|
Elmalı
Tefsiri
1. Biz
bir tek kişiye de nefer deriz. Arapça'da ise bu kelimenin şöhret bulan
kullanılışı, üçten ona kadar kişiyi ifade etmek içindir. Alûsî'nin
açıklamasına göre fasih Arapça'da ondan yukarısı için kullanılır.
Erkeklere hatta insanlara da mahsus değildir. Çünkü burada cinler için
de kullanılmıştır. "Mücmel"de şöyle yazılıdır: (Reht) ve "nefer"
kelimeleri kırka kadar kullanılır. Aralarındaki fark; reht, bir ataya
ait olur, neferde ise öyle değil, nefer, kavim mânâsına da kullanılır
ki, "Nüfusça da daha kuvvetli." (Kehf, 18/34) âyetinde de bu mânâdadır.
İmam Kirmanî de, "nefer'in lugat örfünde diğer bir mânâsı vardır, o da
'erkek'tir" demiş ve bir sahih hadisin bu mânâ ile tefsir olunduğunu
söylemiştir. Demek ki bizim dilimizdeki nefer bu mânâdan gelmiştir.
"Gerçekten
dinledi" Bu bütün kırâetlerde ittifakla üstün okunur. Çünkü cümle
mechul (edilgen) fiilinin nâib-i faili yerindedir. Buna bağlananlar da
böyle üstün okunmak gerekir. Terkibindeki zamir herhangi bir ismin
yerini tutmamaktadır. Böyle zamirlere "şân" zamiri denir.
"Dediler
ki: Biz" Bu ile başlayan cümle, "dediler" fiiliyle nakledilmek istenen
sözün ne olduğunu gösterir. Onun için bu tür cümlelerdeki bütün
kırâetlerde esre okunur. Buna bağlanan diğer cümlelerde de hemzenin
esre okunması gerekir.
2.
"Hidayete" Hak ve doğruya. Bu sûrede bu ve bundan sonra gelenlerin
birbirlerine bağlanması önemli meseledir. Kırâetlerin bazısında üstün,
bazısında esre okunmuştur. Bazılarında esre bazılarında üstün okuyanlar
da vardır. Esre okunan kırâetlerde "Biz işittik" cümlesi üzerine
bağlandığı açıktır. Yani, "biz işittik dediler", "beyinsizimiz Allah
hakkında saçma sözler söylüyordu, dediler", şöyle söylediler, şöyle
söylediler demektir. Üstün ile okunmasında ki, bizim Hafs kırâetinde ve
mushaflarımızda böyledir, bunda incelikler vardır. Bazıları bunun, yani
nun, "ona inandık" cümlesindeki 'nin mahalline veya yine bunun şeklinde
takdir edilerek zamiri üzerine bağlanmış olup, "dinledik de ona ve şu,
şu hakikatlere iman ettik" demek olur. Bu şekilde bunlar da cinlerin
sözleri cümlesine dahil olur. Arada ve sonunda bunlardan bazıları da
'deki üzerine bağlanır ki, onlar cinlerin sözlerinden hikâye olmayıp
doğrudan doğruya Allah tarafından vahyolunan kelâmlar olarak
düşünülmelidir. Nitekim, "Onlar dosdoğru gitselerdi" ve "Mescitler
Allah'ındır" âyetleri böyle doğrudan doğruya vahy oldukları için
kırâetlerin hepsinde üstün okunmuştur. Bunlar cinlerin sözleri olarak
hikâye edilmemiştir. Arada "Onlar zannettiler", "Biz zannettik", sonra
"O kalkınca" âyetlerinde iki türlü okunma ihtimali vardır. Biz bunları
meâlde, "doğrusu", "hakikat" ve "gerçekte" gibi tabirlerle göstermeye
çalıştık.
3.
Bütün bunlarda rüşd'ün akla uygun ve doğru olan yolun bir izahı vardır.
"Rabbımızın şanı çok yücedir".
CEDD,
Kâmus yazarının "Besâir"de açıklamasına göre bu maddenin aslı, düz
araziyi baştan başa geçmek mânâsınadır. Çalışma ve gayret, elbiseyi
kesip biçmenin neticesi olan yenilik, gece gündüz mesafe alma zımmında
yardımcı olan ilâhî feyz, baht, zenginlik, nasip, şan ve ululuk
mânâlarında kullanılır. Bu münasebetle "büyük baba" (dede) mânâsında
kullanılması da bundan kaynaklanır.
Bu
açıklamaya göre cedd; iyi baht, kıymet ve onur, nasip ve kısmet
mânâlarına geldiğinden böyle bahtiyar ve mutlu kimseler
"ashabu'l-cedd", "zevu'l-cedd" veya "mecdud" denildiği gibi ululuk ve
yücelik mânâsıyla da, "Herkesin gözünde büyüdükçe büyüdü." denilir.
Cimin ötresiyle ulu demek olur. "Baba olmadı, oğul da olmadı."(İhlas,
112/3) diye nitelenen yüce Allah'a nisbet edilince cedd, yüce Allah'ın
bütün varlıkları kapsamış olan başlangıcı olmayan şanı ve ululuğu,
kendine özgü zenginliği, bir de genel olarak bütün varlıklara özel
olarak dilediklerine olan yüksek feyiz ve yardımı mânâlarıyla açıklanır
ki, burada birincisinin kastedildiği açıktır.
4.
"Bizim beyinsizimiz" İblis, veya cin mânâsıyle cinlerin azgınları diye
mânâ verilmiştir. ŞETAT, sınırı aşmış, haktan ve doğruluktan uzak,
saçma, ki o, beyinsiz kişinin Allah'ın eşi ve oğlu olduğunu
söylemesidir.
5.
"Biz zannettik ki" diye başlayan bu kısım, o beyinsizlerinin
saçmalıklarına bu vakte kadar ne sebeple aldanmış olduklarını
açıklamaktadır. Bunun, üzerine bağlanması düşünülebilr.
6.
Burada cinlerin öyle yalan ve saçmalıklara cesaret edebilmelerinin
nedeni ve insanlar üzerinde otorite kurabilmelerinin sebebi anlatılmış
oluyor ki şudur: İnsanlardan bazı kişiler cinlerden bazı kişilere
sığınıyorlardı. Böyle sığınma dualarına tılsım ve efsûn adı verilir.
Bazıları
şöyle der: "Bir adam ıssız bir vadide yatmak veya konup geçmek istediği
ve başına bir tehlike gelmesinden korktuğu zaman yüksek sesle, "Ey bu
vadinin azizi! Ben senin itaatinde bulunan beyinsizlerden sana
sığınıyorum." der ve böylece o vadideki cinninin kendisini koruyacağına
inanırdı. Kuşkusuz bu inançtaki kişiler başı sıkıldıkça veya herhangi
bir amaca ermek istedikçe, işi, önce cinne sığınmak olur. Ebu Hayyan'ın
zikrettiği gibi Mukatil şöyle demiştir: Araplar'da cinne sığınmak
Yemen'de bir kavimden başladı, sonra Beni Hanife'ye geçti, sonra
Araplar'da yaygın hale geldi.
Burada
cin hakkında "ricâl" yani erkekler, adamlar kelimesinin kullanılması
çok dikkat çekicidir. Bazıları şöyle der: Cinler için erkekler, adamlar
deyimi kullanılmaz. Bu âyette geçen "ricâl" kelimelerinin ikisinden de
maksat, insanlardan olan erkeklerdir ki, buna göre mânânın şöyle olması
gerekir: İnsanlardan bir takım kişiler, cinlerin şerrinden, yine bazı
insanlara sığınıyorlardı. Mesela, "bu vadinin cinninden Huzeyfe'ye
sığınıyorum." diyorlardı. Buna göre, "cinlerden" sözü, "insanlardan"
sözündeki gibi açıklayıcı mahiyette "adamlar"ın sıfatı değil, bir
başlangıç olarak "sığınıyorlar" fiiline bağlı bir mef'ul (dolaylı
tümleç)dür. Bu sığınış ise, ölmüş veya diri bir adamın ismine ve
ruhaniyetine veya kahinlere başvurmak gibi, fiilen o adamın kendisine
başvurmak suretiyle de olabilir. Bu mânâ da güzel bir mânâdır. Bu
yorumda, cinlerin erkekliğini ve dişiliğini gösteren bir yön yoktur.
Fakat âlimlerin çoğunluğu, bu lerin ikisinin de "erkekler"i açıklayıcı
mahiyette onun sıfatı olmasını daha açık görerek, "bu âyetin zahiri,
cinlerin erkekleri ve dişileri bulunduğunu ve onların erkeklerine de
"ricâl" denildiğini gösterir" demişlerdir. Şu halde, hiçbir hayvanın
erkeğine "racül" denilmediği düşünülürse, burada insan karşılığı
zikredilen cinlerin başka bir hayvan olmayıp insanların içinde gizli
yaratıklar olmaları gerekeceğini düşünmek lazım gelir. Onun için biz,
cinler hakkında kullanılan "ricâl" tabirini, hakikatleri itibarıyla
değil, görünüşleri itibariyle olmasına yorumlamak istiyoruz. Özetle,
insanlardan bir takım erkekler, cinlerden bir takım erkeklere her ne
şekilde olursa olsun sığınıyorlardı, da o sığınan insanlar cinlerin
kibir ve taşkınlıklarını artırıyorlardı.
REHAK,
asıl mânâsında örtmek, sarıp bürümek demek olduğu gibi, bir adamın
arkasından yaklaşıp çakmak mânâsına ve sefâhet yani, hafiflik ve
ahmaklık mânâsına, kötülük ve kargaşa, zulüm ve haksızlık yapmak, haram
ve yasak işleri yapmaya koyulup onlarla uğraşmak mânâlarına geldiğinden
tefsirciler; günah, cüret ve taşkınlık, hafiflik, geçimsizlik, kibir ve
büyüklenme mânâlarına yorumlamışlardır. Yani o adamlar cinlere
sığınmakla cinleri şımartıyor, onların hafiflik ve taşkınlığa
cesaretlerini artırıyor; bu şekilde azgın cinler de Allah hakkında bile
yalanlar uydurarak cinlere ve insanlara zulüm ve sataşmalarını
artırıyorlardı. İnsanlar onlara sığınarak kurtulmak isterlerken, böyle
yapmakla onlara yüz verip daha çok tuzaklarına düşüyorlardı. Demek ki
insanlara fenalığı cinlerden çok asıl kendileri yapmış oluyor. Cinler
insanlara yine insanlar vasıtasıyla zarar veriyorlar. Onları alet
ediniyorlar, onların sığınmasından kuvvet alarak sataşma ve
otoritelerini artırıyorlar. Şu halde insanlar yalnız Allah'a sığınsalar
da cinlere hiç önem vermeselerdi cinler onları saramazlardı.
7.
Cinlerin ve insanların Allah'a karşı böyle yalan ve taşkınlıklarına
sebep olan beyinsizliklerinden birisi de, "Onların zannetmeleridir." Bu
cümlenin, başında bulunan "ve" (atıf) bağlacı ile iki ayrı yere
bağlanma ihtimali söz konusudur. Cinlerin birbirlerine sözlerini
anlatmaları durumuna göre "Onlar" zamiri, insanlara; "zannettiğiniz
gibi," hitabı da cinleredir. Yani cinler birbirlerine, "İnsanlar sizin
zannettiğiniz gibi zannettiler" derler. âyetine bağlanarak doğrudan
doğruya vahy edilen Allah kelâmı olduğuna göre zamiri cinlere hitabı
insanlaradır. Burada âyetlerin, böyle bir aşağı, bir yukarı
bağlanmasında iki tarafa çakan şimşek gibi bir parıldayış ve bu şekilde
bir taraftan anlatılan zan kavramındaki çalkanışa, bir taraftan da
onların üzerine saldırılan alevlerin parıldayışına tam bir uygunluk
eşsizliği vardır. Yani, "Ey o cinlere sığınan insanlar! O cinler de
sizin gibi zannetmişlerdi ki...", yahut, "Ey o Kur'ân'ı dinlemiş olan
cinler! O size aldanan insanlar da sizin gibi zannetmişlerdi ki Allah
ebediyen hiç kimseyi göndermiyecek, yani insanlara hakkı ve doğruyu
anlatır, sizlere haddinizi bildirir, yalanlarınıza, taşkınlıklarınıza
karşı başlarınıza ateşler yağdırır bir Peygamber, bir Resul
göndermeyecek zannetmişlerdi. Burada ba'sin, ahirette ölüleri diriltip
herkesin cezasını vermek mânâsı da akla gelirse de maksadın, dünyada
vaki olan Peygamber (s.a.v)'in gönderilişi olduğunu gelen âyetler
anlatmaktadır. Zira cinler o zamanların batıl olduğunu ve Peygamberin
gönderilişine inanmanın sebep ve delilini şu tecrübeleriyle
anlatıyorlar.
8.
"Doğrusu biz göğü yokladık da onu şiddetli
muhafızlar ve alevlerle dolu
bulduk". Esasen lems; dokunmak, elle yoklamaktır. Göğü yoklamak, ne var
ne yok diye araştırmak istemek, sınamak anlamlarında mecaz olduğu
açıklanıyor.
HARES,
bekçi ve muhafız demek olan "hâris" kelimesinin çoğuludur. "Hadem"
kelimesinin, hizmetçi mânâsına gelen "hâdim" kelimesinin çoğulu olduğu
gibi.
ŞÜHÜB
de "şihâb ın çoğuludur. Şihâb, esasen ateş alevidir. Nitekim, "Parlak
bir ateş koru." (Neml, 27/7) âyetinde de bu mânâda kullanılmıştır.
Bundan, gökte yıldız kayar gibi kayan parıltılara da isim olmuştur.
Mânânın özeti şu oluyor: Biz iman ettik ki, "Allah kimseyi peygamber
göndermiyecek, göndermez." zannı yanlış imiş, biz yüce bir şahsın
peygamber gönderildiğini anladık. Çünkü biz göğü, o yüksek âlemi
yokladık da onu şiddetli bekçiler, kuvvetli muhafız melekler ve
atılmaya hazırlanmış ateş gibi alevler, korlarla doldurulmuş bulduk.
9.
Bilindiği gibi biz, o gökleri dinlemek, haber almak için bazı
mevkilerde otururduk. Yani bazı yerlerde durup etrafı gözetler, gizli
gök haberleri alır, onlarla halkı şaşırtırdık. Fakat şimdi "her kim
dinlemek isterse onu göz altında bulundurup gözleyen, yakmaya hazır
bulunan bir ateş parçası, parlak bir alev bulunuyor. O Kur'ân'ın ve onu
okuyan zatın karşısında cin ve şeytan böyle eriyecek bir durumda
kalıyor. İşte yüce Allah böyle birisini göndermiş ve âlemi böyle
değiştirmiştir. Burada çoğunlukla "şihâb"ın zahiri mânâsında ısrar
ediliyorsa da biz bu ısrarda mânâyı maddeleştirmekten başka bir yarar
görmüyoruz. Asıl maksat, peygamberlik nuru ve Kur'ân âyetleri ile
hakikat âleminde parlatılan ve batıl fikirlere karşı fırlatılan ateşi
andırır uyarıları anlatmak olması daha yüksek bir mânâ olduğu
kanaatındayız. Zira hava olaylarından olan o ateşlerin Peygamberimizin
gönderilmesinden önce de olageldiği rivayetlerde de inkâr olunmuyor.
Peygamberimizin gönderildiği sıralarda denildiği gibi fazla birçok ateş
yağmurları olmuş ve bunlardan yıldız falcıları, kahinler, şeytanlar
korkup türlü mânâlar çıkarmaya çalışmış olsunlar. Fakat bu şekilde
onlardan gök haberleri kesilmiş değil, aksine çoğaltılmış ve kulak
hırsızlığına daha fazla meydan verilmiş demek olmaz mı? Oysa İbnü Abbas
Hazretlerinin söylediği ve bu âyetinde anlattığı mânâ, bu alevlerin,
onlardan gök haberlerini kesmiş ve göğün kapılarını birer zabıta memuru
olarak tutmuş doldurmuş olmalarıdır. Bu ise onların morallerini yıkıp
yalanlarını, hafifliklerini ve taşkınlıklarını yakan hakikat alevlerini
anlatıyor ki, onlar Muhammed (s.a.v)'in göğünden parıldayan ateşi
andırır âyetler ve mucizelerdir ki, bunun karşısında insan ve cin
şeytanlarının ödleri kopmuş, dilleri tutulmuştur.
10.
Bu tecrübeleri yapmış olan cinler artık eskisi gibi gayptan dem
vurmaya, gelecekten haber vermeye kalkışmayıp yalan söylemiş olmaktan
sakınarak ilerisi hakkında imanlarını şöyle anlatıyorlar: Ve inandık
ki, doğrusu biz bilmeyiz, bizim aklımız yetmez, yeryüzündekilere bir
kötülük mü murat edilmiş; yoksa Rableri onlara bir hayır, bir başarı mı
murat etmiştir. Yani daha önce yaptığımız gibi gayptan dem vurmaya
kalkışmayalım, biz gaybı, Allah'ın ne takdir ettiğini bilmeyiz. O,
Allah'a aittir. Dolayısıyle bu defa da o göğün korunmuş olmasından, o
alevlerin parlayışından yerdeki kimseler, insanlar ve cinler korunup da
hayır mı görecekler, yoksa korunmayıp da ateşlere yanarak zarar mı
görecekler, orasını Allah bilir. Bu konuda bize düşen kendimizi
düşünmektir.
11.
Bizim bildiğimiz ve anladığımız şudur ki, doğrusu bizler, biz cinler
içinde iyiler de vardır. Onlar, iman edip hayra ermeye uygun ve
elverişlidirler. Yine içimizden öyle olmayan aşağılıklar da vardır.
Onların hayra ermesi pek düşünülmez. Biz bölük bölük, yol yol klik
klik, sırımlar gibi dilim dilim, parti parti olmuşuz yani hepimiz bir
yolda birleşmiş değiliz ki, hakkımızda mutlak olarak hayır veya şer
diye bir hüküm verilebilsin.
12.
Biz zannettik burada zan, nefsin kesin kararı ile ilim mânâsınadır.
Yani o Kur'ân'ı dinleyen ve o tecrübeleri görüp bunları söyleyen biz
cinler şunu anladık. Ki yüce Allah'ı yeryüzünde asla aciz bırakamayız.
Yeryüzünün neresinde olursak olalım, ne kadar gizlenirsek gizlenelim,
gerek böyle ihtilaf içinde kalalım, gerekse birleşelim, her ne yapsak
Allah'a karşı koyup da ondan kurtulmamıza imkan ve ihtimal yok. Ve
ondan kaçmakla da kurtulamayacağız. Yeryüzünde kalmayıp da göğe kaçacak
olsak yine onu aciz bırakamıyacağız, kendimizi ondan kurtaramıyacağız.
Ona iman ve itaat etmedikçe, nerede bulunsak bizi yakacak. Biz bunu
tecrübeyle anladık
13.
ve bize bunu anlatan o yol göstericiyi, o doğruya erdiren hidayet
rehberi Kur'ân'ı veya Peygamberi dinlediğimiz vakit de ona iman ettik.
İman etmekte hiç tereddüt etmedik bundan böyle her kim Rabbine iman
ederse, yani onun birliğini ve büyüklüğünü tanır, indirdiklerini
doğrular, azabından korunur, ona sığınırsa, artık o, ne hakkının
yenilmesinden korkar ne de zillete düşmekten. Yani hakkı yenilmek,
mükâfatından bir şey eksiltilmek suretiyle zulme de uğramaz; gerek
insan gerek cin başka birisi tarafından hüküm altına alınıp zillete de
düşmez. Bu korkuların hiçbiri kalmaz. Zira Allah'ın ortağı yoktur. Onun
güç ve kuvvetine karşı gelecek kimse bulunamaz. Kısacası, insan ve
cinne sığınanlar kendilerini kurtaramaz. Ancak Allah'a iman edip de ona
sığınanlar esenliğe erer. Onun için insanlar cinne sığınmamalı, cinler
de kendi beyinsizleri ve alçakları olan şeytanlara uyup da insanları
aldatmaya çalışmamalıdır.
14.
Bununla beraber biz cinlerin içinde müslüman olanlar, açıklandığı üzere
Allah'ın birliğine iman ve itaatle esenlik yolunu tutanlar da var.
Kasıtlar, yani iman ve İslâm yolundan sapıp da zulme gidenler de var.
Fakat müslüman olanlar, işte onlar, hayrı ve doğruyu arayan ve ona
layık olanlardır. O halde o göğün korunmasıyla, o peygamber göndermeyle
onlar hakkında hayır murat edilmiş demektir.
15.
Amma İslâm yolundan sapanlar: Kâfirler, zalimler cehenneme odun
olmuşlardır. Yanacaklardır, onlar hakkında da şer murat edilmiş
demektir.
16.
"Eğer yolda doğru gitselerdi." Bu âyetin başındaki 'in aslı, olup
şeddesi kaldırılmıştır. Sonunda aslında olup zikredilmeyen, hiçbir
ismin yerini tutmayan ve zamir-i şan denilen bir zamir vardır, demektir
ve bu cinlerin sözlerinden değil, sözüne bağlı olarak doğrudan doğruya
vahyedilen Allah kelâmındandır. Yani o insanlar ve cinler, anlatıldığı
üzere hep o iman ve İslâm yolunda bir yön üzere dosdoğru gitselerdi,
elbette biz onların hepsine bol su sunardık, yani bol rızıklar içinde
yaşatırdık
17.
ki onları onun içinde imtihan edelim. Yani öyle hepsi doğru yolu
tuttukları halde de onları başıboş bırakıverecek değildik. Bu dünya
imtihan dünyası olduğu için bunun darlığı da genişliği de bir
imtihandır. Sıkıntı içinde bir gayeye yürüyüştür. Fakat hep rızık
darlığı içinde imtihan vermekle, bolluk içinde imtihan vermek arasında
fark vardır. Onun için onlar o istikametle gitselerdi onları darlıklar
içinde değil, bol bol rızıklar içinde imtihan eder, o yüzden
yükseltirdik. Fakat onlar, o insan ve cinler öyle yapmadılar, çokları o
öğüdü dinlemediler, yüz çevirdiler her kim de Rabbinin zikrinden, vahiy
ve öğüdünden, ibadetinden yüz çevirirse, Rabbi onu gittikçe yükselen
bir azaba sokar.
18.
"Muhakkak mescidler Allah'a aittir." Bu âyetin başındaki de kırâetlerin
hepsinde üstünlüdür. Diye başlıyan âyet gibi yukarıya bağlıdır. "De ki,
bana mescitlerin Allah'a ait olduğu vahyedildi." demektir. Yani
mescitler hep Allah'ındır. Onun için Allah'ın yanında başka birine dua
ve ibadet etmeyin, ancak Allah'a ibadet edin.
MESÂCİD,
bilindiği üzere "mescid"in çoğuludur. "Mesced"in çoğulu da olur.
Mescid, secde ile namaz ve ibadet için özel olarak ayrılmış olan
yerlerdir. Ki lugatta, müslüman olsun veya olmasın her milletin ibadet
yerini kapsar. Örfte ise, sadece müslümanların ibadet yeri için
kullanılan bir kelimedir. Ayrıcalığına dikkat çekmek için mekan
bildiren isimlerin kural dışı kalıplarından olmak üzere esre okunarak
kıyastan ayırt edilmiştir. "Mesced" ise secde mânâsına "mimli mastar"
veya "secde etme yeri," "secde uzvu" mânâsına kurala uygun mekan
bildiren bir isim olur. "Yedi uzuv üzerine secde ile emrolundum."
hadisinde açıklandığı üzere bu yedi uzuv, alınla burun, iki el, iki
diz, iki ayaktır. Alın ile burun bir sayılmıştır. "Allah'ın mescitleri
içinde Allah'ın isminin anılmasını menedenden daha zalim kim
olabilir.." (Bakara, 2/114) gibi yukarılarda geçen bütün âyetlerde
olduğu üzere burada da açık olan, ilk mânâ ile tapınaklardır.
Çoğunluğun görüşü de budur. Yahudi ve hıristiyanlar havra ve
kiliselerinde Allah'tan başkasına da dua ettiklerinden dolayı
müslümanlara ihlaslı olmaları emredilmiştir. Ancak bu sûre indiği
zaman, müslümanlara ait mescidler yapılmış olmadığı için bu âyette
geçen "mesacid" kelimesini daha genel anlamıyla yorumlamak üzere bir
kaç izah şekli daha zikredilmiştir ki, bunlar şunlardır: "Arz bana
mescid ve temizleyici (veya temiz) kılındı." hadis-i şerifini göz
önünde bulundurarak bu âyetin tefsirinde Hasan Basri şöyle demiştir:
Burada mesacid, arzın bütün parçalarına işarettir. Arzın hepsi Allah
tarafından yaratıldığı için, onların üzerinde, yaratıcısından başkasına
secde etmeyin demektir. Yahut "mesced"in çoğulu olarak mimli mastar
olmak üzere, secdeler yani namazlar Allah'a mahsustur. Başkasına secde
etmeyin demektir. Said b. Cübeyr de şöyle der: Secde azaları olan
mescedler Allah'ındır, yani Allah'ın yaratmasıdır. Dolayısıyla onlarla
Allah'tan başkasına secde etmeyin. Akıllı olan Allah'tan başkasına
secde etmez demektir. Atâ, İbnü Abbas'tan, "burada mesacidden maksat,
Mescid-i Haram'dır" diye de bir rivayet nakletmiştir. Bunun sebebi,
Mescid-i Haram'ın birçok mescidi kapsamış olmasıdır. Bu surette diğer
mescitlerin hükmü bu âyetin metninden değil, gösterdiği mânâdan
anlaşılmış olur. Bunların her birinin bir dayanağı ve yorumu bulunmakla
beraber, en açık olan, âlimlerin çoğunluğunun dediği gibi, genel olarak
bütün tapınaklar demek olmasıdır.
19.
"Allah'ın kulu kalkıp ona yalvarınca" Burada lâfzı, Nâfi ve Asım'dan
Ebubekir kırâetlerinde şeklinde; Hafs'ta ve diğer kırâetlerin hepsinde
şeklinde okunur. şeklinde okunması, başındaki vav ile cinnin sözlerine
bağlanmasından deniliyor. Bu surette fiilindeki "onlar" mânâsına gelen
zamir cinlerin yerini tutmaz. Lakin buradan bir tek âyet arada cinlerin
sözlerine bağlanınca yukarıki hoşluk ve incelik görünmez. Onun için
şeklinde okuyuşta baştaki vav atıf (bağlaç) olmayıp Allah tarafından
yeni bir cümle başlangıcı olması daha uygundur, şeklinde okunması ise,
"bana vahyedildi" diye başlıyan cümlelere bağlanmasındandır. Bu
şekillerde fiilindeki "onlar" mânâsına gelen zamir "cinlerin" veya
"cinlerin ve insanların" yerini tutar.
"Abdullah,"
Allah'ın kulu. Bu, vahiy kendisine indirilmiş olan Hz. Peygamberin
kendisidir. Allah'a kulluğunu yerine getirmede kendine özgü niteliği
ile beraber alçak gönüllülüğünü de göstermek için bu ünvan ile
nitelenmiştir. Yani, bana şu da vahyedildi ki: "O Allah'ın kulu,
Muhammed, kalkmış ona dua ederken" ibadet ederken o kulun üzerine
keçeleneceklerdi, yani o dinleyen cinler aceleciliklerinden çoğalıp
kalabalıklaşarak etrafına öyle toplandılar ki, az daha keçe gibi
birbirlerine geçeceklerdi. Zira hiç görmedikleri bir ibadet görüyor ve
işitmedikleri bir dua dinliyorlardı. Cinlerin sözlerinden olmasına göre
ise mânâ şu olur: "Cinler kavimlerine şunu da söylediler: O Allah'ın
kulu kalkmış Allah'a dua ederken müşrik insanlar ona düşmanlıkla
aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine geçip
keçeleneceklerdi."
Katâde'den
rivayet edilen üçüncü bir mânâ daha vardır. Şöyle ki: İnsanların ve
cinlerin kâfirleri onun işini, üstlendiği görev ve daveti boşa çıkarmak
için aleyhine öyle toplanmışlardı ki, az daha birbirlerine
keçeleneceklerdi. Fakat Allah onu her halde korur, düşmanlarına karşı
ona zafer nasip eder. Bu mânâ, iki kırâete göre de uygun ve "Her kim
Rabbine iman ederse, artık ne hakkı yenmek, ne de zillete düşmek
korkusu kalır."(Cinn, 72/13) âyetinin mânâsına da uygundur. Her iki
takdirde de, Peygamber (s.a.v)'e gıyabında meydana gelen maddî ve
manevî durumları ve hisleri haber vermek mânâsını taşır.
Bundan
sonraki emirler, âyetlerin akışıyla da gayet uygun düşer. Zira
buyruluyor ki:
20.
De ki, ben ancak Rabbime dua ediyorum ve ederim. Yani, niçin öyle
üzerime veya aleyhime keçeleniyorsunuz? Sizin bana şaşmanıza veya
düşmanlık etmenize sebep yok. Çünkü ben, yaratan Rabbime ibadetten
başka bir şey yapmıyorum ve siz her ne yapsanız ben ancak ona dua
ederim ve Rabbime hiç kimseyi ortak koşmam, başkasından ne bir şey
beklerim, ne de korkarım.
21.
De ki, ben size kendiliğimden ne bir zarar
verebilirim, ne de yol
gösterebilirim. Burada "zarar" karşılığında "fayda" nın zikredilmesi
gerekirken, "sapıklık" karşılığı olan "rüşd" ün zikredilmesinde bir tür
"ihtibak sanatı" vardır. Yani "ne bir zarar verebilirim ne de bir
yarar. Sapıklığa düşürmem söz konusu olmaz ya olsa olsa yol göstermem
söz konusu olur. Fakat ben kendiliğimden onu da yapamam. Eğer siz benim
bir zarar vermemden korkarak veya bir fayda ve yol göstericilik
bekleyerek üzerime toplanıyorsanız, haberiniz olsun ki ben size
kendiliğimden bunların hiçbirini yapamam, onu Rabbim yapar. Ben ancak
ona dua ederim. Onun için ondan korkun ve ne umacaksanız ondan umun, ey
insanlar ve cinler!" de. Bu emir, başkalarının durumu hakkında; şu emir
de kendi durumu hakkındadır:
22.
De ki, beni Allah'tan kimse kurtaramaz, yani Allah
"Allah'tan başka hiç
kimseye dua etme!" buyururken, ondan başkasına dua ve ibadet edecek,
emrine uymayacak olursam Allah azap eder ve Allah'tan beni ne insan ne
cin ne melek ne başka birisi, hiç kimse kurtaramaz. Bu nedenle
başkasına dua ve ibadet etmekte hiçbir fayda yok, büyük zarar vardır.
Fakat Allah isterse hiç birine zarar verdirtmez, hepsinin
düşmanlığından korur. Onun için sadece ona dua ederim. Ve ondan başka
bir sığınacak bulamam, gerek kendi azametinden ve gerek başkalarının
düşmanlık ve zararından sığınacak yer ve sığınılacak ancak O'dur. Her
şey onun istediğini yapmak zorundadır. Dua ve ibadet ancak ona olur. O
halde ben böyle olduğum gibi, siz de öylesiniz. Sizler de ne benden, ne
başkasından korkmayın ve bir fayda ve yol bulma ümidiyle bana
sığınmayın, ancak Rabbimdan korkun ve ona sığının.
Burada,
biraz sonra gelecek olan istisna hesaba katılmadan hüküm verilecek
olursa, bu emirlerin dış görünüşü Peygamber'den hiçbir ümit ve istekte
bulunmanın caiz olmayacağını zannettirir. Nitekim Vehhâbiler duada
peygamberi vesile ve vasıta yapmayı, "şefâat ya Resulallah!" demeyi
Allah'a ortak koşma saymaya kadar gitmişlerdi. Oysa istisna yapılıp
cümle tamamlanmadan hüküm vermek doğru olmaz. Buna karşı önce insan ve
cinden şöyle bir sual gelir: "Pekiyi, senden bir zarar gelmesin, fakat
senden bir fayda ve yol bulma da ümit edilmeyecek ise, bu emir ve davet
ne oluyor? Sen Rabbine dua edeceksen et, başkalarını niye çağırıyor,
niye korkutuyorsun?" İşte böyle bir suale meydan bırakmamak için
buyruluyor ki:
23.
"Ben ancak Allah'tan duyuru ve O'nun elçilik görevini yapabilirim."
Buradaki istisna yukarıki "Ben size kendiliğimden ne bir zarar
verebilir, ne de yol gösterebilirim." cümlesinden istisnadır. kelimesi
de ya mecrur olarak yakını olan Allah lafzına, yahut kesre ile mansup
olarak kelimesine bağlıdır. Size ne zarar verebilirim, ne de doğru
yolda gitmenizi sağlayabilirim. Bunların hiçbirini yapamam. Ancak
Allah'tan duyuru ve elçilik görevi hariç. Yahut Allah'tan ve onun
elçilik görevlerinden bir duyuru yapma işi hariç. Bunu yapabilirim. Ben
Allah'ın elçisiyim. Onun emrini duyurmak görevimdir, onu yaparım. Gerek
zararına, gerek yararınıza ait olsun, Allah emredince onu size
duyururum. Bu emirleri yürütme işi ise ona aittir. "Peygamberin
vazifesi ancak duyurudur". (Mâide, 5/99) İşte Peygamber'den beklenecek
olan budur. Elbette Allah'tan kullarına resul ve elçi olan kişi, "Bir
de haklarında dua ediver. Zira senin duan onların kalplerini
yatıştırır."(Tevbe, 9/103) emri gereğince kulları tarafından Allah'a
elçi olmakla dua ve yalvarışa dahi vesile ve vasıta olur. Hatta her
mümin, mümin için dua eder ve etmekle yükümlüdür. Müminlerin
birbirlerinden dua istemeleri yasaklanmadığı gibi, peygamberlerden,
elçi olması nedeniyle dua istemeleri de yasak değildir. Onun yapacağı
dua, müminlerin kalplerinin huzur ve sükun bulmasına neden olur.
Kuşkusuz bu istisna, Peygamber'e çok büyük bir şan ve yetki vermiştir.
O
Allah'ın kulu böyle bir elçidir. O gerçi kendiliğinden bir şey yapamaz.
Fakat onu gönderen Rabbi her şeyi yapabilir. Elçisine düşmanlık eden
Rabbine düşmanlık etmiş; onu seven ve itaat eden de yine Rabb'ını
sevmiş ve itaat etmiş olur. Bundan dolayı elçiye isyan etmek Allah'a
isyan etmek demek olduğu açıkça anlatılmak ve isyan edenlere uyarı
ateşleri fırlatılmak üzere şöyle duyuru yapılıyor ki "Kim Allah'a ve
Resulü'ne isyan ederse ona cehennem ateşi var. Onun içinde ebedi
kalacaklardır." Burada "ebedi olarak" kaydı, bu isyanın Allah'a ortak
koşarak ve onu inkâr ederek isyan demek olduğunu anlatır.
24.
"Kendilerine vaad edilen şeyi (azab ve kıyamet saati) duydukları zaman"
hâlin gösterdiği fakat ibarede zikredilmeyen bir fiille ilgilidir ki,
mânâ şöyledir: "Seni ve yardımcını zayıf ve adedini az sayan o
isyankârlar o fikir ve isyanlarında vaad edildikleri o azabı, o sonsuz
cehennem ateşini görecekleri vakte kadar ısrar edebilirler." Fakat onu
gördükleri vakit kesinlikle bileceklerdir ki yardımcısı en zayıf ve
sayıca daha az olan kimmiş? Çünkü o zaman Allah'ın o sonsuz azabından
kendilerini hiç kimse kurtaramıyacak, kendilerini kuvvetli ve çok
zanneden bütün o insan ve cin asileri, ne kadar zayıf ve hiç
olduklarını anlayacaklardır.
25. "O ne
zaman?" diye sorulursa.
Burada olumsuzluk
edatıdır. demektir.
Yani, de ki: "Rabbimden bir duyuru olmayınca ben kendi aklımla bilemem.
O size vaad edilen şey, yakın mı? Yoksa Rabbim ona uzak bir gaye, uzun
bir süre mi verir?. Kesinlikle olacağı bildirildi, fakat yakınlığı
uzaklığı bildirilmedi. İşin bu yönü bilinmemektedir, bu yön gayptır.
26.
O Rabbim bütün gaybı bilir. Gaybın bağıntılı olanını da bilir, mutlak
olanını da bilir.
GAYB,
duygu ve ilimde veya varlık âleminde hazır olmayan demektir. Birçok şey
hadd-i zatında, varlık âleminde, görünen âlemde hazır olduğu halde
birbirlerine göre gaip olur. Mesela bir kimsenin kalbindeki kendisine
göre hazır olduğu halde başkasına göre gayp olur ve o kalp onun,
başkasına göre gaybıdır. Nitekim "Gayba inanırlar"(Bakara, 2/3) bir
mânâca "kalbe inanırlar" diye tefsir edilmiştir. Fakat onun ğaybı,
mutlak bir gayb değil, bağıntılı gaybtır. Yani mutlak mânâda gayb
değil, başkasına göre gaybtır. Aslında mevcut ve hazır olduğu için
doğrudan doğruya veya işaret ve izlerinden bilinmek şanıdır. Allah,
henüz varlık âlemine gelmeyen, işaret ve izleri de bulunmayan ve
bazılarına göre gayp olan şeyleri bildiği gibi, henüz vücuda gelmemiş
olanları da bilir. Ona göre gayp yoktur. Fakat o kendi gaybını, -yani
bütün varlıklara göre mutlak gayp olan ve Bâtın (yani gizlilikleri
bilen) isminin ortaya çıktığı yer olan kendi ilmini- kimseye açmaz.
Açık ve kesin şekilde gösterecek kesin bir keşf ile gaybını kimseye
açmaz. Onun için ne insan, ne cin, ne melek ne de bir başka varlık
mutlak gaybı yakînen bilmez. Böyle olması izafi gayb (göreli gayb)a
dair bazı bilgiler edinilebilmesine aykırı olamayacağı gibi, rüya,
ilham, keramet veya gizli bazı sebeplerle mutlak gayba dair bazı şeyler
sezilebilmesine de aykırı değildir. Bununla beraber bunların hiçbiri
zan ve kuruntudan arınmış tam bir keşf ve ortaya çıkarma mânâsına kesin
bir ilim olamaz. Bundan dolayıdır ki olaylar üzerinde cereyan eden
bilimsel araştırma ve buluşların, delile dayanarak mantıkî neticeler
çıkarmanın bile yarın için hükmü bir kıyastan öte geçemez. Matematiksel
bir kesinlik ifade etmez. Dış görünüşe göre düşünüp fikir yürütmek
başka; meydanda, açık olmak yine başkadır. Yüce Allah henüz vücuda
çıkarmamış olduğu gaybını kimseye açmaz, açığa çıkarmaz.
27.
Ancak elçileri içinde seçip dilediği bir elçi hariç. Dilerse ona
gaybından bazı şeyleri açar. Henüz varlık âlemine gelmeyen şeyleri
açıkça bildirir. Bunlar onun ya elçiliğinin ilkeleri ve delilleri olan
mucizeleri veya yükümlülükleri, hükümleri ve yaptırımları gibi
elçiliğin temelleri ve gayeleriyle ilgili bilgiler olur. Bu durumda da
yine o elçi gaybı bilmiş olmaz. Kendisine haber verilmiş, bildirilmiş
olanı bilir. Onun için o kıyametin kesinlikle olacağı bildirilmemiş,
"De ki, onun ilmi ancak Allah katındadır."(Ahkaf, 46/23) buyurulmuştur.
Fakat o elçi kendisine gayptan gösterilen şeylerin, cin ve şeytan işi
kuruntu ve hayaller olmayıp da Allah tarafından bir gerçek olduğunu
nasıl bilir? Bunu açıklamak için buyruluyor ki, Çünkü Allah o gaybı
gösterirken O elçinin önünden ve arkasından, her tarafından gözetecek
bir takım gözetleyici melekler dizer. Onlar, o ilâhî sözler indirilip
açıklanırken ona gizli bir şey karıştırılmaması; cin ve şeytan gibi
sokulup aldatabilecek diğer yaratıklar tarafından bir müdahale ve
karışma olmaması için gözetir, sokulmak isteyenleri yukarda açıklandığı
üzere ateşi andırır kıvılcımlarla yakarlar. Onun için Allah kelâmı,
gizli bir noktası kalmaksızın elçiye açık bir biçimde, korunmuş olarak
gelir. Bu nedenle o sırada cinler, şeytanlar ona bir şey karıştıramaz.
Ancak o gözetleyicilerin dizilişinden uzaktan uzağa sezer, kulak
hırsızlığı türünden bir şey çalmak ve bununla kahinlik yapmak için
sokulmaya çalışırlar. Lakin yanaşıverenler, onları yakacak bir alev,
apaçık bir kıvılcım ve delip geçen parlak ışık ile taşlanıp
uzaklaştırılırlar ki, bu özellik, Hz. Muhammed (s.a.v)'in
peygamberliğine mahsus olan şihâb (parlak alev) mucizesidir.
28.
Yüce Allah'ın böyle gözetleyiciler dizmesine ne
gerek var, cinne
şeytana sezdirmeden doğrudan doğruya Peygamber'e açıklayıverse olmaz
mı? denilmesin. Zira yüce Allah o gözetleyicileri şunun için dizer ki,
o elçi şunu bilsin bütün tanıklarıyla apaçık yakinen şunu bilsin ki onu
Allah'ın gaybından ona getiren elçiler, gerçekten Rableri olan yüce
Allah'ın kelâmını, gönderdiği emanetlerini olduğu gibi, hakkıyla
bildirmişlerdir. Ve o kelâmı açıklayıp gönderen yüce Allah, gerek o
gözetleyicilerin ve gerek o elçinin katında olan bitenin hepsini
ilmiyle kuşatmış, ve her şeyi sayısıyla, bütün ayrıntılarıyla zabıt
altına alıp saymıştır. İşte Allah, o elçi bütün bunları yakinen bilsin
de ona göre görevini yerine getirsin diye o gözetleyicileri kendisi
dizer.
Hâkka
Sûresi'nde yemin edilen "Gördükleriniz ve görmedikleriniz"(Hâkka,
69/38-39) hakkında üç sûre ile açıklama yapıldıktan ve Nûn Sûresi'nde
"Elbette sen büyük bir ahlâk üzerinesin." (Kalem, 68/4) diye nitelenen
Peygamber'in kıymeti ve hakikati ve vahyin cereyan ediş şekli
anlatıldıktan sonra "gördükleriniz"e ait olmak üzere görevine
başlanması emrine geçilmek üzere bu sûreyi Müzzemmil Sûresi takip
edecektir.
|
|