|
Elmalı
Tefsiri
1-10-
"Gizli fısıltı yaptılar." Necvâ, gizli fısıltı
demek olduğu halde; bir de bunun gizlice söylendiğini açıkça belirtmek,
fısıltının gizlilik derecesini göstermek içindir. Böyle olduğu halde
Hz. Peygamber, Allah'tan aldığı bilgi ile onlara ne söylediklerini
haber verdi. Bunun üzerine şaşırıp kaldılar da nereden duydun dediler.
Cevap olarak dedi ki "Rabbim gökte ve yerde (söylenen) her sözü bilir."
Bu durumda peygamberliği itiraf etmeleri gerektiği halde, yine de kendi
aralarında. Hayır bunlar karışık rüyalardır, (Yusuf, 12/44. âyetin
tefsirine bkz.) fakat yalan karışık rüya ile bir gerçeğin
bilinemeyeceği hususu açık seçik olduğundan, dediler ki hayır uydurdu.
Kendiliğinden altı üstüne vurdurdu. Bu iftirayı da beğenmediler de
hayır o bir şairdir, bir şiir söylüyor dediler. İşte Rablerinden gelen
ihtarı eğlenceye alan, Kur'ân nazil oldukça onunla alay eden, o
kalpleri gaflette olan zalim kâfirler peygamberliğin bir Allah vergisi
olduğuna inanmak istemeyip, kendi gönülleri o yönde olduğundan dolayı
nefislerine kıyaslamak suretiyle, onu (peygamberliği) gizlice
tertipledikleri toplantılarında bir sihirbazlık, bir hilekârlık olarak
değerlendirmek isterlerken, o gizli sırlarını açığa vurup haber veren
vahyin icazı (mucizeliği herkesi acze düşüren konumu) karşısında
şaşırarak yok rüya, yok uydurma, yok şair diye saçmaladılar da nihayet
"Önceki peygamberler gibi, o da bize bir mucize getirsin." dediler.
Sanki inanacaklarmış gibi önceki peygamberlerin mucizelerini istediler
ki, bu gün de üzerinde kısa bir inceleme yapıldığı zaman inkârcıların
ileri sürdükleri iddiaların bunlardan ibaret olduğu görülecektir. "Biz
onları yemek yemez birer cesed kılmadık." yani cansız heykellerden
ibaret değillerdi. Zikriniz bunda, yani muhtaç olduğunuz öğüt ve
dillere destan olacak şan ve şerefiniz bundadır.
11-21-
Oyuncu olarak yaratmadık, yani üzerinizde her
türlü güzel süslemelerle dolu yükseltilmiş bir tavan halinde yükselip
duran gök ve altınızda ince menfaatlerle dopdolu, kurulu bir beşik gibi
döşenmiş olan yer ve aralarındaki harika yaratıklar, gönülleri oyunda
olan ve Rahmân'ın ihtar ve öğütlerini eğlence yerine koyan o zalimlerin
hayal etmek istedikleri gibi oyuncak değildir. Hakkı tanımak ve ebedî
hayat yolunda yüksek menfaatlerinden istifade edilmek üzere hak ve
hikmetle yaratılmış Allah'ın kudretinin göstergesidir. Eğer bunlar
yalnız insanların dünya hayatı için yaratılmış olsaydı "dünya hayatı
ancak bir oyun ve eğlenceden ibarettir." (Muhammed, 47/36) âyetinin
mânâsı gereğince bir oyun ve eğlenceden ibaret olması lazım gelirdi.
Nitekim dünya hayatından başkasını düşünmeyen kâfirler, bütün dünyayı
kendilerine oyuncak etmek istemişler ve hatta bu duygu ile felsefe
yapacağız diye neler söylemişlerdir.
Sözün kısası, o zalimler ne kadar oynamak
isterlerse
istesinler, yaradılış bir oyuncak olmadığı gibi, yaratan da asla bir
oyuncu değildir. Nitekim buyuruyor ki eğer biz bir eğlence edinmek
isteseydik elbette onu katımızdan edinirdik. yani sırf ilâhî bir
eğlence edinirdik. Ve bu durumda o bir eğlence değil hikmetin ta
kendisi olurdu. Demek yüce Allah'ın eğlence edinmiş olması asla
düşünülemez, yahut dünyayı onların kendisiyle eğlenecekleri bir oyuncak
değil, kendi katımızdan kendimiz için bir eğlence yapardık eğer yapacak
olsaydık; öyle değil, böyle yapardık, ama yapmayız. Şayet yüce Allah'ın
şanına eğlence yakışsaydı böyle yakışırdı. Fakat her şeyi hikmetle
yapan Allah'ın yüceliğine eğlence asla yakışmaz. Tâlî (ikinci önerme)
batıl ise, ona bağımlı olan mukaddem (birinci önerme) de öyledir.
Diriltme işini onlar mı yapacaklar? Ölüleri kabirlerinden onlar mı
kaldırıp diriltecekler?
22-
Yerde gökte yani bütün varlık dünyasında şayet söz
sahibi olacak ve kendisine itaat edilecek Allah'tan başka ilâhlar
olsaydı muhakkak ikisi de fesada uğrar yok olurdu. Yer ve gök bütün
kâinat yok olup giderdi veyahut hiç var olamazdı. Madem ki, bütün
düzenleriyle varlıklarını sürdürmektedirler, o halde Allah'tan başka
ilâh yoktur. Çünkü ilâh demek hiçbir hususta acizliğe düşmesi mümkün
olmayacak şekilde mükemmel bir kudret sahibi demektir. Onun için
Allah'tan başka yerde ve gökte kendi gücü ile işleri idare eden ve
icraat yapan ilâhlar farz edildiği takdirde her birinin illet-i tamme
(herhangi bir şeyin var olması için gerekli olan sebep, etken) olması
lazım gelir, herbirinin yeteri kadar güce sahip olduğu, icad etme, yok
etme, diriltme, öldürme, bozma ve değiştirme ve daha nice işleri
başkasına muhtaç olmaksızın tek başına yapabilecek kuvveti bulunduğu
varsayılmış olur. Bu durumda yer ve göğün var olmalarının
gerçekleşmesinde ya her biri, ya hepsi ayrı ayrı tesir etmiş olacak
veya yalnız birisi etken olacak. Yalnız biri etken olacaksa diğerleri
ilâh değilmiş demek olur. Ve eğer her biri etken olacaksa çeşitli
sebeplerin bir tek etki alanı üzerine, bağımsız bir şekilde gelip
toplanmaları ve çatışmaları lazım gelir ki, imkansız bir şeydir.
Bunların anlaşarak orada toplanmaları imkansız olduğu gibi, bir
uyumsuzluk içerisinde, anlaşmaksızın orada bulunmaları da mümkün
değildir. Çünkü, anlaşmazlık olursa, mesela biri yapmak isterken diğeri
yıkmak isterse, eserde karşıt iki tarafın münakaşası ve karşılıklı
engellemeleri sonucu hiçbir şey meydana gelemez. Eğer anlaşarak bir
yerde toplanmışlarsa, bağımsızlık konusunda tartışma ve çelişki olur.
Diğer bir ifadeyle karşı güçler arasında
birbirlerini
geriye püskürtme eylemi oluşur veya hasılı tahsil (var olan bir şeyi
var etmeye çalışma) lazım gelir. Ve yine birden fazla ilâhın olmaması
gerekir. Yok eğer hepsinin anlaşıp ortaklaşa yaptıkları etkileri
varsayılacak olursa, bu durumda herhangi bir şeyin var olması için
gerekli olan sebepler, ancak hepsinin toplamından ibaret olacağından,
herbiri tam bir etken değil, tesir gücü az olan noksan etken olmuş
olur. Noksan olan ise ilâh olamayacağından hiçbirinin ilâh olmaması
gerekir. O halde olsa olsa bunların hepsi ancak birleşerek bir ilâh
olacak, yani değişik ilâhlar topluluğu değil de noksanlardan meydana
gelen bir topluluğun tümüne birden bir ilâh denmiş olacak. Halbuki her
ne olursa olsun bunların yekünü de bağımsız bir güce sahip değildir;
yer ve gök gibi, birleşmeye, bir düzene ve bunları yapacak etkin bir
güce muhtaçtır, dış etkilere bağlıdır. Böyle olan bir şeyin, ilâh
olamayacağı ise açıktır. Sözün kısası Allah'tan başka ilâhlar ve hatta
O'nun dışında bir ilâh bile varsayılırsa, gerek ortaklık şeklinde
farzedilsin ve gerek tek başına bağımsız olarak düşünülsün ilâh
varsayılanların ilâh olamaması lazım gelir. Çelişki muhakkak olurdu.
Mutlak varlıkta sağlıklı hiçbir yapıya imkan kalmaz, varlık namına
hiçbir şey gerçekleşemezdi, yer ve gök bulunamazdı. Oysa bugün yer ve
gök bozguna uğramayıp, sağlıklı yapılarıyla dimdik ayaktadırlar.
Demek Allah'ın birliği yer ve göğün
varlığı sebebiyle
çok açık bir şekilde bilinmektedir. İşte Allah, O her şeye galib, O
büyük varlık ve yaratılış saltanatına sahib olan, o Arş'ın Rabbı, başka
ilâhlar edinen putçuların, zalimlerin ve gafillerin isnad ettikleri
vasıflarından çok münezzeh ve yücedir. O'nu noksanlık lekelerinden
tenzih ederek tesbih etmelidir.
23-O
halde Allah o zalimleri, kâfirleri, o kötülük
yapanları niçin yaratıyor? İsterse bir zaman için olsun onların
fenalıklarına niye meydan veriyor, denecek olursa O, yaptığından
sorumlu olmaz. Onun hiçbir şekilde sorumlu bulunma ihtimali yoktur.
Hikmeti araştırılıp üzerinde düşünülmez değil, fakat her türlü kusurdan
uzak olan Allah'ın yaptığı işlerinden dolayı, kendisiyle münakaşa
edilme imkan ve ihtimali olmadığı gibi, fiillerine de kendisinden başka
hakim ve bir şeyin olmasını gerekli kılacak bir sebep, bir niçin,
bulunması ihtimali de yoktur. Çünkü O'nun üstünde hiçbir hakim, hiçbir
etken yoktur. O, bütün hakimlerin hakimi, bütün sebep ve etkenlerin
yaratıcısı ve icad edicisi olan, istediğini yapan tek ilâhtır. Dilediği
şekilde hareket eder, bununla beraber eğlence edinmekten münezzehtir.
Hiçbir işi oyuncak değil, her yaptığı hikmetin ta kendisidir.
Hikmetinin hakikati de kendi bilgisindedir. Bildirirse bildirir,
bildirmezse yalnız kendi bilir. Sözün özü: O'na karşı "Şu neden şöyle
oldu, niçin yaptın? Söyle bakayım" gibi sorgu ve azarlamaya kalkışmak
kimsenin haddi değildir. Halbuki onlar, yani kullar sorgulanırlar.
Allah'ın huzurunda bütün yaptıklarından
sorgulanacak,
ona göre sevabını veya azabını göreceklerdir.
24-
De ki: "delilinizi getirin bakalım". Yani Allah'tan
başka ilâh edinenlerin davalarını ispat edebilecek aklî ve naklî hiçbir
delilleri yoktur. Halbuki din işlerinde ve özellikle böyle en önemli
bir davada delilsiz söylenen sözlerin hiçbir hükmü yoktur. Şu halde bu
açıklamadan sonra delillerini boğazlarına tıkmak ve hadlerini bildirmek
için "Ey Muhammed! Onlara de ki: Haydi o davanıza bir delil getirmek
mümkün ise getirin bakayım."
İşte, sizin de gördüğünüz gibi benimle
birlikte
olanların kitabı, yani ümmetime bir öğüt ve bir tefekkür kaynağı olmak
üzere tebliğ edip açıkladığım kitab ve öğüt ve benden öncekilerin
kitabı! Daha önceki peygamberlerin ümmetleri için yapılan öğüt. Bunlar
meydanda, hepsi de Allah'ın birliğini gösteren aklî ve naklî deliller
olarak ortaya konmuştur. Hani ya sizin ki? Diğer bir ifadeyle: İşte
benim ümmetimin kitabı olan Kur'ân ve önceki ümmetlerin kitabı olan
Tevrat ve diğer bilinen kitaplar! Bunlara müracaat edin, sizin Allah'a
ortak koşma davanıza bir delil bulabilir misiniz? Haydin bakalım! Ne
mümkün. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler, körü körüne başkalarının
arkasından giderler de onun için haktan yüz çevirmektedirler. Ancak bir
azınlık vardır ki, haktan hoşlanmazlar, haksızlıklarından dolayı bile
bile yüz çevirirler.
Bunlar, önceki peygamberlerin
öğrettikleri tevhid inancı
değildi diyecek olurlarsa: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik
ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: 'Gerçek şu ki, benden başka ilâh
yoktur. Onun için bana ibadet edin..."
25-29-
De ki: "delilinizi getirin bakalım". Yani
Allah'tan başka ilâh edinenlerin davalarını ispat edebilecek aklî ve
naklî hiçbir delilleri yoktur. Halbuki din işlerinde ve özellikle böyle
en önemli bir davada delilsiz söylenen sözlerin hiçbir hükmü yoktur. Şu
halde bu açıklamadan sonra delillerini boğazlarına tıkmak ve hadlerini
bildirmek için "Ey Muhammed! Onlara de ki: Haydi o davanıza bir delil
getirmek mümkün ise getirin bakayım."
İşte, sizin de gördüğünüz gibi benimle
birlikte
olanların kitabı, yani ümmetime bir öğüt ve bir tefekkür kaynağı olmak
üzere tebliğ edip açıkladığım kitab ve öğüt ve benden öncekilerin
kitabı! Daha önceki peygamberlerin ümmetleri için yapılan öğüt. Bunlar
meydanda, hepsi de Allah'ın birliğini gösteren aklî ve naklî deliller
olarak ortaya konmuştur. Hani ya sizin ki? Diğer bir ifadeyle: İşte
benim ümmetimin kitabı olan Kur'ân ve önceki ümmetlerin kitabı olan
Tevrat ve diğer bilinen kitaplar! Bunlara müracaat edin, sizin Allah'a
ortak koşma davanıza bir delil bulabilir misiniz? Haydin bakalım! Ne
mümkün. Hayır, onların çoğu gerçeği bilmezler, körü körüne başkalarının
arkasından giderler de onun için haktan yüz çevirmektedirler. Ancak bir
azınlık vardır ki, haktan hoşlanmazlar, haksızlıklarından dolayı bile
bile yüz çevirirler.
Bunlar, önceki peygamberlerin
öğrettikleri tevhid inancı
değildi diyecek olurlarsa: "Senden önce hiçbir peygamber göndermedik
ki, ona şöyle vahyetmiş olmayalım: 'Gerçek şu ki, benden başka ilâh
yoktur. Onun için bana ibadet edin..."
30-
O kâfir olanlar, görmediler mi? Baksalar ya; veya
haberleri yok mu, sorsalar ya; veyahut şu görüş ve düşüncede değiller
mi? Göklerle yer, şu gördükleri âlemin yukarı kısmını teşkil eden
yüksekler ve alt kısmını oluşturan yer bitişik idiler. İkisi de
deliksizdi. Yukarıdan yağmur yağmıyor, yerde ot bitmiyordu, bunu
görüyorlardı. Veyahut yer, dağsız deresiz yekpare; gök boyutları da
güneşi, ayı, gökcisimleri ve yıldızları yok, tek bir bütün halindeydi.
Veyahut yer, gökcisimlerine bitişik, hepsi bir şeydi. Gök cisimleri ve
kütleleri arasında şimdiki çeşitlilik sözkonusu olmayıp hepsi de
birbirine benzer birer madde idi. Veyahut hepsi başlangıçta var
olmamakla ortaktı. Dışta görünen ve farklı özellik gösteren bir varlık
değildi. Bunları da şimdiki görünen durumlarından bir fikir edinip
ondan delil çıkarmak yolu ile veya duyulup nakledilen bilgiler ışığında
bilirler veya bilebilirler. Baksalar ya, öyle iken biz onları koparıp
ayırdık. Yok iken yaratıldılar, bir şey iken çoğaldılar. Başlangıçta
duman gibi bir madde iken farklı şekiller alıp değişik kütleler
oldular. Bir tabiatta kalamayıp değişik karekterlerle
çeşitlendirildiler. Yer, göklerden ayrıldı, yukarısından yağmur
yağdırıldı, üzerinde otlar bitirildi. Ve hayatı olan herşeyi sudan
yarattık. Yani gerek bitki, gerek hayvan ve gerek insan olsun, canlı
olan her şeyin hayatına suyu sebep kıldık. Bazıları buradaki sudan
maksadın nutfe (sperma) olduğunu söylemişlerdir. Ancak bu takdirde
canlılardan sadece bir kısmını canlılık kavramına tahsis etmek icab
eder. Halbuki su bilinen yönüyle asıl mânâsına olduğu takdirde "hayatı
olan her şey" mânâsı genel olarak hayvanlardan başka bitkileri de içine
alacaktır. Şüphesiz gerek hayvanların ve gerek bitkilerin hayatlarının
su ile bağlantısı bilinen bir gerçektir.
Son zamanlarda suyu oluşturan
elementlerin en önemlisi
olan hidrojen, bütün elementlerin temel esası gibi mütalaa olunmaya
başladığına göre, Kur'ân'ın bu uyarısı daha kapsamlı bir gerçeğe
işareti de içine almış olur. Gerçi organik kimyada karbon bir temel
element olarak mütalaa edilmektedir. Ve hayatın hava ile de alakası
vardır. Fakat âyette sözü edilen "Şey" sözcüğünün, suyun dışında kalan
diğerleri için de aykırı bir tarafı olmadığı gibi, bunlar herkes için
su kadar açık ve gözle görülen şeyler de olmadığından, burada en açık
delil ileri sürülmüştür ki, o da sudur. Suyun ratk (bitişik olma) ve
fatk (ayırma) ile münasebeti apaçık olup herkesçe bilinmektedir. Tabiat
(yaratılış) üzerinde bu bitişik olma ve ayrışma durumu ile, bu şekilden
şekile değiştirme olayı o kâfirlerin görüp durdukları veya düşünüp
kıyaslama yoluyla bildikleri veya haber aldıkları bir iş, bir icraat
olduğu halde yine de imana gelmezler hâ! Bir sudan yaratıldıklarını
bilirler de hâlâ Allah'ın sanat ve tesirine inanmazlar, tabiat, tabiat
deyip dururlar hâ! İşte tabiate kalsaydı tabiat kendi kendine değişir
miydi, yer ile gök yokluktan varlığa gelirler miydi veya yer gökten
ayrılır mıydı veya kuru havada yukarıdan yağmur yağar, kuru toprakta
otlar biter miydi, sonra o cansız tabiatlarda aynı bir sudan değişik
hayatlar meydana gelir miydi, insanlar olur muydu, kendileri hayat
bulurlar mıydı? Onlar kendilerini parçalanmaz mı zannediyorlar? ü
31-
Halbuki onları yaratan biz, o yeryüzünde kendilerini
sarsacak diye ağır baskılar yaptık. Yani gökten ayırdığımız ve üzerinde
kendilerine sudan hayat verdiğimiz insanları, yerküresi hareketiyle
çalkalayıp sıkıntıya sokmasın, sakin olacak yer bulsunlar diye o
yeryüzünde suya karşılık sulb oturaklı kıt'alar (Omurgaları
derinliklere gömülmüş parçalar yani:) dağlar meydana getirdik. Bir
düşünmeli ki, yeryüzü, sıvı bir halde kalsaydı ve yer hareket ettikçe
insanlar çalkanıp dursaydı ne büyük sıkıntı olurdu. Toprak kütlesinin
yaratılması ve dağların kazık gibi oturtulması ile, bu sıkıntı bertaraf
edilip yeryüzü, insanların yaşaması için oturulabilir bir hale
getirildi. Ve orada birtakım alanlar, yollar yaptık ki doğru yolu
bulabilsinler. Arzu ettikleri yere doğru gidebilsinler veya hak yolunu
tutsunlar.
32-
Gökyüzünü de korunmuş bir tavan yaptık. "Onları
(gökleri) kovulmuş her şeytandan koruduk" (Hıcr15/17) âyetinde
belirtildiği gibi, şeytanların saldırısından korumuş veyahut kendisine
tayin edilmiş zamana kadar bozulup dağılmaktan korunmuştur. "Doğrusu
gökleri ve yeri zeval bulmaktan Allah koruyup tutuyor. And olsun ki,
zeval bulurlarsa, onları O'ndan başka kimse tutamaz. O şüphesiz
Halîmdir, bağışlayandır." (Fâtır, 35/41) Onlar ise bunun (gökyüzünün)
alâmetlerinden yüz çevirmektedirler. Gökyüzünde Allah'ın kudretini ve
O'nun birliğini gösteren bunca delillerin gösterdiği gerçeklerden yüz
çevirip geçiyorlar.
33-
Halbuki geceyi, gündüzü, güneşi ve ayı yaratan
O'dur. Bunların her biri kendi dairesinde dolaşmaktadır. Demek
zannedildiği gibi onları felek (yörünge) döndürüyor değil, onlar
felekte ve herbiri bir yörüngede yüzüyorlar. Felek, devreden şey demek
olduğuna göre, bazıları feleği dolaşan bir cisim saymışlardır ki,
bunlar, zamanlarının fen telâkkisine kapılmış görünüyorlar. Halbuki
Dahhâk'tan rivayet olunduğu üzere felek, yıldızların medarı, yani
dolaştığı yer diye tarif edilmiştir ki, sırf rıyazî (matematiksel) bir
ifadedir. Son zamanlarda dilimizde bu medar kelimesi gibi "mahrek"
(hareket yeri) demek de terim olmuştur. Biri devirden ism-i mekân, biri
de hareketten ism-i mekândır. Âyette yalnız güneş ile ay zikredildiği
halde haberde tesniye getirilmeyip ikiden daha fazlasını ifade eden
çoğul siğasıyla "yüzerler." buyurulması dikkate değer
görülmüştür.Burada
tefsirciler, bir kaç yorum söylemişlerdir:
Birincisi: "Güneş, ay ve yıldızlar"
takdirinde olmasıdır
ki, güneş ile ayın yanında yıldızlar hazfedilmiş sonra da, hepsi
anlamında olan "küllün" sözcüğü ve çoğul siğası olan "yesbehûn" ile
hepsine işaret olunmuş demektir.
İkincisi: Bu karîne (maksadı gösteren
alâmet) ile güneş
ve aydan cins olarak bütün yıldızların kast edilmiş olmasıdır. Bunu
bazıları, doğuş yerlerinin değişmesi itibariyle güneş ile ayın bir
çoğulu gibi düşünmek ve dolayısıyla da diğer yıldızların âyette söz
konusu edilmediğini kabul etmek istemişlerdir. Fakat bu tarz düşünce
söz konusu edilecek olursa, diğer yıldızların da kimisinin ay mânâsında
olduğuna işaret olarak bu ikisini hepsini cinsi gibi almak daha
münasiptir. Sonra "kül" genellemesi, güneş ve ayla beraber daha önce
adı geçen "yer"i de içine alarak hepsine işaret yapılmış olma ihtimali
de vardır ki yer, güneş, ay bütün gök cisimlerinden herbiri bir
yörüngede yüzüyorlar demek olur. Ve demek ki ne kadar gök cisimleri
varsa o kadar da yörüngeleri vardır. Sözün özü, hangisi olursa olsun
şurası muhakkak ki, burada eski astronomi ilminin kabul ettiği bir
teorinin reddedilmesi vardır. Çünkü onlar güneş ile ayı, yörünge
hareket ettiriyor diyorlardı. Burada ise herbirinin birer yörüngede
kendilerinin yüzdükleri haber veriliyor ki, gök cisimlerinden her
birinin fezada bir mihver (eksen) veya mahrek (yörünge) üzerinde
hareket ettiklerini söyleyen yeni astronomi nazariyesinin esası da
budur. Şüphesiz eskilerin nazarında da fenleri şimdikilerinki gibi ve
belki daha kuvvetli bir kanaatle takip ediliyordu. Demek ki, bugün bu
ve benzeri âyetlerde Kur'ân'ın fenne karşı büyük bir zaferini
okumaktayız. O halde bildiğimiz fen ilimlerine aykırı görünen noktalara
rast gelindiği zaman, Kur'ân fenne uydurulmaya çalışılmamalı, fen,
Kur'ân ile bağdaştırılmaya uğraşılmalıdır.
Şimdi düşünün ki, bir kısmı güneş gibi
ışığın kaynağı,
bir kısmı ay gibi başkası tarafından aydınlatılan (milyarlarca) gök
cisimlerinin herbiri kendine mahsus bir dairede yüzüyor; hiçbiri sakin
değil, hepsi de birer eksen etrafında periyodik hareketler yapmaktadır.
Bir tutarları da yok, hepsi fezânın boşluğunda, bir nizam ve düzen
içerisinde yollarına devam etmekte ve her türlü kusurdan korunmuş
olarak yörüngelerinde yüzmektedirler. Bu ne harika sanat, ne büyük
kudret ve ne büyük âyetlerdir. Bunların hepsinden Allah'ın birliği ve
yüceliği okunur. Fakat kâfirler bunları görseler de şaşkınlıklarından
yüzlerini çevirirler, şuna buna isnad etmeye kalkışırlar. Zerre kadar
insafı olanların itiraf etmesi gerekir ki, işte bu sözü, yüce Allah'ın
birliğinin ve kudretinin delillerini görünen âlemde gösterirken, aynı
zamanda Allah'ı gösteren delillerden birisi de Hz. Muhammed'in nuru
olduğunu göstermek için, Hz. Muhammed'in peygamberliğini anlatacak
hususi bir delil olmak üzere, yerin gökten ayrılmış olması gibi
bilimsel bir gerçeği fizik ve felsefe adamlarına ders verdikten sonra,
Batlamyus astronomisini kökünden yıkan bir vecize ile astronomi
bilginlerine de yeni bir fenn (ilmi buluş)in başlangıcı olacak bilimsel
bir genel kaide veriyor. Gerçi Kopernik, Nevton, Lâplâs gibi bu fen
(Astronomi) ile meşgul olan kimselerin böyle bir Astronomik kanunu
bulmaları aslında çok üstün bilimsel bir başarı ve bir deha olmakla
beraber bir mucize sayılmazsa da, bunu, ümmi (okuma, yazması olmayan)
bir insanın bütün ilim dünyasına karşı meydan okurcasına haber vermiş
olması, onun peygamberliğini ortaya koyan Allah'ın âyetlerinden bir
âyet olduğunda şüpheye yer bırakmaz.
34-
Bir de biz senden önce de hiçbir insanı ölümsüz
kılmadık. Her kim olursa olsun insanoğlundan hiç bir ferde bu dünyada
ebedî kalmayı nasib etmedik. O halde sanki sen ölürsen onlar baki
kalacaklar mı? Senin ölümünü gözeten "Biz onun felaket zamanını
bekliyoruz." (Tûr, 52/30) diyen o kâfirler bâkî mi kalacaklar ki, senin
ölümünü düşünerek teselli bulmak istiyorlar?
35-41-
Her nefis ölümü tadacaktır. O acıyı duyacaktır.
(Al-i İmran, 3/114 . âyetin tefsirine bkz.) Ve biz sizi bir imtihan
olarak kötülük ve iyilikle deneyeceğiz. Bu dünya öyle bir imtihan ve
deneme yeridir ki, her iyiliğin önünde bir şer engeli vardır. Bununla
beraber ölümle her şey bitiverecek değildir. Hepiniz de sonunda bize
döndürüleceksiniz, dağılıp toplanılarak hesap görülecek, imtihanların
iyi veya kötü, mükafat veya cezaları verilecektir. "O inkârcılar seni
gördükleri zaman seni alaya alıyorlar... "
42-47-
"Bir yere gelir, etrafından eksiltiriz." (Râd, 41. âyetinin tefsirine
bkz.)
48-49-
Yani Musa ve Harun'a verilen âyetler ve mucizeler
içinde en mühim ve en faydalı olarak Tevrat verildi ki, hak ile batılı
ayıran hükümleri, aydınlatıcı ve öğüt verici irşad ve vaazları içine
almaktaydı. Bu böyle.
50-
İşte bu da, yani Kur'ân da öyle mübarek bir zikirdir
ki onu biz indirdik. Ey önceki peygamberlere verilen mucizelerin
tıpkısını isteyenler! Şimdi siz bunu mu inkâr ediyorsunuz?
91-
O hanım (Meryem) ki ırzını sağlam korudu da
kendine ruhumuzdan üfledik. Yani "De ki: Ruh benim Rabbimin
emrindendir." (İsrâ, 17/85) âyetinin ifadesinde de olduğu gibi
emrimizden olan ve Âdem'e üflenen ruh cinsinden üfledik, içinde İsa'yı
canlandırdık. Yahut ruhumuzdan demek, ruhumuz tarafından demektir ki
Cibrîl, diğer bir adıyla Ruhu'l-Kudüs vasıtasıyla üfledik demek olur.
Nitekim Meryem Sûresi'nde (19/17) "Ona (Meryem'e) ruhumuzu (Cebrail'i)
gönderdik" âyetinin bu anlamda olduğu rivayet edilmektedir. (Tahrîm,
66/12. âyetin tefsiren bkz.) "Onu ve oğlunu âlemlere bir mucize kıldık"
(Meryem, 19/21. âyetinin tefsirine bkz.)
93-
Halbuki onlar kumandalarını, yani hükümetlerini
aralarında parçaladılar. Milli birliği bozdular. Fakat hepsi bize
dönerler. Yani o çeşitli gruplar, mezhepler, milletlerin taptıkları ve
uydukları türlü ilâhlar, önderler, hepsi de bir hiçtir. Hepsinin en
sonunda dönüp gelecekleri yer biziz.
94-
"Mümin olarak salih amel işleyenlerin emeği inkâr
edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu yazmaktayız."
95-
Yok ettiğimiz bir memleket halkının da bize
dönmemesi gerçekten imkansızdır. Yani sûrenin baş taraflarında geçtiği
üzere, yok olmaya mahkum ettiğimiz bir memleket halkına da "dönün
bakalım" denildiği zaman, inkârlarından dönecekler, dönmemeleri mümkün
değildir. "Eyvah bizler zalim idik!..." diye itiraf ederek feryat ede
ede biçilip söneceklerdir.
96-97-
Nihayet Yecûc ve Mecûc'un seddi açıldığı, Ye'cûc
ve Me'cûc'u tutan ve Allah'ın rahmetinin bir göstergesi olan o pek
sağlam çelik sed, tevhid dininin seddi açılıp, o ne olduğu belirsiz
halk boşandığı (Kehf, 18/93. âyetin tefsirine bkz.) Ve bunlar her
deretepeden akın ederek çıktığı ve gerçek vaad yaklaştığı vakit, yani
kıyamet alâmetleri ortaya çıkıp hesap gününün yaklaştığı vakit artık
öyle dehşet verici bir durum ki o kâfir olanların, bunlara inanmayıp
toplumun birlik ve beraberliğini bozan o nankör kâfirlerin gözleri
fırlamış Vay bizlere! Biz bundan gerçekten gaflet içindeydik. Hayır
bizler zalim idik, diye çırpınacaklar.
98-100-Ey
Allah'a ortak koşanlar! Şüphesiz siz ve
Allah'tan başka taptığınız şeyler cehennem yakıtısınız siz oraya
gireceksiniz. Eğer onlar ilâh olsaydılar oraya girerler miydi? Halbuki
hepsi tapanlar ve tapılanlar orada temelli kalacaklardır. Onların, o
tapanların orada öyle bir ah çekmeleri vardır ki bunlar, tapılanlar
oradadırlar da işitmezler.
101-
Şüphesiz katımızdan kendileri için güzel şeyler
takdir edilmiş olanlar; yani haklarında Allah tarafından "Bilakis onlar
kendilerine ikram edilmiş kullardır. Onlar Allah'tan önce söz
söylemezler ve yalnız O'nun emriyle hareket ederler."
(Enbiya, 17/26-27), "Mümin olarak salih
amel
işleyenlerin emeği inkâr edilmeyecektir. Biz şüphesiz onu yazmaktayız."
(Enbiya, 17/94) gibi en güzel övgü ve müjde dolu sözlerle taltif
edilmiş, mutluluk, kendileri için mukadder olan kullara gelince onlar,
oradan uzak tutulmuşlardır. Dolayısıyla İsa, Uzeyr ve melekler gibi
ikram olunan kullar "Siz ve Allah'tan başka taptıklarınız cehennemin
yakıtısınız" hükmünün dışındadır. Eğer bunlar içinde kâfirlerin iddia
ettikleri gibi ilâhlık dava edenler bulunsaydı, yukarda geçtiği üzere
"Bunlar içinde kim 'Ben, Allah'dan başka bir tanrıyım' derse, işte onu
cehennemle cezalandırırız." (21/29) âyetinin ifadesince bunların da
cezasının cehennem olacağı şüphesizdir. Fakat o ikram olunan kullar, o
kâfirlerin isnad ettikleri şeylerden uzaktırlar. Kendilerinin ilâh
edinilmelerine razı olmak şöyle dursun, yukarıdan beri açıklana geldiği
gibi, bunlar sırf tevhid için gönderilmiş, tevhid için cihad etmişler
ve bu suretle Allah'ın ikramlarına kavuşmuşlardır.
102-
Böyle kendilerine en güzel haslet takdir edilmiş,
övgüye layık kullar, cehennemden öyle uzaktırlar ki uğultusunu bile
duymazlar ve bunlar canlarının istediği şeyler içinde temellidirler.
103-
O en büyük korku bunları üzmez. Onları melekler
şöyle karşılar: Size söz verilen gün işte bugündür, diye müjdelerler.
104-
Göğü, kitab dürer gibi dürdüğümüz zaman yaratmaya
ilk başladığımız gibi onu tekrar var edeceğiz. Katımızdan verilmiş bir
söz olarak bunu muhakkak yapacağız. "evvel-i halk" terkibi, burada
"tekrar yaratma"nın karşıtı olarak kullanıldığına göre, ilk yaratmak
demek olduğu açıktır. Bununla beraber şu hususta düşünülmelidir:
"Allah'ın ilk yarattığı şey benim nurumdur, Allah'ın ilk yarattığı şey
kalemdir, Allah'ın ilk yarattığı şey akıldır" diye üç tane hadis-i
şerif rivayet edildiğine göre; ilk akıl da, ilk kalem de Hz.
Muhammed'in nuru demektir. O halde tekrar diriltme, Hz. Muhammed'in
nuru ile başlayacaktır.
105-
And olsun ki, Tevrat'tan sonra Zebur'da da yazdık,
yahut bu konudaki birtakım hatırlatmalardan sonra Zebur'da yazdık. Ki
yeryüzüne ancak iyi kullarım mirasçı olur. Yeryüzü fitne, fesat
çıkaranlardan alınır, verasete layık, halifeliğe ehil ve salahiyetli
olan Cenab-ı Hakk'a kulluk yapanlara verilir. Yani uzunca yaşama sırrı,
dürüst olma prensibine dayanır; bozuk olanların yaşama hakkı yoktur.
Firavun ve diğer zorbaların boğulma ve yok olmaları, onların güçsüz
gördükleri kulların kutsal yerin (Kudüs'ün) doğu ve batısına mirasçı
kılınmaları, Davud'un Calut'u öldürüp "Ey Davud ! Seni şüphesiz
yeryüzünde halife kıldık, o halde insanlar arasında adaletle hükmet,
heva ve hevese uyma" (Sad, 38/26) emriyle halifelik makamına
getirilmesi gibi hadiselerle bir hatırlatma yapıldıktan sonra, Zebur'da
da bu kanun belirtilmiş ve ahir zamanda Hz. Muhammed'in ümmetinin
mirasçılığına işaret olunmuştur.
Aslah kanunu veya Elyak kanunu denilen bu
kanunun hükmü
iledir ki, önce genel olarak insanlık cemaati içinde, kitap ehli olan
milletlerle diğerleri arasında meydana gelen sürtüşmede sonunda kitap
ehli galip gelmiş; ikinci olarak kitap ehli olanların içinde önce
yahudiler galebe etmiş sonra hıristiyanlar, daha sonra müslümanlar
üstün gelmiş ve liyakatını koruduğu müddetçe yine gelecektir. Zebur'da
belirtildiği gibi burada Kur'ân ile de haber veriliyor ki, Hz.
Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonra yeryüzünün mirası,
tevhid inancıyla mümin ve salih ameller işleyen biricik ümmet olarak
ortaya çıkacak, putçuluk ve ayrılıktan, isyan ve anlaşmazlıktan
korunarak en güzel işleri yapmaya gayret gösterip çalışacak olan
Allah'ın salih kullarına aittir. Ta ki gökler dürülüp yeryüzü
değiştikten sonra, cennet yerinin mirası da bunların olacaktır.
"İnsanlar din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar." (Enbiya,
17/93) âyeti ile işaret edildiği ve sahih hadislerde de bildirildiği
üzere, bu ümmette de ayrılıklar çıkacak; aralarında emir (komuta
zinciri) parçalanarak memleketler elden çıkacak; bununla beraber yine
de Peygamber ve ashabının yolunda giden bir fırka-i nâciye (ehl-i
sünnet ve'l cemaat denilen kurtuluşa eren bir grup), bir iyiler grubu
eksik olmayacak; zamanlar gelecek din garib olacak, iyi insanlar garib
kalacak; sonra yine din, başlangıçta olduğu gibi dönüp yeniden ortaya
çıkacak; peygamberlik iddiasında bulunacak olan otuz kadar Deccal'dan
sonra ilâhlık davasına kalkışacak olan büyük Deccal, İsa Mesih'in
yeryüzüne inmesiyle helak olacak; derken Ye'cûc ve Me'cûc çıkacak,
yeryüzünde görülmedik fesatlar, tasvire sığmaz savaşlar yaptıktan sonra
Allah'ın emriyle yok olacaklar. Artık salib (haç) kırılacak, domuz
öldürülecek, iyi insanlar hakim olacak, Hz. Muhammed'in getirdiği
şeriatın her tarafa yerleşmesiyle insanlık bir mutluluk dönemine
girecektir. Nihayet küçük ve orta nice kıyametlerden sonrada
Dâbbetü'l-arz'ın (yerden çıkacak bir hayvanın) çıkması, güneşin batıdan
doğması ve Sûr'un üflenmesiyle büyük kıyamet kopacak ve ikinci defa
Sûr'a üflenmekle yaratıklar ilk yaratıldıkları gibi tekrar
diriltilecek, haşir ve neşir olup, kıyamet günü mutlak surette gelecek,
nihayet cennet salih kimselerin olacaktır.
106-
Şüphesiz bunda, bu Kur'ân'da ve özellikle bu
sûrenin içeriğinde kulluk eden kimseler için kâfi bir öğüt vardır. Yani
himmetlerini gerçekten ibadete yönelten fertler ve cemaatler için
yeteri kadar bir nasihat, maksada ulaştırmaya yeter bir tebliğ vardır.
Hatta bu son hitap, belki yalnız bu son kanun başlı başına bir
bildiridir ki, ibadetin hakikatini, mabudu, peygamberliği, asıl gayeyi
tebliğ eder.
107-
Ve biz seni ancak âlemlere rahmet olarak gönderdik.
Yani, ey Muhammed! başka bir sebep için değil, ancak bütün âlemlere ve
özellikle akıl sahibi varlıklara olan merhametimizden dolayı veya başka
bir durumda değil, ancak âlemlere bir rahmet olarak seni peygamber
gönderdik: Senin Peygamberliğin bütün varlıklara Allah'ın bir
rahmetidir.
Veya sen öyle kapsamlı bir rahmetsin ki,
bütün akıl
sahibi varlıklara o iyilik ve kurtuluş yolunu göstereceksin. Her iki
dünyada mutluluk getiren dini sen öğreteceksin ve bütün âlem bundan
istifade edecektir. Buna rağmen şu rahmetten kaçan ve şu nura karşı
gözlerini kapatan bedbahtlara yazıklar olsun ey âlemlere rahmet olarak
gönderilen Peygamber:
108-109-
De ki, her işin esası ve her güzelliğin başı
olan mabud konusunda bana ancak şöyle vahy olunuyor: Hepinizin ilâhı
ancak bir ilâhtır ki, Allah'dır. Yukarıda ispat edildiği gibi, O'ndan
başkası batıldır. Şimdi siz artık müslüman oluyor musunuz? Bu vahye
teslim olup bütün samimiyetinizle hepiniz bir ilâha boyun eğmeyi kabul
ediyor musunuz? Kısaca böyle anlat onlara Kabul etmedikleri takdirde de
şöyle de: Size düpedüz ilân ettim, emri bildirdim, tehlikeyi açıkladım.
(Âyette geçen) "İzan" kelimesi savaş ilan etmek anlamına da geldiğine
göre bu âyetin inmesiyle Allah'ın elçisi, Mekke müşriklerine içinde
bulundukları durumun savaş hali olduğunu ilan etmiş sayılır. Buna göre
ileride meydana gelecek Bedir Savaşının ilanı da bu andan itibaren
yapılmış demektir. Tehdit olunduğunuz şeyin yakın mı, uzak mı olduğunu
bilmem. Yani hak dinin ortaya çıkması, müslümanların hakim duruma
geçmesi veyahut kıyametin kopmasının kesin olduğunda şüphe yoksa da
yakın mı, uzak mı bilmem. Şu halde sûrenin başında "İnsanların hesap
görme zamanı yaklaştı". (17/1) buyurulması "her gelecek yakın" olması
itibariyledir.
110-
Şüphesiz O Allah açığa vurulan sözü de bilir,
gizlediklerinizi de bilir. O halde cezanızın vaktini de bilir.
111-
Ve bilmem belki o, o ikinci şık, yani tehdit
olunduğunuz şeyin gecikmesi, cezanızın tehir edilmesi sizin için bir
imtihandır. Ceza ve işkencenizi büyütmek için bir istidrac (birden
cezalandırmayıp mühlet vermek) ve bir süreye kadar bir geçindirmedir,
bir çeşit yararlandırma ile oyalamaktır.
Bu emri tebliğ ve bu bildiri işini yerine
getirdikten
sonra Allah'ın elçisinin ne yaptığına gelince,
Şöyle dua etti:
112-
Dedi: Rabbim! Gerçekle hükmünü ver; adaletin daha
fazla gecikmesin. Ve Rabbimiz o Rahmân'dır ki isnad ettiğiniz
vasıflarınıza karşı yardımına sığınılacak olan ancak O'dur. Ey
zalimler! Sihirdir, karışık rüyalardır, iftiradır, şiirdir gibi
isnadlarınıza, İslâm dini ve müslümanların aleyhinde yaptığınız
propaganda ve inkârlarınıza karşı yardımına sığınılacak olan ancak
O'dur.
|
|