Enfal Suresi Tefsiri


Elmalı Tefsiri

1-Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar" buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz, düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz, böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah" denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.

2- Resulüm, sana enfâlden, ganimetlerden soruyorlar Enfâli soruyorlar buyurulmayıp "enfâlden soruyorlar" buyurulması gösterir ki, asıl enfâli soruyorlar veya ganimeti istiyorlar demek olmayıp, enfâlin durumunu, onunla ilgili hükmünü soruyorlar demek olduğuna işarettir ve, bu cihet zaten verilen cevap ile açıklık kazanacaktır. Sonra bunun A'raf sûresinin son âyetlerine ilgisi bakımından da kulluğa yönelik, yani hakkiyle kulluk edebilme arzusundan doğan bir soru olduğundan da gaflet edilmemek gerekir. Cevap olarak: De ki; enfâl, Allah ve Resulünündür. Yani enfâl hakkında hüküm vermek Allah'a ve Resul'e mahsustur. Bunda kimsenin oyu ve onayı yoktur. Allah nasıl emrederse Resul de onu öylece tebliğ ve icra eder. Şu halde Allah'a karşı gelmekten sakınınız, Allah'a ittika ediniz ve gazabına sebep olacak hâllerden sakınıp korununuz. Ve aranızdaki açıklığı gideriniz, düzeltiniz. İhtilaf ve anlaşmazlıkları gerektiren hâllerinizi düzeltiniz ve bunu yapabilmek için Allah'a ve Resulü'ne itaat ediniz eğer müminler iseniz, böyle yaparsınız. Zira müminler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman yani sırf Allah'ın ism-i celâli söylendiği, sıfatlarından hiç bahsolunmaksızın ve fiillerinden, kudretinden hiçbiri gösterilmeksizin yalnızca "Allah" denildiği zaman yürekleri oynar, kalblerini rahmet ümidi ve sevgi heyecanı kaplar, muhabbetle karışık bir korku sarar, Allah'ın azamet ve ihtişamından kaynaklanan bir ürperti kaplar. Ve üzerlerine O'nun âyetleri okunduğu, tilâvet edildiği vakit imanlarını arttırır. Bilgi ve ibadet sebepleri ve delilleri arttıkça iman da taklitten çıkıp tahkik özelliği kazanmaya başlar, tahkik gelişir, yakîn ve itminanları ziyadeleşir. Ve ancak Rab'lerine tevekkül ve itimat eylerler. Başkasına değil, yalnızca Allah'a güvenir ve O'na teslimiyet gösterirler ve işlerinde başarıyı ondan beklerler.

3- Onlar ki, Namazı hakkiyle kılar ve kendilerine verdiğimiz rızıklardan infakta bulunurlar.

4- İşte onlar, yani bu özellikleri kazanmış olan müminler yok mu hakkiyle mümin olanlar işte ancak bunlardır. Gerçekte mümin diye ancak bunlara denilir. Zira hem kalbleri, hem kalıpları ve amelleri ile mümindirler. Bunlar için Rableri katında yüksek yüksek dereceler ve büyük bir mağfiret ve kerim bir rızık vardır. Öyle kerim bir rızık ki, sayısı ve süresi tükenmez, ardı arkası kesilmez, zararsız ve tükenmez, derdi belası olmaz, sırf hayır ve sırf nimet olan bir rızık vardır ki iman ile güzel amelin asıl ecri işte bunlardır. Dünya malı ve savaş ganimetleri bunların yanında kâle alınmaya bile değmez. Şu halde enfâlin hükmünü sorarken, her şeyden önce şunu bilmek gerekir ki,enfâl, bu dereceleri, bu mağfireti ve bu kerim rızkı ihlal etmemek şartıyla ve onun üzerine ziyade, fazladan bir nimet olmak üzere düşünülmeli ve ele alınmalıdır. Yoksa ganimetler, helâl olan birer enfâl olma özelliğini kaybeder, birer vebal ve günah olur. Bu hâl, bu enfâl meselesindeki durum neye benzer bilir misiniz?

5-Ey Muammed, Bu hâl, şunun gibidir ki Rabbin seni hakkı açığa çıkarma uğruna, yatağından kaldırıp, evinden dışarı çıkarmıştı, yani Rabbin seni, Medine'deki evinden çıkarıp Bedir tarafına doğru hareket etmeni emreylediği zaman, hakkı yerine getirmek gibi gerçek bir sebeple çıkarmıştı. İşte o sırada bu müminlerin bir kısmı gönülsüzdüler. Savaşı arzu eder bir durumda değildiler. Bunun için ilk yola çıkışta işin içyüzünü bilmiyorlardı. Gerekli hazırlıklarını yapmadan sadece bir kervana gidiliyor diye gelişigüzel çıkmış bulunuyorlardı, savaşmayı da istemiyorlardı.

6- Hakikat iyice açıklık kazandıktan, yani savaşın kaçınılmaz olduğu iyice anlaşıldıktan sonra hâlâ o konuda sana karşı mücadele ediyorlardı, sanki göz göre göre ölüme sürükleniyorlarmış gibi davranıyorlardı. Yani doğal olarak savaşmaktan gocundukları veya harp için hazırlanmış olmadıkları için, iki süvari ve üçyüz onüç piyadeden oluşan ufacık bir birlikle düşmana karşı savaş vermeyi bir kısım müminler çok tehlikeli ve mahzurlu görüyorlardı ve savaşı hoş karşılamıyorlardı.

7- Ve unutmayın o vakti ki, Allah size iki taifeden birisi sizin olacaktır diye vaad ediyordu; siz ise istiyordunuz ki, şevketi olmayan şey sizin olsun. Bu iki taifenin birisi Ebu Süfyân'ın yönetiminde Amr b. As ile Amr b. Hişam'ın dahi içinde bulunduğu kırk süvari muhafazasında Şam'dan gelmekte olan büyük bir ticaret kervanı idi. Hz. Peygamber bu kervanın gelişini haber vererek Medine'den hareket etmişti. Sahabenin birçoğu, hareketin hedefinin yalnızca bu kervanı vurmak olduğu düşüncesinde bulunduklarından bu harekete fazla ağırlık kuşanmadan katılmışlardı. Oysa öte yandan bütün Mekke halkı ayaklanmış büyük bir kalabalık teşkil ederek Ebu Cehil kumandasında hareket etmiş, güçlü ve şevketli bir taife idi Bin kişilik silahlı bir Kureyş ordusu Bedir'e doğru geliyordu. O zaman Cebrail inmiş ve demiştir ki, Ey Muhammed, Allah Teâlâ size iki taifenin birini vaad etti; ya ıyr, ya nefîr yani ya kervan veya Kureyş ordusu". Bunun üzerine Resulullah yolda ashabı ile istişare edip buyurdu ki, "ne diyorsunuz? Kureyşliler yola çıktılar, "her türlü zorluğa ve sıkıntıya rağmen" bize doğru geliyorlar. Sizce kervan mı daha iyi, yoksa onları karşılamak mı?" Büyük bir kısmı: "Hayır, bizce düşmanı karşılamaktansa kervanı takip etmek daha iyi." dediler. Buna karşı Resulullah'ın mübarek yüzlerinde bir burukluk hasıl oldu. Sonra şunları söyledi: "Kervan deniz kenarından geçti gitti, Ebu Cehil ise bize doğru geliyor" dedi. Bunun üzerine yine de "Ya Resulallah, kervana bak, düşmanı bırak." dediler. Hz. Peygamber öfkelenmişti, Ebubekir ve Ömer (r.a.) kalktılar güzel sözler söylediler. Sonra Sa'd b. Ubade kalktı ve dedi ki "Ey Allah'ın Resulü! Kendi emrine bak ve icra et, vallahi sen yani Aden körfezine gitsen Ensar'dan bir kişi bile geri kalmaz." dedi. Daha sonra Mikdat b. Amr, kalktı ve dedi ki "Ya Resulallah! Allah Teâlâ sana ne emrettiyse onu icra et, ne tarafa gidersen biz kesinlikle seninle beraberiz. Biz, İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya dedikleri gibi, "Git, sen ve Rabb'in birlikte savaşın, biz işte burada oturup bekliyoruz." (Mâide 5/24) demeyiz, lâkin deriz ki Sen Rabb'inle git, ikiniz onlarla savaşınız, biz de sizinle beraberiz, gören bir tek gözümüz bulunduğu müddetçe savaşacağız". Bunun üzerine Resulullah'ın yüzü güldü, "Şimdi bana söyleyin, insanlar bu iki görüşten hangisinden yanadır?" buyurdu. Ve insanlar sözünden maksadı da Ensar idi. Zira Ensar Akabe'de bey'at ettikleri zaman "Sen bizim diyarımıza gelinceye kadar zimmetimizde değilsin, ancak bize geldiğin zaman zimmetimizdesin, kendi çoluk çocuğumuzu müdafaa ettiğimiz gibi seni de müdafaa edeceğiz" diye söz vermişlerdi. Ve anlaşıldığına göre Resul-i Ekrem Ensar'ın "Biz ancak Medine içinde hücum eden bir düşmana karşı müdafaayı üstlenmiştik." gibi bir görüş öne sürmeleri ihtimalini hesaba katıyor gibiydi. Sa'd b. Muaz kalkıp "Ey Allah'ın Resulü! Galiba bizi kastediyorsun?" deyince, o da "evet" buyurdu. Bunun üzerine Sa'd dedi ki: "Biz sana iman ettik, seni tasdik eyledik ve bize getirdiğinin hak olduğuna şehadet ettik. Bu konuda sana uymak ve itaat etmek üzere söz verdik. Şu halde sen ne dilersen onu yap. Seni hak peygamber olarak gönderen Allah'a yemin ederim ki, sen bize şu denizi gösterip dalsan biz de beraber dalarız ve içimizden bir tek kişi bile geri kalmaz. Bizimle düşmana karşı gitmeni de hoş görmezlik etmeyiz. Biz harpte sebatkârız, çarpışma sırasında sadakat gösteren kimseleriz. Umulur ki Allah Teâlâ, bizden sana, yüzünü güldürecek şeyler gösterecektir. Şu halde yürüt bizi Allah'ın bereketine". Sa'd'in bu sözlerinden Resulullah çok memmun oldu ve sevindi, sonra da buyurdu ki; "Haydi yürüyün Allah'ın bereketine, size müjde veriyorum ki, Allah bana iki taifenin birini vaad buyurdu. Allah biliyor ki, ben sanki şu anda onların devrilip yere serilecekleri yerleri görür gibi oluyorum".

İşte harbin nihayetinde daha önce enfâl meselesi üzerine cereyan eden bu gibi hâller ihtar olunarak buyuruluyor ki: Size Allah iki taifeden herhangi birini vaad ediyorken siz şevketsiz olan tarafı arzu ediyordunuz, oysa Allah kelimeleriyle hakkı yerine getirmeyi ve kâfirlerin kökünü kesmeyi murad ediyordu. Yani siz kervanı vurmak gibi, şanı ve şerefi olmayan küçük şeyler istiyordunuz. Oysa Allah hakkınızda daha şerefli olan yüksek şeyler murad ediyordu. Hakkın yücelmesini ve kâfirlerin kahrolmasını, hak dinin şan ve şeref kazanmasını takdir ve irade buyurdu. İşte bu size, sizin kendi iradenizle Allah'ın hükmü ve iradesi arasında sizin lehinize ne kadar büyük bir fark bulunduğunu anlatır. Burada şuna iyi dikkat etmek lazım gelir ki Allah Teâlâ, bu hakkı yerine getirmeyi doğrudan doğruya yaratmayla değil, kelimeleri ile, yani emri ile yerine getirmek istiyordu. İşte böyle Allah'ın emri ve kelimesiyle beşerin de ona uyup itaat etmesiyle yapılması gereken şeylere cürm ü ma'siyet veya derece ve mağfiret tahakkuk eder. Yoksa Allah Teâlâ'nın kelimeleri ile değil de doğrudan doğruya cebri ve yaratmasıyla yaptığı ve yapacağı şeylerde beşerin irade ve çabasının hiçbir hükmü yoktur.

8-Bunun için Allah, herşeyden önce kelimeleri ve âyetleri ile onu belirsiz olarak yapıyor ve vaad ediyordu ki, o mücrimler istemeseler ve hoşlanmasalar da, yani o kâfirlerin o müşriklerin iradelerine rağmen hakkı yerine getirsin ve batılı yok etsin, hakkın hak, batılın da batıl olduğunu iyice açığa çıkarsın ve ilan etsin.

Unutmayın ve iyice hatırlayın o vakti ki:

9- Hani siz Rabbinize istiğase ediyor, yalvarıyor, imdat ve yardım istiyordunuz ya... Müminler savaşın ve çatışmanın kaçınılmaz olduğunu anladıkları zaman "Ey Rabb'imiz, Senin düşmanlarına karşı bize yardım et! Ey yalvaranların niyazını duyan, bize merhamet et!" diye dua etmeye başlamışlardı. Hz. Ömer'den rivayet edildiğine göre; Hz. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, müşriklere baktı, bin kadar idiler, bir de ashabına baktı, üçyüz on kadar kişiydiler. Bunun üzerine kıbleye döndü ve iki elini kaldırıp "İlâhî bana verdiğin sözü yerine getir! İlâhî, şu bir avuç insan yok olursa, sana yeryüzünde ibadet eden kalmayacak." diye dua etmeye başladı, bir süre duaya devam etti, nihayet omuzundan ridası düştü. Onu Hz. Ebubekir aldı, müberek omuzuna koydu ve ardından "Ey Allah'ın Resulü! Rabbine niyazın ve münacatın yetişir, O, sana olan vaadini yerine getirecektir." dedi. Rabbiniz de size şöyle cevap verdi , yani şu şekilde âyet nâzil oldu: Hiç şüphesiz Ben size ardı ardına bin melek ile yardım edeceğim. Bu kadar melâikeye ne lüzum vardı? Allah melek göndermeden de dilediğini yapamaz mıydı? Ve Allah dilediği takdirde bir tek melek bile dünyanın altını üstüne getirmeye yetmez miydi?

10- Fakat Allah, bu yardımı sırf bir müjde olsun diye, bir de bununla kalbleriniz huzura kavuşsun diye yaptı. Nusret ve zafer ancak Allah katındandır . Ne maddî sebeplerden ve görünüşteki kuvvetlerden, ne de meleklerden değildir. Allah Teâlâ size iş başartmak, sizi zafere kavuşturmak istemiş, sizin korkularınızı ve acılarınızı yüreğinizden silip atmak, heyecan ve telaşınızı teskin etmek, ayrıca verdiği müjde ile de güven ve huzurunuzu arttırmak istemiştir. Bundan dolayı size bin melekle imdat göndermiştir ki, hakikatte bütün kuvvetin ve etkinin Allah'a mahsus olduğunu, Allah dileyince zayıfları kuvvetlilere galip getireceğini, O istemeyince maddî veya manevî kuvvetlerin hiçbir işe yaramayacağını iyice anlayasınız ve vazifelerinizi yapmak için, kendinizi zayıf görerek ümitsizliğe düşmeyesiniz, karamsar olmayasanız, Allah'ın yardımından ümit kesmiyeseniz. Ayrıca Allah'ın kullarına verdiği emirlerle yaptıracağı bu gibi işlerde "Eğer Allah murad ediyorsa, bizi karıştırmadan kendisi doğrudan doğruya yapıversin." demiyesiniz de maddî açıdan en ümitsiz görünen zamanlarda bile azimli, kararlı ve ümitli olarak çalışasınız. Çünkü Allah, şüphesiz güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir. Onun verdiği hükme karşı itiraz mümkün olmaz, yaptığı işler de hikmetten uzak olmaz. Bu iyice anlaşıldıktan sonradır ki, Âl-i İmran Sûresi'nde, Uhud Savaşı hakkında "Nusret ve zafer ancak aziz ve hakim olan Allah tarafındandır." (Âl-i İmran, 3/126) buyurulmuştur. Allah'ın hikmetine bakınız ki:

11- Hani size uykuyu sardırıverdi fakat o uyku gaflete düşürüp sizi baskına uğratmak için değildi. Allah tarafından bir güvenlik ve esenlik olmak, korkunuzu silip sizi dinlendirmek içindi , ve üzerinize hiç umulmadık bir zamanda, gökten su indiriyordu, düşman ordusu daha önce gelmiş, su bulunan yerleri tutmuştu, müslümanlara bir yudum su vermiyorlar ve onların susuz bıraktıkları zaman, daha kolay zafer kazanacaklarını umuyorlardı. Bundan başka bulundukları mevki kumluktu, ayakları kuma gömülüyor, yürürken güçlük çekiyorlardı, üstelik kumlar savruluyor ve etraf toz duman oluyordu. Düşmanın çokluğu, araç ve gereçlerinin üstünlüğü yetmiyormuş gibi, içinde bulundukları bu olumsuz durumlar da müslümanların moralini bozuyor, birçok korkulara ve endişelere sebep oluyordu. Tam o sırada Allah Teâlâ, geceleyin bir yağmur ihsan etmiş müslümanların önündeki vadi ırmak gibi akmıştı.

Bakınız bu yağmur, susuzluğu giderdiği gibi, daha başka ne kadar nimetleri ve hikmetleri içeriyordu. Şöyle ki:

1- Sizi bununla temizlesin, kirli şeylerden temizleyip arındırsın, necasetten ve hadesten taharet etmenizi sağlasın: Abdestinizi, guslünüzü yapmanıza yarasın da bu yüzden gönlünüzü huzura kavuştursun. Çünkü müminler su bulamadıkları zaman sıcaktan ve susuzluktan etkilendikleri kadar, belki daha fazlasıyla gusülsüzlükten ve abdestsizlikten dolayı rahatsız olurlar, elem duyarlar. Mümin bir kimse cünüp olduğu zaman adeta kendinden tiksinir, gusül yapamazsa kalbi rahat etmez ve bu yüzden acı çeker. Ve hakikaten temizlik her nimetin temelidir. Bu hikmete bağlı olarak Allah Teâlâ, temizliğe yaraması bakımından suyun birinci faydasını ve hikmetini bunu belirtmek için zikretmiştir ve bu faydasını en öne almıştır.

2- Ve sizden şeytanın ezasını, vesvesesini gidersin diye. Düşman Bedir suyunu tutmuş bulunduğu için şeytan müslümanlara bu vesile ile vesvese veriyordu ki, onları susuzluktan kırılmakla korkutuyordu. Rivayet olunduğuna göre, müslümanlardan birçoğu uyuyup ihtilam olunca, iblis, kendilerine görünüp demişti ki, "Siz hak yolda olduğunuzu sanıyorsunuz, halbuki cenabet cenabet namaz kılacaksınız ve susuzluktan helâk olacaksınız. Eğer hak yolda olsaydınız, düşman su başlarını tutabilir miydi?"

İşte yağmurun yağması, şeytanın bu gibi vesveselerini de ortadan kaldırmıştı.

3- Ve kalbleriniz üzerine bir rabıta olsun diye . Allah'ın lütfunun bir başlangıcı olan bu olayı hepiniz görüp de kalbleriniz kuvvet bulsun, Allah'a olan güveniniz ve tevekkülünüz kesinlik kazansın, Allah'a ve birbirinize bağlılığınız artsın diye.

4- Ve bununla ayaklarınızı tespit etsin diye . Ayaklarınızı yerli yerinde tutsun, sizi yere sıkı bastırsın da kumlara gömülüp kaymasın diye. Veya düşman karşısında ayak direten kimseler olasınız diye.

12- İşte o vakit, ey Muhammed! Rabbin meleklere şöyle vahyediyordu: Ben sizinle beraberim, yani yardımım ve inayetim, imdadım ve muvaffakiyetim sizinle beraberdir. Şu halde, ey meleklerim, iman edenleri tespit ediniz, ayaklarını kaydırmayıp, dimdik ayakta kalmalarını sağlayınız. Yakında Ben kâfir olanların kalblerine korku salacağım, o zaman hemen boyunlarının üstüne vurunuz, ve onların parmaklarına kadar her taraflarına vurunuz.

13- Bunun sebebi de onların Allah'a ve Resulüne şikak yapmaları, zıt gitmeye uğraşmalarıdır. Çünkü her kim Allah'a ve Resulü'ne zıt giderse, (şikak ederse), şüphe yok ki, Allah şedidü'l-ikabdır, cezası çetin olandır.

14- İşte ey kâfirler gördünüz ya Allah'ın emri işte böyledir. Şu halde bunu tadınız bakalım. Kâfirlere bundan başka bir de ateş azabı vardır, o da muhakkaktır ve ahirettedir.

Bundan böyle:

15- Ey iman edenler, ey müminler cemaatı! Kâfirlere zahf hâlinde rastladığınız vakit, yani sizden sayıca üstün olarak, sürü sürü saf tutmuş olarak harp düzeninde karşılaştığınız zaman onlara arkanızı çevirmeyiniz. Sizin kadar oldukları veya sizden daha az oldukları zamanlar şöyle dursun, sizden çok fazla oldukları zaman bile kıç dönüp kaçmayınız. Siz de derhal saf tutup savaş düzeni alınız.

16-Zira öyle bir günde her kim onlara kıçını dönerse, ancak yeniden dönüp çarpışmak için yan çizerse, yani düşmanı yanıltmak ve daha iyi vurmak için vur-kaç ve tekrar vur-kaç gibi bir savaş hilesi maksadıyla bunu yaparsa, veya bir takıma çekilmek ve orada mevzilenmek suretiyle, (mesela daha büyük bir düşman birliğine saldırmak veya bir yerdeki müslüman birliğine imdat etmek veya iltihak etmek üzere) geri dönenlerden başkası muhakkak Allah'dan bir gazaba uğramış olur. "Onun varacağı yer de cehennemdir. Orası ne kötü bir dönüş yeridir." Eğer düşman sayıca müslümanların iki katından daha fazla ise, bu durumla ilgili hükümler biraz sonra gelecek olan "İşte şimdi Allah sizin yükünüzü hafifletti." âyetinin gereğince bu hüküm tahsis edilmiş olur.

İşin içyüzü böyle yukarda anlatıldığı gibi olunca:

17- İmdi onları siz katletmediniz, o öldürülen ve yere düşen, enfâli ve ganimeti söz konusu olan müşrikler sizin gücünüzle ve kuvvetinizle ölmüş olmadılar ve lâkin onları Allah katletti, öldürdü. Size emretmek, nusret ve zafer vermek, üzerlerine sizi saldırtmak ve kalblerine korku düşürmek suretiyle hakikatte onları Allah öldürdü. Rivayet olunuyor ki, Kureyş ordusu, Akankal'den çıkınca, Peygamber Efendimiz buyurmuştu ki, İşte Kureyş, gurur ve iftihar ile geldi, Allah'ım bunlar Senin Resulünü inkâr ediyorlar. Bana verdiğin vaadi senden istiyorum ya Rabbi!" diye dua etti. İşte bu sırada Cebrail aleyhisselam geldi, "Bir avuç toprak al, onlara doğru at." dedi. Ne zaman ki, iki taraf savaşa tutuştular Peygamber Efendimiz bir avuç çakıl aldı yüzlerine doğru attı ve "yüzleri kurusun!" buyurdu. Bunun üzerine düşman saflarında gözüyle meşgul olmayan bir müşrik kalmadı. Bundan sonra bozuldular, müminler de enselerine bindi; bir yandan öldürüyorlar, bir yandan da esir alıyorlardı. Sonra savaş sona erince müslümanlardan "Şöyle kestim, şöyle vurdum, böyle esir aldım." diye ileri geri konuşanlar ve yaptıkları ile övünenler oldu. İşte bu âyet bunun üzerine nâzil oldu. Yani siz iftihar edip övünüyorsunuz, ama şunu iyi bilmelisiniz ki, onları sırf kendi gücünüzle yenmediniz, onları siz değil, Allah öldürdü. Ve attığın vakit de sen atmadın ya Muhammed! Bir remiy, bir atış şeklinde bir iş yaptığın vakit, düşmanlara isabet eden ve etkileyen, hepsinin gözlerine batan o atışı sen atmadın, o atışın dış görünüşü senin idi, ama sonuçlarını ve etkisini sen yapmadın ve lâkin Allah attı. Zira sana at! emrini veren O idi, o attığın şeyi hedefine isabet ettiren, gayesine erdiren ve düşmanı bozguna uğratıp, sizi tepesine bindiren ve galip getiren O idi. Eğer atanla atılan merminin içyüzü hesaba katılmayacak olursa, bütün şan ve şeref, düşmanın boynuna inen bir kılıcın veya damarına saplanan okun veya gözüne batan çakıl taşının olması gerekir, o zaman da size hiç bir şeref hissesi kalmaz. Fakat şeref ne kınında duran kılıcın, ne de yerindeki çakılındır. İşte o kılıcın ,okun ve çakılın gazilere karşı durumu ne ise, gazilerin de Allah'a karşı durumu ondan da aşağılardadır. Çünkü onlar Allah'ın emrinde ve hizmetindedir. Binaenaleyh gaziler bilmelidirler ki, hakikatte kendilerinin hiçbir hakları yoktur, büyüklük taslayıp böbürlenmeleri de yersizdir. Bütün bunları yapan ve yaratan Allah'tır. Buradan hareketle bunu vahdet-i vücud görüşüne delil olarak kullanmaya gerek yoktur, böyle bir vehme saplanmak da doğru değildir. Bunda vahdet-i vücud veya ittihat değil, fiillerin yaratılışı, görünüşteki etkilerinin ötesinde ve üstünde olan gizli ve hakiki etkinin ispatı ve gerçek etken olan Allah'ın gücü ve kuvveti söz konusudur. Aslında ortada atan ve atılan, gazi olan ve ölen yok değil, ancak bütün bunların üstünde mutlak kudret sahibinin emrinin ve iradesinin geçerliliği vardır. Aslında bunların hiçbiri tek tek veya hepsi birden Allah değildir. Fakat hepsinin varlığı üzerinde yegane etki gücüne sahip, hepsi üzerinde hükümran bir Allah vardır ki, bütün sebepler ve amiller, gizli ve açık tesirler ve bunların sonuçları netice itibariyle O'nun hükmü altındadır. Ve Allah, müminlere, tarafından güzel bir tecrübe kazandırsın, güzel bir nimet olan nusret ve zafer tecrübesi ihsan etsin diye bunları yaptı. Şüphesiz ki, Allah işitendir, bilendir. Dualarınızı, feryatlarınızı, gizli ve açık seslerinizi, sözlerinizi işitir. Niyetlerinizi, maksatlarınızı, fikirlerinizi ve kuruntularınızı, bütün hâl ve gidişinizi hakkiyle bilir.

18- Gördünüz ya, işte böyledir ve gerçek şu ki, Allah kâfirlerin oyun ve hilelerini boşa çıkarır. Tuzaklarını geçersiz kılar, onu zaafa düşürür, çürütür ve iptal eder.

19-Ey kâfirler fetih isterseniz işte size fetih gelmiştir. Fethetmek isterken siz fetholundunuz, emelleriniz tersine döndü, hileleriniz sizin başınıza geldi. Rivayet olunuyor ki, Mekke müşrikleri, Mekke'den yola çıktıkları zaman, Kâbe'nin örtüsüne yapışarak "Ey Allahımız, iki askerin en yücesine, iki tarafın en doğrusuna, iki grubun en değerlisine yardım et!" diye dua etmişler, Allah'tan zafer ve fetih istemişlerdi. Ne kadar dikkat çekici bir durumdur ki, duaları aynen kabul olunmuştu. Fakat ettikleri duaya kendi durumları uygun düşmüyordu. Bunun için sonuç kendi aleyhlerine ve müminlerin lehine olarak kabul olunmuştu. Aslında bu âyette, Bedir Savaşı'nın asıl çıkış sebebinin müşriklerin saldırgan tutumundan kaynaklandığına işaret vardır. Onun için buyuruluyor ki, ve eğer siz bu sevdadan vazgeçerseniz, bu bulunduğunuz duruma, yani Allah'a ve Resulü'ne karşı gelmeye, kin ve düşmanlık gütmeye, ona karşı savaş açmaya son verirseniz bu sizin için hayırlıdır. Ve şayet yine harp fikrine dönerseniz biz de döneriz ve cemaatiniz çok da olsa hiçbir şeye yaramaz, size fayda vermez.

Ve Allah, muhakkak müminlerle beraberdir. Ancak müminler de bu beraberliği kayıtsız şartsız zannetmemeliler ve unutmamalılar ki, bu beraberlik başta kamil bir iman ile onun gerekli kıldığı şartlara bağlıdır.

20- Ve işitip dururken ondan, o Allah'ın Resulü'nden yüz çevirmeyin ve

21- öyleleri gibi olmayın ki: onlar, işittik dediler de hâlâ işitmiş değiller. Dilleriyle "işittik" diye iddia ederler, fakat hakkiyle dinlemiş ve anlamış değiller. Anlasalar bile anladıklarını icra edip, yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler. İşte siz bunlar gibi olmayın. Zira Allah katında bütün dabbelerin (yani yeryüzünde yaşayan bütün canlıların) en şerlisi, en kötüsü o sağırlar, o dilsizlerdir: O kulağı olduğu halde hakkı duymayan, o dili olduğu halde hakkı söylemeyen sağır ve dilsizlerdir, ki akıllanmazlar, akıllarını kullanmazlar. Kulak yok, dil yok, akıl yok. işte bu hâl en aşağılık canlıların halidir. Kötülük yapmaya gelince var, fakat hakka gelince yok. Bu da en aşağı hayvanlardan daha aşağı ve aynıyle şer olan hayvanların hâlidir ki, bunlar insan şeklinde bulunan zararlı hayvanlardır. Yılanlara bile birşey duyurmak mümkün olur da bunlara olmaz. Evvela işitmesi olmayanın konuşması olmaz. Doğuştan sağır olan konuşmaktan mahrum olur. Çünkü sözü, işitme duyusu olan kimse belleyebilir. Ve işittikten sonradır ki, başkasına söyleyebilir. Sözün de anlamaya pek büyük hizmeti vardır. Gerçi herhangi bir duyudan mahrum olmak bir idrak kaynağından mahrum olmak demektir. Fakat dil bu noksanı oldukça telafi eder. Mesela, koku alma duyusu olmayan ve lâkin dil bilen ve dinleyip anlayacak durumda olan birine, kokmuş bir şeyi söyleyip anlatmak mümkün olur. Bununla beraber sağır ve dilsiz olmak da bütünüyle aklın yok olması demek değildir. Nice sağır ve dilsizler bulunur ki, akılları vardır. Bir sağır ve dilsizin biraz aklı varsa bazı şeyleri anlaması ve hatta işaretle veya yazıp çizmekle bazı isteklerini anlatması mümkün olur. Fakat sağır ve dilsiz olduğu halde üstelik akılsız da olursa son derece perişan ve çaresiz bir durumda kalır. Bununla beraber kendisine ve başkasına karşı yine de mutlak bir kötülük olması da lazım gelmez. Lâkin kulağı var hakkı duymaz, duymak istemez; dili var, hak söylemez, söylemek istemez; aklı var, fakat hakkı anlamaz, anlamak istemez. Böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine akılsız kimseler yok mu, işte onlar hayvanların hayvanı, fenaların fenası ve gerçekte gerek kendilerine ve gerekse başkalarına karşı şerlerin şerridirler. Birçok canlılardan üstün olmalarına ve öteki canlılardan ayrıcalık kazanmalarına sebep olmak üzere Allah'ın kendilerine ihsan ettiği yetenek ve özellikleri, hakkı anlamak için verilen bu güçleri böylesine geçersiz kılıp dumura uğratanlarda hayır namına hiç bir şey yoktur.

22- öyleleri gibi olmayın ki: onlar, işittik dediler de hâlâ işitmiş değiller. Dilleriyle "işittik" diye iddia ederler, fakat hakkiyle dinlemiş ve anlamış değiller. Anlasalar bile anladıklarını icra edip, yerine getirmezler. Sanki hiç duymamış, işitmemiş gibi hareket ederler. İşte siz bunlar gibi olmayın. Zira Allah katında bütün dabbelerin (yani yeryüzünde yaşayan bütün canlıların) en şerlisi, en kötüsü o sağırlar, o dilsizlerdir: O kulağı olduğu halde hakkı duymayan, o dili olduğu halde hakkı söylemeyen sağır ve dilsizlerdir, ki akıllanmazlar, akıllarını kullanmazlar. Kulak yok, dil yok, akıl yok. işte bu hâl en aşağılık canlıların halidir. Kötülük yapmaya gelince var, fakat hakka gelince yok. Bu da en aşağı hayvanlardan daha aşağı ve aynıyle şer olan hayvanların hâlidir ki, bunlar insan şeklinde bulunan zararlı hayvanlardır. Yılanlara bile birşey duyurmak mümkün olur da bunlara olmaz. Evvela işitmesi olmayanın konuşması olmaz. Doğuştan sağır olan konuşmaktan mahrum olur. Çünkü sözü, işitme duyusu olan kimse belleyebilir. Ve işittikten sonradır ki, başkasına söyleyebilir. Sözün de anlamaya pek büyük hizmeti vardır. Gerçi herhangi bir duyudan mahrum olmak bir idrak kaynağından mahrum olmak demektir. Fakat dil bu noksanı oldukça telafi eder. Mesela, koku alma duyusu olmayan ve lâkin dil bilen ve dinleyip anlayacak durumda olan birine, kokmuş bir şeyi söyleyip anlatmak mümkün olur. Bununla beraber sağır ve dilsiz olmak da bütünüyle aklın yok olması demek değildir. Nice sağır ve dilsizler bulunur ki, akılları vardır. Bir sağır ve dilsizin biraz aklı varsa bazı şeyleri anlaması ve hatta işaretle veya yazıp çizmekle bazı isteklerini anlatması mümkün olur. Fakat sağır ve dilsiz olduğu halde üstelik akılsız da olursa son derece perişan ve çaresiz bir durumda kalır. Bununla beraber kendisine ve başkasına karşı yine de mutlak bir kötülük olması da lazım gelmez. Lâkin kulağı var hakkı duymaz, duymak istemez; dili var, hak söylemez, söylemek istemez; aklı var, fakat hakkı anlamaz, anlamak istemez. Böylesine sağır, böylesine dilsiz, böylesine akılsız kimseler yok mu, işte onlar hayvanların hayvanı, fenaların fenası ve gerçekte gerek kendilerine ve gerekse başkalarına karşı şerlerin şerridirler. Birçok canlılardan üstün olmalarına ve öteki canlılardan ayrıcalık kazanmalarına sebep olmak üzere Allah'ın kendilerine ihsan ettiği yetenek ve özellikleri, hakkı anlamak için verilen bu güçleri böylesine geçersiz kılıp dumura uğratanlarda hayır namına hiç bir şey yoktur.

23- Evet, şayet Allah bunlarda bir hayır bilse idi, yani bunlarda hayır cinsinden olmak üzere yeteneklerini hakkı araştırmaya ve anlamaya harcayacakları, hakkın âyetlerinden yararlanacakları Allah'ın ezeli ilminde sabit olsa idi ve böylece gerçekte mukadder olsa idi Allah, elbette onlara işittirirdi. Dikkatle dinler, Allah Resulü'nün söylediği hakikatleri anlarlardı. Ona iman edip itaat ederlerdi. Lâkin böyle olmadı, onlar hakkın sesini işitmediler, demek ki Allah işittirmedi ve o halde demek ki gerçekte bunlarda hiçbir hayır yoktur. Ve bunlar böyle iken bunlara işittirmiş olsa idi yine de mutlaka dönecekler, yüz çevirip gideceklerdi. Duyup işittiklerinden asla yararlanma yoluna gitmeyeceklerdi. Hak duygusundan, yani kalb ile tasdika mecbur olduktan sonra bile o işin icrasına, uygulamasına yanaşmayacaklardı. İrtidat edecekler ve hiç duymamıştan daha fena olacaklardı. Ve artık burada "Ne olurdu Allah, bunların yüz çevirmesine meydan vermeseydi de cebren yaptırsaydı?" denemez. Çünkü meselenin özü, cansız varlıklarınki gibi katı bir zorunluluk konusu değildir; işitme, konuşma ve akıl gibi kuvvetlerden yararlanma, onları yerli yerinde kullanma, ilâhî emirler ve sözle yapılması istenen cüz'î ve hayatî görevler ve hareketler konusudur. Bu alanla ilgili bir meseleye karşı öyle bir sual, konu dışına çıkmak olacağından çelişki demek olur.

Velhasıl böyle zorlamadan başka birşey dinlemeyen şerirler gibi olmayın da: ü

24- Allah'a ve Resule icabet edin (onu duyun ve ona uyun), özellikle size hayat verecek şeylere sizi çağırdığı zaman onun emrine seve seve icabet edin. Çok dikkat çekici bir ifade tarzıdır ki, davet fiili, hem Allah'a, hem Resul'e isnad edildiği halde diye tesniye sigası (ikil kipi) ile değil şeklinde tekil olarak zikredilmiştir ve üstelik Allah'a değil, Resul'e isnad edilmiştir. Zira davet birdir. Allah'ın daveti peygamberinden dile gelecek ve Resul'ün daveti de Allah'ın davetinden başka birşey olmayacaktır. "Sizi ihya edecek," yeniden hayat verecek, hayatınıza sebep olacak, bitki ve hayvan halinden çıkarıp, insanlığın aday olduğu hür, mutlu bir hayata kavuşturacak ve ebedi hayata sizi hürriyetinizle yükseltecek bir ilim veya amel demektir ki Hz. Peygamber, zaten buna davet için gönderilmiştir. İnsanlara kulak, dil ve akıl da bunun için verilmiştir. Peygamber, Allah'ın vereceği öyle bir hayat yoluna davet edeceği cihetle davet ettiği ve kulağınıza böyle bir davet geldiği vakit hemen istekle icabet ediniz. Ve biliniz ki Allah, muhakkak, kişi ile kalbinin arasına girer. Ona kalbinden, kalbine ondan daha yakın ve hakimdir. Ondaki hâli gönlünden, gönlündeki hâli ondan daha iyi bilir ve daha yakından hükmü altına alıp, sahip olur. Kudreti o kadar geçerlidir ki, yalnızca kişi ile başkaları arasına değil, onunla kalbi arasına bile girer. Düşünen "ben" ile düşünülen "ben" arasına girer ve bu iki benliği birbirinden ayırır. İnsanı bir anda gönlündeki emellerinden mahrum bırakıverir. Azim ve iradesini bozar ve ters yöne çevirebilir. Kanaatlerini, zevklerini değiştiriverir. Onunla kalbinin arasını öyle ayırır ve öylesine açar ki, bunlar birbirinin zıddı kesilir, insanı kendi kendisine düşman eder. Kişi ile kalbinin arasına öyle girer ki, aklını elinden alıverir, bütün şuurunu yok ediverir. Kendi kendini duymaz, kendi kendinin farkına varmaz hale getirir ve nihayet canını alır, öldürüverir. Bunun için Allah sizinle kalbiniz arasına perde çektiği ve ölüme davet ettiği vakit, ona icabet etmemeye ve emrine karşı koymaya imkân bulamazsınız ve bir nefes sonra başınıza ne geleceğini bilemezsiniz. O halde kalbinizle aranız açılmadan, canınız elinizden alınmadan, fırsat elinizde iken Allah'ın Resulü, sizi ihya edecek, ebedi hayata yükseltecek bilgi veya amellere davet ettiği zaman, hiç ihmal etmeden hemen ona gönüllü olarak icabet ediniz, onun emrine seve seve koşunuz. Şunu da biliniz ki, kesinkes siz O'na haşrolunacaksınız", başkasına değil, yalnızca Allah'a toplanacaksınız da amellerinizin mertebesine göre cezasını çekeceksiniz. Şu halde "kalbimizden ve canımızdan ayrılırsak, ne olur?" demeyiniz de itaat ve icabet etmekten geri kalmayınız.

25- Ve bir de o fitneden korkunuz ki, kesinlikle içinizden yalnızca zulmedenlere isabet etmez. Yalnızca işi yerinden oynatanlara mahsus bir musibet olmakla kalmaz, aksine genelleşir de hepinizi içine alır. Bazı günahlar vardır ki, zararı umuma şamil olur. O günahın sebep olacağı fitne ve karışıklık, getireceği sıkıntı ve bela, yalnızca o günahı işleyenleri ve işi yerinden oynatanları yere sermekle kalmaz, o zalimlerle birlikte o işe bulaşmamış, o günahı işlememiş olanlara da isabet eder, birçok suçsuzları da gelir bulur. Kurunun yanında yaşı da yakar. Mesela; yasakların duyurulmasında, iyiliği emir ile kötülükten menetme gibi konularda yağcılık yapmak, akide ve inanç ile cihad konusunda tembellik ve gevşeklik göstermek bu çeşit günahlardandır. Bir hadisi şerifte de ifade buyurulduğu üzere: Bir geminin dibini delmeye uğraşan bir kişinin fiili, öyle bir boğulma olayı meydana getirir ki, bu fitne o geminin içinde bulunanlardan yalnızca onu delenleri ve onlara yardım edenleri değil, hiç haberi olmayanlara varıncaya kadar hepsine isabet edecek şekilde bir musibet halinde ortaya çıkar. Belki bu işten hiç haberdar olmayanlar, daha hazırlıksız yakalanacaklarından dolayı daha zararlı çıkarlar. Bundan dolayı böyle umumi fitnelere meydan vermemek için, işin başından itibaren iyi korunmak, muhtemel gelişmelere karşı önceden tedbirli olmak, ictimai hadislerde kontrolü elde tutmak o gemide bulunanların hepsine farz-ı kifaye olan bir görevdir. İçlerinden bir kısmı bu görevi yerine getirdiği zaman, hepsi kurtulur, hiçbirisi aldırmayıp gemi delindiği zaman ise hepsi musibete uğrar. Fakat dikkat edilmek lazımgelir ki, gemiyi delene mani olalım derken, bütün gemidekileri harekete geçirmek ve karışıklık çıkarıp, geminin dengesini bozarak, onun devrilmesine meydan vermemek de gerekir. Evvela farz-ı kifayenin ifasını yüklenen görevliler bu görevi farz-ı ayn gibi icra edecekler. Mesela geminin kaptanı ve tayfaları gibi ki, "İyiliği emretmek ve kötülüğü önlemekle görevli yönetici kadro" yani, idarenin başında olan "ümmet", görevini tam yapacaktır. (Böyle bir yönetim kadrosu yoksa veya var da görevini tam olarak yapmıyorsa farz ihmal ediliyor demektir.) İkincisi, herkesin kendi kendini toplumsal görevlerini yapıp yapmamaktan hesaba çekmesidir. Üçüncüsü, umumî gelişmelerin ve gidişatın akışından gaflet etmemek, gidişatı dikkatle izlemek ve gelişmelerin seyrine zamanında müdahale ederek, olaylara yön vermek ve hiçbir zaman kontroldan çıkmasına izin vermemek lazım gelir. Nizam ve intizam ile iyi niyet ve hüsn-i ahlâk ile bu murakabeyi sürdürmek lazımdır. Bu ise her müminin kendi nefsinde Allah ve Resulü için itaat ve icabeti gerektirir. Ayrıca fitne meydana gelmemesi için kendine ve sorumlu olduğu cemaatına özen göstermesi ve gafletten sakınması yükümlülüğünü getirir. Bundan anlaşıldığına göre, umumî fitne yalnızca cürmü işleyen zalimlerin cezası değil, aynı zamanda ona meydan veren gafillerin de cezasıdır. Son nefese kadar çalışıp da fitneye engel olamayanlara gelince; "Rabbinize karşı bir mazeret olmak üzere" (A'raf 7/164) gereğince Allah katında mazur olurlar. Mamafih o zalim ve gafillerin içinde bulunup onlara yakınlık gösterdiklerinden ve komşuluk ettiklerinden dolayı dünya hayatında o musibet çerçevesinin dışında kalmamaları da ihtimal dahilindedir. Ahiret hayatında ecir alırlarsa da dünyada sıkıntı çekerler ve bunların çektikleri sıkıntı, o sıkıntıya sebep olan zalimlerin daha şiddetli azap görmelerini icap ettirir. Bunun için fitne ve sıkıntı zalimlerden başkasına isabet etmez sanmayınız ve ondan korununuz. Ve şunu iyi biliniz ki, Allah azabı çetin olandır. O'nun cezasının şiddetinden dolayıdır ki, yalnızca zalimlere mahsus ve münhasır olmakla kalmaz, onların çevresinde bulunan yakınlarını da kaplar.

26-İşte bunları böyle size tek tek açıklayan ve "sakınınız!" emrini tebliğ eden Peygamber'in ne kadar ihya edici bir davette bulunduğunu anlayınız. Ve işin önemini daha iyi anlamak için o vakitleri hatırlayınız ki, hani siz gayet azınlık idiniz, yerde ezilmek isteniyordunuz. Mekke'de iken Kureyş'in elinde hemen ezilebilecek zayıf bir azınlık idiniz. Veya daha önce Farslar ve Bizanslılar açısından önemsiz görülen, küçümsenen ve onların idareleri altında ezilen bir topluluk idiniz. İnsanların sizi ezip geçivermesinden korkuyordunuz. Çevredeki insanlar size böylesine bir kin ve öfkeyle bakıyorlardı ve siz onlardan kendinizi koruyacak durumda da değildiniz, sizin için güvenli bir yer de yoktu. Daha sonra Allah sizi yerleştirdi, yuva sahibi yaptı. Medine'ye göç ettirip, iskân eyledi, emniyet ve asayiş verdi, ve sizi yardımıyla güçlendirdi. Ensar'ı size yardımcı yaptı, melekler ile imdat eyledi ve Bedir'de zafer ihsan edip güçlendirdi ve o kâfirlere karşı sizi destekledi, helâl ve güzel nimetlerden size rızıklar ihsan etti, ganimetler nasip eyledi. Hasılı o ezilmişlikten, o aşağılanmışlıktan kurtarıp, böyle şanlı ve şerefli bir hayata geçirdi, ki, şükredesiniz. Bu nimetleri hatırlayıp şükrünü eda edesiniz.

27- Ey iman edenler! şeklindeki bu hitapların böyle iman özelliği ile ardarda tekrar edilmesi, gelecek emir ve tenbihlerin önemini ve onlara son derece özen göstermek gerektiğini açıklamak ve bunlara özen göstermenin imanın gereği olduğunu bilhassa anlatmak gibi bir özel belağatı içerir.

Ey müminler! Allah'a ve Resule hıyanet etmeyin, iman zimmetinize verilmiş olan ilâhî hükümlere ve Resulün sünnetine saygısızlık ve riayetsizlik etmeyin. Bunlar size hayat veren hükümlerdir, onlardan dolayı şükretmekten geri kalmayın, nankörlük etmeyin. Onlara sadakat ve bağlılıktan ayrılmayın. Dinde laubali olmayın, dinin emir ve yasaklarına sırf gösteriş olsun diye uymayın, can u gönülden benimseyerek uyun, ganimetten mal kaçırmak veya düşmana gizli sırlar iletmek gibi davranışlarla ahlâkınızı lekelemeyin. Hasılı, dinî görevlerinizi ciddiyet ve samimiyetle yapın. Allah ve Resulü'ne hıyanet ederseniz kendi emanetlerinize hıyanet edersiniz. Bir kere Allah ve Resulü'ne hıyanet etmeye başladınız mı artık kendi aranızda da mala, cana, ırza ve namusa hıyanet etmeye başlarsınız. Hakka, hukuka, vatana ve milli görevlere de hainlik etmeye başlarsınız

28- ve o halde siz bilirsiniz. Bile bile hıyanet edenlerden olursunuz. Bundan dolayı da birbirinize olan güveniniz yok olur. Kimsenin kimseye güvenmediği bir toplum olursunuz. Siz kendinizden emin olamazsanız diğerleri sizden hiç emin olamazlar. O vakit emniyet ve güven büsbütün ortadan kalkar. Başınıza işte o sözü edilen büyük fitneler kopar. Bunun için Allah'a, Resulü'ne hıyanet edip de kendi kendinize hıyanet edenlerden olmayın. Gerçi mümin, mümin olmak bakımından hıyanet etmez, hainlik ve yalan müminde huy haline gelmez. "İki özellik vardır ki, müminde huy haline gelmez, bunlar hıyanet ve yalandır." hadisi şerifinde bu iki hasletin müminde huy ve tabiat haline gelemeyeceği haber veriliyor. Ancak mümin gaflet edebilir, maişet derdiyle, mal ve evlat endişesiyle bazen böyle bir zaafa düşebilir. Böyle bir durumda biliniz ki, mallarınız ve evlatlarınız sırf bir fitnedir, sizin için fitneden başka bir şey değildir. Sizi meftun eder, günaha ve belaya sokabilir. Onlar böyle durumlarda birer dert ve imtihandır. Allah ise, ancak O'nun yanında büyük ecir olduğu kesindir. Ki O'nun verdiğini hiç bir kimse veremez, O'nun kazandırdığını hiç bir şey kazandıramaz. Şu halde ne mala, ne evlada, ne de başka bir şeye meftun olup da hıyanet tehlikesine düşmeyin, düşüp de o büyük ecirden mahrum kalmayın.

29-Şöyle ki:

Ey müminler! Siz Allah'a ittika ederseniz, her hususta hıyanetten sakınır, takvaya sarılırsanız o sizin için furkan yapar. Size bir ayırım gücü ihsan eder. Maddî ve manevî alanda öyle bir farklılık ve imtiyaz bahşeyler ki, "Allah, pisi temizden seçer ayırır." (Enfâl 8/37) gereğince açık ve kapalı alanlarda hakkı hak olmayandan, iyiyi kötüden, temizi pisten ayırır, sizi her türlü fenalıklardan uzak tutar ve farklı duruma getirir.

"Furkan": Fark ve temyiz veya fârık demek olduğu gibi, sabah anlamına da gelir. Nitekim derler ki, "Şöyle yapıp duruyordum ta sabah oluncaya kadar" demektir. Bu mânâya göre demek olur ki: Sizi gecenin karanlığında bir tanyeri gibi parlak ve aydınlık bir toplum yapar, farklı ve imtiyazlı bir duruma getirir, parlatır da parlatır, şan ve şerefinizi bir nur gibi ufuklar yapar, ve seyyiatınızı toptan keffarete uğratır, ayıplarınızı iyice örter, dünyada kimseye göstermez. Ve size mağfiret eder, ahirette de günahlarınızı bağışlayıp mağfur kılar. Ve Allah pek büyük ihsan ve kerem sahibidir. Lütfuyla bunları yaptığı gibi daha neler neler yapar.

Allah'ın lütfunun ne kadar büyük olduğunu özellikle bir misal ile anlamak için ya Muhammed!

30- Sen de o vakti hatırla ki, hani o kâfirler sana mekir kuruyor, hile yapıyorlardı seni tutup bağlasınlar diye, veya seni öldürsünler, hepsi birlik olup katletsinler diye veya seni Mekke'den sürüp çıkarsınlar diye planlar yapıyor, tuzaklar kuruyorlardı. Suikastlar tertip ediyor, bir takım oyunlara girişiyorlardı. Hicret öncesinde ve Hicret sırasında Mekke'deki durum bu idi.

Genellikle müfessirler olayın meydana gelişini şöyle nakletmişlerdir: Müşrikler Medine'den bir grup insan (Ensar)ın, İslâm'a girip Hz. Peygamber'e biat ettiklerini işitince hemen telaşa kapıldılar. Darü'n-Nedve denilen Mekke Şehir Meclisini toplayıp orada durumu müzakere ettiler. Yaşlı bir adam suretinde bir İblis de "Ben Necidliyim, toplantınızı işittim, ben de aranıza katılmak istedim. Herhalde benim de söylenecek bir iki faydalı sözüm olabilir." diyerek aralarına girdi. Sonra müzakereye başladılar. Ebu'l-Buhturî "Benim görüşüm" dedi, "onu bağlar, bir odaya hapsedersiniz ve bütün giriş çıkışları kaparsınız, sadece bir delik bırakır, ona oradan yiyecek içecek uzatırsınız. Ta ölünceye kadar böyle devam edersiniz". O ihtiyar "Ne fena fikir". Onun kavminden size silah çekip gelenler olur, onu elinizden kurtarırlar." dedi. Hişam b. Amir de "Benim görüşüm, onu bir deveye bindirip aranızdan uzaklaştırmak, Mekke dışına çıkarmaktır. Artık orada ne yaparsa yapsın, size bir zararı dokunmaz." dedi. Yine o ihtiyar, o Necidliyim diyen adam "Ne fena fikir! Gider başka kavimleri baştan çıkarır, sonra da onları toplayıp gelir, sizinle harb eder." dedi. Nihayet Ebu Cehil "Ben o fikirdeyim ki, her aileden birer delikanlı alırsınız ve onlara birer kılıç verirsiniz, hepsi bir anda vurur, onu öldürürler, kanı bütün kabilelere dağılmış olur. Haşimoğulları da bütün Kureyş ile savaş yapamaz ya! Şayet diyet isterlerse onu da öderiz" dedi. Bunun üzerine o ihtiyar "Bu yiğidin teklifi doğru." dedi. Buna karar verip dağıldılar. Derhal Cebrail gelip, durumu Hz. Peygamber'e haber verdi ve hicret emrini iletti. Peygamber Efendimiz de Hz. Ali'yi yatağına yatırdı ve Hz. Ebubekir ile beraber gidip mağaraya sığındı. Düşmanlar hazırlıklarını tamamlamış, etrafı kuşatmıştı ve her yanı gözetliyorlardı. Sabah olunca yatağa doğru hücum ettiler, fakat karşılarında Ali'yi gördüler. Hiç beklemedikleri birşeydi, hayret içinde donup kaldılar.

Onlar öyle mekirler ediyorlardı ve hâlâ mekirlerine devam ediyorlar, ona karşılık Allah da mekirler düzenler. Önce onlara yaptıkları mekirden bir ümit verir, sonra da mekirlerini boşa çıkarır, kendi başlarına geçirir. Nitekim onlara mekir yapmaları ve tertibat almaları için müsaade etti, uğraştırdı, yordu fakat bütün çabalarını sonuçsuz bırakıp gizlice Hz. Peygamber'in hicretini sağlayıverdi. Sonra yine onlara ümit verip Bedir'e kadar getirdi, müslümanları gözlerine az gösterdi, onlar da hemen saldırıya geçtiler ve göreceklerini gördüler. Evet Allah işte böyle mekre karşı mekreder ve fakat Allah, mekredenlerin hayırlısıdır, hayrülmakirindir. Ona karşı hiçbir mekrin hükmü yoktur. O bütün mekircilerin mekrini iptal edip geçersiz kılıverir. Onun mekri de hayırdan ve hikmetten hâli (uzak) değildir. Bundan dolayı O'na "makir" veya "mekkar" diyemezsiniz. çünkü O, hayrülmâkirindir. Allah'ın işi, hadd-i zatında bir hile ve tuzak olmaktan, bir mekir olmaktan çok uzaktır ve münezzehtir. O'nun işi, mekri savuşturmak ve geçersiz kılmaktan ibarettir. Mekircilerin mekrini önlemek bakımından umuma hayır olduğu gibi, mekircilere hadlerini bildirmek ve bir kısmının tevbe edip o işten vazgeçmesine sebep olmak bakımından da bizzat o mekri yapanlar için bile hayırdan başka bir şey değildir. Şu halde, bu ilâhî fiile "mekir" denilmesinin sebebi, mekircilerin mekrine karşılık olmak üzere onların haberi olmadan ve bütün tahminlerin dışında bambaşka bir tedbirle onların çabalarını boşa çıkarması bakımından bir müşakeledir, bir yanıltmadır. Yoksa Allah'a gerçekte doğrudan doğruya "mekir" isnad edilemez ve "makir" denilemez. Buradaki mekir de tıpkı Âl-i İmrân Sûresi'ndeki (3/54) gibi mekre karşı alınan bir tedbir ve bir müşakeledir. Bu anlamda olmak üzere ilâhî mekirden söz edilebilir. Bunda da "yani Allah'ın mekredenlerin en hayırlısı olduğu" tenzihinin unutulmaması lazımgelir.

31-O makirler öyle kâfirler idi ki, onlara Bizim âyetlerimiz, yani "Biz, eğer bu Kur'ân'ı bir dağ üzerine indirseydik, onu darmadağın olmuş görürdün..." (Haşr, 59/21) gereğince Kur'ân tilavet olunduğu zaman, işittik, işittik derler, dileseydik biz de bunun aynını söylerdik, bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil, şeklinde ileri geri konuşur dururlar. (En'âm Sûresi'ndeki (6/25) âyetinin tefsirinde "esâtir" kelimesine bkz.). Orada da geçtiği üzere ilk önce Mekke müşriklerinin akıl hocalarından olan Nadr b. Haris söylemiş ve bir çokları da ondan duyup tekrarlamışlardı. Öyle dediler, lâkin yıllar boyu uğraştıkları halde bir türlü onun aynını veya benzerini söyleyemediler. Söyleyemedikleri için de türlü türlü mekirlere başvurdular, suikastlara, savaşlara kalkıştılar.

Asırlar geçti, onlar gibi düşünen niceleri aynı şeyleri geveleyip durdular fakat onlar da Kur'ân'ın bir benzerini söyleyemediler. Bunlar da onlar gibi, dolambaçlı yollardan gidip, başka başka mekirler peşinde koşmaktan öte bir şey yapamadılar.

32- Ve yine hatırla o vakti ki, hani onlar Ya Allah! Dediler eğer bu Kur'ân Senin katından gelmiş bir hak kitap ise", (yani peygamberin dediği gibi Allah tarafından indirilmiş bir hak kelâm ise), Sen bizim başımıza gökten taş yağdır, veya bize başka bir acı azab gönder. Allah'ın âyetlerini açıkça inkâr eden ve küçümseyen o hilekâr kâfirlerin küfürlerindeki şu inadı ve inadın eseri olan küçümseme ve istihzayı bir düşün...

Rivayet olunduğuna göre, bunu da Nadir b. Haris söylemiş idi. "Bu eskilerin efsanelerinden başka birşey değil!" dediği zaman Hz. Peygamber, ona "Yazıklar olsun sana, bu Allah kelâmıdır." buyurmuştu. Buna karşılık olarak o da "Eğer bu Kur'ân gerçekten Allah kelâmı ise, bizim bunu inkâr etmemize bir ceza olmak üzere Allah ya başımıza gökten taş yağdırsın veya bize başka türlü elem verici bir azab göndersin." diyerek sözünde ısrarlı olduğunu açığa vurmak, küfür ve inkârında iddialı olduğunu göstermek ve Kur'ân'ı küçümsemek istemişti. Böylece aslında hak ettikleri azabı ağızları ile istemiş ve itiraf etmiş, öbürleri de bunu kabul ve tasvip etmiş bulunuyorlardı. O halde Allah neden hemen o anda hak ettikleri azabı onlara vermedi?

33- Halbuki, ey Muhammed, sen onların içinde iken Allah onlara azab edecek değildi. Sen onlar için rahmetin kendisiydin, senin bulunduğun yere azab indirmek imkân ve ihtimal dahilinde değildi. Ayrıca onlar tevbe ve istiğfar ederlerken veya edeceklerken de Allah onlara azab vermezdi. Yani Sen içlerinden çıksan bile onlar tevbekâr olup istiğfar ettikleri takdirde veya içlerinde istiğfar edip imana gelenler veya gelecekler varken de onlara öyle köklerini kazıyacak bir azab erişmezdi. Nitekim hiçbir kavim, peygamberleri içlerinden alınmadan toplu azaba uğratılmamıştır. İyiler içinden de kötüler zuhur edip, zulüm yapmaya ve zulümde aşırı gitmeye başladığı zaman, zulüm ve isyanın olumsuz etkisiyle meydana gelecek olan fitnenin zararı iyilere de dokunduğu gibi, kötüler içinde fevkalade iyiler zuhur etmeye başladığı zamanlarda az da olsa o iyilerin yüzü suyu hürmetine o kötülerin hak ettikleri ceza ve azab affa veya tehire uğrar. Kötüler azabı celbettiği gibi iyiler de rahmeti celbeder.

Hasılı böyle söyledikleri zaman o kâfirlerin başlarına taş yağdırılmaması veya başka türlü bir elim azab ile cezalandırılmamaları, onların onu hak etmediklerinden dolayı değil, Allah Teâlâ'nın, Resulü'ne ve istiğfarı söz konusu olanlara büyük lütfundan dolayıdır. Çünkü içlerinde peygamber varken veya istiğfar eden veya edecek olanlar bulunuyorken azab etmek, Allah'ın sünnetine uygun değildir. İşin içyüzü bu idi.

34- Yoksa Allah'ın onlara azab etmemesi için neleri vardı? Üstelik o haldeydiler ki, Mescid-i Haram'dan insanları engelliyorlardı ve engellemeye devam ederlerken onun evliyası da değillerdi. Mescid-i Haram'a ait hizmetleri yürütmek için ehliyet ve liyakatleri, özellikle velayet hakları da yoktu. Çünkü onun velileri müttakilerden başkası değildir. Şirkten korunan ve Allah'dan başkasına ibadet etmeyen takva ehlinden başkasının Beytullah'da velayet hakları olmaz. Ona sahip olmak, onun işlerinde tasarruf etmek hak ve salahiyeti ancak orada tevhid ile ibadet edecek olan müttakilerindir. Ve lâkin onların çoğu bunu bilmezler. Yani o müşriklerin bir kısmı, içlerinden pek azı, kendilerinin liyakatsizliğini ve Mescid-i Haram'a velayet etmek hakları olmadığını ve bu hakkın müttakilere ait olduğunu ve bundan dolayı ona sırf bir zorbalık ile müdahele etmekte olduklarını bilirler. Ve onlar bunu bile bile inad ederlerse de ekserisi işin içyüzünü bilmezler de "Biz Kâbe'nin valileri, mütevellileriyiz, şu halde dilediğimizi sokar, dilediğimizi sokmayız." derler. Çoğu bilgisizlik yüzünden, pek azı da bile bile inat ve zorbalıkla müttakileri ziyaretten ve tavaftan menediyorlardı.

35- Ve zaten Beytullah'ın yanında dua ve namaz namına yaptıkları şey de ıslık çalmaktan ve el çırpmaktan başka bir şey değildir.

"Mükâ": Islık veya ıslık çalmak demektir ki, gerek yalnızca dudakla ve gerek parmak yardımıyla üflemek ve öttürmekten daha genel anlamlıdır. Bundan dolayı genellikle üflenip, çalınan düdük seslerini de içine alır.

"Tasdiye": Esasen sada veya sadd kökünden yapılmış bir kelime olarak ses çıkartmak, veya engelleyip vazgeçirtmek demektir ki, her iki bakımdan da birini çağırmak veya eğlenip oynamak gibi bir maksada yönelik olarak el çırpmaya tasdiye denilir.

Rivayet olunuyor ki, bunlar erkek ve kadın, açık saçık elele tutuşur, Kâbe'nin etrafında dolaşırlar ve ıslık çalıp el çırparlardı. Böylece ibadet ediyoruz diye çalar oynarlardı. Hora teperler ve yaptıklarını alkışlarlardı. Bir de Hz. Peygamber, Beyt-i Şerif'e gelip ibadet etmek, namaz kılmak ve Kur'ân okumak istediği zaman, onlar genellikle böyle ayin yapmakta aşırı giderlerdi. Kendileri de güya namaz kılıyor ve dua ediyorlarmış gibi nümayiş yaparlar ve gürültü çıkarırlardı. Böylece Hz. Peygamber'in huzurunu kaçırırlardı. Ve bu yaptıklarını da kendileri için bir ibadet sayarlardı. Bu halleriyle bunların Beytullah konusunda nasıl velayet hakları olur? Ve Mescid-i Haram'a musallat olup, orada Allah'a ibadet eden asıl hak sahibi müttakileri engellemeye kalkışan bu edepsizlerin, cahillerin, gasıpların ve kâfirlerin şu halleriyle neleri vardır ki, Allah onlara azab etmesin.

Madem ki, haliniz budur ey kâfirler öyleyse bundan böyle o azabı tadın. Çünkü hep küfürde direnip durdunuz, istiğfar da etmediniz.

36- Şurası bir gerçektir ki, onlar insanları hak yoldan çevirmek için, Allah yolundan engellemek için mallarını sarfederler. Bu âyet Bedir Savaşı için mallarını sarfeden, bu cümleden olmak üzere her biri her gün on deve keserek müşrik askerlerini doyuran Kureyş zenginleri hakkında nâzil olmuştur. Ayrıca Uhud, Hendek vs. savaşlardaki harcanan paraları ve onların sonuçlarını da dile getirmiş olmaktadır. Yani şurası kesindir ki, küfürde inat ve ısrar edenler, insanları Allah yolundan, hak dinden engellemek için mallarını sarfediyorlar. bundan böyle de sarfedecekler, sarfetmeyi sürdürsünler bakalım sonra o mallar kendilerine hasret olacak, boşuna harcanmış, telef edilmiş olacak, boşa harcanmış olduğunu anlayacaklar ve eyvah diyecekler sonra da mağlup olacaklar. O zamana kadar "Savaşta yenmek de vardır, yenilmek de" hükmü uyarınca kâh galip, kâh mağlup olurlarsa da en sonunda kesinlikle kaybedecek taraf onlar olacaktır, en nihayet hakka mağlup olacaklardır, ve o kâfirler yalnızca cehenneme sevkedilecekler, orada toplanacaklardır.

37-Ki Allah, çirkini güzelden ayırsın, müttakilere vaad olunan furkan tam anlamıyla hasıl olsun, iyilerle kötüler biribirinden ayrılmış olsun. Ve çirkin kısmını birbirinin üzerine katsın, üstüste ekleyip bindirsin, habis mallarını da sırtlarına yükleyip hepsini üstüste yığsın, sıkıntı ve zahmet verecek şekilde yığsın topunu birden cehenneme dolduruversin. İşte bunlar o hüsrana uğrayanlardır. Yani hasirler, hüsran içinde kalanlar diye olsa olsa bunlara denilir.

38-Ey Muhammed! O inkâr edenlere söyle ki: eğer vazgeçerlerse, bulundukları bu halleri bırakıp hakka teslim olmayı kabul ederlerse geçmiş günahları mağfiret olunur. Ve eğer yine dönerler, Peygamber ile savaşa kalkışırlarsa önlerinde öncekilerin sünneti, âdet ve gelenek olarak geçti. Onlara anlatıldı ve işittiler ki, Peygamberlerine karşı gelen kavimler nasıl kahra uğrayıp helak oldular. Yine gözleriyle gördüler ki, Bedir'de peygambere karşı gelenler, ne hallere uğradılar. Bunlar yeterince misal değil midir? Şu halde peygambere karşı direnenlerin yolunu tutarlarsa, onların uğradıkları akıbete uğramayı beklesinler: "Allah şu hükmü vermiştir ki; Ben ve peygamberlerim mutlaka galip geleceğiz. (Mücadele 58/21) "And olsun ki, peygamber olarak gönderdiğimiz kullarımız hakkında şu vaadimiz geçmiştir: Onlar elbette yardım görecekler ve kesinlikle bizim ordumuz galip gelecektir" (Saffat 37/171, 172, 173) "And olsun Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazdık ki, yeryüzüne kesinlikle salih kullarım mirasçı olacaklardır." (Enbiya 21/105).

İnananlara şunu da söyle:

39-Savaşmaktan vazgeçmeyip devam ederlerse siz de savaşa devam edin, o kâfirlere karşı savaşın, ta ki, şirk ve puta tapmaktan doğan ayrılık gayrilik kalmayıncaya, fitne iyice ortadan kalkıncaya kadar ve din bütünüyle Allah'ın dini oluncaya kadar savaşmaya devam edin. Allah'ın kullarını başkalarına mahkum tutan batıl dinler, Hak din karşısında yıkılıp gitsin, hak hakim olsun da fitne ve eziyetle kimse gerçek mabuddan başkasına itaat ve boyun eğmeye zorlanmasın. Yalnızca burada "hepsi" ilavesi var. Bu âyetin bir benzeri Bakara Sûresi'nde geçmektedir, ancak orada kelimesi yoktur. (Bkz. Bakara 2/193) ayrıca Bakara'da ( "dinde zorlama yoktur" (Bakara, 2/256) âyetinin tefsirine bkz.)

Bu kıtal üzerine, fitneden ve Allah'dan başkasına tapmaktan vazgeçerlerse şurası muhakkak ki Allah, yaptıklarını görmektedir. Ona göre iyi bilsinler ki, ecirlerini verecektir.

40- Yok eğer yüz çevirirlerse, yani küfürlerinden dönmez ve Hz. Peygamber ile savaşmaya son vermezlerse Siz de iyi biliniz ki, muhakkak Allah, sizin mevlanız, veliniz ve yardımcınızdır. Şu halde onların düşmanlıklarından korkmayınız, Allah'a dayanınız, O ne güzel Mevla, ne güzel yardımcıdır. Ki, sahip çıktığı kaybolmaz, yardım ettiği mağlup olmaz.

Böyle biliniz ve buna göre hareket ediniz:

41- "Ğunm": Esasen bir şeye sıkıntı ve zahmet çekmeden nail olmak veya düşmandan doyumluk almak mânâlarına gelir ve alınan doyumluğa da isim olarak söylenilir ki, "ganimet" kelimesi de her iki bakımdan aynı anlama gelir. Şeriat ıstılahında ise ganimet, küffardan savaşla ve zor kullanılarak alınan maldır. Şu halde isterse harbin sonunda yapılan barış anlaşması gereğince olsun, düşmandan alınan mala ganimet adı verilmez. Lâkin "fey" adı verilir. Bundan dolayı ganimet kelimesi fey kelimesinden daha özel bir anlam taşır.

Ve biliniz, yani gereğince amel etmek üzere malumunuz olsun ki, aldığınız ganimet ne şeyden olursa olsun, isterse bir iğne veya iplikten ibaret bulunsun, bu sûrenin başında da beyan olunduğu üzere her şeyden önce "Enfâl Allah'a ait" olduğundan onun beşte biri sırf Allah içindir. Ve Peygamber içindir, ve ona yakınlığı olanlar içindir, ve yetimler içindir, ve miskinler (yani yoksullar) içindir, ve yolda kalmış yolcular içindir.

İlk önce ganimetin beşte birini Allah için ayırmak, onu da beş hisseye ayırıp, bu âyette açıklandığı gibi, bu beş gruba taksim etmek gerekir. Yani Allah, kendi hakkı olarak zikrettiği beşte biri, yine beşe ayırıp önce Resulullah'a, sonra da sırasıyla zikredilen bu insanlara verilmesini emreder.İşte bu sûrenin ilk âyetinde "Enfâl, (yani ganimetler), Allah'a ve Resul'e aittir." hükmünün ayrıntılı olarak açıklaması budur. Herşeyden önce enfâlin ve ganimetlerin hepsi Allah'ındır. Şu halde hepsi gaziler elinde emanettir. Bu ilâhî hükme göre, hepsinin kamu yararına sarfolunması gerekir. Fakat ilâhî hüküm, siz gazileri, diğer milletlerin geleneklerinde olduğu gibi, özel menfaatlerinizden de büsbütün mahrum etmez. Ancak ganimetten beşte birinin Allah için ayrılması ve kamu yönetimi tarafından, açıklandığı şekilde toplum yararına sarfedilmesini emreder. Ganimetin beşte birden geriye kalan beşte dördünü de siz gazilere bırakır. Şu halde gaziler, dilerlerse haklarını isterler. O zaman ganimetin onlar arasında taksimi vacip olur. Veya her biri dilerse kendi hakkından dilediği kadarını taksimden önce veya sonra yine Allah için terk edebilir. Çünkü hak sahibi, kendi hakkında dilediği gibi tasarruf etmekte hür ve serbesttir. Bu husus onların kendi isteklerine bırakılmış olduğu gibi, Resulullah'ın vefatından sonra onun beşte birden olan hissesi de din âlimleri tarafından değişik görüşlerin öne sürülmesine sebep olmuştur. Bu konudaki ictihadların ayrıntısı Fıkıh kitaplarına aittir. Bu âyetin Bedir gününde veya Bedir'den bir ay üç gün sonra meydana gelen Beni Kaynuka gazvesi sırasında nâzil olduğu hakkında iki rivayet vardır.

Eğer siz Allah'a ve iki ordunun karşı karşıya geldiği, müslüman ve kâfirlerin çarpıştığı gün, o furkan günü (yani hak ile batılın ayrıldığı Bedir günü) kulumuza indirdiğimiz şeylere, ki bunlar vahiy âyetleri, yardım melekleri ve ilâhî nusret ve zaferdir, işte bunlara iman etmiş hakiki müminler iseniz biliniz ki, bu böyledir. Yani enfâl ve ganimetin bu şekilde taksim olunması gerekir. Bunun böyle olduğunu bilin, ona göre gereğini yaparsınız. Ve Allah her şeye kâdirdir. O gün gözlerinizle gördüğünüz gibi, çoğa karşı aza, kuvvetliye karşı zayıfa zafer ve nusret vermeye kadir olan Allah, daha nelere, nelere kâdirdir ve siz O'nun emrine uyar, hükmüne uygun hareket ederseniz size daha neler neler verecektir.

42-Hani bilirsiniz ya! O vakit siz vadinin beri kıyısında, fena bir yerde idiniz, onlarsa öte kıyısında daha müsait bir yerde idiler kervan ve süvarileri de sizden daha aşağıda, -sahilde- idiler. Yani kervan bir taraftan sizin etki alanınızda demekti, fakat diğer cihetten bunlar düşman ordusunun size saldırmasını gerektirecek, aynı zamanda savaşa hırsla girmelerini tahrik edecek bir sebepti. İşte bu durum, sizi korkutuyor ve işinizi güçleştiriyor ve sizin için bir tehlike oluşturuyordu. Hasılı, gerek asker sayısı, gerek taktik, gerek arazi durumu, gerekse araç, gereç ve donanım bakımından görünüşte düşman güçlü, siz de gayet zayıf bulunuyordunuz. İki ordu arasında her bakımdan büyük bir fark vardı. Öyle ki eğer daha önceden sözleşmiş olsa idiniz, yani o gün orada savaşmak için siz onlara, onlar size vaad etmiş, söz vermiş olsa idiniz, aranızda meydana gelecek bu farkı önceden bilmiş olsa idiniz, o sözünüzde anlaşmazlığa düşerdiniz, mutlaka ihtilaf ederdiniz. Bu vaziyeti görünce cesaret edemez, verdiğiniz sözden döner, zaferden de ümidinizi keserdiniz. Yani onlara üstün gelmeyi düşünmek şöyle dursun, karşılarına çıkmayı bile göze alamazdınız, savaştan kaçınırdınız. Şu halde iş size ve sizin anlayışınıza ve görünürdeki sebeplere bağlı kalsa idi, aradaki bu büyük farklılıklardan dolayı bu başarı ve zaferin meydana gelmesine imkân yoktu. Ve lâkin bunu Allah yaptı, öyle bir sözleşme olmaksızın ve sizi kendinize bırakmaksızın, iki tarafı öyle bir duruma düşürüp birbirine çattırdı ki, Allah, o fiil alanına çıkan emri, o harikulade olayı, o olması gereken işi, oluş alanına yansıtarak hak ile batılı ayıran ve Allah dostları ile düşmanlarını açık seçik ortaya koyan o furkanı yapsın, bir muhkem kazıyye kılsın, vaad ettiği nusret ve zaferi bir kesin delil ile isbat ve tesbit etsin. Ta ki, helak olan bir açık belgeye dayalı olarak helak olsun, yaşayan da yine bir açık belgeye dayalı olarak yaşasın.

Bedir olayı, Allah'ın öyle açık bir âyeti ve öyle kesin bir belgesidir ki, hem Kureyş müşriklerinin ölüleri ve mağlupları gibi ilâhî emre karşı gelenler ve Resulüne düşmanlık güdenlerin, yani helak olanların veya olacak olanların ebedi helakine, hem de müslüman gazi ve şehitleri gibi Allah'a ve Resulüne itaatle maddi anlamda zafer, manevî anlamda ebedî hayat ve kurtuluşa ermek demek olan kurtuluşa gözle görülür ölçüde bir kesin belgedir. Ve artık ne ölünün, ne dirinin, ne kâfirin, ne müminin Allah'a karşı ortaya koyabilecek bir delili ve O'nun hükümlerine itiraz olabilecek bir mazereti yoktur. Ve bu beyyine, bu kesin belge ile de sabittir ki, hiç şüphesiz Allah işitendir, bilendir. Dostlarının ve düşmanlarının her söylediklerini işitir, onların niyyet ve itikatlarını, maksat ve art düşüncelerini bildiği gibi, onlar hakkında ne yapacağını da bilir. Bu âyetin sonu, yukarıda geçen "Onları sen öldürmedin lâkin Allah öldürd" (Enfâl 8/17) âyetinin sonunu hatırlatır ve o sonu tekitli olarak tekrar eder. Hasılı harikalar ve mucizeler birer tesadüf eseri değiller.

43- Düşün ki, o vakit uykunda (veya yatağında veya gözünde) Allah onları sana sayıca az gösteriyordu. Bu işle ilgili olmak üzere evvela bir rüya gösteriyordu ki, bu rüya işin başlangıcı ile sonucu arasında bir bağlantı olduğunu ve olayın büsbütün tesadüfe bağlı bulunmadığını belgeler. Ayrıca o çokluğu, azınlık olarak gösteriyordu. Sen de bunu haber verip ashabı teşci ve teşvik ediyordun. Bu da bir aldanma ve aldatma değildi. Bir hikmeti, bir maslahatı içeriyordu.

Gerçekten de eğer sana onları (aslında oldukları gibi) çok gösterseydi, elbette yılgınlık gösterecektiniz, ve elbette o konuda münakaşa edecek, birbirinizle didişecek ve anlaşmazlığa düşecektiniz. Savaşı göze alıp almamak hususunda görüş ayrılığına düşecektiniz; kiminiz sebat, kiminiz firar taraftarı olacaktınız. Ve lâkin Allah, selamet ihsan etti. Sana onların dış görünüşüyle kalabalıklarını değil, hakikatteki zayıflıklarını, değersizliklerini gösterdi. Sizi yılgınlığa düşürmedi ve aranızda çıkacak muhtemel bir anlaşmazlığa meydan vermedi ve selamette tuttu. İşin başlangıcı ile sonunu başarılı kılıp selamete erdirdi. Muhakkak ki O, sinelerde gizli sırları da bilir. Gönüllerde ne vardır, ne olacaktır ve ne gibi sebep ve şartlarla değişik hallere uğrayacaktır hepsini tamamıyla ve hakkıyla bilir.

44-45- Ve yine onlarla karşı karşıya geldiğiniz sırada da onları gözünüze az gösteriyordu, gözünüzü yıldırmıyordu. Peygamber'in rüyasını, böylece görünüşte de doğruluyordu ve sizi her türlü korkudan selamette tutuyordu, size cesaret veriyor, yüreklendiriyordu. Sonra da onları gözünüzde büyütmüyordu. Hatta Abdullah b. Mesud, yanındaki arkadaşına "Nasıl onları yetmiş kişi kadar görüyor musun?" demiş, o da "yüz kişi kadar görüyorum" demişti. Sizi de onların gözünde azaltıyordu. Nitekim Ebu Cehil o sırada "Muhammed ve ashabı "bir deve yiyimi" yani bir lokmacık" demişti. Bu henüz savaş başlamadan, cüretlerini arttırmak, gurur ve saygısızlıkla gayrı muntazam bir surette kıtale çattırmak için idi ki, savaşa başladıktan sonra gözlerinde müminleri birdenbire büyütmüş, çoğaltıvermişti. Âl-i İmrân Sûresi'nde de geçtiği üzere "göz görüşüyle kendilerinin iki katı kadar görüyorlardı." (Âl-i İmran, 3/13) yani üçyüz onüç kişi olan müslümanları iki bin kişi gibi görüyorlardı, kalplerine korku giriyor, ödleri kopuyordu. Her iki tarafın kalbleri üzerinde durmadan değişip duran bu duygular, aslında normal göz yanılmalarının çok üstünde ve ötesinde bizzat Allah'ın iradesi ve hükmüyle meydana geliyordu. İşte bu durum bile Allah'ın kudretini gösteren başlı başına bir mucizeydi. Allah Teâlâ, yalnız müminleri akıbeti ve hakiki kuvveti görebilen bir gözle baktırıyordu ve işte böyle tarafları birbirinin gözünde az ve zayıf gösteriyordu ki, o fiil alanına çıkan emri kesinlikle meydana getirsin. Yani hükmettiği ve olmasına karar verdiği olayı, iki tarafı birbirine çattırmak suretiyle oluş sahasına çıkarsın, sonuçları itibariyle harika bir zafer olan harbi tam bir emr-i vaki, bir oldu bitti yapsın. Böylece yukarıda da geçtiği üzere o emri, yani İslâm'ı aziz kılan ve küffarı zelil eden furkan harikasını gerçekleştirsin.

Bu ifade ile şunu anlatmak isteriz ki, buradaki 'dan maksat, iki ordunun karşılaşması emridir, öncekinden murad da furkandır. Buna da daha önceki âyetlerde "yevmelfurkan", "yevmel-tekalcem'ân" ile işaret edilmiştir. Demek ki, Bedir Savaşı, başlangıcı bakımından da bir ilâhî mucize eseridir, sonucu bakımından da mucizedir. Baştan sona bütün aşamaları ve cereyan şekli ile de birçok harikaları içinde barındırmaktadır. Şu halde bütünüyle bir ilâhî mucize ve beyyinedir. Bütün işler de ancak Allah'a irca olunur. Yani yalnızca bu ve bunun gibi olağanüstü olan işler ve oluşlar değil, size sıradanmış gibi görünen işler dahi Allah'a irca olunur, O'na döndürülür. Her iş eninde sonunda O'na dayanır.

Bunun için:

46- Ayrıca Allah'a ve Resulü'ne itaat eyleyiniz, ve aranızda niza etmeyiniz ki, feşele düşersiniz, yani, zayıf, tembel, çekingen ve korkak olursunuz, salaklaşır, yılgınlaşırsınız ve rüzgârınız kesilir, havanız söner, ağırlığınız kaybolur, devletiniz elden gider. Ve sabırlı olunuz. Zira Allah, kesinlikle sabredenlerle beraberdir. Beraber olduğu için de sabredenlere zafer ihsan eder.

47- Ve o mağrurlar gibi olmayın ki, diyarlarından çalım satarak, kibirli ve gururlu bir şekilde halka gösteriş yaparak çıktılar. Ve onlar Allah yolundan menediyorlardı. Allah yoluna engeller koymaya çalışıyorlardı, İslâm'a ve imana girmek isteyenlere engel oldukları gibi, müminlerin Kâbe'yi ziyaret ve tavaf etmelerine de engel oluyorlardı. Halbuki Allah, onların bütün amellerini muhittir. Her ne yapmışlarsa, yapıyorlarsa hepsini ilmiyle ve kudretiyle kuşatmıştır. O'nun hükmünün, O'nun takdirinin dışına çıkamazlar. Ruveys rivayetine göre okunur. Yani "Sizin hepinizin amellerinizi muhittir." Hiç birinizin iyi veya kötü hiçbir işi, hiçbir ameli yoktur ki, O'na ulaşmasın, O'nda son bulmasın, O'nun ilmi, O'nun hükmü ve hakimiyeti çerçevesine girmiş olmasın. Sonuç itibariyle ahiret sevabı veya ikabı ile taltif veya cezalandırılmasın. Böylece her yaptığınız veya yapacağınızla Allah Teâlâ'nın kuşatması altında bulunduğunuz halde nasıl olur da bunu düşünmeden çalım atmaya, böbürlenip şımarmaya, riya ve gösterişe kapılarak halka caka yapmaya ve haddinizi aşmaya kalkarsınız?

Nitekim Müşrikler Mekke'den böyle çıkmışlardı. Cuhfe'ye vardıkları zaman Ebu Süfyan'ın gönderdiği adam geldi, "Geri dönünüz, kervan tehlikede değil, selamette." dedi. Bu haber üzerine Ebu Cehil, "Hayır, vallahi ta Bedir'e kadar varıp şaraplar içmeyince, çengilerle cariyelerle saz çalıp eğlenmeyince ve oradaki Araplara ziyafetler çekip yemekler yedirmeyince, kesinlikle dönmeyeceğiz." dedi. Gerçekten de ta Bedir'e kadar geldiler. Ancak yedikleri kılıç darbeleri, içtikleri de ölüm şerbeti oldu. Sazları feryad u figan, kucakladıkları da azab ve hüsran oldu.

İşte o şımarıklığın, o kibir ve gururun, o riya ve gösterişin akıbetine misal olmak üzere:  

48- Düşün o vakti ki, Şeytan onların, o kibirli müşriklerin yaptıklarını süsleyip püsleyip kendilerine sunmuştu ve demişti ki: Ben bugün sizinle beraber iken, size yardımcı iken insanlardan size galip gelecek kimse yoktur. Yani o şeytan, o aldatıcı gurur ve nefsaniyet, o habis benlik ruhu, kendi içlerinde veya karşılarında temessül ederek onlara bu kuruntuyu yaldızlayıp gönüllerine bırakmış ve hayallerinde güzel göstermişti ki, bu sayıca üstünlük, bu hazırlık ve bu kuvvet onlarda mevcut iken karşılarında Muhammed ve ashabı değil, kimse tutunamazdı. Vehimlerine öyle söylemiş ve onlara bu zannı vermişti. Eğer onlar hareket ve amellerinde kendine uyar, ardına düşerlerse bu hayal kendilerinden ayrılmayacaktı, daima kendileriyle birlikte bulunacak, her dara düştükçe onları kurtaracaktı.

Ne zaman ki, iki cemaat birbirleriyle karşılaşıp birbirini yakından gördüler, yani harbe tutuşup göz göze, göğüs göğüse geldiler ve çarpışmaya başladılar; meleklerin, ilâhî ve ruhânî kuvvetlerin müminlerin safında ve imdadında olduğu gerçeğinin tecellisini görünce, şeytan gerisin geri kaçtı gitti ve ben sizden beriyim, uzağım dedi. Sizinle hiçbir ilişkim yoktur, başınıza geleceğe karışmam, kesinlikle ben sizin göremeyeceğiniz şeyler görüyorum, gerçekten de ben Allah'dan korkarım. Şurası muhakkak ki, ben hakkın karşısına duramam, işin sonu korkunç görünüyor, haliniz pek yaman olacağa benziyor karışmam. İşte böyle diyerek o şeytan, o gurur ve hayal, işin tam can alıcı noktasında onlardan uzaklaşıp gidiverdi. Ne kadar dikkat çekicidir ki, şeytan çekilirken habersizce bırakıp sıvışmamış da fenalıklarını yüzlerine vurmuş, onları büsbütün ümitsizliğe attıktan başka önceki tatlı hayaller yerine acı endişeler saçarak ve daha savaşın başlangıcında iken tehlikeyi gözlerinde büyütüp, telaş ve ızdıraplarını arttırarak gerisin geri çekilip gidiyor. Nasıl çekilmez ve nasıl korkmaz ki, Allah, azabı şiddetli olandır.

49- O vakit münafıklar ve kalblerinde hastalık bulunanlar, henüz iman ile mutmain olmayıp, kalblerinde bir çeşit şüphe veya tereddüt kalmış olanlar da diyorlardı ki, şunları dinleri mağrur etti, yani müminleri dinleri aldattı, mağrur etti de takat getiremeyecekleri bir işe giriştiler. Üçyüz küsur fakir fukara kalktılar da bin kişilik güçlü bir düşmana karşı çıktılar. Bir taraftan Medine'deki münafıklar, diğer taraftan Kureyş askerleri içinde bulunan birtakım şüpheci müşrikler işte böyle diyorlardı. Medine münafıkları içinden Muattib b. Kuşeyr'den başka Bedir'e katılan kimse olmamıştı. Mekke'li müşrikler arasında bazı gizli müslümanlar vardı. Fakat henüz kalblerindeki imanları kuvvet bulmamış ve böyle bir şüphe ve tereddütten dolayı hicret etmemiş olan birtakım kimseler bulunuyordu. Bunlar müşriklerle beraber sürüklenip gelmişlerdi. Gönüllerinde "şayet müslüman askeri çoksa belki o tarafa geçeriz, azsa kavmimizle beraber döner geliriz." gibi bir takım gizli niyetler taşıyorlardı. Sonra Bedir'de müslümanların sayıca çok az olduklarını görünce, "O!... Bunları dinleri aldatmış." diyerek müşrikler safında kalmaya karar vermişlerdi. Ve halbuki her kim Allah'a dayanır, Allah için vazifesini yaparsa, Muhakkak ki, Allah güçlüdür ve hikmet sahibidir. Şu halde O'nun izzeti, gücü, kuvveti, şanı ve şerefi, kendisine güvenip dayananı zelil ve perişan etmez. O'nun hikmeti de dostlarına rahmet ve sevap, düşmanlarına da zillet ve ikap ettirir. Mümin ölse bile Rahmân olan Allah'ın rahmetine kavuşur, ebedi hayata ve necata erer. Kâfir ise zelîl ve perişan olarak hüsrana uğrar. Ve nitekim imanlarında tereddüt gösterip, Allah'a değil de sayıca çoğunluk olan tarafa güvenenler ve küffar ile beraber olanlar Bedir'de kâfirler safında öldüler ki: Kays b. Velid b. Muğire, Ebu kays b. Fakih b. Muğire, Haris b. Zem'a İbnil-Esved, Ali b. Ümeyye ve As ibni'l-Münebbih ibni'l-Haccac bunlardan idi, diye rivayet olunmuştur.

50- Ey Muhatap! Sen o kâfirleri, melekler onların yüzlerine ve kıçlarına vurarak ve haydi bakalım tadın ateş azabını,

51- işte bu, kendi ellerinizin sunduğu cürmünüz, bir de Allah'ın kullarına hiçbir şekilde zalim olmaması sebebiyle böyledir, diyerek, canlarını alırken bir görecek olsaydın, ne feci bir şey görmüş olacaktın! Acaba o sırada bunların o feci halleri ortada değil miydi, görülmüyor muydu? O halde "görecek olsa idin" diye görülmemiş bir feci olayı bu tarzda tasvir buyurmanın hikmeti nedir?

Bu şekilde bir tasvir, özellikle şunu gösteriyor ki; kâfir kimsenin bedeninden ruhu kabzolunurken onun hakikatte neler çektiğini ve nasıl yanarak gittiğini dışardakilerin görüp müşahede etmesi mümkün değildir. Bunu ihtar ederken şuna da işaret ediyor ki, kâfirin ruhu, dünyaya yönelik iken bedeninden kabzolunduğu nezi' halinde, dünyadan döner ahirete yönelir ve halbuki o, küfründen dolayı ahiret âleminde karanlıklardan başka bir şey müşahede etmez. Dünyaya ve cismani hazlara şiddetle muhabbetinden dolayı o vakit bu ayrılık anında, bu kopmadan ve uzaklaşmadan öyle bir elem ve hasret duyar, öyle bir acı çeker ki, yanar da yanar. Bu yanmadan dolayı her türlü nurdan mahrum olarak önünde azab, ardında lanet olarak o karanlığa atılır. Ve artık yeniden dirilişinde de mahşer yerinde haşrolunuşunda da bu minval üzere acıları sürer gider.

Bunların bu gidişi:

52- Bu, yani bu âdetin böyle olması, bütün bunların başlarına gelen cezaların ve ikabın böylece kendi amellerine, dayanması şu iki sebep iledir ki, Allah Teâlâ bir kavme, bir topluma ihsan ettiği nimeti durup dururken değiştirecek değildir. Ta onlar kendilerindekini değiştirinceye kadar. Yani onlar o nimete erdikleri zaman kendilerinde o nimete sebep ve vesile olan fıtri misakı, ahlâk ve güzel amelleri, kendileri bozup değiştirinceye kadar, huylarını değiştirinceye kadar Allah'ın o nimeti değiştirmesi, Allah'ın âdetlerinden değildir. İlâhî âdet kişisel sebeplere dayalı olarak verdiği nimetin değişmesini de yine kişisel huyların ve davranışların değişmesi sebebine bağlamıştır. Ki insanın sorumluluğu da buna dayanır. Sebeplerin birincisi işte budur. İkincisi de Allah kesinlikle herşeyi işitir ve bilir. Çünkü Allah herkesin içyüzünü bilir, ne söylediğini de işitir. Onun gözünden hiç kimse birşey kaçıramayacağı için, O da ona göre hesaba çeker. Şu halde akıl ve irade, küfür ve iman , ahlâk ve amel gibi kişisel sebeplere bağlı olan nimetlerin dışındaki doğrudan doğruya alınıp verilen nimetler bu konunun dışındadır. Hiç şüphe yok ki, bu konuda bütün kişisel sebeplerin kıymeti, nimet veya nimet sayılan şeylerin gerçek yüzünü tanıtan âyetleri tanıyıp tanımamaktan ileri gelmektedir. Bir kimsenin kendi fıtratını ve fıtratla ilgili ahdini bozması ve kendisine varid olan sezgi ve delillerin yardımıyla hakkı duymaması ve duymak istememesi elindeki nimetin değişmesine sebep olur. Yine bir kavmin kendi içinde veya dışında bulunan ve kendilerine ilâhî ahkamı tebliğ eden hak rehberlerinin davetini duymak ve tanımak istememesi, toplumsal şuur ve zihniyetlerinde öyle bir bozukluktur ki, bu da onların ellerindeki nimetlerin değişmesine ve elden çıkmasına sebep olur.

İşte bu huy ve şahsiyet değişikliği:

54- "Tıpkı Firavun'un izinden gidenlerle, onlardan öncekilerin gidişi gibi." (Ârâf Sûresi 7/136. âyetin tefsirine bakınız.) Bütün bunların hepsi zalim idiler.İç dünyalarında inkâr ve küfrü adeta iman ve tasdik yerine koymuş ve böylesine sübjefktif bir değişme ile kendi helaklerine sebep olmuş ve kendi kendilerine zulmetmiş zalim kavimler idiler.

55-56- Onlar ki, kendileriyle sözleşme yaptın, sonra onlar her defasında her sözleşme ve muahede sonrasında sözlerinde durmayıp antlaşmayı bozarlar ve bozmaktan da sakınmazlar. Hiç çekinmeden hemen sözleşmeyi bozarlar. Ve sözleşmeyi bozmaktan dolayı, böyle bir alçaklığı yapmaktan dolayı hiç de arlanıp utanmazlar. Böylesine şerli ve böylesine ilkel yaratıklardır. Eğer azıcık anlayışları ve saygıları olsa idi ahdi bozmanın ne fena bir şey, ne kadar küçültücü ve alçaltıcı bir hareket olduğunu, güven duygusunun ortadan kalkmasına sebep olan toplumların güvenliği açısından ne kadar zararlı bir şey olduğunu hisseder de birazcık olsun bundan çekinirlerdi.

Hz. Peygamber, Benî Kurayza Yahudileri ile bir sözleşme yapmıştı: Aleyhinde bir davranışta bulunmayacaklardı. Yani Resulullah ve müslümanlar aleyhinde hiç kimseye yardım etmeyecekler ve destek vermeyeceklerdi. Böyle iken Bedir Savaşı'nda müşriklere silah yardımında bulundular, sonradan da unuttuk, hata ettik, dediler. Sonra yeniden bir sözleşme daha yapıldı, onu da Hendek Savaşı'nda bozdular. Reisleri olan Kâ'b b. Eşref, Mekke'ye gitti, orada müşriklerle bir ittifak antlaşması yaptı. İşte bu âyetin nüzul sebebi bu olaylar olmuştur. Bununla beraber Tebrizi Tefsiri'nde nüzul sebebinin Kureyş'den Abdüddar oğulları olduğu da nakledilmiştir.

57- İmdi bunları, işte bu sözlerinde durmayanları savaşta ele geçirirsen bunlarla arkalarındakilere gözdağı verecek şekilde bozguna uğrat, perişan et, yani bunlara öyle ceza ver ki, arkalarında bunlar gibi ahitlerini bozacak olanlar ve bozma niyeti taşıyanlar, iyice korksunlar da bozmaktan vazgeçsinler. Umulur ki, geridekiler düşünür, taşınırlar da ona göre hareket ederler. Akıllarını başlarına alırlar. Önlerinde olup bitenlerden ibret ve ders alırlar da sözden caymanın fenalığını unutmazlar, bunun getireceği sonucu akıllarından çıkarmazlar.

58- Bir de şu var ki, bir kavmin hıyanet edeceğinden korkarsan yani kendisiyle antlaşma yaptığın bir kavmin o antlaşmayı bozacağını hisseder, ortada olup bitenlerden ve su yüzüne çıkan belirtilerden bunu kesinlikle anlarsan ve böyle bir hıyanete uğratılacağından korkarsan doğru ve düz bir yoldan açıkça onlara sen de nebzediver. Yani ahtlerini dosdoğru bir şekilde ve açıkça yüzlerine fırlatıp atıver.

"Nebz": lügatte bir şeyi kaldırıp atıvermektir. Şeriat dilinde ise bir devletin antlaşma yaptığı başka bir devletle ilişkilerini kestiğini haber verip ilan etmesidir. Yani öyle korkulacak bir hıyanetin alâmet ve belirtilerini görüp anladığın takdirde antlaşmanın geçersizliğini, aranızdaki ilişkiyi kestiğini ciddiyet ve doğrulukla ve açıkça kendilerine resmen bildir. Böylece antlaşmanın geçersizliği taraflarca resmen ve eşit olarak bilinsin de ona göre, hareket edilsin. Sözleşme geçerliliğini sürdürüyor varsayılırken böyle bir ilan yapmaksızın ve feshi bildirmeksizin kesinlikle onlarla savaşa girişme, savaşa tutuşmakta acele etme. Zira muhakkak ki,Allah, hainleri, hainlik edenleri sevmez. Onların yaptığı gibi, resmen dost ve müttefik görünüp de gizlice ahdi bozmak, antlaşmayı çiğnemek bir hainlik olduğu gibi, açıkça ve doğrudan doğruya sözleşmeyi nebzetmeden, duyurup ilan etmeden savaşı başlatmak da yine bir hainliktir. Bundan sakınmak gerekir.

59- Ve böyle kâfirler asla kendilerini sebketmiş, (yani kaçıp kurtulmuş,) arkalarından yetişilip yakalanamaz zannetmesinler. Kesinlikle onlar aciz bırakamazlar. Ne Allah'ı, ne seni, ne de arkalarından koşup yetişecek olan hak ve adalet ehlini aciz bırakamazlar, yıldıramazlar. Bundan dolayı, sözleşmenin feshedildiği kendilerine ilan edildiği zaman, onlar daha önce ahitlerini bozmaya karar vermiş olduklarından, kendilerini ileri geçmiş, hıyanetlerinin cezasından kaçıp kurtulmuş zannetmesinler. Siz de onlara yaptığınız ilandan dolayı onları uyandırırız, önce davranmış bulunurlar da kendilerine yetişmekten aciz kalırız zannında bulunmayın. Nitekim muhatap siğasıyle kırâetleri bu mânâda sarihtir.

Mâide Sûresi'nde de "Sözlerini bozdukları için onları lanetledik ve kalblerini katılaştırdık. Kelimeleri yerlerinden değiştiriyorlar. Uyarıldıkları şeyden pay almayı unuttular. İçlerinden pek azı hariç, daima onlardan hainlik görürsün. Yine de onları affet, aldırma. Çünkü Allah güzel davrananları sever." (Mâide, 5/13) buyurulmuştur (bu âyetin tefsirine bkz.) Hainler ne yaparlarsa yapsınlar hıyanetlerinin cezası mutlaka kendilerini bulur ve bulmalıdır. Bundan dolayı bütün olacakları hesaba katarak, ve göz önünde bulundurarak öyle antlaşmayı boz.

60- Ve ey müminler! Hepiniz onlar için kuvvet olabilecek her şeyden ve bağlı atlardan gücünüzün yettiğince hazırlayın. Yani savaş için kuvvetli olmanıza sebep olabilecek her neye gücünüz yetiyorsa onu hazırlayın, her zaman hazırlıklı olmaya bakın. Bedir'de olduğu gibi, aletsiz ve hazırlıksız bulunmayın. Bu hazırlık ile Allah'ın düşmanı ve aynı zamanda sizin de düşmanınız olan o düşmanları, o Mekke müşriklerini ki, onlardan başka daha nicelerini ki; Onları siz bilmezsiniz, (sayılarını veya düşmanlık derecelerini) Allah bilir. İşte bütün bunları irhab edersiniz, yani yapmış olduğunuz hazırlıklarla bunları korkutur, sindirirsiniz. Gücünüz yettiği ölçüde bu korkutmayı gerçekleştirecek bir halde kuvvet hazırlayınız. Ve Allah yolunda sarfedeceğiniz her şey size ecir olarak aynen ödenecekir. Ve siz hiçbir şekilde zulme, haksızlığa uğratılmazsınız. Ameliniz boşa giderilmez, kesinlikle faydasını görürsünüz, sevabından zerre kadar eksik bırakılmazsınız. "İki bağın ikisi de yemişlerini vermiş ve hiçbir şeyi eksik bırakmamıştır." (Kehf, 18/33).

61- Ve eğer onlar, (o nebz veya çekingenlikten dolayı) barışa meyil gösterirlerse sen de barışa meylet. Zira asıl maksat savaş değil, barış ve selamettir.

Nitekim bu konuda şöyle denilmiştir:

"Barış ve uzlaşma ortamında sen dilediğini seçer alırsın."

"Savaş ise onun esintisinin bile sana getirdiği acı yeter."

Bundan dolayı karşı tarafın barışa meyil göstermesine karşılık sen de barıştan yana olmalısın. Ve Allah'a tevekkül et, O'na güven ve O'na sırtını daya. Acaba bunların asıl maksatları savaş da gizli bir oyun peşinde oldukları için mi barıştan yana görünüyorlar? Acaba bana bir hile mi yaparlar? diye korkma. Muhakkak ki, herşeyi işiten, bilen yalnızca O'dur. Şu halde onların gizli niyetlerini, gizlice yaptıkları fısıldaşmaları işitip bilecek olan Allah olduğu gibi, onların cezasını verecek olan da yine O'dur. Bundan dolayı:

62- Şayet sana, barış yüzünü gösterip savaş maksadı güderek hile yapmak murad ederlerse muhakkak ki, sana Allah yeter, gözeticin, yardımcın ve koruyucun olarak Allah sana yeter. O sana kafi gelir. Zira o Allahdır ki, seni kendi nusretiyle ve bütün müminlerle destekledi,

63-64- ve müminlerin kalblerini ısındırıp, kaynaştırdı. Eskiden onların aralarında öyle ayrılık, birbirlerine karşı öyle nefret kin, düşmanlık ve intikam hissi vardı ki, yeryüzündeki servetin hepsini sarfetmiş olsaydın, yani herhangi bir kimse bu kadar serveti bu uğurda harcamış olsaydı, onların kalplerini böylesine birleştirip kaynaştıramazdın, o ülfeti, o anlaşmayı ve yakınlaşmayı meydana getiremezdin. "Kalpleri arasını" sözüyle ifadeyi vurgulamak, bilhassa şuna işaret ediyor ki, böyle servet harcamakla çeşitli insanları zahiren bir araya getirmek mümkün olabilirse de kalplerini, vicdanlarını barıştırıp yakınlaştırmak bununla kabil olmaz. Ve lâkin Allah, aralarını böylesine kaynaştırdı. Kalpleriyle ve kalıplarıyla onları birbirlerine dost etti, kudreti sayesinde aralarındaki açıklığı kapattı, tevhid imanı ile öyle bir muhabbet ve ülfet verdi ki, hak ve hakikat açısından içleri ve dışları bir tek şahıs gibi kaynaşmış bir hâl aldı, muhkem bir kale gibi bir ictimai bünyeye sahip oldular. Bunlar İslâm'a girip Resulullah'a biatten önce aralarında öfke, kin, haset ve düşmanlık duyguları içinde yüzüyorlardı. Birbirlerini öldürüp, mallarını yağma eden ve sürekli kan davalarıyla bir türlü bir araya gelemeyen, anlaşamayan ve uzlaşamayan çeşitli kavim ve kabilelerden insanlar idi. Özellikle Ensar'ın iki ayrı kolu olan Evs ve Hazreç kabileleri arasında pekçok düşmanlık konusu cerayan etmiş ve öyle olaylar olmuştu ki, tarafların büyüklerini kırmış geçirmiş, boyunlarını iğne ipliğe çevirmişti. Ne zaman ki, Allah Teâlâ onlara bütün o eski düşmanlıkları unutturdu, o kin ve öfkeyi gönüllerinden sildi ve yerine bir kardeşlik sevgisi ve karşılıklı dostluk duygusu koydu işte o zaman tam anlamıyla dost ve kardeş oldular. Allah ve Resulullah sevgisiyle birbirlerine kenetlendiler ve hepsi tek yürek, tek bilek haline gelip huzura erdiler ve nihayet Ensar oldular ve Muhacirin ile kardeş oldular. Allah Resulünün arkasında hakkın tek vücut halindeki desteği oldular. Kendilerinde "Attığın zaman sen atmadın Allah attı." sırrı zahir oldu. Şüphesiz O, bir güçlüdür ki, kudretine sınır bulunmaz, iradesine karşı durulmaz. Öyle bir hakimdir ki, dilediğini nasıl yerine getireceğini bütün incelikleriyle bilir ve hükmünde isabetsizlik olmaz.  

65- Ey Nebi! Senin hasbin, yeterin Allah'dır, sana uyan müminlerle beraber. Bunda iki mânâ yüklüdür: Birisi; Allah sana da, onlara da yeter. İkincisi; sana Allah ve onlar yeter. Şu halde başka birşeyden endişeye kapılmadan Allah'a sığınarak vazifenize bakınız, demek olur. Bu âyetin Mekke'de otuzüç erkek ve altı kadından sonra kırkıncı olarak Hz. Ömer'in İslâm'a girişi üzerine nâzil olduğu dahi söylenmiş ise de, çoğunluğun beyanına göre; Bedir'de savaş başlamadan önce "Beydâ" denilen yerde nazil olmuştur.

Ey Nebi! Müminleri düşmanla savaşa "tahrid" et. İyice ta'lim edip, eğitip, hazırla ve teşvik eyle. Bu âyette, daha önce yukarıda geçen "zahf" ve "sebat" ile ilgili âyetlerdeki ıtlakın bir tahsisi ve takyidi vardır. Şöyle ki: Eğer sizden yirmi tane sabreden olursa ikiyüze galip gelirler ve eğer sizden yüz kişi olursa kâfirlerden bin kişiye galip gelirler.

Şu halde bu nisbete kadar düşman karşısında sabır ve sebat göstersinler. Bu ölçüde ve böyle bir azim ve iman ile sabra alışsınlar, ilâhî nusrete güvenip mücahede eylesinler. Daha fazlasından mükellef değiller. Sabır ve sebat ile ilgili emirler sınırsız da değildir. Bu nisbetin böyle iki bölüm şeklinde ve sayıyla ifadesi iki nükteye dayanmaktadır: Birincisi, fazlasıyla kendilerine güvenmek için bir moral takviyesidir. Yani bu nisbetin sadece yirmi ve ikiyüz gibi küçük gruplara mahsus olmayıp, çoğaldıkça da aynı oranın geçerliliğini anlatmaktır.

İkincisi İslâmiyet'in başlangıcında askeri birliklerin teşkilatlanmasındaki temel unsuru belirtmeye işarettir. Demek oluyor ki iman, bir mümini kâfire karşı on kattan daha fazla büyülten ve güçlü kılan bir kuvvettir. Ve bu kuvvet tek kişi olduğu zaman değil, en az yirmi kişilik bir grup oluşturdukları zaman kendini gösterir ve ortaya çıkar.

Bu, yani bu galip gelme o kâfirlerin gerçekten anlayışsız bir kavim olmaları sebebiyledir. Çünkü onlar başlangıcı ve sonucu anlamazlar: Allah'a ve ahirete imandan uzaktırlar, savaşları, müminlerinki gibi, Allah rızası için, Allah'ın emrine uymak için ve îlâyı kelimetullah (Allah kelimesini yükseltmek) niyyetiyle değildir. Hamiyyet-i cahiliyye denilen kavmiyyet (ırkçılık) uğruna ve şeytanca maksatlarla düşmanlık ve yağma içindir. Onların gözünde dünya hayatı ve nimetleri herşeydir, ahiret hayatı ise bir hiçtir. Güçlü bir kalb ve gerçek bir azim ile cihada atılmazlar. Bundan dolayı hayatın ve harbin gerçek amacına ve özüne vakıf olan müminlerin bir tanesi, onların onuna karşı koymaya ve galip gelmeye adaydır. Bu iman ve bu azim ile sabır ve sebat gösterip bütün gayretlerini ortaya koymalıdırlar. Bundan anlaşılıyor ki, ilk müslümalar çok büyük bir kudsi kuvvete erişmiş ve çok ağır bir sabır göstermekle mükellef bulunuyorlardı. Böyle bir mazhariyete ermiş bulunan üçyüz küsur kişilik Bedir mücahitlerinin karşısında bin kişilik müşrik ordusu hakikaten ne kadar az bir sayı ne kadar küçük bir sayı eder. Çünkü kuvvet bakımından müslümanlara denk olabilmeleri için, bu ölçüye göre, en az üçbin kişi olmaları gerekirdi.

66- Şimdi Allah sizden o yükü, o teklifi çok hafifletti, ve gerçekte sizde bir zayıflık olduğunu bildi. Yani savaş gücü bakımından içinizde bedenen veya sabır ve moral yönünden bir takım zaafları olanların varlığı sebebiyle öylesine sabır ve tahammül mükellefiyetinin bundan böyle umum için uygun olmadığı kendini gösterdi. Gerçi böyle olacağını Allah Teâlâ ezelden bilirdi. Fakat zamanı şimdi geldi, durum bütün yönleriyle olduğu gibi açığa çıktı ve bilindi. Müslümanlar çoğaldıkça içlerinde zayıf olanlar da bulunduğundan, daha önceki çile çekmiş sadakat sahibi müminlerde olduğu gibi, birin ona karşı koyması ve savaştan kaçmaması ve eğer bu durumda bile firar ederse "Allah'ın gazabına uğrayıp, cehenneme varacağı" (Enfâl, 8/16) hakkındaki ilâhî hüküm hafifletilmiştir. Şu halde bundan böyle sizden yüz adet sabırlı kimse olursa ikiyüz kişiye galip gelirler, ve sizden bin (sabırlı) kişi olursa ikibine karşı Allah'ın izniyle galip gelirler. Ve Allah sabredenlerle beraberdir.

Allah'ın yardımına ermek için her halükârda sabır en büyük şarttır. Şu halde bundan böyle bire karşı iki nisbetinden daha fazlasına sabredemeyenler, sebat gösteremeyip savaşı terkedenler firarî sayılmazlar. Fakat silah ve mühimmatı bulunduğu halde bire karşı ikiden de yüz çevirip savaştan kaçanlar, "Allah'ın gazabına uğrayıp cehennemi boylayanlardan" olurlar. Yani bu âyetin hükmünü hak ederler. Bunda da en az yüz kişilik bir bölük olmak şartı geçerlidir. Bundan anlaşılır ki, bu tahfîf, birin ona karşı galip gelme ihtimalini ve imkânını ortadan kaldırmak için değildir, ikiden fazlaya karşı savaşı kabul etmenin ve direnmenin vacip olmadığını ve mendup olduğunu bildirmek içindir. Şu halde müslümanlar, iki kattan daha fazla bir düşmana karşı savaşı kabul etmemekten dolayı günahkâr duruma düşmezler. Genel anlamda savaşa güç yetirme meselesinde esas nisbet ikiye birdir. Bununla beraber daha sonradan da İslâm Tarihi'nde Allah'ın izniyle birin on misli düşmana ve daha ziyadesine galip geldiği nice savaşlar vardır. Hasılı, Allah'ın yardımı savaşa hazırlık ve savaş sırasında gösterilen sabır ve sebata göre vaad olunmaktadır. Şimdi de harbin sonucuna gelelim:

67- Hiç bir peygamber için yeryüzünde ishan edinceye kadar esirleri olmak doğru değildir.

İshan : Aslında kalınlık demek olan "sihan" ve "sahenet" kökünden kalınlaştırmak demektir. Ağırlık da sehanetin gereği olmak bakımından "filanı hastalığı veya yarası ağırlaştırdı, yerinden kımıldamaz oldu" anlamına denilir. Sonra bu anlamdan alınarak, savaşta düşmanın esas kuvvetlerini iyice vurarak, gücünü kırmak ve askerlerini yerinden kımıldayamaz hale getirmek, kesin bir yenilgiye uğratmak durumuna dahi "ishan" adı verilir. Şu halde buna göre âyetin mânâsı şu demek olur: Hiçbir peygamber için bulunduğu ülkede küfrü kahredip İslâm'ı yüceltecek şekilde küfür ehline karşı kesin zafer elde edip, hak kuvvetlerinin istila ve istikrarını sağlayıp, yaptığı savaşta Allah düşmanlarını iyice kırıp kuvvetlerini yok edinceye kadar esirleri bulunması, yani askerlerinin esir tutmakla meşgul olması doğru ve meşru bir hareket değildir. Ancak ishan hasıl olduktan sonra esir alması meşru olabilir. "Nihayet onları iyice alt ettiğinizde bağları sıkı sıkıya elinizde tutun, aldığınız esirleri ister bağışlayıp salıverin, isterse fidye alın." (Muhammed, 47/4) âyetinde de alınan esirlere nasıl davranılacağı konusu açıklanmıştır.

Öyle yapmakla, yani esir alma peşinde koşmakla siz dünya arazını (malını) murad ediyorsunuz. İçinizde ishandan önce esir tutmaya bakanlar, onun fidyesinden faydalanmak, geçici bir dünya malı, dünya menfaati elde etmek gibi dünyevi bir maksat gözetirler. Allah ise ahireti murad ediyor. Küfrün kahra uğrayıp dinin izzet bulmasını ve bu sayede ahiret hayatınızın selamette olmasını, buna göre sevap ve ahiret selametini gözetmenizi emrediyor. Şu halde ishandan evvel esir almak isteyenler Allah Teâlâ'nın emir ve iradesine, yani rızasına aykırı hareket etmiş olurlar. Halbuki Allah azizdir, hakimdir. Emir ve iradesine karşı gelmenin sonu çok tehlikelidir. Emrinde mutlak bir hikmet vardır. Bunun için öyle tam bir ishan meydana gelmeden esir almak istemeniz ahiretiniz açısından tehlikeli olabilir.

68- Allah'dan bir kitap sebketmemiş, yazılmamış olsa idi, ictihaddaki bir hatadan dolayı itap etmemek veya Bedir Savaşı'na katılanlara azap etmemek veya açıkça yasaklanmamış olan bir işi yapanı cezalandırmamak gibi bir ilâhî hüküm, Levh-i Mahfuz'da yazılmış olmasa idi aldığınız o şeyde (yani ele geçirdiğiniz esir fidyeleri sebebiyle onun yerine), size mutlaka büyük bir azab dokunurdu. Hasılı Bedir Savaş'ında esir tutmakla meşgul olmak ve esirlerden fidye almak maksadını amaç edinmek büyük bir tehlike idi. Çünkü henüz düşman ordusu üzerinde tam bir hakimiyet, gerçek anlamda bir ishan hasıl olmuş değildi, henüz İslâm'ın gücü bütün katılığıyla ağır basmış değildi. O sırada düşmanın biraz uyanık davranması size büyük bir felaket getirebilirdi. Fakat Allah sizi korudu. Nitekim genellikle bu ince noktaya dikkat edilmediğinden dolayı daha sonra Uhud Savaşı'nda bunun çok zararı görüldü. Her halde Bedir'de esir ve fidye alınmamak daha sıhhatli bir iş olacaktı. Fakat madem ki, alındı ve Allah tehlikeden korudu, şu halde:

69- Artık aldığınız o ganimetten helâl ve temiz olarak yiyin, yani mubah olarak faydalanın. Bu uyarıdan dolayı onun haram olduğunu sanmayın da yukarıda açıklandığı üzere onun özel hükümlerine riayet ederek faydalanın, ve Allah'a karşı gelmekten sakınınız, emirlerine ve yasaklarına uymaya özen gösteriniz, sizi hatalardan koruması için O'na sığınınız. Zira Allah muhakkak gafurdur, rahîmdir. Yani ittika ettiğiniz takdirde o hatayı, yani sizin izinsiz olarak esirlerden fidye almayı mübah kabul etmenizden dolayı işlediğiniz kusuru mağfiret eder, tevbenizi kabul buyurup sizi rahmetine mazhar eyler.

Şimdi:  

70-71-Elinizde bulunan esirlere de ki; Aslında esirlere bu şekilde hitap edilmesinin istenmesi, onların gönüllerini almak için, onlara iyi muamele edilmesi içindir. Burada hükmün umumi olduğunda hiç şüphe yoktur.

Fakat Abdullah b. Abbas Hazretleri'nden gelen bir rivayete göre: bu âyetin nüzul sebebi, babası Hz. Abbas hakkındadır. Şöyle ki:

Bedir Savaşı'nda Abbas da esirler arasında bulunuyordu. Beraberinde yirmi ukiyye de altın vardı ki, bir ukiyye kırk dirhem ve toplamı da sekizyüz dirhem demektir. Bunu müşrik askerlerini doyurmak için yanına almıştı. Çünkü kendisi Bedir'e katılan Kureyş ordusunun iaşesini üstlenen on kişiden biri idi. Fakat sıra kendisine gelmeden esir düşmüştü. Bunun üzerine Abbas, ben zaten daha önceden müslüman idim, fakat bana baskı yaptıkları için istemeye istemeye bu savaşa katıldım, dedi. Peygamber Efendimiz bu dediğin doğru ise Allah zaten sana bunun ecrini verecektir, lakin işin dış yüzü bizim aleyhimize idi, dedi. Bundan sonrasını Hz. Abbas'ın kendisi anlatıyor ve diyor ki; sonra Resulullah'tan benden fidye olarak aldığı o altını, bana geri vermesini istedim, o da o zaman buyurdu ki; "Aleyhimizde kullanmak için alıp yola çıktığın şeyi mi istiyorsun? Hayır olmaz." dedi. Ayrıca peygamber, iki kardeşim oğlu Âkıl b. Ebi Talib ile Nevfel b. Hâris'in de fidyelerini benim ödememi istedi. O zaman ben, ey Muhammed! Sen beni Kureyş'ten dilenecek bir durumda bıraktın, dedim. Bunun üzerine Resulullah, hani Mekke'den yola çıkarken zevcen Ümmü'l-Fadl'a başımıza ne geleceği belli değil, nolur nolmaz deyip teslim ettiğin, şayet bana birşey olursa, bu senin ve çocuklarınındır, diyerek ona verdiğin altın nerede?" deyince, ben "Nereden biliyorsun?" dedim. O da "Rabbim haber verdi." buyurdu. O zaman "Allah'a yemin ederim ki sen hak peygambersin. "şehadet ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur." Vallahi o parayı Allah'dan başka kimsenin görmediği, gecenin karanlığında teslim etmiştim. Allah biliyor ya, ben senin peygamberliğine hep şüphe ile bakıyordum. Şimdi madem ki, bunu haber verdin, artık hiçbir şüphem kalmadı dedi. Daha sonra Hz. Abbas'ın, bu âyetin meâline işaretle şöyle dediği de rivayet ediliyor: "Allah bana o altınların yerine daha hayırlısını verdi; şimdi yirmi tane kölem var, en aşağısı yirmi bin ile müdarebe (ortak iş) yapıyor. Ayrıca Allah bana Zemzem'i de ihsan etti ki, karşılığında Mekke'nin bütün mal varlığını verseler yine de istemem. Bundan böyle ben hep Rabbimin mağfiretini gözlüyorum".

72- Bunlar, (bu Muhacirin ile Ensar) birbirlerinin velileridirler. Bir kısmının öbürüne velayeti vardır. Birbirine mirasçı olurlar. Birbirlerinin işlerine bakar, düzene koyarlar. İman edip de henüz hicret etmemiş olanlar, şu anda dâr-ı harbde bulunan ve oranın tebaası durumunda olan müminler ise onlar hicret edinceye kadar sizin onlara velayet namına hiçbir şeyiniz yoktur. İşlerine müdahele edemezsiniz. Bununla beraber sizden din konusunda yardım isterlerse onlara yardım etmeniz üzerinize borç olur, vacip olur. Ancak sizinle aralarında bir misak (yani antlaşma bulunan bir kavim aleyhine bir durum söz konusu) olmamalıdır. Zira antlaşma yapmış olduğunuz bir kavmin aleyhine olacak bir şekilde o müminlere yardım ederek, antlaşmayı geçersiz kılmanız ahde vefasızlık olur. Bu da sizin için caiz olmaz. Nasıl olabilir ki, Allah bütün yaptıklarınızı görüp durmaktadır.

73- Kâfir olanlar bile birbirlerinin velileridir. Sizinle değil, hepsinin de değil, ama bazılarının arasında miras ve yardımlaşma sürer gider. Şu halde onların müminlerle bir ilişkileri yoktur. İsterse akraba olsunlar mümin ile kâfir arasında velayet ve veraset cereyan etmez. Bir de her kâfirin her kâfire velayet ve veraseti de olmaz. Din ayrılığı ve diyar başkalığı ikisi de mirasa engeldir. Eğer siz bunu yapmazsanız (yani birbirinize velayet ve yardım işinde dayanışma içinde olmazsanız, bunu şu açıklanan esaslar dairesinde icra ve ifa etmezseniz veya karmakarışık eder de içinden çıkılmaz hale getirirseniz) yeryüzünde çok büyük bir fitne ve fesat olur. Ki siz bunun büyüklüğünü takdir edip kestiremezsiniz. Bu açıklamada müminler, Muhacirler ve Ensar ve Muhacir olmayan diğer müslümanlar olarak taksim olunduktan ve aralarındaki dayanışma bağlantısının esasları belirlendikten sonra bunların imandaki kemal mertebelerinin hakikatini ortaya koymak sadedinde buyuruluyor ki

74- onlar ki, iman ettiler ve hicret eylediler, yani yerlerini yurtlarını, mallarını ve akrabalarını bırakıp vatanlarından çıkıp geldiler ve Allah yolunda cihada katıldılar, Allah'ın dini uğrunda, Allah rızası için ceht ve gayretlerini esirgemeyip sabır ve tahammül gösterdiler, çeşitli zahmetlere katlanıp nefislerini mahrumiyetlere atmak suretiyle bu uğurda bir yarışa girdiler . Onlar ki, iyva eylediler, Allah Resulünü ve Muhacirleri kendi evlerinde misafir edip barındırdılar, onlara yer yurt verip iskan ettiler, yerleştirdiler, ve yardım ettiler, onlarla birlik olup düşmanlarına karşı savaş konusunda her bakımdan yardım ettiler. Ensar oldular işte bunlar, yani Muhacirler ile Ensar işte bunlardır, hakkı ile müminler bunlardır ki, imanlarını sûrenin başında da beyan olunduğu üzere, gerektiği şekilde hakkıyla özüne erdirmişlerdir, işte bunlar içindir ki, eşsiz bir mağfiret ve değerli bir rızık vardır. Bu rızkın ne sorumluluğu var, ne de minneti. Buradaki "işte bunlar hakkıyla mümin olanların ta kendileridir" ifadesindeki tahsisi ve kasrı, mutlak olarak yalnızca o zamana veya bu zamana mahsus bir hakiki kasr zannetmemelidir. Bu kasır hicret farz iken dâr-ı harbi terketmeyip hicret eylemeyenlere göre edenlerin durumuna ait izafî bir tahsistir.

75-Çünkü Bundan sonra, (yani sizin hicretinizden sonra) iman edip de hicret eyleyenler ve sizinle beraber cihada katılanlar, şimdi bunlar, bu üç özelliği taşıyanlar da sizdendir. Size ektir ve sizden sayılırlar. Ey müminler, bununla beraber bundan böyle zevil-erham denilen akrabalar, Allah'ın kitabında mirasta birbirlerine daha evladırlar, yabancılardan daha yakındırlar.

O akrabalık isterse ana tarafından olsun, yine de akraba olmayanlara göre daha yakındırlar. Mümin bir akraba varken, böyle bir akrabalığı olmayan bir mümin yalnızca din kardeşliği sebebiyle bir başka mümine mirasçı olamaz. Yani Muhacirler ile Ensar arasında hicretin başında kurulan kardeşlik anlaşmasının mirasla ilgili olan hükümleri bundan böyle geçersiz olacak demektir. Müminler arasında miras yalnızca akraba olanlar arasında geçerli olacaktır. Ve işte ilk hicret edenlerle daha sonra hicret edenler arasındaki yegane fark budur. İkinci hicret döneminin Bedir'den sonra veya bu âyetin nüzulünden sonra başladığını söyleyenler olmuş ise de en sahih olan görüş Hudeybiye'den sonradır diyenlerin görüşüdür.

Şüphe yok ki, Allah her şeyi bilir. Şu halde bu hüküm ve yukarıdan beri ortaya konan hükümlerin sırrını ve hikmetini de bilir. Bundan sonra gelecek Berâe (Tevbe) Sûresi içinde geçen hükümlerin de sırrını ve hikmetini bilir.