Elmalı Tefsiri
1.
Burçlu semâya yemin olsun. Vav, yemin içindir. Semâ-i
Zâti'l-büruc; burçlu, yani burçlarla süslenmiş semâ demektir.
BÜRÛC,
bilindiği gibi "bürc"ün çoğuludur. Bürc, aslında
"görünen şey" demek olup daha sonraları her bakanın gözüne çarpacak
şekilde görünen yüksek köşk = kasr-ı âlî mânâsında hakikat olmuştur.
Şehir surlarının, kalelerin yüksek yerlerine de aynı şekilde burc
denilmiştir.
Bunlara
benzetme yoluyla veya "görünme" mânâsıyla
gökteki yıldızlara veya büyüklerine veya bazı yıldızların bir araya
gelmesinden ortaya çıkan görüntülere de burc denilmiş ve özellikle,
bildiğimiz oniki burçta yani Koç, Öküz, İkizler, Yengeç, Aslan, Başak,
Terazi, Akrep, Yay, Oğlak, Kova ve Balık burçlarında hakikat olmuştur.
Onun için astronomi ve yıldız ıstılahında burç deyimi altısı kuzeyde ve
altısı güneyde olan bu onikisi için kullanılmış, diğerlerinde ise
"suret" tabiri kullanılmıştır. (Furkân Sûresi'nde geçen "Gökte burçlar
yaratan ve orada bir kandil ve nurlu bir ay yapan Allah'ın şanı ne
yücedir."(Furkan, 25/61) âyetinin tefsirine bkz.)
Gökte bu
oniki burcun bulunduğu sahaya
"mıntıkatu'l-büruc" yani burçlar kuşağı (zodyak) ismi verilir. Burada
İbnü Cerir gibi birçok âlim, burçları "oniki burç" ile tefsir etmişler,
bazıları da "köşkler", bazıları "ayın menzilleri olan yıldızlar",
bazıları "büyük yıldızlar, bazıları da "göğün kapıları" demişlerdir.
Zemahşerî de şöyle der:
Bu, oniki
burçtur. Bunlar teşbih (benzetme) üzere göğün
köşkleridir. Ayın menzilleri olan yıldızlar da denilmiş. Yıldızların
büyükleridir. Ortaya çıkıp göründükleri için bunlara bürûc ismi verildi
de denilmiştir. Göğün kapılarıdır da denilmiştir.
Bunun özeti:
Burçların birer köşk mânâsıyla tasvirini
tercih etmektir. Bu mânâ benzetme yoluyla yıldızların hepsinde
düşünülebilirse de yüksek yüksek apaçık oluşumlar görüntüsü veren
yıldız toplumlarının kastedilmiş olması daha açıktır. Bu arada oniki
burç bir itibari (varsayım) olmakla beraber en çok bu mânânın meşhur
olması nedeniyle burçlar deyince hemen onlar akla gelmektedir. Bununla
beraber bu zikredilen yorumlardan herbirinde özel bir fayda bulunduğu
da açıktır. Hangisine göre düşünülürse düşünülsün, "burçlar sahibi gök"
sözü, dünya göğünü en yüksek tabakasıyla ifade etmiş olur.
2.
O vaad edilen güne yemin olsun ki bu, müminlere vaad
olunan kâfirlerin de tehdid edildiği kıyamet günü, ceza günüdür.
3.
Ve şehadet edene ve edilene yemin olsun ki.
Buradaki
"şahid" ve "meşhud" kelimeleri, "hazır olma"
mânâsına gelen "şühûd"dan da "şehadet"den de türemiş olabilir. Bundan
dolayı burada birçok yorumlar yapılmış ise de en açık olan mânâ, o gün
hazır olup da o kıyameti gören veya ondan şahitlik edecek olanlarla
görülecek ve şahitlik edilecek olan korkunç olay ve vakaların hepsini
kapsamış olmak üzere her hangi bir şahid ve meşhud olmasıdır.
Dolayısıyla yüce Allah bu dünyanın en yüksek kısmı ile kıyamet gününe
ve onun bütün kapsadığı şeylere yemin etmiştir.
Bu âyetlerle
edilen yeminin cevabı yahut âyetleri olup,
oradaki âyetler ara cümleleridir. Çünkü hemen bu yeminlerden sonra
gelen âyetinde cevap alâmeti yoktur. Zira olumlu geçmiş zaman fiili
yemine cevap olunca, başına gibi ve gelmesi gerekir. Ancak, "söz
uzadığı zaman, "Elbette nefsini temizlikle parlatan kurtulmuştur."
(Şems, 91/9) âyetinde olduğu gibi bu iki takıdan birini söylememek caiz
olabilirse de 'de bunların hiçbiri yoktur" denilmiş ise de, bazıları
burada da yemin uzamış olduğu için takdirinde olarak 'ın söylenmemiş
olmasının caiz olacağını söylemişler ve mânâ itibarıyla de bunu yakın
bulmuşlardır. Lakin ve 'den ikisinin de zikredilmemiş olması
düşünülmesi gereken bir durum olduğundan asıl cevabın söylenmemiş olup
cümlesinin cevap yerine getirilmiş olmasının daha doğru olacağı da
ifade edilmiştir. Sûrenin akışı kâfirlerin eziyetlerine karşı
müminlerin imanda sabit tutulması ve müminlere eziyet edenlerin
neticede "Ashab-ı uhdûd" gibi lanetlenip kahredileceklerini
anlattığından asıl cevabın mânâsı şöyle olur: Müminler kâfirlerden
görecekleri sıkıntı ve eziyetlere karşı imanlarında sabır ve sebat
etmelidirler. Çünkü müminlere eziyet edenler neticede ezilip
kahredileceklerdir.
4.
Nitekim kahroldu o hendeğin sahipleri burada
"kutile"'nin hakiki mânâda, yani "öldürüldü" mânâsında olması caiz
görülmüş ise de manevi ölümü de kapsamış olmak üzere lanetlenmek, yani
ilâhî rahmetten kovulmak suretiyle ezilmek ve başkasına ibret olacak
şekilde cezalandırılmak mânâsına tefsiri daha uygundur.
UHDÛD ve
HADD, yerde olan uzun hendek veya yarığa, bir
de kamçı ile dövülen kimselerin bedenlerinde yol yol kan oturarak
moraran kamçı yerlerine denir. Burada "bedel-i iştimâl" yoluyla şöyle
açıklanıyor:
5.
O ateş ki çıralı, tutuşturacak odunu çırası çok, yani
o alevli ateşi kapsayan "uhdûd"un, o ateş hendeğinin sahipleri ki
müminleri imanlarından vazgeçirmek üzere içine atmak için böyle ateş
hendekleri yaptıklarından dolayı "Ashab-ı uhdûd" adını almışlar. Fakat
kalplerdeki imanı bu şekilde yakmağa çalışanlar başarılı olamamış,
aksine lanetlenerek mağlup edilip ezilmişler ve adları kötüye
çıkmıştır. Bunların kimler ve nerelerde olduğuna ve Yemen'de,
Necran'da, Irak'ta, Şam'da veya Habeş'te mecusiler veya yahudiler veya
bazı krallar tarafından yapıldığına dair birçok rivayet nakledilmiş ise
de Kur'ân bunları belirleme maksadı taşımadığından, sadece nitelikleri
ve fiilleriyle zikr olunmuşlardır.
Ebu Hayyan
der ki: Müfessirler Ashab-ı Uhdud hakkında
on'dan fazla görüş belirtmişlerdir. Her görüşün de bir uzun kıssası
vardır. Biz onları bu kitabımıza yazmak istemedik. Hepsinin kapsadığı
mânâ şudur: Kâfirlerden bir takım kişiler yerde hendekler açtılar ve
bunlarda ateş yaktılar. Müminleri bu ateşlerin karşısına diktiler.
Dininden döneni bıraktılar, imanda ısrar edeni yaktılar. Ashab-ı Uhdud
müminleri yakanlardır.
Kaffâl de
tefsirinde şöyle der: Ashab-ı Uhdud kıssasında
değişik rivayetler zikretmişlerdir. Bununla beraber içlerinde sahih
denecek derecede bir şey yoktur. Ancak bu rivayetler şu noktada
birleşmişlerdir ki müminlerden bir topluluk, kavimlerine karşı yahut
kendilerine hakim olan kâfir bir krala muhalefet etmişler, o da bunları
içi ateş dolu hendeğe attırmıştır. Ve zannederim ki, demiş, bu olay
Kureyşliler arasında meşhur idi. Yüce Allah bunu Resulünün ashabına
anlatarak dinleri hakkında karşı karşıya kaldıkları eziyetlere sabır ve
tahammül etmeleri gerektiğine dikkat çekmiştir. Çünkü haberlerde meşhur
olduğu üzere Kureyş müşrikleri müminlere eziyet ediyorlardı."
Bu konuda
hadisçilerin en ziyade tercih ettikleri
rivayet Müslim, Tirmizî Nesai ve daha bazılarının Süheyb yoluyla Hz.
Peygamber (s.a.v.)'den merfu olarak rivayet ettikleridir ki, Tirmizî
buna sade "garib bir hasen hadistir" demiş, sahih dememiştir. Onun için
biz de yalnız Kur'ân'ın açıklamaları ile yetinelim: Hangi kavimden
olursa olsun, Ashab-ı Uhdud lanetlendiler.
6.
O vakit ki onlar ateşin üzerine oturmuşlardı. Yani
etrafına toplanmışlar, karşısından seyrediyorlardı. Bu durum kendi
haklarında daha sonra felaketi gerektirmiş olduğuna işaret için bizzat
ateşin üzerine oturmuşlar gibi tasvir olunmuştur.
7.
Onlar, müminlere yaptıklarına karşı şahit de
oluyorlardı, öyle katı yürekli kâfirler idi ki, hem müminleri ateşe
atıyorlar, hem de o feci durum karşısında oturup seyretmekten zevk
alıyorlardı. Yahut diğer bir mânâ ile: Müminlere yaptıkları kendi
başlarına geçmiş, o azabı kendileri de görmüşlerdi.
8
. "Acaba o müminler ne yapmışlar, onları bu derece
intikama sevk edecek neler yapmışlar da kızmışlardı?" denirse onlardan,
(o beğenmedikleri müminlerden bu derece) kızdıkları şey de başka değil,
ancak Allah'a iman etmeleri idi. Mazi siğasıyla buyrulmayıp da muzari
(geniş zaman) kipi ile buyrulması, ileriye doğru imanda ısrarlarına
işarettir. Yani o müminler kızılacak, kendilerinden intikam alınmaya
kalkışılacak başka bir şey yapmıyorlar, ancak Allah'a inanıyorlar ve o
iman ile gitmek istiyorlardı. O Allah ki Aziz, bütün yücelik ve kuvvet
onun, kimse onun yücelik ve kuvvetine karşı gelemez, Hamid, bütün hamd
onun, kimse onun karşısında hamd ve saygıya layık olamaz.
9.
O ki bütün göklerin ve yerin mülk ve saltanatı hep
onun, hepsinde dilediği gibi işini yürütür. İşte o müminler ancak o
Allah'ın mülküne, izzetine ve gücüne, onun hamde layık olduğuna
inandıkları ve bu imanlarında devam etmek istedikleri için o Ashab-ı
Uhdud (hendek sahipleri) onlara kızıyor ve yaptıklarını yapıyorlardı.
Oysa Allah herşeye şahittir. Herşeyin yanında hazır ve görücüdür.
Bu cümle,
yalnız son âyete değil, "Müminlere
yaptıklarını seyrediyorlardı." âyetine kadar hepsinin eki ve devamı
olarak müminlere bir vaad ve onlara işkence edenlere bir tehdittir.
Çünkü her şeye şahit olan yüce Allah her iki tarafın da yaptıklarına
şahittir. Ve ona göre yaptıklarının karşılığını verir demek olur. Onun
için bu cümlenin müstakil bir cümle olduğuna dikkat çekmek üzere "oysa
o" diye zamir ile yetinilmeyip Allah'ın adı açıkça söylenmiştir. Bundan
bu şekilde kısa ve toplu olarak anlaşılan tehdit ve vaad şu âyetlerle
açıklanıp detaylı olarak sunuluyor. "O kimseler ki". Bu, hem ilâhî
şahitliğin hükmünü açıklama, hem Ashab-ı Uhdud'un lanetlenmesinin daha
genel bir büyük önerme ile illetini gösterme, hem de yeminin cevabını
açıklama makamındadır. Yani, haberiniz olsun, o kimseler ki:
10.
Mümin erkek ve kadınlara fitne yapmışlar,
imanlarından çevirmek için onlara bela olmuş, sıkıntı ve eziyet
vermişler, "Sonra da tevbe etmemişlerdir". Bundan dolayı "onlara
muhakkak" "cehennem azabı vardır". Bu, küfürlerinin, inkâr etmelerinin
karşılığı olan azaptır. Ve onlara yangın azabı vardır. Bu da gittikçe
yayılması itibarıyla bir yangına benzeyen fitnelerinden dolayı
kendilerini saracak olan diğer bir ateş azabıdır.
11.
Buna karşılık "İman edip iyi iş yapanlar için
altından ırmaklar akan cennetler vardır. İşte büyük kurtuluş budur".
FEVZ-İ
KEBİR, büyük kurtuluş, büyük murattır. Razî der
ki: Ashab-ı Uhdud kıssası ve özellikle bu âyet şunu gösterir: Öldürülme
tehdidi ile küfre zorlanan kişinin yapması gereken en uygun iş
korkutulduğu şeye karşı sabretmektir. Ve o halde "Ancak kalbi iman ile
yatışmış olduğu halde zorlanan hariç." (Nahl, 16/106) âyetini delil
göstererek açıktan küfür sözünü söylemek ruhsat gibidir. Yalancı
Müseylime Hz. Peygamber (s.a.v.)'in ashabından iki zatı yakaladı.
Birine, "Benim, Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?" dedi. O
zât, "evet" dedi.
Bunun
üzerine Müseylime onu bıraktı. Diğerine de aynı
soruyu sordu, o ise, "hayır, sen yalancısın" dedi. Böyle diyeni de
öldürdü. Resulullah (s.a.v.) da buyurdu ki: Bırakılan ruhsat yolunu
tercih etti. Onun için "Ona bir beis yok". Öldürülen ise fazileti aldı.
"İşte ona mübarek olsun." (Kehf Sûresi'ndeki "Onlar sizi ele
geçirirlerse sizi taşlarlar yahut zorla dinlerine döndürürler. Bu
takdirde ebediyyen kurtulamazsınız."(Kehf, 18/20) âyetinin tefsirine
bkz.)
12.
Bu vaad ve tehdidi daha çok vurgulamak ve
desteklemek için buyruluyor ki: Kuşkusuz Rabbinin yakalaması çok
çetindir. Ey Muhammed!
BATŞ, şiddet
ve kabalıkla sert bir şekilde tutmak
demektir. Böyle iken ayrıca bir de "şiddetli, çetin" sıfatıyla
nitelenmesi, o şiddetin olağanüstü derecede olan dayanılmazlığını
anlatmak içindir. Maksat yüce Allah'ın zorba ve zalimleri sorguya çekip
cezalandırmadaki kudretinin şiddetini ifade etmektir. Ki bu, tehdidi
vurgulamaktadır.
13.
Zira ilk yaratan ve sonra da tekrar yaratacak olan
ancak odur. İlk yaratmayı da, yeniden hayat vermeyi de o yapar. Onun
için onun yakalaması, yaratıklardan hiçbirinin yakalamasına benzemez,
son derece şiddetlidir. Çünkü yaratıkların yakalaması ne ilk, ne de
sonradan yaratma hususunda etkili ve hakim olamaz. Dolayısıyla Allah'ın
azabı kulların azabı ile karşılaştırma kabul etmez.
İbnü Zeyd ve
Dahhak şöyle demişlerdir: Allah yaratışı ta
başlangıçtan yapar.
Sonra da
kıyamet günü haşr ile iade eder. İbnü Abbas'tan
rivayet edilen diğer bir mânâ ile her ilk yaratılanı o yaratır, her
yeniden yaratılanı o yeniden yaratır. Başka birinin etki ve müdahalesi
olamaz. Bu nedenle onun yakalaması son derece şiddetlidir. Yine İbnü
Abbas'tan şöyle bir mânâ rivayet edilmiştir: Kâfirlere azap etmeye
başlar, sonra da iade eder. Cehennem ateşi onları yer, nihayet kömür
olurlar. Sonra da onları yeni bir yaratılışla yeniden yaratır. Bu mânâ,
"Derileri piştikçe azabı duysunlar diye kendilerine yeni yeni deriler
vereceğiz." (Nisa, 4/56) âyetinin ifade ettiği mânâ olmalıdır.
Diğer bir
mânâ ile, Allah o sorguya çekip cezalandırmayı
dünyada yaptığı gibi ahirette de yapar. Ashab-ı Uhdud (hendek ashabı)
gibi zorba ve zalimlerin yaptığı yakalama ve işkence, "Senin bu dünyada
hükmün geçer." (Tâhâ, 20/72) âyetinin ifade ettiği mânâca yalnız
dünyada kalır. Ölüm ile ondan kurtulunur. Fakat ölmekle Allah'tan
kurtulunmaz. Onun yakalaması dünyadan ahirete, şiddetten şiddete
sonsuza kadar devam edip gidebilir.
14.
Bununla beraber son derece bağışlayıcıdır o. Bu da
vaadi vurgulamakta ve tehditteki kaydının faydasına işaret etmektedir.
Çok sevendir, çok sevgili veya çok sevimlidir. Muhabbet ve sevgi
mânâsına "vüdd" kökünden türetilmiş olan vedûd, bu sıga (kip)nın ism-i
fail mânâsı ifade etmesine göre "çok seven" mânâlarına gelebilir.
İkisiyle de tefsir edilmiştir. Fakat "gafur" kelimesine uygun düşen ilk
mânâdır.
15.
Yani ihsanı çok Arş'ın sahibi, maliki, yahut bütün
evrenin mülk ve saltanatın sahibidir, uludur, zat ve sıfatlarında
büyük, şanı yücedir. Çünkü varlığı vacip, bütün olgunluk isim ve
sıfatlarını kendinde toplamıştır.
16.
"İstediğini yapandır". Ne isterse dilediği gibi
yapar da yapar. İradesi hiç şaşmaz. Bu nedenle vaadini ve tehdidini
yerine getireceğinde de asla kuşku yoktur. Yok etmek istediklerini
muhakkak yok eder. Kurtuluşa erdirmek istediklerini de kesinlikle
kurtuluşa erdirir.
17.
"Orduların haberi sana geldi mi?". Bu soru, sorulan
şeyin vuku bulduğunu anlatmak için sorulmuş bir sorudur. Yüce Allah'ın
her isediğini yapıcı olduğunu ve yakalamasının şiddetini misal ile
anlatmak ve düşmanlarına karşı Resulullah (s.a.v.)'a yardım vaad etmek
suretiyle teselli vermektir. CÜNÛD'dan maksat, peygamberlere karşı
toplanmış olan ordular, gruplardır.
18.
Yani Firavun ve Semud kavmi gibiler ki bunların
kıssaları, Allah'a ve Resullerine karşı inkâr ve taşkınlıkları ve
Allah'ın onları ordularına ve kuvvetlerine rağmen nasıl tutuverip de
yok ve azap ettiği Kur'ân'ın birçok yerinde anlatılmıştır. İmanı
olanlar bundan ibret alırlar.
19.
Fakat inkâr edenler bir yalanlama içinde bocalayıp
durmaktadırlar. Bu, çağdaş kâfirlerin halini beyana geçmek içindir.
Yani, bunlar anlatıldığı halde kâfirler hala yüce Allah'ın kuvvet ve
kudretine ve Kur'ân'ın vaad ve tehdit yollu açıklamalarının
gerçekliğine inanmıyorlar, o büyük kurtuluşa ermek istemiyorlar da
"bunlar yalandır, asılsızdır" diye bir yalanlama sevdası içine
dalmışlar, sonlarının kötülüğünü düşünmüyorlar.
20.
Oysa Allah arkalarından kuşatmış, kitaplarını
arkalarından verecek, onun ilim ve kudretinden çıkıp kurtulmalarına
imkan yok.
21.
Hayır öyle değil. Bu, evvelkine benzer olarak
onların inkâr ve yalanlamalarını reddetmek için Kur'ân'ın şanını
açıklamaya geçişi ifade eder. Yani, kâfirler yalanlıyorlar ama, o, yani
bunları anlatan kitap yüksek şanlı bir Kur'ân'dır. Kitaplar içinde
şerefi, şanı en yüksek; üslubu hepsinden yüce, kapsadığı mânâlar yalan
ve töhmetten arınmış, dolayısıyla inanılarak okunup amel edilmesi
gerekli olan bir kitaptır.
22.
Bir
Levh-i Mahfuz'dadır, Allah'ın koruması sayesinde
bozulmaktan, yalnışlıktan korunmuş bir Levh'te sabit olup koruma
altındadır.
Bu "Levh,"
şeriat lisanında meşhur olan "Levh-i
Mahfuz"dur ki Yasin Sûresi'nde "Biz her şeyi apaçık bir kütükte
saymışızdır." (Yâsin, 12)
buyrulduğu üzere
her şeyin yazıldığı
varlık sahifesidir. Bunun da aslı, Ümmü'l-kitap (kitabın anası) olan
Allah'ın ilmidir.
|