|
Elmalı Tefsiri
1-
Göklerin ve yerin yaratıcısı,
yani bütün alemi
yokken yaratan,
fıtratını ilk başta yoktan var eden yahut yaran, yoktan varlığa çıkaran
ve yine yaratacak, "Gök yarıldığı zaman." (İnşikak, 84/1) ve "Gök
yarıldığı zaman." (İnfitar, 82/1) hükmünü yerine getirecek olan.
En'am
Sûresi'nde de geçtiği üzere, "Fatara" aslında yarmak mânâsınadır.
Rağıb, uzunluğuna yarmak der. Bundan daha önce örneği geçmeksizin ilk
olarak yaratmak mânâsına meşhur olmuştur. Bu mânâya göre "Fatır" ilk
yaratmaya göredir. Ve di'li geçmiş zaman mânâsına olacağı için,
izafet-i maneviye olarak "marife" olup Allah kelimesine sıfat olmuştur.
Bu şekilde ahirete, ikinci yaratılmaya işareti, intikalî ve istidlalî
olmuş olur. Bununla birlikte bazı tefsir bilginlerinin dediği gibi,
yarmak mânâsından ismi fail olması da mümkündür. Bu şekilde biz bundan
"Gök yarıldığı zaman" (İnfitar, 82/1) ifadesindeki "İnfitar"ı
(yarılmayı) da anlamak isteriz ki, bu durumda ahiret yaratılması dahi
açıklanmış olur. Ancak yaratacak demek olan bu mânâ gelecek zamana ait
olduğu için, "Fatır" dilbilgisi açısından amil (başka kelimelerde amel
eden) olarak "lafzî izafet" olacağından marifelik kazanmaz ve Allah
ismine sıfat olmaması gerekir. O halde iki ihtimal kalır: Birisi bedel
yapılmak, birisi de "Din gününün sahibi." (Fatiha, 1/3) gibi süreklilik
ve sebat kastolunarak geçmiş zaman ve gelecek zaman, kapsamaktır. En
uygunu da budur. O halde hem ilk yaratılmayı, ve hem ikinci yaratılmayı
kapsayarak mânâ işaret ettiğimiz gibi şu olur: Gökleri ve yeryüzünü
yaran ve ayıracak olan, dünyayı yarattığı gibi ahireti de yaratan ve
melekleri elçiler yapan, yani kendisinden kullarının şuurlarına tebliğ
vasıtaları, peygamberlere vahiy, salih insanlara ilham, akıllara doğru
düşünme fikrini getiren araçlar, yahut kudretini, eserlerini
yaratıklarına iletici vasıtalar kılan, öyle ki ikişer üçer, dörder çok
kanatlı.
ECNİHA:
"Cenah" kelimesinin çoğuludur. Cenah da kanat demektir. Meşhur olan
budur. Bir şeyin kol ve kanat gibi şubelerine ve cihetlerine dahi
denilir. Meleklerin "cenahları"nın gerçek yüzünü ve nasıl olduğunu ise
Allah bilir. Gerçi cenah kelimesini cihet ile tevil edenler de
olmuştur. İfadenin akışından anlaşıldığına göre, burada zikrolunan
sayılar tam sayıyı belirleme ve sadece bu kadar olduğunu ifade etmek
(tahsis) için değil, çokluğu beyan etmek içindir. Buna göre dörtten
yukarı kanadı olan melek yok demek değildir. Gerçi Buharî Müslim,
Tirmizî, "Andolsun ki o, Rabbinin en büyük âyetlerinden bir kısmını
görmüştür." (Necm, 53/18) âyetinde İbnü Mes'ud hazretlerinden rivayet
etmişlerdir ki, Resulullah Cebrail'i altı yüz kanatla görmüştür.
Tirmizî'nin Hz. Aişe'den rivayetine göre de Resulullah Cebrail'i kendi
şekliyle ancak iki kez görmüştür. Bir kere Sidre-i Münteha'nın yanında,
bir kez de Ciyad (atlar) içinde ki altı yüz kanadı vardı, ufku
kapatmıştı. Gerçekten dörtten fazla olabileceğini de anlatmak için
buyuruluyor ki yaratmada dilediği kadar artırır. Dolayısıyla meleklerin
kanatlarını daha çok yapabileceği gibi, diğer yaratıklarında da
dilediği artırmayı yapabilir. Mesela güzel yüzler, güzel sesler, güzel
saçlar, güzel hatlar, gözlerde güzellik, boy ve endamda hoşluk,
incelik, biçimde uyumluluk, organlarda tamamlık, güçte şiddet, akılda
keskinlik, görüşte ve düşüncede verimlilik ve bereket, kalbte cesaret,
ruhta hoşgörü, dilde güzel ifade, konuşmakta yeterlilik, işte
beceriklilik ilh... Neler, ne mükemmellikler, ne fazlalıklar yaratır.
Bu yüzden Allah'ın yaratışını sınırlı suretlerle sınırlamaya
kalkışmamalıdır. Şüphesiz ki Allah her şeye kadirdir.
2-Onun
için şartı ifade eden edat, Allah insanlara rahmetinden her neyi
açarsa, hazinesinin rahmetinden herhangi bir rahmeti, maddî veya manevî
herhangi lutfu ve nimeti açar salıverirse, artık onu, o rahmeti başka
tutacak yoktur. Yağar da yağar, ilâhî feyz coşar da coşar. Her neyi de
tutarsa onu da ondan başka salacak yoktur. Ve O, öyle aziz öyle
hakimdir. Aziz, iradesine, kudretine karşı gelinmek ihtimali yok,
hiçbir kayıt ve şartın tesiri altında bulunmayan, hiçbir kanun ile
kayıtlı olmayan, istediği harikayı yapan yenilmez galibtir. Bununla
birlikte hakîmdir de izzet ile fail olduğu gibi, hikmet ile de faildir.
O'nun yaratmasından hikmetler, kanunlar çıkar, bu sayede ilimler fenler
edinilerek sebeplerine sarılmakla nimetlerine erilir. İzzetinin
sınırına yanaşılmaz, yani eserlerinin hikmetinden çalışma ve çabalama
ile yararlanılır. İzzet ve rahmetiyle peygamber, kitap gönderir.
Hikmetiyle din ve ilim öğretir.
3-
Ey
insanlar, bütün insanlar! Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün.
Düşünün ki sizi izzet ve hikmetinden yararlandırmak üzere emanetin
ortaya çıktığı insan yaratmış. Allah'tan başka yaratıcı var mı? Niçin
siz O'nun nimetini düşünmeyip, Allah için çalışmayıp da başkalarına kul
olacaksınız. O size gökten ve yerden rızık veriyor, eğer O vermezse
diğer vasıtaların hepsi hükümsüz kalır; çünkü şimdi geçtiği üzere O'nun
tuttuğunu başkası koyuveremez. O'ndan başka kulluk edilecek Tanrı
yoktur. O halde siz nasıl çevirilirsiniz, nasıl da O'na şirk koşar,
başkalarına taparsınız?
4- "Eğer
seni
yalanlarlarsa.." Bu âyet peygambere
teselli veren bir
âyettir.
5-7-
Allah'ın
vaadi mutlaka haktır. Ahiret gelecek, o
cezalandırma ve
mükafat verme herhalde olacaktır. O halde Sakın dünya hayatı sizi
mağrur etmesin, aldatmasın. Bugün keyfimize bakalım da yarın ne olursa
olsun demeyin. Dünyaya dalıp da ahirete dair görevlerinizi unutmayın.
Dünya için ahiretinizi feda etmeyin; çünkü gençlik uçup ihtiyarlık
çöktüğü gibi, dünya her ne olursa bir rüya gibi gelir geçer, ahiret
ebedî olmak üzere gelir çatar. Ve sakın o çok aldatıcı mağrur şeytan
sizi Allah ile de aldatmasın, Allah'a da mağrur etmesin. Yani Allah
kerimdir, Allah çok bağışlayıcıdır, çok merhametlidir. Allah her şeye
vekildir diyerek günahlara, tenbelliklere sefihliklere sevketmesin,
görevlerinizi kötüye kullandırmasın. Gerçi Allah öyledir. Fakat öyledir
diye mağrurlanmak, Allah saygısını duymamak, izzetini ve celalini
hesaba katmamak, Allah'ın cezasını tanımamak gibi bir cinayet ve aynı
zamanda Allah'ın iman ile çalışan salih kullarına vaad olunan
nimetlerinden mahrumiyettir. Çünkü küfür ve küfran edenlere şiddetli
azab, iman ile salih amallere çalışanlara bağışlama ve büyük bir ecir
vardır. Bunu mukayese ile anlatmak için buyuruluyor ki:
8- Ya
artık o kimsede mi ki, âyetin aşağı kısmını yukarısının bir kolu, bir
dalı yapma, de bunu inkâr içindir. Cümlenin haberi (yüklemi)de
gizlidir. Yani iman edip salih ameller yapan kimselere mağfiret ve
büyük bir ecir var diye, onun tersi olan o mağrur kimsede mi onun gibi
olacak ki kendisine kötü ameli süslü gösterilmiş, hırsı şehvetle
allanmış pullanmış cazibeli, hem zevkine, hem menfaatine uygun, sonu
iyi gelecek bir amel gibi hoş gösterilmiş de onu güzel görmüş, vehminin
kuruntusu ve hevesleri aklına baskın gelmiş, şehvetlerinin sarhoşluğu
gözünü gönlünü bürümüş.
Öyle
içerim ki nihayet beni görürsün.
Çirkin
benim katımda güzel diyen, kendini bilmeyecek derecede sarhoş gibi
tersi dönmüş, batılı hak, kötüyü iyi, fenalığı güzel görür olmuştur.
İşte alçak bir hayata aldanan bu hale geleceği gibi, Allah gafur diye
günahlarda ısrar eden mağrurlar da bu hale gelir. Bir insan böyle
kötüyü iyi görecek kadar şaşkın ve vicdansız nasıl olur diye hayret
etme! Çünkü Allah dilediğini şaşırtır, dilediğini de yola getirir?
Peygamberlerine ve onlara uyanlara hidayet verdiği gibi, şeytanlara ve
onlara uyanlara da sapıklık verir. Onun için nefsin onlara iç yangısı
ile, üzüntülerle geçmesin. Üzülme de görevine bak. Allah onların ne
sanatlar yaptıklarını ve yapacaklarını da bilir. Yani onları en başta
öyle şaşırtması hikmetsiz, sırf zorla olmadığı gibi, sonunda da
yaptıklarını yanlarına bırakacak değildir. Şüphe yoktur ki kötüyü iyi
gören sonunda iyilik görecek değildir. Elbette onlar salih amel yapan
müminler gibi, mağfiret ve ecre erecek değiller, bir gün gelip
belalarını bulacaklardır.
9-Ya
o nasıl ve ne zaman olacaktır denilirse, bunun bir inkılap (değişim) ve
nüşur ile olacağı anlatılmak üzere buyuruluyor ki: "Rüzgarları gönderen
Allah'tır..." İşte "nüşûr" da böyledir. Böyle bir inkılap ile durgun
hevesleri harekete getirerek göklere yükselecek bulutlar gibi yetenekli
unsurları coşturarak yararlı rüzgarlara benzer ilâhî bir cereyanın sevk
ve idaresiyle bir ölü beldeye nasıl bir hayat veriliyorsa, hesap için
ölülerin dirilmesi demek olan "nüşur", yani öldükten sonra dirilme de
işte öyle bir kıyam ve kıyamet iledir. (Nüşur kelimesi için Furkan
Sûresi, 25/3. âyetin tefsirine bkz.)
10-
Her kim izzet istiyorsa, zillet ve hakaretten kurtulup şerefli,
haysiyetli, kuvvetli olmak arzu ediyorsa bilsin ki, izzet tamamı ile
Allah'ındır. Dünyada da Allah'ındır; ahirette de Allah'ındır;
dolayısıyla izzet isteyen şuna buna tapmakla kendisini zelil etmemeli,
hepsini geçip Allah'a yükselmelidir. Fakat O'na hoş kelimeler yükselir.
Onu da salih amel yükseltir.
KELİMİ
TAYYIB: Başta, Kelime-i tevhit olmak üzere tesbih (sübhanellah), tahmid
(elhamdülillah), tekbir (Allahü ekber), dua, istiğfar ve zikirler gibi
hoş kelimelerin hepsini içine alır. Ve bunların ilâhî arşa yükselip de
"Gerçekten iyilerin kitapları hiç şüphesiz 'illiyyîn'dedir."
(Mutaffifîn, 83/18) buyurulduğu üzere makbul ameller defterine
yazılması, ancak bunları tahakkuk ve tasdik ettirecek salih amellere
yaklaşmakla olur. Hz. Peygamber (s.a.v)den rivayet edildiği üzere hoş
kelimelerdir. Bir kul bunu dediği zaman melek onunla semaya çıkar, onu
Rahmân'ın katına arzeder, fakat salih amel olmazsa kabul olunmaz. Yine
hadiste yer almıştır ki, Allah Teâlâ bir sözü amelsiz kabul buyurmaz,
sözü, ameli, niyeti de ancak sünnete uygun olmakla kabul buyurur.
Kısacası izzeti elde etmek sözlü ve fiilî itaat ile olur; yoksa gurur
ve tembellik, şeytanlık ve kötülüklerle değil. Çünkü Seyyiat, türlü
türlü kötülüklere tedbir alan şeytanlık ve entrika ile uğraşanlara veya
riyakarlık yapanlara gelince "Onlar için şiddetli bir azab vardır.
Onların tuzakları darmadağın olur." Kureyş'in, Darunnedve'de Peygambere
yapmak istedikleri hileler gibi bozuk çıkar başlarına geçer.
11-Allah'ın
izzeti ve diriltmesi ve nüşûrun doğruluğu diğer âyetlerle de
açıklanarak buyuruluyor ki: "Allah sizi bir topraktan yarattı.." Bu
öyle bir gerçektir ki maymundan yaratıldıklarını iddia edenler bile,
daha önce topraktan sonra da bir nutfeden (spermden) geldiklerini inkâr
edemezler. İstidlal zincirinde bir halka daha itiraf etmiş olurlar.
Bütün bunlar, Allah Teâlâ'nın tabiatlar üzerindeki izzet ve
hakimiyetini gösterir; nitekim sonra sizi çiftler yaptı, o nutfeden
(spermden) sade erkek değil, dişiler de yaptı ve evlenme kanunu koydu,
hem bunları yapıp da bırakıvermedi. Herhangi bir dişinin hamile kalması
ve çocuğunu doğurması hep O'nun ilmiyledir. Dolayısıyla gizli günah
yapmak isteyenler de bilmelidirler ki Allah yaptıklarını bilir ve ne
yaşatılana ömür verilmesi ne de ömründen eksiltilmesi, yani doğmadan
ölmesi veya az yaşaması veya yaşadıkça ömrünün tükenmesi olmaz ki
herhalde bir kitapta yazılı olmasın, yani hiçbirisi gelişi güzel bir
tesadüf ile değil, herbiri mutlaka ilahi ilimde takdir edilmiş ve
levh-i mahfuzda yazılmış olarak meydana gelir. Bu kadar parçalar nasıl
bilinir diye uzak görmemelidir. Çünkü o, Allah'a göre kolaydır. Onun
için O'na göre öldükten sonra diriltmek de kolaydır.
12-
"İki deniz bir değildir." Bu da tabiatın hakim olmadığını ispat eder.
Burada mümin ile kâfirin veya dâr-ı İslam ile dar-ı küfrün de temsil
yoluyla farkına bir işaret vardır. Biri tatlı biri acıdır taze et, evet
acı denizde tatlı balık oluyor, acı sularda da. Demek ki muhitin
(okyanusların-çevrenin) tabiatı üstünde yaratıcının etkisi ile böyle de
görülüp duruyor. Giyineceğiniz bir süs, bir ziynet de çıkarıyorsunuz.
İnci, mercan gibi takılan ziynetler. Fakat bunların tatlı sulardan
çıkarıldığı bilinmediğine göre "Her birinden" kaydına bağlanması dikkat
çeken bir nokta olmuştur.
13-
"O, geceyi gündüze sokuyor.." Bu da ilâhî izzetin zaman üzerinde dahi
hakim olduğunu ve bütün değişikliklerin onun hükmüyle cereyan ettiğini
gösterir. Kısacası "İşte Rabbiniz budur. Hükümranlık O'nundur. O'ndan
başka taptıklarınız ise, bir çekirdek zarını bile idare edemezler."
KITMİR:
Aslında hurma ile çekirdeğinin arasında ince zar veya çekirdeğin
arkasındaki ince pürüz demek olup sonra hakîr ve küçük olan şeylerde
mesel olmuştur. Nitekim dilimizde "Nıkır kıtmır" diye bilinmektedir.
14-
Sana bir şeyden haberdar olan gibi, yani habîr olan Allah gibi haber
veren olmaz, Allah'tan başkası peygamberlik vermez.
15-
Sizsiniz
Allah'a muhtaç fakirler,
cümlesinde müsnedin (öznenin)
marife
(elif lamlı) olması kasr (ancak, sadece, yalnız anlam)ı ifade eder.
Yani din ve ibadet Allah'ın ihtiyacı değil, insanların ihtiyacıdır. Hem
yarattıkları içinde Allah'a ihtiyacı en çok olan fakirler sadece
insanlardır. İnsan "İnsan da zayıf olarak yaratılmıştır." (Nisâ, 4/28)
ifadesine göre zayıf olarak yaratılmış olmakla, hangi mertebede olursa
olsun hiçbir zaman Allah'a ihtiyaçtan kurtulamayacağı gibi, emaneti
taşıyan insan ruhunun duyduğu ihtiyaç o kadar çoktur ki, onun yanında
diğer yaratıklara fakir bile denmez. İnsanın bu ihtiyacını tatmin etmek
için de Allah'tan başka mabud bulunmaz. Başkaları bir kıtmire bile
malik değil Allah ise ganiydir. Hiçbir ihtiyacı olmayan ve her şeyden
müstağni, tam mânâsı ile zengin, ganiy O, yalnız O'dur. O sizin
ibadetinize muhtaç olmadığı gibi, bütün ihtiyaçlarınızı tatmin
edebilecek güce de sahiptir. Öyle, fakat bakalım, korur gözetir mi
dersiniz? Hem hamiddir. Hamd ve şükür ile kendisine tazim ve ibadet
olunacak veliyy-i nimet de ancak O'dur. Gerçekte O'ndan başka nimet
veren, O'ndan başka hamd ve tazime layık olan yoktur. Onun için
dileklerinizi verirse, ancak O verir. Hem O kendisine hamd ettirmesini
bilir.
16-O
öyle ganiy, öyle hamiddir ki, dilerse sizi giderir de yepyeni bir halk
getirir. Hamd etmek istemeyen siz nankörleri savar da yerinize hiç
bilmediğiniz başka bir kavim, hamd edecek bir devlet getirir. Veya
yeryüzünde bütün insanları yok eder siler süpürür de hiç görülmedik
bambaşka yeni bir mahluk, tanımadığınız bir âlem yaratır.
17- Ve
Allah'a
göre bu olmaz bir şey de değildir. Çünkü
"O'nun emri
bir
şeyi dilediği zaman O'na ancak "ol" demesinden ibarettir. O da
oluverir. (Yâsîn, 36/82)
18-
Bununla
birlikte yüce Allah'ın adaleti
hatırlatılarak
buyuruluyor ki
Hem günah çeken bir nefis diğerinin günahını çekmez.
VİZR:
Ağırlık, ağır yük, ağır günah, vebal demektir. Burada günahın cezasının
ağırlığı demektir. Herkes kendi günahından sorumlu olur, kendi
günahının cezasını çeker; nitekim "Her koyun kendi bacağından asılır"
deriz. Zalimlerin, zorbaların yaptığı gibi birinin günahı diğerine
yükletilmez. Ankebut Sûresi'nde "Onlar mutlaka kendi yüklerini de, o
yükleriyle birlikte daha nice yükleri de bizzat yüklenecekler."
(Ankebut, 29/13) buyurulmuş olması da buna aykırı değildir. Çünkü o hem
sapıtmış, hem de saptırmış olanlar hakkındadır. Başkasını da sapıtmaya
çalışanlar hem sapıklıklarının, hem saptırmalarının günahını çekerler
ki, ikisi de kendi günahlarıdır. Nitekim "Her kim bir kötü adet
çıkarırsa, ona hem onun günahı, hem de onu işleyenlerin günahı vardır."
hadisi de böyledir. Yani diğer işleyenler çekmeyecek demek değil,
onların hepsi kadar da fazla çekecek demektir. Demek ki birisi şunu
şöyle yap da günahı varsa benim boynuma olsun diye kefalet ederek
diğerini bir günaha sokarsa, o boynuna aldığı günahı çekmeyecek
değildir, ancak sevkettiği kimseyi kurtarmış olmayacak, onun çekeceğini
çekmeyecek; birisi aldandığının cezasını çekecek birisi aldattığının
cezasını çekecektir. Şu tabirinde bunlara işaret de var gibidir. Yükü
ağır basan, çok ağır yük altında bulunan günahkar bir nefis, yükünün
başkası tarafından alınıp yüklenilivermesine çağırsa, yalvarsa da ondan
hiçbir şey yüklenilmez. Rıza ve tercih ile de yüklenilmez, cebren de
yüklenilmez. Çünkü o kıyamet günü "O günden sakının ki hiçbir kimse
kimseden yana bir şey ödeyemez. Kimseden bedel kabul olunmaz. Kimseye
de şefaat fayda vermez." (Bakara 2/123) diye tanımlanan bir gündür. "Ne
bir alış-veriş, ne de bir dostluk olan" (İbrahim, 14/31) bir gündür.
Gerekse bir yakını olsun. Yani çağıran veya çağırılan bir yakını bile
olsa, yine yüklenilmez. O halde Allah'ın emaneti gibi göklerin ve yerin
çekemediği ağır bir yükü yüklenmiş olan insan, bir de o emanete hıyanet
ederek ve şunu bunu sapıtarak sen yap da günahı benim boynuma olsun
demek gibi, başkalarının günahını boynuna almaya kalkışmamalı; diğer
birtakımı da öylelere uyup günahı filanın boynuna diye kendini ateşte
yakmamalıdır. Fakat ey Muhammed! Sen bu uyarmayı ancak şu kimselere
duyurur, ancak öyle kimseleri sakındırırsın ki Rablerinden gaybde, yani
henüz huzuruna varmadan gıyabda korkarlar. Allah korkusunu, Allah
saygısını duyar da namazı dürüst kılarlar. "Onlar ki gerçekten
Rablerine kavuşacak olduklarını bilirler." (Bakara, 2/46) âyetinin
ifadesi gereğince Rablerinin huzurunda O'na kavuşacaklarına kani olarak
kılarlar. Ve bu şekilde maddeten ve manen temizlenirler. Temizlenen de
ancak kendisi için temizlenir, feyizlenir. Bu, işte günah çekmenin tam
aksidir. Yani insanlar bu iki sınıftan dışarı değildir. Ya günah
çekecekler veya günahtan temizleneceklerdir. Günah çekenler, başkasının
günahını çekmeyeceği gibi, nefislerini kamil iman ve üstün ahlak ve
salih amel ile temizleyenler de sırf kendi menfaatlerine olarak
temizlenmiş olurlar. Öyle ya akıbet gidiş Allaha'dır. Herkes ona göre
mukafat veya cezasını alacaktır.
19-22-
"Körle gören bir değildir." Bu cümlede mümin ile kâfirin temsilî olmak
üzere yukarıdaki "Hem iki deniz eşit olmuyor" (Fâtır, 35/12) âyeti
üzerine matuf denilmiş ise de "Fakat sen ancak Rablerinden korkanları
sakındırırsın." (Fâtır, 35/18) hükmünün açıklamasının devamında istinaf
(yeni bir cümle) olması bizce daha uygundur.
23-26-
Sen ancak bir uyarıcısın, bir habercisin, zorba ve musallat değilsin,
yani âyette yapılan "kasr" (ancak sen, diye yapılan tahsis) ifadesi,
müjdeci olmadığını ifade için değil, fiilen azab memuru olmadığını
ifade etmek içindir. Nitekim bunu vurgulamak için "Biz seni hak ile bir
müjdeci ve uyarıcı olarak gönderdik.." buyurulmuştur. Ve hiçbir ümmet
yoktur ki içlerinde bir korkutucu geçmiş olmasın. Şu halde Araplarda da
geçmiştir. Kasas Sûresi'nde beyan olunduğu üzere Tevrat'tan önce, ilk
zamanda (kurun-i ûlâda) geçmiştir. Kurun-i vustâ (orta zamanda) yani
Musa'dan Hz. Peygamber'in gönderilişine kadar geçmedi.
27-
"Görmedin mi
Allah gökten bir su indirdi.." Burada
yine yüce
Allah'ın
tabiat üzerinde tasarruf ve Rablığını gösteren ve onu bir su gibi bir
tek sebep altında, çeşitli özellikler ve yetenek ile, çeşitli
görüntülerle, değişik değişik cinslere ve çeşitlere ayıran iradesinin
bir alameti demek olan "ıstıfa", seçme kanunun açık ve önemli bir
hatırlatma ve uygulaması vardır. "Onunla çıkardık.." Burada ifade
üçüncü tekil şahıstan (gıyab) birinci çoğul şahsa (tekellüm)
yönelmektedir. Yani indirdik de, o su ile şunları çıkardık. Renkleri
çeşitli olmak üzere bir çok meyveler, ürünler. Demek ki onları çıkaran
suyun özelliği, yapısı değil, Allah'ın iradesidir ve meyvelerin
birbirinden farklı olması, çeşit çeşit olması yaratıcının muradıdır.
Bilinmektedir ki çeşitli meyvelerin yalnız renkleri değil, daha birçok
özellikleri ve yapıları da değişiktir. Ancak renkleri pek belirgin
olduğu için, onların zikriyle diğerleri söylenmemiş, bununla
yetinilmiştir. Hem bu yalnız bitkilerde değil, dağlardan da "cüdde"ler,
yol yol alacalar var.
CÜDED:
Cim harfinin ötresiyle "cüdde"nin çoğuludur. Cüdde bir rengi diğer
renkten ayıran yol gibi ayırıcı çizgidir. Nitekim "cim" harfinin üstün
okunması ile "cedde" de cadde demektir. Ve kapkara, yani koyu kuzgûnî
siyah renkte. GARÂBÎB: "Ğayn" harfinin kesresiyle (girbîb)in çoğuludur.
Gırbîb, siyahın şiddetlisi demektir, ki pekiştirme olsun diye abartma
için kulanılır. İşte dağların taşlarında ve topraklarında böyle yol,
değişik değişik alacalar da sadece bir tesadüf eserinden ibaret değil,
yaratıcının özel bir seçimi ve ortaya çıkarmasıdır.
28-
İnsanlardan, hayvanlardan, davarlardan da böyle değişik değişik
renklileri vardır. Bunlar da öyle şeklî ve manevî görüntülere ayrılarak
seçilmişlerdir. Öyle ki insanlar içinde ilmi olanlar, olmayanlar
vardır. Fakat Allah haşyetini, Allah korkusunu, Allah saygısını kulları
içinden ancak bilginler duyar, ancak Allah'ı bilenler o saygıyı
hissederler. Yani "Sen ancak görmeden Rabbinden korkmakta olanları
sakındıracaksın." (Fâtır, 35/18) buyurulduğu üzere, Allah saygısını
sürekli duyup da Peygamberin uyarmasından yararlanacak ve dolayısıyla
temizlenip korunacak olanlar, Allah'ı celal ve cemaliyle, kemal
sıfatıyla bilen ilim sahibleridir. Çünkü bir şey hakkında saygı, onun
şanına olan bilgi ve bilginin dercesiyle uyumlu olur. Bir kulun da
Allah'a dair ilmi ne kadar mükemmel ise, korkusu da o oranda mükemmel
olur. Onun için Resulullah (s.a.v.) "Ben sizin Allah'tan en çok
korkanınız ve en çok müttaki olanınızım" demiştir. Niçin Allah'ı bilmek
korkmaya sebeb oluyor? Çünkü Allah çok güçlüdür, bağışlayıcıdır. Yalnız
bağışlayıcı değil güçlü bağışlayıcıdır. Sadece bir bağışlayıcı olsaydı,
O'nu bilmek belki nazlanmaya, mağrur olmaya, hiç korkusuz ümit
bağlamaya s ebeb olabilirdi. Fakat Allah yalnız bağışlayan, merhamet
eden değil, aziz, hiç bir sebebe boyun eğmeyen, yenilmeyen, hiçbir
kanun altına alınma ihtimali bulunmayan, dilediği anda kahredip yerle
bir eden, çok kuvvetli, çok azametli, galib ve kahredici bir
bağışlayıcıdır. Mağfireti çok olduğu gibi cezası, intikamı da çok
şiddetlidir. Onun için Allah'ı bilmeyenler her haltı ederler. O'nu bir
kul ne kadar iyi bilirse, o kadar çok saygılı, o kadar çok hürmetli
olur. Bununla birlikte bilginlerin saygısı, korkusu, haşyeti ne kadar
yüksek olursa, ümidi de o oranda çok olacağı unutulmamalıdır.
29-Çünkü
yani Allah kitabını vird ederek okuyup içindekini izleyenler ve onunla
birlikte namazı dürüst kılıp kendilerine rızık kıldığımız şeylerden
gizli ve açık, nasıl gerekirse öyle harcayanlar, yani Allah'ın
kitabındaki hükümlerin yerine getirilmesi için masraf yapıp zekat ve
sadaka verenler öyle bir ticaret ümdi ederler ki asla batmak, iflas
etmek ihtimali yoktur.
30-
Çünkü Allah onlara ecirlerini tamamı ile ödeyecek, hem de ihsanından
artırıp fazlasını vercektir. Çünkü O, Allah hem gafûr, hem şekûrdur
O'nun kuvvetini saydıklarından dolayı, bağışlaması ile onların
günahlarını bağışlar. Hizmetlerini fazlasıyla takdir edip çalışmalarını
makbul kılar. Çünkü kuvvet, inkâr ve nankörlüğe karşı "kahr"ı
gerektirdiği gibi, hizmet ve şükre karşı da nimet ve ikramı gerektirir.
Şu halde Allah'tan en çok korku duyan bilginler olunca, Allah'ın
kulları içinde en çok şeref verdiği de bilginler olmuş olur. Bu
yüzdendir ki, "İlim rütbesi bütün rütbelerin üstündedir." İlmin bu
özelliği de yalnız nazarî (teorik) özelliği ile değil, amelî (pratik)
özelliği iledir. Çünkü yukarıda "Onu da iyi amel yükseltir." (Fâtır,
35/10) buyurulduğu gibi, burada da korku ve makbuliyetin bir özelliğe
dayanması gösterilmektedir.
31-Şimdi
de ilâhî tercihde kitapların en seçkini Kur'ân, ilmini Hakk'ın
vahyinden alan peygamberler içinde de en seçkini Muhammed Mustafa,
ümmetlerin içinde en seçkini Muhammed ümmeti, onlar içinde de en
seçkini Kur'ân hafızları olan ilim adamları olduğu hatırlatılmak üzere
buyuruluyor ki: Kitaplar içinde sana vahy ile gönderdiğimiz kitap var
ya, önündekileri tasdik edici ve ayırıcı olmak üzere hak olan ancak
odur. Diğerlerinde onun tasdikine erişmeyen noktalarla amel edilemez.
Şüphe yok ki Allah kullarından herhalde haberdardır, onları
görmektedir. Batın ve zahirleriyle bütün özelliklerini kuşatmıştır.
32-Onun
için seni layık görmeseydi, bunu sana vahy etmez, seni böyle son
Peygamber Muhammed Mustafa kılmazdı. Sonra o kitabı, yani Kur'ân'ı
kullarımızdan seçtiğimiz seçkinlere miras kıldık. Yani senden sonra
ümmetin olan kullarımız içinden seçip beğendiğimiz süzme kulları ona
varis kıldık. Bu şekilde Muhammed ümmeti en ileri, en süzme ümmet
olduğu gibi, onlar içinde de en seçkinleri, Kur'ân'ı ezberleyen
kimseler olarak peygambere varis olan bilginlerdir. Ki onlar içinden de
kimisi nefsine zulmeder, kitaba varis olduğu halde gereği gibi
okuyarak, amel edemeyerek. kimi de muktesıd, orta yoldadır. Kâh amel
ediyor, kah etmiyor. Kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda ileri gider.
Hayırlarda öne geçer, imam, önder, reis başkan olur ki, işte asıl
peygamber varisi olanlar, "Hayır yarışlarında, ta öne geçip kazananlar:
Onlar öncüdürler. İşte onlar en çok yaklaştırılmış olanlardır. Naiym
cennetlerindedirler." (Vâkıa, 56/10,11,12) övgüsüne ermiş bulunanlar
onlardır. İşte büyük lütuf budur. Böyle hayırlarda ileri gidip öne
geçmektir.
33-
37-Şöyle ki: Adn cennetlerine girecekler ve orada altın
bileziklerden
zinetlenecekler, hem de inci ve altın bileziklerden. Allah, en iyisini
bilir. Dünyada o hayırlar yapmak için ettikleri infakları kazanmalarına
sebeb olan sanatlar, yükselmelerine araç olan salih amellerdir. Bundan
dolayı olsa gerektir ki "Sanat altın bileziktir" sözü bizde meşhur bir
atasözü olmuştur. Âyette geçen "inci" kelimesi altınların duru ve
saflıklarından kinayedir. Yani ikamet yurdu, ikametgah, ikamet vatanı,
kalınacak yurt, düşünüp anlayacak kimsenin düşüneceği kadar bir süre
size ömür vermedik mi? Tecrübe zamanı dahi denilen bu süreyi yaşayan
bir kimse için yaratanını bilmemekte bir özür kalmamıştır. Bu süre
hakkında çeşitli rivayetler gelmiştir. Altmış, kırk altı, kırk, büluğ
yaşı, yirmi, yirmiden altmışa kadar denilmiş ise de gerçek yüzünü Allah
bilir. Büluğdan sonra her ölen hakkında bu süre gerçekleşmiş demektir.
Altmış, Peygamberden rivayet edildiği üzere en üst sınırı demektir.
Yani bundan sonra kâfirliğe hiç mazeret kalmıyor demektir. "Size
uyarıcı da geldi." Bu da hükümlerin ayrıntısına göredir.
38-39-
O'dur ki
sizi yeryüzünde halifeler kıldı. Hilafet
verip bundan
böyle
ilâhî hükümlerin yerine getirilmesine memur eyledi. Bu âyet Muhammed
ümmetine geleceğin hükümranlığını vaad eden gayıb haberlerindendir.
Mekke'de bu sûrenin nazil olduğu zaman, düşünülürse, bu âyetin ne büyük
bir mucizeyi kapsamakta olduğu kolaylıkla kabul edilir. Şüphe yok ki,
bu çok büyük nimettir. İmdi her kim küfreder; böyle nimete karşı
nankörlük eder de iman ve şükür yolunu tutmazsa, inkârı sırf kendi
aleyhinedir. Cezasını kendi çeker, öyle ya, kâfirlere inkârları
Rablarının katında, buğz edilen kimseler olmaktan başka bir şeyi
artırmaz. Küfür, bir küfran, bir nankörlük olması itibariyle, Allah
yanında buğz edilen, gazaba uğrayan, nefret edilen kişi olmaktan başka
bir sonuç vermez. Ve kâfirlere küfürleri zarardan başka bir şey
artırmaz. Çünkü imansızlık hem mahrumiyet, hem de felaket sebebidir.
40-Ey
Peygamber! De ki: Gördünüz mü Allah'tan başkasından çıkardığınız
ortaklarınızı? Yani Allah'a ortak koşarak taptığınız veya adına davet
eylediğiniz mabudlarınızı gösterin bana, bu yeryüzünden neyi
yaratmışlar? Başlıbaşına yaratmışlar da siz onlara tapıyor, onlara
yalvarıyorsunuz, halkı onlara çağırıyorsunuz? Yoksa onların göklerde mi
bir ortaklıkları var? Yeryüzünden hiçbir parçayı bağımsız olarak
başlıbaşına yaratmadılarsa da göklerde yaratma veya diğer bir hüküm ve
tasarruf itibarıyla Allah'a ortak olarak katılmaları mı var? Hâşâ, ne
o, ne de o; hiçbiri de olmadığı apaçık belli iken, bilinirken nasıl
olur da siz onlara tapar veya davet edersiniz? O ne cahillik, ne
ahmaklık, ne haksızlık! Yoksa biz onlara bir kitap vermişiz de
kendileri ondan bir delil üzerinde mi bulunuyorlar? Yerde gökte bir
ortaklıkları olmadığı malum olmakla birlikte, biz onlara mabudluk
payesi verdik, ilahlığımıza ortak kıldık diye ellerine bir kitap, bir
ferman vermişiz de bundan dolayı açık bir delile, kesin bir hüccete mi
sahip bulunuyorlar. Hayır yalnız zalimler birbirlerine sadece bir
gurur, sırf bir aldanış vaad eder dururlar. Onlar bizim Allah yanında
şefaatçilerimizden diye öncekiler sonrakileri, başlar geridekileri
aldatır giderler. Bu âyetin hükmün yalnız putperestlere değil,
Allah'tan başka gerek put, gerek melek, gerek hükümdarlar ve gerekse
diğer herhangi bir şeye tapan müşriklerin hepsine genel ve hepsini
kuşatır olduğunda şüphe yoktur.
41- Şüphe
yok ki gökleri ve yeri yok
olmamaları için Allah tutuyor.
Yani
şirk ve zulüm öyle fena, o kadar büyük cinayettir ki onun
uğursuzluğundan yerler, gökler yıkılır; çünkü onlar ancak adalet ve hak
ile ayaktadırlar. Hakkın dengesi bozulunca kendilerini tutamazlar.
Varlıklarında, başkasına muhtaç oldukları için kendilerine yeterli
değildirler. Onun için haksızlık âlemin düzenini bozar. Allah'a şirk
koşmak ise en büyük zulüm olduğundan, müşriklerin meydan alan (yayılan)
zulüm ve fesatlarıyla alem yıkılmak üzere bulunuyor. Fakat Allah
onların belirli vakitlerinden önce yok olmalarını istemediği için
tutuyor, muhafaza buyuruyor da henüz yıkılmıyorlar. Yemin olsun ki,
eğer yok olurlarsa onları ondan sonra, o yok olmaktan sonra, yahut
Allah'tan başka hiçbir tutacak yoktur. O cidden halim ve gafur
bulunuyor. Çünkü ululuğuna karşı yapılan o şirk ve zulüm yüzünden
"Neredeyse gökler parçlanacak, yer yarılacak, dağlar dağılıp
çökecektir". (Meryem, 19/90) âyetinin ifadesince, yıkılmak üzere
bulunan gökleri ve yeri tutuyor.
42-
"Olanca güçleriyle yemin ettiler ki, eğer kendilerine bir uyarıcı
gelirse, diğer ümmetlerin herhangi birinden daha doğru yolda
olacaklardı." Çünkü Kureyş kitap ehlinin peygamberlerini
yalanladıklarını işitmişler ve şöyle demişlerdi: "Allah, yahudilere ve
hıristiyanlara lanet etsin, eğer bize bir peygamber gelseydi, herhalde
biz ümmetlerin her birinden daha çok doğru yola girerdik." Sonra da
kendilerine bir peygamber, yani Muhammed (s.a.v.) geldiği zaman onlara
fazla bir ürkeklik verdi,
43-yeminleri
gibi hakkı kabul değil de, haktan bir kaçınma yeryüzünde bir
kibirlenme, yahut kibirlendikleri için kötülük hilesi, suikast düzeni,
"Hani bir zaman o inkâr edenler seni tutup bağlamaları veya seni
öldürmeleri yahut seni çıkarmaları için sana tuzak kuruyorlardı."
(Enfal, 8/30) ifadesince o Peygamberin canına kıymaya hazırlanma
tertibi. Halbuki kötü hile, tuzak, sırf sahibinin yani yapanın başına
geçer. Nitekim onların tuzağı da "Bedr"de başlarına geçti. Demek ki
onlar da sırf öncekilerin sünnetine bakıyorlar. Önceki inkâr eden,
kötülük yapan ümmetlerin başlarına gelen Allah'ın adetini, ilâhî kanunu
gözetiyorlar. O halde Allah'ın sünnetinde (adetinde) bir değişiklik
bulamazsın. Hakkı inkâr edenlere ve kötülük yapanlara azab kanununu,
İslâm dinini yürürlükten kaldıracak değildir. Ve Allah'ın sünnetinde
(adetinde) bir değiştirme de bulamazsın. O azabı, hak edenlerden
başkasına çevirmezsin de.
44-
Yeryüzünde
dolaşıp da bir bakmadılar da mı, bir
kısım, âyetin
önce
geçen ifadesine (ma kabline) bir delil getimedir. Yani Şam'a, Yemen'e,
Irak'a, ticaret ve herhangi bir sebeble gidiş gelişlerinde hiç bakıp
görmediler de mi? Peygamberlerini dinlemeyen geçmiş ümmetler şu
yeryüzünde nasıl helak olmuşlar, yurtları nasıl harabelere dönmüş?
Halbuki onlar, o Âd'lar, Semud'lar, kendilerinden çok kuvvetli idiler.
Allah'ın emirleri dairesinde hareket etmedikleri için azab kanunlarıyla
kökleri kazındı. ne göklerde, ne yerde hiçbir şeyin Allah'ı aciz
bırakmak ihtimali yoktur. Çünkü O, âlim, kadir bulunuyor. Her şeye
karşı ilmi, kudreti, nihayetsiz olan yüce Zat ise, hiçbir şekilde aciz
olmaz.
45-Peki
öyle de, bu kadar kâfirleri, müşrikleri niye yaşatıyor da
mahvedivermiyor? denilirse, buyuruluyor ki: Eğer Allah bütün insanları
kazandıkları ile, kazandıkları günahları yüzünden hemen hesaba
çekiverecek olsa, yeryüzünde hiçbir deprenen bırakmazdı. İnsan
günahlarının uğursuzluğundan bir hayvan bile kalmazdı demişlerse de,
deprenir bir insan bırakmazdı mânâsına olması daha makuldür. Çünkü şu
fıkralardaki "onlar" zamirinin, akıllı olan varlıklarda kullanılması
daha açıktır. Fakat, derhal hesaba çekivermez de o insanları belirli
bir süreye kadar te'hir eder, geri bırakır ki o kıyamet günüdür.
Ecelleri geldiği zaman da şüphe yok ki Allah kullarını görüp duruyor.
Hiçbirini kaçırmaz, her ne kazançları varsa, ona göre iyiliğe iyilik,
kötülüğe kötülük cezalarını verir. Bu cümle "onun kulları"
nitelemesiyle, kulluğunu bilen kullara bir teselliyi bildirmekle
birlikte, herkes için ağır bir azarlamayı hatırlatan korkunç bir
uyarıdır. Ve işte bu sonucu, açık bir heyecan ile doyurup yaşatmak
için, Yasin Sûresi ilâhî aşk ile çarpan, vuslata ulaşan bir kalbin
çarpıntısı ile takib edecek ve açıklayacaktır. Şüphesiz her şeyi
görürsün Yâ Rab! Biz kullarını da bütün hallerimizle görür gözetirsin,
gözet, lütuf ve rahmetinle gözet, ilâhî!
|
|