|
Elmalı
Tefsiri
1-
Mushaf-ı
şeriflerde iki türlü besmele vardır.
Birisi sûre başlarında yazılan ve sûreden bağımsız olan besmele, diğeri
Neml Sûresinin (Neml, 27/30) âyetindeki besmeledir. Bu besmelenin, Neml
sûresinin bu âyetinin bir parçası olduğu açıkça bilinmektedir. Bundan
dolayı
besmelenin Kur'ân âyeti olduğunda şüphe yoktur ve bu durum, açık
tevatür
ile ve âlimlerin ittifakıyla kesin olarak bilinmektedir. Fakat sûre
başlarında
yazılan ve her sûreyi birbirinden ayıran ve kırâetin başında okunan
besmeleye
gelince: Bunun o sûrelerden birinden veya her birinden bir âyet veya
âyetin
bir kısmı veyahut başlıbaşına Kur'ân'dan tam bir parça olup olmadığı,
Neml
sûresindeki besmele gibi besbelli olmadığından bu besmelenin Kur'ân'dan
olup olmadığı hususu, tefsirde ve usul ilminde bilimsel açıdan
tartışmalı
bir meseleyi meydana getirmiştir ki bilhassa iman, namaz ve kırâet
konularıyla
ilgilidir.
Said b.
Cübeyr Zührî, Atâ ve İbnü Mübarek
hazretleri besmelenin başında bulunduğu her sûreden birer âyet olduğunu
söylemişlerdir ki, Kur'ân'da yüz onüç âyet eder. İmam Şâfiî hazretleri
ve talebeleri bu görüş üzerindedirler. O halde Fâtiha'nın yedi
âyetinden
birincisi besmeledir. Ve "en'amte aleyhim" bir âyet başı değildir.
Bunun
için Şâfiîler namazda besmeleyi yüksek sesle okurlar. Çünkü Şâfiîler
diyorlar
ki; selef (ilk dönem alimleri) bu besmeleleri Mushaflarda yazmışlar,
bunun
yanında Kur'ân'ın âyet olmayan şeylerden tecrid etmesini tavsiye
etmişlerdir.
Ve hatta Fâtiha'nın sonunda "âmîn" bile yazmamışlardır. Eğer sûrelerin
başındaki besmeleler Kur'ân olmasaydı onları da yazmazlardı. Kısacası
Mushaf'ın
iki kapağı arasında Kur'ân'dan başka birşey bulunmadığında İslâm
alimlerinin
ittifakı vardır. Ve bunu destekleyen özel hadisler de rivayet
edilmiştir.
O hadislerden birisi İbn Abbas (r.a.)'dan: "Besmeleyi terk eden
Allah'ın
kitabından yüz ondört âyet terketmiş olur." Ebu Hüreyre (r.a.)'den:
"Resulullah
efendimiz 'Fâtihatü'l-Kitab (Fâtiha sûresi) yedi âyettir, bunların başı
"Bismillahirrahmanirrahim"dir
buyurdu. Ümmü
Seleme (r.a.)'den: "Resulullah (s.a.v.) Fâtiha'yı okudu ve
"Bismillahirrahmanirrahim
elhamdülillahi rabbil âlemîn"i bir âyet saydı. O halde Fâtiha'dan bir
âyet
değilse, âyetin bir kısmıdır. Bundan dolayı namazda okunması farzdır ve
yüksek sesle okunur. İmam Şâfiî gibi Ahmed b. Hanbel hazretlerinden de
bu iki hadis arasında tereddütlü iki rivayet vardır.
Diğer
taraftan İmam Mâlik hazretleri Kur'ân'ın
her yerinde dahi Kur'ân'dan olduğu açıkça ve tevatür yoluyla belli
olacağı,
halbuki hakkında değişik görüşler bulunan bir sözün Kur'ân'dan olduğuna
hükmedilemiyeceğinden dolayı ve Medine halkının geleneğine dayanarak
sûre
başlarındaki besmelelerin ne Fâtiha ne de diğer sûrelerden, ne de bütün
Kur'ân'dan özel bir parça olmadığına ve Neml Sûresi'ndeki âyetten
başkasında
besmelenin Kur'ân olmayıp sûreleri birbirinden ayırmak ve teberrük
(mübarek
sayıldığı) için yazıldığı görüşünü ileri sürmüş ve bundan dolayı
namazda
ne yüksek sesle ne de gizli okunması uygun olmaz demiştir. Bunun için
Mâlikîler
namazda besmeleyi okumazlar.
Hanefîlere
gelince, bu mezhebin en sıhhatli
görüşü şudur: Sûrelerin başındaki besmele başlı başına bir âyet olarak
Kur'ân'dandır. Ve sûrelerin hiç birinin bir parçası olmayarak sûreleri
birbirinden ayırmak ve sûre başında teberrük olunması için inmiştir.
Gerçekten
yukarıda zikredilen karşıt iki değişik görüş ve delil içinde ortaya
çıkan
kat'î olarak bilinen nokta budur. Madem ki, yukarıda açıklanan şartlar
gereğince mushafın her iki kabı arasında Kur'ân'dan başka birşey
yazılmadığına
dair ittifak vardır; o halde sûre başlarındaki besmeleler de
Kur'ân'dandır.
Şâfiî'nin ileri sürdüğü delilin kesin iddiası budur. Madem ki
besmelenin,
başında bulunduğu sûrelerden bir parça olduğunu bildiren açık mütevatir
bir delil de yoktur, o halde hiç birinden bir parça da değildir. İşte
Mâlikî
delilinin kesin iddiası da budur. Bundan dolayı iki delilin birbirine
yakın
bu noktalarının birlikte ifade ettiği mânâ da; söylediğimiz gibi
besmelenin
bütün sûrelerden ayrı başlıbaşına bir âyet olmasıdır ki, bu konuyla
ilgili
değişik "ahad haber"lerden çıkan ortak hüküm de bu olur. O halde Fâtiha
gibi, besmelenin her namazda okunması vacip değildir. Fakat gerek
namazda
ve gerek namaz dışında her Kur'ân okunuşunun ve her önemli işin başında
okunması sünnettir. Bunun için namazın her rekatında, kırâetin başında
okuruz, ortasında okumayız. Ancak Fâtiha'nın bir parçası olduğu
anlaşılmasın
diye kırâeti yüksek sesle okunan namazlarda da onu gizli okuruz ve
böyle
okunmasında bütün hanefîler görüşbirliği içindedirler. İşte böyle
seçkin
bir âyettir.
TAHLİL: Dış
görünüşe göre besmele dört kelimedir.
Gerçekten ve itibari olarak yedi kelimedir. Çünkü gerçekte nin " "si
ile
'in tarif edatları da birer kelimedirler. Hükmen de böyledir. Çünkü
Arap
dilinde tarif edatlarına hiçbir zaman başlı başına bir kelime hükmü
verilmemiş
olduğu halde "bâ" hem kendisi bir kelimedir, hem de hazf olunmuş
(silinmiş)
taalluk ettiği bir fiil ile failini de bildiren üç kelime hükmündedir.
Bundan dolayı ile den bileşik bir kelimedir. Bunda kural gibi vasl
hemzesi
(kelimenin ortasında düşen elif) ile yazılmaktı, fakat besmeleye özgü
olarak
bu hemze düşürülmüş olup söylendiği gibi yazılır. Ve onun yerine
"bi"nin
başı uzatılır. Ta ilk asırlardan beri besmelenin başını bir elif uzun
yazmak
bir hat kuralı olmuştur ki, bu kural kûfî gibi sülüs ve nesih
hatlarında
da hat üstadlarının bildiği bir husustur. Bunun nüktesi çok
kullanılmasından
dolayı hafifletmedir diyorlar. Fakat bunda özellikle taalluk-ı visâl
kuvvetini
ifade etmek gibi manevi nükteler de vardır. Bazı hadislerde rastlanan
gibi
imalar bundan açık olarak anlaşılıyor.
Bilindiği
gibi, hakiki her ilmin bir tek konusu
vardır, Kur'ân'ın hikmet ilminin konusu ise Allah ile kâinat ve
özellikle
insanlar ve insanların işleri arasındaki ilişki ve bağlantıdır.
İşte bir
ilahlık sıfatı ve kulluk ilişkisi
ile özetlenen ve önce Fâtiha'da, sonra bütün Kur'ân'da tedrici olarak
açıklanan
bu ilişki tamamen besmeledeki nın mânâsıdır. daima bir fiile veya fiile
benzeyen bir kelimeye taalluk eden ve onu bir isme bağlayan bir edat,
bir
cer edatıdır ki, asıl mânâsı yapıştırmaktır. Fakat bu yapıştırmanın;
karıştırma
ve beraberlik, yardım dileme, pekiştirme için kullanma ve yemin gibi
birçok
çeşitleri vardır ki, besmelede tefsirciler yalnız beraberlik veya
yardım
dileme mânâlarından birini gösterirler. Bu bâ'nın bağlacı hazf
olunmuştur
ki, o anda besmeleyle başlanacak olan fiil olacaktır. Başla, oku,
başlıyorum,
okuyorum gibi.
"İsim"
aslında sözlük anlamıyla bir şeyin
zihinde doğmasını sağlayan işaret ve alâmet demektir. Örfte tek başına
anlaşılır bir mânâya delalet eden kelime diye tarif edilir ki, o mânâya
veya onun dışta veya zihinde gerçekleşen asıl şekline müsemmâ denilir.
Yaygın görüşe göre, ismin aslı "sümüv = yücelik" maddesidir. "Vesm =
damgalama"den
olması da mümkündür. Fakat çoğulu "esma" veya "esâmî" gelir ve bunlar
tamamen
dilimize mal olmuş kelimelerdir. Sıfatlar da aslında ismin
kısımlarındandır.
Bunun için isimler özel isim veya cins ismi veya umuma delalet eden
isim
diye kısımlara ayrıldığı gibi zat ismi veya sıfat
ismi diye de birbirinden ayrılır.
Yüce Allah'ın Esmâ-i Hüsnâ'sında bu farkın önemi vardır. İsim, aslında
"ad" ve "nam" ile eşanlamlı olmakla beraber dilimizde biz bunları ince
farklarla kullanırız. "Ben bu işi falan kimse namına yapıyorum."
yerinde
"falancanın adına veya ismine yapıyorum" diyemiyoruz. Aynı şekilde
"insan
bir isimdir" deriz de "bir addır, bir namdır" demeyiz. Öyle zaman olur
ki "o adamın adı" yerine "o zatın ismi" demeyi tercih ederiz.
"Allah"
gerçek ilâhın özel ismidir. Daha
doğrusu zat ismi ve özel ismidir. Yani Kur'ân bize bu en yüce ve en
büyük
zatı, eksiksiz sıfatları ve güzel isimleriyle tanıtacak, bizim ve bütün
kâinatın ona olan ilgi ve alâkamızı bildirecektir. Bundan dolayı Allah
diye adlandırılan en büyük ve en yüce zat kâinatın meydana gelmesinde,
devamında ve olgunlaşmasında bir ilk sebep olduğu gibi "Allah" yüce
ismi
de ilim ve irfan dilimizde öyle özel ve yüce bir başlangıçtır. Yüce
Allah'ın
varlığı ve birliği kabul ve tasdik edilmeden kâinat ve kâinattaki
düzeni
hissetmek ve anlamak bir hayalden, bir seraptan ve aynı zamanda
telafisi
imkansız olan bir acıdan ibaret kalacağı gibi "Allah" özel ismi
üzerinde
birleştirilmeyen ve düzene konmayan ilimlerimiz, sanatlarımız, bütün
bilgiler
ve eğitimimiz de iki ucu bir araya gelmeyen ve varlığımızı silip
süpüren,
dağınık fikirlerden, anlamsız bir toz ve dumandan ibaret kalır. Bunun
içindir
ki, bütün ilimler ve sanatlar küçük küçük birer konu etrafında
bilgilerimizi
düzenleye düzenleye nihayet son düzenlemede bir yüksek ilim ile bizi
bir
birlik, huzuruna yükseltmek için çalışır durur. Cisim konusunda madde
ve
kuvvet ile hareket ve durgunluk oranında, birleştirilemeyen bir tabiat
ilmi; uzaklık, yer ve zamana göre, nicelik kavramında toplanmayan bir
matematik
ilmi; bilim mefhumunda cisim ve ruh oranında toplanmayan bir psikoloji
ilmi; dış dünya ve zihine göre doğruluk mefhumunda toplanmayan bir
mantık
ilmi; iyilik ve kötülüğe oranla güzellik ve çirkinlik mefhumunda
toplanmayan
bir ahlâk; nihayet nedensellik oranında ve varlık mefhumunda
toplanmayan
bir hikmet ve felsefe bulamayız. Varlık mânâsını düşündürtmeden,
nedensellik
oranının gerçek olduğunu kabul ettirmeden bize en küçük bir gerçek
bildirebilen
hiçbir sanat yoktur. Şu, şunun için vardır. İşte bütün ilimlerin
çalıştığı
gaye budur. Varlık, gerçeklik, nedensellik ilişkileri, bütün ilim ve
sanatlara
hakim olan düşünme ve doğru olduğunu kabul etmek prensipleridir.
Nedensellik,
sebebin müsebbebi ile bağlantısı, orantısı ve kalıcılığı kanunu,
asrımızda
bütün ilimlere hakim olan en büyük kanundur. Bunun için nedensellik
alanında
birleştirilemeyen hiçbir ilim bulamayız. Bu oran ise, sebep denilen bir
başlangıç ile müsebbeb denilen bir sonuç arasındaki ilişkileri anlatır
ve bütün kâinatın düzeni dediğimiz şey de işte bu yegâne ilişkidir.
Bundan dolayı biz sebep ve sonuç
açısından varlığı düşünüp doğrulamadan bu bağlantının tam olduğunu
düşünemeyiz
ve doğrulayamayız. Sonra bu tasdikimiz de doğrudur diye zihnimiz ile
gerçeğin
uyum ve ilişkisini, üzerine kurduğumuz hakkın hakikatına
dayandırmazsak,
bütün emek ve çabalamalarımızın, bütün anlayışlarımızın, yalan, asılsız
ve kuruntudan ibaret bir seraba dönüşeceğine hükmederiz. Halbuki o
zaman
böyle hükmedebilmek de bir gerçeği itiraf etmektir. Bundan dolayı insan
doğruyu inkar ederken bile onun doğru olduğunu kabul mecburiyetinden
kurtulamaz.
Mümkün olan gerçekler üstünde varlığı zaruri olan Hakk, gerek
ilmimizin,
gerek varlığımızın ilk başlangıç noktası ve ilk sebebidir. Ve "Allah"
onun
ismidir. İnsan üzerinde etkili olan ve insanı kendine çeken hiçbir şey
düşünülemez ki, arkasında Allah bulunmasın.
Yüce Allah
varlığı zaruri olan öyle bir zattır
ki, gerek nesnel ve gerek öznel varlığımızın bütün gidişatında
varlığının
zaruretini gösterir ve bizim ruhumuzun derinliklerinde herşeyden önce
Hakk'ın
zatına ait kesin bir tasdikin var olduğu inkâr kabul etmez bir
gerçektir.
Hatta bizim varlığımızda bu yüce gerçeğe basit ve öz ve sınırsız bir
ilişkimiz,
bir manevi duygumuz vardır. Ve bütün ilimlerimizin temeli olan bu gizli
duygu; sınırlı duygularımızın, anlayışlarımızın, akıllarımızın,
fikirlerimizin
hepsinden daha doğru, hepsinden daha kuvvetlidir. Çünkü onların hepsini
kuşatıyor. Ve onları kuşattığı halde O'nun zatı sınırlandırılamaz ve bu
âlem O'nun kudret ve kuvvetinin bir parıltısıdır. Durum böyle iken biz
birçok zaman olur ki, dalgınlıkla kendimizi ve varlığımızın geçirdiği
zamanları
unuturuz. Ve çoğunlukla yaptığımız hataların, sapıklıkların kaynağı bu
gaflet ve dalgınlıktır. Böyle kendimizden ve anlayışımızın
inceliklerinden
dalgınlığa düştüğümüz zamanlardır ki, biz bu gizli duygudan, bu ilk
anlayıştan
gaflete düşeriz ve o zaman bunu bize aklımız yolu ile hatırlatacak ve
bizi
uyaracak vasıtalara ve delillere ihtiyaç duyarız. Kâinat bize bu
hatırlatmayı
yapacak Allah'ın âyetleri (işaretleri) ile doludur. Kur'ân, bize bu
âyetleri,
kısa ve özlü sözlerle hatırlattığı ve bizi uyardığı için bir ismi de
"ez-Zikr"dir.
Allah'ın hikmeti de bize buradan birçok mantıkî, akla uygun ve ruhî
delilleri
özetleyiverir. Diğer taraftan biz o gizli duygunun diğer sınırlı ve
belirgin
duygularımız gibi içimizde ve dışımızda ortaya çıkma ve kesintiye
uğrama
anlarıyla sınırlı bir şekil kazanmasını ve bu şekilde varlıkların
parçalarının
gözle görülen şeyler gibi anlayışımızın sınırına girecek bir şekilde
açıklanmasını
arzu ederiz. Bu arzunun hikmeti, O'nun tecellisindeki süreklilikte
duyulan
bir görme lezzetidir. Fakat bunda bilgisi ve kuvvetiyle herşeyi kuşatan
Allah'ı, yaratılmış varlıklara
çevirmeye çalışmak gibi imkansız
bir nokta vardır ki, nefsin gururunu kıracak olan bu imkansız nokta
birçok
insanı olumsuz sonuçlara ulaştırabilir. O zavallı gururlu nefis
düşünemez
ki, bütün kâinatın o ilk başlangıç noktasına açık, anlaşılabilir, başı
ve sonu belli olan bir sınır çizmek, görünen eşyada olduğu gibi bir
kesinti
anına bağlıdır. Mümkün olmayan böyle bir kesinti anında ve noktasında
ise
bütün his ve bütün varlık kökünden kesilir ve yok olur. Öyle bir
tükenme
ise apaçık bir his ve anlayışa varmak değil, yokluğa karışmaktır. Aklî
delillere böyle bir gaye ile bakanlar ve Allah'ın görünmeyen ve görünen
bütün varlıkları kuşatan sonsuz tecellisi karşısında nefislerinin
gururunu
kırmayarak şuhûd zevkinden mahrum kalanlar "Allah'ı aradım da
bulamadım."
derken, sanat ve felsefe adına zarara uğradıklarını ilan etmiş olurlar.
Allah'ı sezmek için kalp ile doğru ve yanlışı birbirinden ayıran gözü
ve
ikisi arasındaki farkı ve ilişkiyi belli bir oranda idrak
edebilmelidir.
İşte "Allah"
yüce ismi, bütün duygularımızın,
düşüncelerimizin ilk şartı olan öyle derin ve bir tek gizli duygunun,
görünen
ve görünmeyen varlıkların birleştikleri nokta olan bir parıltı halinde,
hiçbir engel olmaksızın doğrudan doğruya gösterdiği yüce Allah'ın
zatına
delalet eden, yalnızca O'na ait olan özel bir isimdir. Yani bu isim
önce
zihindeki bir mânâ ve ikinci olarak o vasıta ile Allah'ın zatının ismi
ise özel bir isimdir. Zihindeki bir mânâ olmayarak yalnızca ve bizzat
belli
zatın ismi ise bir özel isimdir. Birincisinde kelimeden anlaşılan
mânâya,
mânâdan gerçeğe geçeriz ve ismi bu mânâ ile tanımlarız. Mesela Allah,
bütün
sıfat-ı kemâliyyeye (eksiksizlik ve olgunluk vasıflarına) sahip
bulunan,
varlığı zaruri olan zatın ismidir. Yahut hakkiyle tapılacak olan yüce
zatın
ismidir, deriz. İkincide bizzat bulunan gerçeğe intikal ederiz. Bu
şekilde
o gerçekten kendimizde hiçbir pay yoksa Allah isminden gerçekte yine
kendisinden
başka birşey anlayamayız. Bize göre isim ile, isimlendirilen varlık
aynıdır.
Fakat o gerçekten kendimizde herhangi bir tarz (üslub) ile bir pay
bulabilirsek
isim ile kendisine isim verileni birbirinden ayırırız ve bu iki şekilde
de Allah'ı isbat etmeye ihtiyaç duymayacağız. Fakat bu isimden bir mânâ
anladığımız ve o mânâyı gerçekte bir mahiyete delalet için vasıta
olarak
kabul ettiğimiz zaman o gerçekten bizzat bir payımız olmasa bile bu
isimden
birşey anlarız. Fakat o şeyin varlığını isbat etmeye ihtiyaç duyarız.
Bundan
dolayı isim, isbat etmeden önce konulmuş bulunursa o gerçeğin özel ismi
olursa da alem ismi olamaz. Fakat isbat edildikten sonra konmuş ise
bizzat
alem ismi olur. Mesela anadan doğma körler için "ülker" ismi ancak bir
özel isim olabilir, görenler için ise bir alem ismidir. Normal dilde
özel
isim ile alem isminin farkı aranmazsa da ilim dilinde
bunlar arasında fark vardır. İşte
bu sebeplerden dolayı yüce Allah için zat ismi ve alem ismi mümkün
müdür,
değil midir? diye bilginler arasında derin bir tartışma vardır. Fazla
uzatmamak
için şu kadar söyleyelim ki, üç tecelli algılanır. Zatın tecellisi,
sıfatın
tecellisi, eserlerinin tecellisi. İsimlerinin tecellisi de bunlardan
biri
ile ilgilidir. Zat isminin, zatın tecellisini ifade eden bir isim
olması
gerekir, çünkü sıfat tecellisini ifade eden isimlere sıfat isimleri,
eserlerin
tecellisini ifade eden isimlere fiil isimleri denilir. Zat, sıfat ve
eserleri
ile de vasıta ile tecelli ettiği gibi bizzat tecelli etmesi de bizce
mümkündür.
En azından kendine tecellisi mümkündür ve alem olan zat ismine bu da
yeterlidir.
Ve biz bunu bütün isimlerde esas olarak bildiğimiz için Allah'ın
isimleri
tevkîfîdir yani Cenâb-ı Hakk'ın vahiy yoluyla bize bildirmiş
olduklarından
ibarettir, diyoruz. Bundan dolayı zat isminin mefhumu olan bir özel
isim
veya mefhumu olmayan bir şahıs ismi olması aslında mümkündür ve bizim
için
yeterlidir.
Şu kadar var
ki; biz kendimize zatın tecellisi
meydana gelmeden alem ismini koyamayız. Nitekim, yeni doğan çocuğa, onu
görmeden koyduğumuz isim, henüz bir özel isimdir ve bu durumda
duyduğumuz
alem isminden de yalnız bir ismin tecellisini anlarız ve o zaman isim
ile
kendisine isim konulan varlık birleşir. Fakat bunu sıfat isimleri ve
fiil
isimleri ile yorumlaya yorumlaya nihayet eserlerin tecellisine ve ondan
sıfatın tecellisine ve ondan zatın tecellisine ereriz. Her söz
başlangıçta
bir ismin tecellisini anlatır, Kur'ân da bize yüce Allah'ı önce isminin
tecellisi ile anlatıyor: v.d. Bundan dolayı Kur'ân'a başlarken doğrusu
hiçbir düşünce ile meşgul olmayarak önce Allah'ın ismini bir zat ismi
(özel
isim) olarak alacağız. Râhman ve Rahim vasıflarını da bu ismi kısaca
yorumlayarak
bu iki vasıfla ona bir genişlik kazandırıp mânâsını zikredeceğiz ki, bu
mânânın kısacası, en mükemmel ve katmerli bir rahmetin alanı ve yayılma
noktasının başlangıcı olacaktır. Sonra yavaş yavaş bu isimler ile bu
mânâyı
açıklayarak ortaya çıkaracağız ve o zaman yerlere, göklere sığmayan
Allah'ın
zat isminin kalbimizde yaratılıştan saklı olan tecellilerini görmeye
başlayacağız.
İsimlerin tecellisinden eserlerin tecellisine geçeceğiz, kâinatı
dolaşacağız,
eserlerin tecellisinden sıfatların tecellisine ereceğiz, görünmeyenden
görünene geçeceğiz. Görünen alemle ilgili zevkimiz arttıkça artacak, o
vakit zatın tecellisi için sevgi ve neşe ile çırpınacağız, bütün
zevkler,
lezzetler, bütün ümitler, bir noktada toplanacak; bazen gözyaşlarını
döküp
yüreklerimizi ezen günah yükünü yıkacağız, bazen vuslat rüzgarı esecek,
mutluluk ve hoşnutluk ile kendimizden geçeceğiz. Nihayet, "Ey huzura
eren nefis! Razı olmuş ve kendisinden
razı olunmuş olarak Rabbine dön! (Benim sevgili kullarım arasına sen de
gir ve cennetime gir!)" (Fecr, 89/27-30) daveti gelecek, yüce Allah'ın
ziyafetinde sonsuza dek O'nun cemalini seyretmeye dalıp kalacağız. "O
gün
bazı yüzler ışıl ışıl parlar, Rabbine bakar." (Kıyamet, 75/22-23).
"Allah" zat
ismini, özel isim olarak düşünebilmek
için, Allah'ın selbî ve subutî bütün zat sıfatları ile fiilî
sıfatlarını
bir arada tasavvur etmek, sonra da hepsini bir bütün olarak topluca ele
almak ve öyle ifade etmek gerekir. Bundan dolayı bu da şu şekilde ifade
edilmiştir: "O zat-ı vâcibü'l-vücûd ki, bütün kemâl sıfatlarını
kendisine
toplamıştır." Sadece "zat-ı vacibu'l-vücûd" demek de yeterlidir. Çünkü
bütün kemal sıfatlarını kendisinde toplamış olmak, varlığı zaruri demek
olan "vacibu'l-vücûd"un bir açıklamasından, niteliğinin
belirlenmesinden
ibarettir.
Bunun bir
özeti de "Hakkıyla mabud = Hakiki
ilâh, gerçek Tanrı" mânâsıdır. Arapça'da bu mânâ belli ve bilinen tanrı
demek olan "el-İlâh" özel ismi ile özetlenmiştir. "Hâlik-ı âlem =
Kâinatın
yaratıcısı" veya "Hâlik-ı Küll = Herşeyin yaratıcısı" mânâsı ile de
yetinilebilir.
Bunları yüce Allah'ın isim ile veya sözle tanımlanması olarak
alabiliriz.
Biz her durumda şunu itiraf ederiz ki, bizim "Allah" yüce isminden
duyduğumuz
(anladığımız) bir mânâ, bu mânâların hepsinden daha açık ve daha
mükemmeldir.
Bundan dolayı bu özel ismin, bir alem isim olması kalbimize daha
yakındır.
Gerek özel ismi, gerek şahıs ismi olan "Allah" yüce ismi ile Allah'tan
başka hiçbir ilâh anılmamıştır. "Sen O'nun bir adaşı olduğunu biliyor
musun?"
(Meryem, 19/65) âyetinde de görüldüğü gibi, onun adaşı yoktur. Bundan
dolayı
Allah isminin ikili ve çoğulu da yoktur. O halde ancak isimlerinin
birden
çok olması caizdir. Hatta özel ismi bile birden çok olabilir ve değişik
dillerde yüce Allah'ın ayrı ayrı özel isminin bulunması mümkündür. Ve
İslam'a
göre caizdir. Bununla beraber, meşhur dillerde buna eşanlamlı bir isim
bilmiyoruz. Mesela Tanrı, Hudâ (Farsça) isimleri "Allah" gibi birer
özel
isim değildir. İlâh, Rab, Mabud gibi genel anlam ifade eden isimlerdir.
Hudâ, Rab demek olmayıp da "Hud'ay" kelimesinin kısaltılmışı ve
"vâcibu'l-vücûd
= mutlak var olan" demek olsa yine özel isim değildir. Arapça'da
"ilâh"ın
çoğulunda (âlihe); "rabb"in çoğulunda (erbâb) denildiği gibi Farsça'da
"hudâ"nın çoğulunda "hudâyân" ve dilimizde tanrılar,
ma'bûdlar, ilâhlar, rablar denilir.
Çünkü bunlar hem gerçek, hem de gerçek olmayan ilâhlar için kullanılır.
Halbuki "Allahlar" denilmemiştir ve denemez. Böyle bir kelime
işitirsek,
söyleyenin cahil olduğuna veya gafil olduğuna yorarız. Son yıllarda
edebiyatımızda
saygı maksadıyla özel isimlerden çoğul yapıldığı ve örneğin
"Ebussuudlar,
İbni Kemaller" denildiği bir gerçek ise de; Allah'ın birliğine delalet
eden "Allah" yüce isminde böyle bir ifade saygı maksadına aykırı
olduğundan
dolayı hem gerçeğe, hem de edebe aykırı sayılır. Bu yüceliği ancak yüce
Allah, (biz) diye gösterir. Halbuki Tanrı adı böyle değildir, mabud ve
ilâh gibidir. Hak olmayan mabudlara da "Tanrı" denilir. Fakat bu bir
cins
ismidir. Allah'a şirk koşanlar birçok tanrılara taparlardı.
Falancaların
tanrıları şöyle, falancalarınki şöyledir denilir. Demek ki "Tanrı" cins
ismi "Allah" özel isminin eş anlamlısı değildir, daha genel anlamlıdır.
Bundan dolayı "Allah ismi" "Tanrı adı" ile terceme olunamaz. Bunun
içindir
ki, Süleyman Çelebi Mevlidine "Allah" adıyla başlamış, "Tanrı adı"
dememiştir
ve o bahrin sonunda "Birdir Allah, andan artık tanrı yok." diyerek
tanrı
kelimesini ilâh karşılığında kullanmıştır. Bu açıklamanın tamamlanması
için bir kelime daha söylemeye ihtiyaç duyuyoruz. Fransızca "diyö"
kelimesi
de ilâh, tanrı kelimeleri gibi bir cins ismidir, onun da çoğulu
yapılır,
onu özel isim gibi büyük harf ile göstererek kullanmak gerçeği
değiştirmez.
Bunun için Fransızlar tevhid kelimesini terceme edememişler, monoton
tercemesinde
"Diyöden başka diyö yok." diyorlar ki "İlâhtan başka ilâh yok." demiş
oluyorlar;
meâlen tercemesinde de "Yalnız diyö, diyödür." yani "yalnız ilâh
ilâhtır."
diyorlar. Görülüyor ki, hem ilâh, hem Allah yerinde "diyö" demişler ve
Allah ismi ile ilâh ismini birbirinden ayıramamışlardır; ve ikisini de
özel isim gibi yazmalarına rağmen "diyö" ancak "ilâh" kelimesinin
tercemesi
olmuştur. Bu ise ilk bakışta laf kalabalığı ve anlamsız bir söz gibi
görünmekte,
aynı kelimeleri önce olumsuz yapmak sonra olumlu kılmak, görünürde bir
çelişki örneği arzetmektedir. "Diyöden başka diyö yok, yalnız diyö
diyödür."
demek görünürde ya bir haşiv (boş söz) veya çelişkidir. Halbuki diyen
öyle
demiyor; "Allah'tan başka Tanrı yoktur." diyor ve asla içinde çelişki
ve
tutarsızlık olmayan açık bir tevhid (birleme) söylüyor. Bundan başka
Fransızca'da
"diyö"nun özel isim olabilmesi Allah'ın, Hz. İsa'nın şahsında cesed ve
şahıs şekline girme düşüncesine dayanır. Bu noktalardan gafil olanlar
"diyö"
kelimesini Allah diye terceme ediyor ve hatta "Allah" dediği zaman bu
terceme
diliyle "diyö"yu söylüyor.
Tefsirciler,
" " özel isminin dil tarihi açısından
incelemesine çalışmışlar ve dinler tarihi meraklıları da bununla
uğraşmışlardır.
Bu araştırmada başlıca gayeler
şunlardır: Bu kelime aslında Arapça
mı? Değil mi? Başka bir dilden mi alınmıştır? Üzerinde düşünülmeden
söylenmiş
bir söz mü? Türemiş mi, türememiş bir kelime mi? Tarihi nedir? Bunlara
kısaca işaret edelim:
İşin başında
şunu itiraf etmek gerekir ki
bilgimiz, gerçekten ibadete layık olan Allah'ın zatını kuşatmadığı gibi
özel ismine karşı da aynı şekilde eksiktir. Ve Arapça'da kullanma
açısından
" " (Allah) yüce ismine benzeyen hiçbir kelime yoktur ve bunun aslını
göstermek
imkansızdır. Dil açısından buna delalet eden bazı hususları da
biliyoruz.
Önce Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliği
asrında bütün Araplar'ın bu özel ismi tanıdığı bilinmektedir. Kur'ân-ı
Kerim de bize bunu anlatıyor: "Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim
yarattı?'
diye sorsan, elbette 'Allah' derler." (Zümer, 39/38), Bundan dolayı
şimdi
bizde olduğu gibi o zamanda bu ismin, Arap dilinin tam bir malı
olduğundan
şüphe yoktur. Sonra bunun Hz. İsmail zamanından beri geçerli olduğu da
bilinmektedir. Bu itibarla da Arapça olduğu şüphesizdir. Halbuki
Kur'ân'dan,
bu yüce ismin daha önce varolduğu da anlaşılıyor. Bundan dolayı Hz.
İbrahim'den
itibaren İbrânice veya Süryânice gibi diğer bir dilden Arapça'ya geçmiş
olduğu üzerinde düşünülüyor ve bu dillerden Arapça'ya geçtiği görüşünü
ileri sürenler oluyor. Fakat Âd ve Semud hikayelerinde ve daha önce
yaşamış
olan peygamberlerin dillerinde de yalnız anlamının değil, bizzat bu
özel
ismin de dönüp dolaştığını anlıyoruz ve İbrânî veya Süryanî dillerinin
de mutlak surette Arapça'dan önce olduğunu da bilmiyoruz. Bunun için
kelimenin
Arapça'da daha önce kökten ve katıksız Arap olan ilk devir Araplarına
kadar
varan bir tarihi bulunduğu açıktır. Bundan dolayı "İsrail, Cebrail,
Mikail"
kelimeleri gibi İbrânice'den Arapça'ya geçmiş yabancı bir kelime
olduğunu
zannetmek için bir delil yoktur.
İkincisi;
Arap dilinin aslında, Arapça olmayan
bazı yabancı kelimeler hakkında dikkatli olmayı gerektiren birtakım
özel
incelikler vardır ki, bunlarla bir kelimenin aslını incelemek mümkün
olur.
Bu açıdan
bakılınca " " (Allah) yüce isminin,
o dilde benzeri olmayan bir kullanılış şeklinin bulunduğunu görürüz.
Bir
görüşe göre, başındaki "el" en-Necm, el-ayyuk v.s. gibi kelimeden
ayrılması
caiz olmayacak şekilde kelimeden ayrılmayan bir belirleme edatı
gibidir. Hemzesi, sözün başında bulunduğu
durumda üstündü, sözün ortasında başka bir kelime ile birleştiği zaman
"Vallah, Billah, İsmüllah, Kâlellah" v.s. gibi yerlerde söylenişte veya
hem telaffuzda hem yazıda hazf olunur (düşürülür). Diğer bir görüşe
göre
de "el" belirleme edatı değildir. Çünkü birine çağırma halinde "" diye
hemze sabit kalabiliyor ve bir de "Yâ eyyühe'l-kerim" gibi çağırma
edatı
ile çağırılan isim arasında gibi ayıran bir kelime eklemeye gerek
kalmıyor.
Halbuki "el" belirleme edatı olsaydı böyle olmayacaktı.
Eğer "el"
belirleme edatı ise kelime herhalde
başka birşeyden nakledilmiştir ve yüce Allah'a isim olarak verilmesi
ikinci
bir kök sayesinde mümkündür. Fakat bunun başlangıçta Arap dilinde diğer
bir isimden veya sıfattan alınmış olması mümkündür ve aslolan budur.
Belirleme
edatı "el" kalkınca da "lâh" kalır. Gerçekten Arapça'da "lâh" ismi
vardır.
Ve Basralı alimlerin büyük bir kısmı bundan nakledildiğini söylemişler.
"Lâh" gizlenme ve yükselme mânâsına fiilinin masdarı olduğu gibi bundan
"ilâh" anlamına da bir isimdir ve bundan "lâhüm", "lâhümme" denilir.
Bir
Arap şairi: "Ebu Rebâh'ın bir yemini gibi, Allah'ım onu büyükler
işitir."
demiş. Aynı şekilde Peygamber Efendimiz'in dedesi Abdülmuttalib Fil
vak'asında
Kâbe kapısının halkasına yapışarak; "Ey Allah'ım! Kul kendi evini
korur,
Sen de evini koru! onların haçı ve hilesi düşman olarak senin tedbirine
galip gelmesin!" diye Allah'a yalvarmıştı. (Bkz. Fîl Sûresi Tefsiri) .
Şu halde
"lâh" isminin başına "el" getirilerek
"Allah" denilmiş ve özel isim yapılmış demektir. Bazıları ise daha
ileri
giderek Arapça "lâh" isminin Süryânice olduğu söylenen "lâha" isminden
Arapça'laştırılmış olduğunu zannetmişlerdir. Çünkü Belhli Ebu Yezid
"lâh"
Arapça olmayan bir kelimedir demiştir. Çünkü, Yahudiler ve Hristiyanlar
"lâha" derler. Araplar bu sözcüğü alıp değiştirerek "Allah" demişler,
bunun
gibi "lâhüm" ile ilgili olarak İbrânice'de "elûhim" vardır. Fakat tarih
açısından Arapça'daki "lâh" mı öncedir, yoksa Süryanice'deki "lâha" mı
öncedir? Bunu tesbit etmek mümkün olmadığı gibi iki dil arasında böyle
bir kelimede ilişkinin bulunması, birinin diğerinden nakledildiğine
mutlak
surette delil olamaz. Eğer arka arkaya gelme yoksa her ikisinin daha
önce
bulunan bir ana dilden yayıldığını kabul etmek daha uygun olur. Ve bunu
destekleyen delil de vardır. Çünkü Allah kelimesinin Arapça'daki
kullanılışında
hiçbir yabancı dil kokusu yoktur. Sonra "lâh, lâhüm" her ne kadar
Arapça
dışındaki bir dilden nakledilmiş olsalar bile "Allah" "el" takısı "lâh"
ile birleştirilerek ondan alınmış olsaydı onun hemzesinin nida
(çağırma)
halinde yerinde kalmasına dilin kuralı müsaade etmezdi. Bunun içindir
ki,
birçok dil bilgini ve bunların içinde Kufeliler, Allah kelimesinin
"lâh"dan
değil, "ilâh" cins ismi ile eş anlamlı olan "el-ilâh"dan nakledilmiş
olduğunu
söylemişlerdir. Bu şekilde ilâhın hemzesi hazf edilmiş ve "el"
belirleme
edatının hemzesi onun yerine konmuş ve belirleme lâmı da "en-Necmü,
Es-Sa'ku"
gibi kelimenin ayrılmaz bir parçası olmuştur. Bundan dolayı, aslına
göre
başındaki hemze, cümle içinde hazf ve başka bir harf yerinde
kullanıldığına
işaret edilerek de nida (çağırma) halinde düşmemiştir. "İlâh" kelimesi
de aslında ilâhet, ulûhet, ulûhiyet gibi ibadet mânâsı ile veyahut
serbest
olma mânâsı ile veyahut kalbin huzura ermesi ve rahat olması mânâsı ile
veyahut korku mânâsı ile ilgili olarak "me'luh" yani kendisine ibadet
edilen,
yahut akılların hayret ettiği, yahut kalplere rahatlık ve iç huzuru
veren
yahut sıkıntıdan, korkudan kurtaran demek olur ki, "mabud" (kendisine
tapılan)'da
bu mânâların hepsi var gibidir. "Allah" da ise gerçekten bu mânâların
hepsi
vardır. Zemahşerî, Kâdı Beydâvî gibi birçok büyük araştırmacı bu
incelemeyi
kabul etmişlerdir. Buna göre "lâh" kelimesinin de aslı "ilâh"dır. (nâs)
ve (ünâs) kelimeleri gibi. Gerçekten çoğulunda hep "âlihe" deniliyor
ki,
Arap dilinde masdar ve küçültme ismi gibi, çoğullar da kelimenin aslını
gösteren delillerdendir.
Özetle dilde
bu iki incelemeye göre Allah'ın
ismi büyük türeme ile türeyen bir Arapça isimden nakledilmiş ve onun
asıl
mânâsını ihtiva etmiştir. Hem de aslı ve kendisi Arapça'dır. Bu arada
bazılarının
zannına göre aslı Arapça değil, fakat Arapça'ya nakledildikten sonra
sırf
Arapça'dır.
Nahiv âlimi
tefsirci Endülüslü Ebu Hayyan
diyor ki: Bilginlerin çoğuna göre; " " yüce ismi hemen söylenmiş bir
sözdür
ve türememiştir. Yani ilk kullanıldığında yüce Allah'ın özel ismidir .
İmam Fahreddin Râzî de "Bizim seçtiğimiz görüş şudur: Allah kelimesi
yüce
Allah'ın özel ismidir ve aslında başka bir kelimeden türememiştir. İmam
Halil b. Ahmed ve Sibeveyh, usul alimleri ve İslam hukukçularının hepsi
bu görüştedirler." diyor. Gerçekten çağırma kipinde Allah kelimesinin
başındaki
hemzenin düşmeyişi ve araya bir şey girmeden çağırma edatı ile
birleşmesi
bu hemzenin, kelimenin aslından olduğunun bir delilidir. Bundan dolayı
"el" belirleme edatı değildir. Ancak kullanmayı kolaylaştırmak için
çoğunlukla
bu edat gibi kullanılmıştır ve Allah kelimesinin sonuna tenvin
getirilmemiştir.
Gerçi hemzenin hazf edilmesi, kelimede kalmasından daha çoktur ve daha
fazladır. Fakat " = yâ" ile " = el" belirleme edatları bir araya
gelmedikleri
ve bundan dolayı "yennecmü" v.s. denilemeyip
(Yâ
eyyühennecmü), yâ hâze'l-Harisü, yâ eyyühennâsü
gibi araya veya gibi kelimeler konduğu halde (yâ Allah) diye hemzenin
yerinde
kalması ile yetinilmesi ve sonra bu kelimenin Allah'tan başka hiç kimse
için asla kullanılmamış bulunmasından dolayı "en-Necmü, en-nâsü
ve'l-ünâsü"
cinsinden olmadığını gösterdiğinden kelime ve mânâ itibariyle bu
özelliğin
tercih edilmesi gerekmiştir.
Özetle " "
ismi türemiş veya başka bir dilden
Arapça'ya nakledilmiş değildir. Başlangıçtan itibaren özel bir isim
olarak
kullanılmıştır. Ve yüce Allah'ın zatı bütün isimler ve vasıflardan önce
bulunduğu gibi " " ismi de öyledir. Allah ismi ulûhiyyet (ilâhlık)
vasfından
değil, ilâhlık ve mabudiyet (tapılmaya layık olma) vasfı ondan
alınmıştır.
Allah, ibadet edilen zat olduğu için Allah değil, Allah olduğu için
kendisine
ibadet edilir. Onun "Allah"lığı tapılmaya ve kulluk edilmeye layık
olması
kendiliğindendir. İnsan puta tapar, ateşe tapar, güneşe tapar,
kahramanlara,
zorbalara veya bazı sevdiği şeylere tapar, taptığı zaman onlar ilâh,
mabud
(kendisine tapılan) olurlar, daha sonra bunlardan cayar, tanımaz olur,
o zaman onlar da iğreti alınmış mabudiyet ve tanrılık özelliklerini
kaybederler.
Halbuki insanlar, ister Allah'ı mabud tanısın, ister mabud
tanımasınlar,
O bizzat mabuddur. O'na herşey ibadet ve kulluk borçludur. Hatta O'nu
inkar
edenler bile bilmeyerek olsa dahi ona kulluk etmek zorundadırlar.
Araştırma
mantığına göre iddia edilebilir ki, özel isimler kısmen olsun cins
isimlerinden
önce konulur. Daha sonra bir veya birkaç niteliğin ifade ettiği benzeme
yönü ile cins isimleri oluşur. Bundan dolayı her özel ismin bir cins
isminden
veya nitelikten alınmış olduğu iddiası geçersiz sayılır.
Üçüncüsü:
Denilebilir ki, yukarıda açıklanan
kullanma tarzından, " " yüce isminin Arap dilindeki özelliği ve bundan
dolayı bir özel isim olduğu anlaşılıyor. Fakat böyle olması diğer bir
dilden
alınmış olmasına neden engel sayılsın? Allah'ın isimlerinin birden çok
olmasının caiz olduğu da önce geçmişti. Gerçekten deniliyor ki
İbranice'de
"iyl" Allah demektir. Çünkü Kâdı Beydâvî ve diğer tefsircilerde bile
"İsrail"
Allah'ın seçkin kulu veya Abdullah mânâsına tefsir edilmiştir ki,
hemzenin
hazf edilmesi ile "isrâl" ve yâ'ya çevirilmesi ile "İsrayil" şeklinde
de
okunur. Diğer taraftan Süryanice'de "lâha", Arapça'da "lâh" da varmış.
Bundan dolayı Arapça'da bu iki ismin birleştirilmesi ile "illah"
terkibinden
"Allah" özel ismi vazedilmiş olduğu hatıra gelir ki; "Allah" ilâh
meâlini
hatırlatır ve "ilâhü'l-âlihe" (ilâhların) mabudların Allah'ı mânâsını
ifade
eder.
Fakat böyle
bir mantık ilişkisi, gerçeğin
böyle olduğuna delalet etmez. Böyle olsaydı mutlaka dil bunu bize
bildirirdi.
Çünkü her şeyden önce kelimenin ucme ve özel isim olmasından dolayı
gayri
munsarif ve belki mebni olarak kullanılması gerekirdi. Çünkü Ba'lebek,
İsrail, Cebrail, İbrahim, İsmail ve benzeri özel isimlerin hepsi gayri
munsarifdirler. Halbuki " " ismi mureb ve munsariftir. İkincisi,
hemzenin
hazf edilmesi durumuna uygun ise de hemzenin sabit kalması durumuna
uygun
değildir. Çünkü Arapça'da "il" hemzenin kesri ile okuna geldiği halde
"Allah"da
hemze üstün ile okunur. Ve doğrusu "îl" "ilah" mânâsınadır. Çünkü " =
ili"
diye müzaf (tamlanan) oluyor. Sonra îl, Allah demek ise ve ondan
alınmış
olsaydı "il lâh" diye bir terkip düşünmeğe ne ihtiyaç kalırdı?
Kısacası,
Allah isminin diğer bir dilden alınmış veya türemiş olduğunu bu şartlar
altında belirlemek mümkün değildir. Ve bu yüce isim, lisan açısından da
adının sahibi gibi, bir ezeliyet perdesi içindedir. Ve bütün bunlardan
en basit bir mânâ edinmek için söylenecek söz, hayret ve büyüklüktür.
Allahu
ekber!
"er-Rahmân"; Bu da
yüce Allah'a mahsus bir
isimdir. Bunun özel bir mânâsı vardır. Fakat zat ismi değil, sıfat
ismidir.
Hem vasıflanarak hem vasıflanmadan kullanılır. Bundan dolayı katıksız
isim
ile katıksız sıfat arasında bir kelimedir. Bunun için cer edatı ile
geçişli
olmaz, fiil gibi amel yapmaz. "Buna rahmandır." denilmez. Fakat
izafetle
(tamlama ile) "Dünya Rahmânı" gibi amel eder. Böyle olması bu kelimenin
fiil sıfatı değil, zat sıfatı olduğunu gösterir. Ve böyle sıfatlara
sıfat-ı
galibe (üstün sıfat) ismi verilir. Aslında içerdiği niteliğe sahip olan
her şahsı nitelemek uygun olduğu halde o sıfatla seçkin olan özel bir
kişi
için kullanılması çokça görüldüğünden yalnız onun sıfatı olarak
kullanılmış
demektir. Üstünlük bir derece daha kuvvet bulunca isim olarak da
kullanılır
ki, Rahmân böyledir. Ve bu üstün gelme ya gerçekten veya varsayım
şeklinde
olur. Eğer önce genel olarak kullanılmışsa ve daha sonra bir şeye
tahsis
edilmesi gerekmişse "gerçek anlamıyla"; eğer önce genel olarak
kullanılması
bizzat meydana gelmemiş de dil ile ilgili bir kural gereğince ise
"varsayım
anlamıyla" denilir.
(er-Rahmân)
ismi de varsayım tarafı ağır basan
ve yalnızca Allah için kullanılan bir özel isimdir. Çünkü dil açısından
(rahm) ve (rahmet)ten türemiş ve sürekli ve pek fazla acıma mânâsına
gelen
bir sıfat-ı müşebbehe kipidir ki çok merhametli, çok rahmet sahibi
mânâsına
bir sıfattır. Böyle olunca da bu sıfat kimde bulunursa ona (er-Rahmân)
demenin kıyas yoluyla mümkün olması lazım gelir. Halbuki hiç böyle
kullanılmamış,
rahmeti sonsuz, ezelî ve gerçek anlamda nimet veren bir mânâya tahsis
edilmiş
olduğundan dolayı başlangıçtan itibaren yüce Allah'tan başkasına Rahmân
denilmemiştir. Ancak yalancı peygamber Müseylimetü'l-Kezzâb'a bir defa
haddini aşan yağcı bir şair lâmsız olarak "Sen rahmân olmaya devam
ediyorsun."
tabirini kullanmış ve buna rağmen (er-Rahmân) dememiştir. Böyle olduğu
halde İslâm dini açısından değil, dil açısından bile bu şairin hata
ettiği
belirtilmiştir. Din açısından ise şairin yanlış bir ifade kullandığı
haydi
haydi sabittir. Öyle ise mutlak surette "Rahmân" yüce Allah'a ait bir
sıfat
ismidir. Bundan dolayı aslında sıfat olması itibariyle çok rahmet
sahibi,
pek merhametli, çok merhametli, gayet merhametli veya sonsuz rahmet
sahibi
diye tefsir edilebilse de özelliğinden, isim olmasından dolayı
tercemesi
mümkün olmaz. Çünkü özel isim terceme edilmez. Özel isimlerin terceme
edilmesi
onların değiştirilmesi demektir ve dilimizde böyle bir isim yoktur.
Bazılarının
Rahmân'ı "esirgeyici" diye terceme ettiklerini görüyoruz. Halbuki
"esirgemek"
aslında kıskanmak, yazık etmek mânâsınadır. "Benden onu esirgedin."
denilir.
Sonra kıskanılanın korunması, saklanması tabiî olduğundan esirgemek,
onun
gereği olan korumak mânâsına da kullanılır. "Beni esirgemiyorsun."
deriz
ki, "Beni korumuyorsun." demektir. Fakat "Bana merhamet etmiyorsun."
gibi,
"bana esirgemiyorsun" denilmez. Bundan dolayı esirgeyici aslında
"kıskanç"
demek olacağından Rahmân'ın gelişigüzel bir tefsiri de olmamış olur.
Elemlenmek,
acı duymak demek olan acımaktan "acıyıcı" da tatsız ve kusurludur, kuru
bir acımak merhamet değildir. Merhamet, acı felaketini ortadan
kaldırmak
ve onun yerine sevinç ve iyiliği koymaya yönelik olan bir iyilik
duygusudur
ki dilimizde tamamen bilinen bir kelimedir. Biz merhametli sıfatından
anladığımız
tatlı mânâyı öbürlerinden tam olarak anlayamayız ve hele pek merhametli
yerinde "acıyıcı, esirgeyici" demeyiz. Bunun için eskilerimiz burada
"yarlığamak"
fiilinden "yarlığayıcı" sıfatını kullanırlardı. "Rabbim rahmeti ile
yarlığasın",
"rahmetinle yarlığa ya Rabbi!", "Rahmetinle yarlığa kıl ya gani
(zengin)"
gibi ki, bu kelimeyi hafifleterek "yarlamak" ve "yarlayıcı" denildiği
de
olmuştur. Ve aslında "yar (dost) muamelesi yapmak" demektir ki,
merhametin
sonucudur. Fakat "yarlığayıcı" da isim değil sıfattır. Özetle Rahmân
"pek
merhametli" diye noksan bir şekilde tefsir olunabilirse de terceme
olunamaz.
Çünkü "pek merhametli", ne yalnız Allah için kullanılan bir sıfattır,
ne
özel isimdir, "Rahim" demek de olabilir. Sonra yüce Allah'ın rahmeti,
merhameti;
bir kalb duygusu, psikolojik bir meyil mânâsına gelen bir iyilik
duygusu
değildir. Fâtiha sûresi tefsirinde açıklanacağı üzere iyiliği kasdetmek
veya sonsuz nimet verme mânâsınadır. Dilimizde de rahmet bu mânâ ile
bilinir,
fakat bu ilgiden dolayı "Rahmân" ismini "Vehhâb = çok bağışlayan" ismi
ile karıştırmak da uygun olmaz. Vehhâb, Rahmân gibi özel isim değildir.
Bundan dolayı Rahmân, Vehhâb veya Afüvv (çok affeden) mânâlarına gelen
"bağışlayıcı" sıfatı ile de terceme edilemez. Bu ismi ezberleriz ve
tercemesi
ile değil, tefsiri ile rahmet mânâsından anlamağa çalışırız.
"er-Rahîm"
de sıfat-ı müşebbehe veya mübalağa
ile ism-i fâil olarak ikinci bir sıfattır. İki sıfatın farkının daha
açık
olması için burada ikincisi daha uygundur ki "çok merhamet edici" demek
olur. Bu da yüce Allah'ın sıfatlarından biridir. Fakat yalnız sıfat
olarak
kullanılır, mevsufsuz (nitelenen olmadan) tek başına kullanılmaz.
Bundan
dolayı Rahmân gibi sıfât-ı gâlibe (genellikle sıfat olarak kullanılan
kelime)
ve özel isim olmayıp Allah'dan başkası için de kullanılabilir ve fiil
amelini
yapar. Başındaki belirleme edatı da bilinen zat içindir. Şu halde sıfat
terkibindeki kelimelerin ilki yalnız isimdir, ikincisi hem isim, hem
sıfat,
üçüncüsü yalnız sıfattır. Üç kelimeden oluşan sıfat, özel isimden umumî
mânâya doğru açılmıştır. Ve bu iki sıfat, "Allah" zat ismine kalbimizde
anlam kazandırmıştır. Bunlar, Allah'ı görmenin ilk cemâl
tecellileridir.
Görüyoruz ki;
(Rahmân, Rahîm) ikisi de rahmet
masdarından mübalağa (pek çokluk) ifade eden birer sıfat olmakla
beraber
aralarında önemli farklar vardır. Bu farkları göstermek için
müfessirler
epeyce açıklamada bulunmuşlardır. Biz şu kadarıyla yetineceğiz: Yüce
Allah'ın
Rahmân oluşu, ezele (başlangıcı olmayışa), Rahim oluşu ise lâ yezale
(ölümsüzlüğe)
göredir. Bundan dolayı yaratıklar, yüce Allah'ın Rahmân olmasıyla
başlangıçtaki
rahmetinden, Rahim olmasıyla da sonuçta meydana gelecek merhametinden
doğan
nimetler içinde büyürler ve ondan faydalanırlar. Bu noktaya işaret
etmek
için dünyanın Rahmân'ı, ahiretin Rahîm'i denilmiştir. Aslında yüce
Allah,
dünyanın da, ahiretin de hem Rahmân'ı, hem de Rahîm'idir. Ve bu tabir
de
eski âlimlerden nakledilmiştir. Fakat her ikisinde öncelik itibariyle
Rahman,
sonralık itibariyle Rahim olduğuna işaret etmek için dünya Rahmân'ı ve
ahiret Rahîmi denilmiştir ki, "hem müminlerin, hem kâfirlerin Rahmân'ı,
fakat yalnız müminlerin Rahîm'i" denilmesi de bundan ileri gelmektedir.
"Allah müminlere karşı çok bağışlayıcı, çok merhametlidir." (Ahzâb,
33/43).
Bu hususu
biraz açıklayalım: Rahmân, yüce
Allah'ın bir özel ismi olduğundan dolayı ezeli ve ölümsüzlüğü içine
alır.
Bundan dolayı, bu cins rahmet, merhamet ve nimet vermenin kullardan
ortaya
çıkması düşünülemez. Rahim ise yalnız Allah'a ait olmadığından
sonsuzluğu
gerektirmez. Ve bundan dolayı böyle bir merhametin ve nimet vermenin
kullar
tarafından da yapılması düşünülebilir. Demek Rahmân'ın rahmeti bir
şarta
bağlı değil iken, Rahîm'in rahmeti şarta bağlıdır, şarta bağlı olarak
gerçekleşir.
Rahmân
olmanın Allah'a mahsus olması ve ondan
başkasına ait bir özelliği ilgilendirmemesi ve ancak izafet ile amel
etmesi,
bütün âlemlerde bir şeyi şart koşmadan genel bir mânâ ifade eder. Yüce
Allah Rahmân olduğu için ezelî rahmeti umumîdir. Her şeyin ilk
yaratılışı
ve icadında almış olduğu bütün fıtrî kabiliyet ve ihsanlar Allah'ın
Rahmân
oluşundan kaynaklanan izafî oluşlardır. Bu itibarla içinde rahmet izi
bulunmayan
hiçbir varlık düşünülemez. Fakat varlıkların ilk yaratılışları yalnız
Allah
vergisi ve cebrîdir. Yani hiç kimsenin çalışması ve seçimi ile değil,
yalnız
Rahmân'a dayanmakla meydana gelir. Taşın taş, ağacın ağaç, insanın
insan
olması böyle zorlayıcı bir rahmetin eseridir. Bu görüş açısından
kâinattaki
her şey Rahmân'ın rahmetine gark olmuştur. Bundan dolayı Allah'ın
Rahmân
oluşu bütün varlık için güven kaynağı ve hepsinin ümididir. Göğünden
yeryüzüne,
gökcisimlerinden moleküllere, ruhlardan cisimlere, canlısından
cansızına,
taşından ağacına, bitkilerinden hayvanlarına, hayvanlarından
insanlarına,
çalışanlarından çalışmayanına, itaat edeninden isyan edenine,
mümininden
kâfirine, Allah'ın birliğine inananından Allah'a şirk koşanına,
meleklerinden
şeytanına varıncaya kadar âlemlerin hepsi Rahmân'ın rahmetine gark
olmuştur
ve bu itibarla korkudan kurtulmuştur. Fakat bu kadarla kalsa idi, ilim
ile bilgisizliğin, hayat ile ölümün, çalışma ile boş durmanın, itaat
etme
ile isyan etmenin, iman ile küfrün, nankörlük ile şükrün, doğru ile
eğrinin,
adalet ile zulmün hiç farkı kalmamış olurdu. Ve böyle olsaydı kâinatta
iradeyi gerektiren iş ve hareketlerden hiçbir iz bulunmazdı. İlim ve
irade
ile, çalışma ve çabalama ile ilerleme ve yükselme imkanı ortadan
kalkardı
ve o zaman hep tabiî olurduk, tabiatçılardan (Natüralistlerden),
cebriyecilerden
olurduk. Hem kendimizi, hem de Allah Teâlâ'yı yaptığı şeylerde mecbur
görürdük.
Tabiatı, rahmetin gereğine mahkum tanırdık. Çünkü ne onun, ne bizim
irade
ve seçme hürriyetimizden bir iz bulamazdık, duyduğumuza gidemez,
bildiğimizi
işleyemez, arzularımızın yanına varamazdık, bütün hareketlerimizde bir
taş veya bir topaç gibi yuvarlanır durur veya bir ot gibi biter, yiter
giderdik. Ahlata armut, idris ağacına kiraz, limona portakal, Amerikan
çubuğuna çavuş üzümü aşılayamazdık; tarlamıza ekin ekemez, ekmeğimizi
pişiremez,
rızıklarımızı, elbisemizi ve diğer ihtiyaçlarımızı sanatlar ve
ustalıklar
(meslekler) vasıtası ile elde edemezdik; göklere çıkmaya özenemez,
cennetlere
girmeye çare bulamazdık; hayvan gelir, hayvan giderdik. Bu şartlar
altında
ise Allah'ın Rahmân oluşu mutlak bir kemâl olmazdı. Bundan dolayı yüce
Allah'ın kendi irade ve istediği şekilde davranmasını göstermesi ve
onun
bir eseri olarak irade sahibi varlıkları yaratması ve onları güzel
irade
ve isteklerine göre terakki ettirerek rahmetinden nimet içinde
büyümeleri
ve ondan faydalanmaları ve aksi takdirde ise kötü irade ve
çalışmalarına
göre nimetlerden mahrum etmekle, onları elem ve ceza ile
cezalandırması,
o iradelerin toplamının kendi iradesi ile uyum ve ahengini sağlaması ve
onlara da rahmetinden bir pay vermesi hikmet gereği olurdu. İşte
tabiata
ait bir hikmetin değil, ilâhî bir hikmetin eseri olan bu mükemmellik
gerçeğinden
dolayı yüce Allah, Rahmân olmasından başka bir de Rahim olmakla
vasıflanmış
ve Rahmân oluşunun rahmeti kendisine ait iken Rahim olmasıyla
rahmetinden
irade sahiplerine de bir pay vermiştir. Ana kuşlar, Rahmân'ın bir eseri
olan yaratılıştan var olan içgüdüleri ile yavrularının başında kanat
çırpar,
ahlâklı insanlar da Rahim olma etkisiyle hayır işleri üzerinde acıma ve
şefkatle yarışırlar. Bitkilerin, hayvanların anatomisi ve uzuvlarının
faydalarıyla
ilgili ilimlerde Allah'ın Rahmân oluşunun nice inceliklerini görür,
okuruz.
Ahlâk ilminde, insanlık hayatının olgunluk sayfalarında,
peygamberlerin,
velilerin menkıbelerinde büyük insanların biyografilerinde de iradeyle
ve çalışılarak kazanılan işlerde Rahîmiyetin etkilerini okuruz.
Başlangıçta
çalışana, çalışmayana bakmadan varlık âlemine göndermek ve o şekilde
idare
etmek Rahmân oluşun bir rahmetidir. Daha sonra çalışanlara çalıştıkları
maksatlarını da ayrıca bağışlamak Rahîm oluşun bir rahmetidir. Demek
ki;
Rahmân oluşun rahmeti olmasaydı biz yaratılamazdık, yaratılıştan sahip
olduğumuz sermayeden, Allah'ın bağışladığı zaruri yeteneklerden, en
büyük
nimetlerden mahrum kalırdık. Allah'ın Rahim oluşundan gelen rahmeti
olmasaydı
yaratılıştan var olan kabiliyet ve ilk yaratılış durumundan bir adım
dahi
ileri gidemezdik, nimetlerin inceliklerine eremezdik. Allah'ın Rahmân
oluşu
mutlak ümitsizliğe, genel ümitsizliğe imkan bırakmayan bir mutlak ümit,
bir ezeli lütufdur. Allah'ın Rahim oluşu ise; özel ümitsizliğin cevabı
ve özel emel ve maksatlarımızın, çabalama ve faaliyet göstermemizin
zamanı
ve sorumluluğumuzun mükafatı olan bir arzunun sebebidir. Demek ki,
Allah'ın
Rahmân oluşunun karşısında dünya ve ahiret, mümin ve kâfir eşit iken
Rahim
oluşunun karşısında bunlar açık bir farkla birbirinden ayrılıyorlar.
Yani
"Bir bölük cennette, bir bölük de ateştedir." (Şûrâ, 42/7) oluyor.
İşte dünya ve
ahiretin Rahmân'ı ve ahiretin
Rahîm'i, yahut mümin ve kâfirin Rahmân'ı, müminin Rahîm'i denilmesinin
sebebi budur. Rahmetli Şeyh (Muhammed) Abduh'un lügatta bu mânâlara
işaret
yoktur zannetmesiyle eski alimlerin bu terimlerle gösterdikleri
farkları
ihmal etmesi doğru değildir. Çünkü "Rahmân" lügatte de Allah'a ait olan
sıfatlardandır ve bir fiille bağlantısı yoktur. Ezelîlik (başlangıcı
olmama)
bildirir ve başlangıç noktasına bakar. Rahim'de ise bu özellik yoktur
ve
bir fiille bağlantısı vardır. Demek ki, zevalsizlikte geçerlidir.
Rahmân'ın
rahmeti, başlangıçta iyiliği dilemeye yönelik Allah'ın zatına ait bir
sıfattır.
Rahîm'in rahmetinin de sonunda iyilik yapmaya yönelik bir fiilî sıfat
olarak
kabul edilmesi en güzel görüştür. Şu halde Rahmân ile Rahim, rahmetin
değişik
birer mânâsını ihtiva etmekle birbirlerinden birer yön ile üstün olmuş
oluyorlar. Demek ki Rahmân, Rahim sıfatları yalnız bir pekiştirme
(te'kid)
için tekrar edilmiş değildirler. Ve her birinin kendine mahsus özel bir
mânâsı ve bir mübalağa yönü vardır. Bir taraftan Rahmân'ın rahmeti en
üstündür.
Çünkü her yaratılmışa izafe olur, diğer taraftan Rahîm'in rahmeti en
üstündür.
Çünkü öbüründen (Rahmân'dan) daha fazla fiilî bir feyiz ve bereketi
içine
almakta ve Allah'a vekaleten kullarında da bulunur. Bazı tefsirlerde de
buna işaret edilerek Rahmân'ın rahmeti yüce nimetler, Rahim'in rahmeti
ise nimetlerin incelikleri ile ilgilidir derler. Rahmân'ın kullanılışı
özel, ilgi alanı ise geneldir. Rahîm'in kullanılış alanı genel, ilgi
alanı
ise özeldir ve işte yüce Allah böyle katmerlenmiş bir rahmet sıfatı ile
vasıflanmıştır ve bunlar, insanlardan ümitsizlik duygusunu silmek ve
onun
yerine sonsuz bir iyimserlik duygusunu kurmak için yeterlidir. Genel
bir
şekilde istenen iman ve güven duygusunun ruhu da budur. Rahmân, Rahîm
olan
Allah'ı inkâr eden kâfir istediği kadar ümitsiz olsun, fakat müminin
ümitsiz
olması için hiçbir sebep yoktur. "Sonuç günahlardan sakınan
müttakilerin
olacaktır." (Kasas, 28/83). Ve besmeleden alınacak ilk ilâhî feyz bu
sevinçtir.
BESMELE'NİN
TERKİBİ: Besmele görünüşte bir
izafet tamlaması ile iki sıfat tamlaması ve başında bir ilgi edatı
ilişkisinden
birleşmiş, bağımsız bir tam cümledir. Gerçekte ise bu bağlantının ifade
ettiği hazfedilmiş ve (mukadder) sözün gelişinden anlaşılan tam bir
bağlantı
ile gayet kısa, öz ve açık anlamlı tam bir sözdür. " " bir izafet
tamlaması,
"" bir sıfat tamlaması, " " diğer bir sıfat tamlamasıdır. İsmin Allah'a
izafeti, "lâm" veya "min" edatının gizli bulunduğu izafet olabilir ki,
birincisinde "Allah'ın ismi", ikincide ise "Allah ismi" demek olur.
Birincisinde
sıfatlar izafetten önce; Rahmân ve Rahim sıfatları ile vasıflanan "yüce
Allah'ın ismi ile" gibi veya izafetten (tamlamadan) sonra; "Yüce
Allah'ın
ismi ile ki o hem Rahmân hem Rahim sıfatları ile nitelenmiştir." gibi
bir
mânâ düşünülebilir. Fakat ikincide ( açıklama tamlamasında) "Allah"
ismi
tamlamadan önce sıfatlarıyla birlikte düşünülüp topluca bir isim gibi
zikredildikten
sonra isim kelimesini açıklamak için ona müzâfün ileyh (tamlayan)
kılınmış
olur. Ve bu şekilde zikretme durumunda sıfatlar yalnız lafzın sıfatı
olarak
zikredilmezler. Ancak irâbı anlatmaktan vazgeçerek ve zat isminin
önemini
iyice araştırmak için bir izafetin irâbı üç kelimeye dağıtılmış bulunur
ki, buna zaruri irâb ismi verilir. (lâm)'ın gizli olduğu izafette ""
başlangıç
kabul edilir ve mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalır. (min) açıklama
ifade eden izafette ise "" kendisinden sonra Rahmân ve Rahîm sıfatları,
gelen "Allah" ismi ile açıklanmış olur. Tefsircilerin çoğu birincisini
(lâm'ın gizli bulunduğu tamlamayı) tercih ediyorlar. Çünkü onda hem
irâb
açıktır hem de isimler ve sıfatların mânâsı bizzat kasdedilir. İsim
kelimesinin
mânâ açısından mutlak (kayıtsız) kalması da işaret yoluyla özel isim
ile
bağlanmış olur. Bazıları ise Lebid'in "... Gelecek yıla kadar, sonra
selam
ismi üzerinize olsun" mısraındaki "ismü's-selam" gibi açıklama ifade
eden
izafeti tercih etmişlerdir. Çünkü mevlid sahibi (Süleyman Çelebi)
"Allah
adı" derken bunu göz önünde bulundurmuştur. Bundan anlaşılır ki,
besmelede
" " izafet tamlamasını söyleyenin maksadına göre "Allah'ın ismi" veya
"Allah
ismi" mânâlarından her birine uygun düşecek şekilde bunlardan biri ile
terceme edildiği zaman bu çok mânâlı olması ortadan kalkmaz. Allah özel
ismi ve "Rahmân" özel sıfatının da tercemelerinin -değiştirmek ve
bozmak
olacağından mümkün olmadığını göstermiş idik.
İşte iki
sıfat ilgisi ile bir tamlama ilgisinden
oluşan terkibi başındaki " = b" edatı ile dolaylı bir nesne veya bir
hal
meydana getirip gizli bir fiil cümlesinin failine bağlanarak tam ve
tafsilatlı
bir sözün beliğ (düzgün ve sanatlı söz) ve kısaltılmışı olmuştur.
Burada
hazf edilmiş (gizlenmiş) olan fiil besmele çeken kimsenin teşebbüs
edeceği
okurum, yazarım, yerim, içerim, kalkarım, otururum, başlarım v.s. gibi
bir fiildir. Herhangi bir kimse başlamak üzere olduğu maksadını
kalbinde
gizleyerek besmeleyi çeker ve Allah'ın ismini işinin başına ara
vermeden
yapıştırabilir. İşte bu genel faydayı temin etmek için cümlenin iki
unsuru
olan fiil ve fâil hazf edilmişlerdir. Bu hazf etmeye delâlet eden ipucu
" = bi"dir. Konuşan şahsın, durumuna ve yerine göre hazf edilen fiil ve
faili belirlemek için ipucu olur. Böyle hazifler Arapça'da çok olduğu
gibi
dilimizde de vardır. Mesela misafiri uğurlarken "devletle, selametle";
"devlet ve selametle", "şerefle" gibi ve iyi bir gelecek dileyen
sözlerle
yahut "uğurlar olsun" deriz ki, "gidiniz" fiilini kalbimizde gizleyerek
bir kelimeden bile tam ve düzgün bir cümle yaparız ve kendisine hitab
ettiğimiz
kimse de bunu açıkça anlar. Bunların diğer fiillerde de benzerleri
çoktur:
"Falan adına", "falan şerefine" ki "yapıyorum", "yiyorum" demek olduğu
gibi, aynı şekilde "sıhhat ve afiyetle yiyiniz" demektir.. v.s. İşte
besmele
de bunlara benzer. Fakat burada hazf edilmiş fiil, besmelenin sonunda
var
sayılmalıdır. Yani " = bi" bağlı bulunduğu fiilden önce gelmiştir.
Gerçi
Arapça'da Türkçe'nin tam tersine sözü tamlayan kelimelerin sonradan
gelmesi
gerekir. "...Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) gibi. Fakat cümlenin
son
kısmında gelmesi gereken tamamlayıcı unsurları cümlenin baş tarafına
getirmek
bir önem ve özellik ifade eder. Gerçekten 'deki emir aslında okumaya
yönelik
olduğu için, cümledeki en önemli unsur okumak iken 'de en önemli olan
husus,
Allah'ın ismini okumak v.s. gibi hususları, girişilecek işten önce
zikretmektir.
Ve işte bu öne alma, yardımın yalnızca Allah'tan dileneceğini belirtmek
ve mânâyı yalnızca ona ait kılmak içindir. Çünkü bilindiği gibi her
millet
en önemli işine, büyüklüğüne inandığı bir isim ile başlar. Arap
müşrikleri
de sözlerine veya işlerine "Lât'ın ismi ile", "Uzzâ'nın ismi ile" gibi
putlarından birinin ismi ile başlarlardı. İnsanlar arasındaki alış
veriş
ve diğer işlerde, özellikle açılış törenlerinde ve özel programlarda
"falancanın
adına, falanın şerefine" gibi bunun değişik örneklerini görürüz. İşte
besmelede
fiilin cümlenin sonuna bırakılmasıyla Allah'ın isminin öne alınması
bütün
bunları red etmekle, başlamayı yalnız Allah'ın ismine tahsis etmek
içindir
ki, "Ne kendim ve ne başkası yani akla gelebilen hiçbir isim ile değil
ancak yüce Allah'ın ismi ile şu işime başlarım, başlıyorum." demektir.
Bundan
dolayı besmele bu şekilde bir de tevhid mânâsını içermiştir. Türkçe
açısından
ise cümlenin tali unsurlarının fiilden önce ve fiilin tabiî olarak
cümle
sonunda gelmesi gerekli olduğundan tahsisi anlatma şekli değişir ve
"başlarım
Allah'ın ismi ile" demek gerekir. Bu anlatım tarzında ise anlatma
fiilinin
gerçek fiil ile beraber olması temin edilmemiş olur. O halde "Allah'ın
ismi iledir ki, başlarım, okurum, kalkarım, giderim." gibi bir anlatım
tarzı takdir edilebilirse cümleden bu beraberlik anlaşılır. Fakat hazf
edilen fiilin "der ki başlarım" şeklinde olduğuna dilimizce ipucu
bulmak
zordur. Zikir halinde kısaltmadan anlaşılan bütün faydalar ortadan
kaldırılmış
ve bayağı bir söz söylenmiş olur.
Bu
açıklamadan sonra da besmelenin dilimize
göre mümkün farz edilebilecek tercemesi şu şekillerden biri olması
gerekir:
1- Çok
merhamet edici bir Rahmân olan Allah'ın
ismi ile, (lâm mânâsına olan tamlama)
2- Rahmân,
Rahim olan Allah'ın ismi ile (lâm
mânâsına olan tamlama)
3- Rahmân-ı
Rahîm olan Allah ismi ile (yahut
adı ile açıklama tamlaması )
4- Rahmân
Rahim olan Allah adına.
Fakat ilk
bakışta bu dört şeklin her birindeki
"olan" sıfat bağlacı, yanlış bir anlamaya yol açıyor. Çünkü "olmak"
fiili
dilimizde hem var olma, hem de durumun değişmesi mânâlarında ortak
olarak
kullanıldığından dolayı; önceden değil imiş de sonradan Rahmân-ı Rahim
olmuş, sonradan meydana gelmiş gibi bir mânâyı ifade edebilir. Olan
yerine
bulunan kelimesini de bağlaç olarak kullanmak iyi olmuyor. Bundan
dolayı
bu bağlacın düşürülmesi ile;
5- "Rahmân,
Rahim, Allah'ın ismi ile, veya;
6- Rahmân,
Rahim Allah ismi ile" demek daha
doğru olacaktır. Bunda da Allah zat isminin en önemli olan öne
alınmasına
riayet edilmemiş ve neticede araya giren fiil ile rahmetin arası
açılmış
olur. Bundan dolayı Allah ismini sıfatları ile beraber bir isim gibi
anlatarak;
7- Allah-i
rahmân-i rahim ismi ile, veya;
8- Allah-i
rahmân-i rahîm'in ismi ile, denilirse
doğrudan Allah ismi başlangıç yapılmış olacak ve bununla beraber rahmet
bağlantısı yine temin edilemeyecektir. Bunu "Allah, rahmân, rahim ismi
ile" şeklinde söylemek dilimize göre hepsinden akıcı olacak ise de;
bunda
da bir teslis şüphesi akla gelebilir. Gerçi ismi ile denilip, isimleri
ile denilmemesi bu şüpheyi ortadan kaldırmak için yeterlidir. Ve aynı
zamanda
isimlerin ve sıfatların birden çok olması zatın birliğine engel değil
ise
de böyle teker teker saymak şeklinde üç ismin birer zat ismi gibi
düşünülmesi
hemen akla geleceğinden bunları sıfat "i"si ile birbirine bağlayarak
bir
kelime gibi okumak daha güvenli olacaktır. Fakat bunda da terkiplerin
birbiri
ardında gelmeleri kuşkusundan kurtulamayacağız.
O halde ne
tek tek kelimelerini ve ne de terkiplerini
tam olarak terceme etme mümkün olmayan ve hele belağat yönlerini, beyan
ahengini nakletmek hiçbir şekilde mümkün olmayan, dudaktan başlayıp
bütün
karnı dolaştıktan sonra yine dudakta sona eren harflerinin tatlı düzeni
bile başlı başına mükemmel ve eşsiz olan ve bununla beraber her
müslümanın
ve her Türk'ün çok iyi bildiği ve az çok anladığı bir vecize anlamı
bulunan
besmeleyi bir "ile" veya "adıyla" ifade tarzı hatırı için terceme
etmeye
kalkışmayıp, her zaman aslına göre söylemek ve bu gibi açıklamalar ve
tefsirlerle
de mânâsını düşünmeye çalışmak kaçınılmaz bir iştir. Bundan dolayı her
şeyin anahtarı ve bir tevhid (Allah'ın birliğinin) âyeti olan " "
kıymetli
ve ahenkli sözünü, Allah'ın birliğine inanan kimseyi müşrik durumuna
düşürecek
olan mânâsını andıran "esirgeyici bağışlayıcı tanrı adıyla" gibi
beğenilmeyen
tercemelerle bozmaya özenmekten sakınmaya mecburuz.
BESMELE'NİN
YÜCE TEFSİRİ: Anladık ki besmeledeki
kelimelerin sıralanışında en fazla etkili olan nokta baştaki " = bâ"
harfidir.
"Ba" harfi sayesinde biz Allah'ın ismine ulaşırız. Bütün varlıkların ve
varlıkların gelişmesinin ilk başlangıç noktası ve tek isteği olan
"Allah-i
rahmân-ı rahîm"in ismini; kalbimizde niyet ettiğimiz ve henüz meydana
gelmesini
görmediğimiz, yapmayı kasdettiğimiz işimize bağlayarak kelimeleri kısa,
mânâsı dünyayı kaplayan bir özlü söz söyleyebilmemize vesile olan ancak
bu " = bâ"dır. İşimizde istediğimizi yapmakta ne kadar serbest olursak
olalım, yaptığımız şeylerin tam sebebi olmadığımız bir gerçektir. Çünkü
bizim isteklerimiz, varlık zincirinin kesin bir ilk sınırı değildir,
onun
akışı içinde bir değişme anıdır. Ve bunun için biz bütün iradelerimizin
istek ve dileklerimizin aksamadan ve sıkıntısız meydana geldiğini
görmüyoruz.
Demek ki başarılarımız, herşeyin ilk sebebi ile isteklerimiz arasındaki
münasebetin bereketine bağlıdır ki, bu bereket başlangıçta Rahmân'a
ait,
sonunda Rahim'e aittir. Biz ister bilelim, ister bilmeyelim kâinatta bu
oran, bu ciddiyet, bu ilişki, bu bağlantı bütünlük arzeden genel bir
kanundur
ve eşyanın varolması, bu kanunun meydana çıkmasıdır. İşte besmele "
=bâ"sı
ile bizde bu kanunu anlaşılır hale getiren bir sözlü etkendir. Bu hiss
parıltısından kastedilen en son hedef bu varoluş noktasıdır. Bu açıdan
besmelenin tefsirinde odak noktası " = bâ"dır ve bundan dolayı
besmelenin
mânâsı " = bâ"dadır. Bâ'nın sırrı da noktasındadır denilir. Bu hikmete
ve bu kanuna işaret etmek içindir ki, Türk şairlerinin övünç kaynağı
olan
Hâkânî Hilyesi'nde:
"Eğer besmele
yazılışında uzatılmasaydı hiç
eşya cinsi meydana gelir miydi?" demiştir.
En büyük
müfessirler diyorlar ki: " = bâ"nın
buradaki bitiştirme mânâsı ya sığınma ve beraberlik veya yardım
dilemektir.
Yani hafızamızda meydana gelen ilişki "Allah-i rahmân-i rahim" ismine
bir
sığınma ve beraberlik hissi veyahut isminin ve (Rahman, Rahim)
sıfatları
ile isimlendirilen ve delalet ettikleri mânâya göre Allah'ın
rahmetinden
medet ve yardım isteme hissidir ki, birincisinde besmele ibaresi gramer
açısından "hal" , diğerinde dolaylı tümleç olur.
Merhum Şeyh
Muhammed Abduh Fâtiha sûresinin
tefsirinde zikretmeye değer bir
mânâ daha yazmış ve şöyle demiştir:
"Bütün milletlerde ve bu cümleden Arap milletinde de bilindiği gibi
birisi
bir reis veya büyük bir zat hesabına -ve kendi şahsından bahsetmeden-
yalnız
onun için bir iş yapmak istediği zaman "falanın adına" der. Ve o zatın
ismini söyler ki "O ve onun emri olmasaydı ben bu işi yapmazdım ve
yapamazdım."
demek olur. Bunun en açık örneğini devlet mahkemelerinde görürüz.
Hakimler
gerek sözlü hükümlerinin ve gerek ilâmlarının başında "falan hükümdar
adına
veya falan reis adına" başlığını söylerler. İşte bunlar gibi bir
müslüman
da "şu işe başlıyorum" derken "Ben bu işi kendim için değil, Allah
adına,
onun emri ile ve ancak onun için yapıyorum." demiş olur.
Bu yoruma
göre besmelenin meâli "Rahman Rahim
Allah adına" demek oluyor ki, bunun da " = bâ"daki sığınma mânâsıyla
ilgisi
bulunur. Fakat bunun kısacası başkası adına yapmayı itiraf etmektir.
Bir
işe başlarken "falan adına" demek "Ben bunu ona isnad ederek, onun
yerine,
onu temsil ederek, onun bir aleti olarak yapıyorum, bu iş gerçekten
benim
veya başkasının değil, ancak onundur." demek olur. Bu da vahdet-i vücud
düşüncesi ile ilgili bir (fenâ Fillah) durumudur ki, ancak
peygamberlik,
velilik, hakîm olma ve tasarruf sahibi olma gibi özel manevi makamlarla
ilgilidir. Ve bundan dolayı yalnız sûre başlarında bulunmasından dolayı
besmelenin bir mânâsı olarak gösterilebilirse de İslâm hukukunun genel
olan ve kişinin şahsiyet payını yok etmeye değil, canlandırmaya yönelik
bulunan faydalanma ve istifade etme makamlarına tatbik olunamaz. Mesela
yemeğe başlarken besmele çekmek sünnettir. Halbuki "Allah adına yemek
yiyorum."
demek pek hoş değildir. Bunda yalnız "Allah'ın ihsan ettiği yemeği
yiyorum."
mânâsı anlaşılabilseydi doğru ve uygun olurdu. Fakat yedirmekte değil,
yemekte Allah'a vekillik yapmak anlamsız ve edebe aykırı bir söz olur.
Hatta "Allah adına ibadet ediyorum." demek de doğru değildir. Çünkü
ibadet
Allah'a yapılırsa da Allah adına, O'nun yerine değil, kulun kendi
vekilliğini
kuvvetlendirmek için kendi adına bizzat kendisi tarafından yapılır.
Halbuki
"Falancanın adına istiyorum." diyen bir vekilin, bir elçinin veya
"Falancanın
adına hükmediyorum." diyen bir hakimin makamı böyle değildir. Orada
kendi
şahsiyetinden tecerrüd ederek istekte bulunmasında veya karar
vermesinde
bir tek vücud gibi olduğunu meydana çıkarır. Mesela o hâkim, bağlı
olduğu
hükümet başkanının şahsiyeti içinde kendi şahsiyetini eritmekle yetki
aldığı
kaynağın asıl olduğunu ve onunla bir vücud gibi olduğunu ilan etmiş
olur.
Bu da peygamberlik, velilik, hikmet sahibi olmak ve manevi güce sahip
olmak
gibi özel manevi makamlardan birinde bulunan müslümanın çekeceği
besmeleye
uygun olabilirse de besmele çekilmesi uygun ve müstehab olan her yerde
uygulanması mümkün değildir ve bundan dolayı, besmelenin genel bir
mânâsı
olamaz.
Halbuki
yukarıda açıklandığı üzere "Bismillahirrahmanirrahim,
her kitabın anahtarıdır." "Bismillah ile başlanmayan önemli işlerde
başarıya
ulaşılmaz." gibi hadis-i şerifler bize besmelenin İslam'a uygun olan
her
işimizin başında anahtar olabilecek bir genel anlamını
hatırlatmaktadır.
Bu da tefsir âlimlerinin açıkladıkları iki mânâdan biri olabilir.
Bununla
beraber Kur'ân'ın, Kur'ân sûrelerinin inişi, okunması ve yazılması
açısından
bunların başında besmelenin bulunduğunu göz önünde bulundurarak onun
mânâsında
Şeyh Muhammed Abduh'un yaptığı yorum ve açıklama doğru olduğu gibi,
özel
yerlerde de kayda değer bir önem taşımaktadır.
FAYDALI BİR
NOT: Besmele çekerken üzerinde
durmak noksan ve çirkin, deyip durmak yeterli ve doğru yine yeterli ve
doğru. tam bir vakıftır.
BESMELE'DEN
ÇIKAN HÜKÜMLER: Kur'ân yazarken
"Tevbe" sûresinden başka sûre başlarında yazmak farzdır. Hayvan
keserken
veya ava silahla ateş ederken sadece demek de farzdır. Kasıtlı olarak
besmele
terk edilirse o hayvanın eti yenmez. Fakat besmele unutulursa bir
sakıncası
yoktur. "(Kesilirken) üzerine Allah'ın adı anılmayan hayvanlardan
yemeyin."
(En'âm, 6/121). Bunda ve bu gibi bazı yerlerde denilmemesi sünnettir.
Namaz
dışında Kur'ân okumaya başlarken sûre başlarında ise demek,
(Eûzü-besmele)
âlimlerin çoğuna göre sünnettir. Bu cümleden olarak Atâ gibi bazı
imamlara
göre vacibdir. Yalnız "Tevbe" sûresinde besmele okunmaz. İki sûre
arasında
ise iki kırâet vardır. Bizim Âsım kırâetinde besmele okumak mendubdur.
Kur'ân okumaya başlamak, sûre başından değil de ortasından veya
sonundan
ise "Eûzü-besmele" okumak mendubdur. Yukarıda açıklandığı üzere namazda
biz Hanefilere göre Fâtiha'dan önce gizlice "Eûzü-besmele" okumak
sünnet,
Şâfiîlere göre gizli veya sesli besmele çekmek farz; Mâlikîlere göre
okunmaması
mendubdur. İki sûre arasında ise biz Hanefilerce de böyledir
(mendubdur).
Kırâetten
başka diğer önemli ve İslâm'a uygun
işlerde veya ile başlamak işin önem derecesine göre ya mendub veya
sünnet
veya vacibdir. Bu konuyla ilgili uzun uzadıya açıklama kırâet ve fıkıh
kitaplarına aittir. İleride konuyla ilgili âyetlerin tefsirlerinde de
gerekli
açıklamalar yapılacaktır. İstiâze (Eûzü billahi mine'ş-şeytânirracîm
demek)
konusu, "Kur'ân okumak istediğin zaman kovulmuş şeytandan Allah'a
sığın."
(Nahl, 16/98) âyetinde; besmeleden daha genel olan tesmiye konusu
"Yaratan
Rabbinin adıyla oku." (Alâk, 96/1) âyetinde; hayvan keserken besmele
okuma
konusu da En'âm sûresinde (6/121) inşaallah açıklanacaktır. Neml
sûresinde
de (27/30) yine besmele ile ilgili açıklama yapılacaktır.
ÖZETLE: Lütuf
ve ihsanı herkesi ve herşeyi
kuşatan Allah (c.c.), büyük dostu şanlı peygamberi Hz. Muhammed
(s.a.v.)
Efendimiz'i "Ve Sen büyük bir ahlâk üzerindesin." (Kalem, 68/4) ve "(Ey
Muhammed), Biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik." (Enbiya,
21/107)
şereflendirmesiyle bahtiyar kılmak için "Ruh-i emini = Hz. Cebrail'i"
ile
"hakk-ı mübinini = her şeyi apaçık açıklayan Kur'ân-ı Kerim'i"
indirirken
herşeyden önce onun seçimine, ıslahına ve terbiyesine önem vermiş.
İlâhî
yardıma mazhar kılmış ayrıca kendisine bağlılığını göstermek ve ilâhî
ismini
öne almak sureti ile başlamanın kutsal edebini öğrettiği gibi bunu
tatbik
etmek için de bütün gönülleri ümidin başlangıcı ve emellerin en son
noktası
Rahmân olan Allah'ın yardımı ve Rahim olan Allah'ın rahmetini varlık
âleminin
bütün görüntülerinin en büyük kanunu bulunan ilâhlık ve kulluk
ilişkileri
altında, apaçık bir dil ile Allah'ın birliğini ifade etme, gayet kısa
ve
kısa olması ile birlikte son derece derli toplu ve olağanüstü akıcı ve
açık bir beyan üslubu içinde özetleyen düsturunu, her şeyin bir
anahtarı
gibi ihsan etmiş ve sonra bu kanunu ve bu edeb ve terbiyeyi bütün İslâm
ümmetinin kitapları, yazıtları, Kur'ân okumaları, nutukları ve diğer
önemli
işleri ve ihtiyaçlarının başında iktibas edecekleri ve uyacakları
kıymetli
bir gelenek kılmıştır. Gerçekten Resûl-i Ekrem Efendimiz'in hadis-i
şeriflerinde
de şöyle buyurulmuştur: "Besmele her kitabın anahtarıdır". Bundan başka
"Besmele ile başlanmayan her mühim iş sonuçsuz kalır." Mutlaka Allah
Teâlâ'nın
ismi ile başlanmayan herhangi bir iş, onun yüce huzuruna sunulamaz,
sunulamayınca
da sonuçsuz, tamamlanmamış kalır.
Demek ki,
bize ile Allah kitabının öyle bir
anahtarı verilmiştir ki, biz bunda Kur'ân ilminin kısaca konusunu,
gayesini
bulacağız ve önce Fâtiha'da, ikinci olarak birbirinin ardı sıra
Kur'ân'ın
bütün sûrelerinde bunun Sidre-i müntehâ'yı geçen manevî sırlarının
ortaya
çıkmasını etraflıca göreceğiz. Bu manevi sırların görünmesinde
Kur'ân'ın
sûreleri ve âyetleri arasındaki tertip ve ilişkiler, sade ince ve nazik
edebiyatla ilgili bir zevki değil, derin ve geniş bir hikmet ilminin
bile
hesaba sığmaz tertip ve düzen şekillerini içine almaktadır. O bazı
yabancıların
zannettikleri gibi, yalnızca gözle görüldüğü şekilde uzun, orta ve kısa
yazılma gibi maddi anlamda ve matematiksel niceliklerin ifadesi
değildir.
Onun içinde sonsuz boyutlarıyla gelişen bir hayatın parçaları ve
unsurları
arasındaki tabii ve güzel nicelik ve nitelik ilişkilerinden başka,
duyarlı
bir kulağın güzel ahenklerine, kalblerde uyanan duyguların, sezişlerin
çeşitli niceliklerine, akıl ve mantıkla ilgili anlayışların sağlam
hikmetlerine
uygun düşen, sayılamayacak kadar manevi ilişkiler parlıyor ki, gökteki
Ülker yıldızı ile dünyamız arasında genel çekim kanununun özel ilişkisi
tamamen ölçülüp ilmî olarak hesaplandığı zaman bile Kur'ân âyetleri
arasındaki
ilgi ve uyum yine sonsuzluğunu koruyacaktır. "De ki: Rabbimin sözlerini
yazmak için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri tükenmeden önce deniz
tükenir. Yardım için bir o kadarını daha getirsek (yine yetmez)."
(Kehf,
18/109).
Kur'ân'ın
sûreleri, âyetleri rastgele bir
tesadüfün veya sadece şairane bir duygunun gücü ile ortaya çıkıvermiş
karışık
bir divan değil, o baştan başa gibi geniş anlamlı tek bir cümle ve
belki
fasih bir kelime düzeninde sağlam bir uyum ve çok hikmetli bir beyan ve
üslup ile inmiş ilahî bir sözdür. Başında sonunda bulunur. İşte
Kur'ân'ın
bütün beyan dizisi bu başlangıç ve sonuç arasındaki bağlantıların
anlatılması
gibi, yüce Allah'tan, görünen ve görünmeyen bütün yaratıklarına ve
özellikle
insanlara gelen ve insanlardan yüce Allah'a giden varlık ve hayat
ilişkilerinin
sonsuzluk zevkiyle tadlandırılmış sağlam bir anlatım tarzıdır. Bakınız
ve ve hep birer fasih sözdür ki, Hz. Ali'den rivayet edilen bir hadise
göre, her hatimde böyle okuruz ve buna (halli mürtehil=dünyadan göçen
kimsenin
göçü) denilir ki bu bize, ölen kimsenin varlık âleminden ilişkisinin
büsbütün
kesilmediğini anlatır. Buna bilimsel bir örnek olarak astronomi ilmini
gösterebiliriz. Bugün biliyoruz ki; astronomi ilminin bütün konusu,
çekim
kanununu anlatmaktır. İlim dilinde biz buna ve daha doğrusu bu itibarla
"gök cisimleri"ne astronomi ilminin konusudur deriz. Yalnız gök
cisimleri
ve parçacık yığınları arasındaki karşılıklı ilişkileri anlatan ve genel
çekim kanunu adıyla birleştikleri bu yönle biz, kâinatın otomatik
hareketlerini,
cisimleriyle gezegenlerin birbirini çekmelerini ve itmelerini ve bu
arada
gökcisimlerinin hareket etmesinden ve durmasından; inme ve
yükselmesinden;
birbirine yaklaşma ve uzaklaşmasından; çarpışma ve patlamasından
meydana
geldiğini kabul ettiğimiz kâinatın şekli üzerinde düşünürüz ve
gezegenlerimizin
durumlarını bir dereceye kadar hesap ederiz. Fakat bununla varlık
âlemiyle
ilgili bütün kanun ve düzenlerin tamamını kavrayan bir bilgi seviyesine
erdiğimizi iddia etmeyiz. Astronomi ilminin konusu dışında kalan daha
nice
ilim ve fen konuları vardır ki; doğru bir sınıflandırmada astronomi
ilmi
onların tali bir dalı halinde kalır. O, önce sayısal matematiğin ve
araştırma
teknikleriyle mantık kurallarına bağlı ilkelerin etkisi altındadır.
Bundan
dolayı, onun çekimi tam anlamıyla herşeyi kapsayan genel bir çekim
değildir.
Gerçekten astronomide ne gök cisimlerinin zerreleri veya tek tek
parçaları
arasındaki atomların çekimi veya tek tek parçaların birbirine
tutunmaları
ve bütünleşmeleri gibi kimyasal ilişkileri, ne canlılığın gelişmesini
anlatan
beslenme ve üremesindeki organik çekimi; ne nefsin iyilik ve kötülük
arasındaki
sevgi ve nefret, şehvet ve öfke gibi meyillerini ve heyecanını anlatan
vicdanla ilgili ilişkileri; ne duygusal izlenimleri ve hayal gücüyle
elde
edilebilen tasavvur ve tasarımları dile getiren ve onları belli
sentezlere
kavuşturup anlaşılabilir misaller halinde sunan bir özellik görürüz.
Madde
aleminin kendisinde insan zihninin tasavvur gücü ve düşünce kalıpları
ile
realiteyi özünden kavrama ve ondaki gerçeklik payını anlama ve anlatma
özelliği demek olan bilgi edinme kabiliyetine benzer bir kabiliyet de
yoktur.
Kısacası mekan içinde mekan, zaman içinde zaman varmış gibi, subjektif
ve objektif anlamda mekana ve zamana bağlı olarak meydana gelen bütün
olay
ve oluşları bir tek anlayış çizgisinde birleştirip bir çırpıda bize
sunan,
görüleni ve görülmeyeni, duyu alanı içine gireni ve duyular ötesinde
kalanı
kendi bütünlüğü içinde toplayıp bize ezel ve ebedi bile haber verip
bildiren
ve sonra varlık ile yokluk, zaruret ile hür seçim arasındaki farkı
göstermek
için yaratıcı kudretin varlığına açıkça delalet eden mücerred bir irade
gücü ile görülmeyen âlemlerdeki varlıkları, görülen âlemdeki varlıklara
çeviren ruhun gerek kendi kendisini idrak, gerek dış dünyada olup
bitenleri
anlayıp sezebilmesinde kendini belli eden manevî çekim kuvvetini,
nihayet
insanlık âleminde ve toplum hayatında bunların hepsini bir araya
getiren
toplumsal çekim kuvvetini bir bütün olarak ele alan bir başka kitap
bulamayız.
Halbuki Kur'ân ilmi, bütün bu değişik çekim kuvvetlerini birer yönüyle
içine alıp birleştiren öylesine uyumlu, öylesine bütünleştirici
evrensel
bir çekim kanunu haline getiren bir anlatım demetidir ki, biz bunda
ister
küllî, ister cüz'î, ister maddi, ister ruhani bütün varlığın,
varoluşuyla
ilgili özellikleri kayıtsız şartsız ortaya koyan ve mutlak çekim
kuvveti
demek olan yaratıcı gücün kanununu, Allah ile varlık ilişkisini,
özellikle
insanlar arasındaki çok yönlü ilişkilerde O'nun ledünnî tecellilerini
bütün
incelikleriyle düşüneceğiz. Çok eksik bir düşünce ile ve haksız yere
"Evrensel
Çekim Kanunu" dediğimiz gök cisimlerinin birbirini çekmesi O'nun
âyetlerinden
sadece küçük bir örnektir. Gerçekte işin böyle olduğunu göreceğiz. Bu
öylesine
bütünlük arzeden bir konudur ki, ilimleri sistemleştirmeye çalışan
filozoflar
ile en büyük edebiyatçıların tarih boyunca ortaya koyabildikleri ortak
değerlerin toplamından bile üstündür. En büyük filozofların ve felsefî
ekollerin düşünce sistematiği bundaki hikmet düzeninin zamana
yansıması,
en yüksek edebiyatın renkli parıltıları, bundaki estetik güzelliklerin
bir anlık parıltısıdır. Kur'ân'ın nazm-ı celîli, bilimsel düzen ile
estetik
düzenin kucaklaşıp bütünleştiği bir alandır. Bundan dolayı Kur'ân'ın
ortaya
koyduğu mantık düzeni, ilim ve sanatın ortaya koyduğu düşünce
bütünlüğünden
daha sağlam ve daha tutarlıdır. Edebiyatın ortaya çıkardığı değişik
renkteki
güzelliklerden daha renkli, daha çeşitlidir. Muhkemat ile müteşabihatın
böylesine uyum sağlaması ve estetik bir düzen meydana getirmesi ancak
yaratılışta
görülebilir. "Kur'ân üzerinde derinden derine düşünmüyorlar mı? Eğer o,
Allah tarafından değil de bir başkası tarafından indirilmiş olsaydı,
onda
pek çok çelişki bulurlardı." (Nisâ, 4/82).
Mesela,
astronomide genel çekim kanununun,
yalnızca ay, güneş ve dünya üçlüsü arasındaki düzen ve orantısını dahi
tam anlamıyla ölçüp aydınlığa kavuşturamamış olan teknolojimiz, elde
ettiği
verilere dayanarak, ne güneş sisteminde, ne de galaksiler sisteminde ve
bunların düzen ve işleyişinde ilme, mantığa ve estetiğe ters düşen
hiçbir
nokta bulunmadığını bütün gücüyle savunmaktadır. Yaratılışın bu düzeni,
bizim gözümüzde nasıl böyle hem zâhir, hem de bâtın ise Kur'ân'ın
sûreleri
ve âyetleri arasındaki bilimsel, mantıkî ve estetik düzen dahi onun
gibi,
hatta ondan daha ziyade zahir ve ondan daha ziyade bâtındır. Zahir
olması
kemalinden, batın olması da sonsuzluğundandır. İşte bundan dolayıdır
ki,
bir şairimiz:
Bikr-i fikri
kâinatın çâk çâk oldu, fakat
Perde-i
ismette kaldı mânii Kur'ân henüz."
"Kâinatın
bâkir fikirleri parça parça oldu.
Fakat
Kur'an'ın
mânâları hâlâ koruma perdesi içinde
kaldı." demiştir.
Biz mantıkî
düşünürken estetiğin ölçülerini,
edebî düşünürken de mantığın kural ve ilkelerini feda etmek
alışkanlığında
olduğumuz için, Kur'ân'daki uyum ve ahengi bütün yönleriyle bir cetvel
çizer gibi düşünce yoluyla ölçemiyor isek de o fıtratı yaşarken onun
yüce
zevkini vecd ile duyabiliriz. Kur'ân da, bu zevki, okuyanlardan ziyade
yaşayanlarına ihsan etmek için "Bu, takva ehline hidayettir." (Bakara,
2/1) diye hitap edecektir. Bundan dolayı herşeyden önce gafletimizden,
vesvesemizden, şeytanlıklardan arınmak için bütün bilinç gücümüzle
Allah'a
sığınarak "Kovulmuş şeytandan Allah'a sığınırım." diyelim ve o her şeyi
çeken kuvveti yaşamak için; "Rahmân ve Rahim Allah'ın adıyla." demek
olan
besmele anahtarına yapışalım ve bir teşekkür duygusu ile Fâtiha'sından
başlayalım.
2-
Kur'ân'da
sûreler, sûrelerin çoğunda kıssalar,
kıssalarda âyetler, âyetlerde kelimeler, kelimelerde harfler ve bütün
bunlar
arasında açık veya kapalı, sözle veya mânâ ile birçok yönden tam bir
uyum
ve belli bir düzen vardır ki, bunların tek tek araştırılması ve
ayrıntılarının
açığa çıkarılması sayısız denilebilecek kadar çoktur ve hemen hemen
bütün
ilimleri ve sanatları da yakından ilgilendirir. Bu ilimlerin en başta
geleni
de Nahiv (Dilbilgisi) ve Belağat (sözü yerinde söyleme sanatı)
ilimleridir.
Kur'ân'ın nazmında cümlenin yapısı, sözün öncesiyle ilişkisi, sözün
gelişi
ve akışı, anlam ve kavram, söz ile mânâ arasındaki uyum (mutabakat),
sözün
içeriği ile gereği, ibare, işaret, delalet, iktiza, açıklık ve
gizlilik,
hakikat, temsil, sarahat, kinaye, îmâ, telmih, mantık, hikmet, maksada
uygunluk gibi beyan ilmini ilgilendiren yönleriyle sözün öncelikle
kulağa
hoş gelmesi ve kolay anlaşılması gözetilmiştir. Ondan sonra da sözün
kalbe
dolmasını ve etki yapmasını sağlayan fesahat (açık ve anlaşılırlık),
tatlılık,
düzgünlük, akıcılık, incelik, ölçülülük, çarpıcılık, kolaylık,
sanatlılık,
yenilik, çok yönlülük, tutarlılık, uyum ve ahenk, dile hakimiyet,
üslup,
söz ile anlam arasındaki denge, sözü uzatma, az ve öz sözle çok anlam
ifade
etme ve nihayet kimseyi taklit ve tekrar etmemek demek olan ibdâ ve
harikuladelik
gibi özellikler açısından, hem söz güzelliğini, hem de anlam
derinliğini
ve zenginliğini birlikte içine alan pekçok güzellik ve estetik incelik
bulunmaktadır. Kısacası, Kur'ân'da kelimelerin asıl dil ve sözlük
mânâları
açısından delalet ettikleri anlam, akıl ve mantık açısından delalet
ettikleri
anlam, tabiî zevk ve sezgi açısından delalet ettikleri anlam olmak
üzere
üç çeşit delaletin bileşkesi olan ve sonludan sonsuza doğru yol alan
uyum
ve ahengin hissedilebilen ilişkilerini özetle dile getiren
inceliklerdir
bunlar. İşte bunlar tefsirin ruhunu teşkil eder. Genelde avam için dil
açısından sözün mânâya delaleti, alimler için akıl ve mantık açısından
delaleti, edebiyatçılar ve estetikçiler ve hikmet ehli olanlar için
zevk,
sezgi ve fıtrata uygunluk açısından delaleti önem taşır. Terceme ile
dil
değiştiği için birinci ve üçüncü hususlarda kendiliğinden büyük
kayıplar
olur. Ayrıca bundan akıl ve mantık açısından söz konusu olan delalet de
etkilenir.
Bunun için
biz bazı yerlerde bu ilişkileri
kısaca göstermeye çalışacağız. Çünkü etraflıca anlatmaya insanın gücü
yetmiyor.
Bundan dolayı da Fâtiha sûresi üzerinde diğer sûrelerden daha fazla
duracağız.
Fâtiha'da ilk önce iki açıdan kelimeler arasındaki uygunluğu ele
alalım.
Siyâk, sibâk yani sözün gelişi ve akışı ki, birincisi (sibak) sözün
kendinden
önceki kelimelerle, ikincisi (siyak) de sözün kendi parçaları ile
kendisine
ve kendinden sonrasına göre olan uyum ilişkileridir. Besmele,
Fâtiha'nın
bir kısmı sayıldığına göre, birincisi (sibak) burada söz konusu olamaz,
bu olsa olsa âyetin nüzulü (inişi) açısından "Rabbinin adıyla oku."
(Alâk,
96/1) âyetiyle ilişkili olur ki, bu da Kur'ân tertibine göre
kendisinden
sonraki âyetlere ait bir siyak ilişkisidir. Fakat besmele başlı başına
bir âyet olduğu için önce onu inceleyelim.
SİBAK (Sözün
gelişi): Besmelenin bir fiile
bağlı olması ilişkisinden başka burada hiç bir şey düşünülemiyeceğinden
dolayı genel olarak Fâtiha'nın da besmele ile ilişkisi olduğu bellidir.
Besmele ile Fâtiha okuyorum, Fâtiha yazıyorum, hamd ediyorum, Kur'ân'a
başlıyorum, v.s. gibi. Fakat bundan başka özel şekilde de kuvvetli
ilişkileri
vardır. O kadar ilişki vardır ki, besmeleyi Fâtiha'dan bir âyet
sayabilirsiniz.
İlk önce, nazım ve fâsıla (âyet sonu) ilişkisi, ikinci olarak kelimeler
arasındaki ilişkiler, üçüncü olarak özetle onun açıklaması şeklinde
çeşitli
mânâ ilişkileri vardır. Bir kere besmeledeki rahmetin çekiciliğine
karşılık
Fâtiha'nın bir teşekkür etme demek olduğu ilk bakışta görülüyor. Bu ise
besmele ve Fâtiha arasında gizli ve tam bir bağlantının bulunmasıdır.
Sonra
Fâtiha besmelenin bir açıklaması, ve mânâlarının açığa çıkmasıdır.
Şöyle ki:
Besmele, gerçekten ve itibari olarak
yedi kelimeden oluşmuştur. Bunlardan dört tanesi başlıbaşına birer
kelime
olup üçü Allah'ın ismidir. Bu terkibin tamamı ise bir kısmı zikredilen,
bir kısmı da sözün gelişinden anlaşılan ve gizli bulunan iki taraf ile
bir bağlaçdan " = bâ" edatı, yani müteallik (ilişiği olan), müteallak
(kendisine
bağlanan) ve ilişki vasıtası olan üç kısımdan birleşen tam bir söz idi.
Buna karşılık Fâtiha, yedi âyet, başlı başına dört söz, üç tam vakf
(durak)dan
birleşen tam bir söz düzeninde güzel bir sûredir ki; bu üç tam vakfdan
birincisi üç âyetle bir cümle olarak birinci tarafı, ikincisi iki cümle
ile bir tevhid âyeti olarak ortadaki bağlama ilişkisi, üçüncüsü yine üç
âyetli bir cümle olarak, son kısmını meydana getirmiştir. Ve bu şekilde
Fâtiha, besmele gibi ve onunla bir cinsten olan bir söz şeklindedir.
Mânâya
gelince: Besmele bize bir tamlama bağı,
iki sıfat bağı ve başında bir bağlantı harfi ile sonunda gizli olan
tevhidi
içeren tam bir bağlantı veriyordu. Orada özel (isim)den genel mânâya
doğru
yayılan (genişleyen) isim ve sıfatı zikredilmiş iken biz ezelde
(başlangıcı
olmayan bir zamanda) olduğumuz gibi fiillerimiz ile beraber saklı ve
gizli
idik. Daha doğrusu Allah var, biz yoktuk. "Allah vardı, onunla birlikte
hiçbir şey yoktu." Çünkü ondan önce bu ilişki ile Allah'a ait olmaya
sarılmamıştık"
dediğimiz zamandır ki, bu bağlantı meydana gelmiş ve Fâtiha'da Allah'a
teşekkür etmekle birlikte varlık aleminde ortaya çıkmamıza sebep
olmuştur.
Gerçekten
Fâtiha bir teşekkür (cümlesi) ile
başlıyor ve bizi gizli, ilahî bir ilişki ile başlangıçta kâinatın
içinde
varlık sahasına atıyor ve o sırada Rahmân ve Rahim bir daha tecelli
ediyor
ve gerçekleri tebliğ etmekle bir iki ıslah döneminden sonra ilahî bir
mükellefiyetin
gereğini sezecek kadar idrakimizi terbiye ederek ve konuşmayı öğretmek
sureti ile iyilikte bulunarak Allah'ı ve kendimizi tanımak için bizi
yoktan
var ediyor ve işte o zaman Allah'ın birliğine "Yalnız sana ibadet
ediyoruz
ve sadece senden yardım diliyoruz" diye bir bey'at anlaşması yaptırmak
üzere bize konuşma hakkı veriyor. Ve biz de bütün sosyal vicdanımızla
konuşarak
söze başlayıp bu anlaşmayı yapıyor ve o bağlantı ilişkisini böyle ezelî
bir rahmet ile zevalsiz bir sosyal ve hukukî sözleşmeyi yapıyoruz ve o
vakit bizim de "neste'în" (yardım diliyoruz) derken biz de bir
irademizin,
bir şeyi istemeye hak ve yetkimizin olduğunu anlıyoruz ve derhal duası
ile Allah'ın huzurunda yer alarak sonuna kadar söylüyoruz. Bu şekilde
ezeldeki
(başlangıcı olmayan zaman) ve besmeledeki gizli (mânâ), Fâtiha'da ve
şimdiki
zamanda konuşan biri olarak ortaya çıkıyor da ezelî zâhir olan
görünmüyor
ve sonunda bizim idrakimizde ve konuşmamızda hazır olması ile
merkezimizde
ve çevremizde bir muhatab olarak hazır bulunuyor. işte ezeli ve sonsuz
bütün hayat dengeleri bunun içindedir. Basit birkaç cümle gibi görünen
Fâtiha, yaratılışın, yaratanın, yaratıkların bütün sırlarını toplayan
bir
kanun-i küldür, (genel ve temel ilkedir). Baş tarafındaki üç âyet ile
sonundaki
üç âyetin bağlantısı gibi olan bu bir âyetle Fâtiha böyle sonsuz üstü
bir
varlıklar denklemini kayda geçirmiştir.
Fâtiha'daki
bu ruhu, bu manevî inceliği ve
bu denklemi, şu kudsî hadis ne güzel açıklamıştır: "Ben namaz sûresi
olan
Fâtiha'yı kendim ile kulum arasında yarı yarıya taksim ettim; yarısı
benim
ve yarısı kulumundur. Kuluma istediğini veririm." Hz. Peygamber
(s.a.v.)
Efendimiz de bu hadisi şöyle açıklıyor: Kul der; Allah da; "kulum bana
hamdetti" der; kul der. Allah da "kulum beni övdü" der; kul der, Allah
da der ki; "kulum beni ululadı". Ve buraya kadar benimdir. kulumla
benim
aramda, sûrenin sonu ise yalnız kuluma aittir ve kulumun istediği kendi
hakkıdır, diyor.
Fâtiha, işte
yüce Allah'ın böyle bir lütfunu
tecelli ettiren bir varlık dengesidir. Bu dengede de kâinat nizamının
temeli
olan adalet ve denge kanununun en açık ve en güzel bir gerçeğini
görürüz,
görürken (doğru yol) yüce nazmında açıkça okuruz. Bu dengeye tasavvufî
bir zevk ile bakacak olursak bu kulluk ve yardım dileme andlaşmasını
taşıyan
(İslâm) ümmetinin bütününe "Sizi yeryüzünde halifeler (yöneticiler,
yeryüzünün
tasarruf ve hakimiyetini elinde bulunduran insanlar) yapan O'dur."
(Fâtır,
35/39) "Yeryüzüne mutlaka iyi kullarım mirasçı olacak, bu yeryüzü
onların
eline geçecek." (Enbiyâ, 21/105) gibi âyetlerde açıkça belirtildiği
üzere
Allah'ın vekili (halifesi) olan insanın onun bir gölgesi şeklinde
aksetmiş
olduğunu ve insanlara da yeryüzünü inşa ve imar etme payı bahşedilmiş
bulunduğunu
duyarız ve o zaman böyle kulluk ve yardım istemeyi yalnız Allah'a ait
kılan
toplumsal duygu taşıyan bir ümmetin herhangi bir konuda birleşmesinde
de
şer'î bir delalet bulunabileceğini, yani ümmetin bir konudaki fikir
birliğinin
olumlu bir şer'î delil olduğunu anlarız. Bundan dolayı Besmele ile
Fâtiha
arasındaki sözün gelişinden (siyak) anlaşılan uyum, ezelî ruh ile
sonsuz
olan arasındaki bu denge ilişkisinin meydana çıkmasıdır. Bu âyetler,
işte
bütün yaratılışta var olan bu ilişkiyi bizim bilincimize nakşeden ilahî
âyetlerdir. Bunların geniş açıklamasını da Kur'ân'da göreceğiz.
SİYAK:
Fâtiha'nın bizzat kendisindeki sözün
akışı ve bu tabii akıştan doğan bir öğretim şeklidir. Nitekim
Fâtiha'nın
bir ismi de "ta'lim-i mes'ele" yani "konuyu öğretme"dir. Bunun en büyük
ipucunu okumanın gelişinden ve özellikle "Rabbinin adıyla oku!" (Alak,
96/1) yüce emrinde buluruz. Bundan başka nüzul sebeblerinde rivayet
ettiğimiz
hadiste de emri vardı. Bunun için bazı müfessirler başta "böyle söyle"
meâlinde emrinin gizli olduğunu söylemişler ise de büyük tefsir
âlimleri
böyle bir kelimenin gizli olduğuna ihtiyaç kalmaksızın, yalnızca
üslubun
gelişinden böyle bir şeyi öğretmeyi işaret etmeye yeterli olduğunda
ısrar
ediyorlar. Yani Allah Teâlâ bize bu sözü ile ilim ve iman telkin etmiş
(anlatmış) ve bu anlatışı bir emir ile yapmayıp şimdiki zaman kipi ile
mevcut olmayanı anlatmıştır. Çünkü ilim ve imandan önce onun huzuruna
çıkma
hakkımız yoktu ki, bize açıkça hitap etsin. Çünkü Besmele'de biz
görünürde
yoktuk. Bununla beraber Allah'ın zatının değil, isminin huzurunda idik.
Bundan dolayı
Fâtiha'nın başında Allah'ı tanımakla
ilgili olan üç âyet tamamen görmeyerek anlatmak tarzındadır. Kendisiyle
konuşulan görünmüyor. Bunda "âlemîn = âlemler" kipi ile akıllı
varlıklara
apaçık bir uyarı vardır ki; bu üç âyetin mânâsını düşünüp anlayan bir
kimse
akıllı ise, âlemlerin ne olduğunu ve kendi ruhunda onun nasıl tecelli
ettiğini
iyice düşünerek ve başlangıcı ve sonucuyla onu gözden geçirerek aklını
ve seziş kabiliyetini topladığı zaman ve ancak o vakit; "Hamd o
âlemlerin
Rabbi, o Rahmân ve Rahim, o, din gününün maliki Allah'ın" görünmeyen
Allah'la
ilgili anlatımın doğru bir söz olduğunu anlar ve derhal Allah'ı görünen
ve görünmeyen alemde hazır ve gözeten olarak bulur. Böyle bulunca da
"Ancak
sana ederiz kulluğu, ibadeti, senden dileriz yardımı, inayeti (Yâ Rab)"
diye ona hitap ederek, ihtiyaçlarını ona arzeder ve onların
karşılanması
yolunda istekte bulunabilir. Bunun için Fâtiha, Arap edebiyatında
gaibden
(üçüncü şahıstan) muhataba geçen ve iltifat denilen bu belağat üslubunu
gerçekleştirmek için Allah tarafından açık bir "ben ve biz" emri gibi
birinci
şahıs kipi ile doğrudan yapılan bir hitabı kapsamayarak "Allah bir
insanla
(karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle ya da perde arkasından konuşur."
(Şûrâ,
42/51) âyetinin mânâsını öğretmiş ve tebliğ etmiştir. Bundan dolayı
Fâtiha'nın
kendisindeki söyleniş metodu, bir öğretim metodu ve üslubu, bir telkin
üslubu olmuştur.
Bütün Arap
edebiyatçılarının ve hatta Türk
şairlerinin kasidelerinde ve nutuklarında bilip kullandığı bir iltifat
sanatının böyle tam yerinde ve birçok cümlelere muhtaç olan mânâları bu
kadar kısa, öz ve bu kadar açık ve anlaşılır bir şekilde toplayan son
derece
derin bir nükteyi ortaya koymuş olması, bütün Arap şairlerinin meydan
okuma
niyetlerini ve cesaretlerini kıran ve onlara Kur'ân'ın i'câzı önünde
baş
eğdiren hususlardan birisi olmuştur. Fâtiha'nın kelimeleri ve cümleleri
arasındaki ilişkilerin ise bir kısmı yukarda geçti ve ihtiyaç
görüldükçe
ileride de tahlil ve tefsir sırasında gelecektir. Burada şu kadarını
söyliyelim
ki, elhamdü'nün en mükemmel bir şekilde tefsiridir. da istiânenin
(yardım
dilemenin) aynı şekildeki bir açıklamasıdır. Ve bu zincirleme sırların
ortaya çıkması ile Fâtiha sûresi bütünüyle baştaki, en baştaki veciz
cümlesinin
açıklanmasından ibaret eşsiz bir kelâmdır.
Diğer Kur'ân
sûreleri ile ilişkisine gelince,
Fâtiha'nın Ümmü'l-Kur'ân (Kur'ân'-ın anası), Ümmü'l-Kitab (Kitabın
anası),
esas isimlerinin delalet ettiği şekli ile Kur'ân'daki sûrelerin
hepsinin
ana kökü ve genel temsilcisi olmasıdır ki, bu hususun bir kısmını
yukarda
anladık ve gelecek bütün açıklamalarda da inşaallah anlayacağız.
Özetle: Sanki
besmele bir taç, Kur'ân en mükemmel
bir vücut, Fâtiha onun başı, bu baştaki çehre, (Fâtiha'da geçen) rahmet
ve hidayet (doğru yolu bulma) bu çehrenin göz bebekleri, dünya ve
ahiret
dış yüzüyle içyüzü, kulluk ve yardım dileme dili, Allah'ın birliğine
inanma
ise ruhudur. O şekildedir ki vücudun bütün gizli tarafları onun açık
seçik
konuşan dudağından çıkarken o taçdan, o çehreden, o süzgün bakışlardan
da onun ruhu okunur. O çehre, Hz. Muhammed (s.a.v.)'in çehresi, o vücud
Allah'ın tecellisidir. Söz Allah'ın sözü, tebliğ eden Allah'ın
elçisidir.
"Allah'tan başka ilâh olmadığına Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu ve
elçisi
olduğuna şahitlik ederim."
TAHLİL VE
TE'VİL (Analiz ve Yorum): Hamd,
isteğe bağlı yapılan bir iyiliğe veya onun başlangıç noktası olan bir
iyiliğe
karşı gönül açıklığı ile o iyiliğin sahibine saygı ifade eden bir övgü
sözüdür. Kısmen medih, kısmen teşekkür ile birleşen bir övgü, bir çeşit
övmek veya övülmek, iyi bir övüş veya övülüş, güzel bir övücü veya
övülen
olmak, ciddi bir övücülük veya övülücülük hülasa bu anlamları kapsayan
güzel ve ciddi bir sözdür. Arapça'dan hamd kelimesi bu mânâların hepsi
için kullanılır. Fakat Türkçe'de çoğunlukla masdar ismi olarak
kullanılır.
Diğer kiplerde hamd etmek veya edilmek, hamdediş veya ediliş, hamd eden
veya kendisine hamdedilen, hâmidiyet (hamd etmek niteliği), mahmûdiyet
(övülmeye değer olmak) denilir ve bugünkü dilimizde bunun öz Türkçe
olan
bir eşanlamlısı yoktur. Şükür de böyledir. Türkçe'de bir övme var ki, o
da methetme ve sena (övme) ile eşanlamlıdır. Hamd ise medh ile şükür
arasında
bir nevi övme ve özel bir medihtir. Çünkü medih, canlılığı ve istediği
gibi hareket etme yeteneği olana da olmayana da yapılır. Mesela güzel
bir
inci ve güzel bir at övülmüş olabilir. Fakat onlara hamdedilmez. Hamd,
inci ve atı bağışlayan, istediğini yapmakta serbest olan Allah'a
yapılır
ve hatta onun lütfuna, ilmine yapılır. Fakat vücut güzelliğine
yapılmaz.
Ayrıca medih, bağıştan önce de ondan sonra da yapılabilir. Hamd ise
kesinlikle
bir iyilikten sonra yapılır. Şu kadar var ki, onun hamd edene ulaşmış
bir
iyilik olması şart değildir. Şükürde ise bu da şarttır. Çünkü şükür,
gelmiş
olan bir nimete sözlü veya fiilî veya kalp ile nimeti verene saygıda
bulunarak
ona karşılık vermektir. Yalnız fiil veya kalp ile yapılan şükür, ne
medihtir,
ne hamddır. Fakat dil ile sözlü olarak yapıldığı vakit hem hamd, hem de
medh olur ve bu hamd, minnettarlığın başıdır. Bundan dolayı hamd,
medihten
genel olarak daha hususi (özel)dir. Şükürden de bir bakımdan daha genel
ve bir bakımdan daha özeldir.
Her hamd,
medihdir. Fakat her medih hamd değildir.
Sonra bazı hamd, şükür (minnettarlık) ve bazı şükür hamd olmakla
beraber
şükür olmayan hamd, hamd olmayan şükürler de vardır. Demek ki medih,
gerçeğe
göre boş bir ümidin itmesi ile kuru bir yalandan, mücerred bir
dalkavukluktan
ibaret kalabilirken hamd ve şükür daima gerçeğe uygun bir doğruyu ifade
ederler. Hamd, delile dayanan haklı bir ümidin sevinci ile veyahut
minnettarlık
gibi gerçekleşmiş bir nimet içinde bulunarak rahat etmenin mutluluk
zevki
ile yapılır. Hamd verdi, verecektir gibi geçmiş ile gelecek arasında
dönüp
dolaşan bir sevinç durumundan, şükür ise işte verdi gibi gerçekleşen
bir
geçmiş nimete ulaşma zevkinden ileri gelen bir mutluluğu ilan etmektir.
Bunun için hamd ve şükür tamamen meşru ve ahlâka uygun oldukları halde
medih genellikle ahlâka uygun değildir. İslam'a göre yasaklanmış ve
yerilmiş
de olabilir. Çünkü Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Övmeyi meslek
edinenlerin
yüzlerine toprak saçınız." buyurmuş. Halbuki "İnsanlara hamd etmeyen
kimse
Allah'a da hamd etmez." hadis-i şerifi ile mutlak surette emredilmiş
olduğunu
göstermiştir. Mirac hadislerinde de Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ümmeti
"Çok
hamdedenler" ünvanı ile lakablandırılmışlardır. Hamd ile şükürde esas
maksat
nimeti verendir. Medihte ise nimeti hayal etmektir.
Hamd ve
şükür; ikisi de hak ve hakikat sevgisi
ile gönlün sevinçle dolması ve bundan dolayı ahlâka uygun olmakla
beraber
hamdde sevinç ve arzu mânâsı, şükürde ise içten bağlılık ve dostluk
mânâsı
daha açık bir şekilde bulunur. Ve bu şekilde şükür (minnettarlık),
gerçekleşen
bir geçmişin ululama hatırası olduğundan dolayı daha zor, yapanları
daha
azdır. Çünkü varlığın akışı hep geçmişten geleceğe yönelik olduğu için
insanlar yaratılıştan geleceğe meyillidirler. Şüphesiz bu meyletmenin
içine
korku bulaşmış bir ahiret çekimi yerleşmiştir. Gerçekten insanlar daha
fazla ileriyi görsün diye gözleri ön tarafa bakacak şekilde
yaratılmıştır.
Fakat böyle olması yolda giderken geldikleri başlangıç noktasını geçip
arkada bıraktıkları kısmı unutmak için değildir. Onun hatırında kalan
şeylere
ve hafızasının doğruluğuna güvenildiği içindir. Bundan dolayıdır ki
boyunlar
gerektiğinde o hatıraları yenilemek için öndeki gözleri arkaya çevirip
baktırabilecek şekilde hareket eden bir eksen halinde yaratılmışlardır.
Bir gelecek yolcusu için bu yaratılışın büyük bir uyarıcı önemi vardır.
Demek ki, hafızası bozuk boyunları hareket etmeyen yolcuların yalnız
ileriye
dikilmiş olan gözleri, şeytanın baskısından korunmak için birer
kurtuluş vasıtası
değildirler. Halbuki gafil olan insanoğullarında
bu durum ağır basmaktadır. Dalkavukluk düşüncesi ile bir kuruntu
halindeki
ümit üzerinde (bazı kimseleri) çok metheden nice yaratıklar
görülegelmiştir
ki onlar, gayelerini elde ettikleri ilk andan itibaren bir nankör
kesilmişlerdir.
Bunu farkeden bazı düşünürler -bunlardan biri de müellifin zamanında
yaşayan
Fransız Güstav Löbon'dur- insanlar üzerinde hayalin, gerçekten daha
fazla
bir egemenliği olduğu sonucuna varmışlardır. Fakat bu görüş doğru
değildir.
Çünkü hayalde görülen o egemenlik, gerçeği temsil edebilmesinden
dolayıdır.
Yoksa hayale hayal diye sarılan kimse görülmemiştir. Bundan dolayı asıl
egemenlik hayalin değil yine gerçeğindir. Gerçek öyle etkilidir ki
yalnız
yakından değil, uzaktan hayal yoluyla bile etkisini gösteriyor. Fakat
sevgiliye
ulaşmanın öyle şaşırtıcı bir etkisi, kendisinden geçip dünyayı unutma
durumu
vardır ki bunda gerçek, kendisinden başka herşeyi siliverir ve bizzat
gerçekçi
olmayanlar ona dayanamazlar ve bunun için insanoğlu onu, kendisinden
ziyade
karşısında gördüğü zaman ona değer verir. Güneş doğunca göz kamaşır ve
izlenim süzülüp kalpdeki his cepheye dikilmeyince insan onu göremez.
Bundan
dolayı bilinçli bir hakikat adamı olmak zordur ve tam bir müslüman
olmak
çok zordur. Çünkü varlığını Hakk'ta kaybeden Hz. Ömer el-Faruk (r.a.)
Efendimiz
"Hakk, Ömer'e dost bırakmadı." dediği zaman bu zorluğu anlatmak
istemiştir.
Şükür ise böyle hakikat sahiplerinin alâmeti olduğundan "Kullarımdan
şükreden
azdır." (Sebe, 34/13) buyurulmuştur.
Bununla
beraber, diğer taraftan "hamd"de saygı
ve değer verme mânâsı daha yüksektir. Çünkü bunda, meydana gelen bağış,
hamd edene ulaşmadığından dolayı bir taraftan daha fazla hakka bakan
maksatsız
bir saygı karakteri vardır. Diğer taraftan o bağışa kavuşanların
sevincine
katılmayı ifade eden bir kardeşlik duygusu ve kendi hakkında henüz
ulaşmayanı
ulaşmış saydıran bir takdir payı vardır. Bir bu, bir de şükrün
kısımlarında
kalb işinin, gizli bir iş ve organların fiillerinin ihtimalli olması,
şükür
çeşitlerinin en mükemmelinin, yine dil ile yapılan hamd olmasını
gerektirir.
Gerçekten Resûl-i Ekrem (s.a.v.) Efendimiz, "Hamd, şükrün başıdır.
Allah'a
hamd etmeyen O'na şükretmemiş olur." buyurmuştur.
Bu şartlarla
dil ile yapılan medih zikirler
ile yâd etmeler, saygı ifade eden lafızlar, özel saygılar hep
hamddırlar.
Hamd kelimesi de saygı ifade eden bu kelimelerin hepsinin mânâsına
uygun
olduğundan "hamd olsun" denildiği zaman bütün bu saygılara yaraşır bir
iyilik veya bağışlama karşısında bir mutluluk sevinci ve bir
bahtiyarlık
duygusu ilan edilmiş olur ki bu, bir taraftan o iyilik ve bağışlamanın
seçkin sahibini övmek, diğer taraftan da hakkıyla o mutlulukla övünmek
mânâlarını ifade eder. Ve her iki bakımdan da şeriata pek uygun ve
ahlâka
çok uygun bir iyiliktir. Çünkü nimeti anlatma, böbürlenmeden ileri
gelen
bir gurur değil, nankörlüğü ortadan kaldıran büyük bir erdemliliktir.
Daha
doğrusu hamd, herkesin ermek istediği fakat pek az kimsenin erebildiği
en yüksek bir olgunluk gayesidir. Çünkü insanlık açısından bütün
mutluluklar
iki kelime ile özetlenebilir. Tena'üm (nimet ve bolluk içinde bulunma)
ve in'am (nimet verme). Nimet ve bolluk içinde bulunanlar ancak refah
içinde
bulunduklarını his ve takdir ettikleri zaman hamd ederler. Çünkü
mutluluk,
refah içinde bulunmanın kendisinde ve niceliğinde değil, niteliğinde
yani
refahın zevki takdir edilip hissedilmesindedir. Zaten bolluk içinde
bulunmanın
mânâsı budur. Ve ne vakit mutluluk zevki hissolunur ve coşarsa dilden
hamd
çıkar ki bu makam, hamd etmek makamıdır. Nimet verme makamında
bulunanların
mutluluğu da yalnız nimet vermede değil, verilen nimetin değerini
bilecek
ve zevki ile mutluluk duyacak, layık olan yere ulaştırmasında ve
ulaştığını
açık delil ile görmesindedir. Bu delil ise hamd edenin hamdidir. Bundan
o ulaştırma ve ulaşmayı seyretmekteki zevk de kendisine hamd edilenin
mutluluğunu
meydana getirir. Ve biz biliriz ki, nimet verme makamı, nimete erme
makamından
üstündür. Bundan dolayı mahmudiyet (kendisine hamd edilmeye layık olma)
makamı rütbelerin en mükemmeli ve hedeflerin en sonudur. O halde bu
makamın
mutluluğu da en büyük mutluluktur. Bu mutluluğun zevkindeki coşma da
haydi
haydi bir hamd ile sonuçlanmayı gerektirir. Hamd etmeye layık olana
hamd
etmek demek olan bu hamd ise nimeti artırmaya ve dolayısıyla fazla
hamdetmeye
ve hamdedilmeye sebep olur. Bu şekilde hamd etme makamında, refah
içinde
bulunan kimsenin hamd etmeye devam etmesi, kendisine hamd edilme
makamına
yükselmesine ve mahmudiyet makamında nimet vericinin hamd etmeye devam
etmesi de kendisine hamd edilmenin sınırsız katlanmasına sebep olur ki
"Andolsun şükrederseniz elbette size (nimetimi) artırırım." (İbrahim,
14/7)
buyurulması bundandır.
Şu halde
yukarıya doğru ilerlemede hamdin
sırası ile en yüksek rütbeleri şunlardır:
1- Hâmidiyet
(hamd etmek), 2- Mahmudiyet (övülmeye
değer olmak) 3- Hâmidiyet ve mahmudiyet 4- Mahmudiyet ve hâmidiyet.
Bu son
derecede Allah'a ait tecellilerden
(lütfuna erme) birini görürüz. Burada etkilenmeyi
ifade eden insana ait mânâları
ortadan kaldırmakla övülmeye değer ve hamdetmeyi biraraya toplayan
hamîd
(çok hamdeden), mahmûd (övülmeye değer olan), hâmid (hamdeden) gibi
Allah'ın
güzel isimlerinin tecellisini görmemek nasıl mümkün olur? Bu olmasa idi
onlar nereden gelirdi? Sonra "Şifa-i Şerif" kitabında açıklandığı üzere
Hâmid ve Mahmud, Ahmed ve Muhammed gibi yüce Peygamberimiz'in mübarek
isimlerindendir. Gerçekten Makam-ı Mahmud (en
yüksek
şefaat
makamı) bilhassa
peygamberlerin
sonuncusu olan Efendimiz'e va'd olunan ve onu hamd etme makamından hamd
edilen (övülen) makamına yücelten yüksek bir makamdır ki, büyük şefaat
makamıdır. Bu makamda "livâü'l-hamd" (sancağı) onun sağ eline teslim
olunmuştur.
Ahirette Makam-ı Mahmud'un bol şefaati iledir ki, Livâü'l-hamd altında
toplanacak olan ümmet, Allah'a hamd etmelerinden paylarını alacak ve
cennet
ehlinin dualarının sonu da " Alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun."
olacaktır.
"Dualarının sonuncusu da alemlerin Rabbi Allah'a hamd olsun." sözüdür.
(Yûnus, 10/10).
Böyle hamd
etme ve övülme vasıflarını toplayan
Allah'ın dostunun, Ahmed olması ve Muhammed olması, işte hamdin bu
toplayıcı
ve birleştirici derecesini dile getirir ve gerçekten lafız ve mânâ
itibariyle
hamdin esası Muhammed (s.a.v.)'e ait bir gerçektir. Ve bu gerçeğin
başlangıç
ve sonuç itibariyle Allah Teâlâ'ya ait olması da gerçeklerin
gerçeğidir.
İşte Fâtiha "
" ile başlamakla bize bu mutlulukları,
bu olgunluk hedefini ve bu gerçeği öğreterek söze başlamıştır. Ve
elhamdülillah
(Allah'a hamd olsun) denildiği zaman duyulan derin gönül ferahlığı bu
aşk
ve şevkin dile getirilmesidir. Evet, hamd gerçeğine tutkun olmayan
yoktur.
Arapça'da " " bilinen bir şey vaya umûmîlik veya cins ve hakîkat mânâsı
ifade eden bir belirleme edatıdır. İlk hitap edilirken hamdin kim
tarafından
yapıldığı belli değildir. Sonra bu mübtedânın haberi olan 'da lâm'ın,
ihtisas
(ait kılmak), istihkak (hakkı olma) ve mülkiyet mânâlarına geldiği
açıktır.
Ve ilk mânâsı (ait olmak) diğerlerini de kapsar. Bundan dolayı cümlenin
meâli şu olur: "Hani herkesin bildiği ve en son ümidi olarak istediği
hamd
gerçeği yok mu? İşte hamidiyet (hamd etmek), mahmudiyet (övülmek),
bütün
cinsi ile ve hatta bütün dereceleri ve bütün çeşitleri ve fertleri ile
o hamd, Allah'a mahsustur, Allah'ın hakkıdır, Allah'ın mülküdür. Çünkü
Allah'tır, çünkü... çünkü..." Fakat dilimizde bu genişliği uzun uzadıya
açıklamayı özetleyen bir belirleme edatı olmadığı için biz sadece hamd
diye genel olarak cins olarak anlatırız. Bilen bilir, bilmeyen
başkasının
bildiğinden haberdar olmaz. Bu cümle herşeyden önce bize ilim ve imanı
anlatan bir haber cümlesidir. Aynı zamanda ululamayı da bildirerek hamd
etmeyi gerektirdiğinden dolayı, gereği ile de bir dilek cümlesi olur ve
zamana delalet etmeyen bir isim cümlesi olduğu için sürekli ve devamlı
hamd etme mânâsına gelir. Fâtiha'da bu cümleden başka isim cümlesi
yoktur.
Üç tanesi söz, biri ulaç olan diğer dört cümle, hep fiil cümleleridir.
İlk bakışta böyle olması Fâtiha'daki denge uyumuna aykırı gibi
görünüyorsa
da gerçek durum bunun tam aksinedir. Çünkü bir isim, birçok fiille denk
olabileceği gibi o dört fiil cümlesi bu isim cümlesinin açıklaması
yerinde
olduklarından dolayı gerçek denklik ancak bu şekilde olur. Ve
araştırıldığında
görülür ki Fâtiha, bu tek isim cümlesinden ibaret bir sözdür.
"Rabbü'l-Âlemîn",
Allah'ın sıfatıdır. Bu terkibin
dilimizde herkes tarafından bilinmesinden dolayı terceme edilmesine
gerek
yoktur. Bunu "âlemlerin Rabbi" şekline sokmak mümkün ise de bunda fazla
bir açıklık olmamakla beraber lâm'daki umûmilik, bilinen bir fert ile
Allah'ın
birliğini anlatan belirli bir isme izafet (tamlama) mânâları noksan
kalacaktır.
"Bütün âlemlerin ve parçalarından her birinin bilinen yegâne Rabbi"
diye
açıklamak ise kısa ve öz anlatım yerine sözü uzatmak olacaktır.
"Âlemlerin
Rabbi" demek ise bu sakıncalarla beraber aslına da uygun olmaz. Çünkü
Kur'ân
"Rabbi'l-avâlim" demiyor da "Rabbü'l-âlemîn" diyor ve bununla özellikle
akıl sahibi varlıkları üstün tutarak onların dikkatlerini çekiyor.
Çünkü
gibi sağlam çoğullar, akıllı varlıklara ait olduğundan dolayı bunun
meâli
"bütün âlemlerin ve bütün parçalarının ve özellikle hepsinden üstün
olan
akıllı varlık âlemlerinin yegane Rabbi" demektir. Bakara Sûresi'nin
başında
"Müttakîler için yol göstericidir." (Bakara , 2/2) yüce âyetinde
anlaşılacak
olan bu öz işaret, Kur'ân'ın inmesinin hikmetini göstermek itibariyle
Fâtiha'nın
başında bulunması çok önemlidir. Bu işaret ve Allah'ın bu uyarısıdır ki
sıfatları ile takviye edilince, akıllı varlıkların hislerini görünmeyen
âlemden görünen âleme getirip diye hitap etmekle Allah'ın birliğine ve
onunla andlaşma yapmaya sevkedecektir. Akıllı ile akılsız, eril ile
dişil
gibi diğerine bir açıdan üstün olabilen birçok isimlerin ikil, çoğul
gibi
bir anlatımla kuvvetli olanını üstün kılmak demek olan bu üstün kılma
üslubu
dilimizde de vardır. Mesela karı ve kocaya zevceyn (eşler), baba ve
anaya
ebeveyn dediğimiz gibi Türk vatandaşı olan herkese Türkler demek de bir
tağlibdir ve Arapça'da bunun bir çok çeşidi vardır.
"Rabb"
aslında terbiye mânâsına gelen bir
masdar olduğu halde mübalağa maksadı ile terbiye edene isim olarak
verilmiştir
ve masdarına da rübûbiyet denilmiştir ki, çok
adaletli yerine (adaletin kendisi)
denilmesi gibidir. İşte bu mübalağa mânâsından dolayı Rabb yalnız
"terbiye
eden" ile eşanlamlı değil, aynen "terbiye" gibi olan ve bundan dolayı
zorla
ele geçirme, üstün gelme, ihsan, idaresi altına alma ve tasarruf etme,
öğretme ve yol gösterme, teklif, emir ve yasak, teşvik, korkutma,
gönlünü
alma, azarlama gibi terbiye için gerekli olan bütün şeylere sahip,
kuvvetli,
mükemmel ve kusursuz olan bir terbiye edici demek olur. Bundan dolayı
sahip
ve malik mânâsına da gelir. Mesela ev sahibine "Rabbü'd-dâr = ev
sahibi",
bir sermayenin sahibine "rabbü'l-mâl = sermaye sahibi" denilir. Bu
terimde
de yalnızca sahip ve malik mânâlarından daha fazla mânalar vardır.
Rabbü'l-mâl
terimi ile kâr ortaklığı ve peşin para ile veresiye mal alma gibi
ticaret
muameleleri açısından sermaye sahibine "rabbü'l-mâl" denilir. Bundan
dolayı
kayıtsız Rabb denildiği zaman yalnızca sahip veya yalnızca terbiye
mânâları
değil, ikisine de bütün gerekli şeyler ile birlikte sahip olan,
tükenmez
kudret sahibi, daima var olan Allah anlaşılır. Bunun için Allah
Teâlâ'dan
başkasına ait olduğunu belirten bir izafet tamlaması yapılmadan
başkaları
için tek kelime olarak Rabb denilemez ve tam tanınmışlığı ifade eden
"er-Rabb"
ve genel mânâ ifade eden (Âlemlerin Rabbi) gibi izafetle Allah'tan
başkası
için asla kullanılamaz. Şu halde "rabb", rübûbiyyet denince
anlayacağımız
mânâ, sonsuz kuvvet ile idaresi altına alan, tedbir ve terbiye
mânâlarıdır.
Yani bunları yapabilecek sonsuz bir güce sahip olmaktır.
Terbiye bir
şeyi basamak basamak, yavaş yavaş
olgunluğuna ulaştırmaktır ki, bunun alâmeti, seçme ve olgunlaşma olur.
Âlemlerin her kısmında ise terbiye ve olgunlaşma kanunlarının hareketi
her an ve her saniye görünüyor. Ve bundan dolayı böyle sonsuz bir gücün
Allah'a ait olduğu, dünya işlerinde şeksiz ve şüphesiz olarak
okunmaktadır.
İşte
âlemlerin Rabbi bize bunu hatırlatıyor.
Âlemlerin Rabbi denince her insan kendi görebildiği kadar olsun bütün
âlemlere
zihninden bir geçit resmi yaptırır ve bunu yaptırınca mutlaka terbiye
kanununu
görür. Demek biz Rabbimizi âlemlere bakmakla bileceğiz. Fakat âlemleri
de ancak O'nunla bağlantı kurarak tanıyabileceğiz.
Birtakım
filozoflar kâinatın şeklinin böyle
yavaş yavaş gerçekleşen bir terbiye ve olgunlaşma kanunu takip ettiğini
görememiş. Bunlardan bir kısmı hepsinin bir defada sebepli veya
sebepsiz
olarak birdenbire meydana gelmiş olduğunu, bir kısmı da tabiat (kanunu)
iddiası ile kâinatın sonradan meydana geldiğini inkâr edercesine
kâinatın
bugünkü şeklinin ve varlık düzeninin başlangıçsız olduğunu iddia etmeye
kadar varmıştır. Bunlara göre mesela insan, ancak insandan olur ve
insan
ezelden beri vardır. Kâinatta ilerleme ve gerilemenin mânâsı yoktur.
Bir
şeyi istemenin, çaba harcamanın ve kazanmanın faydası yoktur. Bütün
kâinatta
eskiden beri varlıkların her çeşidi serpilmiş, uzayda hiçbir ortak
düzeni
takip etmeyen cansız cisimler ve cansız cisimlerde sayılamayacak kadar
varlık çeşitleri kendilerine ait bütün tabiatlarıyla eskiden beri var
olan
bir zorunluluk ve gereklilik içinde yüzer giderler. Şüphesiz bu sözler,
hem deneylere ve hem de akla taban tabana aykırı birer katmerli
cahillik
idi. Hiç olmazsa tamamen gözlerimiz altına girebilen eşya çeşitlerinin
dün yok iken ufacıktan meydana gelip yavaş yavaş büyüdüğünü ve bunun
tersine
yine yavaş yavaş kaybolup gittiğini her gün tecrübe ile görüyoruz.
Gözlemlerimizin
kapsamına giremeyen şeylerin de böyle olduğunu delillerle, aklımızla
biliyoruz.
Şurada bir adacık ortaya çıkıyor, süzülmüş topraklar taşlaşıyor, taşlar
eriyor, madenler filiz veriyor, kayaların, toprakların arasında
tohumcuklar
ve o tohumcuklardan çeşitli otlar, ağaçlar, türlü türlü hayvanlar
türüyor,
ürüyor, sümük gibi bir spermanın içinde yüzlerce insan tohumu
fışkırıyor,
tasfiye ve aşılama ile bundan yavaş yavaş canlanma aşamalarını
geçirerek
embriyon, embriyondan canlı kemikli cenin, ceninden ağlıyarak doğan
bebek,
küçük çocuk, yine aşamalı olarak yuvarlanan, yürüyen, kekeliyen
yavrucuk,
sonra koşup oynayan afacan çocuk, sonra dişlerini değiştirip şahlanmaya
başlayan büluğ çağına ermiş iyiyi kötüden ayıran, sonra çiçeğini açıp
meyvasını
vermeye özenen akıllı ergin, sonra şahin gibi dünyaları tutan çalışkan
bir delikanlı, sonra arslan gibi olgunluk çağına ermiş olgun, sonra
fiziki
yapısı maneviyatında erimeye ve görüşü, seçme kabiliyeti süzülmeye
(zayıflamaya)
başlayan bir yaşlı, nihayet sadece iyi veya kötü bir ruh olup uçmaya
veya
göçmeye hazırlanan pek yaşlı zayıf bir insan, özetle yer ve zaman
içinde
nefesten nefese sayılamayacak kadar şuur yükleri ile yürüyen ve her an
şekilden şekle değişerek varacağı yere varan ve bütün bu değişmelerde
hiç
değişmemiş gibi ben ben deyip giden insanlar akıp akıp gidiyorlar. Öyle
ki hiçbir zaman bu günkü âlem, dünkü âlemin her açıdan aynısı olmuyor
ve
bütün bunların ötesinde bütün bu akıntıları ortaya koyup ve bağlayarak
bize daima Allah'ın birliği şuurunu veren tükenmez kudret sahibi daimi
kalan bir gerçek, her vakit her an varlığını ilan ediyor ki biz o ana,
o vakte şimdiki zaman diyoruz. Ve bu şimdiki zaman içinde geçmiş ve
gelecek
zamanı yaşıyarak o gerçeğe kavuşuyoruz. Gerçek daima gerçektir. Kâinat
ise her an değişen ve birbirine bağlı olarak aralıksız ve düzenli
değişen,
bu bağlılık ve düzen ile akıl ve fikrimiz o gerçeğin yansımalarını,
kalb
ve idrakimiz de o durum içinde bizzat onun tecellilerini görüyor.
Bundan dolayı
gözle görmenin, tecrübenin,
aklın ittifaklarıyla meydana gelen bu anlatım ve ısrarları karşısında;
kâinattaki sonradan peyda olma, terbiye ve olgunlaşma gibi hususları
inkâr
etmek, körlükten, katmerli cahillikten ve ruhi bunalımdan meydana
gelmiş
bir sapıklıktır. Kâinatta, yaratma, terbiye, seçme ve olgunlaşmanın
yürürlükteki
ilahî bir nizam olduğu ve Allah Teâlâ'nın da mutlak kemâl sahibi olarak
bunun tam sebebi olduğu her türlü şüpheden uzaktır. Bunun için son
yıllarda
ilim ve felsefe kâinatta, diğer bir ifade ile tabiatta olgunlaşma
kanununun
geçerliliğine kesinlikle hükmünü vermiştir. Bugün terbiye, seçme ve
olgunlaşma,
akıllı ve bilgili insanlığın üzerinde yürümek istediği bir kanun olarak
kabul edilmektedir. Olgunluk ise basit bir birlikten bileşik bir
birliğe
yani o tek şey üzerinde yavaş yavaş birçok şeyin toplanması sureti ile
noksandan artan ve olguna giden ve bunun aksine bileşikten basite,
birçok
şeyden tek şeye dönüşen olayların ve oluşların akışıdır.
Fakat burada
gerçeği bilen ilim ve hikmet
ehli ile onların sözlerini çalarak veya anlamıyarak kötüye kullanan
birçok
beceriksizin fikirlerinde görürüz ki, bunlar bu olgunlaşmayı Allah
Teâlâ'nın
terbiyesinin bir eseri olarak kabul etmeyip tesir eden biri olmadan ve
sebepsiz olarak tabiatta bizzat geçerli ve zorunluluk ve gereklilik
olarak
hakim olan kayıtsız bir kanunun bulunduğunu zannediyorlar. Ve özetle
Allah'ın
terbiyesini ve Rabbliğini değil, seçme ve tabiatın olgunlaşmasını,
tabiatta
üstün olan gerçeğin (Allah'ın) bizzat kendisi gibi zannediyorlar ve bu
şekilde insanı sadece kâinattaki varlıkların en mükemmel bir parçası
değil,
onu mutlaka varlıkların en mükemmeli sayıyorlar.
Halbuki ilim,
fen, felsefe ve hikmet bütün
ciddiliği ile bu zannın aleyhinde bağırıp duruyor. Çünkü ilim ve
sanatın
apaçık bilgiye dayalı ve tecrübe ile desteklenmiş, zorunlu bazı esas
kanunları
vardır ki, bunlar kabul edilmediği anda artık ilim ve sanat yoktur.
Nedensellik,
nedensellik ilişkisi, birlik, hak v.s... Nedensellik, en genel anlamda
şöyle ifade edilir: "Yok iken var olabilenin mutlaka bir sebebi
vardır".
Yani "Sonradan var olan herşeyden önce bir varlık vardır ve onun etkisi
altındadır." kuralından anlaşılıyor ki, yokluk varlığın sebebi olamaz,
yoktan hiçbir şey meydana gelemez. (Rien ne vient du rien) yani yok
iken
var olan şeyler, kendilerindeki o yokluktan yine kendi kendilerine
değil,
mutlaka var olan bir yaratıcının yaratma etkisi ile meydana gelir.
Kısacası,
olayların kendinden önce bir sebebi vardır. Sonra sebeb ile sonucun bir
ilişkisi, bir orantısı vardır. Öyle ki sebeb bitince sonuç da biter.
Sonuçlar
bilinince sebebi mutlaka veya kesin olarak biliriz ve neticeler ne
kadar
çok olursa olsun sebepler toplamının kuvvetini geçemezler, onunla denk
olurlar. Mesela bir okkalık kuvvet, iki okkayı çekemez. Başka bir ifade
ile noksan fazlanın tam sebebi olamaz. Çünkü böyle bir durumda yokluğun
varlığa sebep olması gerekir. Falan şey yok iken kendi kendine yoktan
var
olmuş demek gerekir. Bu ise sebebiyeti inkâr etmek ve dolayısıyla ilmin
kendisini iptal etmektir. Anlayışsız cahiller bunu söylerse de bugün
ilimleri
ve tabiat fenlerini okuyup anlamış olanlar bunu bilerek söyleyemezler.
Tabiatla ilgili bütün ilimlerde nedensellik ve nedenselliğin uyumu
kanununun
mutlak bir hakimiyeti vardır ki, bu büyük kanun, bazen değişim, kendini
koruma oranıyla, bazen sebebin uygunluk ve ilgi oranıyla ve kalıtımı
terimi
ile anlatılır. Olaylarda idrak, ilim, akıl gibi neticeler görülüp
dururken,
bunların tam ve mutlak sebeplerini, bunlarla hiçbir ilgisi olmayan kör
bir kuvvet, kör bir tabiat gibi düşünmek mânâsına gelen tabiatçılığın,
tabiî ilimlerde de yeri yoktur. Bunun için tabiat bilginleri, tabiatta
yani dünyada, tekamül kanununun varlığını kabul ederken kör, noksan bir
tabiatın herşeyin başlangıç noktası ve sebebi olmasını değil,
vâcibü'l-vücud
(varlığı zorunlu olan) Allah Teâlâ'yı sonsuz kemali ile düşünmek ve
kabul
etmek şartı ile tabiatta olgunlaşmayı kabul etmişler ve
açıklamışlardır.
Çünkü böyle olmasaydı olgunlaşma kanunu ilmin, sanatın özü olan
nedensellik
ve nedensellik orantıları kanununa aykırı olacağından bilimsel
olamazdı.
Sözü uzatmış
olacak isek de, derin gibi görünmekle
beraber basit olan bu noktayı anlatmalıyız. Mesela; bir buğday tanesi
toprağa
düşer ve gerekli şartlarını bulunca biter, açılır, büyür, sünbüllenir,
nihayet bir başakta yüz buğday tanesi verebilir. Bunu bir defa daha,
bir
defa daha katlayınız, bütün dünyalar buğday ile dolar. İşte bu,
nicelikte
olgunlaşma kanununun en basit örneklerinden biridir. Görülüyor ki, bu
yavaş
yavaş meydana gelen olgunlaşmada tam sebep ilk buğday tanesi ise, bütün
bu olgunlaşmayı ilk tek tanenin tabiatından çıkaracak isek bu
olgunlaşmanın
başlangıcındaki bir olgunluk, üremenin sonucunda yüz ve nihayet sonsuz
olduğundan böyle bir olgunlaşma iddiası "bir çarpı bir eşittir yüz
eder"
demek gibi bir çelişki meydana getirir. Halbuki olgunlaşma hiç olmazsa
bir ile birkaç sayı arasında "1+2+3+4+5=15" gibi olumlu veya olumsuz
bir
oran takip eder. Herşeyi yalnız kör tabiata terketmek "1=15" demek olur
ki, bunu ilim ve sanat şöyle dursun en basit akıl dahi kabul edemez.
Çünkü
bunda yokluğun varlığa sebep olduğunu varsaymak, aklın ve ilmin
üzerinde
kurulduğu nedensellik kanunu ile çelişkiye düşmek vardır. Doğrusu bir
tabiatta
her gelişmenin son sınırında kendi dışından gelen bir olgunluk vardır.
Bu ise normal bir gelişme değil, terbiye ile elde edilen gelişmedir.
Bunun
içindir ki, bütün ilim ve sanatlar, felsefe ve hikmet "noksandan tam
çıkmaz,
fakat tamdan noksan çıkabilir" temel kuralına bağlıdır. Bundan
dolayıdır
ki, söylediğini anlıyarak söyliyen ilim ve hikmet ehli kimseler
tabiatın,
tekamül kanununa mahkum olduğunu söylerken bu tekamülün ve bu tabiatın
bizzat kayıtsız şartsız en mükemmel olan ilk sebebin yani, Allah
Teâlâ'nın
kayıtsız şartsız kemalinden faydalandığını unutmayarak söylerler. Tabii
tekamül kanununun en son savunucusu sayılan filozof Spencer bile bunun
için Allah'ın varlığının gerekli olduğunu ve tabiatın gerçekten sınırlı
olan tekamülünün üstünde varlığı zorunlu olan Allah'ın sınırsız ve
sonsuz
kemalinin hükümran bulunduğunu ve şu kadar var ki, bizim tam ve gerçek
sebep olan mutlak kemali kavramaya, sınırlı ve izafî olan bilgimiz ve
idrakimiz
yetmeyeceğinden, tecrübî bilimlerimiz, bunun yalnızca tabiatte, yani
gözle
görülebilen âlemde mevcut tekamül kanunu çerçevesinde geçerli
olabileceğini
anlatmış ve ortaya koymuş iken, sözde ilme bağlılık iddiasında olanlar,
"tabiatte tekamül vardır" derken, Allah'ı ve O'nun yüce kemalini
unutuyorlar
ve sözkonusu tekamülü terbiyeden yoksun bir tekamül sanıyorlar. Ve aynı
zamanda bunlar pratikte kendi teorik görüşlerini böylece her gün, her
an
geçersiz kılıyor ve bozmuş oluyorlar. Çünkü "Edokasyon, pedagoji" adı
altında
terbiye ve çocuk terbiyesi davasından vazgeçmiyorlar ve tam can
atarcasına
terbiyeci olmaya çalışıyorlar. Düşünmüyorlar ki, tabiat üzerinde
Cenab-ı
Hakk'ın terbiyesi yoksa, bütün terbiye iddiaları yok olur gider.
Kısacası
ilim, her şeyden önce hiç ortağı
olmayan bir Hakk tanır ve devamlı birlik ölçüsü ile hareket eder ve
ulaşmak
istediği her sonucun doğruluğunu temin etmek için onun o en yüce Hakk'a
(Allah'a) ilgisini, bağlantısını bulmaya çalışır ve şayet tabiat ve
tabii
olgunlaşma kavramlarında Allah ile ve Allah'ın terbiye etmesi ile
bağlantı
bulamazsa onlara gerçeklik ve haklılık kazandıramaz. Mutlak ilim,
Allah'ın
zatının, kendi kendisine tecellisi ve O'nun kadîm olan ilmidir.
Cenab-ı
Hakk'ın bize lütuf ve ihsanını göstermesi
de bizim izafî ve sınırlı olan ve sonradan meydana gelen ilmimizdir.
Cenab-ı
Hakk'ın ilmi olmasaydı bizim bütün ilimlerimiz ve hatta kendi
varlığımıza
ait kanaatlerimiz, bağlılıklarımız hep boş olurdu. Hakkın tam
rububiyyeti
(terbiye ve tedbiri) ve onun eseri olan terbiyesi bulunmasaydı
kâinatta,
tabiatta ne varlıktan, ne olgunluktan, ne tekamülden ne terbiyeden
hiçbir
iz, hiçbir pay bulunamazdı. Bu iddiaların hepsi darmadağın olmuş
olurdu,
hepsi boşta kalırdı. Kâinat ve biz böyle değil isek varlığımızın bir
payı,
olgunluğumuzun bir payı, terbiyemizin bir payı, kendisine haklılık
kazandıracak
bir ilişki ile bize kendini gösteriyorsa, bu tecellide kâinatın Rabbi
olan
Allah Teâlâ'yı görmemek mümkün değildir.
Böylece
Allah'tan başkası olan ve nedensellik
ilişkisi ile Allah'a delalet eden varlıkların hepsi ve bir sosyal düzen
oluşturan kâinatın her kısmı, her parçası da kâinatın parçasıdır. yani
ilim vasıtası kavramını ifade eden âlem kelimesi özel isim, alâmet
maddesinden
türemiş olan hâtem ve kalem gibi alet ismi ölçüsünde bir çoğul isimdir
ve çoğul olmayan yalnız bir ferde âlem denilmez. Böyle ise çoğul olduğu
halde, akıllı varlıklar için kullanılan çoğulu "âlemîn" diye tekrar
çoğul
yapılmasını ve bir de "el-âlemîn" diye umumî mânâya gelen belirlilik
lâmı
ile belirli kılınması, bütün kâinatı ve kâinatın parçalarının hepsini
içine
aldığını gösterir. Bu genellik içinde akıllı varlıklar için kullanılan
çoğulun getirilmesi de akıllı varlıklar kısmının üstün tutulduğuna
delalet
eder ve akıllı varlıkları düşünmeden âlemlerin Rabbi'nin iyi
anlaşılamayacağına
işaret eder. Bütün âlemlerin akıllı olduğunu bilseydik, akıllı
varlıkları
böylece üstün tutmaya ihtiyaç kalmazdı. Âlem kelimesinin kökü açısından
asıl bir mânâsı vardır ki; yani bilgi edinmeye alet ve vasıta olan şey
demektir. Esas ilim ise düşünce değil, hakkın gerçek olduğunu tasdik
etmektir.
Yani iki düşünce arasındaki mevcut ilişkiyi bütün vicdan ile
anlamaktır.
Bize mükemmel bir düzen ile görünen ve her an yokluk ile varlık
arasında
akıp giden ve bu akışında bir düzen sırrı ve ilişkisi takip eden ve en
önemli düzeninden biri de ruhlar ve zihinler ile dış âlem ve belli
şeyler
arasında haklılık, gerçeklik ve gerçeğe uygun dediğimiz hak ölçüsünde
yani
bir şeyin doğruluğunu tasdik anındaki gözlem ve şahitlik, ilim, akıl ve
kalb bağlantısı ile görülen her varlık topluluğu ve bütün varlık
toplulukları
Allah Teâlâ'ya ve O'nun kudretine, Rabb olduğuna ve kemaline delalet
eden
birer delil, birer işaret meydana getirerek ilmimize, doğrulamamıza
sebep
olduklarından dolayı âlem diye isimlendirilmişlerdir. Ön sezişle
incelendiği
ve üzerinde düşünüldüğü zaman görülür ki bütün kâinat, bizim zihinle
ilgili
ve dışımızda kalan şeyler olarak iki kısma ayrılan, idrakimizle ilgili
şeylerin toplamını meydana getiren olaylardır. Âlemlerin Rabbi de
bunların
ötesinde olup aralarındaki haklılık ilgisi ile devamlı birliği Rabb
olduğunu
gösteren, varlığı zaruri olan Allah Teâlâdır. Şuhut ehli için kâinatta
görülen herşeyin ötesinde, ondan önce veya ondan sonra onunla beraber
mutlaka
Allah Teâlâ görülür. "Kalbine her ne doğarsa Allah onun üstünde ve
ötesindedir".
Diğer bir ifade ile onun arkasında Allah vardır. Bundan dolayı kâinat,
Allah'tan başka bütün varlıklar demektir ve Allah ise kâinatın ötesidir
. Ve biz bu kâinat vasıtası ile onun ötesindeki Allah Teâlâ'yı,
haklılık
dediğimiz bir idrak ilişkisi ile kabul ve tasdik ederiz. Bu varlıkların
böylece Allah'a delalet etmesi bütünüyle Kur'ân'da açıklanacağı gibi,
burada
da (âlemler) kavramı içinde yerleşmiştir. Kelâm (metafizik), hikmet,
felsefe,
tasavvuf kitapları da bu delalet (varlıkların Allah'ın varlığına
delaletini)
açıklamakla meşgul olurlar. Gerçekten bizim bilgilerimizi meydana
getiren
ve getirecek olan şeylerin hepsi var olan bir Allah'ın alâmeti ve
belirtileridir.
Madde ile şeklin veya maddenin tek tek parçalarının birbiri ile,
çeşitli
kuvvetlerin birbirleri ile uygun olan veya birbirine uymıyan ilişki ve
bağlantıları; ufacık bir çimen, bir hayvan veya insan anatomisi, koca
bir
güneş sistemi, bütün yerleri ile cansız cisimlerin şekilleri, geçmiş
zaman,
şimdiki zaman ve gelecek zaman gibi bütün zamanları ile bütün
yaratıkları
bu varlık sistemi ve bu arada bir anlık idrak hep Allah'ın varlığına
delalet
eden birer âlemdirler. Bu delalet de özet olarak ve tafsilatlı olarak
ve
her biri görülen ve hayal edilen olmak üzere derece derecedir. Daha ilk
görmede, birdenbire kısa bir alâmet parlıyor ki bu özet, zincirleme
idrakler
ile uzun uzadıya açıklanır ve pekiştirilmiş olur. Bunların zihindeki
geçmişlerini
ve gelecekteki nümune ve misallerini meydana getiren içten
hatıralarından,
doğru hayallerinden, yansımalarından da yine kısa veya detaylı olarak
akıl
yoluyla bir delalet okunur ve bu da bir idrak ilişkisi ile kendini
gösterir.
Gerçekten biz nesneleri idrakimizin onlarla olan bağlantısı ile
görürüz,
ve bu bağlantıdan meydana gelen şekillerle, hatıralarla zihinde
canlandırarak
akıl yoluyla tanırız. Bu idrak olmadığı zaman kendimizden bile
haberimiz
olmaz. İdraklerimiz ve onların bağlantısı olan bu şekiller, bu
izlenimler
ise bizde, bizim kendimizde, ruhumuzdadır. Güneş, bendeki yansıyan
şekli
ve içimde var olan hali ile güneştir. Halbuki biz bu izlenimlerden,
bizim
dışımızda sabit görünen başka şeyler de idrak ederiz. Şimdi bu eşyanın
böyle bizdeki bu şekillerinden başka bir belirmeleri elimizde yokken
onları
bizim aklımızdakinden ayırıcı bizim dışımızda ve kendilerindeki
özellikler
ile tanımaya niçin ve nasıl mecbur oluyoruz? Sonra bunların yanlışını
doğrusunu
nasıl seçiyoruz? Böyle eşyanın gerçekleri dediğimiz bütün a'yân-ı
sâbite'nin
(Allah'ın ilminde eşyanın ezelden beri sabit olan şekil ve gerçekleri)
değeri ve arada bulunması ancak bizim idrakimizdeki nesnel (objektif)
ve
zihinle ilgili (sübjektif) değerler ve şekiller iken neden ben onları
benim
dışımda bir gerçek olarak tanıyorum? Tanımasam niçin içimdeki duygumda
yalancılıkla mahkum oluyorum ve sonra her şeyden önce ben kendi
bulunuşum
olan varlığım ile, buluşum olan vicdanım ve idrakim
arasında kendi
kendime
doğru ve uyumlu olduğumu kesinlikle ve şüphesiz olarak niçin ve nasıl
gerçek
olarak kabul ediyorum? Bunları yapıyorsam demek ben bütün bunlardan
önce
ve bütün bunların ötesinde, önünde, sonunda, beraberinde nesnel
(objektif)
ve öznel (sübjektif) yerleri ve zamanları, kısacası beni ve dışımda
kalan
şeyleri dıştan ve içten kuşatmış bütün olayların ve olagelen şeylerin
şahidi,
kefili, vekili, yaratanı, yapanı, Rabbi olan ve varlığı zaruri olan bir
Allah Teâlâ'ya bir bağlılık taşıyorum. Bende varoluş açısından zaruri
olan
bağlılık mahkumiyeti altında O'nun hakimiyetinden faydalanarak önce
O'nu,
dolayısiyle de olsa doğrulamış bulunuyorum. Bu sayede benimle
idrakimin,
idrakim ile dış alemin birbirine bağlılık yönünü buluyor ve diğer ufak
tefek şeylere ait hakikatların, değişmez şekil ve gerçeklerin
bulunduğunu
onaylıyorum. Eğer bunu yapan yalnız benim ruhum ise, benim ruhum, hem
benim
ve hem dıştaki eşyaların en son gerçek şekli ve ilk sebebi demektir.
Halbuki
o bana öyle demiyor, o bana, "Ben öyle olsaydım her istediğimi yapar ve
sana ezelden beri hiçbir yokluk göstermezdim." diyor. Ve ben de ruhumla
beraber bunun doğru olduğunu kabul etmekte tereddüt etmiyorum. Kısacası
kendi kendime "Ben benim, ben şimdi varım." dediğim zaman "Ben, kendimi
(varlığımı) hissediyorum ve bu duygum doğru bir hak duygusudur, bundan
dolayı ben varım ve ben benim." demiş bulunuyorum. Gerçekten ben kendi
varlığımı hissederken, önümden, sonumdan, dış görünüşümden, içimden
etrafımı
kuşatan Allah'ı ve Allah'la olan bağlantıyı beraberimde taşıyarak doğru
kabul etmemiş olsaydım iki taraf ile bağlılığı bulamaz "Ben varım, ben
benim" diyemezdim, iç duygumdan vücuduma geçemez, iç duygumla vücudumun
birbirine uymasına eremezdim ve netice olarak gerçekten var olan hiçbir
gerçeği kabul edemezdim. Acı ile lezzeti, ışık ile karanlığı, uyku ile
uyanıklığı, zenginlik ile züğürtlüğü, kısacası eşyadan hiç birinin
varlığı
ile yokluğunu sezdiğim kadar da sezemezdim, yakacak ateşten kaçıp
güldürecek
gül bahçesine gidemezdim. Bunları az çok, izafî de olsa seziyor,
yapıyorsam,
Allah Teâlâ'ya bağlılığımla ve bu sayede parça parça ve tam izafî
(ilgili)
gerçekleri idrakim ile yapıyorum. Bunu da vicdanımda onun eseri olan
kendi
alemimden ayırıyorum. Bu vicdan benim ise, ben ve bütün varlık O'nun
(Allah'ın),
bilsem de onun, bilmesem de onundur. Şu kadar var ki, bilmeyen bir
yaşarsa,
bilen iki, daha doğrusu sonsuz yaşıyor. "Âlemlerin Rabbi Allah'a hamd
olsun".
Kısacası "Ben
varım, ben benim, başkası değilim."
önermeleri bizim bütün şüphelerden uzak, en kesin, en açık ve en fazla
öncelik taşıyan bilgimizdir. Fakat ben, idrakim varken ve ancak onunla
"Ben varım" diyebilirim. Bu doğrulamada benim vicdanım açıktan ve ister
istemez kendisi ile uyum sağlar. Bu şekilde "Ben varım." açık
önermesinin
mânâsı, kendi içinde belli olduğundan açıkça anlaşılır. Bu da "Bu
idrakim,
bu duygum, kesinlikle doğrudur, gerçektir, haktır." önermesinin kefil
olması
ile apaçıktır. Bu da varlığı zaruri olan, mutlak hakim, mutlak bir
Zat-ı
Hakk'ın kesin olarak kabul edilmesi ile, şahitlik etmesi ile
besbellidir.
Ve bu tasdik böyle kesin bir inancın, hem başlangıcı, hem en son
hedefi,
hem de güç kaynağıdır. Gün gibi açık olan ilk gerçeğin bütün mânâ ve
şartları
da apaçık mıdır? Bu bir problemdir. Bunun için bazıları yaratıcının
varlığına
apaçık aşikar, bazıları apaçık gizli, bazıları da bakış açısına göre
değişir,
demişlerdir ki bu herkesin kendi varlık idrakindeki kuvvetine ve
zayıflığına
bağlıdır. İşte böyle bir anlamda teorik sayılabilecek bir algılama
şekliyle,
açık ve seçik olan bu varlık, kimine göre aşikâr kimine göre gizlidir.
Kâinat onun delili iken o da kâinatın şahidi ve nurudur. "Allah,
göklerin
ve yerin nurudur." (Nûr, 24/35) "Muhakkak ki O, her şeye şahittir."
(Fussilet,
41/53) "O, ilktir, sondur, zahirdir (aşikârdır), bâtındır." (Hadid,
57/3)
man, bu nuru kavramak demektir. İslâm dini de bu anlayışı, bu ilişkiyi
yaşamaktır.
3- "O
Rahmân
ve Rahim". Besmelenin tefsirinde
bu iki sıfatın uzun uzadıya açıklamasını gördük. Burada meşhur bir
konuya
dikkat çekelim. Merhamet ve rahmet, muhtaç ve belaya uğramış birini
beladan
kurtarmayı ve onun yerine ona iyilik etmeyi ve nimet vermeyi hedef
edinen
bir acıma duygusudur demiştik. Bu duygu başlangıçta şefkat gibi acı
duyma
ve etkilenme cinsinden nefse ait bir arzu olarak başlar ve sonunda da
güzel
bir etki demek olan istiyerek nimet verme işini gerektirir ve yerine
göre
bu sonuç için sadece bir söz veya bir işaret bile yeterli olur. Biz
"Falanca
merhametli adamdır." dediğimiz zaman çoğunlukla gönül yufkalığı
dediğimiz
psikolojik durumu, etkilenme yeteneğini kastederiz, fakat pek
merhametli,
çok merhametli dediğimiz zaman da yaptığı iyiliğin sonuçlanıp ortaya
çıktığını
anlarız. Yüce Allah ise, sonradan meydana gelmenin alâmetleri olan
değişme
ve etkilenmeden uzak ve yüce olduğu için Allah'ın rahmetini insanlara
ait
merhamet gibi yukarıda zikredilen mânâ ile açıklayamayız. Bunun böyle
olması
gerektiğini bize hem aklımız, hem de şeriatımız söyler. Zira her ikisi
de bize bunun ipuçlarını verir. Bundan dolayı müfessirler burada ifade
açısından az çok bir mecaz bulunduğunu söylerler ki, bu da iki şekilde
düşünülür:
1. Yalnızca
merhametin gerekli sonucu olan
kurtarma ve nimet verme mânâsı.
2. İnsanın,
esas itibariyle iyiliğe yatkın
olan yaratılışının gereği ve icabı olan iyiliği irade (dileme)
mânâsıdır.Çünkü
irade (dileme) bir edilgi (passion) değildir, mümkün olan bir işi yapma
ve bir işi terketmeden birini tercih etme demek olan Allah'ın zatına
ait
bir sıfattır. Bundan dolayı birinciye göre rahmet, Allah'a ait fiilî
sıfatlardan,
ikinciye göre zâtî sıfatlardan olur.
Allah'ın
rahmeti en mükemmel olduğu ve Rahmân-ı
Rahim diye iki sıfatla da anıldığından dolayı burada iki mânâyı da
kasdetmek
daha uygundur. Rahman Allah'a ait bir sıfat olduğuna göre tabiat
(instinet)
ve devamlılık mânâsına gelen sıfat-ı müşebbehe olarak iyiliği dilemek
zatına
ait sıfatı, Rahim de pek fazla acıma mânâsı ile ism-i fâil olarak onun
sonucu ve meydana çıkması demek olan nimeti vermek ve iyilik etmek
fiilî
sıfatı ile açıklanır. Bunun zıddını söyleyenler de olmuştur.
Fakat bazı
uzman araştırmacıların yaptıkları
araştırmaya dayanarak, bizim tercih ettiğimiz görüş şudur ki; Allah'ın
sıfat ve isimlerinin mânâları mecaz değil hakikattirler. Mesela ilim ve
irade (dileme) sıfatlarının mecaz olduğunu söyleyen yoktur. Halbuki
bunlar
Allah için kullanıldıklarında mânâları, insan için kullandıklarından
ayrı
olduğunda bütün bilginler fikirbirliği içindedirler. Mesela ilim, bir
bilgisizliği
giderme demek olduğu gibi, irade de insanda bir arzu ve istekten sonra
meydana gelir ve böylece sonradan meydana gelmiş olan bir şeydir. Oysa
Allah'ın ilmi ve iradesi bizim bu niteliklerimizin en yüksek başlangıç
noktası olan ve öteden beri var olan yaratıcı sıfatlardır. Bunlar
olmasaydı
sebeblerin ilişkisi kanununa göre bizim ilim ve irademizi
sınırlandırmak
mümkün olmazdı. Bundan dolayı insanın hazırladığı şartlar ve imkanlar,
ilim ve iradenin doğuştan şartları değil, yerlerine göre sonradan olan
şeylerdir. İlmin gerçek anlamı manevî bir ayırımı gerektiren nitelik,
iradenin
gerçek mânâsı da yapılabilecek iki şeyden birini tercih etmeyi
gerektiren
niteliktir. Bundan dolayı Allah'ın diğer isim ve sıfatlarında da aynı
şekilde
düşünmek gerekir. Hele Allah'ın isimleri ve sıfatları insana ait
olgunlukların
üstünde bir olgunluk anlatan örfe ve şeriata ait hakikatler olduğundan
şüphe edilemez. Bunun içindir ki, dilimizde öteden beri rahmet ile
merhamet
birbirinden farklı olarak kullanılmıştır. İşte bundan dolayı Allah'ın
rahmeti
ile insanın merhametini bir mânâda kullanmamız ve "Rahmân-ı Rahim"i çok
merhametli ve çok merhamet edici diye tefsir etmemiz de doğru olmaz.
Netice
olarak başlangıçta, sonunda, ezelde, ebediyette sonsuz rahmet sahibi,
sonsuz
nimet ve bolluk, iyilik ve bağış saçıcı diye bir açıklama yapabiliriz
ki,
ikisinde de rahmetin hem (Allah'ın) zatına ait sıfatını göz önünde
bulunduran
iyiliği dilemesi, hem fiilî ve yaratıcı sıfatını göz önünde bulunduran
belalardan kurtarma, nimetlere ve iyiliklere ulaştırma mânâlarını içine
alması, hem geleneğin hem de şeriatin özüne uygun düşmektedir.
Bilindiği
gibi belaların mahiyeti, yokluk
ve yokluğa götüren şeylerdir.
İyiliklerin
mahiyeti de varlık ve varlığa
götüren şeylerdir. Belalarla ilgili olan bütün acılarımız bizi, bir
iyiliğin
yok olması ile korkuttukları için derttirler. Bu dertlerin başı
Allah'tan
ve Allah'ın rahmetinden ümitsiz olmaktır. Nimetler ve iyiliklerle
ilgili
olan bütün lezzetlerimiz de bize bir varlık payı müjdesini
verdiklerinden
dolayı lezzettirler. Bu lezzetlerin başı da Allah'a ve Allah'ın
rahmetine
inanmaktır. Dünya hayatı böyle yokluk ile varlığın, ızdıraplar ile
lezzetlerin,
ümitsizlik ile imanın, Rahmân'ın rahmeti, kendi çabası ve yardımlaşma
sayesinde
verilen bir mücadele şeklidir ki, bunların bu karşılıklı kavgadan çıkıp
ebedî üstünlük ile galib olmaları da ahiret hayatını meydana getirir.
Bundan
dolayı bizim iyilik ve lezzetlerimizin başlangıcı, yokluktan varlığa
getirilişimizdedir,
nihayeti de sonludan sonsuza erişimizdedir.
Rahmân olan
Allah'a ait rahmet bütün, olabilen
şeylerin yokluktan varlık âlemine çıkarılmasını anlatan var etme
iradesi
ve varlık nimetini verme olduğundan her olabilecek şeyin varlık
sahasına
çıkarılmasını gerektirir. Çünkü var olmak, her iyiliğin ve her nimetin
aslıdır. Rahman böyle bir iyilik iradesi ile bizi beden ve ruhumuzla
meydana
getirerek yaratan ve bununla beraber yaşama ve hayatımızın sebepleri
olan
nimetleri de hazırlayan ve bize ulaştıran büyük rahmet sahibidir ki, bu
rahmetin kapsamı dışında hiçbir yaratık bulunamıyacağından buna büyük
nimetler
ile rahmet denilir. Bütün olabilecek şeylere var olma payı verilirken
bu
arada akıllı ve istediğini yapacak olan varlıkları yaratmak da Allah'a
ait rahmetin kapsamlı olgunluğunun gereklerindendir. Çünkü bunda,
mümkün
olan varlıkların varlığının Cenab-ı Hakk'ın varlığına yaklaşması söz
konusudur.
O şekilde bu varlıklar kıdem (başlangıcı olmayan) ve hudus (sonradan
meydana
gelme), varlığı zaruri olanla mümkün olan, noksansızlık ve noksan,
hemen
hemen Allah'ın sıfatlarını temsil edebilirler. Fakat bunda çeşitli
iradelerin
bulunmasından dolayı var olmada bir çeşit sonradan meydana gelen
ortaklık
ortaya çıkar. Halbuki ortaklaşarak var olma ve var olmayı sürdürme
mümkün
değildir. Çünkü ortağının bulunması batıl yani bizzat var olmayan,
olması
imkansız ve muhal olduğundan her varlık tek başına ortaya çıkar ve
çeşitli
varlıklar, bir birlik meydana getirmedikçe varlıklarını sürdüremezler.
Allah'a ortak koşmak, kendiliğinden var olan varlığı inkâr ve onu yok
saymayı
gerektirir. Bundan dolayı, kâinatta ister tabiat ve ister ahlâk
açısından
ne kadar kötülük düşünülürse hepsinin kökü çokluk ve ortaklık
iddiasıdır.
Bu da Allah'ın birliğinin mükemmelliğinin gereğidir. O halde hem böyle
ortaklığa sebep olan birden fazla iradeler yaratarak onlara varlık payı
vermek, hem de bunların denk olmalarını koruyarak bütün görülen
varlıkları
bir irade ile idare etmek ve devam ettirmek, öyle ince bir nimet ve
öyle
sonsuz bir iyiliktir ki, bunu da Allah'ın Rabbliğinin Rahîm'lik rahmeti
temin etmiştir.
En mükemmel
terbiye, işte bu gereklilik ile
seçme arasındaki karışımın dengede tutulmasında, Rabb'in terbiye
ediciliğinden
kaynaklanan olgunluk ve kıvam da, filozofların yaratılış bilmecesi
dedikleri
rahimiyetin icabı olan denklemdedir. Bunun için önceki tefsir âlimleri
Rahim'e ait rahmeti ince nimetler diye ifade etmişler ve maksat
itibarıyla
da ahirete ait nimetlerle tefsir etmişlerdir. Bu bir taraftan insanın
elinde
olan irade sahiplerinden her birinin iradelerine bir tercih payı
vermek,
bir taraftan da kazanmış oldukları haklarının maksadına göre
hesaplarını
görüp hak terazisindeki durumlarını tesbit ettikten sonra "Artık kim
zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür ve kim zerre ağırlığınca şer
yapmışsa
onu görür." (Zilzal, 99/7-8) gereğince mükafat ve ceza ile
sorumluluklarını
uygulamaya koymaktır ki, bu ceza, o mükafatın garantisidir. Bundan
dolayı
Rahim olan Allah'ın yüce rahmetinin asıl hedefi bu mükafattır. Rahmân
olan
Allah'ın rahmeti içindeki başlangıçtaki varoluşla hiçbir varlık
yolundan
sapmaz. Rahîm olan Allah'ın rahmeti içindeki ikinci varlık ise irade
sahiplerine
ait olduğundan bunlarda vazifesinden sapanlar ve doğru teraziyi kendi
iddialarıyla
bozmaya uğraşanlar vardır ki, Rahim olan Allah'ın rahmetinin içine
aldığı
adalet hikmeti bu varlıkta böyle isteğe göre hareket etmeye bağlı olan
bir ödül ve ceza denklemini kurmuştur. Yine bu denklemin genel
terazisinde
hiçbir ortağı olmayan Allah Teâlâ'nın Rahmân olan iradesi üstün
gelmiştir.
"O Rahmân arşa hükmetmiştir." (Tâhâ, 20/4).
O Rahmân
diyor ki: Ey insanlar! Siz isteseniz
de istemeseniz de diğer âlemler gibi size de varlık ve varlığın
devamına
ait nimetlerimi, iyiliklerimi tükenmez hazinemden verdim ve veririm. O
Rahim de diyor ki: Ey akıl sahipleri! Ey irade sahipleri! Siz diğerleri
gibi değilsiniz, onlar sadece Allah'ın Rahmân iradesinin büyüklüğüne
mahkumdurlar.
Siz ise benim rahmetimin kemal ve inceliklerini gösteren irade ve
arzumu
temsil ederek bana yaklaşmak ve en büyük hoşnutluğumu elde etmek için
yaratıldınız.
Size, onlardan fazla olarak istediğiniz ve isteyerek çalıştığınız
şeyleri
de istediğim kadar veririm, fakat Allah'ın birliğinin zorunluluğu
(vücubu)
karşısında Allah'a ortak koşmak ile varlık ve varlığın devamı imkansız
olduğundan, sizin nefislerinizdeki birden fazla olma ve çoğalmanın ve
maksatlarınızda
benim arzumdan başka sadece kendinize ait cimrice görüşler takip eden,
çeşitli ve değişik iradelerinizin sizi Allah'a ortak koşmaya ve
hepinizi
yok olmaya sürükleyen tarafınızı düzenlemek ve adalet ile rahmetin
varlık dengesini temin etmek için
en sonunda sizi sorumlu tutacağımı da hatırlatırım. Haydi Allah'ı inkar
etmeyiniz, ona ortak koşmayınız, Allah'a yakınlık ve hatta vekillik
için
Allah ve Allah'ın iradesi yolunda sevgi ile, iyilik sevgisiyle,
doğrulukla,
adalet ve merhametle, iman içinde çalışınız da iradeleriniz, kazanılmış
amelleriniz o sonsuz mükafata, o en büyük hoşnutluğa sebep olsun.
Özetle
benim Allah'lık özelliğim büyüklükten kaynaklanan bir yok etme, bir
baskı
ve öldürme şeklindeki tasarruf değil, böyle Rahmân olma ve Rahim olma
ile
nimeti artıran yüce ve güzel bir Rabb'lık özelliğidir. "Güzel
davrananlara
daha güzel karşılık ve fazlası var. Onların yüzlerine ne bir kara
bulaşır,
ne de horluk. İşte onlar cennet halkıdır, orada ebedî kalacaklardır."
(Yûnus,
10/26).
İşte Rahim
sıfatında tam müjde içinde böyle
bir uyarma mânâsı da gizlidir. Fakat bu, ilk söylendiğinde bazı
kimselerin
irade ile gururlanmasına yol açtığı için onlara şöyle bir şeyi
hatırlatmak
düşünülür. Acaba âlemlerin Rabbi, irade sahiplerini yarattıktan sonra
geleceğin
kaderini büsbütün onlara mı terketmiştir? Kendisi ululuk perdesinin
arkasına
çekilmiş değil midir? O halde Hak Teâlâ, varoluş bakımından bütün
âlemlerin
başlangıç noktası ve Rabbi olsa da şimdiki zamanda insanların işine
bizzat
karışmamış ve geleceğin de dolaylı bir Rabbi olmuş olmaz mı? O halde
geçmişin
sahibi Allah iken şimdiki zaman ile geleceğin; bu günün ve yarının
fiilî
maliki ve sahibi, mükafat ve ceza gününün hükümdarı, o irade sahipleri
olmak gerekmez mi? Bu halde irade sahiplerinin, alacağını zorla almak
ve
sorumluluk korkusundan uzak kalmak için takdirini kendisi belirleyip
geleceğin
"yaptığından dolayı sorguya çekilmeyen" hükümdarı olmaya çalışmaları
gerekmez
mi? Böyle bir şeyin akla gelmesi, insanların şimdiki zamanda sahip
göründükleri
irade-i cüz'iyye (Allah'ın insana verdiği az ve zayıf irade)ye kayıtsız
bir irade-i külliye ve her türlü kayıttan uzak bir seçme serbestliği ve
bir yaratıcı kudret değeri vererek kendilerini herşeye gücü yeten ve
kayıtsız
şartsız serbest olan ve sonsuza hükmeden birer fail-i muhtar
(istediğini
yapmakta serbest olan) Tanrı gibi bir kuruntuya düşmelerinden
kaynaklanan
bir şirk iddiasından ileri gelir ki, insanoğluna ait bütün belaların,
bütün
haksızlıkların sebebini işte bu yanlış düşünce oluşturur. Allah'ın
adalet
ve rahmeti bunun üzerindeki değişiklikleri yapmasa ve düzenlemese
insanlık
topluluğu üç gün içinde birbirini yer bitirir. "İnsanların elleriyle
kazandıkları
(günahlar) yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı." (Rûm, 30/41).
Halbuki
dünyada ve hele hayatta her an insan iradesi dışında yeni yaratılışlar
meydana gelmekte olduğundan dolayı kuvveti kendisinin zanneden o
kuvvetli pazuları, bir an içinde
-Allah korusun- bir felç, ilâhî bir darbe en güçsüz acizler sırasına
koyuverir.
Mısır'daki piramitler içinde saklanan ve bir gün gelip te açılacak olan
mumyalı gövdeler ve onların kurutulmuş simalarındaki sönük, oyuk
gözler,
eski Mısır Firavunlarının dağlar deviren görkemli bünyelerinde ve
şimşekli
bakışlarındaki kuvvetlerin, artık ne efendisi, ne sahibidir. Bunun gibi
nice örneklerle anlaşılır ki varlığın, hayatın gerek geçmişte ve gerek
gelecekte ilk ve son idaresi bütünüyle Allah Teâlâ'nın kudret elindedir
ve onun mülküdür. O, zannedildiği gibi yalnız herşeyin başlangıcı
değil,
hem başlangıcı, hem de her şeyin sonudur. Oluş ve yok oluşlarla dolu
olan
bu fani âlemde başlangıcı ve sonu başka başka görenler, ezelde ve
ebedde
de durumu aynen böyle zannetmesinler. Başlangıçta işi yapanla en son
gaye
olan gerçekte birdir. Düşünülürse cansız cisimlerin yuvarlak oluşu,
zamanın
dönmesi merkez ve çevresinden bize bunu haber verir; doğan insan
güçsüz,
ölen insan yine güçsüzdür.
Bu önemli
noktayı hissedenlerin bir kısmı
geçmiş ve gelecek şöyle dursun, şimdiki zamanda bile sade cebir
(zorlama)
yani insan iradesini inkâr etme görüşünü ileri sürmüşlerdir. Zaten
insan,
kuvvet buldukça hep ben, güçsüz düştükçe hep sen veya hep o demek
ister.
Ortada apaçık görülen gerçek ise ne öyle, ne böyledir. İşin gerçeği
ikisi
arasındadır. " "dir. İnsanlık gövde ile ruhun, akıl ile kalbin,
kabiliyet
ile faaliyet göstermenin, çaresizlik ile istediğini seçmenin
bileşkesidir.
O, ne kayıtsız şartsız mecburi, ne de kendi başına buyruk kimsedir. Bu
konuda ilk bakışla, son bakış birbirinin aynıdır. Felsefî bir inceleme
iddiası ile işi zorlaştıranlar ne çaresizlik yönünü inkâr edebilirler,
ne de serbestlik yönünü. Mecburiyete derece ayırmak, serbestliğe bir
makam
vermektir, serbestliğe makam ayırmak da mecburiyete makam vermektir. Ne
sade zorlama (fatalite) ile sade çaresiz bulunma (determinizm)'nın
mecburiyet
iddiaları, ne de kayıtsız ve tam hürriyet (liberalizm) davasında
bulunanların
herkes istediği şeyi yaratmada serbesttir iddiaları, hiçbir zaman
hakikat
terazisinin açık seçik ve şaşmaz ölçüsüne vurulamazlar. İnsanın
çaresizlik
yönü Allah'ın kuvvetinin şahidi, seçim yönü de Allah'ın iradesinin
şahididir.
O, kendi kendine kalırsa yok olmaya mahkum, yaratıcı kudretin yaratması
ile de var olmaya mecbur olur ve aynı zamanda Allah'ın rahmeti ile
dilediği
işi yapmada serbesttir. Ve bu sayede kaderinin bir kısmını kendi isteği
ile yazar. Kısacası bu iki şahitlikle insan bu varlıkta ve bugün, şu
an,
şu şimdiki zamanda Allah tarafından bağımlı ve iğreti bir geçici
hayatta,
bu kayıtlı mülke ve Allah'ın müsaadesine nail olmuş, onun yerine yetki
sahibi olmuş yani bir memuriyeti elde etmiş olduğunu ne inkâr
etmelidir,
ne de bu yetki ve memurlukta kendini azl edilmez ve sorumlu tutulmayan
bir esas görevli zannetmelidir. İnsan, gelecekteki mükafat ve cezayı
verecek
değil, alacaktır. Hem de şimdiki zamandaki bütün kuvvet vasıtaları,
iğreti
mülkü kesildiği zamanda alacaktır. Almak durumunda bulunmak ise mülk
sahibi
olma durumu değil, ihtiyaç halinde bulunmaktır. Ve tam mülkiyet, hem
elde
bulunma, hem de kontrol açısından bir şeye sahip olmaktır. Bu ise,
yerleriyle,
gökleriyle, mekanlarıyla, zamanlarıyla, fertleriyle, çeşitleriyle,
basitleriyle,
bileşikleriyle, maddeleriyle, kuvvetleriyle, kabiliyetleriyle,
faaliyetleriyle
bütün alemlerin yaratanı, sahibi, icad edeni ve terbiyecisi olan Allah
Teâlâ'nın mutlak mülküdür.
4- İşte
"Rabbü'l-âlemîn" denildiği zaman, genel
kapsamı ile bütün o kuruntular bir yana atılarak ve Allah Teâlâ'nın
ezelde
ve ebedde mutlak sahib olduğunun anlaşılması lazım gelirse de bir
taraftan
Allah'ın rahmetinin katmerli genişliği, diğer taraftan insanlığın gafil
olması dolayısı ile şimdiki zaman içinde insanların mükafat ve ceza
gününe
de bir çeşit sahip olması ve hakim olmasının az çok akla gelmesi
ihtimalini
büsbütün ortadan kaldırmak için "O,
din gününün maliki Allah'ın"
buyurulmuştur.
Ve burada uyarma biraz açıkça belirtilmiştir. Çünkü "dîn" kelimesi Arap
dilinde ceza, hesap, kaza (hüküm verme), siyaset, itaat etme, âdet,
durum,
kahır ve nihayet bütün bunlarla ilgili ve hepsinin üzerinde kurulduğu
ve
hepsinin ölçüsü olan millet ve şeriat mânâlarına gelir. Doğrudan
doğruya
kıyamet mânâsı yoktur. Ve burada baştaki ceza ve sonuncu bilinen din
mânâları
ile iki geçerli tefsiri vardır: İlk önce ceza, gelecekte sorumluluk,
sorumluluk
duygusu, sorumluluğu tatbik etmek gibi mânâlara da gelir. Bunun için
(yevmiddîn)'in
Türkçemizde bir ismi de rûz-i cezadır (ceza günüdür). Fakat şunu
unutmamalıdır
ki, aslında ceza kelimesi şimdiki herkesin bildiği gibi yalnız ceza ve
işkence demek olmayıp iyi veya kötü yapılan bir işin tatlı veya acı
karşılığını,
ücretini vermek mânâsına masdardır. Ve isim olarak bu karşılığa da
söylenir.
Mesela demek, "Allah sana çok hayırlı, karşılıklar ve mükafatlar
versin."
demektir. Ancak mükafat ve mücâzât (ceza) kelimeleri, denk ve ortaklık
mânâlarına geldiklerinden hukuk dilinde yüce Allah'a nisbet olunmaz.
Bunun
yerine sevap ve azap, ücret ve ceza gibi deyimler kullanılır. Bundan
dolayı
"yevmi'd-dîn", ceza günü her işin karşılığı verilip bitirileceği son
gün,
başka bir ifade ile gelecekte mükafat ve cezanın paylaşılacağı vakit
demektir
ki, İslâm hukuk dilinde buna "yevm-i âhir = son gün" de denilir. Ve bu
kelime de kaza (davaları kanuna göre hükme bağlamak ve çözüme
kavuşturmak)
ve hükm etmek mânâsını da içine almaktadır. Gerek Arapça'da ve gerek
Türkçe'de
olsun bu gibi yerlerde yevm ve gün kelimelerinin mutlak surette vakit
mânâsına
kullanıldığı da bilinmektedir. Bugün ne bir gündüz, ne bir gece ve ne
bir
gündüzle gecenin toplamı olan yirmi dört saat mânâlarına olmayıp gerek
gün, ay, yıl, asır, devir v.s. gibi bildiğimiz ve gerek bilmediğimiz
zaman
ölçülerinden herhangi biri olabilir. (Dünyanın kendi ekseni etrafında
bir
defa dönme süresi bir gündür, yok olmak ise bir nefeste olur). "Bugün
dünya,
yarın ahiret" deriz ve bunun için dünya günlerine göre ahiret günleri
"bin
sene" veyahut "elli bin sene" gibi ölçülerle anlatılagelmiştir.
Bu
açıklamadan anlaşılır ki, "yevmi'd-dîn"
bütün ümitlerin veya ümitsizliklerin ileride Allah'ın terazisinden
geçerek
en son gerçek şeklini bulduğu ve herşeyin birbirlerinden tamamen
ayrıldığı
kesin olarak bilinen son andır. Bundan sonrası artık ya ümidin son
noktası
olan sonsuz mutluluk ve en büyük memnuniyet (cennet) veya ümitsizliğin
son noktası olan sonsuz, en büyük zarardır (cehenneme girmek) ve bugün
kıyamet gününün son anıdır. Ve bu şekilde "yevmi'd-dîn" kıyamete
işarettir.
Fakat bunun kıyamet günü olması, dolaylı yoldan elde edilen bir mânâ
sonucudur.
Yoksa din, kıyamet demek değildir. Kıyamet gününün, kıyamet yani
ölmüşlerin
dirilmesi demek olan ba's (yeniden dirilme), haşr ü cem' (derleyip
toplama),
vakfe yani tavakkuf ve intizar (durma ve bekleme), sual (sorguya
çekme),
hesap ve mizan (amellerin tartılması), sırat ve nihayet bütün amellerin
iyiye iyi mükafatının, kötüye kötü cezasının dağıtılması ile ceza gibi
durumları ve menzilleri içermektedir ki, diğerleri bu son ceza
döneminin
ilk unsurları ve başlangıçları olduğundan burada "yevmi'd-dîn" nazmı
ile
bu maksat açıkça belirtilerek teşvik ve uyarma ile desteklenmiştir.
Bundan
dolayı "yev'mid-dîn" yerinde "kıyamet günü", "sorgulama günü", "hesap
günü"
denilmesi hem terceme değildir, hem de bu kuvveti ve sözün gelişini
bozar
ve daha fazla korkutma ve dehşet mânâsını ifade eder.
Yevmi'd-dîn,
cezanın gerçekleşeceği son gün
demek olduğundan bu açıklama şeklinde dinin esaslarından inançla ilgili
prensiplerinden birini meydana getiren kıyamet inancı bütünüyle gözardı
edilmiş, onu yalnızca bir yönü ile anlatıyor ise de din kelimesini
bilinen
mânâsında kullanmamış ve ona dolayısı ile işaret etmiştir. Çünkü ceza
yerine
din gelmesinde sözlü bir işaret, mükafat ve azab mânâsında da dinin
maksatlarına
bir işaret bulunduğu apaçıktır.
Bilinen
mânâya gelince: Din, akıl sahiplerini
kendi güzel arzuları ile bizzat iyilikleri yapmaya sevk eden bir ilahî
nizamdır. Burada biraz duralım. Bu tanımlama, herşeyden önce hak dinin
bir tanımlamasıdır. Çünkü bizzat iyiliğe gerçekten sevk etmek ancak hak
dindedir. Batıl dinlerde ise bu sevk, hayalî olur. Onlar, bizzat iyilik
olmayan şeylere, olsa olsa iyilik adına bazı izafî iyiliklere sevk
edebilir.
Mesela kendi görüşüne göre bir iyilik gibi yalana, yalancılığa ve
hırsızlığa
teşvik edebilir. Çünkü hak ve hakikatı inanç esaslarının başına koymuş
değildir. Bundan dolayı bu tanımlama, dolayısı ile batıl dinlerin de
esasını
göstermiştir. Yani gerçekte böyle ilâhi bir yönlendirici değil iken
öyle
zannedilen dinler de batıl dinlerdir. İkinci olarak dinin yeri,
şartları,
semeresi, rükünleri, yani cinsi ve onu başka dinlerden ayıran
özellikleri
gösterilmiştir ve dinin şeriata uygun olan bu mânâsı, din kelimesinin
lügatla
ilgili bütün mânâlarını içine almaktadır.
Hak dinin
yeri, akıl sahipleridir. Bundan
dolayı cansızlar, bitkiler, hayvanlar, deliler, akılsızlar, çocuklar,
bunamışlar
gibi özürlüler, din açısından sorumluluk sahibi değildir. Çünkü akıldan
yoksun olanlar, arzu ve seçim sahibi olmadıklarından dolayı
kendilerinden
bir iyilik meydana gelirse istem dışı olur ki buna da zorlama denilir.
Bundan dolayı, hayvanlarda din vardır demek, olsa olsa mecazî bir
ifadedir.
Demek ki
dinin şartı akıl ve istektir. Bunlar
dinin şartı, dindarlığın rüknüdürler. Akıl bulunmayınca dinle ilgili
işler
ve dinî yükümlülükler bulunamayacağı gibi, seçme hürriyeti bulunmadıkça
da dinin idare ve etkisi, başka bir ifade ile dindarlık bulunamaz.
Bundan
dolayıdır ki, dinde ilim meselesinden başka bir de irade meselesi
vardır.
Gerçekten bilgili ve akıllı olmak, dindar olmak için yeterli değildir.
Dindar olmak için dini hem bilmek ve hem sevmek lazımdır. Bundan
dolayı,
ilim ve irade, akıl ve seçim hürriyeti bizzat dinin yalnız kendisinde
bulunan
bir rükün değilse de dindarlık ve dine bağlı olmanın rüknüdürler. Bunun
için isim olan din kelimesi ile, dindarlık mânâsına gelen ve masdar
olan
din kelimesinin mânâlarını karıştırmamalıdır. Dindarlık insanın vasfı
ve
nefse ait bir mânâdır. Din ise dindarlığın konusu ve onunla ilgili olan
gerçeği ve işin özü olan bir mânâdır. Aralarındaki fark, nefisle ilgili
bir olay ile bu olayın ilkeleri ve kanunları arasındaki fark gibidir.
Diğer
bir ifade ile din ilâhî bir kanun, dindarlık ise insanların emek ve
çabalarının
sonucudur. Bunu birbirinden ayıramayanlar ilim adına hatalara düşerler.
Dinin
meyveleri bizzat iyi olan işlerdir.
Yani işleri yapan kimsenin kendi zannına ve kendi görüşüne göre değil,
aslında ve hak terazisinde iyi ve faydalı olan işlerdir. Bundan dolayı
esas dindarlık, iyiliği Allah katında iyi olduğu için seçip yapmaktır.
İyilik ise gerçekte genel olsun, özel olsun diğer kimselere şimdi veya
gelecekte faydalı olandır. İyiliği, gerçekten iyilik olduğu için yapmak
demek, onu Allah Teâlâ adına yapmak demek olduğu apaçıktır. Çünkü şu iş
gerçekten bir iyiliktir demek, yalnız sana bana göre değil, aslında ve
Allah Teâlâ'ya göre iyidir demenin diğer bir ifade şeklidir. Allah
Teâlâ
katında iyi olan her işin de bir ücreti, bir karşılığı, bir mükâfâtının
olduğu gerçektir. Bu sevabın en büyüğü O'nun rızasıdır. Çünkü yüce
Allah
her iyiliğin, her mükâfâtın, her nimetin kaynağı ve kefilidir. Allah'ın
rızasının en büyük vesilesi de hakka rıza göstermektir. Hakk'a razı
olmayan
iyiliği yalnız iyilik olduğu için sevip yapamaz, kendine ait peşin bir
fayda arar. Gerçi iyiliğin mutlaka karşılıksız olması şart değildir.
Allah
katında kaybolan ve boşa giden hiçbir iyilik yoktur. Fakat bir iyiliğin
hemen böyle bir menfaat endişesi ile yapılması, hakka faydalı olmak
için
değil, haktan yararlanmak için yapılan ve bundan dolayı ücretini
Allah'tan
isteyen peşin bir değiş-tokuş olur. Bu ise iyiliği, iyilik olduğu için
yapmak ve Hakk ile bir ilişki kurmak değildir. Mükâfâtını Allah'tan
isteyerek
yapmak ise, herhalde Hakk ile ilişkiye girmek ve hakkı ve iyiliği
tanıyarak
yapmaktır. Bu da iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmak demektir.
Çünkü iyilik zaten ve gerçekten böyledir. Fakat bu karşılığın yalnız
ahirette
verileceğini düşünerek yapmak daha yüksek bir olgunluk derecesidir.
Demek
ki, hakkı tanımayan ve Hakk'a tapmayanların, iyiliği gerçekten
tanımaları
ve iyiliği gerçekten iyilik olduğu için yapmaları mümkün değildir. Ve
iyiliği
sevmenin başı, hakkı sevmektir ve samimiyet ve ihlâsın ilk şartı Hakk'a
tapmaktır.
İşte bunun
içindir ki hak dinin, en belirgin
özelliği Allah'ın koyduğu bir kanun olmasıdır. Çünkü diğer konular
Allah'ın
zatına bağımlı değildir ve sebepleri şahsi gayelerdir. Bu ise bizzat
iyiliğe
değil, bizzat kötülüğe ve Allah'a ortak koşma ile karşılıklı kavgaya
sürükler
ve hele güzel bir seçimle iyiliğe sürükleme maksadını hiç içermez.
Çünkü
şahsi maksatlar ve art düşünceler hissedilen herhangi bir teşebbüste,
insanın
seçim hürriyeti derhal bulanır ve bozguna uğrar. Zaten şahsi maksat
iyiliğin
bile iyilik olmasına engel olur. Fakat Allah'ın kanunu nasıl anlaşılır?
Bu nokta dinin en önemli bir meselesini meydana getirir. Şüphesiz
Allah'ın
kanunu bizzat Allah Teâlâ'nın ilmi ve iradesi ve rızasını gösteren
deliller
ile anlaşılır ki, bunların en kuvvetlisi Kur'ân gibi Allah'ın
(insanlığa)
hitabıdır. Kalb ve akıl bu hitabı zaruri olarak veya bir delil ile
anlar
ve kabul eder. Aslında ruhun bütün varlığı ile onu Allah'ın kanunu
olarak
anlaması lazımdır.
Bu noktada
bazı filozoflar, vicdan zevkini
yeterli görmüşler. Fakat mutlaka vicdan zevki çok şahsi bir sebeptir.
Ve
kâinatta her şahsın kendine mahsus özel bir vicdan zevki vardır. O
halde
kişiler kadar da din vardır demek gerekir. Halbuki hak bir olduğu gibi
hak din de birdir ve hakkı bulmak için vicdanın ötesine de bir göz
atmak
gerekir. Şu halde bütünün vicdanını veya bunu temsil eden bir bütünün
ruhunu
bulmak ve o bütün ruhun kalbini ölçü olarak almak zarureti vardır.
Diğer
bazıları yalnız akla başvurmuşlar ve
aklın hak ve iyilikte biricik hükümdar olduğunu zannetmişlerdir.
Halbuki
akıl, şahıs değildir. Nitekim hak bir olduğu gibi akıl için de yol
birdir,
deriz. Fakat akıl en iyi bir anlama vasıtası olmakla beraber kalble
ilgili
hallerde otorite olmadığından dolayı ruhun bütün varlığına uyum
sağlayamaz
ve bundan dolayı Allah'a ait nizamı anlama ve kabul etmede prensiplere
muhtaç ikinci derecede bir alet olmaktan ileri geçemez.
O halde
Allah'ın kanunu her şeyden önce insanın
ruhuna bütün varlığıyla uyan, görünür ve besbelli bir zaruri ilim ile
ortaya
çıkmalıdır ki, bu görünme bizzat Allah'ın nizamı ve hitabı olduğu kendi
kendine anlaşılsın ve apaçık olsun da sonra akıllar tecrübe ve delile
dayanarak
netice çıkarma yolu ile kalbler zevk ve ferahlık ile bundan feyz
(ilim-irfan)
alsınlar. İşte bu zaruri ilime şeriat dilinde "vahiy" ve bu nimeti elde
etmeye "nübüvvet = peygamberlik" denilir.
Şu
bilinmelidir ki Allah'ın kanunu ile insanların
koyduğu kanunun en önemli farkı o kanunun meydana gelmesine insan
iradesinin
sebep olup olmadığıdır. Yoksa Allah'ın kanununun, mutlaka insanlık
dışında
meydana gelmesi şart değildir. Ve gerçekten insan ruhundaki
değişikliklerin
önemli bir kısmı insanın ortaya koyduğu şeyler değildir. Bundan dolayı
hak dini meydana getiren hitap ve Allah'ın kanunu, önce yaratılışın
Levh-i
Mahfuz'unda kesbe bağlı olmayan ve Allah'ın iradesini gösteren bir
mecburiyet
ile oluşur da bizzat Allah'la ilgisi olması ile her şeyin ruhunu temsil
eden bir kutsal ruhda bütün apaçık delillerin prensiplerini içeren,
görünen
ve gerekli olan kesin bir bilgi ve apaçık bir vahy ile kendini
gösterir.
Sonra bu zaruri ilim ile verileri bir taraftan tecrübe ve tarihe ait
doğrulayıcı
belge ile diğer taraftan akla ait deliller ve kalbe ait zevkler ile
çalışıp
kazanma yolundan meydana çıkar ve umumîleşir gider. Vahyin, devamlı
vicdanda
bir örneği, akılda da delili vardır. Fakat vahyin gelişi bütün hisleri
istila ettiğinden dolayı o anda ruh bütün varlığıyla gördüğü şeye
dalmış
olarak sadece kabul edici kesilir ve irade ile ilgili faaliyeti ve
kuvvetlerinin
özellikleri geçici olarak durur da aklın yetişemediği varlığın bilgi ve
sırlarını görür ve daha sonra arzu ve iradesini ona uydurur.
İşte hak din,
başlangıçta peygamberlik denilen
böyle ilâhî bir nizam ile gerçekleşir ve bu tecelli insanda görünür
fakat
kaynağı bakımından insana ait bir nizam olmaz. Doğrusu insan ruhu
Allah'a
ait ilimde "yapan" değil "kabul edendir". Bilgi uydurulmaz, alınır ve
bunun
için ilimde ruh ile dış dünya arasında bir hak ilişkisi vardır ki bu
ilahî
bir nizamdır. Ruhun kendinde arzusunu karıştırarak imal ettiği
fikirlerde
ise bazen ilim bulunur, bazen bulunmaz, bu da insana ait bir hareket
olur.
Demek ki, her türlü kesin bilgi Allah'a ait bir nizamdır. Hakk'ın böyle
bir tasdiki de insanın arzu ve iradesinden tecerrüd edilmesiyle
düşünülmeye
bağlıdır. Özellikle din gibi doğrudan doğruya insanın işleri ve
durumları
ile ilgili ve insanın seçimiyle ilgili ve ona başlangıç olan hareket
kanunlarında
bu gereklilik daha kesindir. Kin, hırs, iştiha kalbi ve aklı
sislendirir,
basiret gözünü şaşı yapar. Ya hiç göstermez veya çatal gösterir. Bunun
için din ilminde iştihâdan sakınmak ve uzak kalmak en büyük şarttır.
"Kim
Kur'an'ı şahsi görüşüne göre tefsir ederse kâfir olur." hadis-i şerifi
de bunu ifade ediyor. Vahy ise söylediğimiz gibi bütün his ve duyguları
kaplıyarak ve o anda irade gücünü etkisiz hale getirerek gelen ve
bundan
dolayı hiçbir emek ve yapmacık gayret şaibesi ve hiçbir iştihâ alâmeti
olmaksızın ruhun sırf kabiliyeti üzerinde dışından ve içinden tam bir
mecburi
öğretme ile Allah'a ait ilkeler nizamını sunan en açık, en zorunlu bir
kesin bilgi olduğundan normalde kat'i olarak bilinen bilgilerin üstünde
Allah'a ait nizamın en mükemmel şahidi ve içeriğindeki aklî deliller ve
sonraki çağdaş deneylerle de doğruluğu kuvvetlendirilen bir hitabın
dile
gelmesidir. Ve bu şekilde her görülen şey gibi kalp ve aklın
arzularıyla
gösterdikleri faaliyetin üstünde olmakla beraber, yaratılıştan var olan
kabiliyeti dışında da değildir. Bunun için hak din kabul edildikten
sonra
özellikle usül açısından aklın tüme varım yolu ile elde ettiği
kavrayışları
içine girer ve yalnız delillere dayanarak netice çıkarma bu kavrayış
için
yeterli olmaz. Ve ilimde olduğu gibi bunda da keşif (bir sırrı öğrenme,
ilham) teoriden öncedir. Yalnız aralarında şu fark vardır: Bunda
(vahiyde)
kişinin tecrübesi hepsini anlamaya yeterli değildir. O ancak herşeyin
aslı
olan Allah'ı tek bilmede mümkün olabilir. Dinî gerçeklerde ve kanun
yapma
ile ilgili meselelerde, tekrar tekrar görünmesi, tecrübe edilmesi
asırlara
bağlı nice bilinmesi gereken önemli konular vardır. Ve bunun için dinî
ilimlerde de akıl ve naklin önemi apaçıktır. Gerçekten İslâm'da da
ilâhî
kanunları bildiren delil dört tanedir:
Kitap
(Kur'ân), sünnet, ümmetin icmâ'ı (büyük
fakihlerin, dinle ilgili bir konuda görüş birliğinde olmaları) ve
kıyâs.
Bunlardan ilk üçü kesin isbat, dördüncüsü de açıklayıcıdır.
Hak dinin
ayırıcı özelliği akıl sahiplerini
güzel arzuları ile bizzat iyiliğe sevketmektir. Diğer bir ifade ile hak
din zorla değil, seve seve iyilik yapan, istediğini yapmakta serbest
olan
insanlar yetiştiren bir terbiye nizamıdır ve bütün mutluluklarda
iyiliğin
yapıcısıdır. Demek dinin iyiliğe sevk etmesi mecburiyete ve zorlamaya
dayanmıyor.
O, önce serbest hareket etmeyi teşvik eder ve ona güzelce serbest
hareket
etmenin ölçüsünü verir. Güzel sonuç ile kötü sonucu göstererek
uyandırır
ve iyiliğe yönlendirmeyi bu gönül hoşluğu ile yaptırmak ister. Bunun
için
"Dinde zorlama yoktur." denilir. (Bakara, 2/256). Çünkü iyilik yapmaya
zorlanıldığı zaman, iyiliği yapan, o iyiliği yapmaya mecbur değil, onu
iyiliği yapmaya zorlayan, zorlayıcı kimsedir. Halbuki din, insanı,
güzel
ahlâk ve tabiat ve yüksek fazilet sahibi olan, hayırsever, iyilik
yapan,
istediğini serbestçe yapan bir insan yapmak istiyor. Bu ise yalnız
dinin
zatında değil, insanın istediğini seçmesinde ve onunla dindar olmasında
ve bunun sağladığı başarı doğrulukdadır. Din ne kadar doğru olursa
olsun,
bilgisiz kimselerde bu şekilde etkili olamıyacağı gibi, bilginlerde
bile
istediğini yapma serbestisi bulunmaksızın, diğer bir ifade ile, gerçek
anlamda dindarlık gerçekleşmeden etkili olmaz. "Eğer siz Allah'a
(dinine)
yardım ederseniz, Allah da size yardım eder." (Muhammed, 47/7). Bu
güzel
seçime, bu dindarlığa sahip olmayanlar, ya diğerlerinin zorlaması ile
iyiliğe
sürüklenen ve hürriyetine sahip olmayarak başkalarının kullandığı alet
gibi olan ve başkasının istediğini istemeyerek yapan bir kişi olarak
kalır
veya kötülük ve bozukluk yapan biri olur gider. Bu vesile ile şunu
birbirinden
ayırmak gerekir ki; dinin insanı yönlendirmesi başka, birini dine
yönlendirmek
başkadır.
Bilgi gibi
dinin de sürüklemesi zorla değildir.
Çünkü aklın gereği fiilen gerekli olanın sebebi değildir. Onun sebebi
irade
ve kuvvettir. Fakat hak dine sevketmek aslında tam bir iyiliktir. Bunun
için özel veya genel velayet ile tam dindarlığın iyiliklere zorla
sürüklediği,
diğer bir ifade ile zorla iyilik yaptırdığı yerler vardır. Bu cümleden
olarak anne ve babanın çocukları yönlendirme ve terbiye etmeleri,
iyiliği
emretmek, kötülükten sakındırmak gibi meseleler bu cinstendir. Bu
farkın
çıkış noktası şudur: İstediğini seçme ve irade dinin bir parçası
değildir
de, etkili olmasının bir şartıdır, dindar olmanın parçasıdır. Demin
söylediğimiz
gibi sırf kanun ile dilediğini yapmakta serbest olan kimsenin etkileri
arasında büyük fark vardır.
Kısacası din,
iman ve amel konusu olarak akla
ve irade hürriyetine teklif edilecek hak ve iyilik kanunlarının
toplamıdır
ki buna millet ve şeriat da denilir. Dindarlık da bu kanunların severek
ve isteyerek tatbik edilmesidir. Gerçi amelin imandan bir parça olup
olmadığı
tartışılmış ve doğrusu amel imanın bir parçası değil, imanın gereği ve
meyveleri olduğu tesbit edilmiş ise de gerek imanın ve gerek amelin
dindarlıkta;
imanla ilgili hükümler ve amelle ilgili hükümlerin de bizzat dinin
içinde
birer rükün olduklarında asla ihtilaf edilmemiştir.
Hak dinin bu
ayırıcı özelliği üzerinde iyice
düşündüğümüz zaman anlarız ki, tecrübe ve aklî delil açısından bir
dinin
hak olması (tam din olması şartı ile) herkese vaad ettiği iyiliklerin,
mutlulukların gerçekleşmesi ile anlaşılacaktır. Batıl dinin verdiği
sözler,
din olmasıyla ters orantılı iken hak dinin verdiği sözler din olmasıyla
doğru orantılı olur. Gerçekten İslâm tarihine baktığımız zaman da İslâm
dinini böyle buluyoruz. Ta Hz. Peygamber'in zamanından beri müslümanlar
ne zaman dinlerine tam doğru bir dindarlık ile sarılmışlarsa gerçek
iyiliği
anlamışlar ve yapmışlar, bereketleri, iyilikleri ve mutlulukları o
oranda
artmış, mutlu yaşamışlar, mutlu yaşatmışlar "Kim bir iyilik yaparsa ona
o iyiliğin on katı verilecektir." (En'âm, 6/160).
Fakat
zamanımızda Avrupalılardan bazıları
diyorlar ki "Asrımızın insanları, mutluluğu fayda ve iyilikte değil
faydalanmada
görüyor. Onun dışında bizatihi bir hak, bizatihi bir iyilik
tanımıyorlar
ve bundan dolayı Allah tarafından kurulmuş olan hak din, artık onların
şevklerini ve iradelerini coşturmuyor. Şimdiki insanları ancak
faydalanma
şehveti zabt ve idare ederse etkileyecektir. Bundan dolayı onlara insan
tarafından kurulmuş olan dinler tatbik etmeli ve iradeleri bununla
gıcıklayarak
şimdiki insanları, olgunlaşıncaya kadar bir taraftan mücadeleye
sürüklemeli,
diğer taraftan sırf otomatik ve mekanik, yani cansız ve duygusuz
kanunlarla
zor ve kuvvet içinde tutup götürmelidir. Tabiatta merhamet yok, zor
vardır.
Hürriyet değil, zorunluluk ve determinizm hakimdir". Bunlara göre
şimdiki
insanlar şahsi çıkar hırsı ile ister istemez böyle sonsuz bir
mücadeleye
atılmakta ve sevgi yerine düşmanlık çoğalmaktadır. Böylece hak din
doğru
imiş demek, haksızlar onun mükafatına değil, cezasına layıktırlar
demeye
eşittir ve hak dinin Allah'a ortak koşmada gösterdiği acı sonuçları hak
etmeyi itiraf etmektir. "İnsanların kendi elleriyle kazandıkları
günahlar
yüzünden, karada ve denizde fesat çıktı. Belki dönerler diye, Allah
böylece
onlara, yaptıklarının bir kısmını tattırıyor." (Rûm, 30/41) âyetinin
mânâsını
doğrulamaktadır. Bu da Allah'ın birliği ile Rahmân ve Rahim'e
sarılmayan
insanların bizzat hakları ve bundan dolayı âlemlerin Rabbi'nin bir
yücelik
alâmeti, bir büyüklük terbiye ve tedbiridir. Yüce Allah insanlara bu
şekilde
de görünür. İnsanlar bu çıkarcılık ve aç gözlülüğü yenerlerse, ancak
şimdiki
zamandaki savaş belasını da yenmiş olacaklar ve gelecekteki din gününün
mükafat ve karşılığını daha iyi anlayacaklar. Çünkü Alman filozofu Kant
bile yüce Allah'ın mutlak varlığını pratik aklı ile ahiretin mutlaka
var
olması gerektiği sonucundan çıkarmıştır. Bu şekilde ahiret günü dinin
ve
ona iman etmek dindarlığın en önemli temelini oluşturur. Ve o günün
dine
mahsus olan böyle bir özelliği vardır. "O, din gününün maliki Allah'ın"
âyetinde bu müjde ve uyarmanın açıkça ifade edilmesi bu itibarla da çok
açık seçik bir söz olmuştur. Dinin böyle bir günü vardır.
Bundan dolayı
İbnü Cerir et-Taberî tefsirinde
nakledildiği üzere bazı müfessirler buradaki "din"i yalnız mükafat ve
karşılık
mânâsına değil, millet ve şeriat de denilen bilinen mânâsıyla ilişkili
olarak tefsir etmişlerdir. Bu şekilde " = yevmi'd-dîn", bilinen şer'î
mânâsı
ile dinin bilinen önemli günü demek olur ki, bundan da bizzat ahiret ve
kıyamet günü anlaşılır. Hitabın başlangıcına göre birinci mânâ açık,
hitabın
sonucuna göre de ikinci mânâ birdenbire akla geliyor. Bunun için biz de
bu iki mânâyı zayi etmemek için mealinde "din gününün sahibi"
demeliyiz.
KIRÂET:
Burada iki kırâet (okuma tarzı) vardır.
On kırâet imamından yani Nafi, İbn-i Kesir, Ebu Amr, İbnü Âmir, Hamza
ve
Ebu Ca'-fer kırâetlerinde elifsiz olarak okunur. yani Âsım, Kısâî,
Yakub,
Halef-i Aşir kırâetlerinde de okunur ki, bizim kırâetimiz de budur. Ve
Fâtiha'da mânâ ile ilgili Kur'ân-ı Kerim'in türlü türlü okunma
şekilleri
ancak buradadır. Birincisi mimin ötresi ile "mülk" masdarından sıfat-ı
müşebbehe, ikinci de mimin esresi ile "milk" masdarından ism-i fâil
kipidir.
Bu kelimeler, kuvvet mânâsı ile ilgilidir. Biri her şeyden önce ve
bizzat
insanların canları üzerinde tasarruf, diğeri de her şeyden önce ve
bizzat
malların kendisi ve faydaları üzerinde tasarruf kuvvetidir.
Hükümdarlık,
umumun faydası için görüş ve tedbir, emir ve yasak, söz verme ve
uyarma,
gönül okşama ve mahrum etme gibi hukuk ve yetki ile aklı olan insanlar
üzerinde tasarruf ve hüküm icra ederek bir toplumu düzene sokma ve onu
bir tek kişi örneğinde temsil eden bağımsız bir genel nitelikli yönetim
kudretini ifade eder.
Mâlikiyet
ise, her türlü mal varlıkları ve
onların hisseleri üzerinde kişinin özel faydası için başlıbaşına zabt
ve
tasarruf hakkı ve yetkisi demek olan özel nitelikli yönetim kuvvetini
ifade
eder. Bunlardan her birinin diğerine bir yönden ilişkisi vardır. Gerek
mutlak suretteki sahip olma ve gerek mutlak suretteki hükümdarlığın
ikisi
de bizzat âlemlerin Rabbine aittir. Çünkü hayatı kendi elinde olmayan
insanlığın
bu sıfatlarla nitelenmesi, tabiatıyla izafî, vekâleten ve iğreti olduğu
apaçıktır. Bununla beraber dünyada ve şimdiki zamanda insanlığın yalnız
bencilliğini, gururunu teşkil eden de bu izafî ve vekaleten olan
otorite
ve mülktür. Çünkü bunlar, dünyada yaşama ve mutluluğun en önemli temel
şartlarındandır. Gerçekten hayat ve hayatın mutluluğu önce bir
memlekete
bağlıdır. Memleket ise otorite ve mülk yeri demektir ki, buna halk dili
ile vatan, İslâm hukuku dili ile daha değerli olarak dâr (yurt)
denilir.
Bir memlekette hayat, şahsi menfaate dayalı mülkiyet hakkına bağlı
olarak,
yani kişisel mülkiyet ile ayakta durur. Bunun gereği olan hayat ve kamu
yararı da hükümdar ve mülk ile yani sosyal düzeni temin eden devlet ve
devlet reisi ile sağlanır. Bunların kıvamı da her ikisinin kendine ait
(özel) ve kendi adına hareket eden kimse olmayıp birbirinin desteğine
muhtaç
olduklarını bilmek ve aralarında hak oranına uygun düşen karşılıklı
destek
ve düzeni bulmakla mümkündür. Kişiyi ve kişisel mülkiyeti boğan
katıksız
ve katı sosyalizm, organlarının bütün özellikleri felce uğrayan ve
yalnız
gönlü basit ve fakat heyecanlı bir hatıra ile kıvranan bir vücuda
benzer.
Toplumu, sosyal mülkiyeti boğan katı ferdiyetçilik (Liberalizm)
canlılığı
çözülmüş olup canı boğazına gelmiş ve gözleri hava boşluğuna dikilmiş
ölüme
hazır birisinin son nefesindeki can çekişme anındaki krizini yaşayan
bedenini
andırır. Bunun için otorite ve mülkten her birinin yok olması bir
felakettir.
Mülk ve otoritenin bir kısmının veya tamamının yokluğu, bizzat kamu
yararının
o oranda kesilmesidir. Otorite ve mülk sahibi olmanın bir kısmının veya
tamamının yok olması da kişisel faydanın veya herkesin faydasının
tükenmesi
demektir. Ve çoğunlukla birinin sona ermesi diğerinin sona ermesini
gerektirir.
Bunların ikisinin birden kaybedilmesi ise -Allah korusun- en büyük
musibet
ve en büyük felakettir. Her birinin yok olmasını düşünmekte bile
insanlık
bu acıklı sonucun yürekler acısını duyar ve duyduğu içindir ki, bütün
bu
açıklık karşısında kendisinin şu anda göreceli (izafi) değil, gerçek ve
kayıtsız şartsız bir melik (hükümdar) veya malik (sahip) olduğu
kuruntusundan
kurtulamaz. Varlık ve nimet açısından hükümdarlık şüphesiz daha
çekicidir.
Fakat yokluk ve şiddetli ceza açısından da sahip olmanın ortadan
kalkması
daha dehşetli ve daha korkunçtur. İşte bu büyük âyet insanlığın şimdiki
zamandaki bu izafî payını zorla almayarak, gelecekte özellikle ahirette
bunun dahi kendisinden alınacağını ve o zaman yalnız âlemlerin Rabbi
yüce
Allah'ın ezelî ve ebedî olan gerçek mülk sahibi oluşu, ve mutlak
hükümdarlığının
kalacağını açıklıyor: "O gün, kimsenin kimseye yardım edemeyeceği bir
gündür!
O gün emir, yalnız Allah'a aittir. " (İnfitar, 82/19) "Bugün mülk
kimindir?
O tek ve Kahhar olan Allah'ındır." (Ğâfir, 40/16). İlk bakışta bu
uyarma
ne kadar dehşetlidir. Benim benim derken, memleket, hükümet kaybetmenin
ne felaket olduğunu anlayanlar, isterse bir tane olsun kimseye vermem
derken,
malsız mülksüz kaldığını görenler bu dehşetin büyüklüğünü ne çabuk
hissederler.
Fakat onu sonradan değil, önceden hissetmenin faydası vardır. Bununla
beraber
bu yüce âyet ümitsizlik veren bir âyet değildir. İzafî ve vekaleten
sahip
olma veya hükümdarlığın sona erip gerçek ve hakiki sahibine ve
hükümdarına
döndüğü o günde yine tam fakirlik olan tamamen yok olma yüz
göstermiyor,
ne katıksız otorite, ne de katıksız mülkün hiç biri olmuyor. Bütün
varlıklar,
gerçek sahip olan âlemlerin Rabbinin, Rahmân'lığı ve Rahim'liği ile
kudreti
altında top lanmış bulunuyor. Bundan dolayı Rabbanî memleketin
vatandaşlığını
taşıyanlar o gün mutluluk paylarını derecelerine göre bol bol alacaklar
ve tâbi olmayanlar da sonsuz nasipsizliğe katlanıp gideceklerdir. Çünkü
o gün vatandaşlığı değiştirmeye artık imkan kalmayacak, başka memleket,
başka hükümet bulunmayacaktır. Bugün kötülük yaparken, sonunda yokluğa
güvenen, yok olmayı nimet sayanlar, o gün ondan da mahrum olacaklardır.
Hak terazisinin gereği budur.
İşte " "
şeklinde okumak bu uyarma ve müjdelemeyi
ferdî mülkiyet açısından; olarak okumak da sosyal mülkiyet açısından
anlatmak
ve bildirmektir. Her iki uyarıyı bir okuma şeklinde toplamaya,
Fâtiha'da
Allah'ın rahmân olması müsaade etmemiş ve en büyük belağat bunların iki
ayrı okuma şeklinde dağıtılmasında kendini göstermiştir.
İLMÎ BİR
ÖZETLEME: Fâtiha'da ilk tam vakf
(durak)ın içine aldığı bu üç âyet bir istenilen şey ile beş delilinden
terkib edilmiş bir önermedir. Şöyle ki: Hamd Allah'a mahsustur. Çünkü
Allah
zatı ve sıfatı ile bunu hak etmiştir. Zatı ile hak etmiştir, çünkü
Allah'tır,
zatında hakkıyla kendisine ibadet olunandır. Sıfatı ile hak etmiştir,
çünkü
âlemlerin Rabbidir ve çünkü Rahmân'dır ve çünkü Rahîm'dir ve çünkü din
gününün sahibidir. Birinci delile göre "Allah'a hamd olsun" önermesi
"dört
sayısı, çifttir" önermesi gibi benzetmeleri beraberinde
olan
önermeler veyahut doğal denilen önermelerdendir.
Diğerleri de enfü-sî ve âfâkî (subjektif ve objektif) bakış açısıyla
kâinat
düzeninden dolaylı olarak varılan bir sonuç gereğince başlangıç ve
sonuç
delillerinin özetidir ki, Kur'ân'da uzun uzadıya anlatılacaktır.
5-
Saygı
göstermenin bütün şekillerini ve sebeplerini
içine alan bu bildiri ve ispat şeklinden sonra da aynı önerme ve
deliller
bir dileğe ve bir teklifin gereğini yerine getirmeye dahi işarettirler.
Sanki yüce Allah şöyle buyuruyor: "Ey insanlar! Ey akıl sahipleri siz
sadece
iyiliğe, kayıtsız, şartsız olgunluğa saygı gösterenlerden iseniz ben
Allah'ım,
her olgunluk benimdir ve eğer kudret (güç) ve iyilik etmeye saygı
gösterenlerden
iseniz ben âlemlerin Rabbiyim ve eğer geleceğe tama' ederek saygı
gösterenlerden
iseniz ben Rahmân-ı Rahîm'im ve eğer korku ve ürkme ile saygı
gösterenlerden
iseniz ben din gününün sahibiyim. Bundan dolayı saygının bütün
sebeplerini
zatında toplayan ve kendisine ibadet edilen tek ilâhım."
Bunu duyan
akıl sahibi muhataplar da "Acaba
Allah Teâlâ'ya nasıl ve ne şekilde hamd edelim?" diye elbette kendi
kendilerine
soracaklardır. İşte buna cevap vermek üzere, sözün yönünü değiştirmek
demek
olan bir iltifat üslubu ile; "Ancak
sana ederiz kulluğu, ibadeti ve
ancak
senden dileriz yardımı, inayeti (Ya Rab!)" buyurulmuş ki "böyle
deyiniz"
meâlini anlattığı halde, anlatımdaki belağat bunu açıkça söylemeye
ihtiyaç
bırakmamıştır. sana mânâsına bitişik olmayan zamirdir ve ondan sonraki
fiilinin düz nesnesidir. Nesnenin böyle fiilden önce gelmesi, sırf sana
mahsus anlamı taşıdığından "başkasına değil, ancak sana" demek olur.
abed,
ubudet, ubudiyet (kulluk) mânâlarını da toplayan ibadet masdarından
yapılmış
geniş zaman fiili birinci şahıs çoğul kipidir. O halde ibadet nedir?
<>Şeriat
dilinde ibadet, niyete bağlı olarak
yapılmasında sevap olan ve yüce Allah'a yaklaşmayı ifade eden özel
itaattır.
İtaat, niyete bağlı olsun olmasın ve kimin için yapıldığı bilinsin
bilinmesin,
yapılması hayırlı olan ameli yapmaktır. Allah'a yaklaşmak niyete bağlı
olmasa bile yapılması hayırlı olan ameli, kime yapıldığını bilerek yani
yaklaşmak istediği zatı tanıyarak yapmaktır. Bundan dolayı her ibadet,
Allah'a bir yaklaşma ve her yaklaşma bir itaattır. Fakat her itaat
yaklaşma
sayılmaz ve her yaklaşma ibadet olmaz. Mesela Allah'ı tanımak için
düşünmek
bir itaattır. Fakat kendisine yaklaşmak istenilen yüce Allah düşünce
durumunda
henüz tanınmış olmadığından bu düşünce bir yaklaşma değildir. Ve niyete
bağlı olmadığından ibadet de değildir. Kur'ân okumak, ihtiyaç
sahiplerine yardım etmek,
sadaka vermek, vakıf yapmak,
köle azat etmek ve benzeri şeyler niyete bağlı olmayan ameller hem
yakınlık,
hem itaattır, ibadet değildir. Fakat namaz, oruç, zekat, hac ve cihad
gibi
yapılmasında niyet şart olan ameller hem ibadet, hem yakınlık ve hem
itaattırlar.
Demek ki,
şer'î ibadet, insanın ruh ve bedence,
dış görünüşü ve içyüzünde bütün varlığıyla yalnız Allah'a yapılan
şuurlu
bir itaat ve yakınlıktır. İlk önce; bunda niyet şarttır. Niyet ise
yapılacak
işin icra edilmesinde ancak Allah'a itaat ve yaklaşmayı kasdetmek demek
olan yeni bir istektir. Azmetmek bir işi yapmadan önce, kasdetmek
yapmakla
beraber olduğu gibi niyet de niyet edilen şeyi bilmekle beraber onu
yapmaya
bitişik olur. Hem bilgi ve hem isteği kapsayan bu tam şuur, ruh ve
kalbin
bir işidir. İkincisi bununla beraber Allah katında itaat olan bir amel
ortaya koymak gerekir ki ibadet olsun. Yoksa yalnız bir şeyi yapmayı
istemek
ve ruhta kalan düşünme, hatıra getirme gibi iç duygularla ilgili
ameller,
itaat ve yakınlık olsa da ibadet olamaz. Bunun içindir ki, ibadetlerin
başı olan imanda, sadece kalb ile doğrulamak yetmez de bunun hiç
olmazsa
dil ile ikrar edilerek kalbden dışarı çıkarılması da gerekir. Aynı
şekilde
niyet edilmeden yalnız açıkça yapılan ameller de ne olursa olsun ibadet
sayılmaz. Niyetsiz yatıp kalkmak namaz değil, niyetsiz aç durmak oruç
değil,
niyetsiz Ka'be'ye, Arafat'a seyahat edip dolaşmak hac değil, niyetsiz
düşmanla
savaşmak, şehit veya gazi yapan cihad değildir v.s... O halde kötü
niyetle,
yani Allah'a itaat ve yakınlık maksadından başka bir maksatla yapılan
ameller
hiçbir şekilde ibadet olamaz. Görülüyor ki, dilimizdeki
kullanılışlarına
göre tapı, tapmak, tapınmak kelimeleri ibadetin değil, genel olarak
itaatın
mânâsı olabilecektir. Hatta tapmak ve tapınmak kelimelerinde az çok ne
yaptığını bilmemek gibi bir şuursuzluk mânâsı anlarız da bunları puta
tapmak,
haça tapmak gibi yerlerde kullanırız. Bundan dolayı "sana ibadet
ederiz"
yerinde sadece Türkçe olsun diye "sana taparız" veya "tapınırız" demek
dilimizin inceliğini kaybetmek olur. Kulluk etmek şuur (bilinç)
açısından
tapmak kelimesinden daha iyidir. Bu da ibadetten zayıf olan kulluğun
mânâsıdır.
Bununla beraber İslam'da bütün dinî nasların genel incelenmesi sonucu
yerleşmiş
olan şer'î (dinî) mânâdan önce kelimenin kökünden gelen lügat mânâsı
göz
önünde bulundurulduğu zaman bunların arasında bir ortak mânâ vardır ki,
ibadet denildiği zaman önce onu düşünmek ve Fâtiha'da da bundan
başlamak
gerekir. Şu halde o nedir?
Bu mânâ esas
maddesinin en genel olan mânâsı
ne ise odur ki, bu da " = ubudet" veya " = abed" masdarlarındandır.
Âbid
(ibadet eden) ve mabud (kendisine ibadet edilen) vasıflarının içinde de
yer almıştır. Yukarıda işaret ettiğimiz şekli ile ubudet, ubudiyet
(kulluk)
ve ibadet bir derece itaat mânâsını ifade ederler ki, en özel mânâsı
ibadet,
en genel mânâsı da ubudettir. Ubudet Arap dilinde kendini alçak tutma
mânâsını
içine alır. Kulluk alçalmayı açığa vurma, ibadet bunun daha kuvvetlisi
olarak eğilip tevazu etmenin, alçak gönüllülüğün ve hürmetin en son
derecesidir.
Bunun için tefsir âlimlerinin çoğu bunu (eğilip tevazu etmenin en son
şekli)
diye tefsir ederler. Bu da sebebini sormadan tam itaat mânâsına gelir.
Ebu Hayyan tefsirinde İbnü Sikkit'ten ibadetin her şeyden tecrid edilip
Allah'a yönelme mânâsından alınmış olduğunu da nakletmiştir. Kamusu
şerheden
mütercim Âsım Efendi'nin açıklamasına göre de ibadet hırs ve öfke
mânâlarına
gelen (abed) maddesinden alınmıştır. İbadet Allah'ın razı olduğu şeyi
yapmak,
ubudiyet (kulluk) de Allah'ın yaptığına razı olmak diye de tefsir
edilmiştir.
Çünkü şeriat dilinde ubudiyetin ibadetten bazen pek aşağı ve bazen daha
yüksek olarak kullanıldığı vardır. Hz. Muhammed (s.a.v.)'in ubudiyeti
ibadetten
daha özel bir mânâya gelir.
Bu mânânın
psikoloji ilmi açısından açıklanması:
İnsanın hayatı, tat ile acının güzergahı (geçidi) dır. İnsan ruhu;
acıdan
gocunur, taddan hoşlanır. Acı sebepleri karşısında öfkelenir veya
kızar,
insan faaliyetlerini düzenleyen işte şimdiki zamandan geleceğe bu korku
ile ümidin ard arda karşılaşması ve çarpışmasıdır. Ümit silindiği zaman
ümitsizlik kaplar, faaliyet söner. Korku silindiği zaman da azgınlık
kaplar,
sonuç düşünülemez, faydalı faaliyet yapılmaz, üretimin yerini tüketim
alır.
Ümidin içinde bir korku, korkunun içinde bir ümit yoksa vazife şuuru
hareketsiz
kalır, açları çalıştıran doymak ümidi, tokları çalıştıran açlık
korkusudur.
İnsan hayatı
iç ve dışın karşılıklı ilişki
içinde olmasıdır. Nefes almadan tutunuz da en incelerine varıncaya
kadar
hayatın sebepleri ve lezzetlerinin bir çoğu insana dışından gelir,
içinden
gelenlerin çoğu da kendi isteğiyle yaptığı bir şey değildir. İster
istemez
herkes, hayatının ümit ve korkusunun sebebi yalnız kendisi olmadığını
az
çok sezer. Bu da kendi kendisine bırakılan insanın bir hiç olduğunu
anlatır.
İnsanın bu acizliğini, bu duygusunu unuttuğu kendinden geçtiği zamanlar
gerçi çoktur. Fakat ne olursa olsun hiçbir kişi kendi kendine bu aczin
sahasından çıkamaz. Aklı olanlar da ümit ile korkunun bu çekicilik ve
iticiliğinden
ayrılamazlar.
Gerçekten
geleceğe göre insan ruhunda ne ümidin
sonu vardır, ne de korkunun. Yaratılışta ümit sebepleri sınırlı
olmadığı
gibi, korkunun sebepleri de öyledir. İnsan ruhu, zaman zaman belli
ümitler
ve belli korkular karşısında birbiri ardınca üzülürken bir taraftan da
bütünüyle belli olmayan, uçsuz, bucaksız ümitlerin, korkuların mutlak
etkisi
altında bulunur. Burada bütün ümitlerle bütün korkuların karşı karşıya
yer alarak bir noktada buluştuklarını görür ki bu da gerçeğin ta
kendisidir.
Ve o zaman kendisinde öyle bir ilgi uyanır ki, bu ilgi bir taraftan
bütün
sevgileri, diğer taraftan bütün korkuları içine alan bir korku ve ümit
heyecanı ile ortaya çıkar. İşte insan ruhunun böyle bütünüyle
etkilendiği
kayıtsız bir korku ve ümit sebebine karşı duyduğu bu ilgi yaratılışta
insan
fıtratında var olan kendisine ibadet edilen ve ibadet düşüncesinin
başlangıç
noktasıdır ki, bütün vazife duygusu bunda toplanır. Ve her şahsın
ahlâkî
cibilliyeti, geleceği, mutluluğu, mutsuzluğu bundaki ciddilik ile her
bakımdan
birbirine denktir. Ve insan bu duygusunu neye bağlarsa tapınılanı odur.
Bazen
cahillik ve bazen terbiye ve alışkanlıktaki
özellik dolayısı ile bazı vicdanlar yükselemez de belirli ve sınırlı
bir
ümidin baskısı altında veya bir korku tarafından yenilgiye uğramış
olarak
kalırlar. Ve ona belirli bir zaman içinde bütün varlığıyla öyle
bağlanır
ve öyle güçsüz olur ki, o lezzeti feda etmeye veya o acıya göğüs
germeye
kendisince imkan yok gibi düşünür. Artık o, bu ümidin sebebini öyle
sevmiş
veya o korkunun sebebinden öyle yılmıştır ki, bunlar ona bütün
sevgilerin
gayesi veya bütün korkuların sonu gibi görünür. Sanki birisi varlığın
ta
kendisini, diğeri yokluğun ta kendisini temsil eyler. Ve o zavallı
vicdanın
böyle sınırlı ve sonlu yaratılmış bir sebebe böyle bütünüyle
bağlanıvermesi
onun huzurunda öyle alçalmalara, öyle tapınmalara sürükler ki, bütün
şuur
o küçülmeye boğulur ve o andan ilerisini görebilecek akıldan iz kalmaz.
İnsanlara gerçek mabudu ve gerçek kulluk ilgisini unutturarak, bütün
belaları
meydana çıkaran şirkin esas kaynağı budur. Allah'a şirk koşanların
canlı,
cansız, türlü türlü putları, yalan ve haksız mabutları hep bu duygu ile
ortaya çıkmıştır ve insan hayatında hala böyle vicdanlar,
zannedildiğinden
daha çoktur. Hatta kendilerini, mabud ve ibadet düşüncesi ile hiç
ilgili
değillermiş gibi sananlar bile her an böyle mabud değiştirir dururlar.
Ve bütün hayatlarını mutlak şüphe içinde geçirirler ve kendileri
öldükten
sonra geride kalacakları, bir an bile düşünmezler. Fakat şurası bir
gerçek
olup kesin olarak bilinmesi gerekir ki, bütün varlığını geçici şeylere
bağlayan her gönül, zarara ve tehlikeye adaydır. Çünkü o geçici cazibe
bir gün olup kopacaktır. Hangi geçici varlık vardır ki, sana senden
önce
yıkılıp gitmeyeceğini ve senin bütün emellerini sana bağışlayacağının
sözünü
ve güvencesini verebilir? Ayağının altındaki yer, başının üstündeki
güneş
bile sana bu güvenceyi veremez. O güvenceyi Hayy ve Kayyûm (diri ve
ayakta)
olan yaratıcı Allah Teâlâ'dan başka verebilecek hiçbir şey yoktur. Ve
gerçekten
ibadet onun hakkıdır ve ancak ona ibadet edenlerdir ki, diğer ümitlere,
korkulara kendini tamamen kaptırmaz ve vazifesi yolunda şaşırmaz ve
onlardan
herkes faydalanır.
Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) buyurmuştur ki:
"Mümin taze ekin gibidir, rüzgar estikçe yatar, fakat yine doğrulur
kalkar.
Kâfir ise çam ağacına benzer, rüzgar estikçe gürler, amma bir kerre
yıkılırsa
bir daha kalkamaz." Çünkü kâfir ölümlüye, mü'min ise daima diri olan
Allah'a
bağlıdır.
Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in vefatı üzerine bütün
ashâb-ı kiram pek çok üzülmüş ve adeta şaşırmış idiler. Hz.
Ömerü'l-Fâruk
bile; "Peygamber vefat etmedi ve etmez, her kim öyle derse vururum."
demeye
kadar varmıştı. Fakat Sıddîk-ı Azam Hz. Ebu Bekir Efendimiz derhal
"Muhammed,
sadece bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir.
Şimdi
o ölür veya öldürülürse siz gerisin geri küfre mi döneceksiniz? Kim
geri
dönerse, Allah'a hiçbir ziyan veremez. Allah, şükredenleri
mükafatlandıracaktır."
(Âl-i İmran, 3/144) âyetini okuyup; "Ey müminler! Eğer Muhammed'e
ibadet
ediyorsanız işte o vefat etti ve eğer onu gönderen yüce Allah'a ibadet
ediyorsanız O ölmez diridir." meâlindeki nutkunu söyleyince ashab-ı
kiram
kendilerine gelmişlerdi. Bu gerçek her zaman, gerçeğin ta kendisi ve bu
kanun, her vakit geçerli olan bir kanundur.
Gönüller
ölümlü şeylere bağlandığı zaman,
çok vakit ümidin başlangıç noktası ile, korkunun başlangıç noktasını
başka
başka görür ve o zaman bakarsınız bir tarafta güzel sevgi mabudları,
bir
tarafta da kahraman korku mabudları dizilmiştir. İkisinin arasında
kalan
zavallı kalb ikisine de kendini sevdirip korkusunu gidermek, ümidine
ermek
için ne heyecanlarla kıvranır, akıl almaz saçmalıklar ve küçülmeler ve
saygı göstermeler meydana koyarak çırpınır, tapınır ve onun düşüncesine
göre bu bir ibadet olur. Fakat ne fayda ki, ona göre ümidi veren başka,
korkuyu veren başkadır ve bunları birleştiren, her şeye hükmeden bir
başlangıç
noktası yok. Böyle olunca da bütün çalışmaları boşa gider ve saçma
olur.
Ve o gönül, birbirine zıt olan bu iki kuvvetin sürekli kavgasından
doğan
bunalımın bir savaş meydanıdır. Artık bir sükunet ve gönül rahatlığını
duymak ihtimali yoktur.
Ümit ve
korku
bir başlangıç noktasından gelen
ve yine onda birleşen olumlu ve olumsuz
birer etki şekli olarak duyulmalıdır
ki, birinin yerine diğerini yerleştirmek imkanı doğsun da kalb bir
sükunet
duyabilsin ve hayatında onunla yürüsün. Susuzluğumdaki içimin yanması
ve
suyu içtiğim zamanki sevinç eğer su kaynağının biri olumlu, biri
olumsuz
olan etkilerinden meydana gelmiş ise her susadığım zaman suya koşmanın
bir anlamı vardır. Fakat bunların biri suyun, diğeri ateşin etkileri
ise
ve su ile ateş arasında hükmeden bir ortak kaynak da yoksa ateşten
suya,
sudan ateşe koşmak sonsuz yorgunluktan başka hiçbir sonuç vermez.
Bundan
dolayı ümit ile korkunun bir kaynakta birleştirilmesi bu itibarla da
gereklidir
ve bir tek Rabb, ayrı ayrı rabblerden hayırlıdır. Halbuki yukarıda
açıkladığımız
şekilde yok olan şeylerde bu birlik er geç ayrılmaya mahkumdur. Ve
gerçekten
bir olan Allah; benimle hissimi, hissimle dışımda kalan şeyleri
birbirine
bağlayan ve düzene koyan Allah Teâlâ'dır ve ben O'na ibadet, O'nun
kanununa
itaat etmeliyim.
Kısacası
beşerin fıtratında ibadet, ruhu büyüleyen
en yüksek sevgi ile en yüksek korkunun biraraya gelmesinden ve
tokuşmasından
çıkan korku ve ümit şimşeği içinde sevgi neşesi ile ümid zevkinin galip
gelmesini görmek için tam acizlikten mutlak kuvvete yükselme maksadı
ile
boyun eğilerek yapılan bir iştir ki, hem dışta, hem içte en son bir
küçülme
ile, en son bir saygı göstermeyi içine alır ve gerçeklik oranında kalbe
gönül rahatlığı ve sükunet bırakır. İbadet ederken dünyadan ve bütün
benliğinden
tecrid edilerek Allah'ına öyle tam bir edeb ve gönül alçaklığı ve öyle
tam bir hürmet ile itaatı arzeder ve boyun eğer ki, tam saygıya aykırı
bildiği en küçük bir hareketten bile sakınır. Bunun için kibir ve riya
ile birleşmez, açık ve gizliye bölünmeyi kabul etmez. Hakkıyla ibadet,
mutlak güçsüzlük ile tam kuvvetli olmanın, tam aşağılık ile tam
yüceliğin,
korkular içinde titreyen ümit ile istekleri gerçekleştiren Allah'ın
karşılaşma
cilvesi (görüntüsü)dir. Beceriksizliğini hissetmeyen kibirliler, hiçbir
korku yokmuş gibi görünen gaflet içindeki iyimserler, hiçbir ümit
beslemeyen
ümitsiz kötümserler bu şereften mahrumdurlar.
Bu gerçekleri
özetlemek için müfessirlerin
en büyükleri nün meâlini şöyle anlatırlar: Ey Rab! Biz başkasına değil,
yalnız senin rububiyetini ikrar ve itiraf ederek ancak sana boyun
eğeriz
ve yalnız sana zilletimizi arz ederiz ve ancak sana itaat etmekle iç
huzuru
ve rahatlığı, gönül rahatlığı buluruz. Çünkü bütün korku ve ümidimizin
ilk ve son dönülecek yeri yalnız sensin, sen korku vermezsen korku yok,
sen ümit vermezsen ümit yok; tat duyurmadın mı herşey acı, acı
duyurmadın
mı her şey tatlı, ruh senin mülkün, madde senin mülkün, bütün beden
senin
mülkün; bize verdiğin duygular, meyiller hayale dalmalar, akıl
erdirmeler
ve iradeler ile vicdan duygusu da senin lütfun, senin merhametindir. Bu
"vicdan duygusu" ise bütün gönül rahatlığını, sana hamd ve şükretmek
ile
dostluğu ortaya koymak için ancak senin emrine vermekte buluyor. Bütün
akıllar, bütün kâinat da buna şahittir.
Burada nefsin
gururu şöyle bir soru sorar:
Ruh ve vicdan alçalma değil yükselme ister, ibadet ise alçalma anlamını
kapsadığına göre yükselecek olan ve hele yükseldiğini hissetmiş bulunan
kimseler için alçalma olmaz mı? Artık o yüksek kafalar alınlarını yere
nasıl koyabilirler? Böyle bir soru, içindeki cevabı görmemekten
kaynaklanan
bir kibri açığa vurmaktır. Yükselmek istemek, yükselmek ihtiyacını
kabul
etmektir. Bu da bir taraftan kendi acizliğini, diğer taraftan
yüceliğini
beğenme ile mümkün olur ki, ibadet bu mânânın en yükseğini anlamaktır.
İkinci olarak yükseldim demek, yükselmediğini ilan etmektir. Böyle bir
iddia hem yüceliği ve ilerlemeyi sınırlı görmek, hem de düşme
ihtimalinin
imkansız olduğunu zannetmek gibi büyük bir kabahat sayılır. Halbuki
yücelme
mertebeleri sonsuzdur, düşme tehlikesi ise her zaman vardır. İbadet de
kibir ve gurur hastalığının yegâne (biricik) ilacıdır.
Üçüncü
olarak; Allah Teâlâ'ya ibadet etmedeki
alçalma ve hürmet, insan vicdanı için mümkün olan her türlü yükselmenin
üstünde bir yücelik temin eden (Allah'a) bağlanmanın bir delilidir ki,
bayağı gönüller o kadar yüksekliği kendilerine layık bile göremezler de
imkansız sanırlar.
"Kâinatta ben
Allah'tan başkasına hürriyetimi
veremem ve ancak ona ve onun emrine boyun eğerim, itaat etmeyi sever,
isyandan
nefret ederim, iyiliğe koşar, kötülükten sakınırım, iyiliğin başını da
hakta bilirim. Allah'ın emrine uymayan, Allah Teâlâ hesabına yapılmayan
hiçbir şeye ölürüm de baş eğmem. Çünkü ben yoktum O beni var etti ve
terbiye
edip bana hürriyet verdi. Bu can, bu vicdan ve bu hürriyet bende O'nun
bir emanetidir. Bunu yapan isterse sonsuz defalar daha yapabilir.
Bundan
dolayı onun yolunda her şeyi feda ederim. Dilediği zaman alacağı canımı
da feda ederim. İstediği zaman yıkıp, istediği zaman yapabileceği
dünyaları
da feda ederim. Bu uğurda acılara katlanır, iyilik ve haksızlıklara
göğüs
gererim. Katlanamaz, geremezsem ölürüm. Onun emri; zaten öleceğim.
Ölürsem
de böyle bir imanla, böyle bir dostlukla ölürüm. Başlangıcım toprak,
sonum
toprak olur. Allah'tan gelir Allah'a giderim. İşte ben Allah' ın böyle
bir kuluyum. Kendime kalırsam bir hiçim, O'na bağlanmakla herşeyim..."
diyebilmek ve buna içten bağlı olmak ne kadar büyüktür. Ve insan için
bundan
daha büyük bir kuvvet, bir yücelik nasıl düşünülebilir? Bununla beraber
bu konuda Fâtiha, "ben değil, biz deyiniz" diyor.
Gerçekten
diyerek Livâü'l-hamd (peygamber
sancağı) altında toplanan ve yirmi otuz sene içinde Allah'ın yüceliğini
bütün kâinata yayan ve ispatlayan ilk müslümanlar bütün bu duygu içinde
idiler. Bu duyguyu kaybedenler de dünyaya boyun eğdiler. Şüphesiz ki,
bu
antlaşma ağır bir yüktür. Fakat Hakk'ın yüceliği karşısında hak
edilecek
yücelik de hafiflikle elde edilecek ve erilecek bir hedef değildir. Ve
kulun kendi güçsüzlüğü, böyle bir sözleşmeye kendi kuvveti ile
girişmesine
engeldir. Bunun için "Ancak sana ederiz kulluğu, ibadeti." derken, aynı
şekilde "Ancak senden dileriz yardımı, inayeti." diye yardım isteğinde
bulunmak gereklidir. "istiâne
ederiz" demektir. İstiâne, avn talep
etmek başka bir ifade ile maûnet istemek daha Türkçesi yardım
dilemektir.
İstekli veya isteksiz onu vermeye de iâne (yardım) denir. Muâvenet ve
teâvün
de karşılıklı yardım demektir. Bundan dolayı istiâne (yardım dileme)
ile
bunları birbirinden ayırmalıyız. Çünkü burada "hasr" denilen tahsis,
yardım
dileme hakkındadır. Bu yardım dilemenin ne gibi konularda olduğu
zikrolunmamıştır.
Böyle olan yerlerde de üç mânâ ihtimali vardır:
1- Bağlı
olduğu şeyi göz önünde bulundurmaksızın
bizzat yardım dileme işini kasdetmektir ki genel olsun, özel olsun
yardım
dilemek denilen işi "biz ancak sana yaparız" demek olur.
2- Bağlı
olduğu genel bir hususu takdir ederek
her konuda, her işte yardım dilemeyi kasdetmek. Bu iki mânâ meâlde
birleşir.
Fakat önceki mânâ daha beliğ, bu mânâ ise açık olur.
3- Özel bir
karineye dayanarak yardım dilemenin
bağlı olduğu özel şeyi varsayarak falan konuda yardım dilemeyi
kasdetmektir.
Burada ise ibadet karinesiyle bu üçüncü ihtimal akla gelebilirse de
sözün
kısaltma ve tahsis suretiyle tevhide yönelik olması ve hepsi Allah'a
has
olan hamdin açıklanması yönünde söylenmiş bulunması buna engeldir. Ve
her
halde İbnü Abbas (r.a.) hazretlerinden de rivayet edildiği üzere genel
yardım dilemeyi gerektirir ki, bu da birinci veya ikinci şekillerden
birisi
ile olur. O halde müfessirlerin açıkladığı gibi mânânın özeti: Ey Rab!
Biz gerek sana ibadet ve itaatımızda ve gerek diğer işlerimizin
hepsinde
ancak senden yardım dileriz, senden başka kimseden yardım dilemeyiz,
seni
tanımayan kâfirler başkasından yardım dilerler. Biz ise ibadetimizde
katıksız
ve içtenlikle bütün işlerimizde ancak senden yardım dileriz demektir.
Beydavî'nin
belirttiğine göre yardım iki çeşittir:
Birisine gerekli yardım, diğerine gerekli olmayan yardım denilir.
Gerekli
olan yardım, onsuz fiilin meydana gelmesi mümkün olmayandır. İşi yapan
kimsenin gücü, düşüncesi ve işin yapılacağı aletin ve maddenin
bulunması
gibi ki, bunlar toplandığı zaman insan güç ve kuvvet sahibi olur da
kendisine
gerçekten teklif yapmak sağlıklı olur. Gerekli olmayan yardım da işin
meydana
gelmesini kolaylaştıran şeylerdir. Bu taksim şekli usul ilminde
kudret-i
mümekkine ve kudret-i müyessire adı altında yapılır.
Önce bu âyet
bize gösteriyor ki, bütün yardımlar
Allah'ındır fakat istek bizimdir. Ve buna çalışıp kazanma veya cüz-i
irade
de denilir ki, asıl kuvvet ve güç yetirmek bu istek ile yardımın
birleştiği
zamandır. Bu da işin meydana gelmesi ile beraber olur. Bundan dolayı
felsefenin
rahatsız edici teorilerine boğulmaksızın 'den şunu anlıyoruz ki, bize
bir
istek yetkisi verilmiştir. Bu şekilde bizden birisi isteğimizle, diğeri
isteğimiz dışında iki iş meydana gelir ve her ikisi de bizden meydana
geldiği
ve bizimle ayakta bulunduğu için (özetle onun yeri biz olduğumuz için)
bizim işimiz sayılır ve bize isnad edilir. Mesela nefes alan biz,
uyuyan,
ölen biz olduğumuz gibi yiyen, içen, oturup kalkan, şunu bunu
kımıldatan
veya yatıştıran da biz oluruz. Ve bunlardan isteğimizle olanların yakın
sebebi biziz. Fakat bütün sebebi ve tam sebebi biz değiliz. Çünkü biz
bunda
gerekli yardıma muhtacız. Mesela benim elim ile iradem arasındaki
gerçek
ilişki kurulmamış olsaydı, istediğim zaman elimi oynatamıyacaktım.
Nitekim
bazı organlarımı öyle oynatamıyorum. O halde yaratıcı biz değiliz;
yaratma
olayı yalnızca en yakın sebebe bağlı değil, bütün sebeplerin biraraya
gelmesine
ve toplamına bağlıdır. Demek ki, isteğimizle yaptığımız işler, bir
isteyen
ve yapan kimse ile bir yaratıcı fail arasındaki bağlılığın toplamını
ifade
eder. Bütün cisimlerin yalnız kendine ait özelliği hareketsizlik olduğu
gibi ruhun özelliği de bir faaliyet ve hareket isteğidir. Yaratıcıya
ait
faaliyet ise yaratıcı yüce Allah'ındır. Araba ilerliyor, makina işliyor
deriz. Bunlar zorla ve mecburi olarak yapılan işler olduğu halde işin
yeri
onlar oldukları için ilerlemeyi ve işlemeyi onlara isnad ederiz. Bizim
nefes almamız, kan dolaşımımız gibi hareketlerimiz de böyledir.
Kurulmuş
bir makina, işlemek için başlangıçta bir çalıştırmaya muhtaçtır. Bunu
ise
cansız makina kendisi yapamaz veya isteyemez. Canlı bir makinist veya
şoför
yapar ve ancak canındaki bir istekle yapar, canı ister ki, eli
makinanın
anahtarını tutsun da hareket etsin. Makinistin canı bu isteği bu
iradeyi
yaptığı anda bir de bakarsın hareket yok iken yaratılmış olur ve makina
da işlemeye başlamıştır. Bu şekilde işleyen, o hareketin yeri olan o
makinadır.
İşleten o hareketi isteyen makinisttir. Yaratan o hareketi baştan sona
kadar yoktan var eden Allah Teâlâ'dır. Her işimizde bu üç derece apaçık
görünen bir gerçektir. Artık ne cebriye veya maddeciler gibi insanı
ruhsuz
bir makina farzettirmeğe çalışmalı, ne de onu ruh ve maddenin
yaratıcısı
olan Allah Teâlâ gibi farzettirmeye (saymaya) uğraşmalıdır.
Gerçi yüce
Allah'ın tecellilerini görmek için
her türlü incelemelere, düşünmelere girişmek iyi bir şey olduğunda
şüphe
yok ise de bu arada girdiği yolu kaybedecek ve zahirin gerçeğini inkar
edecek bir şekilde dalıp gitmek sonu gelmeyen bir sapıklık olur.
"Varlığı
istemek" mânâsı ile "varlığın kendisi" mânâsını birbirinden ayıramamak
tuhaf bir düşünce olur. Acaba istemek de bir iş değil midir? Ve bu da
bir
isteğe muhtaç olmaz mı? Bundan ya teselsül veya cebr veya halk gerekmez
mi? gibi soruları kesip atan mantığa uygun cevaplar yok değildir.
Teselsül
gerekmez, çünkü bir şeyi istemeyi istemek de istemenin bizzat
içindedir.
Cebr gerekmez, çünkü fiil araba sürükler gibi yapılmış değildir.
Yaratmak
da gerekmez, çünkü istek aslında var olan bir şey değildir. Varlıklar
arasında
bir bağdan bir ilişkiden ibarettir. Varlık ilişkisi ise varlığın
kendisi
değildir ki, ilişkiyi kurmak varlığı yaratmak olsun. Başka bir ifade
ile
tereddüt iki düşünce arasında bir zihin hareketidir. Bu harekette zihin
mekik gibi iki tarafa gidip gelirken bunda karar bulunca öbürüne bir
daha
gitmemek gibi ilişki kurmamaktan başka birşey yapmış değildir ki, buna
varlığın yaratılışı denilsin. Bundan dolayı küllî irade denilen irade
gücü
mahluk sayılmıştır. Fakat insanın elinde olan irade, istek ve seçme ile
kesb dediğimiz karar, yaratılmış değildir ve bizim bir ilişkimizdir.
Bunlarla
istek ve iradenin varlık sınırını ve özündeki sırrı tamamen
kavrayamazsak,
o da Allah Teâlâ'nın gerçek mahiyetini anlayamadığımızdan ve
anlayamayacağımızdandır.
Bundan dolayı, önceki apaçık gerçek görünüp dururken metafizik denilen
bu vadide saplanıp kalmak tehlikeli bir yoldur ve işte bu dalgınlıklara
meydan bırakmamak için Fâtiha'da cümlesinin içinde istek yetkisi bizim,
yardım ve kuvvetin Allah Teâlâ'nın olduğu pek güzel anlatılmıştır.
Artık
müslümanlığı ne cebriyelik (determinizm) ile, ne de onun zıddı olan ve
insan kendi yaptıklarının yaratıcısıdır diyen kaderiyelik ile yani
kaderin
olmadığını öne süren bir görüşle itham etmeye kimsenin hakkı yoktur.
Yalnız
irade-i cüziyemiz ve tercih hakkımız var denildiği zaman, bazıları bunu
yanlış anlıyorlar da bizim cüzî irademizin her zaman iş görmekte
yeterli
olduğunu zannediyorlar ve isteklerinde başarılı olmadıkları zaman her
konuda
cebriyeliğe (determinizme) meyl ediyorlar. Böyle düşünmek bir taraftan
"istek"i yaratmak zannetmek, diğer taraftan bizim isteğimize ve
isteğimizde
isabet etmemize Allah Teâlâ'nın sonsuza kadar müdahale etmeyeceği
iddiasında
bulunmaktır. Halbuki böyle bir düşünceye yer yoktur. O'nun muvaffak
kılması
ile bizim isteğimize paralel sonuçlar yaratılıyorsa bu arada o
paralelliği
kaldırarak lehimize veya aleyhimize bizzat tasarrufu icra etmeye ve
şer'î
ifadesi ile yardım etmeye ve yardımcısız bırakmaya da gücü yettiğinde
şüphe
edilemez. Allah, yolunda gidenlere, zamanı gelir tevekkül ve
dayanmalarını
artıracak şekilde fazlaca iyilik eder ve nimet verir. Yolunda
gitmeyenleri
de bunun tersine zarar ve sefalete uğratmış olur. Dünyada da mükafat ve
ceza veya iradesini, hatırlatma ve uyarma mânâsını ifade eden bu
noktalarla
ilgili birçok âyetler göreceğiz. Bunlardan bazıları şunlardır: "Ben
işimi
Allah'a bırakıyorum." (Ğâfir, 40/44) İşi Allah'a bırakmak bu nükteye
aittir.
"Allah Teâlâ kaza ve kaderini infaz etmek isterse akıl sahiplerinin
akıllarını
alıverir." hadis-i şerifi de bunu açıklıyor. Bunlarda cebir meselesi
değil,
güzeli isteme ve kötüyü istemekle ilgili ince irfanlar bulunur. "Bazan
hoşunuza gitmeyen birşey, hakkınızda iyi olabilir ve hoşunuza giden bir
şey de hakkınızda kötü olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz."
(Bakara,
2/216) âyet-i celilesi de bu nüktede diğer bir mânâ ifade eyler ve
artık
burada bu kadar hatırlatma yeterlidir.
Görülüyor ki
iki haber kipi cümlesinden oluşan
bir âyettir. Bununla beraber örfe göre dilek kipinde kullanılan yemin,
anlaşma ve sözleşme kipleri cinsinden olup zaruret yolu ile dilek
mânâsını
da ifade ederler ve bu şekilde bir kabul ve bir taahhüt meydana
getirirler
ki, bu kabulün gereği olan teklifi önceki işaretiyle içine almış
oluyordu.
Burada Allah ile kullar arasında bir anlaşma şeklinde gayet derin ve
gayet
kapsamlı bir bey'at akdi, hukukî bir sözleşme, ifade edilmiş ve
yazılmış
oluyor ki en derin, en büyük bir yaratılış kanununun yani pratik ve
sosyal
bir sırrın, güzel söylemenin özlü bir açıklamasıdır. Biz bu âyetteki
belağat
ve hikmetin zevkine doyulmak ihtimalini göremiyoruz. Nerede bir hayat
görürseniz
orada mutlaka bu kanunun bir hükmünü görürsünüz. Şu kadar var ki,
kâfirler
bunun ardından şuursuz olarak gövdeleriyle sürüklenir. Müminler de bunu
gövdelerinden başka akıl ve duygularıyla da yaşarlar.
Ne güzeldir
ki, Fâtiha'nın tam ortasında konuşma
hakkı bizim sosyal vicdanımızla kulluk dilimize verilmiş ve sözleşme
bizim
kulluk dilimizden ve sosyal vicdanımızdan dile getirilmiştir. Bunda
kulluk
duygusunun Allah'ın sözünün belirleme yeri olduğuna büyük bir uyarma
vardır
ki, "Allah bir insanla (karşılıklı) konuşmaz. Ancak vahiyle yahut perde
arkasından konuşur." (Şûrâ, 42/51) "Onu er-Rûhu'l-Emîn (Cebrail)
indirdi.
Senin kalbine..." (Şuarâ, 26/193) âyetlerinin mânâlarıyla ilgilidir. Bu
bize şöyle bir uyarma da yapmış oluyor: "Size görünmeyen gibi gelen
Allah'ın
sözü olmasa idi sizin konuşma hakkınız olamazdı. Siz konuşuyorsanız
şüphe
etmeyiniz ki söylemek, maksadı tebliğ etmek kuvvet ve niteliğini
yaratıcınızdan
ve onun yardımından alıyorsunuz. Anlayınız ki, sizin kendi varlığınız
gibi,
konuşmanızın da başlangıcı yüce Allah'tadır. Siz mânâ ve maksadınızı
başkalarına
tebliğ ederken ve anlatırken Allah Teâlâ'yı bu kuvvetten yoksun
zannetmeyiniz.
Bundan dolayı yüce Allah'ın indirdiği Kur'ân'ı bütün sosyal
vicdanınızla
dinleyip anlamaya ve tatbik etmeye çalışınız."
Burada bize
Allah'ın zatı ve sıfatından sonra
Allah'ın ahlâkından büyük bir örnek de telkin ediliyor. Allah ile
kullar
arasında karşılıklı şartlara dayanan bir antlaşma şeklinde yazılı
sözleşme
akdi ile ne büyük bir Rahmanî ahlâk olduğunu iyi düşünmek gerekir. Bizi
yoktan var edip biraz terbiye ettikten sonra yine sırf rahmeti ile bize
dünyada geçici olarak ihsan ettiği bağışlarını bizim gerçek mülkümüz
imiş
gibi ebedîleştirmek ve ebediyen nemâlandırmak için yüzyüze gelmesinde
adeta
denk bir rütbe ve bir onur veriyor. Rab olmasından dolayı kendi
haklarını
bize vazife olarak yalnız emir ve teklif ediverecek yerde aslında
hiçbir
hukuku olmayan bizlere de mülkiyet ve haklar tanıyarak ikisini mübadele
ediyor ve bizim haklarımızı da kendi rahmetinin sorumluluğuna alıyor.
İbadet
ve kulluk onun hakları ve bizim vazifelerimiz. Buna karşılık, dünyada
talep
ve yardım, ahirette mükafat ve cezalandırma bizim haklarımız, onun
yalnız
kendi gerekli görmesi ile rahmet ve hikmetinin vecibeleri oluyor. Ve
hatta
kul haklarına Allah hakkından daha fazla dikkat ediliyor ve önem
veriliyor.
Rahmet, kulluktan öncedir, fakat kulluk da yardım dilemekten öncedir.
Demek
ki, vazife istemek hakdan öncedir. Ve halbuki Hakk'ın rahmeti ve hakkın
oluşması daha öncedir. Ve bu şekilde vazife ve hak arasında tam bir
ilişki
(connoter) vardır. Şüphe yok ki, böyle bir muamele Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in:
"Allahın ahlâkı ile ahlâklanınız." hadis-i şerifinde işaret ettiği
Allah'ın
ahlâkının en şayan-ı hayret tecellilerinden biridir.
İkincisi bu
âyette, topluma ve sosyolojiye
de büyük bir önem verilmiştir.
Çünkü akit
(sözleşme) "ibadet ederim, yardım
dilerim" gibi birinci şahıs kipi ile yapılmıyor da diye çoğul yani
birinci
şahıs çoğul kipi ile yapılıyor.
Müfessirler
burada, cemaatla ibadetin faziletine
işaret vardır diyorlar, şüphesiz öyledir. Fakat cemaat faziletini iyice
düşünmeliyiz. Cemaatle ibadet etmek için cemaatin oluşmuş bulunması
lazımdır.
Halbuki
cemaat kuru bir kalabalık demek değil,
aynı duygularla birlik halinde hareket edebilen düzenli bir kurul
demektir.
Bundan dolayı cemaatin oluşması bir ruha ve sosyal bir antlaşmaya
bağlıdır.
Sosyal antlaşma ise henüz içinde bulunduğumuz akit ve sözleşme ile
oluşacaktır.
İslâm cemaatinin oluşması da Fâtiha'nın inmesinden sonradır. Bundan
dolayı
arada tuhaf bir zaman kusuru var zannedilir. Fakat gerçek öyle
değildir.
Sosyal ruh, önce tek kişilerde yerleşir, kişinin vicdanına ne vakit
kardeşlik
duygusu girer ve onu kibirden, darlıktan, bencillikten çıkararak
genişletirse
o vicdanın genişliği oranında bir cemaate aday olur. Bu genişlik, bir
arkadaşlıktan
bir aileden tutunuz da dünyaya egemen olan devletlere kadar gider.
Vicdan
darlığı, cehalet ve kibir ile beraberdir. Gönül ferahlığı da denilen
vicdan
genişliği ise korku ve ümitte, kıvanç ve kederde yükselmiş bir anlayış
ve irfana ve bundan dolayı alçak gönüllülük gösterme ve merhamet, sabır
ve tahammül gibi güzel huylarla beraberdir. Kibirli, dar bir vicdan
yalnız
kendini sever ve yalnız kendisi için korkar. Ümidi kendisine, korkusu
yine
kendisine aittir. Ona göre fayda onun faydası, zarar onun zararıdır.
Bir vicdanda
bu sevgi ve korku yükselip de
bir diğerini dahi kendisi gibi, en azından kendisine eşit bir değerle
görmeye
ve onun faydasından kendisininmiş gibi memnuniyet, zararından
kendisininmiş
gibi üzüntü duymaya başlarsa o vicdanda sosyal ruh oluşmaya başlamış
olur.
İnsan kelimesinin bir aslı olan üns (alışkanlık) ve müvâneset denilen
karşılıklı
samimiyetin başlangıcı budur. Böyle bir duygu ise iki denk kuvvet
arasında
bir ortak toplayıcı hissini duymaktır ve işte bu toplayıcı duygu
kardeşlik
hissinin başlangıç noktasıdır. Bu his fiilen yaşandıkça o topluluk
kuvvet
bulur; bu his, bu topluluk ne kadar genişlerse ve ne kadar kuvvet
bulursa,
kibir o oranda azalır ve sosyalleşme ve medeniyet de o oranda genişler
ve kuvvetlenir. Bu sosyal ruhun kurulabilmesi öncelikle fıtrî bir Allah
vergisi ve ikinci derecede çevrenin bir yansımasıdır. Ve her iki görüş
açısı ile yaratılıştan var olan terbiye ile sonradan elde edilen
terbiyeden
etkilenir. İşte vicdanında böyle bir sosyal ruh yerleşmiş olan kişi,
vicdanının
genişliği ve kuvveti oranında bir sosyal toplumun oluşmasında başlangıç
noktası olur. Bu vicdanın duyduğu o topluluk, taşıdığı sevgi ve
korkunun
temeli ne ise kardeşlik duygusunun derecesi o kadardır ve aday olduğu
toplumun
sınırı da odur. Bu şekilde çeşitli milletleri ayıran, çeşitli ve birçok
toplumlar ve onlara uygun olan ruhlar oluşur ve bir toplumda insanlar
ne
kadar bencilleşirse sosyal ruh da o kadar daralır ve genel olan toplumu
parçalar, cemaatini ve kardeşlerini de o oranda azaltır. Fakat bunda ne
sevgi, ne de korku; ne fayda ne zarar bütün sınırları ile temin edilmiş
olmaz. Ve bunun tam aksine, bir toplum ne kadar geniş ve kapsamlı ise
sosyal
ruhu o kadar genişler ve dar çerçeveli küçük toplumları o oranda
kendine
katarak yükseltir. Böylece sosyal açıdan sevgi ve korku; fayda ve zarar
da son sınırına dayanmış olur. Bunun için toplumu büyülten veya
küçülten
en önemli sebebin, sosyal ruhundaki genişlik derecesinde ve vicdan
kuvvetinde
aranması gerekir. Toplumda genişleme var da, vicdanda kuvvet yoksa, o
toplum
idare edilemez. Dağılmaya, parçalanmaya ve küçülmeye mahkum olur.
Vicdanda
kuvvet var, fakat toplumda genişleme yoksa o toplum büyüyemez. Sonunda
büyük bir toplum tarafından yutulur.
Acaba insan
ruhunda sevgi ve korkunun bütün
sınırlarını kuşatan en kapsamlı ve en kuvvetli sosyal etki ne olabilir?
Zıddı, benzeri, ortağı bulunur farzedilebilen hiçbir şey böylesine
kapsamlı
bir kuvvete sahip olamaz. Ortağı ve benzeri bulunmayan da ancak yüce
Allah'tır.
Çünkü mukabili lizatihi batıl, geçersiz ve imkansız olan ancak O'dur.
Ve
bunun için bütün şükür ve hamdler O'na aittir. Bunu duyan ve kuvvetle
yaşayan
vicdanlar, evrensel bir toplumun üyesi olmaya aday bir sosyal ruha
sahiptirler.
Ve ancak bu toplum ile kardeşlik duygusu en son haddini bulur ve daha
yukarısı
düşünülemeyecek bir sosyal kurul oluşabilir ve onunla yüce Allah'ın
rızasına
erişilir.
İşte
Fâtiha'da yüce Allah kendisini önce akıllı
kişilere duyurarak vicdanlarında bu sosyal ruhu terbiye ve
kuvvetlendirmek
için her birinden diye söz ve misak alırken her şahsın ikrarını; bütün
insanlığı ve bütün âlemleri kapsayan büyük bir sosyal kurulu temsil
eden
bir kardeşlik duygusu ve bir sosyal vicdan ile alıyor da "na'budü ve
nesta'in
= ibadet ediyoruz ve yardım diliyoruz" dedirtiyor. Çünkü birinci çoğul
şahıs, ikinci ve üçüncü şahıs çoğullarına benzemez. Bunda gerçekten söz
söyleyen yine bir tek kişidir. Fakat o tek kişi kardeşlerini temsil
ederek
yalnız kendinden söyler de "biz" der ve ne vakit bir insan topluluğu,
insan
topluluğu olarak söz söylemek isterse içlerinden biz diye
söyliyebilecek
birinin başkanlığı altında toplanırlar da hepsi ona söyletirler, yoksa
onların hepsinin birden ben, ben, ben diye bağırması bir topluluğun
konuşması
sayılmaz da ayrı ayrı şahısların konuşması sayılır.
Bundan
dolayı
birinci çoğul şahıs, gerçekte
birinci şahısın başkalarıyla beraberolması
demektir. Ve bu şekilde diyen, bir
kişi olacak ve bununla beraber bunu söylerken vicdanında hissettiği
kardeşlerini
de temsil etmiş bulunacaktır. Bu kardeşlik insanı koruyan ve amellerini
yazan hafaza meleklerinden başlıyıp hazır olan veya olacağı
düşünülebilen
insan topluluklarına kadar gider.
Her kişi,
Fâtiha ile bu anlaşmayı yapar ve
sağlamlaştırırken, bir insan topluluğunun imamı derecesindedir. Ve bu
mânâ
dolayısı ile Hanefi mezhebinde imamın arkasında namaz kılan cemaat ne
Fâtiha,
ne başka hiçbir şeyi okumaz da hepsinin hesabına yalnızca imam okur.
Çünkü
Kur'ân okumak Allah Teâlâ ile konuşmak anlamındadır. Yalnız başına
namaz
kılan kişi ise henüz gerçekte oluşmamış, fakat düşünce halindeki bir
cemaatin
imamı yerinde olduğundan mutlaka Fâtiha ve sûreleri okur. Ve bu gibi
kişiler
çoğalıp tanıştıkça gerçekten cemaat de kendiliğinden ve kolayca oluşur,
hemen içlerinden birini imam tanıyarak ona uyarlar ve sosyal güçleri de
imamları ile orantılı olur. "Siz nasıl iseniz başınıza öylesi gelir."
İslam
dininin namaz hükümleri etraflı olarak bilinir, düşünülürse bunun
inceliklerini
anlamak mümkün olur. Ve her namazda Fâtiha okumanın esas hikmeti de
meydana
çıkar.
Demek ki,
henüz böyle bir cemaat gerçekten
yokken bu ruhun bir kişide yerleşmesinden daha sonra büyük bir sosyal
kurul
oluşabilir. Ve bu şekilde sosyal ruh, sosyal vücuddan önce olduğundan
bir
kişi, bir cemaatin bütün vicdanını onun oluşmasından önce de taşıyarak
onu temsil eder ve o duygu ve vicdan ile Allah Teâlâ'ya anlaşma akdini
yapabilir. Ve bu meselede hiçbir devir kusuru yoktur.
İşte İslâm bu
büyük ve benzersiz sosyal ruhun
kendisidir ve onun gerçek anlamıyla barındırdığı toplum ve medeniyet
kavramının
üstünde hiçbir toplum düşünülemez. Bunu ise pek küçük ve dar vicdanlar
yaşıyamazlar, küçük küçük ilâhlar ararlar ve kardeşlik çerçeveleri ne
kadar
küçülürse o kadar rahatlık duyacağız zannederler, fakat duyamazlar. Bir
müslümanın kalbindeki güven, metanet ve sükunete bir türlü eremezler.
Bu şekilde
İslâm cemaatinin kuvveti, kişilerin
çokluğu ve İslâmî vicdanlarının kuvveti ile doğru orantılıdır. Ve
toplum
yapısı var olup kuvvetli iken şahsın bu sosyal ruhu duyması ve taşıması
kolay olur. Fakat cemaatin yapısı zayıf olduğu zaman böyle bir vicdan
taşımak
zor ve hele henüz gerçekten cemaat yokken böyle sonsuza eren kuvvetli
bir
vicdana sahip olmak, bütün dünyayı tutacak olan bir bütünün ruhuna
sahip
olmak demek olduğundan, bizzat bir ilâhî destekten başka şekilde göğüs
gerilemeyen çok zor bir şeydir. Ve bu makam, peygamberlerin ve
özellikle
son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)'in makamıdır.
Gerçekten
yüce Allah da Fâtiha'da önce bu
akdi büyük dostu Muhammed Mustafa (s.a.v) Efendimiz'in risaletpenah
kalbine
vahiy ile yaptırmış ve bu anlaşmayı onun sosyal vicdanı ile kulluk dili
ile ona söyletmiştir. Bundan dolayı tam anlamıyla diyebilen sadık ve
tasdik
edilmiş en mükemmel kul, şahsında insanlığın hepsini temsil eden,
peygamberlerin
sonuncusu Efendimizdir. Ve esas kulluk makamı onundur. Bunun için
"Allah'tan
başka ilâh olmadığına şahitlik ederim. Ve Hz. Muhammed'in Allah'ın kulu
ve elçisi olduğuna şahitlik ederim." iman ilkesini teşkil eder. Onun
göğsü
öyle bir ferahlığa ermiş idi ki, Hira mağarasındaki yalnızlığı
esnasında
ibadeti ile küllî ruhu (bütün yüksek ruhları) temsil etmiş ve onun
sosyal
vicdanı bütün âlemlere imam olmuş ve işte İslâm cemaatı bundan
doğmuştur.
Ve her asırda onun sünnetine uymakla gerçekten onun ümmeti olabilen
İslâm
cemaati de bireyleriyle değil ise de bütün sosyal heyetleriyle bu
kulluk
akdini hakkıyla söyleyebilmişler. Ne Allah'tan başkasına boyun
eğmişler,
ne de O'ndan başkasından yardım isteğinde bulunmuşlardır. Çünkü
dünyanın
örnek devletini onlar kurmuşlar. Yirmi otuz sene içinde Kâbe'deki
putları
kıran, Kisraların dünyayı titreten saltanatlarını deviren, Kayserlere
boyun
eğdiren bu ruh idi. Türkistan sahrasına gidip Türkler'i kendine çeken,
oradan çekip İstanbullara, Viyanalara kadar götüren yine bu ruh idi.
Namazda
Fâtiha okurken bir kimse yerinde "Yalnız
sana ibadet ediyorum ve yalnız senden yardım diliyorum." dese namazı
bozulacaktır.
Çünkü yüce Allah kişiden yalnız kişisel vicdanı ile bir antlaşma yapmak
istemiyor da sosyal vicdanı ile bir antlaşma yapmak istiyor. Ve her
namazında
bu vicdanı terbiye etmek kuvvetlendirmek istiyor. Bundan dolayı bir
müslüman
derken şöyle bir düşünmelidir: "Ancak sana ibadet ederiz" dediği zaman
kimleri temsil ediyor? ve "ancak senden yardım dileriz" dediği zaman
kimlere
vekillik ediyor? Yani hangi cemaatin beraberliği ile bu sözünde durmuş
olabilecekse en azından onları düşünerek bunu söylemelidir. Böyle bir
kulluk
topluluğu şimdiki zamanda gerçekten varsa o yetebilir, değilse var olan
cemaate potansiyel cemaati, Allah'ın meleklerini de ilave etmeyi her
halde
unutmamalıdır. Bu mertebelere işaret etmek için müfessirler buradaki
biz
zamirleri, "Okuyan kimse ile beraberindeki, insanın yaptığı işlerini
yazmakla
görevli meleklere veya hazır bulunan cemaate veya bütün muvahhidlere
racidir"
derler.
"Ancak sana
kulluk eder ve ancak senden yardım
isteriz" hem Allah'ı bir kabul etmeye ve hem kulluğu birleştirmeye
delalet
etmektedir. Allah'ı bir kabul etmek, Allah'ın zatının ve hakikatinin
birliğini
itiraf ve kabul, kulluğun birliği de bu sayede bir sosyal birlik
meydana
getirmek için bir antlaşma yapma oluyor. Bundan dolayı Rabbin birliği,
Fâtiha'nın başından beri gıyabî tevhidini tesbit ve telkin etmekle
Allah'ın
birliği demek olan hakiki vahdeti, kulların birlikte ibadet etmeleri de
varlıkta mevcut olan değişik unsurların beraberliğini ve birliğini dile
getirmiş oluyor. Bu âyette "Allah'ım senden başka ibadete layık mabud
olmadığına
şehadet etmeye ve bununla amel etmeye söz veriyoruz." diye tevhid
şehadetini
ifade ediyor. Kur'ân dilinde bu gibi sosyal hitap ve taahhütlerin iki
mânâsı
vardır. Birisi; toplumu kişiye, kişiyi topluma katarak her kişiye eşit
olarak hak ve görev dağıtmaktır ki, bunda kişisel değerler hiçe
sayılmaksızın
onların toplamından tam anlamıyla bir toplum gerçekleşir. Buna bütünü
kapsama
veya üyelerin bütünü denilir. Ve farz-ı ayn ifade eder. Diğeri ferdî
mânâyı
ortadan kaldırmak ve yalnız toplum itibarını göz önünde bulundurarak
bir
vazifeyi topluma yöneltmektir ki, buna da genel kapsamlı veya genel
düzenle
ilgili, yahut toplumsal denilir ve farz-ı kifaye ifade eder. Yukarıda
anladığımız
ve Kur'ân'ın diğer sûrelerinde de göreceğimiz tarzda kişisel mânâ
hükümsüz
kılınmaksızın her birimiz böyle yaparız diye farz-ı ayn mânâsı
anlaşılmaktadır.
Bundan dolayı cemaatle birlikte tevhid-i şuhûdîsi, fertlerle "Senden
başka
ilah olmadığına şahitlik ederim." tevhid-i şuhudîlerinin toplamı söz
konusu
olacaktır. Ve bu mertebe tevhid mertebelerinin en mükemmelidir. Halbuki
rububiyet kanununda terbiye sırrının da bulunduğunu görmüştük. Bunun
için
Fâtiha'da olduğu gibi, İslâm dininin bütün nasslarında tümevarım ile
kaynak
olmuş ve iman anahtarında vicdan ile varlık, görünmeyen ile görünen
arasındaki
tevhidi ve belki sadece gıyabi tevhidi farz-ı ayn kılınarak tevhid
şehadeti,
farz-ı kifaye yapılmıştır. Bu şekilde İslam'da, hem kişinin ve hem
toplumun
vicdanlarının bir noktada birleşmesi söz konusudur. Ve bunlar,
karşılıklı
olarak birbirinin kefilidir. Sosyal kurul, vicdansız olmak şöyle dursun
tevhid mertebelerinin en mükemmeli olan tevhid-i şühûdisini meydana
getirmekle
en mükemmel vicdan asıl onun olacaktır. İşte böyle etraflıca açıklamayı
içine alan katıksız bir tevhiddir. Ve bunda Allah'a ortak koşma
çeşitlerinin
hepsini bertaraf eden bir red cevabı vardır. İmam Fahreddin Râzî burada
şu özeti yapmıştır:
"Allah'a şirk
koşanlar bölük bölüktürler.
Çünkü Allah Teâlâ'ya karşı iddia edip taptıkları ortak, ya cisim veya
cismin
dışında bir şey olacaktır. Cisim olan ortağı ya bayağı cisimlerdendir
veya
yüksek (yüce) cisimlerdendir. Bayağı cisimlerden ortak edinenler, ya
basit
cismi veya birleşik cismi almışlardır. Birleşik cisim üç varlıktan
biridir.
Yani madenlerden veya bitkilerden veya hayvanlardandır veya bu arada
özellikle
insanlardandır. Madenî cisimlerden Allah'a ortak edinenler putlara,
mesela
taşlardan, altından, gümüşten putlara taparlar. Bitkisel cisimlerden
Allah'a
ortak edinenler; mesela herhangi belirli bir ağacı ilâh yaparlar.
Hayvandan
Allah'a ortak edinenler; mesela öküz, buzağı gibi bir hayvanı ilâh
sayarlar,
taparlar. İnsanlardan (Allah'a) ortak edinenler de; mesela bir
Firavun'u,
bir Nemrud'u en büyük Rabb ve ilâh tanıyan veyahut Uzeyr Allah'ın oğlu,
Mesih (Hz. İsa) Allah'ın oğlu diyenlerdir. Basit cisimlerden Allah'a
ortak
edinenler; mesela ateşe tapan Mecûsîler gibidir. Ulvî cisimlerden
Allah'a
ortak edinenler de; güneş, ay ve diğer yıldızlar gibi gezegenlere tapan
ve mutluluğu ve uğursuzluğu onlara nisbet eden Sâbiîler gibidir.
Müneccimlerin
çoğu da öyledir. Cisimlerden başkasını Allah'a ortak koşanlara gelince;
bunlar da kısım kısımdır. Bir kısmı kâinatın idarecisini aydınlık ile
karanlık
diye ikiye ayıranlardır. Bunlar, Maniviye yani Mâni mezhebinde
bulunanlardır.
Sineviye -ki bunlar henüz maneviyata yükselmemişlerdir- bir kısmı
melekler
gökteki ruhlardır ve her memleketin gök ruhlarından müdebbir belirli
bir
ruhu vardır ve çeşitli âlemlerden her birinin de idarecisi olan gökteki
bir ruh vardır, derler. Ve bu ruhlara birtakım resimler ve heykeller
yaparak
onlara taparlar. Bunlara, meleklere tapanlar denir. (Bunlar maneviyatı
sezmiş ve fakat cisimlere tapan, putlara tapanların derecesinde
kalmışlardır).
Diğer bir kısmı bunları geçerek biraz daha yükselip kainata iki ilâh
tanımış.
Biri pek hayırlı, biri pek kötü, yani biri iyiliğin kaynağı, biri de
kötülüğün
kaynağı olmak üzere iki ilk kaynağın bulunduğunu iddia etmişler ki
bunlara
göre kâinat, biri Yezdan, biri Ehremen yahut div yani biri Allah, biri
İblis veyahut Şeytan adıyla kardeş sayılan iki ilâh tarafından tedbir
ve
idare edildiği farz ediliyor. Kâinattaki bütün iyilikler Allah'tan,
bütün
kötülükler de iblisten biliniyor. Bunlar da Sineviye oluyorlar.
Mâni'lerin
aydınlığı ve karanlığı maneviyetle
tefsir edilirse hemen bunlara uygun olacaktır. Bunun için bu iki görüş
açısı türlü türlü değişmeler ve bozulmalar içinde birçoklarına
bulaşmıştır...
Görülüyor ki, bu son noktadaki "Sinevî'lik arada bir kardeşlik
düşünmeksizin
iki ilk başlangıç noktası ile kâinatı idare etmenin mümkün
olamıyacağını
da sezmiştir. Gerçekten aralarında asla bir bağlantı ve ortak nokta
bulunmayacak
olan iki ilk başlangıç noktasının bir düzen kuramıyacakları ve bundan
dolayı
kâinatta iyilik ile kötülüğün hiçbir birleşik (ortak) yönleri
bulunamayacağı
apaçıktır. Çünkü bunun aksi çelişkidir. Halbuki bir adım daha atınca bu
kardeşliği görmek daha önce ikisi üzerinde hükümran olan bir ortak
başlangıç
noktasını görmek demek olduğu anlaşılır. Ve o zaman bu iki kardeş birer
ilk başlangıç noktası değil, birer ikinci derecede başlangıç noktası
olması
gerekir. Şu halde bunlar bir baba Allah'ın emrine verilince bir üçlü
Allah
fikri meydana gelivermiş ve bu da şu felsefede bu felsefede dolaşırken
sonunda Hristiyanlığın son şeklini almıştır. İşte insanlık,
basitliğinden
dolayı asıl olan tek ilâh düşüncesinden fikrî ve hissî sapıklığı
yüzünden
sapa sapa birden fazla ilâh inancına dalarak dağılırken, diğer taraftan
birden fazla ilâh inancını azalta azalta ikiye indirdiği sırada tekrar
üçlü ilâh inancına sapmış ve sonunda İslâm dini ile Allah'ın gerçek
birliğini
tam olgunluğuyla bulmuş ve kendini toplamıştır. âyeti, işte bütün bu
şirk
fikirlerini yıkan Rahmanî bir delil olmuştur. Bunun içindir ki,
insanlar
İslâm'a koştukça toplanır, nihayet İslâm dininden kaçtıkça dağılır ve
sonunda
zelil ve perişan olurlar. Bu yalnız teorik değil aynı zamanda tecrübe
ile
sabit olan bir gerçektir ve İslâm böyle evrensel bir dindir.
6- Böyle
bir
antlaşma ve sözleşme yapıldıktan
sonra bir nefes alınıyor, alınır alınmaz hükümlerini tatbik etmeye
girişilmek
için de "Hidâyet eyle bizi doğru yola,
o kendilerine nimet verdiğin
mutlu
kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de sapmışların yoluna
değil..."
duasına başlanıyor.
Bu istek ve
dua yardım dilemenin, en mühim
ve en kapsamlı bir uygulama şekliyle bir açıklamasıdır. Çünkü "nesteîn
= yardım diliyoruz" vakfında (durağında) nefes alırken bu isteğe
nereden
ve ne şekilde başlayacağımızı düşünmemiz gerekiyor. İşte bu
ihtiyacımıza
cevap olarak bu dua, açıklama yapmak üzere bize telkin edilmiştir. Bu
şekilde
"ihdina, nesta'în = bizi hidayete getir, yardım diliyoruz" sözünde, bu
da "iyyâke na'budü = yalnız sana ibadet ediyoruz" ile beraber
elhamdü'de
yeralmış olduğundan bütün Fâtiha bir "elhamdülillah" tam cümlesinin
açıklaması
olup yalnız başı ile değil, bütünü ile bir tek söz halinde bir
"elhamdü"
sûresini oluşturuyor. Ve bunun için önceki iki vakıf (duraklama) tam ve
mutlak olmakla beraber lazım olmuyor.
Hidayet
masdarından emir kipidir. Bu kip ile
yukarıdan aşağıya, büyükten küçüğe kesinlikle meydana gelen fiili
yapmayı
istemeye emir, aşağıdan yukarıya yapılan isteğe dua, eşit seviyedeki
kimseler
arasında yapılırsa yapılmasını isteme (rica) denilir. Hidayet,
istenilen
hedefe ulaştıracak şeye lütuf ve nezaketle kılavuzluk etmektir ki, yolu
sadece gösterivermek veya yola götürüvermek ve hatta sonuna kadar
götürüvermek
şekillerinden biriyle gerçekleşebilir. Birincisine ulaştırmayan
kılavuzluk
veya irşad, ikinciye ulaştırıcı kılavuzluk veya tevfik denilir. Bu
kılavuzlukda
lütuftan maksat, sertlik ve şiddetin karşılığı olan tatlılık ve yumuşak
huyluluktur. Letafetten maksat da inceliktir. Hidayet yalnız, iyiliği
istemeye
aittir. Mesela hırsıza yol göstermeye, rehberlik etmeye hidayet
denilmez.
"Onları cehennemin yoluna götürün." (Saffât, 37/23) âyetinde olduğu
gibi
kötü şeyde kullanılması, alay etmek ve taşlama gibi bir nükteden dolayı
mecaz olur. Demek ki hidayet her istenilen şeye mutlaka rehberlik etmek
değil, irşad gibi maksadında iyilik, yapılış şeklinde de iyilik ve
incelik
bulunan bir rehberliktir. Bundan dolayı "ihdinâ"nın mealinde en uygun
ifade,
Türkçe'de herkesçe bilindiği gibi, "bize hidayet et" demektir. Göster
deyince
götürmek kalır, götür deyince incelik kalır ve hiçbiri tam mânâyı ifade
etmez ve Türkçe'de böyle bilinen bir kelimenin yerine mutlaka bir
kelime
koymaya çalışmak maksadı açıklamaya aykırı, kuru bir taassup olur.
Allah
Teâlâ'nın hidayeti, özellikleri itibariyle
sayılması ve hesaplanması mümkün olmadığı gibi çeşitleri itibariyle de
öyledir. Bununla beraber ilgili cinsleriyle tek başına düşünülebilir:
1- Manevi ve
maddî kuvveti bereketlendirmek
ki insanın işlerini düzeltmeye sebep olan dış ve iç duygularını, akıl
ve
irade gücünü ve hatta tabiî ve hayvanî kuvvetlerini ihsan etmek ve
devam
ettirmek, iradeler ile maksatlarını uygun düşürmek, başarılı olmasını
sağlamak
gibi.
2- Hak ile
batılı, iyilik ile fenalığı birbirinden
ayıran delilleri ortaya koymaktır ki "Semûd'a gelince; Biz onlara doğru
yolu gösterdik. Fakat onlar körlüğü hidayete tercih ettiler."
(Fussilet,
41/17), "Biz ona hayır ve şerri, her iki yolu da göstermedik mi?"
(Beled,
90/10) âyetlerindeki hidayet bu cinstendir.
3-
Peygamberler göndermek ve kitaplar indirmek
ki "Onları, emrimizle doğru yolu gösteren önderler yaptık." (Enbiyâ
Sûresi,
21/73) ilahî sözünde hidayetten maksat bu olduğu gibi, "Şüphesiz ki bu
Kur'ân, insanları en doğru yola götürür." (İsrâ, 17/9) âyetinde de
böyledir.
4- Vahiy veya
ilham veya doğru çıkan rüyalar
gibi olağanüstü yollarla kalblere sırları keşfedivermek ve eşyayı
gerçekte
oldukları gibi gösterivermektir ki buna özel hidayet denilir. Çünkü
bilhassa
peygamberler ve velilerde meydana gelir. Bunun için genel olarak bunun
yolları, olağanüstü yollardır. Bununla beraber herkesin az da olsa
bundan
payları yok değildir. Şu kadar ki kesin bilgi derecesine yükselemez.
Bunlar
subjektif, objektif, tekvinî ve tenzilî olarak da özetlenebilir.
Kur'ân'da
hidayet kelimesi kullanıldığı zaman, bunlardan hangisinin
kasdolunabileceğini
yerine göre anlamak gerekir.
Hidayet,
ikinci nesnesine bazen (ilâ) ile
bazen de burada olduğu gibi bizzat kendisi geçişli olur. Bunu
geçişlilik
edatının düşürülmesi ile hazf ve isâl (cer edatını düşürme ve fiili
nesneye
ulaştırma) diye ifade edilen geçişlilik şekli cinsinden sayanlar da
vardır
ki bu durumda aslı veya demek olur. Bunun geçişsizi ve dönüşlü fiili
ihtida
(hidayete ermek)dır. "Hüdâ" da hem hidayet ve hem ihtida (hidayete
ermek)
mânâlarına gelir. Hidayete ermenin zıddı sapıklık, bütün kısımlarında
hidayetin
zıddı da hak dinden iman ve İslâmiyetten saptırmaktır. Sapıklıkta
bulunanların
hidayet istemesi, hidayetin aslının meydana gelmesini istemek,
hidayette
bulunanların hidayet istemesi de sebat (kararlı olmak, sözde durmak)
veya
mertebenin yükselmesini istemek olur. Halbuki diyenlerde hidayetin aslı
vardır. , lâm-ı ahid ile "senin yolun" izafet tamlamasının mânâsını
ifade
eder ve doğrudan doğruya "Allah'ın yolu" anlamına gelir. Cins mânâsına
gelen " lâm" ile de henüz özellikleri belli olmamakla beraber genel
olarak
belirli cinsi bulunan cadde mânâsına gelir ve istiare ile hak yola
uygun
olur ki, sırat lügatta cadde, ana yol yani işlek büyük yol demek olup
aslı
dır. Ve cumhurun (çoğunluğun) lügatı budur. İbn Kesir'den Kunbul ve
Yakub'dan
Rüveys rivayetlerinde de böyle (sin) ile "es-sirat:" ,"sirat: " okunur.
Fakat "râ'nın kalın okunması ve nın itbak (harf okunurken dilin üst
damağa
kapanma)ından dolayı "sin" harfinin "sad"a çevirilmesi ile sırat daha
akıcı
ve daha fasihdir ki, Kureyş'in lehçesi de budur. Ve imamda yani
"Hazreti
Osman Mushafı"nda böyle yazılmıştır ve Aşere (On Kırâet )den diğer
kırâetler
de böyledir. Ancak Hamza kırâetinde "sad"a "za" kokusu verilerek bir
işmam
yapılır ki bu da Kays lehçesidir. Cadde mânâsına sırat kelimesi
Türkçe'de
kullanılmaz. Ancak cehennem uçurumlarının üzerinden herkesin geçmeğe
mecbur
olacağı kıldan ince ve kılıçtan keskin, inişli, yokuşlu ve düzlü bir
köprü
gibi düşünülen ve zamanımızdaki ifadesi ile (elektrik v.s.yi) taşıyan
bir
havai hatla anlaşılabilen bir ahiret caddesinin dini ismi olarak
bilinir.
Ve burada buna da bir işaret vardır.
Hatta Amr b.
Ubeyd'den bu mânâ ile tefsir
edildiği de nakledilmiştir. Fakat burada asıl maksat bir istiare-i
temsiliyye
(benzetme yoluyla yapılan istiare) ile "hak yol" ve "İslâm milleti"
olduğunu
kıymetli tefsirciler öteden beri açıklayagelmişlerdir. Arap dilinde
genellikle
yola tarik; işlek yola sebil; doğru, büyük ve açık yola vasıflarından
birinin
ortaya çıkmasına göre cadde, sırat, şâria ve şerîa denilir. Ve bu
sebeple
bu sırat kelimesinin şeriat kelimesini anlatacağı unutulmamalıdır.
Müstakim,
hiçbir yerinde meyil ve eğrilik bulunmayan, dümdüz ve dosdoğru
demektir.
Sırat da yönünde doğru ise de inişi, yokuşu bulunabileceğinden düzlük
mânâsını
da anlatmak için müstakîm (dosdoğru) vasfı ile kaydolunmuştur. Bu
sebepledir
ki bunu dümdüz ile tefsir ederler. Şu halde doğru kelimesi, tamamen
müstakîm
kelimesinin yerini tutamıyacaktır. Gerçekten Türkçe'de doğru kelimesi
müstakim,
hak, sadık mânâlarına da kullanılır.
Kur'ân'ı
anlamak isterken kelime ve terkiplerinin
bütün inceliklerini gözetmek gerekir. Kur'ânî belağatın özelliklerinden
biri de gerçekleri en açık yönünden gösterirken ince hatlarını da
çeşitli
beyan noktaları içinde bütün incelikleri ile toplamasıdır. Beyan
yönleri,
kesinlik noktasından en azından on altı yönü kapsadığı usulce
(metodoloji)
bellidir. İşaretle ve kesin olmayan belağat yönleri ise belağat ilminin
sayılması mümkün olmayan zevkleri ile anlaşılır. Bu vesile ile burada
kelam
ilminin bir kanununu arz edelim. Şöyle ki: Tesadüf, sırları görmekten
gafil
olan cahilin görüşüne göredir. Hikmette (ilimde) tesadüf yoktur.
Hakîm-i
Mutlak'ın her seçiminde tercihe sebep olan bir hikmeti vardır. Gerçi
irade
aslında bir tercih sebebidir. Fakat Hakîm-i Mutlak'ın iradesi, dıştan
onu
gerekli kılan bir etki altında olmayarak bir hikmeti de içerir. Bundan
dolayı, hikmet sahibi olan dilediğini yapan Allah'ın sözünün ve
kelimelerinin
özellikleri hep hikmete dayalı bir seçme eseri olacağından mesela tarîk
(yol) demeyip de sırat demesi, müstevî (düz) demeyip de müstakim
demesi,
doğrudan doğruya düşünülecek ve mânâları ona göre düşünülecek birer
hikmeti
de ihtiva ederler. Kur'ân ise bir hakîm (hikmet dolu) kitaptır. "Bu
kitabın
indirilmesi herşeye galip hüküm ve hikmet sahibi olan Allah
tarafındandır."
(Zümer, 39/1). Bunun için önce kelimelerin mânâlarını iyice tesbit
etmek,
ikinci olarak yerlerinde lafız veya mânâ yönünün ilgili olabileceği
kelimeler
ve mânâları ile karşılaştırma yapmak, üçüncü olarak terkip şekillerini,
siyâk ve sibâk üzerinde düşünmek, dördüncüsü bunlardan asıl kasdedilen
mânâ ile süsleyici unsurları birbirinden ayırmak lazımdır. Kasdedilen
mânânın
belirlenmesinde de iki itibar (ölçü) vardır. Birisi kelimenin aslında
veya
yerine göre zihindeki mânâsı, diğeri de onların gerçekte ele aldıkları,
delalet ettiği mânâlarıdır ki genelleştirme, tahsis (özelleştirme),
mutlak,
ıtlak (kayıtlamama) gibi özellikler bu ikisi arasında meydana gelir ve
hükümlerin çıkarılmasında bunların önemi büyüktür.
Tefsirlere
baktığımız zaman den maksadın ne
olduğu hakkında şu rivayetleri görürüz: Allah'ın yolu, doğru yol, uygun
yol, Allah'ın kitabı, iman ve imana bağlı olan şeyler, İslâm ve İslâm
şeriatı,
Peygamberimizin ve ashabın büyüklerinin yolu, sünen (yollar), sünnet ve
cemaat yolu, cennet yolu, cehennem köprüsü nihayet bunları özetleyen
muhakkîkler
(araştırıcı, kritikçiler)in doğru yol ve İslam milleti tefsiri.
Şimdi
senedleri ile seleflere ve sahabeye
kadar giden bu çeşitli ifadeler, "lâm"ın ahid mânâsını (bir şeyi
kasdetmek)
veya cins mânâsını göz önünde bulundurmalarına göre bir kısmı mânâ ve
çoğu
mâsadak üzerinde dönüp dolaşan açıklamalardır. Cehennem köprüsü bir
yana
bırakılırsa öbürleri gerçekte kelimenin delalet ettiği mânânın birisi
ile
ifade edilmesinden başka birşey olmadıkları halde mânâ ile mâsadak
(mânâya
uygun şey)ın farkını bilmeyenler, bunlardan ne kadar anlaşmazlıklara
düşebilirler.
Gerçekten hakikatı araştırıp ortaya çıkaran alimlerin doğru yol ve
İslâm
milleti özeti de bu iki duruma uygundur. Hak yol mânâ, İslâm milleti de
mâsadakdır. Bu iki farka bizzat Kur'ân'ın metninde dikkati çekmek için
sırât iki defa zikredilmiştir. (sıratallezine) "es-sırat"tan bedeldir.
Bedel-i küll (bizzat kendisinin karşılığı) veya bedel-i ba'z (bir
kısmının
karşılığı) olabilir. Ve konuşma da kasd ve irade esasında bedele
yöneliktir.
Mübdelü minh de (yerine bedel kullanılan kelime) tamamen terkedilmiş ve
cümleden çıkartılmış olmayarak bu kasdolunan şeyin görünen bir
değerinin
hazırlığını yapar ve bu şekilde her bedelde bir miktar açıklama ve bir
miktar pekiştirmeyi andıran bir mânâ kuvveti meydana gelir. Bu bedelde
ise "sırat-ı müstakim"in hem bizzat kendisini ve hem vasfını
(niteliğini)
açıklayan kayıtlar vardır ki birincisi sıratın muzafun ileyh
(belirten)i
olan ism-i mevsûl (ilgi zamiri) ve sılası (ilgi zamirini açıklayan
cümle),
ikincisi bu ism-i mevsûl (ilgi zamiri)ün sıfatı olan , üçüncüsü de buna
atfedilen kayıtlarıdır.
İşte 'den
kasdolunan mânâ ve mâsadak bunların
tamamı gözönünde bulundurulduktan sonra belli olacaktır. Bunun için de
önce kendindeki mânâsını tesbit etmeye ihtiyaç vardır. Lügat açısından
bu mânânın, doğru cadde demek olduğunu görmüştük. Fakat bu mânâ bize
önce
gerçekten yol dediğimiz hissedilen bir şeyi gösterir. Halbuki sözün
gelişi
yardım dilemenin ve yardımın
açıklanması idi. Bu ise hissedilemeyen bir
mânâdır. Bundan dolayı bu kesin karine ile biz anlarız ki bu yol manevi
yoldur. Ve hiç olmazsa manevi yolu da içine alan açık bir mecaz
(benzetme
yolu ile başka bir mânâda kullanılan söz)dır. Ve daha açıkçası
isti'âre-i
temsiliyye (birçok şeyin birbirine benzetilmesi)dir. Daha önce
söylediğimiz
gibi hissedilen şeylerden işlek, büyük, apaçık, düz, doğru bir yolu
gözönüne
getiriyoruz ve bunu bütünüyle zihnimizde yerleştiriyoruz.
İkinci olarak
meyillerimizin, fikir ve hareketlerimizin
akışına bir esas teşkil ederek bizi doğruca ve selametle hayırlı
maksatlarımıza
götürecek ilmî, pratik, apaçık ve kapsamlı ve Allah Teâlâ'nın koyduğu
bir
hak kanununu göz önüne getiriyoruz, bunu da bütünüyle vicdanımıza
alıyoruz.
Üçüncü olarak
bu manevi bütünü açıklık ve
özetle anlatmak için önceki hissedilen şekle konu olan sırat-ı müstakim
(doğru yol) lafzını istiâre edip zikrettiğimiz karineye dayanarak bunda
(manevi yolda) kullanıyor ve "ihdinâ" ile de buna bir açıklama
yapıyoruz.
Bu şekilde bu mânâdan anlaşılan husus Allah Teâlâ'nın koyduğu şey olup
talep edilen iyiliğe hakkı ile götüren batıl olmayan manevi yol
olduğundan
tahkikçi alimlerin "hak yol" diye tefsir etmeleri, sırat-ı müstakimin
mefhûm
ile kasdedilen mânâsını açıklamak olduğu anlaşılır. Şimdi de mâsadakını
bulalım: Yani kendisine hak yol denmeye layık olan her yol, istenilen
doğru
yolun içine girer mi, girmez mi? Burası üzerinde düşünülmesi gereken
bir
yer olup az çok kapalıdır. İlk önce "nesteîn" de ilk hedefimiz Allah'ın
yardımı oluyor ve âyetin gelişi bize başlangıçta Allah'ın yardımının en
önemli ve en önde olanını istememizi telkin ediyor. Bundan da
genellikle
Allah'ın yardımını celbeden bir apaçık yola hidayet isteği, yardım
dilemelerin
en mühimi ve en önde olanı; ona hidayet vermenin de yardımların en
mühimi
ve en önde geleni olduğu anlaşılıyor. Halbuki hak yolun bütün
özellikleri
Allah'ın bir yardımı ise de bu yardımların en önde geleni ve en mühim
olanı
hangisidir? Burası üzerinde etraflıca düşünülmesi gereken bir yerdir.
İkinci olarak
hidayet iyiliğe yorumlanır.
Acaba genel mânâsıyla hak yol içinde kötü olanlar yok mudur? Doğrusu
vardır.
Çünkü olmasaydı kötülüğe yol bulunamaz, hiç bir kötülük yapılamazdı.
Gerçi
her hak yol aslında sırf hayırdır. Ve onun esas konumu Allah'ın
rahmetinin
tecellisi (meydana çıkması)ni göstermektir. Fakat kâinatta yaratıkların
özelliğine göre fayda ve zarar, iyilik ve kötülük hiçbir maksat zihinde
şekillendirilmez ki onun bir doğru yolu bulunmasın. Bunların her biri
içinde
Allah'ın bir sünneti (nizamı), bir kanunu vardır.
O yola giren
doğru gayesine gider. Hatta denilebilir
ki bunların hepsi de Allah Teâlâ'ya götürür. Fakat birisi rızasına
götürür,
biri de öfkesine götürür. Bundan dolayı hak yol, "Allah Teâlâ'nın
rızasına
götüren yol" diye tefsir edilmedikçe burada matlub olmaması gerekir.
Gerçekten
yüce âyeti bize mutlaka hak yol kavramından daha hususî ve daha açık
bir
mânâ telkin ediyor. İşte sözün bütün bu kapalı yönlerini gidermek için
bedelin ilave edilmesi ile kavramın delalet ettiği mânâ tefsir veya
tahsis
olunmuş ve İslâm dininin tam bir sınırlama ile anlatılmasına uygun bir
kalıba dökmek için v.d. buyurulmuştur.
Bu bize ilk
önce her istenilen şeyde Allah
Teâlâ'nın bir doğru yolu bulunduğunu gösteriyor ve "ihdinâ" onu
istememizi
bize telkin ediyor ve bu şekilde en mühim ve en önemli yardımın da
başlangıçta
onun doğru yoluna hidayet olduğunu anlatıyor. Gerçekten Allah Teâlâ
âlemlerin
Rabbi olduğundan kâinatın hepsinde onun kanunları geçerlidir. Kanunlar
bazen kanun koyanlarına ve bazen konularına, ilişkisi bulunan şeylere
nisbet
olunur. Mesela Solon kanunu koyucusuna nisbet olduğu gibi, Akar (para
getiren
taşınmaz mallar) kanunu da konusuna, mahkumlarına nisbet edilmiştir.
Tabiat
da Hak (Allah) kanunlarının mahkumu (hükmü altında) olması itibariyle
bunların
irade kanunundan başkasına "tabiat kanunları" ismi de verilir. Fakat
hepsinin
koyucusu Allah Teâlâ olduğundan bunlara Allah kanunları ve ilahî nizam
demek elbette daha doğrudur. Bu kanunları bilmeğe ilim ve fen denildiği
gibi, onların iyiliğe götürenlerine de din, millet ve şeriat denilir.
Allah'ın
koyduğu ve Allah'ın kanunu dışında din aramak batıldır ve bununla
beraber
Allah'ın her kanunu da din değildir. Mesela beynine kuvvetli bir
tabanca
sıkanın ölmesi bir hak kanunudur. Allah Teâlâ'nın özel bir iradesi
engel
olmazsa o kurşunu kendine sıkan ölür. Fakat intihar etmek bir iyilik,
bir
din değildir, isyandır, kötülüktür. Kendi mülkü olmayan Allah'ın
binasını
(bedeni) yıkıp bozmaktır.
Bunun gibi
insanların yaptığı işlerinden hangisi
ele alınsa onun bir iyi veya kötü yönü ile uygun olacağı bir Allah
kanunu
vardır. İyilik yönü ile uygun olan Allah kanunu din, kötü yönüyle uygun
olan Allah kanunu dinin zıddıdır. İki yönden de Allah'ın kanununa uygun
düşmeyen iş, kötü ve batıldır.
7-
Özetle
Allah'ın her kanunu, Allah
tarafından konmuş olduğundan dolayı doğrudurlar. İnsan tarafından
konulmuş
kanunlar, ne ilim, ne din hiç biri olamazlar. Bunlar, ilim açısından
batıl,
din açısından kötülük meydana getirirler ve doğru değildirler. Bunun
için
insanlığın hakkı, gerek ilimde ve gerek dinde kanun koymak değil,
Allah'ın
kanunlarını arayıp bulmak ve bu kanunları keşfedip ortaya çıkarmaktır.
Arşimed hidrostatik kanununu, Nevton yerçekimi kanununu, Aristo çelişme
kanununu koydular demek doğru olmadığı gibi Ebu Hanife Hazretleri de
kıyası,
fıkıh (İslâm hukuku) kanunlarını koydu demek doğru değildir. Bunlar,
onlar
tarafından konmuş olsaydı eğri ve yalan olurlardı. Doğru olmaları,
Allah'ın
kanununun keşf edilmesine nail olmalarından ileri gelir. Bunun için
âlimler,
icat eden değil keşf eden ve ortaya çıkaran kimselerdir. Çünkü Allah'ın
kanunları içinde gizli olanları da vardır. ise açık mânâsını da
içerdiğinden
dolayı bunları ortaya koymaya vesile olacak apaçık ve işlek bir esas
yolu
anlatıyor ve Allah'ın kanunu olmayan, Allah'ın yardımı ile hiç ilgisi
bulunmayan
eğri büğrü yolların hepsinden sakındırdığı gibi, hidayet de iyiliğe
yorumlanacağından,
doğrudan doğruya kötülüğe götürmekte hak olan kanunlardan da
sakındırılmış
oluyor. Fakat bu son sakındırmada bir dayanak aramak gerekir. Çünkü
kötülükten
sakındırmak için onu tanımak ve tanıtmak da bir iyiliktir. Yılanı
bilmeyen
ondan nasıl sakınır? Bundan dolayı hidayet kelimesindeki iyilik mânâsı,
doğru yol, hak yol kavramından kötülük kanunlarının mutlaka
uzaklaştırma
ve çıkarmasını değil, belki iyilik kanunlarını emirler olarak olumlu ve
kötülük kanunlarını yasaklar olarak olumsuz bir ölçüyle kayıt ve şarta
bağlamayı gerektirecektir. İşte hemen ardından bedel yolu ile "O
kendilerine
nimet verdiğin mutlu kimselerin yoluna; ne o gazaba uğramışların, ne de
sapmışların yoluna değil." âyetleri, bu olumsuz ve olumlu
yönleri de
ortaya
çıkarıyor. Demek ki "es-sırata'l-müstakîm" lâm-ı ahd (belli bir şeye
işaret
eden el takısı) ile hak dinin tam tarifidir. Ondan sonrası da bunun
açıklamasıdır.
İn'âm nimet vermek, nimeti ulaştırmaktır. Aslında müteaddî
(geçişli)dir.
Fakat en üstünlük mânâsına gelmekle nimet verenin yüceliğini ve nimetin
yükselmesine işaret etmek için "" ile sılalanmıştır (bağlanmıştır).
Nimet
aslında insanın tad aldığı durum, yani güzel durumdur ki mutluluk tadı
demektir. Bundan alınarak bu tad almaya sebep olan şeylere ad olmuştur.
Aslı yumuşaklık demek olan nüûmet ile ilgilidir. Arapçada ilk mânâda
daha
çok üstün ile (na'met) olarak kullanılır. Çünkü " " denilmiştir. Yani
nice
nimet sahibi vardır ki nimet ve bolluk içinde yaşaması yoktur. Mesela
ekmeği
vardır yiyemez, yerse tadını bulamaz. Allah'ın nimet vermesi esas
tadını
bulmadadır. Allah Teâlâ'nın nimetleri ise sayılamaz. "Eğer Allah'ın
nimetini
saymak isterseniz sayamazsınız." (İbrahîm, 14/34). Fakat başlıca dünya
ve ahiretle ilgili olmak üzere iki kaynak da düşünülebilir. Dünyaya ait
nimetler iki kısımdır. Vehbî (Allah vergisi) ve çalışarak elde
edilenler.
Vehbî ya ruh ile ilgili veya cisim ile ilgilidir, başka bir ifade ile
ya
manevi veya maddidir. Ruhla ilgili olanlar ruhun bedene üfürülmesi,
akıl
ve zekanın parlaması ve bunlara tabi olan anlayış, düşünce, konuşma,
vicdanın
(iç duygunun) sağlam olması; cisim ile ilgili olanlar vücut ve vücut
organları
ve bunlardaki sinirler, kaslar, hazm ve diğer maddî kuvvetler,
yaratılış
ve onu tamamlayan durumlar ve şekillerden oluşan şeyler gibi.
Çalışılarak
kazanılanlar da nefsi utanılacak şeylerden temizleme, ilim ve marifet,
üstün ahlâk ve cömertlik, yiğitlik, doğruluk ve namus ile süslemek,
vücudu
güzel şekiller ve beğenilen ahlâklar ile süslemek, câh yani mevki ve
sosyal
onur sahibi olmak, mal ve servet kazanmak gibi şeylerdir. Ahiret
nimetleri,
dünyada meydana gelen ifrat (aşırı gitme) ve tefrit (tersine
aşırılık)lerini
bağışlayarak rızasına erdirmek ve Allah'a yakın meleklerle beraber
cennetin
en yüksek tabakasında sonsuza dek huzur ve sükuneti elde etmektir ki,
bu
da Allah tarafından verilen ve çalışma ile kazanılan ruhanî ve cismanî
kısımlara ayrılır. Bunların hepsi başlı başına ve hemen düşünüldükleri
zaman şüphesiz birer nimettirler. Fakat her biri geleceğine ve
kendisinden
sonrakine göre göz önünde bulundurulunca başlangıçta nimet zannedilen
birçok
şeylerin gerçekte şiddetli ceza ve bela çıktığı da bir gerçektir. Bunun
aksine de başlangıçta acı ve şiddetli ceza görünen bazı musibetlerin
daha
sonra büyük bir nimete ve mutluluğa vesile olduğu da bir gerçektir. Ve
safâdan (gönül şenliğinden) sonra sıkıntı ne kadar acı ise, sıkıntıdan
sonraki gönül şenliği de o kadar tatlıdır. Bu sebeple ciddi ve gerçek
olan
nimet ve mutluluğun sonu her halde sağlam olanlardır. Bundan dolayı
esas
istenecek şey yalnız nimetin başlangıcı değil, sonuca selametle
yetiştiren
nimetler olmalıdır. İslâm kelimesinin de ilham ettiği bu husus vasfı
ile
anlatılıyor. Bu şekilde "en'amte aleyhim"de nimet ve nimet verme her
şeyi
kapsayan ve genel bir mânâ ifade eden bir kelime olmamakla beraber
mânâsının
kayıtsız ve şartsız olması ile her türlü nimet için muhtemel olup her
türlü
nimeti kapsayabileceğinden kapsamına giren nimetler tahsis olunmak
için,
öfke ve sapıklıktan sâlim olma kaydı ile şarta bağlanmış ve tam
anlamıyla
nimet ifade edilmiştir ki, bu da ahiretle ilgili nimetleri ve ona
vesile
olan vehbî (Allah vergisi), kesbî (çalışma ile elde edilen), ruhanî
(ruhla
ilgili), cismanî (cisimle ilgili) dünya nimetleri demektir. Bunların
başı
da yaşama hakkı, hürriyet hakkı, iman, vicdan sağlığı, güzel ahlâk,
sosyal
düzelme, faydalı ilim ve iyi ameldir. İslâm literatüründe hürriyet,
kişi
haklarına sahip olma diye tanımlanır. (Keşf-i Pezdevî). Bunun tam
tersi,
(kişinin) haklarına başkasının sahip olması demek olan esirlik ve
köleliktir.
Hakların aslı ise, Allah'ın koymuş olduğudur. Bundan dolayı herhangi
bir
kişi, Allah'ın koyduğu hukuku, kendi rızası olmaksızın, başka bir
insanın
yaptığı diğer bir hukuk ile değiştirmeye, bozmaya veya tasarrufta
bulunmaya
mahkum olabiliyorsa o artık yalnız Allah'ın kulu değildir ve onda bir
esirlik
payı vardır. Artık onun vecibeleri ve vazifeleri yalnız hakkın gereği
için
değil, şunun bunun heves ve isteğine tabidir. Bundan dolayı Allah
Teâlâ'yı
tanımayan kimsede, haklarına sahip olma anlamında hürriyet hakkını farz
etmek bir çelişki olduğu gibi, Allah Teâlâ'dan başkasına kul olanlarda
da, hürriyet farzetmek imkansızdır. Ve bunun için hürriyete kefil olma,
yalnız Allah'a kulluktadır. Ve doğru yolun başlangıç noktası bu kulluk
ve dünya ile ilgili ilk maksadı da en büyük nimet olan bu hürriyet
hakkıdır.
Bunun başı da Allah vergisi nimetlerden olan hayat ve kazanılan
nimetlerden
olan imandır. İşte bu ikisi nimetlerin asıllarıdır. Bunların başlangıcı
da Allah'ın yardımı ve hidayetidir. İstenen yol da bu yardımın doğru
yoludur.
Ve işte İslâm nimeti bu doğru yoldur. İki yorum
şekli mümkündür: Birisi yukarıda
olduğu gibi hiçbir mef'ûl (nesne) gözetmeyerek mutlak şekilde onlara
nimet
verdin yani onları bahtiyar kıldın mânâsı, diğeri de gibi mef'ûl-i bih
(nesne olan) bir zamir takdir (itibar) etmektir. Keşşâf sahibi
öncekini,
İbnü Cerir Taberî ikinci yorumu tercih etmişlerdir. Cümleden bir şeyi
düşürmekten
kurtulmak açısından birinci yorum daha iyi ve açık fakat bir kinaye
(kapalı
anlatım) mahiyetindedir. Bu sebeple fiilin gereği olan ikinci yorum
açıktır.
Ancak İbnü Cerir Taberî karinesi ile itaat ve ibadete geri çevirerek
"sen
onlara itaat ve ibadetini nimet olarak verdin" şeklinde göstermiştir.
Acizane
anlayışıma göre bu durumda zamiri "sırata" çevirmek ile "sen onlara o
yolu
nimet olarak verdin" mânâsını vermek daha açıktır. Ve en doğrusu burada
zamiri takdir etmeksizin, kayıtsız nimet verme fiilini, doğru yolu
nimet
vermekten yani = en'amte'yi = en'amte bih'ten kinaye yapmaktır ve meânî
ilminde belli olan özel nesneye ilgisi olmaktan kinaye üslûbu burada
pek
açıktır.
Bunda doğru
yol nimetini vermenin kayıtsız
nimet verme ve hatta her türlü nimeti verme yerinde olduğu anlaşılır.
Burada
dikkati çeken üç nokta vardır. İlk önce bizzat yol, sıratın en önemli
nimetlerden
olduğu, en büyük nimet olduğu anlaşılır. İkinci olarak sırat (doğru
yolu
gösterme) nimeti, en mühim yardım olduğu anlaşılır. Üçüncü olarak,
onlara
nisbet edilen bu sırat (yol) kendilerinin hazırladıkları bir yol
olmayıp,
Allah'ın hazırladığı ve nimet olarak vermiş olduğu ve onların yolu
olması,
nail olma ve o yola girmeleri itibariyle bulunduğu anlaşılır. Ve bu
vasıflar
ile Allah'a nisbet edilen ve doğru nimetlere ve Allah'ın yardımına
götüren
doğru yola uygun gelir.
Gerçekten yol
nimeti, en büyük nimettir. Çünkü
herhangi bir nimetin (elde ediliş) yolunu, kanununu elde etmek o nimeti
bir defa değil daima elde etme sonucunu doğurur. İlimlerin ve fenlerin
önemi de bundandır. Birisinden on liralık bir yardım istemekle, devamlı
on lira getirecek bir yol, bir sebep (vasıta) istemek arasında ne kadar
fark vardır. Yüce Allah'tan; "Ey Rabbim, bana yardım et de falan nimeti
ver." diye dua etmek ve yardım dileğinde bulunmak pek küçük bir istek
olur.
Hatta "her nimeti ver" demek bile böyledir. Çünkü bu dua kabul
olunmakla
o nimetlerin her zaman devam etmesi ve sürüp gitmesi temin edilmiş
olmaz.
Fakat "falan nimetin (elde ediliş) yolunu ihsanda bulun ve o yolda
sebat
nasib eyle." diye istek ve araştırmada bulunulacak olursa, bu dua kabul
olunduğu zaman o nimet bir kerre değil bin kerreler ve sonsuza kadar
elde
edilmiş olur. Yolun en büyüğü de Allah'ın yardımının yoluna girmedir.
Bunun
en kısası da doğru olan yoldur. Bu bulununca nimet yollarının hepsi
bulunur.
Nimet yolu bulununca nimetlerin hepsine sürekli olarak erilir ve burada
başlangıçta bize nimet ver denmeyip de duası ile doğru yol istemenin
öğretilmesi,
bu mânâyı ne güzel destekler. Fâtiha'ya (ta'lim-i mesele: istemeyi
öğretme)
isminin verilmesinde de bu nüktenin büyük bir payı olduğunu
hatırlamalıyız.
Halbuki bu özel bağlantı gözönünde bulundurulmadığı takdirde cümleden
bu
mânâları çıkarmak zor olacak ve sıratın (yolun) onlara Allah'ın bir
ihsanı
olduğu gizli kalacaktır. Bu yönden birinci durumdaki kayıtsız nimetin
belağati
(güzelliği) bile bundan aşağı derecededir demektir. Gerçi onda sıratın
(yolun) gayesi kayıtsız şartsız nimet olduğuna dair açık bir işaret
vardır
ve bu mânâ halk için çekici ve sevimlidir. Fakat başlangıçta sözün
gelişinde
istenilen maksadın Allah'ın yardımı olduğu apaçıktır. Ve bundan dolayı
yolun maksadı da o ve daha doğrusu bizzat Allah Teâlâ olduğu, ilk anda
akla gelir.
Bütün
nimetler de bundan kaynaklanıyor. Ve
işte asıl doğru yol, hak yol bu mânâda özel isim gibidir. Çünkü bir
nimetin
bir yolu bilinir ve o yola girilirse de yine bizzat Allah'ın yardımı,
Allah'ın
tevfikı bulunmazsa bir engel ortaya çıkar, istenilen şey ortaya çıkmaz
da kısmet böyle imiş denilir. Bundan dolayı her şeyden önce bu yardım
ve
başarıya ermek için bütün arzuları kucağına almış, büyük, açık, doğru,
düz bir yol istemek gereklidir. Bu yol anlaşmasında sebat ile yürütecek
olan bir din ve millettir. Her gerçeği ve isteği kucaklamış bir din ve
millet, bir doğru yol istemek yalnız bir tasarlama ve hayalden ibaret
bir
istek de değildir. Bu yola ermiş ve üzerinde yürümüş, o sayede her
arzusunu
elde etmiş, hem de tam selamet ve mutlulukla elde etmiş nimet ehli,
insanlık
tarihinde inkar olunamayacak şekilde sabit olmuş ve böyle bir arzunun
izleri
müşahede ve tecrübe ile gerçekten görülmüş, meydana gelmiş bir şeydir.
Ve işte 'den sonra buyurulması bunu da özellikle göstermektedir.
Şimdi
bunların kimler olduğunu anlamaya çalışalım.
Bunların hepsi, topluca bize ahd-i haricî ile gösteriliverecek sınırlı
bir topluluk değildir. İnsanlığın başlangıcından bu ana kadar birbiri
ardınca
gelmiş ve Allah'ın terbiyesi ile zaman zaman olgunluk göstermiş,
ardarda
yaygın ve sınırsız zatlar ve topluluklardır. Biz bunları yalnız
"mün'amün
aleyhim", yani Allah'ın nimetine ermiş olanlar adıyle tanır ve hakka
ulaşanlar,
erenler diye düşünürüz ve bu cinsin dünyada var olduğunda hiç şüphe
etmeyiz.
Bu nokta kesin ve kat'îdir. Ve mutlaka bunların yolunu istemek de bu
kesin
bilgi ile hareket etmektir. Fakat etraflıca açıklamasına ve bu cinsin
fertlerinden
ve çeşitlerinden bir örnek almak için dışarda tayinlerine gelince:
Bunu,
nimetin mânâsını takdir etmemiz oranında bir ahd-ı zihnî (zihinde belli
olan nesne) ile düşünebiliriz. Bunun için de ya cinsî belirtme veya
ahd-i
zihnî (zihinde belli olan şeyler) mülahaza edilir. Cins olduğuna göre
bedel;
ahd-i zihnî olduğuna göre de sıfat olması bellidir. Bundan dolayı
bunları
başlangıçta ahd-i zihnî ile tasarlayıp bu vasıflara sahip bir mutlu
topluluk
arayacağız ve Allah Teâlâ'dan onların yoluna hidayet etmesini
isteyeceğiz
ve başarılı olduğumuz anda biz de o yolda, o cinsten âleme örnek olacak
bir cemaat zümresi teşkil etmiş bulunacağız. Kur'ân bize bu cinsten
birçok
topluluklar gösterecektir ki "Kim Allah'a ve elçisine itaat ederse işte
onlar, Allah'ın nimet verdiği peygamberler, sıddîkler, şehidler ve
salihlerle
beraberdir. Onlar ne güzel arkadaştır." (Nisâ, 4/69) âyeti bu babta en
kapsamlı âyetlerden biridir. Yani tam anlamıyla kendilerine nimet
verilmiş
olan gerçek bahtiyarlar peygamberler, sıddîklar, şehidler, salihler ve
bunlara arkadaş olan iman ehlidir. Fakat bu açıklama İslâm'ın
başlangıcına
göredir. Bize gelince: Bu örneğin bütün anlaşılmayan şeylerden uzak bir
ahd-i hâricisi (daha önce ismi geçmiş olanı) vardır ki o da
peygamberlerin
sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'le Ashab-ı Kiram'ıdır. Az
zaman içinde bunlarda tecelli eden başarı nimetinin, dünya ve ahiret
mutluluğunun
bir örneğini daha insanlık tarihi bugüne kadar kaydetmemiştir. Umumî
tarihi
okuyunuz ve bugün dünyadaki milletlere bir göz atınız. Bakınız bunların
içinde mesela bir Hz. Ömer siretinin benzeri olabilecek hiçbir örnek
bulabilecek
misiniz? Bir taraftan fetihler elektrik hızı ile doğu ve batıya
yayılırken
diğer taraftan bütün ilâhî adalet, yerleri ve gökleri dolduruyor ve bu
nimetlerin içinde hakkın zevkine dalmış olan Ömer'in sırtındaki yamalı
bir gömlek âlemin gözüne Kisraların, Kayserlerin haşmetli taclarından
çok
yüksek bir sevinç duygusu saçıyordu. Fakat dünyanın bu teveccühü
(yönelmesi)
içinde hiç bir gün şaşırmayan, metanetini kaybetmeyen Hazreti
Ömerü'l-Faruk,
Peygamber'in vefat günü Faruk olması (hak ile batılı birbirinden
ayırması)nı
kaybeder gibi göründüğü zaman, Hazreti Ebu Bekr es-Sıddîk bütün
sadakati
ile varlığını ortaya koyarak onu ve herkesi irşad etmiş ve İslâm
cemaatini
önceden olduğu gibi Hazreti Muhammed'in yolunda yürütmüştü. Daha önce
hicret
günü Hazreti Peygamberle arkadaşlığı ile gizlendikleri mağarada
müşriklerin
baskınına uğradıkları zaman Hazreti Ebu Bekir Sıddîk'a da üzüntü ve
gevşeklik
gelmiş iken "Üzülme, Allah bizimle beraberdir!.." (Tevbe, 9/40) diye
onu
teselli ve tatmin eden ancak Hazreti Muhammed olmuş idi. İşte o
zamanlar
bir ahd-i zihnî (zihinde belli olan) mahiyetinde olan o mutlu toplum
bütün
insanlığa en mükemmel bir misal olmak üzere belirmiş olduğundan bize
göre
ahd-i harici (önce geçmiş olanlar) ile bellidir. Bunun için selefler ve
halefler (eskiler ve yeniler)den birçok müfessir âyetini Hazreti
Muhammed'in
ve ashab-ı kiram'ının yolu ve sünneti ile tefsir etmişlerdir. Fakat
başlangıç
ve sonuç beraber gözönünde bulundurulduğu zaman bu mânâda kendilerine
nimet
verilmiş olanlar cinsinden bir toplum diye ahd-i zihnî mahiyetinde
olmuş
olur.
"ellezine"nin
sıfatıdır ve İslam'daki takva
hasletinin esasını gösterir. Arapçada sıfat (niteleyen) ile mevsûf
(nitelenen)
arasında tarif (belirlilik) veya tenkir (belirsizlik) açısından da
uygunluk
şarttır. Halbuki = gayr kelimesi, "el-âlimü gayrü'l-câhil",
"el-hareketü
gayrü's-sükûn" (âlim, cahil olmayandır; hareket, durmakdan başka bir
şeydir)
şeklinde tam zıddı olan bir şeye müzaf (tamlama halinde) olmadıkça
belirli
olamayacağı gibi, (ellezine) ism-i mevsûlü (ilgi zamiri) de belirli
olduğundan,
ahd-i zihnî mânâsına yorumlanmadıkça belirsiz bir kelime ile
nitelenemez.
Bundan dolayı bunun sıfat olması, mevsûlün (ilgi zamirinin) ahd-i zihnî
mânâsına açık bir ipucudur. Çünkü (mağdûbi aleyhim) ve (dâllîn)
vasıflarının
mutlaka kendilerine nimet verilmiş olanların vasfına tam zıd olması
düşünülecek
noktadır. Kendilerine nimet verilmiş olarak görünenler içinde gerçekten
öfkeye mahkum olan veya sapıtmış olan nice kimseler de bulunur. Ve
dünyada
nimetler içinde yüzer gibi görünen birçok şahıs ve toplum buna misal
gösterilebilir.
Bu itibarla (gayr) sıfatı, öfke ve sapıklığı olumsuz kılarak
kendilerine
nimet verilen kimseleri bunlardan başkasına tahsis ediyor ve o halde
sağlam
nimetler ile nimetten faydalananlar, bunların tam zıddı olurlarsa da
mutlak
surette nimetten faydalananlar böyle değildirler. Bundan dolayı nimet
verme,
kayıtsız olarak göz önünde bulundurulur ve (ellezine) de bu sıla (ilgi
zamirini açıklayan cümle) ile cins olarak veya ahd-i harici ile (önce
zikredildiği
için bilinen) belirli tanılır ise (gayr) ona sıfat olamaz, belki bedel
olabilir.
Keşşâf ve ona
uyarak Kadı Beydâvi ve diğerleri
bu bedel olmayı caiz görmüşlerdir. Fakat Ebu's-Suud, tefsirinde bunu
haklı
olarak reddetmiştir. Çünkü bedel, cümledeki nisbette esas kasdolunan
olur.
Mübdelü minh (kendisinden bedel getirilen) büsbütün ihmal ve
terkedilmiş
halde olmamakla beraber, cümlede kasdedilen hedef olarak da kalmaz. O
halde
(gayr), bedel ise (sırat) kelimesinden esas gaye nimet değil, öfke ve
sapıtmanın
olmaması olacaktır. Ve bu şekilde kendilerine nimet verilmiş olanlar
demek,
Allah'ın gazabından ve sapıtmakdan kurtulmuş olanlar demek olacağını
Keşşâf
sahibi açıkça belirtmiştir. Gerçi def-i mazarrat (zararı ortadan
kaldırma),
celb-i menfaat (menfaati celbetmek)ten daha iyi ise de esas gaye yalnız
zararı ortadan kaldırmak değil, o zarardan emniyette olan nimet ve
menfaattir.
Bu ise bedelin değil, ancak sıfatın mânâsı olabilecektir. Bundan dolayı
sözün hedefi (en'amte aleyhim)dedir. Ve gazab (öfke) ile sapıtmanın
ortadan
kaldırılması ona tabi olarak (uyarak) kasdolunmuş olur. Ve kendilerine
nimet verilmiş olanlar demek, mutlak nimet ile öfke ve sapıtmadan
kurtulmayı
birarada elde edenler demek olur ki İslâm da budur. Ve gerçekten
İslâm'daki
takva budur ve Ebu's-Suûd tamamen haklıdır. Bundan dolayı (gayr)
kelimesinde
sıfat ve kelimesinde ahd-i zihnî mânâsı açıktır. Bununla beraber mutlak
nimetten, sağlam nimet veya söylediğimiz gibi sırat (yol) nimeti, İslâm
nimeti kasdedilirse, (gayr) bunun tam zıddına muzaf ve bundan dolayı
belirli
olmuş olacağından cins veya ahd-i harici şeklinde sıfat olabilecektir.
Gazab, nefsin
bir iğrenç şey karşısında intikam
isteği ile heyecanıdır ki rızanın tam tersidir. Türkçe'de öfke, bir
fark
ile hiddet, hışım da denilir. Allah'a nisbet edildiği zaman gazab nefsî
etkilenmelerden tecerrüd edilmekle en son haddi ve gayesinde kullanılır
da intikam iradesi veya ceza verme mânâsı kasdolunur. Bu da Rububiyet-i
Rahimiyenin gereğidir. Yani öfke mutlak surette rahmetin zıddı
değildir.
Mesela zalime öfkelenmek, mazluma rahmetin gereğidir. teriminde bu
ünvan
kendilerine âdeta isim olmuş gibi bir kuvvet vardır ki, öfkeye mahkûm,
öfke altında kalmış gitmiş demek olur. Bundan dolayı bazan bir cezaya
uğramak,
kendisine öfkelenilmiş olmak değildir ve hele gerçekten birtakım
gelecek
nimetlerin başlangıcı ve vesilesi olan acılar hiçbir zaman ceza ve öfke
değildir. "Andolsun, sizi korku, açlık, mallardan, canlardan ve
ürünlerden
eksiltme gibi şeylerle deneriz; sabredenleri müjdele." (Bakara, 2/155).
Çünkü her işte değer, sonuca göredir.
Dalal ve
dalalet, doğru yoldan kasıtlı olarak
veya hata ederek sapmaktır ki, hüdâ (doğru yolu gösterme)nın
karşıtıdır.
Türkçe'de bunlara sapmak, sapıklık ve sapkınlık da denilir. Dalal,
bazen
gafletten ve şaşkınlıktan meydana gelir. Ve çoğunlukla da ondan sonra
şaşkınlık
gelir. Sonra yitmekle ve daha sonra yok olmakla biter. Bu vesilelerle
dalal;
gaflet, hayret, yok olma, helak olma mânâlarına da kullanılır. Aslında
hissedilen maddi yoldan sapmaktır. Sonra maneviyatta ve akıl ile
bilinen
şeylerde de meşhur olmuştur. Ve biz çoğunlukla dalalet ve sapkınlığı
yalnız
dinde; dalal ve sapıklığı da akılda ve sözde kullanıyoruz. Bundan
dolayı
(dâllîn) tam anlamıyla sapkınlar demektir.
Burada gerek
ve gerek deki tarif (belirlilik)
edatının istiğrak (her şeyi içine alan) veya cins için olduğu açıktır.
Çünkü nimetin tam salim olması bundadır. Birçok tefsirciler de böyle
cinsi
olumsuz kılma şeklinin tefsirlerini seçmişlerdir ki, bu şekilde nimet
ve
doğruluğun zıddı olan öfke ve sapıklık, kitaplı ve kitapsız müşrik
(Allah'a
şirk koşan) ve müşrik olmayan bütün küfür ehlinin yollarından açık
olarak
sakınılmış olur. Bununla beraber, tarif edatlarının en önde olan ahd-i
haricî mânâsına yorumlanmalarında da aynı mânâyı dolayısıyla elde etme
mümkündür. Ve bunda ayrıca bir belağat da vardır. Çünkü ve vasıfları
kat'î
olarak bilinen en alçak ve en azlarına sarfedilmiş olursa, bunlardan
sakınmak
öbürlerinin hepsinden sakınmayı öncelikle gerekli kılar. Bu da İslâm
milleti
dışındaki milletler arasında bir farklılığın bulunduğunu göstermek
belağatini
içerir.
Acaba her
ikisinin en az mertebesi ile böyle
bir ahd-i haricî var mıdır? Evet gerek Kur'ân'da ve gerek Peygamber'in
hadislerinde ve genellikle İslâm şeriatında bununla ilgili deliller
vardır.
Ve bunlar Kitap ehli olan yahudi ve hıristiyanlardır. Gerek Allah'a
şirk
koşan ve gerek şirk koşmayan bütün kâfirler hakkında yüce Kur'ân'da
"....Fakat
küfre göğüs açan (küfürle sevinç duyan) kimselere Allah'tan bir gazab
iner
ve onlar için büyük bir azab vardır." (Nahl, 16/106) âyetinde olduğu
gibi
öfkeyi ve "(Sana gelenleri) inkar edip Allah yolundan menedenler,
gerçekten
derin bir sapıklık içine düşmüşlerdir." (Nisâ, 4/167) âyetinde olduğu
gibi
sapıklığı genelleştirerek açıkça ifade etmekle beraber yahudiler
hakkında
çoğunlukla "Üzerlerine alçaklık ve yoksulluk damgası vuruldu. Allah'ın
gazabına uğradılar." (Bakara, 2/61) gibi gazabı, hıristiyanlar hakkında
da "Ey Kitab ehli, dininizde haksız yere aşırılığa dalmayın ve önceden
sapmış, birçoklarını da saptırmış, düz yoldan şaşmış bir milletin
keyiflerine
uymayın." (Mâide, 5/77) gibi sapıklığı, açıkça ifade buyurmuştur.
Bununla
beraber yahudiler ile hıristiyanların
kestiklerini yemek ve kızlarıyla evlenebilmek gibi yakın muamelelerde
diğer
müşriklerden farklarını da göstermiştir. Bunlardan anlaşılır ki kitap
ehli
olan yahudi ve hıristiyanlar, gazab ve sapıklıkta diğer müşriklerden,
dinsizlerden
ve diğer batıl din sahiplerinden daha ehvendir. Ve bunlar, İslâm'ın
yakın
zıddıdırlar. Bundan dolayı Fâtiha'da "kendilerine gazab olunan
kimselerden"
maksat ahd-i harici ile yahudiler, "sapıtmışlardan" maksat da
hıristiyanlardır,
diye tefsir olunursa, (gayr) ve (lâ) ile ilk önce ve metin ile bunların
yolu olumsuz kılınmış ve dolayısıyla öncelikle (yani dâl bi'd-delâle:
delaletiyle
delalet edici) olarak da bütün diğer kâfirlerden sakınılmış olur. Ve bu
tefsirin naklinde senedler kuvvetlidir. İbnü Cerir Taberî epeyce hadis
nakletmiştir. "Dürrü Mensûr"un açıklamasına göre; İbnü Ebi Hâtim: "
(mağdûbi
aleyhim)in yahudiler ve "dâllîn"in hıristiyanlar olduğu şeklindeki
tefsirde,
tefsirciler arasında ihtilaf olduğunu bilmiyorum." demiştir. Nasıl ki
İbnü
Hibbân ve Hâkim (Neysâburî), bu konuyla ilgili hadislerin sıhhatına;
Tirmizî
de hasen olduklarına hükmetmiş ve bunları birçok muhaddisler tahriç
etmişlerdir.
Nassın
görünürde bu genelliğini iki çeşitte
toplayacak tarzda kayıt ve şarta bağlamak usûl açısından caiz
olmayacağı
düşüncesiyle bazı tefsirciler buna ilişmiş ve âyet metninin umumî mânâ
üzere bırakılması ile yahudiler ve hıristiyanları birer örnek olarak
kabul
etmeyi uygun görmüştür. Yahudiler ve hıristiyanlar en zararsız ve kat'i
olarak bilinen en yakın kimseler olarak düşünülmeyecek olursa bu itiraz
haklı olarak akla gelebilir. Çünkü sakınmayı onlara tahsis etmenin
mânâsı
İslâm'da hem akla ve hem kesin nakillere aykırı olduğundan böyle bir
ahd-i
hâriciye imkan yoktur. Söylediğimiz gibi bunlar kat'i olarak bilinen en
yakın kimseler olarak düşünülürse diğerlerinden genel olarak sakınmak
öncelikle
sabit olacağından dolayı bir gruba tahsis etmek, bir tarafa atılmış ve
sakıncası atlatılmıştır ve zaten de şirkleri açıkça belli olan diğer
müşriklerden
ve bunlara göre hafif olan Yahudiler ve Hıristiyanlardan da dolayısıyla
sakınılmış olduğundan burada da; bunlardan açıkça ve diğerlerinden
dolayısıyla
sakınılmış olmasında da belağat vardır. O halde bu konuyla ilgili
hadislerden
de biraz bahsedelim:
Hazreti
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in "Yahudiler,
kendilerine gazab edilmişler, Hıristiyanlar da sapıklardır."
buyurduğunu
Tirmizî "Sahihi" bu bölümü tefsirinde ünlü Hâtim et-Tâî'nin oğlu Hz.
Adî'den,
senedi ile bir hasen hadis olmak üzere rivayet etmiştir ki meâli
şöyledir:
"Adî b. Hâtim (r.a.) demiştir ki: Resûl-i Ekrem (s.a.v.)'e gittim,
mescidinde
oturuyordu. Cemaat: "İşte bu Adî b. Hâtim'dir." dediler. Ben ise aman
dilemeden
ve yazışma yapmadan gelmiştim. Hemen huzuruna atıldım. Derhal elimi
tuttu:
"Başlangıçta Allah'tan ümit ederim ki onun elini benim elime koyacak."
buyurmuştu. Daha sonra kalktı. O sırada bir kadın beraberinde bir çocuk
ile huzuruna geldiler ve: "Bizim sana ihtiyacımız var." dediler.
Onlarla
beraber kalkıp onların ihtiyaçlarını giderdi. Sonra elinden tutup beni
mübarek evine götürdü. Bir kız çocuğu ona bir yastık yere koydu ve o
üzerine
oturdu. Ben de huzurunda oturdum. Bunun üzerine Allah'a hamd ve sena
etti
ve şöyle buyurdu: "Allah'tan başka ilâh yoktur." demekten niye
kaçıyorsun,
ondan başka bir ilâh mı biliyorsun?" Ben: "hayır" dedim. Ondan sonra
biraz
konuştuktan sonra "Sen her halde (Allahü Ekber = Allah en büyüktür)
denilmesinden
kaçıyorsun, demek ki Allah'tan daha büyük birşey biliyorsun." buyurdu.
Ben yine "hayır" dedim. Buyurdu ki; yani "Yahudiler gazaba uğramış,
mağdubi
aleyhim olmuşlar, Hıristiyanlar da sapıtmış sapıklığa düşmüşler". Bunun
üzerine ben de: "Ben müslüman oldum geldim." dedim. Ve baktım ki
mübarek
yüzü sevincinden açılıyordu. Daha sonra emretti. Ensar'dan bir zatın
yanına
verildim. Akşam-sabah hep peygamberin huzuruna gelir dururdum. Yine bir
akşam yanında idim. Bir insan topluluğu geldi. Üzerlerinde yün elbise
vardı.
Allah'ın elçisi kalktı, namaz kıldı, sonra onları teşvik etmeye
başladı.
Diyordu ki; "Bir sa' (dört avuç, yaklaşık 3 kg.) olsa bile, yarım sa'
olsa
bile, bir tutam olsa bile, bir tutam parçası olsa bile bununla her
biriniz
yüzünü cehennemin -yahut ateşin- hararet (sıcaklığı)'inden korusun,
hatta
bir hurma tanesi olsa bile, yarım hurma tanesi olsa bile. Her biriniz
Allah'a
varacak, O da size şu söyliyeceğimi söyliyecektir: "Ben size göz, kulak
vermedim mi? Evet verdin der. Mal ve çocuklar vermedim mi? Evet verdin
der. O zaman Allah Teâlâ: "O halde hani sen kendin için önceden ne
hazırlık
gördün der" ve insan işte o vakit önüne, arkasına, sağına, soluna bakar
da cehennemin sıcaklığından yüzünü koruyacak hiçbir şey bulamaz. Her
biriniz
yüzünü ateşten korusun da yarım hurma ile olsa bile. Bunu bulamazsa,
tatlı
sözle bile olsun. Çünkü ben artık sizin hakkınızda fakirlik ve
yoksulluktan
korkmam. Çünkü Allah yardımcınız ve vericinizdir. Sizin için fakirlik
korkusu,
nihayet Medine ile Hiyre arasında kervan giderken bineğinin çalınması
korkusu
ne ise ondan fazla değildir." buyurdu.
Adî b. Hâtim
(r.a.) bunu rivayet ettikten
sonra şunu da ilave etmiş: "Bunu dinlerken ben gönlümden; bu nerede?
Tay
dağlarının eşkiyası nerede? diyordum." demiştir.
Fakat
Yahudiler gazaba uğramışlar demekle,
Yahudilerdir, demek arasında büyük bir fark vardır. Bundan dolayı bu ve
benzeri hadislere göre Yahudilerin ve Hıristiyanların Fâtiha'daki
(mağdubi
aleyhim) ve (dâllînden) birer örnek oldukları anlaşılırsa da, âyetin
kelimelerinin
delalet ettiği mânânın bunlardan ibaret olduğu anlaşılmaz. Bununla
beraber
ikinci şekilde de sağlam rivayet vardır. Tarif (belirtme) edatının en
önde
gelen mânâsı ahd-i hariciye göre yorumlanması, yukarıdaki açıklama ile
kolaylık dairesinde mümkün olunca mütevatir olmayan hadislerle âyeti
kayıt
ve şarta bağlamanın sakıncası vârid olmayacağından dolayı bu hadislerin
de kullanılması vacib olur. Bundan dolayı iki tefsir arasındaki fark,
birisinde
yani cinste hepsinden sakınmanın söz ve metin ile; diğerinde de mânâ ve
delaletle olmasındadır. Birincisine göre İslâm açısından müşrikler ile
kitab ehli arasındaki fark Fâtiha'da ifade edilmemiş, ikincide ise bu
fark
bile gösterilmiş olur ki biz bunu Kur'ân'ın üslubuna daha uygun
buluyoruz.
Bunda bizi
düşündürecek çok önemli noktalar
vardır. Acaba Resulullah Efendimiz, "Yahudiler gazaba uğramış,
Hıristiyanlar
sapıtmışlardır." buyurduğu zaman, bunlar ne durumda idiler? Yahudiler,
daha çok zaman önce dünya sevgisi ve bencillik ile Tevrat'ın
hükümlerini
ihmal ederek ve bozarak Hak yolundan bile bile ayrılmışlar ve bunun
neticesinde
nice yüce peygamberlere ve özellikle Zekeriyya, Yahya ve İsa (a.s.)'a
olan
haksızlıklarıyla da hem Allah'ın gazabını ve hem halkın nefretini
kazanmışlardı.
Ve çoktan siyasi hürriyetlerini tamamiyle kaybetmişler ve darma dağınık
olmuşlardı. Ve bu şekilde kaybettikleri zahiri toplulukları yerine ta
Hz.
Süleyman (a.s.) zamanından beri takip edegeldikleri gizli cemiyetlerle
uğraşmışlar ve uğraştıkça da bütün milletleri kuşkulandırmışlar ve
dünyadaki
insanlar gözünde içleri dışlarına uymayanların başı sayılmışlardı.
Bununla
beraber aslında dünyayı aydınlatmış bir kitaba, harikalarla dolu bir
tarihe
mensup olduklarından dolayı bir dereceye kadar aydın ve en azından
geçmişleri
ile şimdiki durumları arasındaki oranlama itibariyle de pek fazla
dikkate
değer idiler. Geçmişte Allah'a dayanması dolayısıyle çok feyizli ve
bereketli
olan dinlerini zamanımızda milliyetçilik çemberi ile bağlayarak devamlı
hakkın üzerine çıkmak (hakkı ezmek) istiyorlar ve bunu istedikçe
düşüyorlardı.
Hıristiyanlara
gelince: O zamanlar bunlar
Roma'nın mirasçısı, İstanbul'un sahibi olarak yeryüzündeki iki büyük
devletin
biri ve hatta birincisi bulunuyorlardı. Karşılarında bir İran (devleti)
vardı. Yani o günkü Hıristiyanlığın dünyadaki yeri bugünkü
Hıristiyanlık'tan
çok yüksek idi. Dış görünüşlerine bakıldığı zaman bunlar kendilerine
nimet
verilmişler zannedilebilirlerdi. Halbuki gerçekte böyle değil idiler.
Kötü
bir sonuca doğru yürüyorlardı. Sonuçları ve ahiretleri gerçekten
tehlikeli
idi. Gerçi bunlar, Yahudiler gibi ırkçılık çemberine sıkışmış
değildiler.
Fakat hak ölçüsünü kaybetmişlerdi. İşin başlangıcında Hakk'ın tevhidi
yerine
üçlü ilâh inancına saplanmışlardı. Ve en adi müşrikler gibi putlar
içinde
kalmışlardı. Gerçi Manîviye ve Seneviyye (biri iyilik öteki kötülük
için
olan iki ilâhın varlığını kabul edenler)ye göre bu üçlü ilâh inancının
başında bir baba ilâh tanıdığından dolayı az çok bir tevhid mânâsı yok
değildi. Fakat bu üçlü ilâh inancı, İskenderiye felsefesinin değişik üç
şahıstan ibaret ekânim-i selasesi (üç unsuru) yerine, üç şahsın
birleşmesine
dayalı bir ekânim-i selase (üç unsur) idi. O şekilde ki hem bir, hem üç
idi. Böyle aklın çelişki kanununu da çiğneyen bir üçlü ilâh inancı
artık
aklî ilerlemelere meydan bırakmamış ve miras yoluyla elde ettikleri
bütün
ilimleri ve fenleri çığırından çıkarmış ve delillerle isbatlama
yolundan
ayrılıp sadece kalbî zevke ve doğru bir yolu takip etmeyen meyillere
dayanarak
dini rastgele, insanları gemlemeye bir vesile gibi takip etmişler ve
bunun
için ellerinde bulunan mantıkın uygulamasını bir yana atıp sadece
psikolojinin
meyiller ve hisler bölümü ile halkın kalblerini cezbetmek için
uğraşmışlar
ve nice aşırılıklara sapmışlardı. Diğer taraftan hukukla ilgili
düşünceyi
tamamen çiğnemişlerdi. Onlara göre hak, şeriat kavramının gerçekle
ilgisi
yoktu. Bunlar ilmî, gerçek ve ilahî bir kavram değil idi. Nitekim durum
böyle iken hıristiyan dillerinde hukuk mânâsına kullanılan kelimelerin
hak ve hakikat (gerçek) maddesi ile hiçbir ilgisi yoktur. (Druva)
başka,
(verite) başkadır. Ve aynı zamanda eski Roma'da olduğu gibi, normal
hazırlanmış
bir hukuk da değildi. Bundan dolayı halkın irâdesine de bağlı değildi.
Hukuk yalnız ruhanilerin ve ruhani meclislerin koymuş olduğu prensipler
idi. Bunlar, hak üzerinde ilme ve ictihada dayalı bir düşünce ile
değil,
bir irade düşüncesi ile tamamen kanun koyucu vasfı ile hareket
ediyorlardı
ve bununla beraber üçlü ilâh inancının sonucu olarak bu da Lâhut (ilâhî
olan) ile nâsut (insanlara ait şeyler)un anlaşılmaz bir karışımı idi.
İnsan
haklarının, böyle Allah'ın koyduğu kanunlara dayanmayan kanun
koyucularının
elinde istenilen şekle konulabilmesi ve uygulamasında da iyi niyet ile
değil, keyfî ve zevkî noktalardan hareket edilmesi ve aslında
hıristiyanlardan
başkasına hiç bir şekilde yaşama hakkı tanınmaması, toplumu büyük
çöküşlere
hazırlıyordu. Çünkü insanlar dünyada şâirane bir zevkle geçici zaman
için
eğlenebilirlerse de bu zevk gerçek zevki çiğnemeye başladığı zaman
derhal
sönmeye mahkûmdur. İnsan haklarına aslında kalıcı hiçbir değer
verilmediği
zaman ilahî hükümranlığın hiçbir anlamı kalmaz ve kalbî meyilleri
(arzuları)
coşturacak diğer vasıtaların hepsi hakkın karşısında neticesiz kalır.
Burada
inançtan meydana gelmeyen ve inanca aykırı ortaya çıkan sapıklık ve
ahlâksızlıklardan
bahsetmeye gerek görmüyoruz. Çünkü onlar, dini esaslara bağlı değildir.
Bu şekliyle teslis (üçlü ilâh inancı), fikirleri kısırlaştırma,
kalbleri
avlama, şeriatsızlık, vicdan darlığı ve özet olarak tek kelime ile hak
ve hakikatten uzaklaşma. İşte Hıristiyanlığın o zamanki bariz
nitelikleri
bunlar idi. Bu ise peygamberlerin yolu olan hak yoldan sapma idi. Ve
sapıklığın
neticesi de elbette şiddetli ceza olacaktır. Bunun için o sıradaki
devletleriyle
beraber hıristiyanlar görünürde kendilerine nimet verilmiş sayılsalar
bile
vicdanları ve gelecekleri sağlam değildi. Dünyada kuvvetten düşmeye ve
ahirette de bu haksızlıkların cezasına aday ve sapıklardı. Gerçekten de
öyle oldu. Ve yüce Allah kullarına böyle kusurlardan (lekelerden),
tehlikelerden
uzak ve sağlam, gelecekte tam selamet ile Allah'ın nimetine ulaştıran
İslâm
dinini, doğru yolu ihsan etti ve pek kısa bir zaman içinde İslâm dinini
kabul edenlere Allah'ın vaad ve nimeti şüpheden uzak olarak
gerçekleşti.
Ve bunlar, dünyaya en son ve en olgun dinî örnek oldular. Bu doğru
yolda
sabit olanlar için aynı sonuç -Allah'ın yardımıyla- sonsuza kadar
gerçekleşecektir.
İşte anlaşması ile bu gerçeği dile getiriyor. ÖZETLE: Fâtiha sûresi baş
tarafında kâinatın başlangıç ve sonucuna ait bütün istenen özellikleri
ile Allah'ı bilme bahislerini, Kur'ân ilminin ve İslâm dininin
konusunu,
prensiplerini; orta kısmında ise Kur'ân ilminin özel konusunu ve
gayesini
ve İslâm dininin başlangıcı olup en büyük yaratılış kanunu olan
Allah'la
bağlılıkları ile bütün sosyal sırları ve hukukla ilgili prensipleri
tebliğ
ve kaydettikten sonra üç âyette de hak yolun, İslâm dininin efradını
câmi
(fertlerini içine alan), ağyârını mâni (yabancıları çıkaran) kesin
sınırını,
tasvirine doyulmaz bir belağat ile tesbit etmiş ve bunların hepsini
başındaki
bir belağatlı cümlesinde toplayarak geçerliliğini Allah'ın adı ile ilan
etmiştir.
İslâm dininin
bu tarifi şu oluyor: Gazaba
uğratmadan, sapıklığa düşürmeden, doğruca ve selametle Allah'a ve
Allah'ın
nimetlerine götürüp "el-hamdü lillâh = Allah'a hamd olsun" dedirten ve
bu temiz nimetlere tam selametle ermiş, gerçekten mutlu ve övülmüş,
öfkeye
uğramamış ve sapıtılmamış zatlar tarafından takip edildiği tarih
tarafından
görülmüş ve tecrübe ile bilinen büyük, aşikar, düz, doğru, hak yolu ve
istikamet yolu.
Bu dini kabul
etmenin, dindarlığın başlangıcı
ilk önce Allah Teâlâ'yı tanımak ve ona diye Allah'tan başka ilâh
olmadığına
tam bir şekilde söz vermek ve anlaşma yapmak ve ondan sonra da tam bir
sebat ve samimiyet ile gereğini yerine getirmek için hak ve vazifelerin
bütün sınırlarını bildiren ve üzerinde kolaylık ve selametle yürünmek
mümkün
olan dosdoğru bir şeriat caddesine hidayet, yani bilimsel olarak doğru
yolu göstermek ve pratikte başarılı olmayı istemektir ki, bu şuurlu
isteğin
cevabı Bakara sûresinin başında başlayacaktır.
Demek ki
istemek ve dindarlık bizden; din,
şeriat ve doğru yolu göstermek Allah'tandır. Ve bu hidayet (doğru yolu
göstermek) iki çeşittir. Biri ilmî olan irşad, diğeri fiilî (pratik)
olan
Cenab-ı Hakk'ın kuluna yardım etmesidir. Yüce Kur'ân, ilmî irşadı
istemenin
cevabıdır. Fiilî olarak başarılı kılmayı istemenin cevabı da bu irşadı
kabul etmekle etraflıca dindarlıkta her an ve her lahza meydana
gelecektir.
İşte İslâm
dini böyle bir Allah kanunudur.
Fâtiha bunu tanımlarken mânâsını isbatlamak için başlangıçtaki aklî ve
kalbî irşadlardan sonra gözlem ve tarihin şehadet ettiği tecrübeyi
gösterivermiş
ve başka delil ve vesikaya bile ihtiyaç bırakmamıştır.
Bunda şüphe
edenler gözlem ve tecrübe ile
sabit olan örneği peygamberlerin sonuncusu Muhammed Mustafa (s.a.v.)
Efendimizle
yüce ashabının bu sayede nail oldukları Allah nimetlerinin büyüklük ve
mukaddesliğini tarihte gözleri kamaşa kamaşa okuyabilirler.
Elhamdülillah
Allah'ın kitabı, bir harfi bile bozulmaksızın olduğu gibi elimizde
mevcut
ve Peygamberimize ait sünnetler korunmuş olduğundan, İslâm dininin
hakikatında
hiçbir sapma, hiçbir sapıklık arız olmamıştır. Bunun için Kur'ân,
Hazreti
Muhammed'in mu'cizelerinin en derini, tarih de onun hak olduğuna,
davasının
doğruluğuna şahittir. Ve bu şekilde bizim için din ilmi, akıl ve nakil
ile karışıktır. Bunları, doğruluk ve içten sevgi ile uygulayacak olan
toplumların
tecrübe ile sabit olan aynı sonuçları elde edeceklerinden şüphe etmek
için
hiçbir hak yoktur. İlim ve fen adına böyle bir şüphe ortaya atmak, dün
beni aydınlatan güneşin yarın aydınlatamayacağını iddia etmek gibi,
tümevarım
kanununu inkâr etmektir. Fakat ilim ve fende, tecrübe ve tümevarım
kanununa
pek büyük önem veren Avrupalılar bu istikra (önerme)yı yerinde
yapmayarak
fikirleri karıştırıyorlar. Çünkü İslâm dininin mahiyetini, aslından ve
hakkıyla dindarlığına sahip olan kaynaklardan araştırmıyorlar da; çöküş
içinde yuvarlanan şimdiki müslümanlarda arıyorlar. Halbuki gerçek,
şimdiki
zaman ile geçmiş zamanın karşılaştırmasından çıkacaktır. O zaman
görülür
ki o doğru yol üzerinde gerçekten yürüyenlerle yürüyemiyenler arasında
büyük fark vardır. Ve bu fark bir ilerleme ile bir gerileme farkıdır.
Demek
ki sadıklar yükselmiş, sadık olmayanlar gerilemişlerdir. Demek ki din,
hak kanunudur, fakat din adına yapılanlar noksandır ve doğru değildir.
İlim ve fendeki her hak kanunu da böyle değil midir? Mesela iyi
matematik
bilen bir adam muamelelerinde o hesabı yapmaya üşenir de uygulamazsa
kabahat
matematiğindir denebilir mi? Ve mesela pis mikropların zararlarını
bilen
kimse sokaklarda gezdiği papuçlarla oturduğu veya yattığı odanın içine
kadar girmeyi alışkanlık haline getirirse, sonunda etkisinde kalacağı
felaketten
mikrop ve koruyucu hekimlik ilmini sorumlu tutmaya hak kazanabilir mi?
İnsanlar kendilerini hakkın kanununa uydurmakla yükümlü iken, o hak
kanununu
kendilerine uydurmaya çalışırlarsa kusur o kanunun değil, o insanın
olur
ve zararına katlanan da insandır. Allah'ın gazabı ilk önce bunu bilerek
yapanlar içindir. Bilmeyerek yapanlar da sapıklardır. Bunlar da sonunda
o akibete mahkumdurlar. Ne yazık ki asrımız insanlarında özellikle din
hususunda hakkın kanununu kendilerine uydurmak sevdası üstün gelmiş
görünmektedir.
İlim, fen ve sanayideki bu kadar ilerlemelere rağmen bütün dünyada
insanlığın
sıkıntılarının genel bir şekilde gittikçe artmasının sebebi de budur.
Bu
sıkıntıları, ancak doğru yolda yürümek kesebilir.
"Allahım!
Bizi doğru yola hidayet et. Kendilerine
nimet verdiğin kimselerin yoluna. Gazabına uğrayanların ve
sapanlarınkine
değil." Âmin, "kabul et" mânâsına gelen bir ism-i fiil (fiil mânâsına
gelen
isim)dir. Âmin demeye de te'min (emniyet hissi vermek) denilir. Bu
Kur'ân
nazmının bir parçası değildir. Bunun için Mushaf'a yazılmaz. Fakat
Buharî
ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere Hazreti Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz
buyurmuştur ki; "İmam veleddâllîn dediği zaman hepiniz âmin deyiniz.
Çünkü
melekler âmin derler. Âmin demesi, meleklerin âminine rastgelenin
geçmiş
günahları affedilir." Diğer mevkuf bir hadiste de: "Dünya halkının
saflarının
hizasında göktekilerin safları bulunur." Bundan dolayı yerdeki "âmin"
gökteki
"âmin"e rastgelirse ibadet edenin günahları affedilir." buyurulmuştur.
Bundan dolayı "âmin" sünnet ile sabittir. Hem imam ve hem cemaat
tarafından
gizlice yapılmalıdır. İmam gibi yalnız başına namaz kılan da gizlice
söyler.
|
|