|
Elmalı Tefsiri
1. Değildi,
o
küfredenler kitap ehli ve müşriklerden.
(Min) teb'îzıyye veya beyâniyye, mahzûfe müteallık olup, yahut
takdirinde
zarf-ı müstekar, o küfredenlerin hali veya sıfatıdır. Bu iki kısımdan
kâfirler
veya iki kısım kâfirler ki, bazısı kitap ehli, bazısı müşrik, yahut hem
kitap ehlinden, hem de müşriklerden olan kâfirler demek olabilir. Zira
"vav"ın atf-ı rabıttan sonra da, önce de olması mümkündür. Bu üçüncü
takdirde
bilhassa kitap ehlinden oldukları halde Allah'a çocuk isnad etmek veya
teşbihe kail olmak gibi herhangi bir vechile açık veya gizli şirke kail
olanlar kastedilmiş olur. Üçüncü âyette yalnız kitap ehli
zikredilmesine
bu mânâ daha çok yakındır. Kitap ehli yahudi ve hıristiyanlardır.
Burada
kitap
ehli adıyla ifade edilmeleri,
bunlar içinden Allah'a küfredenlerin küfürleri, yani Kur'ân'a ve
Resulullah'a
iman etmemeleri, mensub oldukları kitaplarına, Tevrat'a ve İncil'e de
küfür
mânâsında olduğuna işaret etmek içindir. Müşrikler, Allah Teâlâ'ya
putlardan
veya başkasından her ne şekilde olursa olsun şirk itikad edenler, yani
Allah'tan başkasına ilâhlık isnad edenlerdir ki, puta tapanlardan daha
geneldir. Allah'ın zatının birden fazla olduğuna kanaat eden her çeşit
"politeiste"lere ve Allah'ı tanımayıp "Ben sizin en büyük Rabbinizim".
(Nâziât, 79/24) ve "Ben, sizin için, benden başka bir ilâh
tanımıyorum."
(Kasas, 28/38) diyen Firavun gibi tek şekilde olsun arzularını ilâh
edinen
veya Allah'tan başka herhangi bir şeye tek başına veya ortaklaşa
tanrılık
payesi verenlerin hepsini içine alır. Çünkü Allah Teâlâ zatında hak
mabud
olduğu için, ondan ilâhlığın yok edilmesine imkân olamayacağı için
O'ndan
başka herhangi bir şeye, gerek ortaklık ve gerek yalnız başına tanrılık
isnad etmek aslında şirktir. Zatın birliği ile beraber sıfatın çokluğu
şirki gerektirmez. Şirk ancak Allah'ın zatında küllî veya cüz'î çokluk
inancındadır. Onun için üç zat demek olan "ekânim-i selâse" (üç
asıl)nin
birliği şeklinde iddia edilen teslis (üçleme) birlemesi, gerçekte
tevhid
(birleme) değil, zatın hem çokluğu, hem tekliği davasını içerdiği için
hem şirk, hem çelişkidir. Burada, 'nin elif-lâmı, cins için olarak
gerek
puta tapıcı ve gerek diğer bütün müşrikleri içine alır. Gerçi bazıları
"ahde" yorarak puta tapanlara tahsis etmişler. Çünkü Mekke ve Medine
ile
etrafında bulunan Arap müşrikleri putlara tapıyorlardı. Burada
kastedilen
de onlardır demişlerse de akid mânâsının daha önce "küfredenler"de
düşünülmesi
yeterlidir. O pis kâfirler, bütün kitap ehli ile bütün müşrikler cinsi
içinden bazıları olmuş olur. Böyle kitap ehli cinsi ile müşrikler cinsi
içinden küfretmiş olan kâfirler, yahut kitap ehlinden olmakla beraber
müşrik
olan o kâfirler Kendilerine beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildi.
Yani bulundukları o hallerinden ayrılacak, ayırtlaşacak değillerdi.
MÜNFEKKÎN
, ,
'ün haberidir. "Hatta" da ona
müteallıktır.
2. BEYYİNE:
Malumdur ki, nur gibi kendisi
beyyin, yani gayet açık olup da başkasını da beyan eden, açıklayan
demektir.
Onun için davacının davasını açık bir şekilde beyan ve isbat eden
şahide,
sağlam, açık delile ve mucizeye beyyine denir. Burada da hakkı beyan ve
isbat edecek açık ve kesin delil veya mucize demektir ki, maksadın ne
olduğu
şununla açıklanmıştır: Allah'dan bir Resul beyyineden bedeldir. Yahut
"o,
Resuldür" takdirinde mahzuf mübtedanın haberi olarak beyyineyi
tefsirdir.
Yani Allah tarafından peygamberlik göreviyle gönderilmiş bir peygamber
gelinceye kadar ayrılacak değillerdi. Öyle bir Resul ki mutahher, yani
tahriften, töhmetten, yanlışlıktan, bâtıl şüphesinden uzak, kirli eller
dokunmaz, "Ona tertemiz olanlardan başkası dokunamaz." (Vâkıa, 5679)
âyeti
delaletince gayet temiz sahifeler okur. (Abese Sûresi'nde geçen 13-16.
âyetlere bkz.) Öyle temiz sayfalar ki
3.
onlardadır
bütün kıymetli kitaplar, yani
doğru sabit kitaplar, bozulmaz, devamlı hak yazıları o temiz sayfaların
içindedir. Ki bunlar işte o "oku" diye okunması emrolunan Kur'ân
sayfaları,
Kur'ân sûreleridir. O kâfirler, böyle temiz sayfalar okuyacak bir Allah
Resulü gelinceye kadar bulundukları hâl ve vaziyetten, din ve inançtan
ayrılacak değillerdi. Öyle bir beyyine gelmedikçe tamamen hak ve tevhid
dinini bilip de yerleşecek ve hallerini değiştirecek bir durumda
bulunmuyorlardı
ve bunda özürlü olabilirlerdi. Çünkü "Biz, bir peygamber göndermedikçe
kimseye azap etmeyiz." (İsra, 17/15) âyeti bunu bildirmektedir. Fakat
öyle
bir beyyine (açık delil), bir Allah Resulü geldikten sonra küfre sapıp
da eski hallerinden ayrılmamakta ısrar etmelerine hiçbir sebep ve
mazeret
olamazdı. Ve işte onun için böyle bir Resul gönderilmiş ve Kadir gecesi
o Kur'ân indirilmiştir.
4. Fakat
o
kendilerine kitap verilenler, yani
o kitap ehli veya bilhassa onların bilginleri olan okur yazar takımı
ancak
kendilerine o beyyine (apaçık mucize) geldikten sonra ayrıldılar,
ayrılığa
düştüler. Kimisi o beyyineye, o Resule iman ettiği halde, kimisi küfre
sapıp eski hallerinde kalmakta ısrar ederek tefrika (ayrılıkçılık)
çıkardılar.
O beyyine karşısında cahiller ve müşrikler için bile mazeret
kalmamışken,
kitap verilmiş olanların hiçbir mazereti kalmadığı ve yalnız kendi
istek
ve inatlarından dolayı küfür ve ayrılıkçılığa saptıkları ve bundan
dolayı
beyan olunacağı üzere puta tapıcılar gibi cehennem azabını hak etmeleri
bu şekilde şüphesiz olarak ortaya çıkmış oldu.
Fahreddin
Râzî tefsirinde bu üç âyet hakkında
der ki: "Vâhidî, Kitâbü'l-Basît'de: Bu âyet Kur'ân'daki âyetlerin,
gerek
nazım ve gerek tefsir itibarıyla en zorudur ve büyük bilginlerden bir
kısmı
bunda sendelemiştir, demiş, fakat zorluğun nasıl olduğunu
özetlememiştir.
Ben derim ki, zorluğun şekli şudur: Âyetin takdiri: O küfredenler,
kendilerine
Allah'tan Resulü olan beyyine gelinceye kadar ayrılacak değildiler,
demektir.
Sonra ayrılıkları neden dolayıdır, Allah Teâlâ onu zikretmemiştir.
Lakin
kastedilen, bulundukları küfür halinden demek olduğu malumdur. Şu halde
takdir: "Küfredenler, apaçık bir delil olan o Resul gelinceye kadar,
küfürlerinden
ayrılıcı değillerdi." demek olur. Sonra da "hatta", intihâ-i gayedir. O
halde bu âyet şunu gerektirir ki, o Resul gelince, onların
küfürlerinden
ayrılmış olmaları lazım gelir. Bundan sonra da "Kendilerine kitap
verilenler,
ancak açık delil geldikten sonra ayrılığa düştüler." buyurulmuştur. Bu
ise o Resul gelince, onların küfürleri artmış olmasını gerektiriyor.
İşte
bundan dolayı iki âyet arasında görünüşte bir zıtlık var gibi
görünüyor.
İşte benim kanaatime göre müşkülün sonu budur. Buna cevap ise birkaç
şekildedir:
BİRİNCİSİ
ve
en güzeli "Keşşaf" sahibinin
özetlediği vecihtir. Şöyle ki: Kitap ehli ve puta tapıcı iki fırkadan
kâfirler,
Peygamberimizin gönderilmesinden önce diyorlardı ki: Biz bulunduğumuz
dinimizden
ayrılmayız, onu terketmeyiz, ta o Tevrat ve İncil'de yazılı vaad
edilmiş
olan peygamber gelinceye kadar ki o peygamber Muhammed aleyhisselâmdır.
Allah Teâlâ önce onların o sözlerini hikâye etmiş, sonra da
"kendilerine
kitap verilenler ayrılmadılar" buyurmuştur. Yani onlar, o peygamber
geldiği
zaman hak üzerinde ittifak ile bir kelimede toplanmak vaad ediyorlardı.
Sonra da haktan asıl ayrılmaları ve küfürde kararları o Resul gelince
oldu,
demektir ki, bunun kelamda benzeri fakir bir fâsık kendisine öğüt veren
vâize: "Allah bana bir zenginlik verinceye kadar, ben bu halden
ayrılmam"
demiş, sonra da Allah ona zenginlik vermiş, fakat o bunun üzerine
kötülüğünü
daha çok artırmış. O zaman o vaiz de ona: "Sen zengin oluncaya kadar
kötülükten
ayrılmayacaktın, halbuki başını asıl zengin olduktan sonra kötülüğe
daldırdın."
demiş olması gibidir ki, bu sırf onu azarlama ve susturmak için önceki
sözünü hatırlatması demektir. Bu cevabın neticesi şu olur: "Kitap
ehlinden
ve müşriklerden (Hakk'ı) tanımayanlar, kendilerine apaçık delil
gelinceye
kadar inkârlarından ayrılacak değillerdi." sözü onlardan hikâyedir.
"Kitap
ehli, ancak kendilerine apaçık delil geldikten sonra ayrılığa
düştüler."
sözü de vâki olan haber vermedir. Mânâ da "Onlar vaadlerinde
durmadılar,
dediklerinin tersi oldu." demektir.
İKİNCİSİ:
"O
kâfirler kendilerine o apaçık
delil gelince de küfürlerinden ayrılacak değillerdi." mânâsındadır.
Kâdî
Abdülcebbâr böyle demiş, fakat lügatta "hatta"nın bu mânâsı olmadığı
söylenmiştir.
ÜÇÜNCÜSÜ:
"Münfekkîn" küfürden ayrılmaya değil,
"beyyine" (apaçık delil) olarak gelecek Peygamber'in iyiliklerini ve
faziletlerini
anmaktan ayrılmadıkları mânâsına olmalıdır. Yani Muhammed (s.a.v.)
gelinceye
kadar onun üstünlüklerini anmaktan ayrılmıyorlardı. Fakat O gelince
ayrıldılar,
her biri bir görüş söyler oldular demektir ki, bunun benzeri Bakara
Sûresi'nde
geçen "Daha önce, müşriklere karşı bir zafer kapısının açılmasını
istiyorlardı,
işte bu bildikleri kitap onlara gelince, ona inanmadılar." (Bakara,
2/89)
âyeti olur.
DÖRDÜNCÜSÜ:
Peygamber gelinceye kadar küfürden
ayrılmayacaklardı demektir. "Hatta" kelimesi de o geldikten sonraki
halin,
öncekinin tersine olmasını gerektirir, nitekim olay da böyle olmuştur.
Çünkü hepsi o küfürde kalmadılar, bir kısmı mümin, bir kısmı da kâfir
oldular.
Bu kadarı da "hatta"nın delaletiyle amel etmeye yeterlidir.
BEŞİNCİSİ:
Peygamber'in gönderilmesinden önce
kâfirler küfürlerinde tereddütsüz idiler. Bulundukları dinin hak
olduğuna
kesin olarak inanıyorlar, ondan ayrılmıyorlardı. Yahudi, yahudiliğinde;
hıristiyan hıristiyanlığında; müşrik puta tapıcılığında, hasılı her
biri
kendi dininde kalmak, ondan ayrılmamak azim ve itikadında ittifak
etmişlerdi.
Fakat Resulullah (s.a.v.) gönderilince alışmış, yapışmış oldukları eski
dinleri hakkında azim ve inançları sarsıldı ve önceki fikir ve
kanaatleri
perişan oldu. Her biri kendi dininde, mezhebinde, davasında
sarsıldılar,
ayrılmaya başladılar. Bununla beraber tamamen imana da gelmediler,
kimisi
iman ettiyse de, kimisi de etmedi. Ayrıcalık çıkardılar, böyle eski
dinlerinin
çürüklüğünü anlamış oldukları halde o Resul'e iman etmeyip de ayrıcalık
yapan kitap ehlinin bu ayrılıkları ilimsizlikten, delilsizlikten dolayı
şek ve şüpheye bir hakları olduğu için değil, kendilerine apaçık delil
geldikten ve Hak ortaya çıktıktan sonra yalnız arzu ve inatlarından
dolayı
oldu. Birinci âyette infikâk (ayrılmak), sonrakinde tefrika
denilmesinde
bu mânâya bir işaret vardır. Çünkü infikâk: Bir şeyin bir şeyden
ayrılması
ona yapışmış iken kopup ayrılması demektir. Tefrika da dağılmaktır. Bu
suretle de Peygamberin gönderilmesinden sonraki hâl öncesine
benzememiştir.
Bu da "hatta"nın mefhumudur. Râzî, bu beş şekli hikâye ve beyan etmiş
olmakla
beraber, tercih edilen görüş, birinci vecih olduğunu da hatırlatmıştır.
Ancak birinci vecihte ayrılmanın müteallakını "küfürlerinden
ayrılmışlar"
diye küfür lafzıyla takdir etmiştir.
"Keşşaf"
sahibi ise lafzıyla takdir etmiş.
Birinci âyetin mânâsının neticesi: "Onlar apaçık delil gelmedikçe
dinlerine
yapışacaklar, onu bırakmayacaklardı", demek olduğunu söylemiştir.
Müşkülün
halledilmesi açısından maksat bir olmakla beraber "Keşşaf"ın ifadesi
daha
incedir. Üçüncü, dördüncü, beşinci vecihlere de ihtimali vardır.
Ebu's-Suud
ve daha birçokları da "Keşşaf"ın birinci vechi üzerinde yürümekle
beraber,
infikâkın müteallakını daha önce üzerinde bulundukları şey "üzerinde
bulundukları
şeyden" diye takdir etmişler ve bunu o vaad ile tefsir ederek şöyle
demişlerdir:
Yani daha önce üzerinde bulundukları haldir ki ahir zamanda
gönderilecek
Resul'e iman ve Hakk'a uyacaklarına dair vaad ve yerine getirmeye
azimleridir.
Kitap ehlinden bu vaadin vuku bulmasında şüphe yoktur. Hatta onlar
onunla
Allah'tan fetihler diliyorlar. "Allahım bize fetih nasip et, ahir
zamanda
gönderilen peygamber hürmetine bize yardım et!" diye dua ediyorlardı ve
müşriklerden olan düşmanlarına karşı: "Bizim dediğimizi tasdik edecek
bir
peygamberin çıkması zamanı yaklaştı. Biz onunla beraber olup sizi Âd ve
İrem kavimleri gibi öldüreceğiz." diyorlardı. Müşriklerin o vaadde
bulunduğuna
gelince gerek ki kitap ehlinden yayıldıktan sonra onların da sonradan
gelenleri
onun sıhhatine inanarak o vaadde bulunmuş olsunlar. Nitekim böyle
olduğuna
şu da şahitlik eder ki Resulullah (s.a.v.) hakkında gidip kitap ehline
soruyorlar: Bu sizin kitabınızda anılan mıdır? diyorlardı. Bu suretle
hepsi
o peygamber gelinceye kadar o vaad ve azimden ayrılmadılar. Fakat o
geldikten
sonra kitap ehli küfre saparak bozgunculuk çıkardılar.
Bunun
özeti:
O kâfirler peygamber gelinceye
kadar bulundukları durumdan ayrılmadılar ve ayrılmamaları lâzım
gelirdi,
fakat ayrıldılar, demek oluyor. Gerçekte infikâkın müteallakı, onların
bulundukları hâl olması daha açıktır. Ancak bunu o vaad ve azim ile
tefsir
etmek Bakara Sûresi (2/89) âyetine uygun olsa da müşrikleri içine
alması
itibarıyla biraz dolambaçlı geliyor ve bundan maksat, bulundukları
dinleri
veya küfürleri olması daha açık görünüyor. Bundan ise ayrılmamaları
değil,
tersine ayrılmaları istenir olması gerekir. Çünkü ayrıcalığın sebebi
odur.
Beyyine (apaçık delil)nin de gelmesi ona karşıdır. Bu sebeple bunu bu
esas
üzere, yani bulundukları halden ayrılmak mânâsına olarak yukarıda izah
ettiğimiz diğer bir vecihle anlamak gerek. "Hatta"nın gayesinin mefhumu
ile müşkülün halli ve gerek nazmın siyak u sibakı (altı üstü itibarıyla
uygunluğu) açısından bize daha açık görünmüştür. Zira Maide Sûresi'nde
de geçen "Ey kitap ehli, gerçeği açıklayan elçimiz, peygamberlerin
arası
kesildiği bir zamanda, bize bir müjdeci ve uyarıcı gelmedi
diyemeyesiniz
diye, size geldi." (Maide, 5/19) âyeti gereğince Resulullah'ın
gönderilmesinden
önceki zaman dinlerin tahrif ve karmakarışıklığa uğradığı, puta tapanla
tapmayanın karıştığı ve hak ile batılın seçilemez bir hale geldiği
fetret
zamanıdır. Fetret zamanları ise "Biz, bir peygamber göndermedikçe
kimseye
azap edecek değiliz." (İsra, 17/15) hükmüne göre sorumluluk yönelmeyen
bir mazeret zamanı demektir. Böyle bir zamanda Hakk'ı batıldan
ayırdettirecek
kesin ve açık bir delil gelinceye kadar iman ve küfür hükümleri tayin
edilemeyeceği
ve bir susturucu delil bulunamayacağı cihetle herkesin bulunduğu hâl
üzere
kalması, yani istishâb kaidesi asıl olur. Beşeriyetin böyle Hak ve
batılı
seçemeyecek bir fetret ve zulmet içinde kaldığı zamanlardır ki Allah
tarafından
peygamberler gönderilerek hak ve vazife yolu aydınlatılmış ve ona göre
mümin ve kâfir ayırd edilerek sorumluluk hükmü tatbik edilmiştir. İşte
sûresinin arkasından o nüzul hikmetini beyan siyâkında bu Beyyine
Sûresi
de peygamber gelinceye kadar olan fetret zamanının hükmünü beyan ile
başlamış
ve "kütüb-i kayyime" (kıymetli kitaplar)yi içeren, tertemiz sayfalar
olan
Kur'ân'ın indirilmesiyle ilâhî delil olan Resulullah'ın
gönderilmesinden
önce kitap ehlinden ve müşriklerden olan kâfirler, bulundukları
hallerinden
ayrılmamakta mazeret sahibi olsalar da hak dini beyan eden bu delil
geldikten
sonra özellikle kitap ehlinin buna iman etmeyip de önceki hallerinde
kalmak
için ayrılıkçılık yapmaları katıksız küfür ve bundan dolayı azaba hak
kazanmalarını
gerektirdiğini anlatmıştır. Şu halde mânâ o küfredenler, küfürlerinden,
dinlerinden, âdetlerinden ayrılacak durumda değillerdi. Çünkü
kendilerine
hakkı beyan edecek olan o apaçık delil henüz gelmemişti. Fetret
zamanında
bulunuyorlardı. Onun için onlara hak ve hayrı anlatacak kesin bir delil
olmak üzere bu kitap indirilerek peyderpey okumak üzere Allah
tarafından
o Resul gönderildi, o geldikten sonra ise müşriklerden önce kitap ehli
olanların ona iman edip önceki yanlış hallerinden vazgeçmeleri, hakka
karşı
ayrıcalık yapmamaları gerekirdi. Halbuki onlar öyle yapmadılar, o
Resul'e
karşı anlaşmazlığa düştüler, puta tapanlar gibi inkâr ettiler. Böyle
anlaşmazlığa
düşmeleri ve bu şekilde inkârları da başka bir sebebe dayalı değil,
sırf
o delil kendilerine geldikten sonra sırf düşmanlık ve inatlarından ve
eski
hallerinden ayrılmak istememelerinden doğdu.
5. Halbuki
onlar, o kendilerine kitap verilmiş
olanlar öteden beri başka bir şey ile değil ancak şununla
emrolunmuşlardı
ki yalnız Allah'a ibadet etsinler, gerek önceki kitaplarında, Tevrat ve
İncil'in esasında ve gerek bu Kur'ân ile emredildikleri görevleri bu
idi
ki, başka bir niyet ve maksada hizmet etmesinler, ancak Allah'ı mabud
tanısınlar,
O'na ibadet ve kulluk etsinler, o şekilde ki dini ona halis kılarak,
hiçbir
şirk şüphesi karıştırmaksızın şu veya bu gayeye âlet etmeksizin saf ve
temiz niyet ve ihlas ile ancak O'na yönelerek ve tahsis ederek,
hanifler
olarak, yani batıl inançlardan, eğri ve yanlış fikir ve ahlâktan
sıyrılıp,
daima hakka, doğruluğa meyleden hakka tapan müslim, muvahhid (Allah'ı
birleyen)
olmak suretiyle dini Allah için halis kılarak Allah'a ibadet etsinler,
ecir ve mükâfatı O'ndan beklesinler.
Yukarılarda
da defalarca geçtiği üzere "hunefâ"
kelimesi "hanîf" kelimesinin çoğulu olarak İslâm'ın inanç, ahlâk ve
sosyoloji
itibarıyla ayırıcı bir vasfını göstermektedir. Çoğunlukla hanîf, Hz.
İbrahim'in
milleti olarak "Dosdoğru, Allah'ı birleyici olarak İbrahim dinine uyun.
O, puta tapanlardan değildi." (Âl-i İmran, 3/95) gibi müşriklere
karşılık;
bazan da "Allah'a ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenlerden
olun."
(Hacc, 22/31) âyetinde olduğu gibi mutlak olarak; bazan da burada
olduğu
gibi tevhid ve ihlas ile dinde barış ve doğruluğu pekiştirme ve
yerleştirme
hususunda zikrolunmuştur. Bütün bunlardan anlaşılan haniflik, Hz.
İbrahim'in
din ve milletinin vasfı olmakla beraber yalnız ona mahsus değil,
genellikle
puta tapıcılığın zıddı olarak bütün peygamberlerin milleti olan tevhid
ve ihlas dininin adı olmasıdır. Onun için Şehristânî "el-Milel
ve'n-Nihal"de
hanifleri bütün puta tapıcıların karşıtı olmak üzere genel mânâsıyla
Sâbiîlere
karşı çıkartarak zikretmiştir. Genel mânâsıyla Sâbiîlik ise bütün
müşrikliğin
esası olan eski dindir. Şimdi bazı yeni eserlerde buna Seybele-Ceybele
dini denildiğini ve son zamanlarda "eski eserler" (âsâr-ı atika)
dolayısıyla
bahis konusu edilmeye başlayan eski Eti, yahut Hitit, yahut Hetler'in
de
bu zeybel, yani sabi dinine mensup olduklarını söylüyorlar. İşte
hanifler,
bütün bu şirk dinlerine karşı, dini Allah için tahsis etmek ve ancak
Allah'a
ibadet etmek üzere davet ve mücahedeyle görevli olan peygamberlerin
dinlerini
teşkil eden ve batıldan sakınıp Hakk'a meyleden tevhidçi
müslümanlardır.
Onun için Hacc Sûresi'nde "O pis putlardan ve yalan sözden kaçının.
Allah'a
ortak koşmadan, halis olarak Allah'ı birleyenler olun. Kim Allah'a
ortak
koşarsa o, sanki gökten düşmüş de kendisini kuş kapıyor veya rüzgâr onu
uzak bir yere sürüklüyor gibidir." (Hacc, 22/30-31) buyurulmuş olduğu
gibi
Şûrâ Sûresi'nde de "O size, dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana
vahyettiğimizi,
İbrahim'e, Musa'ya ve İsa'ya tavsiye ettiğimizi şeriat yaptı . Şöyle
ki:
Dini doğru tutun ve onda ayrılığa düşmeyin. Fakat kendilerini
çağırdığın
şey, Allah'a ortak koşanlara ağır geldi." (Şûrâ, 42/13) buyurulmuştur.
Bunların özeti ise haniflik, putlara tapma aşağılığından, günahtan,
sahte,
batıl inançlardan çekinerek Nuh'un, İbrahim'in, Musa'nın, İsa'nın ve
Muhammed
aleyhisselâmın yaptıkları gibi dini Allah için tevhid, ihlas ve
istikametle
doğrultmak ve onda ikilik çıkarmayıp daima doğrulukla toplanmaya
çalışmaktır.
"Hanif" kelimesinin türeyişi de bu mânâyı ifade etmektedir. Zira
"hanif",
hanef kelimesinden türemiştir. Tefsircilerin ve lügat ehlinin
açıklamasına
göre "hanef", meyletme ve doğru olma mânâlarını içine alır. Asıl hanef,
yanlışlıktan doğruya, eğrilikten istikamete meyletme mânâsına konmuş,
bazan
meyil, bazan da sadece istikamet mânâsına kullanılır. Ayağının ayası
veya
baş parmakları vahşiden ünsiye, yani içe doğru meyletmiş olan (düz
taban
olmayan) kimseye ahnef denilmesi ise tefe'ul (hayra yormak) için veya
iki
mertebe mecaz-ı mürseldir. Demek ki lügat bakımından da hanîf, daima
doğruluğa
meyleden demektir. Dinde doğruluk da "Hayır, kim işini güzel yaparak,
özünü
Allah'a teslim ederse, onun mükâfatı Rabbinin katındandır." (Bakara,
2/112)
buyurulduğu üzere muhsin (iyilik yapıcı) olarak ancak Allah'a yüz
tutmak,
"Rabbimiz Allah'tır diyen, sonra doğru olanların üzerine melekler
iner."
(Fussilet, 41/30) buyurulduğu üzere ancak Allah'ı Rab bilip,
fiillerinde
ve hareketlerinde ancak O'nun emir ve hükmüne tâbi olarak o iman üzere
doğrulukta yürümektir. Bundan dolayı çoğunlukla hanîfi, "hakka tapan
muvahhid"
(Allah'ı birleyici) diye tercüme etmeyi uygun görmüşüzdür. Bununla
beraber
tefsirciler daha bazı tarifler de nakletmişlerdir. Bu cümleden olarak
burada
hunefâ (hanifler) İbnü Abbas'dan, "hacılar" diye; Katâde'den, sünnetli
olanlar, ananın ve mahremler (evlenilmesi haram olanlar)in nikahını
haram
tanıyanlar diye; Rebî b. Enes'den: Namazda kıbleye dönenler diye;
Mücahid'den:
İbrahim aleyhisselâmın dinine tâbi olanlar diye rivayet etmişlerdir ki
hacc, hıtân (sünnet olma), kıbleye dönme, İbrahim dininin esaslarından
birisiyle tarif demek olduğundan buna ait demektir. Bunlardan başka Ebu
Kılâbe'den "Biz, Allah'ın peygamberlerinden hiç birisinin arasını
ayırmayız."
(Bakara, 2/285) âyeti gereğince peygamberlerin hepsine iman edenler
diye;
daha bazılarından da "dinin hepsini toplayanlar" diye nakil ve tarif
edilmiştir
ki, bu son ikisi de birbirine yakındır. Fakat bunların çoğu mânâ ile
değil,
doğru olan veya bazı havas itibarıyla tarif olduğu için tam tarif
değildir.
Ancak bazı cihetleri açıklamak için nakledilir. Tercihe değer tarif,
önce
açıkladığımız üzere bütün batıl inançlardan İslâm'a meyleden, dönen
diye
özetlenmiştir. Bütün peygamberlere iman ve her dini toplayıcı olmak da
bununla olur. İşte bütün kitaplar ve peygamberler, dini yanlış
inançlardan
temizleyerek "Allah katında muhakkak din İslâm'dır." (Âl-i İmran, 3/19)
olan Hak tevhid ve ihlas ile yalnız Allah'a ibadet etmek ve insanlığı
selamete
erdirmek için gönderilmişlerdir. Onun için kitap ehli de ta baştan
itibaren
bununla görevli olmuşlardı ki, Allah'a böyle samimi dindar, hanif
olarak
ibadet etsinler, ve namazı kılsınlar ve zekatı versinler ve işte bu üç
esas: samimi din ile Allah'a ibadet, namaz kılmak ve zekat vermek din-i
kayyimedir. Yani sabit ve payidar kalacak olan milletin dinidir. Diğer
deyimle yukarıda anılan "kıymetli kitapların", doğru, bozulmaz, sabit
hak
kitaplarının açıkladığı dindir. Demek olur ki bu üç esas, bütün Hak
dinlerin
hiç değişmeyen en sağlam esasıdır. Namaz ile zekat da imandan sonra
bütün
ibadetlerin esaslarının esasıdır. Diğerleri ayrıntıdır. Bunların edâ
şekilleri
itibarıyla açıklaması her peygamberin zamanına ve şeriatine göre
değişebilirse
de, asıl namaz ve zekat hepsinde sabittir. Şu halde din için mutlaka
bir
"ekanim-i selâse" (üç esas) prensibi tanımak gerekirse onu baba, oğul,
rûhu'l-kudüs diye mabudun zatında üçleme ile şirke saparak değil,
tevhid,
namaz, zekat diye iman ve amel esaslarında tanımak lazım gelir. Halbuki
o kitap verilenler bu doğru ve sabit dini ve bu emri tanımadılar, ihlas
ve tevhid ile Allah'a kulluk etmekten kaçındılar. "Onlardan sonra
yerlerine
öyle bir nesil geldi ki, namazı kaybettiler, şehvetlerine uydular."
(Meryem,
19/59) ölçüsünce şehvetlerinin arkasına düşerek namazı kaybettiler,
zekat
vermeye yanaşmadılar, bölücülük yaptılar. Bunun üzerine bütün küfrün ve
imanın ahiretteki hükümleri ayırdedilerek açıklanmak üzere şöyle
buyuruluyor:
6.
Haberiniz
olsun ki "küfredenler". Önceki
"küfredenler" ahde haml olunsa (bilinen kâfirler olduğu kabul edilse)
bile
bunun, sevk itibarıyla istiğrak (hepsini içine alması) için genel
olması
gerekir. Çünkü küfrün hükmünü beyan için kübra (büyük önerme)
yerindedir.
Ancak bu küllî oluş, o beyyine (açık delil) geldikten sonra
küfredenlere
ait olmak üzere bunda da bir ahit mânâsı yok değildir. Şu halde şöyle
demek
olur: O açık delil geldikten sonra onu inkâr eden bütün kâfirler gerek
kitap ehlinden olsun, gerek puta tapanlardan olsun, hepsi ebedî olmak
üzere
cehennem ateşindedirler. Kıyamet günü cehenneme gidecekler, orada ebedî
olarak kalacaklardır. Diğer bir mânâ ile küfür, cehennemde ebedî
kalmaya
sebep olması itibarıyla aynı ateş hükmündedir. Bir de denilmiştir ki:
Onların
bulundukları küfür ve isyan hâli, hakikatte aynıyla ateştir. Bu ortaya
çıkma (neş'et) de âraz şeklinde ortaya çıkarsa da, son neş'etde o
şekilden
çıkar, hakiki şekli ile ateş olarak zuhur eder. Bu iki mânâca onlar
dünyada
cehennem ateşinin içindedirler. Ahirette de onda ebedî olarak
kalacaklardır,
demek olur. Bu ebedî oluşun sebebi: Çünkü onlar, o vasıfla sıfatlanmış
olanlar, yeni o açık delil geldikten sonra ona küfredip bozgunculuk
çıkaranlar
hepsi halkın şerlileridirler, insanların en şerlileridirler, en şerli
olanın
yeri de cehennem olması gerektir.
BERİYYE
kelimesini, Nâfi ve İbnü Zekvan "berîe"
şeklinde okumuşlardır. Ki ikisi de bir asıldandır. Halk mânâsına 'den
"mef'ûle
mânâsında fehile" olarak "bârî"nin mef'ûlü olup, halk ve halîka gibi
bütün
mahlûkata denilir. Özellikle beşerde de meşhurdur. Bazıları hemzesiz
"beriyye"
toprak mânâsına olan "berâ"dan türemiş olarak topraktan yaratılan
mahluk
demek olduğunu ve şu halde "berîe" topraktan yaratılmayan melekleri ve
cinni de içine alırsa da, "beriyye"nin onları içermiyeceğini ve bu
şekilde
beşer mânâsına olması daha yakın bulunduğunu söylemişlerdir. İki
kırâete
göre de bazıları burada özellikle beşer mânâsına olmasını tercih
etmişler,
sebep olarak da bütün yaratılmışların en şerlisi şeytan olduğunu
söylemişlerdir
ki, aklî karine ile tahsis demek olur. Lakin buna "Şüphesiz münafıklar,
ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/115) gereğince
münafıkların
da diğer kâfirlerden daha şerli olduğu ileri sürülerek itiraz
edilmiştir.
Bundan dolayı maksat, müminlere göre izafî tahsistir, diye cevap
verilmiş
ise de bu tartışmalara lüzum yoktur. Zira burada maksat, küfrün asıl
ahirete
mahsus hükmünü beyan olduğu için, küfür sıfatında münafıklar da, şeytan
da bu umumda dahil olarak açık ve gizli bütün kâfirler, genel olarak
yaratıkların
en şeriridirler, denilmesi doğru olacağı gibi, şeytan konudan hariç
olarak,
gerek kitap ehli ve gerek puta tapıcılardan inkârı açık veya münafık
bütün
kâfirler beşerin en şerlisidirler, demek de doğrudur.
7. Buna
karşılık haberiniz olsun ki iman edip
de, yani bu açık delile iman edip Allah için dine, ihlaslı, hanif
olarak,
gereğince güzel ameller işleyenler, sadece namaz ve zekat gibi dinin
aslî
temellerinden olan amellere mahsus değil, gerek esaslardan ve gerek
ayrıntılardan,
gerek farzlarından, gerek nafilelerden, gerek ibadetlerden, gerek
muamelelerden
Allah rızasına uygun olan, kurtuluşa hizmet eden, hayra yarar bütün iyi
ve faydalı amelleri işlemek ve yasaklardan sakınmak da güzel amel
(amel-i
salih) mânâsında dahildir. Zira amel, işlemeyi ve terketmeyi içine
alır.
Bilinmektedir ki elif lâm ile süslenmiş çoğul olduğu için hepsini
kaplamayı
ifade eder. Fakat bundan her ferdin, her iyi ameli yapmakla yükümlü
olduğu
da sorulmamalıdır. "Allah, kimseye gücünün üstünde bir şey teklif
etmez."
(Âl-i İmran, 3/286) âyeti gereğince herkesin hissesi ehliyet ve gücüyle
orantılıdır. Râzî der ki: "iyi ameller işlediler", çoğulun, çoğula
karşılık
vermesi kabilindendir. Onun için bir kişinin bütün güzel amelleri
yapmakla
yükümlü olması gerekmez. Belki her yükümlünün bir hazzı, selâhiyeti
vardır.
Zenginin hazzı vermekte, fakirin hazzı da almaktadır. Elverir ki herkes
kendi halince kurtuluşa çalışsın. İşte onlar, halkın en
hayırlısıdırlar.
Bütün halkın en hayırlısıdır. Amelce de hayırlısı, Allah katındaki
makamca
da hayırlısıdır. Demek ki iman edip de güzel amele çalışmazsa, onlar
halkın
en şeriri olmasalar bile en hayırlısı da değildirler.
"Hayru'l-beriyye",
hem iman edip hem iyi ameller işleyenlerdir.
8.
Onların
cezası, yani o iman ve amellerine
karşılık ecir ve mükâfatları Rableri katında, altlarından ırmaklar akan
Adn cennetleridir. İçlerinde ebedî olarak orada cismânî ve ruhânî türlü
nimetlerle ebedî olarak nimetleneceklerdir. Bunların birinci olarak
"halkın
en hayırlıları" diye övülmelerinin önce getirilişi; ikinci olarak bu
nail
olacakları nimetlerin amelleri karşılığı olduğunu anlatmak üzere "ceza"
deyimiyle ifade edilmesi; üçüncü olarak bunun Allah Teâlâ katından
olmasının
açıklanması; dördüncü olarak bunun derece derece kemâle erdirmek demek
olan terbiye mefhumuna işaret eden Rablik ünvanıyla ifadesi; beşinci
olarak
bunun onlara râci zamirine izafetle ifade olunarak terbiye ve kullukta
özel şereflerine işaret olunması; altıncı olarak cennetlerin içinde
oturma
mefhumuna işaret eden Adn'e izafetle beraber çoğulun çoğula
karşılaştırılmasıyla
her birine bir cennet düşecek kadar çokluk ve genişliğine işaret olmak
üzere çoğul sigasıyla ve aynı zamanda dengi görülmedik ve tarife
sığmayacak
şekilde yüksekliğine, şânının büyüklüğüne tenbih için nekre olarak
getirilmesi;
yedinci olarak hayatın mayası olan feyiz ve nimetinin, hoşluk ve
güzelliğinin
devamlı artan güzel cereyanını duyurmak üzere, "altından ırmaklar akan"
vasfıyla vasıflandırılması; sekizinci olarak onlarda takdir edilmiş hâl
olmak üzere ebedîlik demek olan "hulûd"ün açıklanmasıyla beraber bir de
"ebedîlik" kaydıyla tekit edilmesi o müminlerin güzel halleriyle
mükâfatlarının
büyüklüğünü açıklama açısından ne kadar dikkate şâyândır. Gerçekte
"hulûd"
ebedîlik demek olduğu için sadece "orada ebedîdirler" denilmekle de
aynı
mânâ ifade edilmiş olur. Ancak "hulûd", uzun müddet kalmak mânâsına da
kullanıldığı için bu ihtimali defetmek için ile de tekit olunmuştur. Bu
tekit, pekçok âyetlerde cehennem ehlinin ebedîliğinde de, cennet
ehlinin
ebedîliğinde de vardır. Fakat görülüyor ki bu sûrede kâfirlerin
cehennem
ateşinde ebedî oluşları "ebeden" kelimesi ile tekit edilmemiş olduğu
halde
müminlerin cennetlerde ebedî oluşları açıkça te'bid (devam ettirme) ile
de tekit edilmiştir. Râzî "Tefsiri"nde buna iki vecih söylemiştir:
Birincisi:
Rahmetin, öfkeden daha fazla olduğuna tenbihtir. İkincisi: Cezalar,
hadler,
keffaretler birbirine girer. Fakat sevabın kısımları birbirine girmez.
Bir
de bu
yüksek karşılıktan daha büyük olan
Allah'ın lütfu beyan ve müjdelenmek üzere şu isti'naf (başlangıç)
cümlesi
ile buyuruluyor ki: Allah onlardan razı olmuş, onlar da O'ndan razı
olmuşlardır.
Çünkü bütün isteklerin en üstünü, bütün lezzetlerin en yükseği olan
Allah'ın
rızasına ermişler, "gözlerin görmediği, kulakların işitmediği, hiçbir
beşerin
aklının ermediği" en büyük rızaya kavuşmuşlar, "râdıyeten" razı olmuş
olarak",
"merdıyye" (razı olunmuş) makamına ermişlerdir. Bu mükâfat ve rıdvan
ise,
Rabbinden korkanlara mahsustur. Yani bu başarının tek sebebi ve hikmeti
Allah korkusunu duymaktır. Yukarılarda da geçtiği üzere haşyet, tazim
ile
sevgi neticesi olan saygı mânâsına bir korkudur. Onun için haşyet
itaatte
mutlak güzele layık, ihsana yaklaştıracak yüksek bir aşk heyecanı
uyandıran
güzel bir ruh halidir. Nitekim Müminûn Sûresi'nde "Verdiklerini,
Rablerinin
huzuruna dönecekler diye kalpleri korku ile ürpererek verirler."
(Müminûn,
23/60) buyurulmuştur. "Hikmetin başı Allah korkusudur." hadisinde de
"mehafet"ten
asıl maksat bu "haşyet" mânâsıdır. Bunun derecesi de ilim ve marifetin
derecesi ile orantılıdır. Ondan dolayı "Kulları içinden ancak âlimler
Allah'tan
gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) buyurulmuştur. Bir de haşyet, soyut
(mücerred)
korkudan şiddetli olması gerektir. Nitekim meleklerin vasfında "Onun
(Allah'ın)
korkusundan titrerler." (Enbiya, 21/28) diye haşyet, işfâk (korkudan
titreme)a
yakın olarak zikredilmiştir. "İşfak" ise korkunun en şiddetli
derecesidir.
İmam Râzî'nin hatırlattığı üzere bu âyete, "Kulları içinden ancak
âlimler
Allah'tan gereğince korkar." (Fâtır, 35/28) âyeti katılarak
düşünülünce,
hepsi ilmin ve âlimlerin faziletine bir delil teşkil eder. Şöyle ki: O
cennet ve rıdvan, Allah korkusunu duyanlara mahsustur. Allah korkusunu
duyanlar ise ancak âlimlerdir. Şu halde netice: O cennet ve rıdvan,
âlimlere
mahsustur. Bundan şu da anlaşılır ki kendisinin cennet ehlinden olduğu
müjdelenen kimselerin Allah korkusundan uzak kalmak şöyle dursun, daha
çok korku hissini artırmaları gerekecektir. Ondan dolayıdır ki
peygamberlerin
korkusu hepsinden çoktur. Nitekim Peygamber (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah'ı en çok tanıyanınız, Allah'tan en çok korkanınızdır. Ben ise
ondan
en çok korkanınızım."
Bu
korkuyu
duymayanlara duyurmak için Zelzele
Sûresi takip edecek, hayır ve şerrin cezası ne zaman ve nasıl olduğunu
haber verecektir.
|
|