Allah'ın
birtakım kulları vardır ki, kendilerine ne keyy (yarayı dağlama), ne de
rukye
(okuyarak tedavi) yaptırmazlar, yani d ağlanmazlar ve başkalarının
nefesiyle
tedavi istemezler ve ancak Rab'lerine tevekkül ederler." Bir hadiste de
"Allah'a tevekkül etmemiştir dağlanan ve okunmak isteyen."
buyurulmuştur. Bunun izahı Buhârî'nin ve daha geniş olarak Müslim'in
Husayn b.
Abdur r ahman'dan senetleriyle rivayet ettikleri şu hadistedir:
Demiştir ki:
Saîd b. Cübeyr'in yanında idim. Dün gece düşen yıldızı hanginiz gördü?
dedi.
Ben, dedim. Sonra da, amma, ben bir namazda değildim, böcek sokmuştu,
dedim. Ne
yaptın? dedi, "Rukye etti rdim, okuttum." dedim. "Seni ona ne
sevketti?" dedi. "Şâbî'nin bize haber verdiği bir hadis." dedim.
Şâbî size ne haber verdi? dedi. Büreyde b. Husayb Eslemî'den "Gözden
veya
sokmadan başkasında rukye (okuyup üfleme) yoktur." dediğini bize haber
verdi, dedim. Bunun üzerine dedi ki: İşittiğini tutan iyi yapmıştır.
Fakat İbnü
Abbas bize Hz. Peygamber (s.a.v.)'den şöyle haber verdi: "Peygamber
buyurdu ki: 'Bana ümmetler gösterildi, peygamber gördüm yanında bir
toplumcuk,
peygamber gördüm yanında bir iki a dam, peygamber gördüm yanında kimse
yok.
Derken bana bir büyük kalabalık gösterildi, zannettim ki benim ümmetim,
derken
bana denildi ki: Bu Musa ve kavmidir, lâkin ufuğa bak, baktım ki yine
bir büyük
kalabalık, derken bana denildi ki: Diğer ufuğa bak, baktım ki bir büyük
kalabalık. İşte denildi bu senin ümmetin, beraberlerinde hesapsız ve
azapsız
cennete girecek yetmiş bin vardı. Peygamber bunu söyledi, sonra kalktı
evine
girdi. İnsanlar bu hesapsız ve azapsız cennete girecekler kimler olduğu
hakkında k onuşmaya daldılar. Bazıları: "Bunlar Resulullah'la sohbet
edenler olsa gerek." dediler. Bazıları da: "Bunlar İslâm'da doğup da
Allah'a hiç şirk koşmamış olanlar olsa gerek" dediler, daha birtakım
şeyler söylediler. Derken Resulullah (s.a.v.) çıktı: "Neden
bahsediyorsunuz?"
dedi, durumu haber verdiler, buyurdu ki:
"Onlar,
o
kimselerdir ki, rukye yapmazlar, rukye istemezler, tetayyûr yani
uğursuz da
görmezler ve ancak Rablerine tevekkül ederler." Fakat Buhârî'de,
Mesâbih'de ve Meşârık'da yoktur ve hadis şöyledir: "Onlar, o
kimselerdir
ki, uğursuzluk saymazlar, okunmak istemezler, dağlanmazlar ve ancak
Rab'larına
tevekkül ederler." Bu, daha sahihtir. Bu hadis İhlâs Sûresi'nde
"Samed"in mânâsını izahta geçtiği üzere sebeplere gönül vermeyen,
elemler
ve musîbetler karşısında sarsılmayarak tevekkül makamının en yüksek
mertebesinde bulunan "nefs-i râdıye" sahibi Allah ehli olanların
büyükleri hakkında olduğu açıktır. Onun için bunlardan uğursuz sayma ve
okunmayı istemenin terkedilmesinin daha iyi olacağına istidlâl
olunabilirse de
herkes için mutlaka men edilmesi ve yasaklanmasına istidlâl etmek uygun
olmaz.
Yine Buhârî, Müslim ve diğer sahih hadis kitaplarında okunup üflemeye
müsaade
eden hadisler de çoktur. Bu cümleden olarak Câbir b. Abdullah
hadislerind e
demiştir ki: Benim bir dayım vardı, akrep sokmasına okuyup üflerdi.
Resulullah
(s.a.v.) okuyup üflemeden (rukyeden) yasakladı. Onun üzerine, vardı ey
Allah'ın
Resulü! Sen okuyup üflemeyi yasakladın, ben ise akrep sokmasına rukye
ederim
(okuyup üflerim) dedi. Reslullah da: Sizden her kimin kardeşine bir
menfaat
etmeye gücü yeterse yapsın, buyurdu. Avf b. Mâlik Eşceî hadisinde de
demiştir
ki: Biz câhiliye zamanında okuyup üflerdik. Dedik ki ey Allah'ın Resulü
onun
hakkında ne buyurursun? "Rukyelerinizi bana arzediniz, rukyelerde bir
sakınca yoktur, onda şirk olmadıkça." buyurdu. Ebu Saîd Hudrî hadisinde
Resulullah'ın ashabından birtakım kimseler seferde idiler. Arap
obalarından
birine uğradılar. Onlara misafir olmak istediler, misafir etmediler.
"İçinizde bi r rukye eden (okuyucu) var mı? Zira obanın efendisi ledig
(yani yılan veya akrep sokmuş)dir" dediler. Ashab içinden bir adam -ki
Ebu
Saîd kendisidir evet, dedi. Vardı onu Fatiha Sûresi'yle okudu üfledi,
bunun
üzerine adam iyi oldu. Ona bir bölük koyun veri l di, o, onu kabul
etmek
istemedi, "Peygamber (s.a.v.)'e arzetmeden almam." dedi ve
Peygamber'e vardı anlattı, "Ey Allah'ın Resulü, vallâhi yalnız Fatiha
Sûresi ile okudum", dedi. Resulullah tebessüm etti de: "Sen onun
rukye olduğunu ne bildin?" dedi. Sonra da: "Onu onlardan alın, bana
da sizinle beraber bir hisse ayırın, buyurdu." Daha bunlar gibi
hadisler
delâlet ediyor ki, yasaklanmış olan rukyeler hakikatleri bilinmeyen,
sihir
ihtimâli ve şirk mânâsı bulunan rukyelerdir.
Bazıları
da
üflemeyi yasaklamışlardır. İkrime demiştir ki: Rukye eden (okuyan)
üflememeli
ve sıvazlamamalı ve düğüm yapmamalıdır. İbrahim Nahaî'den de selef;
okunmalarda
üflemeyi mekruh görürlerdi, diye nakledilmiştir. Bazısı da demiştir ki:
Dahhâk'ın yanına gittim ağrısı vardı, san a tâvîz okuyayım mı ey Ebu
Muhammed!
dedim. "Peki velâkin üfleme." dedi, ben de Muavvizeteyn'i
okudum."
Halîmî
demiştir
ki: "Rukye edenin üflememesi ve sıvazlamaması ve düğüm yapmaması
gerekir." diye İkrime'den rivayet olunan söz, sanki bu husustadır. O,
şuna
kâni olmuştur: Allah Teâlâ düğüme üflemeyi sığınılacak şeylerden
kılmıştır. Şu
halde yasaklanmış olması vacip olur. Fakat bu istidlâl zayıftır. Çünkü
ancak
ruhlara ve bedenlere zarar veren büyü olduğu zaman kötülenmiş olur. Ama
bu
üfleme, ruhları ve bedenleri ıslah için olursa haram olmaması vacip
olur.
Bununla beraber Nesaî'de Ebu Hüreyre'den şu hadis de rivayet
edilmiştir:
Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Her kim bir düğüm bağlar da sonra ona
üflerse sihir yapmıştır, (yani sihir işlerinden b ir iş yapmıştır),
sihir yapan
da şirk etmiştir. Her kim bir şeye takılırsa (bir menfaati olur veya
zararı
defeder diye gönül takar, inanırsa veya o itikad ile muska ve nazarlık
gibi bir
şey takınırsa) ona havale edilir." Yani yalnız Allah'a sığınmayıp da o
şeye bağlandığı, ondan umduğu, halbuki Allah'ın izni olmayınca hiçbir
şeyin ne
faydası, ne zararı olmayacağı için o takıldığı şeyden hiçbir fayda
görmez,
Allah'ın yardım ve lütfundan mahrum olur.
Âyetin
tefsiriyle bu hadisin ilgisi de açıktır. Bu da mutlaka üflemeyi
yasaklamamış
sihirbazlık tarzında düğümler düğerek şunu bunu bağlamak için okuyup
üflemeleri
yasaklamış ve son fıkrasıyla da nefsî telkinlerin mutlaka bir hükmü
olduğu ve
bu şekilde mevhûm (kuruntuya dayanan) şeylere inanmanın ve Allah'da n
başkasına
sığınmanın zararlarını anlatmış demektir. Bunun sonucu da açıklandığı
üzere
sihir mânâsı karışan düğümlü, ne olduğu belirsiz, meçhûl ve anlaşılmaz,
şüpheli, inanç veya beden üzerinde zararlı olması akla gelen şeytanî
üfürükçülükten ve vehimlere kapılmaktan sakındırmaktır. Onun için
tefsircilerin
çoğu mânâyı hep sihir (büyü) üzerinde dolaştırmışlar ve mutlaka değil,
fakat
büyü karışan rukye (okunma)lerden sakınmayı söylemişler, iplik
düğümleyerek
okumayı da sihir tarzında saymışlar, İkrime gibi b a zıları da üflemeyi
ve el
sürmeyi bile şüpheli telâkki etmişlerdir ki, maksatları tükürüklü
üfürükler ve
sinirleri bozacak sıvamalar olması gerekir. Yoksa şeytanî çirkin
üflemelere
karşılık kudsî, rahmânî üflemeler ve nefesler dahi bulunduğu ve
mâneviyyâtı n
maddiyyata, maddiyyâtın mâneviyyâta geçmesi için, isterse çok az olsun,
bir âdi
sebebe teşebbüs dahi lâzım olduğu inkâr olunmuş değildir. "Her şeyin
bir
devası (ilâcı) vardır." hadisi gereğince rûhî hastalıklara rûhânî,
cismanî
hastalıklara cismanî s e beplerle tedavi meşrû olduğu gibi, karışık
olanlara da
karışık tedâvi elbette meşrû olur. Şu şart ile ki, tesir, sebeplerden
değil,
Allah'tan bilinmeli ve hepsinde de entrikadan, sihirbazlıktan,
şarlatanlıktan,
aldatma ve zarar vermeden sakınılmalıdır. Bu cihetle bedenî
hastalıkların
tedâvisinde bile gerek doktorun ve gerek hastanın ahlâk ve inanç
itibarıyla ruh
hallerinin dahi özel önemi bulunduğundan, ruhanî kıymet, iyi niyet ve
itikat
selameti hepsinin başında gelir. Yoksa tıp ilmi adına yapılan zararlar,
afsunculuk, üfürükçülük adıyla yapılan zararlardan az değildir.
Özellikle
bunları Allah için insanlara hizmet ve menfaatten çok, sırf mal kazancı
için
vasıta yapan ve çok fazla ücretler almak üzere alış veriş akidleri
yapmadan bir
nefes sarfetmek bile i s temeyen doktor taslaklarının, şarlatanların
zararları,
hiçbir zaman cinciliği, üfürükçülüğü sanat edinenlerden aşağı
kalmamıştır.
Böylelerinin de de dahil afsunculardan sayılması gerekir. Hatta yalnız
tıp
ilminde deği, yukarda ukdenin açıklanan mânâlarına göre her meslek ve
sanatta
hak ve hayır fikrinden ayrılarak insan aldatmak, şer saçmak için nefes
sarfedenlerin hepsi de bu mânâda dahil olan, şerlerinden sığınılması
gereken
üfürükçülerin nefeslerinden olduğunun da unutulmaması gerekir. Bunların
böyle o
lması ise karşılığında sırf hak ve hayır için ciddiyet ve doğrulukla
Allah
yolunda nefes sarfedenlerin varlıklarını ve kıymetlerini inkâra sebep
teşkil
etmez. Bundan dolayı, halis niyet ve temiz nefeslerle Allah'a
sığınarak,
Allah'tan şifa niyaz ederek ok u yup üflemeyi de mutlaka sihirbazlık
gibi kabul
etmek doğru olmaz. Onun için rukye (okunma)yi caiz görenler Sıhah'ta
rivayet
edilen bir hayli hadis ile istidlâl etmişlerdir ki, Razî bunlardan
şunları
kaydetmiştir:
1-
Resulullah
(s.a.v.) biraz rahatsız olmuştu. Cibril Aleyhisselâm ona okuyup üfledi
de
"Bismillâh okur, rukye ederim sana seni inciten her şeyden, Allah da
sana
şifa verir." dedi, diye rivayet edilmiştir.
2- İbnü
Abbas
demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bize bütün ağrılardan ve hummadan
korunmak
için şu duayı öğretirdi: "Kerim olan Allah'ın adıyla, ben her kanı akan
damarın şerrinden ve cehennem ateşinin şerrinden ulu Allah'a
sığınırım."
3-
Peygamber
(s.a.v.) buyurmuştur ki: Bir kimse eceli gelmemiş bir hastanın yanına
girer de
yedi defa "Niyaz ederim o ulu Allah'a, O yüce Arş'ın Rabb'ine ki sana
şifa
versin." derse şifa bulur.
4-
Resulullah
(s.a.v.) bir hastanın yanına girdiğinde şöyle derdi: "Gider o
sıkıntıyı,
insanların Rabb'i, ona şifa ver, sensin şifa veren, senin şifandan
başka şifa
yok, bir şifa ki dert bırakmaz."
5-
Resulullah
(s.a.v.), Hz. Hasan ile Hz. Hüseyn'i şöyle sığındırırdı: "İkinizi de
Allah'ın tam kelimelerine sığındırırım, her şeytandan, kötü kazadan ve
kötü
gözden." derdi ve buyururdu ki: "Babam İbrâhim de oğulları İsmail ve
İshak'ı böyle sığındırırdı."
6- Osman
b.
Ebi'l-Âs Sakafî'den, demişir ki: Resulullah'a vardım ve bende ağrı
vardı, beni
az daha öldürecekti. Resulullah (s.a.v.) buyurdu ki: "Sağ elini onun
(ağrıyan yerin) üzerine koy ve yedi kere şöyle de: "Allah'ın adıyla,
ben
bulduğum şeyin şerrinden Allah'ın izzet ve kudretine sığınırım." ben de
yaptım, Allah bana şifa verdi." Bu dikkate şâyandır ki Resulullah ona
okumamış, onun kendisine okutmuştur.
7-
Peygamber
(s.a.v.) s efere çıkıp da bir yere konduğu zaman şöyle derdi: "Ey yer!
Benim Rabbim, senin de Rabbin Allah'tır, Allah'a sığınırım senin
şerrinden ve
sendekinin şerrinden ve senden çıkanın şerrinden ve senin üzerinde
debelenenin
şerrinden, Allah'a sığınırım arsl a ndan, kara yılandan, zehirli
yılandan,
akrepten, beldenin sâkinlerinin, doğuranın ve doğurduğunun şerrinden."
Bunlarda
üflemeye dair bir işâret yoktur ve bunların meşrû sayılmaları için
başka delile
ihtiyaç olmaksızın Ku'rân'daki duâ ve sığınma emirleri ve bu sûreler
yeterlidir. Bununla beraber Resulullah'ın üflediği ve sıvazladığı da
sâbittir.
8-
Sûrenin ta
başında geçtiği vechile Resulullah (s.a.v.) her gece muavvizâtı (İhlâs,
Felâk
ve Nâs sûreleri) okur ellerine üfler, yüzüne ve vücuduna meshederdi.
Bundan
başka yine Hz. Âişe'den Sıhah'ta rivayet edilmiştir ki: "Resulullah
(s.a.v.) ailesinden birisi hastalandığı zaman ona Muavvizâtı (İhlâs,
Felâk ve
Nâs Sûreleri) üflerdi. Vefat ettiği hastalığında da ben okuyup üflüyor
ve kendi
eliyle kendisini sıvazlıyordum. Çünkü onun mübarek elinin bereketi
benim
elimden çok büyük idi." Bununla beraber Resulullah'ın kendisine
başkalarının okumasını istemediğini anlatan şu rivayet de çok mühimdir.
Yine
Sahîh-i Müslim'de: Hz. Âişe demiştir ki: Resulullah (s.a.v.) bizden bir
insan
rahatsız olduğu zaman onu sağ eliyle mesheder (sıvazlar), sonra şöyle
derdi:
"İnsanların Rabbi olan Allah'ım o sıkıntıyı gider, şifâ ver, sen şifa
vericisin, senin şifandan başka şifa yok, senin şifân dert bırakmaz."
Ne
zaman ki Resu l ullah (s.a.v.) hastalandı ve ağırlaştı, sağ elini
tuttum, onun
yaptığını yapmak istedim, elini elimden çekti, sonra "Allah'ım, beni
affet, beni Refîk-ı alâ ile beraber kıl." dedi, ben baka kaldım, ne
göreyim iş tamam olmuştu (yani vefat etmişti).
Bunlardan
başka Resulullah'ın harpte ve diğer zamanlarda yaralananlara okuyup
dokunmasıyla
derhal şifa hasıl olanlar da çoktur. Fakat onlar onun peygamberlik
özelliğinden
olan mûcizeler kabilinden olduğu için diğerleri hakkında delil olmaz.
Bununla
beraber yine Hz. Aişe "Resulullah (s.a.v.), Ensar'dan bir ehl-i beyte
humeden, yani akrep gibi zehirli hayvan sokmasından okuyup üflemeye
ruhsat
verdi." demiştir ki, bu da Câbir hadislerini teyid etmektedir. Bunda
emmek
tıbben de faydalı olduğuna göre, tükürmenin de bir yönü düşünülebilir.
Bundan
başka bir de gözden okuyup üfleme (rukye)ye izin verilmiş olduğu ve bu
sebeple
"Göz değmesi ve sokmadan başkasına rukye (okuyup üfleme) yoktur."
denildiği de zikredilmiştir. Göz değme olayı bir nefsânî durum olması h
a
sebiyle bunda da ruhanî bir nefes ve telkinin faydası açıktır demektir.
Şimdi
bütün bunlardan
hasıl olan sonuç da şudur ki: Sihir şâibesi olmamak üzere ruhî ve
bedenî
kurtuluş için tesirli dualarla rukye (okuyup üflemek) caiz olmakla
beraber,
istirkâ yani kendini başkasına okutmak, okuyup üfleme talep etmek,
Allah'a
sığınmak ve dua etmek için başkasının aracılığını dilemek mânâsını
içine almış
olması itibarıyla dinen hoş görülmüş değildir. O yukarıda zikrolunan
hadisler
gereğince Allah'ın hesapsız ve a zapsız cennete girecek has kulları
ondan
sakınırlar. Bundan dolayı Hanefî fıkhında bu mesele şu şekilde
yazılmıştır:
Şifa veren ancak Allah Teâlâ olduğuna ve şifaya onu sebep kıldığına
itikat
ettiği takdirde tedavi ile meşgul olmakta bir sakınca yoktur. A m ma
şifa veren
ilaçtır diye inanırsa değil. (es-Sirâciyye'de böyledir). Şunu
bilmelidir ki,
zararı yok eden sebepler üç kısma ayrılır: Birincisi maktuunbih
(kesinleşmiş,
yüzde yüz)tir: Susuzluk zararını gideren su ve açlık zararını gideren
ekmek
gibi. İkin c isi maznun (zan altında bulunan, şüphe edilen yüzde
elliden
yukarı)dur. Hacamat etmek, kan almak, ishâl ilacı içmek ve diğerleri
gibi tıp
konularına ait tedaviler yapmak gibi. Üçüncüsü de mevhûm (kuruntu yüzde
elliden
aşağı)dur, okuyup üfleme gibi. Şimdi m aktuunbih (kesinleşmiş) olanın
terkedilmesi tevekkülden değildir. Hatta ölüm korkusu olduğu takdirde
terk
edilmesi haramdır. Fakat mevhum (kuruntu) olana gelince tevekkülün
şartı onu
terketmektir. Zira Resulullah (s.a.v.) tevekkül edenleri onlarla
vasfeylemiştir: "Okunup üflenmek istemezler..." İkisi arasında orta
derecede olan maznuna gelince ki, doktorlar katındaki açık sebeplerle
tedavi
olmak böyledir. Bunu yapmak tevekküle aykırı değildir, mevhûmun
zıddınadır,
terki de haram değildir, maktuunbihin ( kesinleşmişin) hilâfınadır.
Hatta bazı
haller ve bazı şahıslar hakkında terkedilmesi yapılmasından daha
faziletli
olur. Bu, iki derece arasında bir derecedir. nin otuz dördüncü faslında
böyledir. Hastaya ve yılan sokmuşa karşı okumak veya bir kağıt pa r
çasına
yazıp üzerine asmak, yahut bir tasa yazıp yıkayıp içirmek gibi Kur'ân
ile afsun
yapmasını istemek hakkında ihtilâf edilmiştir. Atâ, Mücahid, ve Ebu
Kılâbe
mübah olduğuna; Nehaî ve Basrî mekruh olduğuna kani olmuşlardır.
Hizânetü'l-Fetâvâ'da böyledi r. Fakat Meşâhir'de inkâr edilmeyerek
sabit de
olmuştur. Hizânetü'l-Müftîn tâviz, yani muska takınmakta bir sakınca
yoktur
fakat helâda ve cinsî münasebet esnasında çıkarır (Garâib); bir kadın
kocası
sevmediği için sevsin diye muska yaptırmak isterse Câmi u 's-Sağîr'de
der ki:
"Bu haramdır, helâl olmaz." (Fetâvây-ı Hindiyye, Cilt 5,
Kitâbü'l-Kerâhiyye,
18. bab, tedâvî ve muâlecât). Görülüyor ki burada okuyup üfleme ile
tedavi
terkedilmesi daha iyi olan mevhûm kısmından sayılmıştır. Mevhûm
denilmekten
maksad d a, hiç aslı yok, yalan demek değil, maktûun (kesinleşmiş olan)
ve
ğalib zan demek olan maznûnun karşıtı yani zannın tercih edilmemiş,
zayıf
tarafı yüzde elliden aşağı düşen kısmı demektir ki, tıbbî tedavilerin
de bir
çoğu böyledir. İsabeti yüzde yüz olan m aktû, yüzde elliden yukarı olan
maznûn,
yüzde elliden aşağı olan da mevhûm kısmındandır. Zamanımızda tıp
ilimlerinin
ilerlemiş olmasına rağmen hayatın hastalıkların tam bir sınırı çizilmiş
olmadığı gibi, fennî tedavi de ampirik (deneysel) olmaktan çıkarıl m ış
değildir. Hayat yine mechuller ve esrar ile doludur. Onun için anılan
üç kısım hakkındaki
hüküm artık değişmiştir veya değişir gibi zannetmemelidir. Bu ayırım
her zaman
için düstur olacak ilmî bir takvimdir. Bugün de tıpta fennî tedavinin
yüzde yüz
isa b et iddia ettiği bir ilâç tesbit edilmiştir denemiyor. Kinin gibi
en
sağlam sayılan ilâçların bile yüzde seksen doksan ihtimâl içinde kabul
edildiği
bilinmektedir. Allah'ın izniyle yüzde yüz sayılabilecek bir hayli
ilâçların
bulunduğu farz olunsa bile, bun l ar maktû (kesin) kısmında dahil demek
olduğundan dolayı zikrolunan ayırım değişecek değildir. Birçok
masraflara,
fedakârlıklara katlanılarak takip edilen tedavilerin birçoğu da nice
ukdelerle
dolu esrar perdeleri içinde zayıf bir ihtimalin verdiği en küçük bir
ümit ile
tatbik edilmesi itibarıyla okuyup üflemeden farklı değildir. Aynı
zamanda tıp
tedavilerinin faydalı olmadığı bazı hastalıklar ve ârızaların bir rukye
(okuyup
üfleme) ile ortadan kalktığı da öteden beri görülegelmiş olaylardandır.
Karşılığında
bir şer ve zarar düşünülmedikçe mümkün olan en zayıf bir fayda
ihtimalinden dahi
insanları yasaklamak doğru olmaz. Yüzde yüz değil, binde bir, milyonda
bir
misâle dayanan bir ihtimâl dahi olsa karşılığında bir zarar ihtimali
bulunamayan bir fayda mü l âhazası yalnız kuruntu değil, az çok
delilden doğan
bir şüphe demek olduğundan, ihtiyaç halinde daha kuvvetlisi
bulunamayınca
onunla amel caiz görülür ve öyle bir tesellinin mutlak şekilde
yasaklanması da
makûl olmaz. Fakat insanların sihirbazlara, şeytan l ara kapılması da
en çok bu
gibi şüpheli durumlar içinde meydana gelir ve onun için zarar
ihtimâllerinin de
iyi düşünülmesi gerekir. Usûl ilmi (Usûl-i Fıkıh) kâidelerine göre ise
kesin
delil ile itikad ve amel vaciptir. Tersine kuvvetli delil bulunmayan za
n na
dayanan delil ile itikad vacip olmasa da, ihtiyaç halinde amel vacip
olur,
vehim ve şüpheye itibar yoktur. Ancak ihtiyat mevkiinde vehim ve
şüpheyi kesmek
için faydalı olduğu zaman nazar-ı itibara alınabilir. Bu esas üzere
Fıkıh'ta
da, şifa, Allah'tan b ilinmek şartıyla tedavinin kesin olanıyla amel
vacip,
korku zamanında terk edilmesi haram; maznun (galip zan) olanıyla amel
câiz,
durumlara ve şahıslara göre bazan yapılması, bazan da terkedilmesi daha
uygun;
mevhûm (kuruntu) olanıyla da amel etmek yasakl a nmış değilse de, terk
edilmesi
daha uygun denilmiş, rukye (okuyup üfleme) de mevhûm (kuruntu)
kısmından
sayılmıştır. Kuruntu olmasının sebebi de dua olması itibarıyla değil,
okuyanın
nefesinde sebeplik düşüncesi itibarıyladır.
Şu halde
bu
açıklamadan anlaşılır ki okuyup üfleme ile tedavi halkın pek çoğunun
zannettiği
gibi dindarlığın gereği ve dinin emrettiği bir şey değil, nihayet bir
izindir.
Asıl dindarlığın gereği onu terketmek sûretiyle Allah'a dayanmak ve
ancak
Allah'a sığınıp O'na kendisi doğru d an doğruya duâ etmek ve duâsına
başkalarının aracılığını istememektir. Müminin mümine gerek huzurunda
ve gerek
arkasından duâsı meşrû ve müstahsen ve hatta dinî görevi bulunduğunda
ve
"Duâ ibâdetin iliğidir." hadis-i şerifi gereğince duâ ibadetin, dind
a rlığın iliği olduğunda şüphe yok ise de, duâ etmek başka, okuyup
üflemek, başkasının
nefesinden medet beklemek yine başkadır. Allah Teâlâ duâyı emretmiş
"Bana
duâ edin, duânızı kabul edeyim." (Mümin, 40/60) buyurmuş; "Ben (o
kullara) yakınım. Bana duâ edince duâ edenin duâsına karşılık veririm."
(Bakara, 2/186) buyurmuş, "De ki: Duanız olmasaydı Rabbim size ne değer
verirdi?" (Furkan, 25/77) Fakat şirkten kendinden başkasına duâ
etmekten
yasaklamış, "Ben ancak Rabbime yalvarırım ve hiç kimse y i O'na ortak
koşmam, de." (Cin, 72/20) buyurmuştur. Aynı şekilde Kur'ân'da ve
Resulü'nün diliyle en güzel duaları öğretmiş ve nihayet bu sûrelerde de
bütün
şerlerden doğrudan doğruya kendisine sığınılmasını emretmiştir. Okuyup
üfleyecek olan bunları belle s in, her zaman kendine cankurtaran
edinsin.
Peygamber (s.a.v.)'den rivayet edildiği üzere her gece ve her
ihtiyacında temiz
kalp ve itikat ile okusun, kendine üflesin, mümin kardeşlerine de hem
dua, hem
tavsiye etsin, temiz nefesle dua edenlerin dualarının bereketlerini de
inkâr
etmesin. Buna söz yok, fakat Allah Teâlâ böyle dua ve icabet (kabul
etme)
kapısını herkese açtığı, ona genellikle herkesi çağırdığı, herkesin
doğrudan
doğruya sığınmasını istediği ve şirk ayıbını kabul buyurmadığı halde;
ona
doğruda n doğruya dua ve ibadet ile sığınma ve ilticayı bırakıp da,
"Ben o
kapıya gidemem, ne isteyeceğimi de bilemem." diye dua tellalı aramaya
ve
onun nefesinden meded ummaya kalkışmak dindarlığın gereği değil,
câhiliyye
adetidir. İnsanlar bundan gafil olup kend i sine okutup üfletmeyi
dindarlık
gereği sandığı için burada bu genişçe anlatım ile sözü uzatmaya lüzum
görüldü.
"Muvaffak edici Allah'tır."
2-Bir de
"düğümlere üfleyen kadınlar", yani hilebaz kadınlar, yahut erkekleri
fitneye düşüren, onlara güzelliklerini arz ederek taarruz edip meftûn
eyleyen
fitneci kadınların şerrinden, diye tefsir edilmiştir. Razî'nin beyanına
göre
Ebu Müslim bu sonuncuyu tercih etmiştir ki, erkeklerin azim ve
iradelerinde
fikir ve bakışlarında tesir etmek suretiyle tas a rruf eden kadınlar,
demek
olur. Bu şekilde ukde azîmet, yani kalbin bağlanması ve görüş mânâsına,
yahut
ip düğümünden istiâre edilmiş, nefs de ipin düğümünü yumuşatmak için
tükürmekten istiâre edilmiş olup mânâ şu olmuş olur: Kadınlar,
erkeklerin
gönüller i ne üfler gibi verdikleri heyecanlar ve yumuşatıcı tesirlerle
onları
görüşten görüşe, azîmetten azîmete çevirir, türlü fitneye düşürürler.
Onun için
Allah onların şerrinden sığınmayı emretmiştir. Bu mânâ "Muhakkak
eşlerinizden ve çocuklarınızdan size d ü şman olanlar vardır, onlardan
sakının." (Teğâbün, 64/14) âyetinin mânâsı ile "Muhakkak sizin
tuzağınız
büyüktür." (Yusuf, 12/28) âyetinin mânâsına uygundur. Râzî der ki:
"Bu görüş güzeldir, fakat tefsircilerin çoğunun görüşü hilâfına
olmasa..."
Fak at
yukarıda
geçtiği üzere sihirbaz (büyücü) düğümünün aslı azîmette olduğu ve onun
da
mutlaka iplik düğümü mânâsına tahsisi şart olmayıp maksat örfî ve
lügavî daha
genel mânâsıyla mutlaka büyücü erkekler ve büyücü kadınlar demek
olacağına
göre, bu görüş d e ondan hariç değil, onun bir şıkkı demek olur.
3- İbnü
Sina'nın ve bazı âriflerin tercih ettiği görüştür ki, düğümlere üfleyen
nefisler, yahut güçler demek olarak aslî cisimlerin içinde uzvî veya
âlî
(yüksek) denilen gerek hayvanlar ve gerek bitkiler, bütün canlı
cisimlerin
gelişmesi, başlangıcı olup, bitkisel nefis ve gelişme gücü ve gaz gücü
denilen
uzva ait güçlere işaret olmasıdır ki, bütün uzviyyette olduğu gibi,
insan
bedeninde de gıdalanma ve tenasül görevlerinin meyli demek olan şehvet
heyecanının ilk başlangıcı ve şartı bu güç, bu nefis; diğer hayvânî ve
hissî
güçler de bunun tamamlayıcısı ve olgunlaştırıcısı olduğuna göre bu mânâ
önceki
mânâların illeti yerinde olan şehvet gücüne de işâret olarak hepsinden
daha
genel demek olur. Hatta bu itib a rla "şehvânî kuvvet" demek daha
açık olur. İbnü Sina ğâsıkı, hayvanî kuvvete yorarak demiştir ki,
"hayvânî
güç sığınıcı olan insan ruhunun tersine olarak kudretli bir zulmet-i
ğâsika,
yani bulanık bir kara kuvvettir. Çünkü insan ruhu cevherinde temiz, sâf
ve
madde bulanıklığından uzak, bütün suret ve hakikatleri kabul edici bir
fıtratta
yaratılmıştır. O, ancak hayvanlıktan kirlenir, pislenir, de hayvanlık
kuvvetinin şartı olan bitkisel kuvvetlere işarettir. Çünkü o, en, boy,
yükseklik, bütün yönlerden ha c im ve mikdarı artırması yönüyle üç
düğüme
üflüyor gibidir. (Hatta nefes alıp verme, bitkisel hayat gereğinden
olduğuna
göre nefsetmek, üflemek bunda mecâz değil, hakikattir. Bitkilerin boğum
yerlerinde de ukde (düğüm) hakikattir, denilebilir.) İnsanî nefis ile
bitkisel
kuvvetler arasında ilgi, hayvanlık vasıtasıyla olduğu için şüphesiz
hayvanî
kuvvetin zikri bitkisel kuvvetlerden öne alınmıştır. Bu iki güçten
nefsin
cevherine lazım gelen şer ise onda beden ilişkilerini güçlendirmek ve
ona
uygun, cevherine l ayık gıda ile beslenmesine engel olmaktır. Ona layık
gıda da
göklerin ve yerin melekûtunu saran ebedî nakışlarla süslenmedir."
Bazılarının dediği gibi ğâsık, katı cisme, madene işaret olduğuna göre
de ve
bizim dediğimiz gibi hayvan, bitki ve madene ve insan bedenini içine
alan asıl
cisme işaret olduğu takdirde de bu mânâ cereyan eder. Önceki mânâlar da
bunun
dallarıdır.
Bütün
bunlardan
sonra burada (el-Ukad) yukarda Nihâye'den naklen zikrolunan Hz. Ömer ve
Übey
hadislerindeki "Düğümlere üfleyen helâk oldu." ve "Düğüme
üfleyen helâk oldu." gibi "velâyet" ve "bîat akdi",
diğer deyimle "Ukde-i mülk" mânâsına olması ve hatta o hadislerin bu
âyetin bir mefhumu olması da çok muhtemeldir. Bu düğümlere üfleyenlerin
üflemeleri ve şerleri ise bir tar a ftan kulların haklarını üzerlerine
alan
idarecilerin kötü idareleri, mevki hırsları, tahakküm ve düşmanlık
duygularıyla
o düğümleri sıkıştırmak yolundaki zulüm ve zorbalık hareketleri, bir
taraftan
da Allah'tan korkmaz azgın âsilerin halkı azdırma ve ifsa t ile Hakk'a
olan
bağları, çözmek, fitne ve ihtilâl çıkarmak için sarfettikleri
nefeslerle
yaptıkları tahrikler, çevirdikleri entrikalar demek olup iki yönü
içerir ki,
bunların ikisi de Allah'a sığınılması lazım gelen en büyük
şerlerdendir.
Bununla birlikt e bunlar da sihrin "Birşeyi kendi yönünden çevirmek"
demek olan genel mânâsında dahil olacağına göre birinci mânâda dahil
demektir.
Şu halde
özet:
"Ukad" (düğümler), hissî, manevî, hakikat, mecâz birçok mânâlara
ihtimali olmakla beraber, esas mânâsı "düğüm" demek olduğu için ip
düğümünde zâhirdir. Fakat maksadın normal bir ip veya iplik düğümünü
bağlamak
veya çözmek için üflemek veya tükürmekten ibaret olmadığı da açıktır.
Çünkü her
iplik düğümünde şer mülâhaza edilemeyeceği de âşikârdır. Bundan dol a
yı
maksad, tabirin hakikati üzere düğüme üflemekten ibaret değil, sihir
(büyü)den
kinâyedir. Bu şekilde sihirbaz (büyücü) kimseler mânâsına örf olmuş
bulunduğundan mânâ genelde büyücü erkek ve kadınların şerrinden
sığınmadır.
Sihir fiili de iplik düğüm ü ne hasredilmiş değildir. Onun için bunu
sihrin
herhangi bir şeyi, yönünden döndürme ve değiştirme mânâsıyla anlamak
uygun olur
ki, bu da zikredilen mânâların hepsini içine alır.
5. Ve
herhangi bir hasedçinin,
başkasında gördüğü bir nimeti çekemeyip de ona göz diken, onun mutlaka
son
bulmasını temenni eden hasedçinin hased ettiği zaman şerrinden.
Yani
nefsindeki
hasedinin gereğini fiile çıkarmaya kalkıştığı, hased ettiği kişiye
karşı sözlü
ve fiilî zarar verme başlangıçlarını, şer girişlerini tertip ve icraya
başladığı zaman şerrinden. Çünkü hased düşüncede kaldıkça hased edenin
kendinden başkasına zararı yok demektir. Diğer bir ifade ile de
denilmiştir ki:
Hased galeyan edip de hasedlendiğine karşı kin ve öfke, düşmanlık
kaydıyle kötü
nefsini y ö nlendirdiği zaman ki, "göz değme" denilen durum ve âfet
de çoğunlukla o anda olur. Onun için hased ile gözdeğmek birbirinden
ayrılmaz
gibi düşünülür. O sırada hased edenin nefsi öyle bir çirkin durum alır
ki o his
ile fırlattığı kötü bakışların kıvılcımla r ı, hased edileni zayıf
buluverdiği
takdirde bazan onu yıldırım gibi çarpar. Nice hased edenler ve kötü
gözlüler
vardır ki, hased gözüyle baktıkları zaman bazı yılanların gözleriyle
bakışlarındaki ezâ gibi ezâlandırır. Bu his ile harekete geçen kötü
nefisl e r
ise her hileye başvurur, ellerinden gelen her fenalığı göze alırlar.
Onlar için
hased edilenin helâkinden başka bir şekilde teselli kabil olmadığından
dolayı o
yolda içlerini yiye yiye kendilerini de yakar, helâk ederler. Ancak
hasedin
gereğini icraya k a lkışmayıp da kendi nefsinde sakladığı ve bu yolda
nefsi ile
mücadele edebildiği takdirde hased edilene bir şerri dokunmaz ve
nefsiyle
mücahedesinden dolayı sevap bile alırsa da gönlünde o hased hissi devam
ettikçe
kendi kendini yer, zararı sırf kendine ol u r. "Haset ettiği zaman"
diye kayıtlanması bu farka işaret için olduğunu söylemişlerdir. Bundan
başka
hasedçinin şerrinden maksad, onun günahı ve hasedi zamanında ve eserini
açıklama vaktindeki halinin kötülüğü, çirkinliği olmak da câizdir. İşte
bütün
bu z ikrolunanların şerrinden o felâkın Rabbine sığınırım de. Bu
vechile o
Samed olan Allah'a sığın, çünkü hepsinin yaratanı ve hepsinin şerrinden
koruyacak olan O'dur ve O'na öyle ihlâs ile sığınanlara O'nun
koruyuculuğu ve
himayesi vaad edilmiştir; "En iyi koruyucu Allah'tır ve O,
merhametlilerin
merhametlisidir." (Yusuf, 12/64).
Haset
nedir?
Ragıb'ın beyânına göre Haset, bir nimetin hak sahibinden yok olmasını
temennidir. Çoğunlukla o nimetin kaybolmasına çalışmakla da beraber
olur.
Rivayet olunmuştur ki mümin gıbta eder, münâfık haset eder. Kamus'un ve
diğerlerinin beyanına göre de, o nimetin kendisine dönmesini isteyip
istememekten
daha geneldir. Yani hasedde aslolan mânâ bir nimetin, bir faziletin,
bir
olgunluğun sahibinden yok olmasını arzu etm e k, kendisine geçmesini,
gerek
istesin ve gerekse istemesin, başkasında bulunmasını mutlaka
çekememektir. Öyle
ki, "Onunki onda dursun da sana da verelim." deseler memnun olmaz,
keşke onunki mutlaka gitse de kendisine hiçbir şey verilmese bile
hoşlanır. Öz
e llikle haset olunan nimet, hasedçi tarafından gasbolunmak mümkün
olmayan
şahsî faziletler ve kendine özgü olgunluklar kabilinden olursa, hased
eden o
zaman bütün bütün fazilet düşmanı kesilir ve onu kendine
döndüremediğinden
dolayı hased ettiği kişiyi haksız yere mutlaka yok etmekle teselli
bulmak
ister. "Allah korusun."
Özet
olarak,
hasedçi, kendinin iyiliğini değil, diğerinin kötülüğünü ister. Eğer
başkasından
kaybolmasını istememekle beraber, kendisine de onun gibisini veya daha
iyisini
isterse, o haset etmek değil, gıbta etmek, imrenmektir. Bunları Alûsî
şöyle
anlatmıştır: Bilinmeli ki hased, başkasının nimetinin yok olmasını
temenni
etmeye denir. Bir de başkasında bulunan fakirlik veya diğer herhangi
bir
noksanın devamını ve nimet yokluğunun hâ l i üzere devam etmesini
temenniye
denilir, (ki birincisine dilimizde çekememezlik, ikincisine de
iyiliğini
istememezlik denilir) yaygın olan öncekidir. Her iki mânâ ile de hased
eden
Allah katında ve Allah'ın kulları yanında buğzedilendir. Meşhur olduğu
ü z ere
hased, büyük günahlardan sayılmıştır. Lakin inceleme budur ki fıtrî ve
yaratılıştan olan hased, gereği olan ezâ ile mutlaka amel edilmeyip de
ona
sahip olan kimse nefsiyle mücadele ederek kardeşine Allah'ın seveceği
vechile
muamele ederse onda günah o l maz. Belki o doğuştan hased sahibi,
nefsiyle
mücahede edip kardeşine iyi muamele ettiğinden dolayı büyük sevaba nail
olur.
Çünkü fıtrî olana, karşı koymakta büyük zorluk bulunduğu açıktır.
Bunlardan
başka gıptaya da mecâzen hased denildiği vardır, hem ilk örfte bu
yaygın idi.
Gıpta ise kardeşinde bulunan nimetin kaybolmasını temenni etmeyerek
onun gibi
senin de olmasını temenni etmendir ki, bunda sakınca yoktur. Nitekim şu
Nebevî
hadis bu mânâdandır: "Şu ikiden başkasında hased yoktur: Bir adam ki
Alla
h ona mal vermiş ve hak yolda tüketilmesine onu musallat kılmıştır ve
bir adam
ki Allah ona hikmet vermiştir, onunla amel eder ve onu insanlara
öğretir."
Demek ki
şer
olan hasedin asıl mânâsı başkasında bir nimet görmekten rahatsız olup
onun
kaybolmasını istemektir ki, bizim "çekememezlik" dediğimizdir.
Birtakım kimselerin zannettiği ve bir hayli yaygın olduğu vechile
kıskançlık
demek değildir. Kıskançlık, bazan hased demek dahi olursa da daha çok
Arapça'da
"gayret" tabir olunandır. Nitekim Kamus mütercimi Âsım Efendi de
şöyle der: "Gayret, gayr, gar, gıyar: Nâm ve namusa eksiklik verecek
halden korumak mânâsınadır ki kıskanmak denilir." Mesela erkeğin
karısını
başkasından kıskanması, aynı şekilde kadının kocasını başkasından
kıskanması
hased değil, gayret ve hamiyettir, bu övülmüştür. Fakat birisi
diğerinin
karısını veya kocasını veya evladını veya malını veya güzelliğini veya
herhangi
bir nimet ve meziyetini, şerefini çekememek, ona göz dikmek, onun ondan
yok
olmasını arzu etmek haseddir, kötülenmiştir. Buna kıskanmak denirse de
çekememezliği bir gayret ve hamiyet mânâsında mübalağa sûretiyle
kullanmak
kabilinden mecaz demektir. Yani yerinde olmayan bir kıskanmaktır. Her
ne olursa
olsun kıskanmak mutlaka haset demek değildir, ondan daha genel
olabilir. Ş u
halde hasedi sadece kıskanmak diye tercüme etmek doğru değildir. Hased
kötülenmişdir, ona bir kıskanmak denirse elin hakkını sahibinden
kıskanmak,
diye ifade edilmelidir. Halbuki gayret ve hamiyet demek olan kıskanmak
övülmüş
ve makbul bir haslettir. Feyizlenme, ilerleme, kemâle erme, iffet,
hakkın
korunması, nimetin muhafazası onunla hasıl olur. Meğer ki kendi
hakkının
ilerisine tecavüz etmek sûretiyle ifrat olsun. O zaman gayret, cahiliye
hamiyeti ve hased mânâsında olmuş olur. Ragıb'ın hasedi tarifind e
nimetin
hakkı olandan kaybolmasını temenni diye müstahık (hakkı olan) kaydını
koyması
da önemlidir. Bundan anlaşılır ki, hasedde zulüm mânâsı da vardır ve o
halde
bir nimetin hak sahibinin gayrinden yok olmasını istemek hased değil,
gayret ve
adalet deme k olur. Şu halde bir gasbedicinin gasbettiği nimetin,
elinden
çıkmasını temenni etmek hased demek olmadığı gibi, onun bâtıl elinin
yok
edilmesiyle hakkı sahibine teslim etmeye çalışmak da şer değil, gayret
edilmesi
lazım gelen bir hayır, bir hamiyet görevi demektir. Fakat bir hak
sahibinin
nail olmuş bulunduğu bir nimetten kalben acı duyup da onu çekememek,
yok
olmasını temenni etmek hased ve zulümdür. Fakat bu fiile çıkmayıp,
içinde
kaldıkça hased edene zararı olursa da başkasına dokunmaz. Amma
düşünceden f
iile çıkarılmak istenip de o nimeti fiil ile yok etmeye çalıştığı zaman
fiilen
zulüm ve azgınlık olan hased olmuş olur ki, o zaman onun şerrinden
Allah'a
sığınmak lazım gelir. O artık hiçbir hak ve insaf tanımaz, mümkün
olabilen her
türlü kötülük ve hiley e baş vurur, her türlü sihirbazlığı göze alır,
fırsat
bulabildiği kadar düğümlere üfürdükçe üfürür. olanların hepsini de
şerrine âlet
etmeye çalışır. Bu da kötü kişilerde şehvet kuvveti ile öfkenin ve
bilhassa
öfke kuvvetinin bir azgınlığı demek olduğundan dolayı İbnü Sina
burada da
şöyle demiştir: "Haset ettiği zaman hasedçinin şerrinden", beden ve
kuvvetleri ile ruhu arasında meydana gelen tartışma demektir. Hased
eden,
hayvansal ve bitkisel kuvveti bakımından bedendir; hased edilen de
ruhtur. Bu şekilde beden, nefs üzerine bir vebaldir. O halde ondan
uzaklaştığı
sûrette o
nefsin hâli ne güzeldir! Ve eğer onunla kirlenmiş değilse ondan
ayrılmasıyla ne
büyük lezzete erecektir." Bu da mânânın bir özü ve istiâze (sığınma)nin
ruhunu beyân etmek demektir ki sonucu:
"Ruha
dön
ve onun isteklerini olgunlaştır,
Çünkü sen cisim ile değil, ruh ile insansın"
ifadesine
dikkat nazarını çekmektir. Bunu şöyle özetleyebiliriz: Ey insanî nefis!
Bütün
yaratıkların, özellikle kevn ü fesat (olma-bozulma) şânından olan
maddiyyatın,
cismânî güçlerin, hususiyle aldatıcı hayvansal ve bitkisel güçlerin o
şehvet ve
öfkenin şerrinden o felakın Rabbine sığın. Çünkü onlar seni çekemez,
bedende
bırakmak, çukura gömmek, helâke götürmek isterler. Onun için sen o f
ıtrat
nûrunun, insanlık ruhunun kadrini bil de onu yaratan Hak Rabbine sığın.
Görülüyor
ki bu
sûrede insan ruhuna zararı düşünülen, din ve dünyaca çekinilmesi ve
korunulması
lazım gelen şerlerin hepsi sayılarak onlardan Allah'a sığınmak
emredilmiş ve bu
şekilde kurtuluş vaad edilmiş demektir. Bundan dolayı Resulullah bunlar
nazil
olduğu zaman ferahlamış ve bunlarla sığınmaya devam etmiştir. Çünkü bu,
ikincisiyle beraber, sığınmak için her işi içine almaktadır. Evvelâ
"Yarattığının şerrinden", sığınıl a cak şerlerin başlangıçlarının
hepsini kısaca içerir. Sonra da ğâsık, neffâsât, hâsid (karanlık gece,
üfürükçüler, hased eden) üçü onların mertebelerini veya en mühimlerini
bir
açıklamadır. Gerçi o kısaca anlatımda ve hatta neffâsât (üfürükçüler)
ve hâsid
( hased eden)de sığınan nefsin kendisi de dahil olabilir. Fakat
karşılaştırma
karinesiyle sığınan, kendisine sığınılanda dahil olmamak açık olduğuna
göre bu
sûre daha çok insana dışından veya bedeninden zarar veren âfakî
(objektif)
şerlerde zâhirdir. Bu şe k il kelam daha genelden başlayıp bilhassa
hased ile
insana ait ruhların şerlerinde son bulmuştur. Bunun üzerine bunlardan
sığınan
nefsin olgunlaşması mertebeleri ile ona içinden gelecek enfüsî
(subjektif)
şerrini genişçe anlatımına ve bu şekilde, "Düğü m lere üfleyen"in de
bir yönden beyan ve tefsirine işaret olmak ve ondan da bilhassa istiâze
(sığınma) ile vaad tamamlanmak üzere gelecekte görüleceği üzere Nâs
Sûresi ile
son verilmiştir. Bir de dikkate şâyandır ki şerlerinden sığınılan 'daki
mâ
mevsûf e veya mevsûle olabilmek ihtimalinden dolayı marife (belirli)
veya nekre
(belirsiz) olması muhtemeldir. Ğâsık, hasid kelimeleri, nekre ve müfred
(tekil), aradaki ma'rife (belirli) ve çoğul olarak getirilmiştir. Bunun
nüktesinde Zemahşerî ve Razî: "Zira her ğâsık, her hased eden şerli
değildir.
Hatta
bazan
hayırda gıbta mânâsına hased, hayır bile olur fakat her üfürükçü
(neffâse)nün
şer olduğuna işarettir." demişlerse de, bu pek açık değildir. Zira
dağınık
fert halinde genel olarak her bir ğâsıkın vukubu (karanlığın yayılması)
ve her
bir hased edenin hasedi zamanında şerrinden tamamen sığınma talep
edildiği daha
açıktır. Lâkin ğâsık ile hased edenin şerri çoğunlukla karanlıkta ve
bilinmezlik içinde, tanınmayarak geriden geriye cereyan eder. Neffâse
(üfürükçü) ler, sihirbaz (büyücü)lar ise çoğunlukla tanındıkları,
bilindikleri
halde
yüzlere güle güle, gönüllere üfleye üfleye şirretliklerini yaparlar.
Ğâsık
(karanlık) bir eşkiya gibi ansızın basar, hasetçi de bir kundakçı gibi
saklı
yapar, sâhir (büyücü)ler, cadılar ise dost kılığında yankesici gibi göz
göre
göre çarparlar. Böyle olması onların hilelerinin ince ve gizli olmasına
engel
de olmaz. İşte bunlar içinde en çok bile bile şerlerine düşülenler
üfürükçüler
olduğu ve umûmi örfte de en çok şirretle bilin e nler bunlar bulunduğu
için
kelimesinin lâmının ahd veya istiğrak ile marife (belirli) ve çoğul
olarak irâd
edilmiş olması bizce daha doğru ve daha açık görünmektedir. Nâs
Sûresi'nde in
marife (belirli) olması da "neffâsât" gibidir. Bu yönden de o bunun
tamamlayıcısı olan bir beyânı demektir.
|