|
Elmalı Tefsiri
1- Mübtedâ
veya haber, veya yemin ve yahut nidâ (seslenmek,
ünlem)dır.
2-
"Bu kitabın
indirilmesi"
TENZİL:
malum masdar
indirmek veya mechul masdar indirilmek, veya ism-i mef'ûl mânâsına
gelen masdar
olup indirilme kitab mânâlarına gelebilir. Yani bu sesleri Allah'tan
kitap
indirme, indirilmedir. Veya bu Kitap Allah'tan indirilmiş kitapdır.
Veya bir
kimseye kitabın indirilmesi, elçiliğin verilmesi veya bu kitabın
indirilişi O,
Aziz, Hakîm Allah'tandır. Kazançla yapılmaz, çalışmakla uydurulmaz.
Çünkü
Allah, Aziz, emrinde gâlip ve tedbirinde hükm ve hikmet sahibidir.
Bundan
dolayı bu kitap da aziz ve hakîmdir.
3-
Şüphesiz ki
göklerde ve yerde müminler için nice âyetler (deliller) vardır. Yani
delil ve
bürhana inanmak, tasdik etmek şanından olan kimseler için çok deliller,
hüccetler, alâmetler vardır ki Allah Teâlâ'nın varlığına, izzet ve
kudretine,
hikmetine delâlet ederler. Şu halde imanı olanların gökleri ve
yeryüzünü
gözetleme ve inceleme ile onlardaki âyetleri yavaş yavaş keşfederek
delâlet ettikleri
ilâhî hikmetleri anlayıp meydana çıkararak ona göre güzel güzel
hikmetli
ameller yapmaya çalışmaları gerekir. Onun için sonraki müslümanların bu
âyetlerden, bu ilimlerden gafil kalmaları mahvolmalarına sebep olmuş ve
fenlerin tabiatçılar elinde imansızlığa sapmasına meydan vermiştir.
(Âl-i İmrân
Sûresi'ndeki (3/190) âyetinin tefsirine bkz.)
4-
Sizin
yaratılışınızda da ve üretip durduğu hayvanlarda da yani Allah'ın bir
hayvandan
birçoklarını çeşitlendirerek ve çoğaltarak üretip durduğu hayvanlarda
da kesin
bilgi edinecek kimseler için âyetler vardır. Hayvanlarda organların
oluşmasında, beslenmesinde, gelişmesinde, doğurma ve üremesinde ve
böyle ilkel
bir hücreden başlayıp olgunlaşıp, çeşitlere ayırarak üremesinde ve
organların
vazifelerinde ve özellikle insan kısmında ortaya çıkan hayat
hadiseleri, her
çeşidin ve hatta her kişinin değişmelerinde gösterdiği olgunlaşma
safhaları
itibarıyla yalnız fizik ve kimyayı organik olmayan olaylarından çok
daha
olgunlaşmış olan ve dolayısıyla yaratan Allah Teâlâ'nın kudret ve
hikmetine
delâlet etmede daha kuvvetli ve daha açık olduğu ve bir de iç ve dış
dünyayı
birleştirici bulunduğu için bunlar kesin bilgi âyetleri olarak
gösterilmiştir.
Demek ki hayvanların güzel bir sınıflandırması ve insan yaratılışının
incelenmesi
ile kapsadıkları âyetleri, hikmetleri ortaya çıkarmaya çalışmak da
inandırmak
isteyenlerin vazifelerindendir.
5-
Gece ve gündüzün
değişmesinde veya birbiri arkasından gelmesinde, ki zamanın gidişini,
ömürlerin
geçişini gösterir. Ve Allah'ın gökten indirdiği rızıkta yani rızka
sebep olmak
itibariyle hem kudret ve hem rahmet yönünden âyet (delil) olan yağmur
ve karda
indirip de onunla yeryüzüne hayat vermesinde, hayatın ilk alâmeti olan
bir haz
duyma neşesiyle toprağı deprendirip türlü türlü bitkiler, ekinler,
meyveler
yetiştirmesinde hem de o yeryüzünün ölümünden sonra, hayattan bir iz
kalmayıp
gelişme kuvveti tükendikten, otlar kuruyup ağaçlar meyvelerini
döktükten sonra
ve rüzgarları çevirmesinde akıl edecek bir toplum için ibretler vardır.
Zamanın
akışını ve ömrün geçişini, o zaman ve yer üzerinde Allah Teâlâ'nın
doğrudan
doğruya tasarruflarını gösteren bu değişimler, her değişimde bir
âhirete doğru
gidildiğini ve temsil tarzında yapılan karşılaştırma yoluyla ölümden
sonra
tekrar dirilmeyi ifâde ettiğinden dolayı bu âyetlerde bilhassa aklın,
aklı
güzel kullanmanın önemi açıkça ifâde edilmiştir ki bunda iki sayfa
sonra
bahsedilecek olan dehrîlerin (olayları tabiata isnad eden imansızlar,
tabiatçılar) akıllarındaki noksanlığa da bir işaret vardır.
6-
İşte bunlar, dikkat
çekilen yaratmakla ilgili bu âyetler ve onları anlatan bu indirilmiş
âyetler,
bu sûre Allah'ın âyetleridir. Allah'ın kudret ve irâdesini, hikmet ve
hükümlerini anlatmak için ortaya koyduğu ve indirdiği delillerdir.
Allah ve
âyetlerinden sonra artık hangi söze inanacaklar? yani Allah'a ve
âyetlerine
inanmadıktan sonra o imansızlar hangi söze inanırlar, hiç? (Yani hiçbir
şeye
inanmazlar.)
7-11-
"Her
günahkâr kişinin vay haline! O, Allah'ın âyetlerini işitir de..." Ebu
Cehil ve Nadr b. Hâris gibiler hakkında inmiştir. "Sonra büyüklük
taslayarak ısrar eder..." ısrarın aslı, eşeğin kulaklarını dikip kıçın
kıçın dayatmasıdır.
12-
Allah; ilâhlık,
yalnız kendisinin hakkı olan azamet ve kemâl sahibi o nimet veren,
herşeye gücü
yeten bir zatdır ki size veya sizin için denizi emrinize amâde
kılmıştır.
TESHİR:
Bir şeyi zorla
hizmete koşmak, itaat ettirmek ve boyun eğdirmektir. Ve de lâm, bağlaç
veya
sebep gösterme lâmı olabilir. Bağlaç olduğuna göre sizin emrinize
verdi, demek
olur. Sebep gösterme lâmı oduğuna göre de sizin için, yani sizin
menfaatiniz
amacı ve hikmeti için emriyle sizin hizmetinize vermiştir, demek olur.
"Emri ile" kaydı buna bir işaret gibidir. Emriyle onda gemiler
hareket etsin diye. Yani sizin menfaatiniz için ise de sizin emrinizle
değil,
O'nun emri ile hareket etmesi için emrinize verdi. Emri, izin ve
irâdesi ve ona
delâlet eden işlerle ilgili hükmü demektir ki hem geminin hacmi ile
aynı
hacimdeki su arasındaki hafiflik ve ağırlık oranını ve hem onunla
harekete
getiren güç arasındaki şiddet ve karşı koymak oranını, hem de çevredeki
durum
ve şartların onlarla uygun bir şekilde sevk ve idare etmesi hükümlerini
kapsar.
Yoksa insanlar her istedikleri gibi denizde tasarruf edemezler.
Allah'ın emrini
tatbik etmeden sırf kendi emirleriyle gemi yürütemezler. Allah'ın
emriyle gemi
yürüsün ve Allah'ın lütfundan isteyip arayasınız diye, ticaret,
dalgıçlık,
avcılık ve diğer araştırma ve kazanma şekilleriyle kara ve denizde
tasarruf
edip kazanasınız. Hem de umulur ki şükredesiniz. Bu nimetlerin yalnız
O'nun
olduğunu bilip mabud olarak yalnız O'nu tanıyasınız ve O'nun
emirlerini,
yasaklarını tanıyarak O'na ibadet ve kulluk edesiniz, Allah'a ortak
koşmaktan
ve nankörlükten kaçınasınız. Şükür yalnız nimeti ve nimetin zevk ve
neşesini
sezmek değil, nimeti vereni tanımak ve O'nun nimeti karşılığında O'nu
yüceltmektir. Hem O'nun nimeti bu kadarla kalmıyor.
13-
Hem göklerde ve
yerde ne varsa hepsini kendisinden emrinize amâde kıldı. Başka birinin
aracılığıyla değil, yalnız kendisinin yaratma ve itaat ettirmesiyle
hepsini
sizin menfaatlerinize ve yararlarınıza hizmet ettirmektedir. Yahut
size, sizin
hizmetinize vermiştir. Yüce Allah katından bir lütuf olmak üzere
hepsini bir
şekilde çalıştırabilirsiniz. Şüphe yok ki bunda, bu boyun eğdirmede
düşünecek
bir toplum için çok ibretler vardır ki Allah Teâlâ'nın insan üzerindeki
nimetinin çokluğuna ve insana olan lütuf ve yardımda bulunmasının
önemine ve
insanın Allah'dan başkasına kulluğu caiz olamayacağına delâlet eder. Bu
âyet,
çok dikkat çeken bir âyettir. İlk önce tefsir bilginleri, buradaki
"hepsini kendinden" kaydının irabında bir kaç değişik görüş
göstermişlerdir.
Zemahşeri sözünde mânâsı nedir ve i'rab açısından yeri ne oluyor?
sorusuna
karşı der ki: Hal yerindedir. Yani mânâsı şudur: "O, bütün bu eşyaları
kendinden olarak kendi katından meydana gelmiş olarak size boyun
eğdirdi."
Yani O, kudret ve hikmeti ile onları oluşturan ve yaratan, sonra da
yarattığı
halkın hizmetine verendir. Hazfedilmiş bir mübtedânın haberi olması da
caizdir.
"Onların hepsini kendinden" demek olur. Bir de yukarıda geçen tekit
almak üzere diye başlanması da caizdir. 'nın mübtedâ, 'nün haber olması
da
caizdir.
Taberî,
İbnü Abbas'tan
"yani herşey Allah Teâlâ'dandır" diye nakleder ki bütün tefsir
bilginleri ve hadis bilginleri bunu Zemahşerî'nin dediği gibi Allah
Teâlâ tarafından
yaratılmış ve yoktan varedilmiştir diye anlarlar. Rivâyet edilir ki;
Hârun-ı
Reşid'in huzurunda hristiyan rahiplerinden birisi Hz. İsâ hakkındaki
inancına
Kur'an'dan "Meryeme ulaştırdığı "kün: ol" kelimesi (nin
eseri)dir. Ondan bir ruhtur." (Nisâ Sûresi, 4/171) sözü ile delil
getirmek
istemiş "bir kısmı" mânâsını ifâde eder demişti. Ona karşı Hüseyin b.
Ali b. Vâkıd da bu âyeti okumuş ne ise da odur. Her şey Allah'ın bir
parçası
demek olmayıp Allah tarafından yaratılmış demek olduğu gibi İsâ da
Allah
tarafından yaratılmış bir ruh demek olduğunu anlatmıştır.
Vahdet-i
vücudçu
sofilerin ise burada başka bir neşesi vardır. Alûsî'nin açıkladığına
göre
sofilerden şeyh İbrâhim Gûrânî demiştir ki: Yaratılmışlar, vücud-ı
müfâzın
meydana çıkmasıdır. Vücûd-ı müfâz kendisine amâ denilen Rahmânî nefesin
şeklidir. Şöyle ki; amâ işin hakikatında yokluk işlerinden ibaret olan
seçkin
gerçekler üzere yayılmıştır, yayılma sonradan olan bir şeydir. Ve amâ
asıl ile
beraber olmasından dolayı, Allah Teâlâ'nın zatından ayrı bir şeydir.
Çünkü Yüce
Allah'ın zatı, eşyanın aslına bağlı bulunmayan tek varlıktır.
Dolayısıyla
varlıklar, amâ'de sonradan meydana gelen ve bununla ayakta duran
şekillerdir.
Allah Teâlâ da onların idarecisidir. Çünkü yüce Allah, o şekillere
devamlılıkla
imdad eden gizli kuvvetin ilkidir. Bundan olayların, Hakk'ın zatı ile
meydana
gelmesi gerekmez. Ve Hak Teâlâ'nın onda olması da gerekmez. Çünkü yüce
Allah'ın
varlığı, esaslardan soyuttur, onlarla beraber bulunmaz. Onlara göre
belli olan
ancak amâ'dır ki onun varlığı müfâzdır (taşıp yayılmıştır.) Bu ifâde,
Halk-ı
işrâk teorisine bir tatbik oluyor. Yaratma ve icad deyimi yerine,
varlığı bol
bol bereketlendirmek deyimini koymak daha güzel bir ifâde değildir.
Bunun için
yukarıda açıklandığı gibi tefsir ve hadis bilginlerinin ifâdeleri daha
açık ve
daha fazla tercihe layıktır. Bizim zevkimize kalırsa mânâsı ile 'den
mefûl-i
mutlak olması minnet yerinde kullanmaya daha uygundur. Yani bu itâat
ettirmek
ne insanlardan ne de eşyadan bir sebep ve gerekçe ile değil yalnız
Allah'ın
insanlara bir lütuf ve yardımından meydana gelmiştir. Ve onun için
yalnız O'na
kulluk etmek ile şükretmelidir. Bu anlaşıldıktan sonra gelelim diğer
bir
probleme; burada gerek "sizin emrinize verdi" demek olsun, gerekse
"sizin için boyun eğdirdi" demek olsun ikisinde de insanların bütün
eşyadan daha önemli olduğunu ifade eder. Çünkü bütün gökler ve yerdeki
eşyanın
insana boyun eğmesi, insanın hepsine hâkimiyetini ve üstünlüğünü ifâde
edeceği
gibi insan için boyun eğdirilmiş olması da insanın yaratılışın hedefi
olmasını
ifâde eder. Her iki durumda ise insan diğer eşyadan daha gelişmiş bir
şekilde
yaratılmış demek olacağından "Elbette gökleri ve yeri yaratmak,
insanları
yaratmakdan daha da büyüktür.." (Gâfir Sûresi, 40/57) âyeti ile bu âyet
arasında bir çelişki olmaz mı? diye bir soru akla gelir. Tefsir
bilginlerinden
buna aykırı bir görüş ileri sürene rastlamadığımdan âyetin gerektirdiği
tefekkür ile bunu şöyle anlayabileceğimizi arzederim: İnsanın iki yönü
vardır.
Birisi fizikî, birisi de rûhî yönüdür. Fizikî yönüyle açıkça biliniyor
ki
insanın yaratılışı gökler ve yerin yanında bir zerre denemeyecek kadar
küçüktür. Fakat ruhî yönüne gelince
"Ve
içine
ruhumdan üflediğim vakit.." izâfeti ile şereflendirilmiş ve "De ki;
Ruh, Rabbimin emrindendir.." (İsrâ, 17/85) açıklamasıyla yüceltilmiş
olan
insan ruhu, âlemlerin diğer canlı ve cansız cisimlerin sahip olmadığı
yüksek
bir kapsamlılığa sahiptir. İşte bu âyette açıkça ifâde edilen "itaat
ettirme" de bu yönüyledir. İnsanın bir bakışla yer ve gökten ne kadar
geniş bir sahayı görebildiği gözönünde bulundurulursa bu "itaat
ettirmenin" bir anı düşünülmüş olur. Bu âyetin, bilhassa tefekkür âyeti
olmak üzere seçilmiş olması da gösterir ki buradaki genel itaat
ettirmeden
maksat, ruhî yönden itaat ettirmedir. Fiilen itaat ettirme ise onun bir
neticesi olarak meydana gelir. Bu şekliyle bu âyet daha çok
tefekkürlerle
ilerlemeye elverişli ise de bu kadarını işaret etmek yeter. Yalnız şunu
bir
daha hatırlatalım ki bu tefekkürün ilk neticesi insana bu teshiri
(itaat
ettirmeyi) lütuf buyurmuş olan en üstün ve en yüce zatın birliğini
bilerek
nimetlerine şükretmek önermesi olacağını unutmayalım.
14-15-
İmân edenlere
söyle: Allah'ın (kâfirleri cezalandırıp müminlere zafer vereceği)
günlerinin
geleceğini ummayanları bağışlasınlar. Araplar, savaş gibi büyük tarihi
olaylara
"eyyâm" derler. Meselâ Araplar'ın büyük tarihi olaylarına
"eyyâm-ı Arab" denilirdi ki meşhur bir mecâzdır. Bu şekliyle
"eyyâmullâh" da Allah'ın düşmanlarının başına getirdiği belâlar,
yahut Allah'ın müminlere yardımı, sevap ve mükâfâtı ve vaadi; kâfirlere
kahır
ve azâbı ve tehdidi için belirlediği vakitler demek olur ki şununla
açıklanmıştır da denebilir. Bir kavmi kazandıkları ile cezalandırmak
için olan
günler yahut cezalandıracağı için bağışlasınlar. Bu cümle, emrin yahut
cevabı
olan "Bağışlasınlar." ifadesinin esas sebebidir. Yahut da
"eyyâmullâhın (Allah günlerinin) açıklaması yerinde kaydı olup
dolayısıyla
emrin hikmetini de ifade eder. Kavim de müminler veya kâfirler, yahut
her ikisi
olabilir. Ceza da ona göre cezalandırmayı ve mükâfatlandırmayı kapsar.
Birisi
Hz. Ömer'e sövmüş, o da onu yakalamak istemiş, affetmesi için bu âyet
inmiştir
deniliyor. Âyette kastedilen, gerektiğinde savaşmayı yasaklamak değil,
kişisel
olarak bayağı kavgaları yasaklamaktır. Bundan dolayı savaşı emreden
ayetlerle
bu âyetin nesh edilmesi (hükümsüz kılınması) gerekmez. Hattâ
"eyyâmullâh" ile ona işaret vardır
16-
"Andolsun ki,
biz İsrailoğulları'na vermiştik.." "Her kim de kötülük yaparsa o da
kendi aleyhinedir." hükmünün yalnız kişide değil, toplumda da meydana
geldiğine misaldir. Nitekim İsrâ Sûresi'nde "Eğer güzel işler
görürseniz,
kendiniz içindir. Yok eğer kötülük yaparsanız o da kendinizedir."
(İsrâ,
17/7) buyurulmuştu. (O âyetin tefsirine bkz.) Kitab, Tevrat veya Zebur
ve
İncil'i de kapsayacak şekilde, kitap cinsi; hüküm, hükümet ve
peygamberlik.
Çünkü İsrailoğulları'nda çok peygamber gelmiştir.
17-
Ve onlara bu
emirden apaçık deliller verdik. Bu din hususunda açık deliller veya
mucizeler
verdik. İbnü Abbas hazretleri demiştir ki; bu emirden maksat Peygamber
(s.a.v.)
ile ilgili hususlardır. Yani peygamberlerin en sonuncusunun geleceğini
ve
Tihâme'den Medine'ye hicret edeceğini açıklamıştı. (Bakara Sûresi'ne
bkz.)
Kıyamet günü, Allah günlerinden bir gündür ki o günkü hüküm, hakkı ile
sorumlu
tutmak ve yapılan işin karşılığını vermektir.
18-
Sonra biz seni din
hususunda apaçık bir şeriat sahibi kıldık. Bahir de der ki: Arapça'da
şeriat,
insanların ırmaklardan ve benzeri şeylerden su almaya vardıkları
yerdir. Din
şeriatı da bu mânâdandır. Çünkü insanlar ondan Allah'ın emirlerine ve
rahmetine
ve yakınına ererler. Râğıb da demiştir ki; şerı' aslında masdardır.
Sonra açık
ve geniş yola isim yapılmış şeri, şir'a ve şeriat denilmiştir. Bu da
dinde
Allah'ın yolu anlamına istiâre yoluyla kullanılmıştır. Bazıları
şeriata, şeriat
denilmesi, su içmek için kullanılan yola şu yönüyle benzetildiğini
söylemişlerdir: Çünkü hakikat ve doğruluk üzere onda yürüyen hem kanar,
hem
temizlenir. Kanmaktan maksat, bazı bilginlerin dediği şu sözdür:
İçerdim
kanmazdım, Allah'ı tanıdığımda içmeden kandım. Temizlenmekten maksat
da;
"Ey ehl-i beyt! Allah ancak sizden şan ve şerefi kirletebilecek
günahları
uzaklaştırmak ve sizi tertemiz yapmak istiyor." (Ahzâb, 33/33) âyetinin
mânâsıdır. Burada de tenvin yüceltme içindir. Emir, din işi veya
Allah'ın emri
demektir. Yani bu Kur'anda açıklandığı üzere Allah'ın sana vahyettiği
emir ve
yasaktan bir büyük ve geniş yol, koskoca bir şeriat üzere seni
görevlendirdik.Onun için o şeriata uy, kendini ona uydur da
bilmeyenlerin hevâ
ve heveslerine uyma. Allah'ın hükümlerine ilmi olmayan veya ilmin
gereğine
uymayan kimseler yalnız kendi zevk ve heveslerinin arkasında koşarlar.
Hevâ ve
hevesler ise kişiye göre değişir. İsrailoğulları gibi ihtilâfa düşürür,
Allah'ın gazabına götürür. Şeriat ise toplar, tevhid (Allah'ın
birliğine
inanmakla) rızasına götürür. Şeriata uy da cahillerin nefsani
arzularına uyma.
19-
Çünkü onlar
Allah'tan gelecek hiçbir şeyi senden uzaklaştıramazlar. Onlara uyduğun
takdirde
Allah'tan gelecek olan azab ve cezadan seni hiçbir şekilde
kurtaramazlar.
Şüphesiz zâlimler, birbirlerinin dostlarıdırlar. Onun için onlara,
yalnız zâlim
olanlar uyar, dost olur. Allah ise müttakilerin dostudur. Zulümden,
haksızlıktan korunanları sever, onlara yardım eder. Onun için sen o
bilgisizlere, zâlimlere uyma da, takvâya (Allah'tan korkmaya) devam et,
korun.
20-
Bu Kur'an, veya
özellikle bu öğüt veya şeriata uymakla Allah'tan korkma hususu insanlar
için
kalb gözlerini aşan bir nurdur. Arzulara, şehvetlere uymak, insanların
kalblerini körlettiği, hakkı anlamalarına engel olduğu gibi Allah'ın
sözünü ve
emirlerini tutarak şeriatına uymak da insanların hakka doğru kalb
gözlerini
açan basiret (öngörü) nurlarıdır. Ve kesin olarak inanan kimseler için
hak ve
mükâfatı gösteren bir hidâyet ve mutluluğa erdirecek bir rahmettir.
21-
Yoksa kötülükleri
işleyip duranlar, günahları işlemekle bulaşık ve yaralı olan kimseler
sandılar
mı ki kendilerini o imân edip de iyi ameller yapan kimseler gibi
yapacağız,
hayatlarını ve ölümlerini eşit kılacağız? Öyle mi sandılar? Yani dünya
hayatında kendileri hakkında "Allah'ın ceza günlerinin geleceğini
ummayanları bağışlasınlar ki, Allah her bir kavmi kazandığı ile
cezalandırsın." (Casiye, 45/14) şeklinde af ve müsamaha ile emrettik
diye
ahirette de öyle olacaklar, müminler gibi mağfirete erecekler mi
zannettiler.
Ne kötü hüküm veriyorlar! Halbuki:
22-
Halbuki Allah
gökleri ve yeri hak ile yarattı. Zulum ile değil, hak ve hakkaniyet
(adâlet)
üzere her birinin özelliğinde gerek birbirine ve gerek yaratıcılarına
göre
vacib olan adalet ve hikmeti gözeterek yarattı.
Bu
âyet önceki hükme
bir delil mahiyetindedir. Çünkü hak ile yaratış zalimden mazlumun
(zulme
uğrayan kimsenin) hakkını hemen almak ve iyi ile kötüyü eşit tutmayıp
iyiye,
iyiliğinin, kötüye de kötülüğünün cezasını vermek demek olan adâleti
gerektirir.
Şu halde bu husus, bugün şu dünyada olmuyorsa yarın âhirette olması
lazım
gelir. Onun için bu mânâ açıkça ifade edilerek buyuruluyor ki; Hem
herkes
hakları yenmeksizin kazandığı ile cezalandırılmak, yani iyiye iyi,
kötüye kötü
karşılığı verilmesi için yaratılmıştır. Bundan dolayı kötülük
yapanların
geleceği iyilik yapanların geleceği ile eşit olamaz. Birisi ceza
görürken diğer
mükafat görecektir.
23-Böyle
olunca hevâ
ve hevesini kendine ilâh edinen kimseyi gördün mü? Hakkı düşünmeyip
keyfi ne
isterse onu ilah edinmiş kendi zevkinin sevdasına düşmüş. Allah da bir
ilim
üzerine onu şaşırtmış "Fakat kendilerine ancak ilim geldikten sonra,
birbirlerini çekememezlik yüzünden ayrılığa düşmüşlerdi." (Câsiye,
45/17)
ifadesindeki gibi olmuş, ve kulağını ve kalbini üstünden mühürlemiş ve
gözüne
bir perde çekmiştir. Çünkü hevâ ve şehvet gözü kör, kulağı sağır, kalbi
duygusuz eder. O kimse bilgin de olsa ilmine rağmen hakkı duymaz olur.
Nitekim
filozofların ve dünya hayatına düşkün din bilginlerinin bir çoğu böyle
olmuştur.
Artık onu Allah'tan başka kim hidâyete erdirilebilir? Yani Allah
şaşırttıktan
sonra kimin haddine ki onu hidâyet etsin. Halâ düşünmeyecek misiniz? Bu
uyarılar karşısında hevâ ve hevesleri bırakarak ilmin gereğine göre bir
düşünüp
hak ve sonucu anlamayacak mısınız?
24-26-Bunların
sapıklıklarını ve kulak ve kalblerinin mühürlenme hükümlerini
açıklamakla
buyuruluyor ki: Ve dediler, yani ilme karşı hevâ ve heveslerini ilâh
edinenler sapkınlıklarından
dediler ki: Dünya hayatımızdan başka hayat yoktur. Hayat denilen şey
ondan
ibârettir. Ölürüz ve yaşarız, öleceğimizi bilmekle beraber dünya
hayatını
yaşarız, ondan ötesi yoktur. Bizi başka bir şey değil dehir helâk eder.
DEHİR:
Aslında âlemin
kalma (devam etme) müddeti demektir. "Yani onu yendi." fiilinden
masdar da olur. Râğıb der ki; dehir, kainatın var oluşunun
başlangıcından
sonuna kadar olan müddetin ismidir.(1) "Gerçekten insan üzerine
dehirden
bir müddet geldi ki:" (Dehr (insan), 76/1). Sonra çok bir müddete de
denilir. Zaman, az bir müddete, denilmesi itibarıyla bundan farklıdır.
Falancanın dehri, onun hayat müddeti demek olur. Bir de dahir masdar
olur.
denilir. "Falana bir felâket bir sarış sardı." demektir. Şu halde dehir
ya masdar veya isim olur. Masdar olduğuna göre kahretmek, yenmek ve
istilâ
etmek mânâsına gelir. İsim olduğu vakit de esas mânâsı bütün zaman yani
bütün
kâinatın baştan sonuna kadar akıp geçmesi süresidir ki bu özellikle ile
'dir.
Bundan başka bir de uzun bir zaman, çok fazla bir müddet mânâsına gelir
ki
lâmsız (belirsiz) olarak denildiği zaman bu mânâ birden bire akla
gelir. İmâm-ı
Azam Ebû Hanife hazretleri nekire (belirsiz) olan bu dehrin mânâsında,
yani ne
kadar bir zamana denildiği hususunda görüş belirtmemiştir. Zaman
kelimesi ise
dehrin az veya çok bütün parçalarında da kullanıldığından dolayı daha
umumî ve
genel olmuş oluyor. Zaman geçmiş, şimdiki zaman ve gelecek kısımlarına
ayrılır
ise kâinatın baştan sona kadar bir uzamasının ifâdesi demek olduğundan
zaman,
dehrin makamlarından olarak düşünülür. Burada üç mânâdan her birine
göre
yorumlanabilir ise de en fazla zamanın geçmesi ve uzun zaman diye
tefsir
edilmiştir. Çünkü sözkonusu olan yok etme, kâinatın sonu olan herşeyin
yok
edilmesi değil, bazı şeylerin yok edilmesidir.
27-37-
"Kıyametin
kopacağı gün..." Saat, aslında Râgıb'ın açıkladığına göre zamanın
parçalarından bir parçadır. Buna benzetilerek kıyâmete de saat denilir.
"Kıyamet yaklaştı.." (Kamer, 54/1), "Kıyametin ne zaman kopacağı
bilgisi ona aittir." (Zuhruf, 43/85), "Ey muhammed! Sana kıyametin ne
zaman kopacağını sorarlar." (Nâziât, 79/42) gibi. Bunun iki ayrı yorumu
vardır. Birisi: "Ve o hesaba çekenlerin en süratli olanıdır." (En'âm,
6/62) buyurulduğu üzere sürâtle hesap görmektir. Birisi de şöyle
açıklanan
mânâdır. "Onlar kıyameti gördükleri gün, dünyada ancak bir akşam ve bir
kuşluk vakti kadar kaldıklarını sanırlar." (Nâziât Sûresi, 79/46),
"Dünyada sanki gündüzün bir anı kadar kalmış olduklarını sanacaklar."
(Yunus, 10/45), "Ve kıyâmet koptuğu gün." (Câsiye, 45/27) Birincisi
kıyâmet, ikincisi zamanın az bir parçasıdır. Bir de denilmiştir ki
kıyâmet
mânâsına saat üç tanedir:
1-
Büyük saat ki
insanların hesaplaşma için diriltilmesidir. Nitekim "Fuhuş ve
ahlaksızlık
açıkça yapılıncaya ve dirhem ile dinara tapılıncaya kadar, şöyle şöyle
oluncaya
kadar kıyâmet kopmaz." hadisinde peygamber (s.a.v.) buna işaret
etmiştir.
2-
Orta saat
(kıyâmet), bir asır halkının ölümüdür. Nitekim rivâyet olunduğu üzere
Peygamber
(s.a.v.) Abdullah b. Üneys'i görmüş, "Bu çocuğun ömrü uzarsa kıyamet
kopuncaya kadar ölmez buyurmuştu ki sözkonusu zat, sahabenin en son
vefat
edenidir deniliyor.
3-
Küçük saat
(kıyamet); insanın ölümüdür ki her insanın kıyameti kendi ölümüdür.
"Allah'ın huzuruna çıkmayı yalanlayanlar, gerçekten hüsrana
uğramışlardır.
Kıyâmet günü (ölümleri) ansızın gelince onlar günahlarını sırtlarına
yüklenmiş
olarak... (Enâm Sûresi, 6/31) gibi bazı âyetlerde de saat bu mânâyadır.
"Kim ölürse, onun kıyameti kopmuştur." Bununla birlikte bizim
anladığımıza göre hangi mânâya olursa olsun kıyâmete saat denilmesi,
Allah
katında belirlenmiş bir sürenin bir vaktin saatinin gelmesi
itibarıyladır.
Nitekim dilimizde de "vakti ve saati gelmiş" deyimi herkesçe
bilinmektedir. Burada da saat kıyâmet mânâsınadır.
Ve
her ümmeti (Câsiye)
diz çökmüş olarak görürsün. Câsiye, iki mânâ ile tefsir edilmiştir.
Birisi diz
çökmüş mânâsınadır ki gereği kasdedilmiştir. Çünkü diz çökmek derli
toplu, en
itinalı ve hürmetli vaziyettir (pozisyondur). Birisi de toplanmış
cemaat
mânâsınadır ki den alınmıştır. Bir araya gelmiş taş yığınına denir.
Maksat,
Yâsin Sûresi'nde "Onların hepsi mutlaka huzurumuzda toplanıp hesap için
hazır bulundurulacaklardır." (Yâsin, 36/32) buyurulduğu üzere Allah'ın
huzurunda hesap için toplanmaktır.
|
|