|
1. " " Bulunduğu
altı sûrenin hepsinde birer
âyettir. " " da bir âyettir. Fakat "" bir âyet sayılmıyor. " " da
bulunduğu
beş sûrenin hiç birinde âyet değildir. "" iki sûrede de birer âyettir.
"" âyet değildir. Fakat "" birer âyet, "" de hepsinde birer âyet, ""
iki
âyet, " " bir âyettir. "" birer âyet değildirler. Ve bu saydıklarımız
Kûfeli
âlimlerin rivayetidir. Basralı âlimler yirmi dokuz sûrede bulunan bu
mukattaattan
(Kur'ân-ı Kerim'de sûre başlarında bulunup isimleri ile okunan harfler)
hiç birini bir âyet olarak saymamışlardır. Âyet meselesi kıyasî
(genel
kaideye tabi olan) değil, tevkifî (vahye tabi) bir ilim olduğundan, bu
görüş ayrılığı kırâet şekilleri gibidir. Ve bu şekilde el-Bakara
sûresinin
ihtilaf edilen âyetlerinden birincisi " " dir.
Yazılışta bir
kelime gibi yazıldığı halde
okunuşta birer birer söyleme şekli ile elif lâm mîm diye üç kelime
olarak
okunuyor. Bu üç kelime mânâlı birer isimdirler. Delalet ettikleri
mânâları
da müsemmaları (adlanmış) olan basit harflerdir. Bu harfler,
kelimelerin
maddesi olan ve hurûf-i mucem (noktalı harfler), hurûf-i mebâmî (sözün
esasını teşkil eden harfler) ve hecâ harfleri diye adlandırılan tek
seslerdir
ki " " gibi nakışlar bunların hat (yazı) denilen alâmetleridir. O
isimler,
aslında bu sesl e rin olduğu halde, bu nakışlara da denilir. Her isim,
başındaki ilk sesin veya nakşın adı, her nakış da bizzat o seslerin bir
çeşit resmidir. Arapça'da gerçek mahrec (harfin çıkış yerin)e dayalı
esas
olarak yirmi sekiz harf ve bunların yirmi sekiz de ismi v e basit nakşı
vardır. Bunlardan başka bir de mukadder mahrece dayalı olup bizzat
okunamayan
tebaî (diğer harflere uyan) bir harf daha vardır ki buna da Lâm elif
denilir.
Ve çoğunlukla elif ismi buna verildiğinden diğerine hemze denilir. Lâm
elif uymakla okunan bir med (uzatma) harfidir. Kendinden önceki harfin
üç harekesine uymasından dolayı üç durumu bulunduğundan med harfleri
"vav,
ya, elif" müstear (eğreti) isimleri ile üç olarak gösterilir. Bundan
dolayı
esas ve tabi olmakla harflerin adlandırılanla r ı, gerçekten yirmi
dokuz
ve hükmen otuz bir olarak itibar edilir. Yirmi dokuzuncusu ancak
terkipte
okunabildiğinden "lâm elif" ile gösterilir ki otuz bir sayısını da
gösterir.
Harflerin bu
tek başına olma ve basitlik
durumları,
elif, bâ tâ... diye bir bir sayılarak anlatılır ve diye kesik kesik
olarak
yazılır. Bunun ismi elifba'dır. Aksine kelimelerde olduğu gibi terkip
durumları
anlatılacağı zaman da "" şeklinde yazılır ve kendi basit sesleri ile
okunur.
Halbuki ebced
gibi yazıldığı halde elifba
gibi okunur. Demek ki ikisinin de değerini birleştirerek hece
harflerinin
daha mükemmel bir adı gibidir. Okunuşuna göre mânâsı apaçıktır. Fakat
yazılışına
göre "ebced" gibi mânâsız ve anlamsız bir kelime görünür. Gerçi
yazılış,
elifba gibi okunmayı p, ebced gibi okunsa idi v.s.. muhtemel şekilleri
ile anlamlı bir kelime meydana getirecekti. Fakat böyle yazıldığı halde
elifba gibi okunması, bundan bir anlam çıkarmayı zorlaştırmaktadır. Bu
iki değerin böyle birleşmesinden bir bakışta anlaşılır ki, bu r ada
biri
görünen, biri gizli iki anlam düşünülmüştür. Acaba asıl istenen
hangisidir?
İşte büyük tefsirciler bu iki görüş açısından hareket ederek bir kısmı
sûrelerin başında bulunan ve kesik kesik okunan harflerin kasdedilen
mânâsının
belli olabileceğini, bir kısmı da olamıyacağını söylemişlerdir.
Mânâsının
belli olduğu veya belli
olmasının
mümkün olduğu görüşünde olanlar başlıca iki grup teşkil ediyorlar.
1. Bu
isimlerin mânâları bellidir. Bunları
konuşmanın başında birer birer söylemekten maksat, bütün elifba
harflerini
elifba veya ebced itibarlarıyla seçmek ve bunlardan oluşan kelimelere
ve
söze dikkat çekmektir ki bu seçme ve uyarmadan sonra işte kitap demek
dilin
esas maddesini göstererek bir meydan okumayı ilan etmek ve Kur'ân'ın
i'cazına
i şaret etmek olduğunu açıklamışlardır. Ve bu gruptaki âlimlerin çoğu,
bu üç harfin toplamı bu sûreye veya Kur'ân'a bir isim olmasını da
tercih
etmişlerdir.
2. Kasdedilen
mânâsının üç kelimede değil,
müsemmalarında yani terkip itibarında ve başka bir ifade ile yazı
itibarında
aranmak lazım geleceğini ve bunların işaret ettikleri bir mânâ
bulunduğunu
ve Arap dilinde bunun benzerleri bulunabildiğini söyleyenler vardır. Bu
da başlıca iki esasta özetlenir:
Birincisi:
Kısa kesmek ve kısaltma yoludur
ki şairin "O kadına dur dedim. O dedi ki kaaf" mısraında olduğu gibi
(vekaftü
= durdum) kelimesinden kaaf harfiyle yetinmesi; yazıdaki örneği de
mesela
"Ahmed" yerinde bir " " (elif) yazılması bu türdendir. Ve bu şekilde
elifba
harflerinin her biri başından, sonundan ve ortasından bir veya birkaç
isme
sembol olabilir. Gerçekten biraraya getirildiği zaman "er-Rahmân"
isminin
meydana geldiği görülüyor. Diğerlerinde halledilememekle beraber böyle
Allah'ın isimlerine veya diğer şeylere tahlilî (çözümse l) veya terkibî
(bileşimli) semboller mümkün bulunuyor.
İkincisi:
Ebcedin hesap yolu ve şifre
usulüdür.
3. Dış ve iç
iki kıymetin ikisini de
düşünmek
lazımdır. Ve kasdedilen mânâyı aramak için bu yolların, bu mânâların
hepsini
birleştirmek; akıl yolu ve doğal ihtimalleri ile daha ileri gitmek
gerekir.
Bunda ise, müteşabih (birbirine benzeyen) mânâlar olur. Maksadı
belirlemek
mümkün olamaz.
Sanki
el-ma'lûmü'l-mechûl (bilinmeyen
bilinen)
terkibi gibi bir anlam ifade eder. Ve bu mânâ, haki kat ve Allah'ın
isimlerine
kadar gider. Ve bu tefsirin özeti "Allah daha iyi bilendir." mânâsı ile
biter ki, bu da bize insan ilminin başında daima mahiyetine erilmez bir
başlangıcın varlığını öğretir.
Gerçekten hem
dirayet açısından ve hem
rivayet
açısından bu görüş açılarının hiç birini feda etmeye imkan yoktur.
Çünkü
sûrelerin başındaki mukattaa harflerin okunuşu ve genel durumlarındaki
ilişkiler, ilk görüş açısı hakkında pek büyük bir karine teşkil
etmektedir.
Elifba gibi okunan, sûrelerin başı n daki mukattaa harfleri, ilk önce
elifba
harflerinin yirmi dokuz sayısına eşit olarak yirmi dokuz sûrede
bulunur.
İkinci olarak yirmi sekiz ismin tam yarısı bulunan on dört harf ismi
seçilmiş
ve o şekilde seçilmiş ki, bu yarım, bütün harflerin sıfat itib a riyle
çeşitli taksimlerindeki kısım ve çeşitlerinden her birinin yarısını ve
en önemlilerinden bazılarını ihtiva ettiğinden; zikredilmeyen diğer
yarısı,
tam ve eksiksiz olarak temsil edilerek harflerin hepsini esas lehçesi
ile,
tecvidi ile göstermiş bulu n uyor ki, Kâdî Beydâvî tefsirinde de
açıklanmış
olan bu kullanımların etraflıca anlatılmasından vazgeçiyoruz.
Üçüncü
olarak; alınan bu harfler, tek ve
birleşik
olarak sûrelere öyle dağıtılmış ki, bunda dilin Sarf ve Nahiv itibarı
ile
esas bölünüşlerine büyük bir ilgisi vardır.
Kelimenin üç
kısmı, birliden beşliye kadar
kelimelerin esas yapıları, mücerred (yalın) ve mezide (artırılmış)
bölünmesi,
artırılmış kipinin yedi harfi geçemiyeceği, dörtlü ve beşlide asıl ve
mülhak
(katma)a bölünmesi ve daha bazı tâli çeşitleri bunlardan okunabilir.
Arapların
şiir ve belağatı pek yüksek bir derecede bulunmasına rağmen dilin
tecvid,
iştikak (türeme), sarf (sentaks), nahiv ve diğerleri gibi ilimleri
henüz
meydana gelmemiş ve okuyup yazanlarda bile dil ile ilgil i kuralların
nazariyatıyla
ilgili bilgiler yerleşmemiş bulunduğu bir zamanda okumayazma bilmeyen
bir
peygamberin tebliği ile ilmî inceliklere ait sunulan ve daha sonra dil
kurallarının tesbiti esnasında büyük bir rehber olduğu da kaydedilmeğe
değer bulunan ve çeşitli şekilleri ile i'câzın sırrını içine alan bu
kadar
güzel tasarrufların delalet ve iradeden uzak sanılması nasıl kabul
edilebilir?
Aynı zamanda şu da inkâr edilemez ki, bu kadar yüksek bir delalet ve
iradenin
dış görünüşünden başka hedefi yoktur d emek de aynı karinelerle
uzlaştırılamadığı
gibi, bunlardaki delalet yönlerinden bir çoğunu ihmal etmek demektir.
Bundan
dolayı esas kasdedilen mânâ, açık ve gizli elifba ve ebced görüş
açılarının
toplamındadır. Lafzî delaletinden, aklî delalete ve oradan t abiî ve
zevkî
delalete geçerek varlık zamanlarının hepsini gözden geçirerek ve hiç
birinde
durmayıp varlığın esasının yaratma sırrına, ilk başlangıç noktasına
kadar
gitmek ve bu şekilde metafiziği (fizikötesini), gayb alemini bir anda
tetkik
edip ilim içi n de cahillik ve acizliği itiraf ettikten sonra tam iman
ile ilâhî irşadı beklemek; işte müteşabihler denilen sûrelerin
başındaki
mukattaat harfleriyle hitabın faydası, din bilgisi çok geniş olan
âlimlerin
imtihanı olan bu sonsuz mânâda meydana çıkıp görünü yor.
İnsanlığın
gerçeği, idrak ve anladığını
tebliğ
etmektedir ki biz buna mantık ve dil diyoruz. İdrak bizzat mânâlarla,
anladığını
bildirmek de kelimeler ile, kelimeler ise sesler ile meydana gelir.
Demek
ki sesler, kelimeler ve mânâlar dilin esaslarıdır. Yazmak ise dilin
dili
demektir. Ve bu sebeple dil ve yazı insanlıkta ilmî ve pratik
ilerlemelerin
esas dayanağıdır. Ve herkes bilir ki elifba harfleri denilen tek ve
basit
seslere bütün dillerin maddesi, bunların hat şekilleri de yazının
hakiki,
sağlam temelidir. Bunun için bir dilin elifbası ne kadar sağlam ve
düzenli,
telaffuzu ve lehçesi ne kadar açık ve ince, çekim ve birleşme kuralları
ne kadar sağlam ve ilmî, delalet yönleri ve anlatımı ne kadar geniş,
derin
ve tabiî, imlâsı da ne kadar sabit ve düzgün ise, o dil o ölçüde yüksek
ve o ölçüde olgundur. Bundan dolayı ta başlangıcında okuma ve yazmaya
teşvik
emri ile inmeye başlayan yüce Kur'ân'ın, Fâtiha ile duyguları
uyandırdıktan
sonra dilin maddesi olan elifba harflerinden başlaması ve başlark e n
İslâm
dinine gelinceye kadar İslâm'dan önceki dinlerin sonuncusu olan
Hıristiyanlığın
üçlü ilah sapıklığını parçalarcasına gerçek bir Allah'tan ve itibarî
bir
olan ikiyi, başka bir deyişle Allah'ın varlığından ruh ve cisim
ikiliğini
bir bakışta fark ettiren yazılış şekli ile Allah ve kâinat ilgisini
açıktan
ilham etmesi ve bundan başka Yahudiliğin ismi söylenmez diye tanıdığı
en
büyük mabudun ism-i a'zamına da işaret etmiş olması ve daha söylerken
kalbin
en derin kısmından dudağın ucuna kadar bütün harf l erin tüm
mahreçlerine
uygun üç mahreçten özel tertib ile çıkarak insana kendini tarttırıp
tanıtacak
olan "elif, lâm, mim" harflerini düşündüre düşündüre okutması ve bu
arada
Ruvâkiye felsefecilerinin elifba delili olarak ifade edilen Allah'ı
isbatlama
del i line de işaret etmiş bulunması ve bu delalât (kılavuzluklar) ve
imalardan
sonra da insanın akıl ve fikrini; dil sırrı içinde seslerden
kelimelere,
kelimelerden mânâlara, mânâlardan eşyaya, eşyadan yaratma sırrına ve
varlığın
başlangıcına ve Allah'ın ilmin e kadar götürmesi, bu yüce kitabın
başlangıçtan
sonuca kadar insanlığa yol göstermeyi üzerine aldığını büyük bir
belağatle
ifade etmektedir.
Ey düşünür!
sembolüne bak ve harflerin
çıkış
yerlerine riayet ederek elif lâm mim diye oku, okurken kendini bir
tart,
ruhundan bedenine, içinden dışına, göğsünden dudaklarına doğru yokken
var
olarak çıkıp gelen o sesleri de iyice bir dinle, bu sırada bir elifba,
ebced okurcasına bütün elifba harflerini şekilleriyle hayalinden geçir
ve düşün. Aslında hiçbir mânâsı olmayan bu tek ve basit seslerden,
sayılmayacak
kadar mânâyı taşıyan kelimelerin ve bu kelimelerden sözlerin ve bu
sözlerden
kâinatı anlatan yüce kitapların meydana gelme şekillerinde nasıl bir
kudret
ve nasıl bir yaratılış sırrı gizli olduğunu düşün. O zaman anlarsın ki
kâinatta her mânâ, her feyiz (nimet), her ilerleme, her olgunluk, her
ümit
bir sosyal düzene, hem de layık olduğu konumu ile bir sosyal düzene
borçludur.
Kendi kendine hiçbir mânâsı, hiçbir kuvveti, hiçbir belirtisi olmayan
basit
maddele r in tek tek parçaları, layık oldukları bir sosyal düzeni
buldukları
zaman onlardan kimyalar, hikmetler, şekiller, hayatlar fışkırarak şu
gözümüzün
önündeki görülen kâinat meydana geliyor.
Aynı
şekilde
kendi kendine hiçbir mânâsı,
hiçbir kuvveti görünmeyen insan fertleri de, yerli yerinde mükemmel bir
sosyal düzeni elde ettikleri zaman, onlardan dünyaları büyüleyen sosyal
kurullar, milletler ve devletler meydana gelir. Taş ve ağaç kovuğundan
çıkamayan o kişiler yer küresinin bir ucundan diğer ucuna gidi p
gelmekle
kalmayıp göklerde bile fetihler yaparak ve kâinata hak ve adalet
saçarak
mutluluğa gark olurlar. İşte elifbanın o basit ve mânâsız harflerine, o
sonsuz mânâları feyizlendiren düzen ve sosyal konum, sana kâinatın
yaratılış
sırrını baştan mütalaa ettirecek bir hidayet anahtarıdır. Düşün ve
düşün
bu basit şeyler nereden geldi ve bunlara o sosyal düzeni kim ve nasıl
verdi?
Sen seslerden kelimeyi, kelimelerden mânâları, mânâlardan eşyayı okuyup
görebiliyorsan böyle yokluğun var, anlamsızın anlamlı ola b ilmesi,
ayrı
ve dağınık şeylerin birleşip bir bütün meydana getirebilmeleri, bütün
bunlar
üzerinde ezelden ebede kadar hakim ve her şeyi kuşatan bir kudret-i
vahdaniyenin
delili ve tanığı olduğunda tereddüd edebilir misin? Hayır edemezsin ve
etmek için k e ndinde hiçbir hak göremezsin. O halde sen başka şeye
bakmamalısın.
O cömertlik kaynağından kendin için de sağlam ve doğru bir sosyal düzen
aramalısın. İçin ve dışınla ona teslim olmalısın ki, istediğin hidayet
ve mutluluğu bulasın. Düşün yalnız o düzeni v e o düzenin olaylarının
hareketini
düşün ve bütün bunları, herşeyi kuşatan o tek Allah'ın cömertlik
kaynağına
ermek için düşün. Fakat sakın onun hakikatına (mahiyetine) ereceğim,
onu
ve onun ilim ve kudretini kuşatacağım diye uğraşma. O noktaya geldiğin
zaman acizlik ve bilgisizliğini itiraf et. İtiraf et de "" oku,
"Allah
daha iyi bilir." de. "Seni, sana yakışır bir şekilde tanıyamadık." diye
ona yalvar. O zaman sende ne şüphe kalır, ne sıkıntı ne buhran (ruhî
bunalım)
kalır, ne kuşku.
Bu
açıklamalardan sonra anlaşılır ki bu
konuda
Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet edilen haberler içinde " "
Elif
lâm mîm. Ben Allah'ım, bilirim." demektir şeklindeki te'vil (yorum)
veya
tefsir, yalnız sembolik mânâ olarak değil, aynı zamanda hitabın
faydasının
özeti olmak itibariyle de ne güzeldir. Şu kadar ki bu mânâ
başlangıcında
değil, düşüncenin sonunda verilmelidir. "Her kitapta Allah'ın bir sırrı
vardır. Kur'ân'daki sırrı da sûrelerin başıdır." meâlinde Hazreti Ebu
Bekir'den
rivayet edilen ve "Her kitabın bir özeti vardır. Bu kitabın özeti de
hecâ
harfleridir." diye Hazreti Ali'den rivayet edilen ünlü açıklaması da
meâl
bakımından öbüründen başka değildir. Hatta Hazreti Ali'den rivayet
edilen
" Allah'ın isimlerindendir." sözü de bu cümlelerden ayrı bir m â nâ
değildir.
Ve hepsini kapsadığı için sûrelerin başındaki mukattaa harfleri
müteşâbihattandır.
Müteşabihat
denildiği zaman mânâsız tam
bir
kapalılık iddia edildiğini zannetmek büyük bir yanlış meydana getirir.
Müteşâbihler mânâsız ve boş söz değil, mânâlarının çokluğundan dolayı
belirli
bir maksat tayini mümkün görünmeyen ve daha doğrusu ifade ettiği
kapsamlı
hakikatleri insan zihninin yüklenemeyeceğinden dolayı kapalı görünen
bir
anlatıştır. Bu öyle bir beyandır ki, hakikat, mecaz, sarih, kinaye,
temsil,
tahkik, zahir, hafî gibi beyanın bütün şekillerini içine alır. Bunun
için
yukarda buna "el-ma'lûmü'l-mechûl = bilinmeyen bilinen" tabirini
arzetmiştik.
Zaten sözde kapalılık, yerine göre en büyük belağat şekillerinden
birini
meydana getirir. Her şahıs her mânâya muhatap olamıyacağı gibi,
Allah'ın
bütün ilminin anlatma ve bildirmesine umumiyetle insanlığın kudreti de
dayanamaz. Peygamberlerin ilimleri bile Allah'ın ilmine eşit olamaz.
"Rabbim,
ilmimi artır de." (Tâhâ, 20/114). Bu gerçek de fasl-ı h i tap (güzel
konuşma)
olarak ancak gibi bir ifade ile anlatılabilir. En bilgili insanların
bilmedikleri
ve bilemeyecekleri neler vardır? Bilginler derler ki ilmin başı
hayrettir.
Bu itibarla da Kur'ân'ın başında irşad ve hidayetin başlangıcında böyle
hayret veren bir tebliğin yeterli bir büyüleyici gücü vardır.
Kur'ân
âyetleri başlangıçta indikçe
Hazreti
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz bunları insanlara okur, tebliğ ederdi.
Fakat
buna karşı koymaktan aciz kalan kâfirler "Sakın bu Kur'ân'ı
dinlemeyiniz,
okundukça onun hakkında gürültü ediniz. Belki böylece ona galip
gelirsiniz."
(Fussilet , 41/26) derlerdi ki hala etkili ve ciddi sözler karşısında
böyle
yapmak kâfirlerin huyudur. Razî ve diğer tefsircilerin tefsirlerinde
İbnü
Revme ve Kutrub'dan rivayet olunduğuna göre sûrelerin başında bulunan
mukattaa harfleri indikten sonra okunduğu zaman dikkat ve
şaşkınlıklarını
celbettiğinden o kâfirler de dinlemeye meyletmekten kurtulamamışlar ve
gürültüden vazgeçerek Kur'ân'dan faydalanmışlardır ki, bu kıssanın, bun
l arın özellikle bir nüzul sebebi olarak kaydedilmesi gerekir.
Başta hayreti
celbetmek önemli fayda
sağlayacağı
için Fâtiha'nın başında bulunması gerekmez miydi? diye bir soru akla
gelir.
Fakat şunu bilmek gerekir ki, ilk anlayış, hayretten önce gelir. Ve
Kur'ân'ın
gayesi de ilk önce ve bizzat ilim ve hidayete yöneliktir. Fâtiha " "
ile
başlasaydı bu iki önemli gaye elden kaçırılırdı. Ve hatta Fâtiha'daki
açıklığı
ile tevhid başlangıcı üzerinde anlaşma ve sözleşme yapılmadan önce bu
şekil,
faydalı olma k tan çok zararlı olurdu.
Bu
nakledilenlerle beraber sûre
başlarındaki
bu mukattaa harflerinin bulundukları sûreye de bir isim gibi delalet
etmelerine
hiçbir engelin düşünülmemesi gerekir. Nitekim " "ın muhkem mânâsı
sûrenin
de ismi olmasına engel olmamıştır.
İ'RAB:
"Elif
lâm mîm" isimleri, önce dış
görünüşleri
ile harfleri birer birer söyleme yerinde bulunduklarından i'râbları
yoktur.
Çünkü birer birer sayılan kelimeler, başlangıç cümlesi gibi
i'râbsızdır.
Bununla beraber aralarında mübteda haber olmaları düşünüldüğü gibi,
tamamı
bir isim veya isim yerinde düşünülerek, "bu elif lâm mîmdir" meâlinde,
hazfedilmiş bir mübtedanın haberi veya oku, dinle, belle, yahut yemin
ederim
gibi hazfedilen bir fiilin sarih veya gayr-i sarih mef'ûli bih olmak ve
n ihayet tamamı mübteda ve cümlesi haber yapılması da düşünülebilir. Bu
arada nasb i'râbı bu harflere dikkati çekmek açısından daha beliğdir.
Ve
bunda yemin mânâsını göz önünde bulundurmak daha kuvvetlidir. Şu kadar
ki bunu hepsinde genelleştirme taraftarı değiliz. Bu açıklamadan sonra
özellikle şu hususa dikkat çekmek isteriz:
"Elif lâm
mîm" isimlerinin müsemmaları
olan
hecâ harflerinin seslerine delalet ettiğinden, lügat açısından şüphe
edilecek
bir taraf yoktur. Fakat bu sesler, mutlak sesler midir? Yoksa bir ahdi
ve bir özelliği içeren belirli sesler midir? Bunu düşünmek gerekir. Bu
nazmın güzelliği, başlangıçta bir gariplikle tecelli ederken, bu
seslerde
bir yemin, bir özellik hissetmemek de mümkün olmuyor. İlk önce elif
lâm,
harf-i tarif mâ n âsını anlatmaktan hâlî kalmaz.
İkinci olarak
mim de Arap dilinin bazı
lehçesinde
lâm yerine belirtme edatıdır. "Yolculukta oruç tutmak sevap mıdır?"
sorusuna
karşı "Yolculukta oruç tutmak sevap değildir." hadisinin demek olduğu
bellidir.
Bundan dolayı bu seslerin genel olarak hecâ harfleri sesleri değil,
güzel
bir gariplik içinde, özel bir şekilde bilinen ve belli olan birtakım
sesler
olması hemen akla gelir. Ve bunları belirlemenin karinesi de vardır. "
"den tâ nidasına kadar bu sûrenin b a şındaki hitabın ilk önce ve
bizzat
Resulullah'a yönelik olması ve bir de vahyin inme şekli ile ilgili
hadisler
göz önünde bulundurulunca diyebileceğiz ki, bu sesler Kur'ân inerken
Hazreti
Muhammed'in kulağında bir özellik ile çınlayan, şekillerini ve mânâ l
arını
Hazreti Muhammed'in kalbinde yerleştiren ve tesbit eden vahiy
sesleridir.
Harfler ve kelimelerin alışılmış olan ortaya çıkma şekillerinden
büsbütün
başka bir olağanüstü özellik ile tecelli eden o ilâhî sesler, yalnız
Resulullah'ın
duyması ve hissetm e si olduğundan, hissedilenin durumları ve
ayrıntıları
da ancak onun tarafından bilinir. " " Kur'ân nazmını Hazreti
Muhammed'in
kalbine indiren o olağanüstü seslerin, yalnız Peygamber tarafından
belli
olan ayırıcı vasıflarını bildiren cins isimleri demek olur. Ve bundan
dolayı
Kur'ân'ın veya sûrenin bir ismi olması rivayeti, bu görüş açısından çok
faydalı ve uygundur. O halde mânâyı dinleyelim:
2-"
"Allah
daha iyi bilir ey Muhammed!
"Elif
lâm mîm" denilince senin derhal anlıyacağın o olağanüstü sesler, zaman
zaman çan sesi gibi o "lâm" "mîm" ğunneleri ile kulaklarında çınlayan
vahiy
sesleri, belirmeleri insanlar arasında ancak sende görünmeye başlayan
ve
fakat diğer insanlarca da elifba ve ebced gibi cinsleri ile
düşünülebilen
o harfler ve kelim e ler ve onların mânâları, özetle o isim veya
isimler
yok mu? " " işte o sesler ve o seslere verilen güzel düzen ile sana ve
senin kalbine Allah tarafından indirilmekte olan o " " o mucizeli nazım
ve mânâ yani o Kur'ân'dır ancak tam kitap, yegâne kitap denilmesine
layık
olan o hak ve hükümlerin kesin delili, yahut "Doğrusu Biz sana,
sorumluluğu
ağır bir söz vahyedeceğiz." (Müzzemmil, 73/5) âyeti ile vaad edilen o
ağır
ve büyük Allah kelâmı ki, ondan sonra "el-Kitâb" denilince Allah'ın
yalnız
bu kitabı anlaşılacak ve bunun yanında diğerlerine kitap denilmesi caiz
olmayacaktır. Bunun içindir ki müslümanlar arasında kitap denilince
ancak
Kur'ân anlaşılır. Hatta Peygamberin hadislerine bile kitap denilmez de
sünnet denilir. Şu halde burada kitabın tanıtılm a sı şu olur:
Peygamberimiz
Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimize indirilmiş olup her bir sûresi
i'câz
ifade eden ve ondan bize tevatür yoluyla nakledilmiş ve o şekilde
mushaflarda
yazılı bulunan beliğ (düzgün ve sanatlı) nazım ki hem tamamına, hem bir
kısmına denilir. Yani bütünü ve hepsi arasında ortaktır. Şeriata göre
bu
şekilde tarif edilmiş olan kitap, asıl lügatte ve (ketb ve kitâbet)
gibi
bir ekleme ve toplama mânâsını kapsamış olarak, harfleri birbirine
eklemek
yani yazmak mânâsına masdar iken örft e mektup (yazılmış) mânâsına isim
olmuştur. Kitabet (yazmak) ve kitap aslında yazıya ait nazımdadır.
Bununla
beraber ibare dediğimiz lafza ait nazma da denilir. Birincisinde kitap,
bir yere yazılmış olan yazının tamamı; ikincide ise yazılan yazı ile
anlatı
l an ibare (metin) demektir. "Falan kitap benim kütüphanemde var."
dediğimiz
zaman birincisini, "Falan kitap ezberimdedir." dediğimiz zaman da
ikinciyi
söylemiş oluruz. Şüphe yok ki bunların hepsinin altında mânâya delalet
önemlidir. Ve her kitaptan kasd ed i len o mânânın anlaşılmasıdır.
Fakat
sadece mânâya -kelâm (söz) denilebilirse de- kitap denilmesi herkesçe
bilinmiyor.
Kitabın
mahiyeti, o mânâya delalet eden
nazım
ve nihayet nazım ve mânânın toplamıdır. Bundan dolayı bu indirilmiş
kelâma
kırâet açısından Kur'ân, tasarıda veya gerçekte yazılması açısından
kitap
denildiği zaman, nazm ve mânâ beraber kasdedilmek ve daha doğrusu
mânâya
delalet eden sözlü veya hatla ilgili nazmı tasarlamak zorunlu
bulunduğundan,
yalnız mânâya Kur'ân veya kitap denilemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Çünkü
mânâ ne okunur, ne yazılır. Okunan sözlü nazm, yazılan da hatla ilgili
nazmdır. Sırf mefhum olan mânâ ile zihinde kasdolunan lafızların
şekillerini,
kelam-ı nefsîyi (içte bulunan sözü) birbirinden ayıramayanlar, kitabı
sadec
e mânâdan ibaret imiş gibi sanabilirler. Fakat mesele ilim ve fen ve
özellikle
psikoloji gözüyle etraflıca incelendiği zaman mükemmel, güzel, sağlam
denilebilen
fikir ve mânâların, lafız şekilleri ile öyle derin bir kenetlenmesi ve
bağlanması görülür ki, dilediğimiz o lafzî şekilleri alıverecek
olursanız
fikirde, mânâda hiçbir sağlamlık ve mükemmellik bulamazsınız. O yüksek
mânâ ve fikirlerden bir iz göremezsiniz. Yani nazm, yalnız başkasına
değil,
düşünürün kendi kendisine bile mânâyı anlatma ve birbirin d en ayırmada
önemli bir vasıtadır. Zaten böyle olmasa idi dil ve yazının düşünce ile
ilgili manevi ilerlemelerde büyük bir önemi kalmazdı. Bunun için lafza
ve hatta (yazıya) ait nazm, ikisi birden kaldırılmak suretiyle yalnız
mânâdan
ibaret bir kitap, bir K ur'ân tasarlamak mümkün değildir. Yine bunun
içindir
ki yüce Allah, meleklere karşı dem'e verdiği ayrıcalığı, sade mânâları
öğretmek ile değil, belki isimleri öğretmek ile vermiştir.
Peygamberimize
indirilmiş olan da Kur'ân'ın yalnız mânâsı değil, hem na z mı (lafzı)
ve
hem mânâsıdır.
Bunda
şüphe
etmemeli ve asla kötü zanna
düşmemelidir.
Çünkü bu dir. Aslında her türlü şüpheden uzak ve her töhmetten uzak
kılınmıştır.
Kitaplar içinde hak "kendisinde şüphe olmayan" Allah'ın kitabı olduğu
bunun
kadar kesinlik ve şüphesizlik ile bilinen ve doğru yolu bunun kadar
gösteren
hiçbir kitap yoktur. Bunun ne vahyinin niteliği ve inmesinde bir şüphe,
ne de tebliğinde bir töhmet vardır. Ey yüce Peygamber! Hira
mağarasından
beri Rûh-i emîn Cebrailin getirmekte ol d uğu o vahiy seslerini sen tam
müşahede ile dinleyip biliyorsun, senin doğruluğun ve güvenilirliğin de
denenmiş ve herkesçe bilinir. Sonra bu kitabın i'câzına da söz yoktur.
Zaten kesin ilmin kaynağı da önce tam müşahede (gözlem) ve yeterli
tecrübe;
ikinci olarak bizzat bu görme ve tecrübeye imkan bulunmayan yerlerde
doğru
haber ve tarihin şahitliği; üçüncü olarak aklın güzel bir delile
dayanarak
netice çıkarması değil midir? Bundan dolayı Hakk'ın indirdiği, hakkın
şiarı,
doğru haber veren, maksadı yalnız i y ilik ve insanlığın mutluluğu olan
bu kitapta şüpheye izin verecek ne bir cehalet ve gaflet, ne de bir
kötü
niyet ve bozuk maksadın tasavvuruna imkan yoktur.
Gözlem ve
tecrübeye eremeyenler için de
sonsuza
kadar delalet, i'câz ile hüsn-i istidlâl (bir delile dayanarak güzel
netice
çıkarma) yolu açıktır. Allah Teâlâ bu kitap ile bunu da üzerine
almıştır.
Bunun kemalinde, doğruluğunda ahlâkî oluşunda, Allah'a ait olmasında
şüpheye
düşecek olanlar iki sınıftan biri olurlar. Bunlar ya bilmemekle beraber
bi l mediğini de bilmemeğe boyanmış, özel gayelerinden başka hiçbir
şeye
değer verme duygusu kalmamış olan kalpleri mühürlenmiş inatçı
kâfirlerdir.
Veya tam cahilliğe inanmış, her hususta şek ve şüphe ruhlarını
kaplamış,
hakkı anlamaya, ilim ve sağlam bilgiye, güzel ahlâka erdirecek basiret
nurları sönmüş, münafıklığı, kötü zannı şiar edinmiş şüphecilerdir.
Artık
bunların şüpheleri, kuşkuları da tamamen anlamsız, hükümsüz ve
haksızdır.
Bu kâfirlerin, münafıkların durumlarını da yakında görürsünüz.
Rayb (şüphe),
aslında nefse bir ızdırap,
bir
kuşku vermek mânâsına masdar iken, lügat örfünde bu ızdıraba başlıca
bir
sebep olan şek ve şüphe mânâsında kullanılması üstün gelmiştir. Yani
rayb,
şüpheye yakın ve fazla olarak kötü zan gibi bir töhmet mânâsını da
kapsar. Fakat asıl mânâsı şüphe ve kuşku, yani kuşkulu şüphedir. Yalnız
"şüphe"
kelimesini de bu mânâda kullanırız. Burada rayb bütün cinsi ile olumsuz
kılındığından ilmî şüphe ve ahlâkî şüphe diye birbirinden ayrılabilecek
olan şüphe ve suçlama durumlarınıni kisi de kaldırılmış ve iki yönden
kesin olarak isbatlamakla kitabın mükemmelliği açıklanmıştır.
"zâlike"nin
ikinci haberi olabilirse de başlı başına bir cümle olması daha seçkin
ve
mukadder (sözün gelişinden anlaşılan) bir soruyu düşünmekle bir başl a
ngıç cümlesi olması ise daha beliğdir. Tek bir kişinin bütün insanlık
âlemi
ile ve özellikle bozuk niyetlerle dolu, çok zalim ve cahil olan bir
insanlık
âlemi ile mücadelesi demek olan peygamberlik vazifesi açısından yüce
Peygamber:
"Ey Rabbim! Şüphe ve şi rk içinde yüzen şu insan yığını benim karşıma
çıkıp da: 'Bu kitabın Allah'ın gerçek sözü olduğu ve sana Allah
tarafından
vahiy yoluyla indirildiği ne malum? Bu senin sözün, şairler, yazarlar,
müellifler gibi sen de bunu kendin tasarlıyorsun ve fazladan o larak
bir
de Allah'a isnad ve iftira ediyorsun' diye iftira yapmaya kalkışacak
olurlarsa
ben ne yaparım?" diyebilirdi. İşte yüce Allah böyle bir soruya meydan
bırakmamak
için: "Bu konuda hiçbir şekilde şüphelenmeye yer yoktur." diye açık
olarak
mutlak güv e nce bağışlamıştır ki bunda Resulullah'ın ruhunun, vahyi
gerek
kabul etmede ve gerek tebliğ etmede sözünde duran emin bir kişi
olduğunu
kaydetmek ve ilan etmek vardır. Ve bu şekilde kitabın kendisinde hiçbir
şüphe olmadığını kaydetmek, kitabı tebliğ eden M u hammed el-Emin'in
kendisinde
de hiçbir şüphe bulunmadığının tescilidir.
Yakında
"Kulumuz Muhammed'e
indirdiğimizden
şüphe ediyorsanız." (Bakara, 2/23) âyeti ve daha ileride "Allah'a yalan
uyduran veya kendisine hiçbir şey vahyolunmadığı halde; 'Bana
vahyolundu.'
diyen ve 'Allah'ın indirdiği gibi bir kitap da ben indireceğim.' diye
iddia
edenden daha zâlim kim olabilir?" (En'âm, 6/93) gibi âyetler ile Kur'ân
bu noktaları tafsilatıyle savunacak ve isbat edecektir.
Bu başlangıca
Kelâm ve Felsefe ilmi
açısından
baktığımız zaman her şeyden önce şüphe ve yakîn meselesine yani ilim ve
marifet (bilgi) teorisinin mahiyetine işaret edilmiş ve bu konudaki
bütün
felsefî tartışmaları apaçık bir vahiy ile ortadan kaldırmış bulunduğunu
görürüz ki, akaid ( inançla ilgili) kitaplarımızın en başında "Eşyanın
hakikatları sabit ve bunları bilmek gerçekleşmiştir." ilk inancının
konulması
ve sofestâiye denilen şüpheci ve inatçıların reddedilmesi ve ilim
sebeplerinin
gerçekleşmesi ile söze başlanması da bundan doğ m uştur. Ve yeni
felsefelerde
her şeyden önce bu noktaya önem verildiği ehlince bilinmektedir. Böyle
olmakla beraber ilimlerin ve fenlerin ilerlemesine rağmen, kâinatta
gerek
teorik ve gerek ahlâkî şüpheciliğin zaman zaman genişlemekte olduğu da
inkâr oluna m az. Bundan dolayı, insanlığın en büyük kalb ve ahlâk
hastalığı,
şüphe ve şek meselesinde olduğunu ve insanlığın mutluluğu için bunun
her
şeyden önce ortadan kaldırılmasının gerekli bulunduğunu yüce Kur'ân bu
şekilde işaret ettikten sonra insanları, iman, i lim ve kesin bilgi ile
yaşatacak olan hak ve doğru yolu yavaş yavaş açıklayıp anlatacak ve
anlatırken
gayb (gizli olan) ve şehadet (görünen) yani akla uygun olan fizikötesi
ile duyumsanan tabiat arasında kesin olan gerçeklere ve hepsinden önce
Tevhid-i Ha k k'a dikkatleri çekecek ve bütün bunlarda ahlâkî değer ve
amelî gücü temel fikir olarak takip ettirecektir. Bu bilimsel noktalar
ile Bakara sûresinin başı, Fâtiha'dan sonra bütün Kur'ân'ın bir genel
önsözü
demek olduğundan, sûrelerin tertibi (düzeni) ne ka d ar tabiî ve ne
kadar
ilmî ve derin sebepleri kapsadığı ortaya çıkacağı gibi, Hazreti
Peygamber'in
beşerî çevresi ile bu ilmî gerçekler incelendiği ve mukayese edildiği
zaman
da Kur'ân'ın yalnız Allah'ın vahyi olduğunda zerre kadar şüpheye yer
olmadığı
is ter istemez kabul edilir.
Kendisinde
şüphe olmayan bu Kitap
Müttakîlere
hidayetin ta kendisidir. Sapıklıktan çıkıp hakkın korumasına girmek
yeteneğine
sahip olanlara hakkın hükümlerini bildirecek bir delil, doğru yolu
gösterecek
apaçık bir belgedir. Diğer bir ifade ile bu kitapta pek büyük bir
hidayet-i
rabbaniye vardır.
Fakat müttakî
(günahlardan sakınan)ler
için.
Çünkü bundan faydalanarak istenen gayeye erecek olanlar; şek ve
şüpheden,
şüpheli yollardan sakınarak kendilerini koruma, akibetlerini kazanma
kabiliyetine
sahip bulunan müttakilerdir. Gerçi bu kitap esas itibariyle "İnsanlar
için
hidayettir." Genellikle insanları irşad ve doğru yolu göstermek için
inmiştir.
İyilik ve yumuşaklıkla yol göstermek demek olan bu hidayetin, bu çağrı
ve r ehberliğin esas itibariyle şuna buna tahsis edilmesi yoktur. Fakat
hidayetten istenen şey ihtida yani maksada kavuşma gayesi, şimdiki
halde
veya gelecekte, sakınma sıfatına sahip olanlara nasip olacak, fıtrî
kabiliyetlerini
kaybetmiş olanlar bundan faydal a nmayacak ve belki zarara uğramış
olacaklardır.
"Biz Kur'ân'ı, iman edenler için bir şifa ve rahmet kaynağı olarak
indiriyoruz.
Kur'ân, zâlimlerin ise ancak zararını artırır." (İsrâ, 17/82). Hüda,
hem
lâzim (geçişsiz), hem de müteaddî (geçişli) olur. F â tiha'da
açıklandığı
üzere hidayet, yol göstermek ve istenen şeye ulaştırmak gibi iki mânâda
ortaktır veya kullanılmaktadır ki, birine "gayeye ulaştırmayan
hidayet",
diğerine "ulaştıran hidayet" denilir. Yüce Allah'a göre biri ulaştıran
yolu göstermek ve i r şad etmek, diğeri hidayeti yaratmak ve insanları
başarılı kılmak demektir. Kur'ân'da ikisi de geçmiştir. Bundan dolayı
sonuç
olarak 'de doğru yola ulaştıran hidayet yani tevfik (başarı), 'da
yalnız
doğru yolu göstermek ve irşad mânâları açıkça görünü r ise de,
araştırma
yapıldığında Kur'ân'a nisbet edilen hidayetin irşadla ilgili hidayet
olacağı
meydana çıkar. Çünkü başarı ve insanları doğru yola iletmeyi yaratmak,
kelam sıfatı ile değil, fiil sıfatı ile ilgilidir. Ve burada
denilmesinin
önemli bir nü k tesi vardır. Bundan anlaşılıyor ki, bu kitap ile
gerçekleşen
Allah'ın irşadının etkili olması ve başarıya yaklaştırması için muhatap
olan insanların ihtiyarî fiilleri adeta şart kılınmıştır. Kur'ân,
herkese
genel bir şekilde doğru yolu göstermek için inmiş olmakla beraber,
herkes
bunu kabul etmede ve istiyerek seçmede eşit olmayacak, bir takımları
buna
iradesini harcamıyacaktır. Çünkü insanlığın fıtratının (yaratılışının)
aslında genel olan hitap kabiliyeti birtakım insanlarda kötü
alışkanlıklarla
tamamen o rtadan kalkmış bulunacağından, Kur'ân'ın irşadları tam
belağatı
ve kapsamlı gerçekleri ile beraber, o gibilerin kalblerinde tabii
olarak
sevinç arzusunu uyandırmayacak ve belki ters etki yapacaktır. Bunun
için
hitabın esas faydası, hüsn-i ihtiyar(doğru te r cih) yeteneğine sahip
olan
kabiliyet sahiplerine ait olacaktır ki, bunlar da takvası veya en
azından
sakınma yeteneği bulunan müttakiler (takva sahipleri)dir. Bundan dolayı
Kur'ân'ın inmesinin hikmeti, başlangıçta insan iradesinin katılması
şartı
ile bütü n insanlara hidayet etmektir.
Fakat
şartın
gerçekleşmesine göre bu
hikmet,
bu gaye, müttakilerin hidayeti olarak gerçekleşecektir. Bununla beraber
müttaki (takva sahibi olma) niteliği, kazanma ile elde edilen bir
nitelik
olduğundan dolayı, geleceğe göre bütün insanları içine alması mümkün
olan
bir niteliktir. Bu itibarla hidayetin, geçmişi bir yana bırakarak yine
umumun hidayeti olmasına engel olan bir tahsis değildir. "Arab için
hidayettir."
veya "Acem (Arap olmayan)e hidayettir." denilmiyor. Şu halde "Bu kitap
bütün insanlık nevine hidayet için inmiştir. Fakat bu hidayetten
faydalanmanın
ilk şartı Allah'tan gereği gibi korkmayı seçmek, yani korunmayı
istemektir.
Bundan dolayı her şeyden önce korunmaya istekli olunuz ki, kurtuluş
bulasınız."
meâlinde b ir takva tavsiyesini kapsamaktadır.
İttikâ,
vikâye (korunma)yi kabul etmek,
başka
bir ifade ile vikâyeye girmektir. Vikâye ise aşırı korumacılık, yani
acı
ve zarar verecek şeylerden sakınıp kendini iyice korumak demektir. O
halde
lügat açısından ittikâ veya onun ismi olan takva, kuvvetli bir himayeye
girerek korunmak, özetle kendini iyi sakınıp korumak demek olur. Bunun
gereği olarak korkmak, kaçınmak, sakınmak ve çekinmek mânâlarına da
kullanılır.
Tevakkî (çekinme) deyiminde yorgunluğa katlanma, itt i kâda sadelik
vardır.
En kapsamlı ve en kuvvetli koruma ise ancak Allah'ın korumasıdır. Çünkü
insanın koruması, şimdiye ve geleceğe tamamen hakim olamadığı gibi,
şimdiki
halde görünen acı zararların bile hepsine hakim olamaz. Bundan dolayı
iyi
korunmak dem e k olan gerçek korunma, ancak Allah'ın korumasına
girmekle
gerçekleşebilir. Gerçi rahmaniyete ve yaratılışın aslına göre herkesin
Allah'ın korumasından zorunlu ve tabiî ihsan edilmiş bir payı vardır.
Ve
o oranda herkes korunmasız zorunlu bir korumaya sahip olur. Fakat
rahimiyete
ve ihtiyarî fiillere göre insanın bu korumaya isteyerek ve idrak ederek
girmesi, yani kendisinin korunması da şart olmuştur. Demek ki Allah'ın
korumasının her yönüyle tamamen tecellisi (ortaya çıkması), insanın
şimdiki
zamandan daha çok, akibeti hedef edinen Allah'tan gereğince korkma
hissine
bağlıdır. İşte bunun için şeriatta mutlak sakınma veya takva, insanın
kendisini
Allah'ın koruması altına koyarak ahirette zarar ve acı verecek
şeylerden
iyice koruması, diğer bir ifade ile günah l ardan sakınması ve
iyiliklere
sarılması diye tarif olunur ki, gerçek korku ve sevgi ile ilgili olarak
biri var olana, diğeri olmayana ait iki itibara sahiptir: "Tahliye ve
süsleme".
Eûzü besmeleden, tevhid kelimesinden ( ) itibaren bu iki itibarı
görürüz.
Bundan dolayı şer'î takvanın, yalnız olumsuz ve mücerred (soyut)
perhizkârlıktan
ibaret olduğunu zannetmek yanlıştır. Bununla beraber ittikâ (sakınma)
bunların
yalnız birinde kullanıldığı çoktur. Mesela Kur'ân'da korku, iman,
tevbe,
itaat, günah işl e meyi terketmek, ihlâs (samimiyet) mânâlarından her
birinde
kullanıldığı yerler vardır.
Ve inceleme
yapıldığında Kur'ân'da ittikâ
(sakınma) ve takva üç derece üzerine zikrolunmuştur ki, birincisi;
ebedî
azabdan sakınmak için Allah'a şirk koşmaktan kaçınmakla iman "Ve onları
takva kelimesine bağladı." (Fetih, 48/26) gibi. İkincisi; büyük
günahları
işlemekten ve küçük günahlarda ısrar etmekden sakınmak ile farzları eda
etmektir ki, şer'an (İslâm'da) bilinen takva budur. "O ülkelerin halkı
inanıp All a h'ın azabından korunsalardı." (A'râf, 7/96) gibi.
Üçüncüsü;
kalbinin sırrını Allah'tan meşgul edecek her şeyden kaçınmak ve bütün
varlığı
ile Allah Teâlâ'ya yönelmek ve çekilmedir ki, bu da "Ey iman edenler!
Allah'tan,
O'na yaraşır biçimde korkun." (Âl - i İmrân, 3/102) emrindeki gerçek
takvadır.
Bu mertebe, o kadar geniş ve o kadar derindir ki, bu mertebedeki
insanların
derecelerine göre farklı tabakalara ayrılır. Ve peygamberlerin yüce
himmetlerinin
ulaştığı derecelere kadar çıkar. Bu şekilde yüce Peyga m berler hem
peygamberlik
ve hem velilik başkanlıklarını birleştirmişler, onların cisimler
âlemiyle
ilişkileri, ruhlar âlemine yükselmelerine engel olmamış ve halkın
yararları
ile uğraşmaları da hakkın işlerine dalmalarına zerre kadar sed
çekmemiştir.
Bu da aslında kazançlarının meyvesi değil, Allah Teâlâ'nın özel
rahmetinin
eseri olmuştur.
"İnanıp iyi
işler yapanlara bundan böyle
(Allah'a
karşı gelmekten) korundukları ve inanıp iyi işler yaptıkları, sonra
yasaklardan
sakınıp (onların yasaklandığına) inandıkları ve yine korunup iyilik
ettikleri
takdirde daha önce yediklerinden ötürü bir günah yoktur." (Mâide, 5/93)
âyet-i kerimesi takvanın bu üç derecesini toplamıştır. "Allah adaleti,
ihsanı.. emreder." (Nahl, 16/90) âyetinin de takvayı topladığı, bir
hadis-i
şerifte zikredilmiştir. Bundan dolayı Kur'ân'ın hidayeti bu takva
derecelerinden
her birini kapsar. " "in, hepsinden daha genel olan mutlak sakınma
mânâsıy
le tefsir edilmesi gerekir. Fakat burada şu soru sorulur: Burada Kur'ân
hidayetinin, ittikâ (sakınma) ile şartlanmış olduğu anlaşılıyor.
Halbuki
ittikâ da, Kur'ân hidayetinden çıkarılmış olan bir netice olacağına
göre
meselede bir devir (Yani tarif edilecek bir şeyin, tarif için
getirilenlerde
zaten var olması durumu) gerekmiyor mu? Cevabı: Hayır, ilk önce bu
karine
ile kesin olarak anlarız ki burada başlangıçta takvadan maksat,
takvanın
başlangıcı, yani takva yeteneğidir. Ve müttâkîler demek, inat ve iki
yüzlülükten,
tam şüpheden sakınabilecek ve hakkı kesin ve kat'î olarak bilmeye aday
o labilecek kusursuz, sağlam huy ve sağlam akıl sahipleri demektir ki,
tefsirciler bunu "takva derecesine yükselenler" diye tefsir ederler.
İkinci
olarak hidayet, mertebenin artmasını da kapsadığından takva, takva
yeteneği
ile önde bulunan mertebelerin sa h iplerinden daha geneldir ki, buna
umumî
mecaz adı verilir.
Üçüncü olarak
takva, en son maksat değil,
kurtuluş ve mutluluk vesilesidir. Kur'ân hidayetinden elde edilecek
olan
güzel sonuç, gazab ve sapıklıktan kurtulmuş olarak Allah'ın nimetlerine
ulaşıldığı için, takvadan daha geneldir. Bundan dolayı Kur'ân hidayeti,
ittikâyı kabul eden ve henüz sapıklıkta bulunanlardan başlıyarak, takva
mertebelerinin hepsinden geçmek suretiyle ebedî mutluluğa kadar
varacağından,
mertebeleri tatbik etmekle takvayı şa r t koşmada devir işareti asla
düşünülemez.
Özetle
Kur'ân, hem başlangıç ve hem sonuç
itibariyle hidayettir. Bunun için insan, ne kadar yükselirse
yükselsin,Kur'ân
hidayetinden kendini asla ihtiyaçsız sayamıyacaktır. Onun hidayeti,
seçkinlerin
ve halkın bütün derecelerini kapsar. Gerçekten İslâm dini, bir taraftan
dünya hayatının zaruri şartlarını öğretecek, diğer taraftan bu geçici
hayatın
mutlak gaye olmadığını ve bunun da hedeflemesi gereken ebedî gayeler
bulunduğunu
gösterecek ve onun da kazanma şar t larını anlatacaktır. O yalnız ilkel
insanların ruhî gıdası değildir, ilerlemiş medeniyetlerin de sonsuza
dek
yükselmesi için olgunlaşmış teminatı olmak üzere inmiştir. Gerçekten
insanlık
toplumunda tam mânâsıyla Allah'ın birliğine dayanan bir hayat nizamı
genel
şekilde henüz kurulmuş değildir. Henüz bütün insanlık Allah'ın
korumasına
girmemiş, sonuç ve ahiretine kesin olarak inanacak sakınma mertebesine
yükselememiş olduğundan âlemde sosyal buhran (kriz) devamlı
bulunmuştur.
" " Kur'ân'ın
ezeli itibarını, " " görünen
gerçeklerini, " " ilmî ve ahlâkî özelliğini, " " inme hikmetini ve
pratik
gayesini dile getirmiş ve sonra inen her âyet, kendinden önceki âyeti
anlatmış
ve açıklamış ve bundan dolayı tam bir bağlılık sebebiyle atıf harfleri
(b a ğlaçlar) gibi sözlü bağlantılara bile ihtiyaç duymayan birbirine
uygun
olan dört cümleden oluşan bir veciz (özlü) nazm olarak Fâtiha'daki
"bize
hidayet et" duasının cevabı olmuştur. Dikkat olunursa bu nazımda öyle
güzel
bir inkişaf vardır ki, önce hat (yazı) açısından üç basit harften,
lafız
olarak üç müfred (tekil) isme yükseliyor. İkinci olarak, bunların her
birine
benzer gibi üç veciz (özlü) cümle yayılıyor. Üçüncü olarak, bu yüce
nazm,
esas mânâsı olduğu gibi sabit olmak üzere çeşitli irâb şekillerini
ihtiva
ederek her birinde bir özel parıltı ile ortaya çıkıyor. Sonra bunları
aynı
şekilde üç âyet ve üç kıssa takip edecek ve daha sonra da "Ey insanlar
ibadet ediniz." (Bakara, 2/21) genel hitabı ile sûrelerin maksatları
yavaş
yavaş inkişaf etmeye deva m edecektir. Bu açıklamanın gelişme şekli
Kur'ân'daki
uyuma bir misal vermek için ne kadar dikkate değerdir.
3-
O müttakî
(Allah'tan hakkıyle
korkan)ler
ki Hakk olan gayba inanırlar. Yahut gıyâben (görmeden) de iman ederler.
Diğer bir tabirle onlar, gözle değil, kalp ile iman ederler, onlar
bütün
şüphelerden uzak oldukları gibi, iman etmek için önlerine dikilmiş
putlara,
haçlara da bağlanmazlar, gözlerinin önünde bulunan bugünkü ve şu andaki
görülen ve hissedilen şeylere saplanıp kalmazlar, hi s ötesini, kalbi
ve
kalp ile ilgili şeyleri tanırlar. İşlerin başı görülende değil ruh,
akıl,
kalp gibi görülmeden görende, tutulmadan tutanda, zaman ve mekana bağlı
olmayarak maddeleri fırlatıp oynatan, fezaları doldurup boşaltandadır.
Onların sağduyuları, saf basiret ve ferasetleri, temiz akılları, açık
anlayışları,
sıhhatli görüşleri, sözün kısası anlayış kabiliyetleri, kötülüklerden
silkinebilecek
anlayışlı hisleri, yükseklere koşabilecek azimli vicdanları ve iyi
seçimleri
vardır. Görünen ve hissedilen şeyleri yarar, kabuklarını soyarlar;
içindeki
özüne, önündeki ve arkasındakinin sırrına nüfuz ederler; görenle
görüleni
ayırtederler; hissedilenden düşünülene intikal edebilirler; varlık ve
yokluk
içinde gaybden görünürlüğe, görünürlükten gaybe gelip, geçi p giden ve
hissedilen hadiselerin satırları altındaki gayba ait mânâları sezerler.
Hakikatte
varlıklar, görülen ve
görülmeyen,
diğer bir tabirle "meşhût" ve "gayr-i meşhût" olmak üzere ikiye
ayrılır.
Ve birçok bilgin hakikati, görülmeyen ve hatta görülemiyen kısmında
kabul
ederler ve buna "mânâ âlemi", "gerçek âlem", "akıl âlemi", "ruh âlemi"
veya "gayb âlemi" derler ve Felsefe'nin konusu olarak da bunu tanırlar.
Gerçekten şimdiki Batı felsefelerinde de şunu görüyoruz: Görülen veya
dışta
müşahede edile n şeyler bize beş duyumuzla geliyor ve bunların her
birinin
de bir âmili (sebebi) var: Işık, ses, koku, tat, ısı ve soğukluk. Biz,
bizzat bunları his ve müşahede ederiz ve bunlar vasıtasıyla da diğer
şeyleri.
Bilimler ve özellikle müsbet ilimler (fen bilimleri) gösteriyor ki,
bunların
her biri bir tecelliden, bir gösteriden, bize bir görünüşten, bir
hadiseden
ibarettir. Mesela ışık dediğimiz parıltı bizim dışımızda mevcut
değildir.
Çünkü dışta
ışık bilimin ortaya koyduğuna
göre, bir titreşimden ibaretir. Görünmeyen, madde atomlarının veya
esirin
titreşimleridir. Parıltı, ışık o titreşimin bizim gözümüzle ilişkisi,
temas
etmesi sırasında vâki olan ani bir görüntüdür. Bu meseleyi İmam Gazali
"İhyâ"sında şöyle tesbit etmiştir: Güneşin ışığı, halkın zannettiği g i
bi, güneşten çıkıp bize kadar gelen haricî bir nesne değildir. Belki
gözümüzün
güneşle karşı karşıya gelme anında bizzat ilâhiîkudret ile yaratılan
bir
hadisedir. Bu gerçek, keşf ehline görünmüştür. Ses de aynen böyle. Biz
biliyoruz ki ses, hâriçte havanı n özel bir dalgalanmasından ibârettir.
Kulağımızdaki gürültü mânâsına gelen ses, o dalgalanmanın kulağımıza
dokunduğu
anda hâsıl olan (oluşan) bir tecellidir. Isı ve soğuk dediğimiz şey de,
esasında ışık gibi esire veya atoma ait bir titreşimdir. Bunun içi n
dir
ki, ısı ışığa, ışık ısıya dönüşür. Aralarında bir mertebe (derece)
farkı
vardır. Bunu elektrikten anlıyoruz. Kısacası koku ve tat da esasında
birer
titreşim olup, bizim koku alma ve tadma duyularımıza dokunmasında koku
ve tad olarak ortaya çıkarlar. D e mek görme ve dış görünüşte vasıta
olan
bu beş âmil (etken)in hepsi gerçekte hareketle ilgilidir ve hepsi
hareketin
bize özel birer görünümüdür. Biz bu hareketleri görmüyoruz. Acaba
kütlelerde
gördüğümüz hareket nedir? O da görünmeyen gerçeğin bir tecellis i değil
midir? O halde bu vasıta (araç)larla gördüğümüz önümüzdeki âlem hep
birer
hayalden, birer tecelliden başka birşey değildir. Bunların hedef ve
gayesi
olan gerçek ise görülmez. Genel göçler, memleketlerin kuruluşu,
haberleşmeler...
gibi tarihî olayla r ın illet ve gayeleri de insanların tasavvurları,
duyguları,
iradeleri... gibi görünmeyen sebeplerden başka nedir? Şu halde gerçek,
görünmeyendir ve görülmesi mümkün değildir. Görülebilen ise onun
tecellîleri,
hayali, gölgesi ve yansımalarıdır...
Bu ifade
bize âlemi pek güzel açıklıyor.
Bu açıklamaya göre bütün hakikat gaybdır. Tabiat, görülen âlem bir
hayaldir,
hem de hareket tecellisinin bir hayalidir. Hakikat, sonuç olarak akıl
ile,
basiret ile, kalp gözüyle görülebilir, dış görünüşü ile değil. Bu n o
ktada
yürüyen ve Allah Teâlâ'nın ve meleklerinin gözle görülmesinin mümkün
olmadığını
söyleyen âlimler ve İslâm feylesofları da vardır. Fakat bizim Ehl-i
Sünnet'in
sahih telakki ettiği ve imanımıza göre ilahî hakikat "mutlak gayb"
değildir;
O, gözle görülmeyen ve görülenin (kaynağı) merciidir, her şeyi
(kapsayan)
ihata edendir. Bunun için O'na özel ismiyle "gayb" denmez, Allah'ın
güzel
isimleri (esmâ-i hüsnâ) içinde de bu isim (görülmemiş) vârid
olmamıştır.
O, ahirette, cihetlerden, mekandan münezzeh ol a rak görülebilir. Fakat
tam anlaşılamaz, anlaşılamayacağı için tamamen görülmüş de olamaz, ona
doyulmaz. Biz, ilahî vecih (yüz)de bir görünme duygusu olduğunu
söylüyoruz.
Fakat gayb duygusunun daha fazla olduğuna da inanırız. Bunun için O'na,
özel isim vermemek kaydıyle "gayb" da denilir. Allah'ın melekleri de
bize
gaybdır, yani görünmezler, ahireti de öyle, fakat onların da görülmesi
mümkündür. Mesela genellikle "kuvvet görünemez" deriz. Halbuki görünen
de kuvvetten ibarettir. Gelecek zaman bugün görünmez, yarın görünür.
Hâsılı
bizce "gayb", görülemiyen demek değil, görülmeyen demektir. Bugünün
akla
uygun olanı, yarının hissedileni olabilir. Biz delilsiz olan gaybe
değil,
delili olan makûl (akla uygun) gaybe iman ediyoruz. Her delil ise,
delalet
ettiği şeyi n bir yanına haiz olduğu (içerdiği) için delildir.
Delilimiz,
aklımız, nefsimiz, kalbimiz, âlem ve Allah'ın kitabı. Şu halde gaybin
hakikatine
iman ederken, görünenin gerçeğini inkar etmeyiz. Kalpleri olanlar
görürler
ki, tabiat denilen hissedilen olaylar, kısa bir bakış halinin zahiri
görünümüdür.
Bunun arkasında karanlıklara karışmış bir geçmiş silsilesi, önünde de
henüz
doğmamış bir gelecek silsilesi ve hepsinin ötesinde bir kalp ve
hepsinin
üstünde bir "tek hakim" vardır. Ve "dünya" adını alan şimdiki d u rum,
görünenden gayb (görünmeyen)e intikal etmiş bulunan o geçmiş ile
gaybdan
görünürlüğe doğacak olan o gelecek zincirleri arasında yegâne göze
batan
bir zahiri halka, beşerin varlığı sanki sonsuz iki deniz arasında ince
bir berzah (kıstak), beşerin kalb i de onun ağırlık merkezine tutunmuş
bir gözetici, bir ucu bir denize, bir ucu da diğer denize atılmış olan
tabiat zinciri devamlı bir hareketle o kıstağın üzerinden kır kır geçip
akıyor, bir denizden çıkıyor, diğerine batıyor. Bütün ağırlığı,
kıstağın
ka r anlığına basarken o gözetleyici her anında geçen bir olaylar
halkası
görüyor. Yalnız ve yalnız onu müşahede ediyor. Görme duygusu ne
denizlere
erişiyor ve ne diplerindeki zincire. O, ancak kıstaktan geçen halkaya
bakıyor
ve ancak onu görüyor ve görürken z i ncirin bütün ağırlığını çeken
kıstağın
gıcırtısını da içinden -devamlı surette- dinliyor ve inliyor. O
hareketten
ve bu gıcırtıdan artık o kadar kuvvetle ve yakından biliyor ki, şimdiki
halde görünen ve hissedilen meydandaki tabiatın iki tarafında geçmiş v
e gelecek, başlangıç ve sonuç denilen birer gayb âlemi var. Dünya
âlemi,
hissedilen tabiat, imkan deliliyle varsa; gayb âlemi, hissedilmeyen
tabiat
öncelikle ve zorunlu olarak var. Bundan başka o görünüp hissedilenin
iki
yönünden başka, onun bir batını, b i r iç yüzü, diğer tabirle o
gözeticinin
tutunduğu ve iliştiği bir fizikötesi veya tabiat üstü de vardır. İş o
zincirde
değil, onu salıp hareket ettirenle, o kıstağı kuran, o gözeticiyi
tutan,
o denizleri birbirine karıştırmayan gözetici ile gözetileni birl e
ştirerek
bilgi meydana getiren, gayb ve görülen âlemin hepsini ihata eden
(kapsayan),
mutlak kefili olan yüksek kudrettedir. Şu halde kendini korumak
isteyenler,
görülenleri ve hissedilenleri seyrederken, daha önce onların
arkasındaki
gaybe ve gayb ile görülenlerin hepsinin merciine (kaynağına) mutlak
kefiline,
âlemlerin Rabbine, merhamet eden ve esirgeyene, ahiret gününün sahibine
"Ancak sana ibadet eder ve ancak senden yardım dileriz." (Fatiha, 1/4)
diye iman ederler. Ve bu iman başlıca üç esası içine a lır: Başlangıca
iman, ahiret (son)e iman, başlangıç ve son arasındaki gizli vasıtalara
iman ki, bunların dördüncüsü de açık vasıtalar olan görülen âlemi
bilmektir.
Ve bu şekilde görünmeyen (gayb) ile görülen birleşince iman ve bilgi
"O,
evveldir, sondur, zâhirdir ve bâtındır." (Hadid, 57/4) birliğini bulur.
Gayb
(kelimesi), "gaybet" ve "gıyâb" (göz
önünde bulunmama) anlamında masdar veya gâib (göz önünde olmayan)
mânâsında
isim ve sıfat olur ki, bu da "adl" kelimesi gibi masdar diye
isimlendirilmişdir
veya "meyyit" ve "meyt" kelimeleri gibi "gayyib" kelimesinin
hafifletilmişidir.
Buna göre dilimizdeki "kaybettim", "kayboldu" tabirleri gerçektirler.
Bazılarının
zannettiği gibi "bunu kayıp ettim" şeklinde yazmaya lüzum yoktur.
"Gayb"
ve "gâib" ise baş l angıçta duyguyu anlamada veya ilk düşüncede hazır
olmayan,
diğer deyişle ilk nazarda anlaşılmayan demektir ki, bunun bir kısmı
delilden
geçen bir anlayışla idrak olunabilir. Mesela evinizde otururken kapınız
çalınır, ses duyarsınız, bu ses sizin için anl a şılmış, hazır ve
şahittir.
Bundan anlarsınız ki, kapıyı çalan vardır. O henüz sizin için ortada
yoktur.
Bakıp görünceye kadar onu şahsıyla bilemezsiniz, fakat kapıyı bir çalan
bulunduğunu da zorunlu bir şekilde, anlayışlı olarak tasdik edersiniz.
Bu, bir i man veya şuurlu bir bilme olur. Sonra henüz kapınızı çalmayan
ve eseri size yetişmeyen daha nice gaibler bulunduğunu da genel olarak
tasdik edebilirsiniz. Fakat bunların bir kısmı gerçekten yok
olabilirler.
"Gayb" ile "gaib" arasında fark vardır. "Gâib" ( ortada olmayan) sana
görülmez,
seni de görmez olandır. "Gayb" ise görülmez, fakat görür olandır.
Şu halde iki
türlü gayb vardır: Bir kısmı
hiçbir delili bulunmayan gaiblerdir ki bunları ancak "Allâmu'l-ğuyûb"
(gaybları
bilen) Allah bilir. "Gaybın anahtarları onun katındadır, onları O'ndan
başkası bilemez" (En'am, 6/59) âyetindeki gaybden maksat bunlardır,
deniliyor
ki; sırası gelince açıklanacaktır. Diğer kısmı da delili bulunan
gâiblerdir
ki "onlar gaybe inanırlar." (Bakara, 2/3) âyetindeki gayb d en
kastedilen
de bu kısımdır. kelimesinin elif lâmı ahd içindir. Yani Allah'tan
hakkıyla
korkanların inandıkları, tanıdıkları gayb, delili bulunan hak gaybdır
ki,
bu da Hak Teâlâ ve sıfatı, ahiret ve halleri, melekler, peygamberlerin
nübüvveti, kitapları indirme... gibi imânâ ait temel unsurlardır. Ve bu
iman, bazılarında tahminî ve keşfî bir geçişle, bazılarında da fikrî ve
delilli bir intikal ile oluşur. Sonra "gaybe iman" ile "gıyaben iman"
arasında
küçük bir anlayış farkı vardır. Zira birincisinde gaybın kendisine
inanılan
şey olduğu açıklanmış, ikincide ise inanılan şey hazfedilmiştir (gizli
tutulmuştur). Bunun için bazı tefsir bilginleri arada büyük bir fark
gözetmiş
ve: "Sizin gerek arkanızdan ve gerekse huzurunuzda iman ederler" diye
açıklama
yapmış; yani inanılan şeyin gayb olduğuna sataşmayıp, münafıklardan
sakınma
olduğunu göstermişlerdir. Fakat açıkça anlaşılan gıyabın da inanılana
ait
olmasıdır. Şu halde gayba iman ile, gıyaben iman arasında mânâ
bakımından
fark yoktur. Ve her iki değerlendirme ile imanın kıymet ve faydası,
gayb
ile ilgisi veya gayba ait oluşu bakımından dikkati çekmektedir. Çünkü
korunmak
ona bağlıdır. Peygamber'i görüp iman eden sahabîlerin de en büyük
meziyetleri
onu, gayba ait verdiği haberlerde tasdik edişlerindedir. Ve bur a da
Peygamber'i
görmeden tasdik edenlerin de öğüldüğüne işaret vardır. Nitekim İbnü
Mes'ud
hazretleri "Kendisinden başka ilah olmayan (Allah)a yemin ederim ki,
hiçbir
kimse, gayba imandan daha faziletli bir şeye inanmamıştır." buyurmuş ve
bu ayeti okumuştur. Diğer bir açıklama ile de burada gayb, göz karşıtı
olan kalp ve kalbin sırrıdır ki, kalbin ve kalbin sırrının kaynağının
"görmek"
olduğunu bilmek; hakkı ve peygamberliğin delillerini gözden daha çok
kalp
ile görüp, şirkten, maddeciliğin pisliğinden k u rtaran bir imânâ ermek
mânâsını ifade eder ki, bunda derin bir iman yoluna işaret vardır. Yani
kalbi bilen, Allah'ı bilir.
"iman", asıl
lügatta "emn" ve "emân"
kökünden
türemiş "if'al" vezninde bir kelimedir. Hemzesi, ta'diye (geçişli
kılmak)
ve bazan sayrûret (olmak, hal değiştirmek) anlamlarında kullanılır.
Geçişli
olduğuna göre "güven vermek", "emin kılmak" demektir ki, Allah'ın
isimlerinden
olan "Mümin" (güven veren, emin kılan) bu anlamdadır. Sayrûret (olmak)
mânâsına olduğuna göre de " e min olmak" demek olur. Ve "sağlam" ve
"güvenilir"
olmak, itimat etmek mânâsını ifade eder ki, dilimizde inanmak denilir.
Dil geleneğinde ise mutlaka tasdik etmek anlamındadır. Çünkü tasdik
eden,
tasdik ettiğini yalanlamaktan emin kılmış veya kendisi yalan d an emin
olmuş olur. İman bu mânâlarda "ona inandı" gibi bizzat geçişli olur.
Bununla
beraber veya gibi "bâ" veya "lâm" harfleri ile de geçişli olur. "Bâ"
harfi
ile geçişli olduğu zaman "itiraf" mânâsını, "lâm" harfi ile geçişli
olduğunda
da iz'an ve k a bul anlamını içine alır. Bunun için gaybi tasdik ve
itiraf
ederler, yahut "Tasdik ettiklerini huzurda da, gıyaben de tasdik ve
itiraf
ederler." demek olur.
Bir şeyi
tasdik etmek, onu doğru olarak
almak
demektir. Sıdk (doğruluk) ise ya kelime veya sözle ilgili olduğundan,
imanın
da ilgilendiğiyle ilgisi bu ölçüde çeşitli şekillerde cereyan eder.
Mesela
Allah'a iman ile Allah'ın kitabına ve ahirete iman şekillerinde bazı
anlam
farkları vardır. Bununla beraber tasdikin esas menşei (kaynağı) doğru
sözd
e; doğru sözün menşei de hükmün doğruluğunda yani vakıaya (olaya)
uygunluğundadır.
Zihin ve hariç (dış), diğer deyişle kalp ve göz, işte doğruluk ve
gerçeklik,
bu karşılıklı iki taraf arasındaki doğruluk ve uygunluk ölçüsündedir.
Olaya
uygun olan ve uygun o labilen zihin ve kalp doğru; bunun zıddı doğru
değildir.
Şu halde iman ve tasdikin başlangıcı, bu doğruluk ve uygunluk ölçüsünü
kabul ve itiraf etmektir. Aynı olay insan ruhunda veya huzurunda bizzat
mevcut ise görmeye ait tasdiktir, hissî veya aklî bedâh e ti
(apaçıklığı)
tasdik etmek gibi. Bizzat değil de hazır olan bir delil veya bir
gösterici
aracılığı ile hazır ise gıyabî (görmeden) tasdiktir. Bu durumdaki o
görünmeyen
olay, benzerleri ve zıdları ile, az çok kıyas edilebiliyor ve
sınırlanabiliyorsa,
del i lin devamlılığı ve yansımasındaki zaman süreci ölçüsünde özetli
veya
etraflı tasdik, resmi veya sınırlı bir bilgi, belirli bir tasavvur
ifade
eder. Olay görünmeyen, eşsiz ve zıtsız, benzersiz ve nazîrsiz ise, o
görünmeyen
tasdik, sınırlı bir bilgi değil, s ınırsız bir salt inanma olur ki,
genellikle
iman denince bu anlaşılır. Bu iman, ilmin hem başı ve hem gayesidir. Ve
bundaki sağlıklı biliş, ilme ait bilişten yüksek ve kuvvetlidir. Zira
her
tasavvura bağlı sınırlama delil olarak alınmayıp da, istenilen bi z zat
olarak alındığı zaman birer kesin bilgi engeli olabilir ve bildiğinin
ötesini
inkar eden cahil kalır. Fakat böyle bir sınırsız imânâ layık olan ancak
Allah Teâlâ'dır. Allah'a iman, bu şekilde, görünenden görünmeyene
sonsuz
olarak uzanır gider.
Genel olarak
lügatta "tasdik", ya sözlü
veya
fiilî olur. Sözlü tasdik de, biri kalbe, diğeri dile ait olmak üzere
iki
türlüdür. Buna göre lügat geleneği bakımından tasdikin üç derecesi
vardır:
Birincisi, kalbe ait tasdiktir. Bir kimse herhangi bir hükmün vey a bir
sözün veya söyleyeninin doğruluğunu yalnız gönlünde itiraf, teslim ve
bunu
kendi kendine ifade ettiği ve onun doğruluğuna kalben emin olduğu
zaman,
o hükmü veya sözü veya söyleyeni tasdik etmiş olur. İkincisi dil ile
tasdiktir.
Bu da, kendisinden baş k a birine dahi bildirecek ve duyurabilecek bir
tarzda; "bu böyledir" diye, bir sözü dili ile söylemektir ki, ya gerçek
veya görünürde olur. Birisinde bu dil ile tasdik, kalbî tasdik ile
birleşir,
söyleyen kendisince de doğru olur. Diğerinde dil başka, kalp başka
olur.
Yani dili ile diğerini tasdik ederken, kalbi ile kendini bile yalanlar.
Üçüncüsü fiil ile tasdiktir ki, bir sözün gereğini fiilen yerine
getirmekle
olur. Bu da kalp ile veya dil ile tasdikten birine veya her ikisine
yakın
olup olmadığına göre birkaç dereceye ayrılır. Fiil ile tasdik, kalp ile
tasdike uygun düşmezse gösteriş veya zorlama ile yapılmış olur.
Acaba din
lisanında iman bunların
hangisidir?
Yani İslam dininde bunların hangisini yapan mü'min sayılır? Lügattaki
iman
ile dindeki imanın farkı var mıdır? Bunu Kur'ân'dan ağır ağır
öğreneceğiz
ve bu âyetten itibaren başlıyoruz.
Dindeki
imanın, lügattaki imandan iki
yönden
özelliği bahis konusudur. Birincisi, iman edilecek olan ilgili (yani
kendisine
inanılacak şey) bakımından şer'î iman özeldir. Allah'ın birliğine ve
Muhammed
(s.a.v.)'in Allah tarafından getirdiği kesin olarak bilinen şeylere
kısaca
ve gerektiğinde genişçe inanmaktır. Bunun en özetli olanı Allah'a ve
ondan
gelene inanmak, diğer deyişle (Allah'tan başka ilâh yoktur; M uhammed
Allah'ın
Resulüdür.) kelime-i tevhidine inanmaktır. Bir derece tafsîl (açıklama)
ile, Allah'a, Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğine, ahirete inanmaktır.
İkinci bir tafsîl (açıklama) ile Allah'a, meleklerine, kitaplarına,
peygamberlerine,
ahiret gü n üne, kaza ve kadere, öldükten sonra dirilmeye, sevap ve
cezaya
inanmaktır. Üçüncü bir tafsîl de Kitap (Kur'ân) ve Sünnet ile Muhammed
(s.a.v.)'in bildirdiği kesin bir şekilde sabit olan haberlerin ve
hükümlerin
tümüne ve her birine Allah'ın ve Allah'ın p e ygamberinin istediği
şekilde
inanmaktır ki, burada "Onlar gayba inanırlar; ve onlar sana indirilene
ve senden önce indirilmiş olana inanırlar; ve onlar ahirete kesin
olarak
inanırlar." ifadesi bütün bunları iki derecede açıklamıştır. Diğer
açıklamalar
d a ilerde gelecektir. Ve bu derecelerden her biri, güç yetme derecesi
ile birlikte bulunur. Bütün dini bilmek demek olan tafsîl, havass
(saygın
kişiler)ın özelliği olabileceğinden, halk ve çoğunluk için birinci
farz,
özet olarak inanmak ve en son da tafsîl i n ikinci derecesine imandır.
Ve işte Bakara Sûresi'nin başı bu iki değeri göstermiştir. Halbuki
lügat
anlamındaki imanın ilgi sahası bundan daha geniştir. O, gerçeği ve
yanlışı,
doğruyu ve eğriyi içine aldığı gibi, gereksiz sayılacak ayrıntıları da
içine a lır. Lügat bakımından iman denebilecek birçok tasdikler vardır
ki, onlar din açısından tam küfürdürler. Mesela şirke inanmak; şeytanın
sözüne, doğruluğuna inanmak; küfrün, zulmün hayır olduğuna inanmak;
zinanın,
fuhşun, hırsızlığın, haksız yere adam öldür m enin, Allah'ın kullarına
saldırmanın doğruluğuna inanmak... lügat itibariyle birer iman, fakat
İslâm
dininde birer küfürdürler. Lügat anlamında imanın diğer bazı kısımları
daha vardır ki, dinî açıdan küfür olmamakla beraber birer inanma görevi
teşkil etmezler. Bir kısmı mübah, bir kısmı mendub, bir kısmı da
kötülük
ve günah olabilir ve bunların açıklaması fıkıh ilmine aittir.
Özetle lügat
anlamında imanın bir kısmı
hak
ve hayır, bir kısmı şer ve batıl, bir kısmı da zevk, saçma ve lüzumsuz
şeyler olabilir. Hak ve hayır olanlar şer'î imanın aynı veya onun
kapsamı
içinde ayrıntısıdırlar. Çünkü asıl şer'î iman, şimdiki halin arkasında
veya bâtın (kapalılığın)da kaybolan hak ve hayrın anahtar ve ölçüsünü
veren
ve bir tek yol takip eden prensiplerin tümüdür. Gerçekte bütün iş, hak
ve hayırdan önce, bunların prensip ve ölçülerindedir. Ve İslâm dininin
esas apaçık gerçekliği olan imânâ dair prensipleri de bu anahtarı ve
ölçüyü
verir. Hidayet (doğruluk)de onu takip edenleredir. Geleceğin kayıp
anahtarı,
şimdiki g örmede; şimdiki görmenin anahtarı, onun gizli gaybı ile
geçmişteki
gaybında ve hepsinin anahtarı ise Allah katındadır. "Gaybın anahtarları
onun katındadır, onları O'ndan başkası bilemez." (En'âm, 6/59).
Şu halde
insan; anahtarı, doğruyu ve hayrı
kendi istek ve arzusunda aramamalı, doğrudan doğruya veya bir aracı ile
Allah Teâlâ'dan almalıdır. Aracıları inkâr etmemeli, fakat kulluğu
ancak
Allah'a yapmalıdır. Çünkü "O'nun izni olmadan onun katında kim şefaat
edebilir?"
(Bakara, 2/255) âyeti onun izni olmadan kimsenin şefaat edemeyeceğini
bildirmektedir.
İkincisi,
imanın ilgilendiği şeyi
bırakarak,
kendi mahiyeti bakımından da şer'î imanın özelliği bahis konusu
olmuştur.
İmanın şer'î mânâsı, yalnız bir kalbin fiili midir? Yalnız bir dilin
fiili
midir? İkisi birden midir? Yoksa bunlarla beraber uzuvların fiili
midir?
Bu noktada bazı mezhep farklarına rastlıyoruz. Şöyle ki:
1. Hâricîler
ve Mu'tezile mezhebine mensub
olanlara göre şer'î iman, hem kalbin fiili, hem dilin fiili ve hem de
uzuvların
fiilidir. Yani Allah Resulü'nün tebliğlerini kalp ile tasdik, dil ile
ikrar,
amel ile de tatbik etmektir. Bunların üçü birden imanın esasıdır.
Bunlardan,
birisi bile eksik olan kimseye mümin denmez. Hâricîler'e göre kâfir;
Mu'tezile'ye
göre ise mümin i le kâfir arası fasık denilir. Bunlar şer'î imanda,
lügat
mânâsındaki imanın üç derecesini toplamış oluyorlar. Selef ve
hadiscilerden
bazıları da imanı dil ile ikrar, kalp ile tasdik, dinin esaslarıyle
amel
etmektir diye tarif etmişlerdir ki, imam Şafiî de bu gruba dahildir.
Fakat
bunlar, ameli terkeden fasıkın imandan çıkmış veya küfre girmiş
olduğunu
söylemezler. Şu halde bunların görüşleri Hâricî ve Mu'tezile
mezheplerinden
büsbütün başkadır. Bunlar gerçekte imanın aslını değil, imanın kemalini
tarif etmiş oluyorlar.
2. Kerrâmiye
mezhebine göre şer'î iman,
yalnız
dil ile ikrardır. Bunlara göre kalp ile tasdik bulunsun, bulunmasın,
dil
ile ikrar eden, diline sahip olan mümindir. Kalb ile tasdik de varsa,
içi,
dışı mümindir. Yok münafık ise, dışı mümin, içi kâfirdir. Bunlar, lügat
anlamındaki imanın en aşağı derecesi olan yalnız "söz ile tasdik"
mânâsıyle
yetinmişler ve şer'î imanın ölçüsünü de, müslümanlar arasında cereyan
edecek
olan muameleler ve hükümlerin prensibinde açık ve görünür sebebi
gözetmiş
l erdir. Bunlara göre iman, bir kelime meselesi demek oluyor, "İkrar
esas,
kalp ile tasdik şarttır." diyenler de olmuştur.
3. İmanın
esası, kalp ile tasdiktir.
Dilsizlik,
zorlama gibi bir zorlayıcı engel bulunmadıkça dil ile ikrar da şarttır.
Fakat tahakkukunun (gerçekleşmesinin) şartı mı, yoksa tamamının şartı
mı,
bunun hakkında da sözler söylenmiştir. Eş'arîler bu görüş
üzerindedirler.
4. İman,
kalbin fiili ile dilin fiilinin
toplamıdır.
Bunların ikisi de imanın esasıdır. Bununla beraber ikisi de aynı
seviyede
temel esas değildir. Kalbe ait sorumluluk, hiçbir özürle düşmeyi kabul
etmez. Bu, temel esastır. Allah korusun bu yok olduğu anda küfür ortaya
çıkar. Dilin fiili olan ikrara gelince: Bu da esastır. Fakat ölüme
zorlayan
bir zaruret ve özür ka r şısında bunun zorunluluğu düşer. Ve o zaman
yalnız
kalbe ait iman yeterlidir. Fakat zorlama mazereti bulunmayan, gücü
yettiği
halde ikrarı terkeden Allah katında da kâfir olur. Şu kadar ki cemaatle
namaz kılmak gibi dinin esaslarından olan bazı ameller de ikrar yerini
tutar. Gerçekte şer'î iman daima "bâ" veya "lâm" harfleriyle
kullanıldığından,
"ikrar ve boyun eğme ile tasdik" mânâlarını içine alır. Ve İslâm
dininin
hedefi insanlığın yalnız iç yüzü değil, için ve dışın toplamıdır.
Hiçbir
engel yokken im a nını yalnız kalbinde saklayan ve onu açıklamayan
kimsenin
Allah katında imanının kıymeti olamıyacağı Kitap ve Sünnet'in birçok
delilleriyle
sabittir. Ameli tatbikat, imanın istenilen meyvesi olduğunda şüphe
yoksa
da, bizzat amel, imanın kendisinin aynı ve y a parçası değildir; onun
bir
dalı ve istenilen neticesidir. Din, bir meyve ağacına benzer, kalp ile
tasdik onun toprak altındaki kökü, dil ile ikrar gövdesi, diğer ameller
dalları, yaprakları, çiçekleri, meyveleri gibidir. Ağaçtan beklenen
meyvesi
olduğu g ibi, imandan beklenen de güzel ameldir ve Allah'a yaklaşmak da
onunladır. Fakat dalları kesilmek, yaprakları dökülmek, çiçek açmamak,
meyve vermemekle ağaç kurumuş olmayacağı gibi, iman ağacı da böyledir.
Fakat gövdesinden yerle beraber kesilmiş olan ağaçların çoğunlukla
kurudukları
ve zamanını bulduğu halde gövdesi sürgün vermeyen ağacın tutmamış
olması
gibi, özürsüz olarak ikrarsız iman da böyledir. Ancak kışta kalmış
olduğu
için henüz topraktan filiz vermeyen tohumun veya kökün kuruduğuna hüküm
verilemi y eceği gibi, mazeret zamanında kalp ile tasdik de böyledir.
İşte
imanın böyle bir temel esası, bir ikinci derecede esası, sonra da
tertip
edilmiş dereceleri üzere dalları, fazlalıkları ve meyveleri vardır. Ve
imanın olgunluğu bunlarladır. . "İman yetmiş k üsûr şubedir. Bunların
en
aşağısı yoldan eziyeti kaldırmadır." hadis-i şerifi gibi birtakım
rivayetlerde
bu dallara ve şubelere bile iman ismi verilmiş gibi görünürse de, bu
imanın
kemali yönündendir. Ve hatta "imanın şubesi" denilmesi, imanın aslı
olmadığını
gösterir. Şu halde bu şubeler ve dallar, küfrün zıddı olan imanın aslı
değil, günah işlemenin zıddı olan imanın olgunluğudur ve bunun için bu
ayette de "yü'minûn = iman ederler" kısmı, "namaz kılmak" ve "fakirlere
vermek" imandan ayrıca zikrolunmuştu r. Yukarda anlatılan bazı selef ve
hadiscilerin görüşlerini de böyle anlamak gerekir. İmanın aslının,
böyle
kalbin fiili ve dilin fiili iki esastan ibaret ve geçerli bir özür
zamanında
ikrarın düşebileceği bir esas olması, lügat mânâsının tam ortası olduğu
gibi, İmam-ı Âzam Ebu Hanife Hazretlerinin ve bütün fıkıh bilginlerinin
de tefsir ve anlayışlarıdır. Ebu Hanife, arkadaşlarına Ehl-i Sünnet
ve'l-cemaat
mezhebinin esasını anlattığı ve açıkladığı en son vasiyetlerinde der
ki:
İman, dil ile ikrar ve kalp il e tasdiktir. Yalnız ikrar, iman olmaz.
Zira
olsaydı münafıkların hepsinin mü'min olmaları gerekirdi. Aynı şekilde
yalnız
bilmek de iman olmaz. Çünkü olsaydı, "Kitap ehli" olanların hepsinin de
mümin olmaları gerekirdi. Allah Teâlâ münafıklar hakkında "Al l ah
şahitlik
eder ki, münafıklar kesin olarak yalancıdırlar." (Münafıkûn, 63/1)
buyurmuş;
Kitap ehli hakkında da "Kendilerine kitap verdiklerimiz onu, oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar." (Bakara, 2/146) buyurmuştur. Sonra amel,
imandan
ayrıca bir işt i r. Mesela "Fakirin zekatı yoktur." denilir de, "imanı
yoktur" denilmez. Aynı şekilde "Fakirin zekata imanı yoktur." da
denilmez.
Yine Ebu Hanife "el-Âlimü ve'l-müteallim" ismindeki kitabında der ki:
"İman
tasdik, bilgi, ikrar ve İslâm'dır. Ve tasdik husus u nda insanlar üç
derecedir.
Bir kısmı, Allah'ı ve Allah'tan geleni hem kalbiyle ve hem diliyle
tasdik
eder. Bazısı da diliyle tasdik eder, kalbiyle yalanlar. Diğer bir kısmı
da kalbiyle tasdik eder, diliyle yalanlar. Birincisi Allah ve insanlar
yanında mü m indir. İkincisi Allah katında kâfir, insanlar yanında
mü'mindir.
Çünkü insanlar, onun kalbini bilmezler ve açıkta gördükleri ikrar ve
görünüşe
göre ona mümin demeleri gerekir. Kalbini bileceğiz diye kendilerini
zorlamaları
da caiz değildir. Üçüncüsü imanını gizlemek zorunda bulunduğu, kendini
saklama halinde ise onu tanımayanlar nazarında kâfir sayılır, Allah
katında
ise mü'mindir". Yine buyurur ki: "İman hakkında böyle kat'î tasdik,
bilgi,
ikrar, İslâm dedim, bunu açıklamalıyım. Bunlar, çeşitli isimlerdir ve
hepsinin
anlamı yalnız imandır. Şu şekilde ki, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye
ikrar
eden, "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye tasdik eder. "Allah Teâlâ
Rabbimdir."
diye tam olarak bilir. "Allah Teâlâ Rabbimdir." diye bilir, tanır ve
"Allah
Teâlâ Rabbimdir." d i ye kalbiyle ve diliyle teslim olur ve hepsinin
mânâsı
birdir." Daha sonra İmam-ı Âzam, imanda bir fazla sevgi değeri
bulunduğunu
da şu şekilde anlatıyor: "Mümin Allah Teâlâ'yı, onun dışındaki her
şeyden
çok sever. O derecede sever ki, ateşte yakılmakla Al l ah'a kalbinden
iftira
etmek arasında serbest bırakılsa yanmayı, iftiraya tercih eder.
Fıkhu'l-Ekber'de
de buyurmuştur ki: "İman, ikrar ve tasdiktir. Müminler iman ve Allah'ı
birlemede eşit, amellerde farklıdırlar. İslâm da o ilahî emirlere
teslim
olmak v e boyun eğmektir. Lügat itibariyle iman ile İslâm arasında fark
vardır. Fakat dinde, İslâm'sız iman, imansız da İslâm olmaz. Bunlar bir
şeyin dışı ve içi gibidir. Din ise iman ve İslâm ile beraber bütün
şeriatın
ismidir."
İman, esasen
masdar ve buna göre bir fiil
olmakla beraber örfte ve dinde isim olarak da kullanılır ve o zaman
iman
bizzat bu fiil ile başlayan bir sabit durumu ifade eder. Bütün
bunlardan
da anlarız ki:
1. İslâm
dini, yalnız bir iman meselesi
değildir.
İman ve amellerin toplamıdır. Amellerle ilgili tatbikatı atıp da dinin
bütün feyzini beklemek tehlikelidir.
2. Böyle
olmakla beraber iman, amel demek
değildir. Amelin farz oluşuna iman ile, o ameli yapmak birbirinden
farklıdır.
Müslüman amel ettiği için mü'min olacak değil, iman ettiği için amel
edecektir.
Şu halde amelini sırf aldırış etmeme ve küçümsemeden dolayı terketmiş
değilse
kâfir olmaz.
3. İslam
dininin imanında esasen kalp ve
vicdan
işi olan bir esas bulunduğu şüphesiz olmakla beraber, Cenab-ı Hakk'ın
isteği
olan iman meselesi yalnız bir vicdan işi olmaktan ibaret değildir. O,
tam
bir insan gibi kalbin içinden başlayıp, bütün dışa yayılacak ve sonra
kâinata
güzel ameller saçacaktır. Müslümanın imanı, âleme zarar vermeye sarf
edilmiş
olan baştan çıkarıcı düşüncele r veya şeytanın dürtüleri değildir ki
kalp
ve vicdanda hapsedilmeye mahkum olsun. Müslüman ancak bir zorlayıcı
zaruret
karşısında imanını sadece bir vicdan işi olarak saklayıp hapsetmeye
izinli
olabilir. O da düşmanın kesin zorlayışına uğradığı zamandır. O zaman da
nefsini feda ederek imanını hapisten kurtarması, imanını hapsederek
kendini
kurtarmasından daha faziletlidir. Ve bununla beraber ikisi arasında
serbestiye
sahiptir.
İşte bu
âyette Cenab-ı Allah, kendisinden
hakkıyla korkanları açıklamada "onlar gayba inanırlar" ile dinin iman
kısmını
özetledikten sonra amel kısmını özetleyerek buyuruyor ki:
"Ve namazı
kılarlar." Yani belli olan
namazı
dosdoğru kılarlar ve devam ettirirler. Kur'ân'da namaz hakkında
"yüsallûne",
veya "sallû" fiillerinden çok buyurulması dikkate değer bir husustur.
Elbette,
"namazı ikame ederler" demekte, "namazı kılarlar" demekten fazla bir
anlam
vardır ki bu, en az "doğru dürüst" yani "namazın şartlarına uymak,
Allah'a
boyun eğmek ve tevazu göstermek suretiyle güzelc e kılmak ve hatta
kıldırmak
mânâlarını ifade eder. Ve bunun için namazda ta'dil-i erkan (namazı
erkanına
uyarak kılmak) vacip olduğu gibi, özellikle namaz için iyiliği emretmek
ve kötülükten sakındırmak, namazın gereklerini tamamlamak için gayret
sarfetmek
de dinin lüzumlu gördüğü hususlardandır. Ana-babanın çocuklarına namaz
terbiyesi; din kardeşlerin birbirlerine tavsiye ve hatırlatması;
amirlerin
engelleri ortadan kaldırma ve imkanları tamamlama suretiyle
beğendirmesi
ve teşvik etmesi; Cum'a namazına ve cemaatle namaz kılmaya dikkat ve
devam
etmesi de bu cümledendir.
(İkame),
"kıyam" veya "kıvam"dan "if'âl"
ölçüsünde
olarak lügatta kaldırıp dikmek veya düzeltip doğrultmak veya
kıymetlendirmek
ve devam ettirmek veya dikkat ederek yapma anlamlarına geldiğinden,
namazla
ilgisinde bu mânâların birinden veya ortak noktalarından belîğ bir
istiare
yapılmış ve bunun için bir kelimelik "namaz kılarlar" yerine, iki
kelimelik
"namazı ikame ederler" seçilmiştir. İlk önce "dikmek" veya "doğrultmak"
mânâlarını düşünelim: Bu bize "Namaz dinin direğidir." hadis-i şerifini
hatırlatır. Bu hadiste din, yüksek bir binaya benzetiliyor ve namaz
aynı
o binanın direği gösteriliyor ki, iman da o binanın temelidir. Buna
"istiare-i
mekniye" ve "istiare bi'l-kinaye" (ki n aye ile istiare) denilir. Bu
âyette
de namaz cemaat ile kaldırılabilecek büyük bir direğe benzetiliyor ve
onun
güzelce dikilmesi veya doğrultulması suretiyle o yüksek binayı dinin
inşa,
koruma ve devam ettirilmesinin gereği anlatılıyor. Bir de bu binanın
ilerde
açıklanacak esasları, diğer kısımları, süsleme ve güzelliklerinin
bulunduğuna
işaret buyruluyor. Bundan dolayı "namaz kılarlar" demekle, "namazı
ikame
ederler" demek arasında ne büyük fark vardır. Hakikatte din gayet büyük
ve kudsi bir binadır. Ve b u binanın kerestesi, malzemeleri, şekli ve
planı
(yani şeriat) bizzat Allah'ın yaptığı ve koyduğu bütündür. Ona uygun
olarak
inşası, kurulup meydana gelmesi ve içinde saadetle yaşanması da
insanlara
aittir. Temsilen (benzetme yoluyla) diyebiliriz ki, bu b i nanın mimarı
Allah, baş kalfası Peygamber, amelesi ümmettir. Bu binanın temeli
kalplerin
derinliklerinde atılacak ve ağızlardan taşacak, direği tek başına
namazlarla
hazırlanacak, düzlenecek ve cemaat ile görünme meydanına dikilecek,
sonra
üzerine diğer kısımları inşa edilecektir. Fakat şurası unu
tulmayacaktır
ki, bu bina cansız değil canlıdır. Bu, geçmişler tarafından bir kerre
yapılmış
olmakla sonradan gelenler, yalnız bunun içinde oturup kalacak
değillerdir.
O, bir canlı bünye gibi her gün yapılıp işle t ilecek, her gün büyüme
ve
inkişafına hizmet edilecektir. Bu bina ve direk benzetmesi bize
İslâm'ın
sosyal durumunu ve bu konumda namazın kıymet ve yerinin önemini
anlatıyor.
Hakikaten cemaatle namaz İslâm toplumunun direğidir ve bütün İslâmî
teşkilatın
b i nasıdır. Ve cemaatle namaz kılmak ve kıldırmak, o direği dikmektir.
Tek başına kılınan namazlar da bu direğin hazırlanması ve
düzlenmesidir.
Dosdoğru, içi-dışı temiz ve muntazam olarak namaz kılmak, imanın
büyüyerek
bütün vücuttan fışkırması ve hayatın g i dişatına muntazam ve doğru bir
akış vermesidir. Bununla iç ve dış, mümkün olduğu kadar, temizlenir;
kalp
ve beden mümarese (alışma) ile kuvvetlendirilir. Herhangi bir kimsenin
namazsız bulunduğu haliyle namazına devam ettiği halini
karşılaştırırsanız,
nam a zlı bulunduğu zamandaki ahlâkını, herhalde yükselmiş bulursunuz.
"Muhakkak ki namaz kötü ve iğrenç şeylerden vazgeçirir." (Ankebût,
29/45)
âyeti, bu gerçeği anlatır. Bu karşılaştırmadaki yanlışlıklar, ayrı ayrı
şahısları mukayese etmekten doğar. Bazı hu s usta ahlâklı farz edilen
namazsız,
namazına devam ettiği zaman hiç şüphesiz ahlâk ve maneviyatça daha
yükselir.
Namazını kılan kimsenin hayatta en az dört kazancı vardır: Birincisi
temizlik;
ikincisi kalp kuvveti; üçüncüsü vakitlerin intizamı; dördüncüsü t
oplumsal
düzelme. Bu faydalar, devam şartıyla, en resmî bir namazda bile vardır.
Namazın büyük faydalarını hesap etmek mümkün değildir. Fakat en ufak
ahlâkî
faydası bilfiil büyüklenmeyi kırmak, kardeşliğe hazırlanmak, Allah
rızası
için iş yapmaya alışmaktır. Bunun için namazda giyinebileceği en güzel
ve en temiz elbisesini giymek ve kendine gurur vermesi düşünülen bu hal
içinde örtülecek nice ayıpların bulunduğunu düşünüp, yüzünü yani alnını
ve burnunu yerlere koyarak, kalbinde iman ettiği Allah huzurunda o
kibir
ve gururu kırarak defalarca secdeye kapanmak en mühim bir esastır. "Her
cami(ye gidişiniz) de güzel elbisenizi alın." (A'râf, 7/31). Namazda
özellikle
secdenin kibre olan bu mühim tesiri dolayısıyledir ki, kibirliler en
çok
namazın secdesine itir a z ederler. O süslü elbiseler içinde alınlarını
Allah rızası için yere koyma zorunluluğu onların kibir damarlarına,
sinirlerine
pek fena dokunur. "Şüphesiz bu, (Allah'a) saygı gösterenlerden
başkasına
ağır gelir." (Bakara, 2/45). Düşünmezler ki o süsler, o alınlar hep
Allah'ın
vergisidirler. Ve zamanı gelince o yağlı alınlar toza, toprağa
karışacaktır.
Hem o topraklar, o yerler o kadar hakaret edilmeye, devamlı olarak
çiğnenmeye
layık değildir. Zaman olur ki onlar için kanlar dökülür. Beşer hayatı
oradan
f ışkırır ve onu fışkırtan Allah Teâlâ'dır. O süslere, o bedenlere emek
vermiş birtakım Allah'ın kullarının da hakları geçmiştir. Şu halde o
topraklara,
o yerlere, toprak ve yer oldukları için değil, yaratıcısı olan Allah
Teâlâ'nın
büyüklük ve ululuğu adına hakkıyla secdeye kapanıp, kibirden ve
bencillikten
sıyrılmak ve insanlar ile kardeşçe geçinmek için onların topluluklarına
karışmanın pek kudsî bir görev olduğunu unutmamak gerekir. Namaz o
kibir
ve gururu kırarken, aynı zamanda insanın ruhî hürriyetine ö y le bir
yükselme
verir ki bu yükselme en görkemli kralların huzurundaki saygı duruşundan
çok yüksektir. Bunun için namaz mü'minin bir mi'racıdır. Yani onu
beşerî
olmanın sertliğinden, tek olan Allah'a ait arşa çıkartan bir
merdivendir.
Namazda bütün bir beşer hayatının şekli ve dereceleri dürülmüştür.
Allah'ın
huzurunda bulunmak, hazırlanmak, düşünmek, istemek, defalarca kalkmak,
bükülmek, düşmek, rahat edip oturmak nihayet selam ve selametle işini
bitirmek,
insanı, bütün hayatın kademelerinden geçirterek, v arlığın sırlarını,
dünya
ve ahireti düşündürerek Cenab-ı Allah'a kavuşturur ve büyük bir iman ve
sevap ile yine âleme döndürür. Yine bir hadiste açıklandığı üzere
"Namaz,
İslâm ile küfrün ayırıcısıdır".
Biz burada
namazın dünyaya ve ahirete ait,
maddî ve manevi, bütün faziletlerini ve faydalarını sayacak değiliz.
Çünkü
o sonsuzdur, sayılması mümkün değildir. Bunun bütün toplamı din dilinde
"büyük sevap" adıyle anılır. Fakat burada namazın, imandan sonra nasıl
bir ahlâkî ve sosyal prensip olduğunu ve o n un üzerine ne kadar büyük
bir sosyal bina kurulacağını kısaca ifade etmek istedik. O büyük
binanın
direği işte öncelikle ferdî namazlarla hazırlanır, düzene sokulur ve
cemaatle
dikilir. Ondan sonra da geri kalanı yapılır. İşte "namazı ikame etme"
tabiri
b u mühim mânâyı çok açık bir şekilde ifade ediyor ve hidayete aday
müttakileri
"namazı kılarlar" diye değil, "namazı ikame ederler" diye tarif, vasf
ve
medh ediyor. Bunlardan anlaşılır ki, bunun meâlinde "namaz kılarlar"
tabiriyle
yetinmek doğru değildir. Burada kelimesinin "elif-lâm"ı ahd içindir ki
durumu ve sınırı bilinen "İslâm namazı" demektir. Ve bu durum yani
namazın
nasıl kılınacağı, şartları ve rükünleri (namazın içindeki farzları),
sünnet
ve edepleri, mekruhları ve namazı bozan şeyler ile sı f at ve durumu
"Namaz
kılarken beni gördüğünüz gibi namaz kılınız." hadis-i şerifi gereğince,
Peygamber'den görülen fiilî, sözlü ve takrîrî olarak alınan sıfat ve
niteliktir
ki, bu nitelik ve durum ta başlangıçtan beri müslümanlar arasında amel
ile kesin b ir şekilde bilinir ve din kitaplarında yazılmıştır. Ve
"yüsallûne"
buyurulmayıp da "ahid lâmı" ile "yükîmüne's-salâte" buyurulmasında bu
mânâ
da açıktır. Yani "yükîmüne's-salâte", "dosdoğru namaz kılarlar" demek
değil;
"namazı, dosdoğru kılarlar" demek ol d uğundan gaflet edilmemelidir.
"Salât"
kelimesinin Arap dilinde iki
kaynağı
vardır. Birisi genel olarak dua mânâsıdır ki, "Peygamber'e salât ve
selâm"
dediğimiz zaman özellikle bunu anlarız. Diğeri (salv) maddesinden gelen
"sallâ" fiilinin masdarıdır ki, iki uyluğu hareket ettirmek demektir.
Araplar
bu mânâca "sallâ" dedikleri zaman "iki uyluğunu hareket ettirdi"
mânâsını
anlarlar. Aynı şekilde "at (veya kısrak) kuyruğuyla iki uyluğunu sağa
sola
çarptı" denilir. Salveyn uylukların başındaki iki tüm s ek kemiktir.
"Sallâ"nın
bu hareket ettirme mânâsı tabirine benzer. Yahudiler birbirine selam ve
saygı sırasında başını eğer ve kıçını oynatıp kasığına doğru bir yan
bükerlermiş
ve bu şekildeki selama Arapça'da "iki uyluğu hareket ettirme" mânâsına
"tekf î r" denirmiş. Buna göre "keffera'l-yahûdiyyü", "Yahudi
uyluklarını
oynatıp bükerek reverans yaptı." demek olur. "Kâfire" kıçdaki kaba ve
tıknaz
iki etin ismidir ve "kâfire-teyn" tesniye (ikileme)dir. Bu şekilde "iki
uyluğu hareket ettirme" mânâsına "sallâ" da rükû (namazda eğilme) ve
secdelerde
yapıldığı gibi, bizim "belini eğmek" dediğimiz "iki uyluğu hareket
ettirme"
mânâsına kullanılırmış. Demek ki Araplar, hem yahudilerin yaptığı
reveranslı
baş kıç selamlarını tanırlarmış, hem de yerlere eğilerek "kandi l li
temennâ"
usûllerini. İşte lügat bakımından (biri kalp ve dil işi olan dua,
diğeri
de bir bedenî hareket işi olan belli fiil) iki anlama gelen "salat"
kelimesi,
dinde Peygamberimizden görülegeldiği üzere kalbe, dile ve bedene ait
fiiller
ve özel esaslar d an oluşmuş gayet intizamlı, kâmil (eksiksiz) bir
ibadetin
ismi olmuştur ki, necâset (pislikler)ten temizlenme, hades (manevi
pislikler)den
temmizlenme, setr-i avret (avret yerlerinin örtülmesi), vakit, niyyet,
kıbleye dönmek adıyle altısı dışından başlayan şart; iftitah
(başlangıç)
tekbiri, kıyam (ayakta durmak), kıraet (Kur'ân okumak), rükû (eğilmek),
sücûd (secdeler), teşehhüd miktarı (şehadet kelimesi getirecek kadar
bir
zaman) kâde-i ahîre (son oturuş) adıyle içinde yapılan altı esas olmak
üzere en az o n iki farzı; Fâtiha, zamm-ı sûre (Fâtiha'ya eklenen
sûre),
tâdil-i erkân (namazın esaslarına hakkıyle uyma), kâde-i ûlâ (ilk
oturuş)
ve diğerleri gibi bir takım vacipleri; bunlardan başka birçok
sünnetleri,
müstehapları, edepleri, mekruhları ve müfsidâtı ( namazı bozan şeyler)
vardır. Sonra beş vakit ve Cuma gibi farz, vitir ve bayram gibi vacip
ve
diğer müekket sünnet ve gayr-i müekket sünnet, nafileler olmak üzere
çeşitleri
ve kısımları vardır ki, açıklaması fıkıh kitaplarına aittir. Cemaatle
kılmak
da Cu m a'da farz, diğerlerinde vacip veya müekked sünnettir. Ve burada
"salât"dan asıl maksat, farz olanlardır. "Salât" kelimesinin "lâm"
harfi
ince de okunur, kalın da. Kalın okunmak itibariyle "vav"la yazılır,
Verş
kırâetinde de kalın okunur.
O müttakî (Al
lah'tan hakkıyle korkan)ler
sadece iman ile ve yalnız namazı dosdoğru kılmak gibi bedene ait
ibadetlerle
de kalmaz, mâlî (malla ilgili) ibadetlerde de bulunurlar. Kendilerine
nasip
ve kısmet ettiğimiz rızıktan, maddî ve hatta manevî şeylerden az çok
har
ç ve infak eder, Allah yolunda harcamada da bulunurlar.
İdğâm ile
'dır, "mâ" kelimesinin
Türkçemizde
en güzel karşılığı "nesne"dir. Fakat biz bu kelimeyi kaybetmek üzere
bulunduğumuzdan
"şey" diyoruz. Gerçi "mâ" genelde veya çoğunlukla "şey" mânâsına da
kullanılabilirse
de, asıl mânâsı "akılsız olan şey" veya şeylerdir. Yani nesnelerdir.
Akıllıya
"men" denilir. Ve bunun için eskiden "mâ" nesne, "men" kimesne (kimse)
diye ayırt edilirdi.
"Rızık",
aslında Arapça'da "haz" ve
"nasip"
anlamında isim olup, nasip etmek, rızıklandırmak mânâsında masdar dahi
olur ki onun fiilidir. Ve bu karine ile "mâ" isim olan rızıktan ibaret
olur. Ehl-i Sünnet'e göre şer'î mânâsı da lügat mânâsının aynıdır ki,
"Cenab-ı
Allah'ın canlıya zevk ve faydalanma nasip e ttiği şey" diye tarif
edilir.
Şu halde mülk olsun olmasın, yenilen, içilen ve diğer şekillerde
kullanılmasından
faydalanılan mallara uygun olduğu gibi evladı, eşi, gayret ve işi, ilim
ve bilgileri dahi içine alır. Fakat hepsinde istifade edilmiş olmak şar
t tır. Bu faydalanma, dünyaya ve ahirete ait faydalanmadan daha
geneldir.
Buna göre
dinî ve dünyevî bilfiil
faydalanılamayan
mal, mülk, evlat ve aile, ilim ve bilgi rızık değildirler. Bu şekilde
birşey,
çeşitli faydalanma şekillerine göre farklı kimselerin rızkı olabilir.
Fakat
malından, gücünden, ilminden faydalanmayanlar rızıklanmış değildirler.
"İnfak",
malın elden çıkarılması, harç ve
sarfedilmesi demektir. Dinî bakımdan farz, vacip, mendub kısımları
vardır.
Bu "infak" karinesiyle ya "rızık" mala tahsis edilmek veya "infak"
mecaz
yoluyla maldan başkasına da genelleştirmek gerekecektir. Açık olan
birincisidir,
fakat ikincisi de muhtemeldir. Şu halde âyetin bu kısmı, ilk bakışta
zekat
ve diğer sadakalar bağışlar, yardımlar ve vakıf gibi, fakirlere, diğ e
r çeşitli hayırlara, aileye yardım gibi bütün mal ile yapılan
ibadetleri
içine alır ki, ilerde "Sana (Allah yolunda) ne harcayacaklarını
soruyorlar.
De ki: 'Verdiğiniz hayır, ana-baba, yakınlar, öksüzler, yoksullar ve
yolda
kalmışlar içindir. Yaptığınız h ayrı, muhakkak, Allah bilir." (Bakara,
2/215) gibi âyetlerle açıklanacaktır. İkincisi ilim öğretme ve
diğerleri
gibi manevî şeyleri de içermektedir. Bununla beraber bunların hepsinin
başında, İslâm'ın binasından biri olan zekat vardır. Ve bunun için birç
o k tefsirciler burada ilk önce ve bizzat kastedilen şeyin zekat
olduğunu
açıklamışlardır. Fakat kurtuluşun kendisine tahsis edilmesi bakımından,
namazda olduğu gibi burada da farz olan infak kastedilmek gerekirse de,
infakın farz oluşu yalnız zekata tahsis edilmediğinden muhakkıkîn-i
müfessirîn
(araştırmacı tefsirciler) bunu genelleştirme taraflısıdırlar. Ancak bu
ortamda zekatın birinci mevkii işgal ettiği de unutulmamalıdır. Çünkü
İslâm
binasının ikincisi de zekattır. Bir hadis-i şerifte de görüldüğü üzer e
"Zekat İslâm'ın köprüsüdür.". İslâm'ın bir köprüsü, bir geçididir.
Dinin,
iman ile temeli atılıp, namaz ile direği dikildikten sonra, geçilecek
mühim
bir geçidi vardır ki, zekat işte o geçidi geçirecek bir köprü olmak
üzere
kurulacaktır. Çünkü dünya ve a h irette korunmak için yapılacak olan
görkemli
İslâm binasının, dünyadaki "dâru'l-İslâm" (İslâm yurdu), ahiretteki
"dâru's-selam"
(esenlik yurdu)ın yapımı için birtakım malî masrafları vardır ki,
bunlar
malî ibadetler ile yapılacaktır ve bunun en zarurisini de zekat teşkil
eder. Zira "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım dileriz."
(Fâtiha,
1/5) diye bir tevhid üslubu içinde sadece Allah'a kulluk etmek ve
kardeş
topluluk ile namaz kılabilmek için safları doğrultmak ve o saflarda bir
eşitlik duygu s u ile devamlı bir şekilde bulunmak gereklidir. Bu ise,
o toplum içinde günlük azıkla yetinme durumunda olan kimselerin
kalmaması
ile mümkün olur. Bir aç ile bir tokun bir safta kurşunla kenetlenmiş
binalar
gibi bir sevgi ve kardeşlik duygusuyla birbirine kalben perçinlenmesi
kabil
değildir. Şu halde cemaatin hakiki bir ibadet birliği içinde olması,
gerçekten
fakir ve kimsesiz olanların gözetilmesi ve çalışabileceklerin
çalıştırılması
için ilk önce zekat ve fıtır sadakaları ile, zenginlerle fakirler
arasınd
a ki uçurumu kapatarak bir sevgi bağının kurulması, hem de hepsinin
mevlası
(efendisi) Allah Teâlâ olduğunu bildiren bir duygu ve iman ile
kurulması
büyük bir görevdir. Bu görevin, bu niyetle yapılmasında müslüman artık
yalnızlığında beşerî bayağılıktan sil k inecek, Allah Teâlâ'nın bir
halifesi
(yani bir vekili) olmak rütbesini kazanacak ve elindeki malın Allah'ın
malı olduğunu ve kendisinin onu, muhtaç olan Allah'ın kullarına
ulaştırmaya
görevli bulunduğunu anlayarak: "Al kardeşim, bu benim değil, senin
hakkındır,
bende bir emanettir, ben sana Allah Teâlâ'nın gönderdiği şu çıkını,
postalanmış
koliyi teslim etmeye görevlendirilmiş bir dağıtıcıyım." diyerek, aynı
şekilde
alçak gönüllülüğü ile fakirin, sabırlı fakirin hakkını vererek kalbini
okşayacak ve bununla o topluluğun mümkün olduğu kadar açıklarını
kapatacaktır.
İşte Kitap ve Sünnet'in araştırılmasına göre fıkıh usûlü ve fıkha ait
kitaplarımızın
zekat görüşü özet olarak budur. Bu şekilde zekat, müslümanı, beşerî
düşüklüklerden
ilahî vekilliğe geçiren bir k öprüdür. Namaz, hayat kademelerinden
ilahî
huzura çıkaran bir mi'rac olduğu gibi, zekat da o mi'racda alınan bir
ilahî
görevin köprüsüdür. Ve her müslüman, bu köprüyü yapıp geçmeye, yani
zekat
vermek için helâl mal kazanıp zekat verecek dereceye çıkmaya ç a
lışacak
ve henüz verecek halde değilse, en az onun yüksekliğine iman ile dolu
olacaktır.
Yani müslümanın gözü, zekat almaya değil, vermeye dönük bulunacak ve
ancak
çaresiz kaldığı zaman zekat ve sadaka alabilecek ve tersi durumda
aldığının
haram olduğunu u nutmayacaktır. Bu şekilde kurulan İslâm toplumunun
namazında
ne büyük bir birlik kuvveti bulunacağı ve bunların o görkemli İslâm
binasını
tamamlamak ve bitirmek için nasıl bir aşk ve şevkle çalışmaya
atılacakları
düşünülürse, İslâm dininin esasındaki yüks e klik ve bu âyetlerle o
müttakîlere
verilen öğme değerinin önemi derhal anlaşılır ki, ilerde açıklanacak
olan
orucun da bu noktayı her kalbe hissettirmek için mühim bir terbiye
özelliği
bulunduğu açıktır. Görülüyor ki bu âyette İslâm binasından, imandan so
n ra iki amel zikredilmiştir ve dinde bunlar diğerlerinden önce farz
kılınmıştır:
Namaz, zekat. Çünkü bunlar, bütün ibadetlerin aslıdırlar ve burada
bilhassa
anılmaları özelliklerinden dolayı değil, diğerlerinin çeşitliliğine
işareti
de içine alıcı olduklarından dolayıdır. Zira bütün ibadetler iki çeşide
ayrılmıştır.
Biri bedene
ait ibadetler, diğeri de mala
ait ibadetlerdir. Hac gibi hem bedenî ve hem de malî olan üçüncü bir
kısım
dahi bu iki değerin birleşmesidir. Şu halde namaz, bütün bedenî
ibadetlerin
asıl temsilcisi; zekat da bütün malî ibadetlerin asıl temsilcisidir. Ve
bunlar imanın ilk müeyyidesi (yaptırımı) ve amel ile ilk
gelişmesidirler.
Buna göre bu âyet-i kerimede bütün iman prensipleri gaybde; bütün
amellerin
esasları da namaz ve infak (Allah y o lunda harcama)da özetlenerek,
İslam
dininin ilmî, amelî, esasları ve dalları kısaca anlatılmıştır ki,
bunlar
Fâtiha sûresinde "Ancak sana ibadet ederiz ve ancak senden yardım
dileriz."
(Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla doğru yol ve en son "hamd" başlığında
toplanmış
idi.
4-Bundan
sonra gaybda özetlenen imana ait
esaslar vahiy ve nübüvvet (peygamberlik) meselesi olması bakımından bir
derece daha açıklanarak buyuruluyor ki; ve o muttakîler ki, hem sana
vahiy
ve inzal edilen ve edilmekte olan Kitap ve şeriata, hem de senden önce
vahiy ve inzal edilmiş bulunan (yani Tevrat, İncil, Zebur, Suhuf gibi)
kitaplara iman ederler ki, bu iman da Muhammed (s.a.v.)'nin
peygamberliğine
ve bütün geçmiş peygamberlerin peygamberliklerine iman ile mümkündür.
Çünkü
habere iman, haber verene imânâ bağlı bulunduğu gibi, onlara tüm
indirilenlerden
birisi de peygamberlikleri davasıdır. Önceki âyet, bütün müslüman
müminler;
bu âyet de önce Ehl-i kitaptan olup da müslüman olan müminler hakkında
indi deniliyor. Bununla beraber böyle o lması iki âyetin birbirini
tamamlayıcı
ve açıklayıcı olmasına engel değildir. Ve geçmişe iman, geçmişi
hikayeden
ibaret zannedilmemelidir. Şu halde bütün inzal edilmiş kitaplara ve
geçmiş
peygamberlere, esas itibariyle iman da, İslâm iman ve inancından b i r
parçadır ki "Allah'a inandık deyiniz..." (Bakara, 2/136) gibi âyetlerde
bu durum açıklanacaktır. Bunun için Müslümanlık bütün semavî dinlerin
şahididir.
Zira imana ait meselelerde nesih (iptal etme) yoktur, tamamlama vardır.
Nesih, amele ait hükümler i tibariyle cereyan eder. Bu ve benzeri
Kur'ân
âyetleri ve Peygamber'in sünnetleri bize özellikle şunu gösterir ki,
Müslümanlık
dini geneldir. Bütün insanları içeren ve vahye dayanan dinlerin hepsine
hürmetkâr bir dindir. Diğer dinler ise tâbi bulundukları bayrak
altında,
din işleri bakımından, kendilerinden başkalarını yaşatmazlar,
vicdanlarının
sınırı dar ve kısadır. Bunlar, kendilerinden başkasına hayat hakkı
tanımamayı
dinin gereği bilirler. Tanırlarsa yalnız politik bir zorlama ile
tanırlar.
Yakın zaman l ara kadar hristiyan devletlerin içinde kendilerinden
başka
bir millet yaşattığı görülmemiş ve bu sebeple bunlar başka dinden olan
kavimlere hakim olamamıştı. Son zamanlarda bu vicdan darlığındaki
politik
hastalığı gören Avrupa devletleri Katoliklik ve Protestanlık
kavgalarından
doğan bir vicdan hürriyeti davasıyla Fransız inkılâbından sonra
liberallik,
laiklik ve insanlık kelimeleri altında Hıristiyanlık kelimesinden
sapmaya
doğru yürümüş ve o zamandan beri diğer milletler üzerinde hükümet
kurmaya
yol bul a bilmişlerdir. Fakat bu kelimeler olumlu ve merhametli, genel
bir hak vicdanı kurulmasını değil, dinsizliğe ve bencilliğe doğru
olumsuz
bir gidişi hedef aldığından, ilme ve sanayiye ait gelişmelerini gerçeğe
bağlayacak yerde, insanlığı haktan uzaklaşmaya, vicdansızlığa ve
ihtiraslara
sürüklemiş ve sonucu da İslâmiyet'in gösterdiği gerçek ve olumlu
hürriyet
hakları ile insanlığa temin ettiği ve yaydığı gerçek evrensel hayattan
uzaklaşmak ve hayatın ızdıraplarını artırmaktan ibaret olmuştur.
Bu bakış
açısıyla denilebilir ki, şimdiki
insanlar, Peygamberimizin gönderildiği zamanda olduğu gibi, İslâm'ın
nurunun
genel bir gelişmesini ve herkesin selameti için, gerçeğin bütün
insanlık
üzerinde kuvvetli bir egemenliğini görmek derdiyle kıvranıp
çabalamaktadırla
r. İnsanlığın şimdiki sapıklığı, beşeriyetin doğru üzerinde egemen
olması
fikrinde toplanıyor. Bu ise, insanlar arasında en kuvvetli görünenlerin
"tapılan bir yaratıcı" gibi kabul edilmesine sebep oluyor. Bu,
tutkuların
kuvvetlenmesiyle hukukun (hakların) ç iğnenmesini, herkesin selamet ve
emniyetinin bozulmasını doğuruyor. Halbuki insanın saadeti gerçekte
insanlığın
hakka egemen olması davasında değil, hakkın insanlığa egemenliği
esasındadır.
Ve İslâm'ın eşit yaşamak için "Ancak sana ibadet ederiz ve anca k
senden
yardım bekleriz." (Fâtiha, 1/5) antlaşmasıyla öğrettiği "yaratılış
kanunu"
da budur. Şu halde insanlık, ya hakka (doğruya) üstün gelmek davasıyle
ihtiras ve ızdırap içinde birbirini yiyip gidecek veya Hak Teâlâ'ya
iman
ile onun mutlak egemenliğin e uymak için İslâm dinine ve Muhammed
(s.a.v.)'in
bildirilerine sarılacaktır. Hakk'ı, insanın emri altında gören dar
vicdanların
kurtuluşa ereceklerini ve beşeriyetin dairesi için bir olumlu kutup
olabileceklerini
zannetmek ne büyük hatadır! Büyük vicdanlar, Hakk'ı bir bilir ve
haktan
gelenin hepsine, her birinin kendi derecesine göre kıymet verir.
İşte İslam'ın
kalbi, bu büyük iman ve
vicdanın
sahibidir. O, herkese bu imaniyle göğsünü açar. Bütün beşer vicdanını
bu
genişlik ve anlayışlılıkla hakka yaklaştırmaya çalışır. Bunu
kavrayamayan,
bu yüksekliğe eremeyenleri de hakkın birlik ve kapsamına saldırmamak ve
hakka az çok uymayı kabul etmek şartıyle kendi dinî sahalarında hür
tutarak
göğsünde yaşatır ve onların yaşama haklarına hürmeti de yalnız görünüşe
ha s bir siyasetin değil, gerçek dinin gereği bilir.
Gerçekten
"Ahirete ait kuvvetli bilgi
sahibi
olacak olanlar da ancak bunlardır, bu genişçe imana sahip olanlardır."
Mesela "Hazreti Musa peygamberdi ama, İsa değildi; Tevrat, Allah'ın
kitabıdır,
İncil değildir; yahut Musa ve İsa (a.s.) peygamber idiler, ama -hâşâ-
Muhammed
(s.a.v.) değildir; olsa bile bizim değil, Araplar'ın peygamberidir;
Tevrat
ve İncil Allah'ın kitabıdırlar, fakat Kur'ân değildir." gibi sözlerle
Allah'ın
peygamberlerini farklı göre n, kimine inanıp kimine inanmayarak
Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliğini ve ona inen Kitap ve dini tanımayanların
ahiret
hakkında birtakım zanları, bazı kanaatları bulunsa bile yakînleri
(kuvvetli
bilgileri) yoktur. Gerçi her felsefede, her dinde bir ahire t fikri
vardır.
Fakat bunların çoğu delilsiz birtakım emellerden, ideallerden ibaret
kalır.
Çünkü meseleler ve ahiret yolunun varlığının imkanı akıl ve kalp ile
her
zaman sabit olursa da, gerçekleşmesinde aklî delil, varsayımlar ve
kalbî
temenniler yeterli değildir. O ancak Allah tarafından gelen saygıdeğer
peygamberlerin sadık haberleri ile bilinebilecek gaybe dair
haberlerdendir.
Bunu sona erdiren ve tamamlayan ise peygamberlerin sonuncusu olan
Muhammed
Mustafa (s.a.v.)'dır. Şu halde peygamberlere iman et m iyenlerin,
ahirete
doğru imanları olamayacağı gibi, geçmiş peygamberlere iman edenler bile
son peygambere ve ona indirilen Kitap ve şeriata iman etmedikçe, ahiret
hakkındaki iman ve kanaatleri yakîn (kesinlik) derecesini bulamaz; hak
vakıa (olgu)ya uygun o lamaz. Mesela Yahudiler: "Cennete ancak yahudi
olanlar
girecektir." (Bakara, 2/111) ve "Bize cehennem ateşi olsa olsa sayılı
birkaç
gün dokunacaktır." (Bakara, 2/80) derler. Hıristiyanlar da aynı sözü
kendileri
hakkında söylerler. Kendilerinden başkasına d ünya ve ahirette hayat ve
saadet hakkı tanımazlar. Ve sonra cennetin nimetleri, dünya nimetleri
cinsinden
midir? Devamlı mıdır, değil midir? O, bir ruhun ebedî olması meselesi,
midir, değil midir? diye ihtilaf ederler. Halbuki Allah'ı bir bilip,
bütün
pey g amberleri tasdik ve ahir zaman peygamberinin peygamberliğine ve
ona
indirilen Kitap ve şeriate de iman ettikleri zaman şahsî ve kişisel
olan
o gibi bozuk kanaatları, gerçeğe uymayan inanışları Muhammed (s.a.v.)'e
ait tebliğlere imanla gider de, ahiret hakk ında gerçeğe uygun kuvvetli
bilgi elde ederler. Dünya hak, ahiret de hak, hayat hak, ölüm ve
kıyamet
de hak, öldükten sonra dirilmek de var. O da hak, haşir (kıyamet günü
toplanmak)
hak, sual hak, hesab (hesaba çekilmek) hak, mîzan (tartı) hak, sırat
hak,
sevap hak, ıkâb (ceza) hak, cennet hak, cehennem hak. Ve hepsinin
üstünde
rıdvan-ı ekber (en büyük Allah rızası) ve Allah'ın cemalini görmek de
hak,
Allah'ın izniyle müminlere şefaat da hak; cennet ebedî, cehennem de
ebedî.
Bununla beraber o ebedî cehenne m e girdikten sonra kurtulup çıkacak ve
nihayet cennete gidecek olanlar da var. Ahiret nimetlerinde, dünya
nimetlerine
benziyenler de var, dünyada görülmedik, işitilmedik, hatıra gelmedik
şeyler
de var. Şu fark ile ki, ahiret nimetleri sonsuz ve elemsiz. Dü n yanın
ilmî kanunları, ahiretin bütün incelikleriyle ayrıntılarını anlamaya
elverişli
de değil. Onu hakikatiyle bilmek, hakkın (gerçeğin) temelini bilmeye
bağlıdır.
İlmin kanunları, bize onun akla uymayan bir imkansızlık olmadığını ve
nihayet
mutlak bir ga y b âleminin bulunduğunu ve bugünün her halde bir yarını
olduğunu ve ona hazırlanmamızın gereğini isbat eder ve anlatır. Fakat o
yarının nasıl olacağını ancak Allah bilir ve gaybtan haberi olan
şerefli
peygamberler haber verebilir.
"Ahiret"
kelimesi esa sen "âhir"
kelimesinin
müennesi (dişisi)dir ki, "son" ve "sonraki" mânâsına sıfat iken şeriat
dilinde "ahiret yurdu" ve "ahiret hayatı" ve "ahiretin neş'eti"
tamlamalarının
hafifletilmişi olarak isim olmuştur. Karşıtı olan "dünya" kelimesi de
böyledir.
"A h iret", kâh "dünya" ve kâh "ûlâ" (ilk) kelimesinin karşıtı olarak
kullanılır.
Ahiret yurdu tam bir hayat, ebedi hayattır. Tam hayatı insanların
kimisi
yalnız aklî ve ruhanî kabul eder, kimisi de duygusal ve cismanî (bedene
ait). Fakat gerçeğini henüz bilme d iğimiz hayatın bizce kemali
(olgunluğu),
hem aklî ve hem hissî oluşundadır. Kur'ân'ın bize bildirdiği ahiret
hayatı
ise "hayatın en mükemmeli" olduğundan biz ona inanırız, felsefî
derinlikleriyle
uğraşmayı lüzumsuz sayarız. Ben, "ben" dediğim zaman ruh ve bedenimin
birliği
noktasına basıyorum ve hayatı da bunda biliyorum. Gayb âleminin bugünkü
görünen âlemden sonsuz derecede geniş ve mükemmel olduğunu bilyoruz ve
her halde yarın için daha üstün bir hayatın muhakkak olduğu
kuşkusuzdur.
Buna "acaba!" diyenle r kalpleri kör olanlardır. Maddemiz erir, genel
maddeye
karışır; kuvvetimiz dağılır, genel kuvvete karışır, hepsi erir Hak
Teâlâ'ya
döner. Önce Allah'tan kendime geldim, yine Allah'a gideceğim. Gidersem,
Rabbımın bir âleminde daha niçin kendime gelemiyeyim? Niçin
rahmetlerine
eremiyeyim? Hemen Cenab-ı Hak güzel sonuçlar nasip etsin. Felsefenin,
"olan
yine olacaktır" diyen "ıttırat = uyum, ritim" kanunu, "illiyyet =
nedensellik"
kanunu bile bu kat'î bilgimi zaruri kılmaz mı? Peygamber efendimizden
rivayet
olunuyor ki şöyle buyurmuşlar: "Şaşmak, bütün şaşmak ona ki Allah'ın
bütün
halkını (yarattıklarını) görüp dururken Allah hakkında şüpheye düşer.
Şuna
şaşılır ki ilk doğuşu tanır da, son doğuşu inkâr eder. Şuna da şaşılır
ki, her gün, her gece ölüp dirilip du r urken öldükten sonra dirilmeyi
ve kıyameti inkâr eder. Şuna da şaşılır ki, cennete ve cennet
nimetlerine
inanır da yine aldatıcı dünya için çalışır. Şuna da şaşılır ki,
başlangıcının
bulaşık bir nutfe (sperme), sonunun çirkin bir leş olduğunu bilir de
yin
e büyüklük taslar ve öğünür." Bu hadis, ahiret hakkında ilim ve fen
açısından
başlıca iki gerçeği gösterir. Birincisi ilk doğuş ve son (doğuş)
deyimiyle,
hem ahiretin gerçekliğine ve hem devamlılık ve tekrar etme kanununa
işarettir.
İkincisi dış görünüşü i l e uyku uyanıklığı gösteren her gün, her gece
ölüp dirilmek meselesidir ki hayatın hakikatı ve ahiretin hakikatı
açısından
çok önemlidir. Biz her gün gıdaya, uyuyup uyanmaya niçin muhtaç
oluyoruz?
Çünkü bedenimiz, bedenimizin kısımları her gün ve hatta her saat, her
an
devamlı bir şekilde ölüyor ve yerine yenisi yaratılıyor ve bu yaratılış
işi olurken biz uyuyoruz. Bunun için uyku sadece görünürde değil,
gerçekten
de bir ölüm oluyor. Çıkardığımız bütün salgılarımız, bedenimizin
kısımlarının
cenazeleridir. D e mek ki hayat, ancak benzerlerin yenilenmesi ile yeni
yaratma sayesinde devam ediyor. Devam eden nedir? Benim birliğim nedir?
Bu da bir ıttırad (ritim) kanunu, benzeyiş ve gelişme görüntüsüdür.
Bundan
dolayı, dünyaya ait hayatımın zamanı, esasında benim ru h umun ve
cismimin
sabit olması değil, Allah'ın yaratması ve bâkî kılmasıdır. Ve işte
ahiret
hayatı da böyledir.
"Îkân", yakîn
sahibi olmaktır. "Îkân",
"istikân",
"teyakkun", "yakîn" hepsi bir mânâya gelir. "Yakîn", gerçeğe uygun ve
herhangi
bir şüphe ile ortadan kalkmayacak şekilde şek ve şüpheden uzak olan
sabit
ve kesin bir inanış demektir. Diğer bir deyişle "yakîn", şek ve şüphe
bulunmayan
kesin bilgi, şüphe karışmayan ilim, bozulması ihtimali olmayan ilimdir.
Bununla beraber "kalbin kararı" anlamın a da "yakîn" denildiği olur.
"Şu
anda şüphem yok ki bu böyledir. Şimdi ve ilerde şüphe edilmez bu
böyledir.
Başka türlü olmak mümkün değil, bu böyledir." Bunun üçüne de yakîn
denilir
fakat asıl "yakîn" ikinci ile üçüncüdür. Yani birinci tariftir. Allah'a
a i t ilme, "yakîn" denilmez. Bunun iki sebebi vardır: Birincisi;
Allah'ın
isimleri ve sıfatları vahye dayanır. Kitap ve Sünnet'te ise Allah'ın
ilmine
"yakîn" denildiği görülmemiştir. İkincisi: "Yakîn" ve "îkân" şek ve
şüphe
edilebilen şeyler hakkında kullanı l ır. Bunun için zorunlu bilgilere,
yani apaçık olan şeylere, gün gibi aşikar gerçeklere "yakîn"
denilemiyeceğini
söyleyenler bile vardır. "Yakîn"de istenilen şey, gerçeklik ve
şüphesizliktir.
Fakat bu olayın zaruri olması değil, ancak vâki olması şarttır. Şu
halde
görülenler, tecrübe edilenler, tevatürle nakledilenler ve doğru
istidlaller
de yakîn (kesinlik) ifade ederler. Bazı Batı filozoflarının iddia
ettikleri
gibi "yakîn" yalnız zarurî ve huzurî ilim demek değildir. Yakînin
dereceleri
vardır. Mesela mat e matik bilgileri, mantık bilimine ait sonuçlar
yakînî
ve zarurî olduğu gibi, normal ve tecrübeye dayanan ilimler, tabiat
ilimleri
yanında Kimya ve Fizik ilimleri zarurî olmayarak yakînîdirler. Ancak
bunların
tecrübe edilmiş olaylarından yanlış istidlaller i le sonuç çıkarılan
özel
görüş ve varsayımların hepsi yakînî değildir. Aynı şekilde Hayat
Bilgisi,
Tıb ve benzerleri henüz yakînî değildir. Bu sebeplerden dolayı uçakları
yaparız, fakat bir çimeni, bir böceği, serçenin bir tüyünü yapamayız.
Acaba
mümkün değil midir? Mümkün olmasaydı vücuda gelmezdi. Allah Teâlâ
onları
öncelikle ve bizzat ve sonra maddeleri, tohumları aracılığıyla
yarattığı
gibi, bizim elimizle de yaratabilir. Nitekim peygamberlerin ellerinde
yapabileceğine
dair örnekler de gösterdiğini Kur' â n haber veriyor. "Benim iznimle
çamurdan
kuş şeklinde bir şey yapıyor, içine üflüyordun, benim iznimle kuş
oluyordu."
(Maide, 5/110). Bunun için ilimler ve tabiat ilimleri, bizim, Allah'ın
kudreti hakkındaki kesin inanışımızı ve imkanın kendisi hususun d aki
imanımızın
genişliğini yıkacak değil, kuvvetlendirip genişletecek deliller kabul
edilmek
gerekir. Fenleri kendi sınırları içinde takip etmeli ve
geliştirmeliyiz.
Fakat onlara inanırken, hiçbir zaman Allah'ın kudretini terkettik,
dünya
ve ahireti bitir d ik zannetmemeliyiz. Normal yakînlere, zarurî
yakînleri
feda etmemeliyiz. Biz var isek, bizim ilmimiz varsa, Allah Teâlâ ve
O'nun
ilim ve kudreti daha önce var. Bugünkü görülen âlem varsa, yarınki gayb
âlemi de tabiatıyle vardır. Bugün olmayanlar, yarın ol u r. Bugün
inanmadıklarımıza
yarın inanmak mecburiyetinde kalırız. Hiç yanılmamak, hiç şaşmamak,
sonsuz
ümitsizliğe düşmemek istiyorsak hiçbir hadisenin yıkamayacağı, hiçbir
şüpheciliğin
yıkamayacağı en hak ve en temelli esaslara iman etmeliyiz ki, kesin im
a n dairemiz daralmasın; ilim ve fenni boğmayalım; imkan sahasını
kısıtlamayalım;
mümküne, imkansız demiyelim; hayır yerine şerre koşmayalım; imkânsız
zannettiklerimizin
imkanını, hatta ortaya çıkışını gördüğümüz zaman perişan oluruz. Sudan
ateş, ölüden dir i çıkar mı? Allah'ın izniyle çıkar. Hayat yapılır mı?
Allah'ın izniyle yapılır. Göklere çıkılır mı? Allah'ın izniyle çıkılır.
Kabirde soru sorulur mu? Allah'ın izniyle sorulur. Ölen dirilir mi?
Allah'ın
izniyle dirilir. Fakat "İki kere iki, tek olur mu?" Ol maz. Bir şeyin
parçası
kendisinden büyük olur mu? Olmaz. İlletli illetini geçer mi? Geçmez.
İnsan
bizzat yaratıcı ve bizzat mabud olabilir mi? Olamaz. O, Allah'ın
izniyle,
kuş da yapsa, ölüleri de diriltse yine kuldur, yine kuldur. Bütün
imkanlar,
Allah'ı n kudretindedir. Ve istikbal (gelecek) dediğimiz zaman
sonsuzdur
ve o sonsuzda bizim nice başımıza gelecekler ve sorumluluklarımız
olacaktır.
Ve işte Hazreti Muhammed (s.a.v.) bize mutlak olan bu tam imanı, bu
tevhid
inancını ve buna göre güzel işler işlem e yi öğretmek için
gönderilmiştir.
Ona iman edenler hiçbir zaman aldanmazlar, her zaman yakîn (tam iman)e
sahip olurlar.
5-
kelimesi
"işaret ismi" çoğul, "zâ"nın
çoğulu,
" " hitap harfidir ki " " gibi önce Peygamber'e has hitap, ikinci
olarak
genel hitap olabilir. Meâli: "Sana söylerim bunlar, o gördüklerin, o
vasıflarını
işittiklerin" demektir. Yani, ya Muhammed! Böyle kalbe ait olan ve
sadece
görünene bağlanmayıp aklın anlayabileceklerine dahi topluca iman ve
tasdik
ettiği bedenî ve malî iba d etleri yerine getirmekle, duyma yolundan
başka
imkan olmayan hususlara da genişçe, detaylarıyle iman etmek ve
edebilmek
kabiliyet ve üstünlüklerini toplayan o müttakîleri işittin ya, işte
bunlar
kendilerinin Rabbi tarafından,<D> onların tek Rabbi olan A l lah
Teâlâ
tarafından hidayet (doğru yol) üzeredirler. Yani onun hidayetine aday
ve
o hidayet üzere yürüyecek olan ve yürümekte bulunanlar, derecelerine
göre
onlardır. Doğru yola uymayı bunlar dinler, derece derece doğruyu
yapmaya
bunlar erer. "Bizi doğr u yola ilet." (Fâtiha, 1/6) diyecek olan veya
diyenler
bunlardır. Bunun sözlü ve fiilî cevabını alacak ve doğru yolda yürümede
başarılı olacak olanlar yine bunlardır.
Ve işte
herkesin fikrinde ve zikrinde
"müflihûn
müflihûn" diye duyup andıkları ve fakat tayin edemedikleri bahtiyarlar,
ciddi ve ebedî olarak kurtuluşu bulanlar, bulacak olanlar, gazab ve
sapıklıktan
kurtulmuş olarak Allah'ın ebedî nimetlerine erecekleri kat'î olanlar,
ancak
bunlar, bu hidayet üzere bulunanlardır. Allah Peygambe r tanımıyanlar
değil,
yalnız önceki peygamberlere iman etmiş olanlar da değildir. İman edip
beden
ile ve mal ile ibadet ve güzel işler yapmayanların halleri de
tehlikeden
uzak değildir. Bunların kurtuluşları mümkün olsa bile tam ve kâmil
değildir.
Madem ki, imanları vardır, ilahî rahmet ile kurtuluşları kâbil ise de
olağanüstü
kabilindendir, Allah'ın sünneti değildir. Bununla beraber onlar
hakkında
imansızlar gibi sonsuz ümitsizlik de caiz olmaz. Zira Allah katında
imanın
zerresi de kaybolmaz.
"Müflih",
"iflah"dan "felah bulan,
kurtulan"
demektir. "Felah" aslında "felâhat" gibi "yarmak" mânâsıyle ilgilidir
ki,
önündeki engeli yarıp, kendini kurtarmak ve istediğine ermek yani zafer
bulmaktır. Müminler de dünya ve tabiat ve şehvet engellerini yarıp,
gaybd
a gizlenen dileklerine eren ve ahirette sonsuz kurtuluşa erenler
olacaktır.
Arap dilinde böyle haber "elif lâm" ile "belirli" olursa "tahsis" ifade
eder. Burada "hüm = onlar" zamir-i fasıl (ayırma zamiri) denilen bir
kelimedir
ki, haber ile mübtedâ arasını sıfattan ayırır. Mühim bir hüküm
bağlayıcısıdır.
Bundan da bir kasır (tahsis) anlaşılır. Açıkladığımız mânâ bu
tahsislerle
tarifin mânâsıdır. Benzerlerinde uygulansın. Bu gibi tariflerde iki
çeşit
anlam düşünülür. Birisi: Öteden beri "müflihûn" vasfıyla ş ö hret
bulmuş
birtakım belirsiz kişiler vardır, bunları duyarsınız, fakat tayin
edemezsiniz.
Eğer duydunuzsa, işte bunlar ancak o müttakilerdir. İkincisi: Eğer
duymadınızsa,
bu kavramı iyi tasavvur ediniz ve gerçeğini araştırınız ve
araştırdığınız
zaman bil i niz ki bunlar ancak onlardır, demek olur. 'nin tekrarı,
hidayet
ile felahın ayrı ayrı birer haslet olduklarına işarettir. Aradaki atf
(bağlaman)ın
"vav" ile yapılması da hidayet ile felahın anlayış ve maksat bakımından
ayrılıklarına işarettir diyorlar. B u nunla beraber birinci o imanları
yapan müttakilere, ikinci de sınırlamasından sonra onlara dönmüş olması
ve bundan dolayı mânâ bakımından tekrar bulunmaması daha uygundur.
Görülüyor
ki, hidayetin müttakilere tahsisi yoktur ve fakat felahın hidayettekil
e re tahsisi vardır ve bu nokta mühimdir. Düşün. Sonra felâhın
hidayete,
hidayetin takva (Allah'dan çok korkma)ya ait olması da illiyet
(nedensellik)
yoluyla değil, âdet yoluyla sürdüğüne ve gerçekten hükmünü yürüten
Allah
Teâlâ'nın lütuf ve rahmeti olduğuna işaret için arada harfi gibi sebeb
ifade eden bir harf geçmemiştir.
Kur'ân
işte
derece derece bu müttakilere
hidayettir.
Acaba burada niçin "hüden li'n-nâs = insanlar için" denilmedi de "hüden
li'l-müttakin = müttakiler için" denildi? diyeceksin.
Çünkü:
6-TAHLİL
VE
MÜNASEBETLER: Arab dilinde, dilimizde
karşılığı bulunamayan bazı harfler vardır ki de bunlardandır. Bu harf,
fiile benzeyen altı harften biri olup, yerine göre "elbette", "her
halde",
şüphesiz", "lâ cerem =besbelli, muhakkak" gibi bir tahkîk (gerçeklik)
ve
te'kîd (pekiştirme) mânâsı ifade eder. Râzî'nin naklettiğine göre
Arab'ın
ilk filozofu sayılan Kindî, dil imamlarından İmam Müberred'e gitmiş ve:
"Ben Arap kelamında bir gereksiz söz buluyorum. Mesela "Abdullah
ayaktadır"
diyor, sonra "Muhakkak Abdullah ayaktadır" diyor. Daha sonra "Muhakkak
Abdullah, gerçekten ayaktadır" diyor. "Bunların hepsi mânâ bakımından
bir,
arada fazla kelimeler var." demiş. Müberred: "Hayır" demiş, "Lüzumsuz
söz
yok, kelimeler değiştikçe mânâ da değişir. Bi r incisi doğrudan doğruya
ayakta durmayı haber veriyor. İkinci, bir sorunun cevabı oluyor. Üçüncü
de bir inkârcının inkârına cevap oluyor." diye açıklama yaparak,
dildeki
incelikler konusunda filozofun bilgisizliğini gösterivermiştir. Bu bir
harf bize bir n a zım altındaki mânâların inceliklerini anlatmayı ve
bundan
gafil olanların düşünceye ait yargılamalarda uygunsuz durumlara
düşeceklerini
ne güzel anlatır. Belağat imamı Abdülkâhir Cürcânî der ki: "Gerçekten
te'kit
(pekiştirme) içindir. Bir haber muhatabın kanaatının zıddına değilse "
"ye ihtiyaç yoktur. Fakat dinleyenin kanaatının tersine bir haber
verildiği
zaman ona ihtiyaç vardır. Ve haber ne kadar uzak görülürse, nin
güzelliği
o kadar artar..." İşte bu âyette de böyledir. Burada öncelikle "hüden
lîl
müttekîn" sınırlamasına karşı akla gelen bir soruya isti'nâfen
(başlangıçta)
bir cevap vardır. İkinci olarak bu âyette açıklanacak olan haberin
mânâsı
uzak görülebileceğinden, onu te'kit ve pekiştirme vardır. Buna göre bu
âyetin "hüden lîl-müttekîn" kısmı ile çok kuvvetli bir tezat ilgisi ve
karşılaşması vardır. Ve bu şekilde bu iki âyet öncelerin karşılığı olan
bir sınıflandırma ifade eder.
"Küfür",
"kâf"ın ötrüsü ile lügatta "küfrân"
gibi nimeti örtmek, yani nankörlüktür. Bunun aslı da "kâf"ın üstünü ile
"kefir"dir ki, mutlaka örtmek demektir. Üstün ile olan bu mânâdandır
ki,
tohum eken ziraatçiye, aynı şekilde geceye "kâfir"; meyve tomurcuğuna
"kâfur",
kalça etlerine "kâfire" denilmiştir. Şu halde üstün ile "kefr", mutlak
örtmek genel; ötrü ile "küf r", nimeti örtmek özeldir. Dinde küfür ise,
imanın zıddıdır, imansızlık demektir. Yani bir kimsenin iman şanından
olduğu
halde iman etmemesidir ki, yalanlama ve inkârı, tasdiki terketmeyi,
zorlama
ve engel bulunmadığı zaman ikrarın terkini de içine alır. İ m andaki
tasdik
gibi, küfürde tekzib (yalanlama) de, kalbî, kavlî (sözlü) veya fiilî
olur.
Kalp ile yalanlama nasıl küfür ise, zorlama olmaksızın sözlü yalanlama
da öyledir. Hatta böyle bir sözlü yalanlama daha çirkin bir düşmanlığı
açığa vurmak olur. Aynı şekilde fiilî yalanlama da böyledir. İman
edilmesi
arzu edilen mukaddes şeylere fiilen hakaret ve alay etmek, küçümsemek
ve
hafife almak, bunları bozmaya çalışmak en çirkin küfür olduğunda şüphe
yoktur. Yalnız kalpte gizlenen küfre küfür denip de, sözlü ve y a fiilî
olarak açıklanan ve ilan edilen küfre küfür denmemek nasıl mümkün olur?
Meğer ki o, sözlü veya fiilî "Kalbi imana yatışmış olduğu halde
(inkâra)
zorlanan değil." (Nahl, 16/37) şer'î istisnayı bildiren bu âyet
gereğince
zarurî bir zorlamaya da y anmış olsun. Fiilî tekzib, iman ile bir araya
gelmesi mümkün olmayan fiili yapmaktır. Ancak fiilî yalanlama ile,
fiilin
yokluğu arasında büyük fark vardır. Mesela namaz kılmamak başka, haça
tapmak
yine başkadır. Namaz kılmamak küfür değilse bile, haça tap m ak küfür
olur.
Bu bakış açısından amelin terkinin, fiilî yalanlama olup olmadığı
şüpheli
olduğundan küfrü gerektiren bir durum olup olmayacağında ihtilaf
edilmiştir.
Halbuki hakaret ve hafife almayı ifade eden, aynı şekilde Mushaf'ı
çirkefe
atmak, güneşe s ecde etmek, zünnar bağlamak, küfür neşretmek, günahı ve
haramı helal, helalı da haram saymak... gibi bizzat küfür eseri şeyler;
küfür delili olduğu belli bulunan yalancıların fiilleri -bir zorlama
zarureti
yoksa- küfür olduğunda hiç ihtilaf edilmemiştir. B iz, yukarda açıklama
yapıldığı üzere, ameli terketmenin ve her günahın küfrü gerektirdiğini
söylemiyoruz. Fakat bu mesele de pek kötüye kullanılmıştır. Burada
dikkat
edilecek bir nokta vardır ki o düşünülürse, Hâricîler ve Mu'tezile bir
yana bırakılmak şartıyle, gerçekten yine fikir ayrılığı bulunmadığı
ortaya
çıkar. Ameli terketmek iki türlüdür: Birisi cüz'î (kısmen) terk, diğeri
küllî (tamamen) terk. Yani biri terk, biri de terketmeyi alışkanlık
edinmektir.
Mesela bazan namaz kılmayan ile, namazı terketm e yi alışkanlık haline
getiren arasında büyük fark vardır.
Namaza imanı
olan, onu vazife tanıyan kimsenin
-insanlık hali- ara sıra bazı üşengeçliğinin bulunabilmesi akla
uygundur.
Şu halde cüz'î terk küfür olmayabilir. Fakat amelleri terki alışkanlık
edinen, namaz kılmayı hiç hatırına getirmiyen ömründe hiç kılmayan ve
hatta
kılmamaya azmetmiş bulunanların kıble ehli (müslüman) olduklarına,
Allah'a,
Peygamber'e ve peygamberlere, Kur'ân'a ve ahirete, farz olan vazifelere
imanı bulunduğuna nasıl hükmedilebilir? Özetle iman, tevhid tertibiyle
bütün inanılacak şeylere bölünmez bir bağlılıkla uymak; küfür de
onlardan
birinin bile olsun, bulunmamasıdır. Yani küfür için iman edilecek
şeylerin
hiç birine inanmamak şart değildir. Birine veya bir kısmına inanmamak
da
k üfürdür. İman, bir bütünlüğü gerektirir. Küfür ise onun tersi
olduğundan,
bir kısmı inkâr ile vâki olur. Tamamının inkârına bağlı olmaz. İman ile
küfür sade zıt değil, birbirinin tersidirler. Ne toplanırlar, ne
yükselirler;
arada vasıta, iki menzil arasın d a bir menzil (menzile
beyne'l-menzileteyn)
yoktur. Bir insan ya kâfirdir, ya mümin. Fâsık (günahkâr) da işlediği
suça
göre bunlardan biridir. İman ile küfür iki görüş açısından düşünülür.
Birisi
insanın yalnız Allah Teâlâ'ya karşı vaziyeti. Diğeri de mümi n lere
karşı
vaziyetidir. Birincisinde mümin, yalnız Allah Teâlâ'nın ilmini
düşünerek
imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Bu noktada hem
içinden
ve hem dışından sorumludur. İkincisinde insanların ilmi ve onlara
kendini
ve ne şekilde tanıttığını ve ne gibi muamele yaptığını ve onların
ilmine
karşı kendisinin ne gibi bir muameleye tabi tutulması gerektiğini
düşünerek,
imanını ve kendini ona göre kontrol ve teftiş eder. Çünkü İslâm
imanının,
bir Allah'ın hakları, bir de kulların hakları yönü; bi r ferdî, bir de
sosyal durumu vardır. "Allah'a, Peygamber'e kalbimde imanım var." deyip
de insanlara karşı hep küfür muamelesi yapmak İslâm imanının şiarı
değildir.
Din ve imana muhtaç olan Allah değil, insanlardır. Küfretmek, dilimizde
kaba bir şekilde sö v mek mânâsında da âdet olmuştur ki, bu Arapça'da
yoktur.
Fakat daha çok İstanbul dilinde, halk arasında yaygın olan bu mânâ,
esasında
dinî mânâdan alınmıştır. Önceleri dine sövmek, imana sövmek, ağıza
bilmem
ne yapmak gibi küfrü gerektiren söğmelere kullanılırken, biraz
genişletilmiştir.
Bunun için "küfretmek" tabiriyle, "kâfir olmak" tabiri arasında bir
fark
sezilir.
"İnzar"
korkulu bir şeyden sakındırmak için
bildirmek, yani "ilerde şu fenalık var, sakın!" diye doğru yolu
göstermek.
"Hatm", "tab"
gibi basmak mânâsınadır. Ve
"ketm" ile de ilgilidir. " " ile geçişli kılındığı zaman üzerini
mühürlemek,
yani bir şeyi veya içindekini sağlamlaştırmak için üzerine mühür veya
damga
basmak, bir çıkını, bir odayı, bir zarfı mühürlemek gibi. Bir de bir
şeyi
sona erdirmek anlamına gelir. Fakat bunda gibi bizzat geçişli olur. Şu
halde burada birinci mânâdan bir istiâredir.
"Kalp", yürek
ve gönül mânâlarına gelir, yani
"kalp" iki mânâya kullanılır. Birisi göğsün sol tarafında, sol memenin
altına doğru konulmuş bir çeşit çam kozalağı şekline benzer bir durumda
(sanavberiyyüşşekil) ve bedendeki etlerin hiç birine benzemiyen, hem
sinir
ve hem kas dokularının esaslarını toplayan belli bir et parçasıdır ki,
atar ve toplar bütün damarların köküdür. İçinde karı n cıkları ve
kulakcıkları
vardır. İnsanın aza ve organları içinde kendi kendine hareket eden
odur.
Ruha ait iticilik ondan başlar. Bu, motoru kendinde, kendi kendine
açılıp
kapanan bir tulumbadır. Kan dolaşımı buna borçludur. Ve bununla beraber
bu hareketin solunum ve akciğer hareketi ile de bir ilgisi ve
paralelliği
vardır. Bu kalp, beden ilimlerinden olan Tıp ilminin ve doktorların
meşgul
olduğu bedeni ve yeri belli olan kalptir. Buna biz dilimizde yürek
tabir
ederiz. Nitekim mideye de kursak deriz, "kursak aşını, yastık başını
ister".
İkincisi, ruhanî, ilahî bir lütuf olan ve bütün şuur, vicdan, duygu ve
sezgilerimizin, düşünme kuvvetimizin kaynağı yani manevî âlemimizin
merkezi
bulunan, yeri belli olmayan kalptir ki, "insan ruhu" da denilir.
İnsanın
asıl g erçeği bu kalptir. İnsanın anlayışlı, bilgin ve arif olan
bölünmez
kısmı; konuşulan, azarlanan, talepte bulunulan ve sorumlu olan özü
budur.
Bütün benliğimiz öncelikle bundadır. Bunun için anlayan "ben",
anlaşılan
"ben"in içindedir. Ben ruhuma, cismime, aklıma, irademe bundan geçerim.
Bu sanki ruhumuzun bir gözüdür. Sezgi bunun bakışı, akıl bunun ruhu,
irade
bunun kuvvetidir. Bunu, ruhumuzun kendisi şeklinde anlayanlar da
çoktur.
Dilimizde buna yine "kalp" deriz. Yukarda "gönül" denildiğini de
söylemiştik.
Çünkü "gönlümden geçti", "kalbimden geçti", "zihnimden geçti",
"aklımdan
geçti" dediğimiz zaman hepsinde aynı mânâyı kastederiz. Bununla beraber
kalp ile gönlü ayırdığımız noktalar da vardır. Mesela "kalbin çürük"
deriz
de, aynı mânâda "gönlün çürük" deme y iz. Bazan yürek kelimesini de bu
mânâda kullandığımız olur ki, "yürekli adam", şecaatli ve kuvvetli
kalbe
sahip adam demektir. Şüphesiz mekansız olan bu ruhanî kalbin bütün
beden
ve cisim olan kalp ile bir ilişkisi vardır. Fakat âlimler ve filozoflar
bu i l ginin şeklini, nasıllığını önceden ve bizzat bedenin hangi
noktasıyla
ilgilendiğini tayin etmede hayrete düşmüşlerdir. Bu ilgi önce cisim
olan
kalbe midir? Akıla mıdır? Bütün sinirlere midir? Bütün sinir ve kaslara
mıdır? Yoksa kalp ve şuur, damarlar, sin i rler, kaslar ve uzuvlariyle
bedenin tek suretine midir? Sonra bu ilgi, fizikî özelliklerin
cisimlere,
vasıfların vasıf sahiplerine ilgisi gibi midir? Bir aleti kullananın,
alete
ilgisi gibi midir? Bir yerde oturanın, o yere ilgisi gibi midir? Her
ikisini
i çine alarak bir kaptanın gemiyle ilgisi, bir devlet başkanının
memleketiyle
ilgisi gibi midir? Özetle madde ile kuvvetin ilgisi nedir? Ve sonra
maddî
kuvvetle, manevi kuvvetin ilgisi nedir? Bunlar, felsefecileri,
psikoloji
ilmiyle uğraşanları yoran, hayre t ler içinde boğan noktalardır. Ancak
önceden olsun, sonradan olsun, önceden ve bizzat olsun, ikinci ve
vasıtalı
olsun, yapıcılık yönünden olsun, kabiliyet cihetinden olsun, her halde
bunun cisim olan kalp ile de bir ilgisi olduğu açıktır. Hissî
etkenlerde
h areketin önemi büyük olduğuna ve bütün tabiî etkenlerin harekete
dönmesi
çağımız fenninin en büyük eğilimi bulunduğuna göre, bedenimizde, dışa
ait
hareketlerin izlenimlerinden etkilenen ve onları alan aletlerimiz, açık
duygularımız, sinirlerimiz, beynimiz olmakla beraber bunların
cereyanının,
bedendeki kendi hareketimizin kıymetine borçlu olduğu ve bu şahsî
hareketin
bizzat hareket eden bedene ait kalbde bulunup, ondan başladığı ve bunun
hastalığı durumunda hissî üzüntülerin, gizli kederlerin ilgisinin de a
çıkça görüldüğü yönden harekete başlayarak şuurun kaynağını
birleştirmiş
olmak için, ruhanî kalbin ilk ilgisini de cisim olan kalbe bağlamak hem
tabiî, hem de -hemen her dilde denecek derecede- ikisinin de bir isim
ile
anılagelmiş bulunmasından anlaşılan, genel bir fikir birliğine uygun
olduğunda
şüphe yoktur. Bu durumu kabul etmemekte ısrar edenler olursa, onların,
her iki ismin biri diğerinden teşbih (benzetme) ve istiâre yoluyla
alınmış
olmasını, yani bedende cisim olan kalbin yeri ne ise, ruhta da ruha n î
kalbin yeri o gibi olduğunu düşünebilirler. Akıl ile kalbin ilgisini de
akıl kelimesine bırakalım. Kur'ân'da, Kur'ân ilimlerinde, din ilminde,
ahlâk ilminde, edebiyatta kalp denilince bu ikinci mânâ kastedilir.
"Temiz
kalpli adam", "kör kalpli adam", "k a lbi bozuk", "kalpsiz" gibi
ifadelerde
kalpten ne anlıyorsak, burada kalpten de onu anlıyacağız ki, gaybe
imanda,
Allah'ı bilmede bu kalbi sezmenin, tanımanın büyük önemi vardır. Her
şeyi
bu kalp ile duyup da bundan, bunun varlığının şeklinden habersiz
olanlar, bunu düşünemiyenler, din hususunda puta tapıcılıktan, göz
önündeki
cisimlere tapmaktan ileri geçemezler. Mühürlü kalpler işte onlardır.
"Ğışâve"
perde demektir.
7-TEFSİR
VE TE'VİL:
Şüphesiz ki küfürleri
tam ortaya çıkmış olanlar kendilerini ha (Allah'ın azabından)
korkutmuşsun,
ha korkutmamışsın onlar için aynıdır. iman etmezler. Fakat bu inzâr
(korkutma)
ve adem-i inzâr (korkutmama) senin için aynı değildir, "senin için
eşit"
değil, "onlar için eşit" dir. Zira sen görevini yapmış ve Allah'ın
delilini
göstermiş ve açıklamış olursun, sevap senin, günah onların olur. O
eşitliğin,
iman etmediklerinin sebebine gelince: Çünkü yüce şân sahibi Allah,
onların
kalplerini ve kulaklarını mühürlemiştir. Gerçeği kendiliklerinden
sezip,
düşünüp bulmaya, olmadığı halde dinleyip işitmeye, güzel kabul
göstermeye
kabiliyet (yetenek)leri kalmamıştır. Aslî kalp vardır fakat ilk
yaratılıştaki
sağlamlıklarını yitirmişler, kötü alışkanlıklarıyla onu örten ikinci
bir
alışkanlık kazanmışlardır. Bu kazancı da A l lah Teâlâ yerine
getirmiştir.
Artık onlar kendiliklerinden; kendi istek ve arzularından, şahsî ve
nefsî
gayelerinden başka hiçbir şeye dönüp bakmazlar. Gerçeği anlamak için
yaratılmış
olan o kalplerin bütün faaliyet ve yetenekleri nefse ait arzularla boğu
l muş, isterse gelecekteki menfaatleri adına olsun, kendilerinden
şimdiki
isteklerinden başka gayba ait gerçeklere karşı inat ile kaplanmışlar,
onlar
"Öğüt alacak olanın, öğüt alacağı kadar bir süre sizi yaşatmadık mı?"
(Fâtır,
35/37) âyeti gereğince All a h Teâlâ'nın verdiği düşünme devresini
tamamlamışlar
ve artık küfür, onların tam ortaya çıkmış kazançları, huyları ve ikinci
yaratılışları olmuştur. Onlar ne hakikatı, kalp gibi nefse ait
delilleri,
ne de Kur'ân gibi daima açık manevî ve aklî bir mucizeyi d üşünürler ve
hatta ne dinlerler, ne dinlemek isterler, bilmek işlerine gelmez,
bilseler
de kabul etmezler. Bunlardan başka gözlerinin üzerinde de bir perde
vardır...
Görülen âlemde, âlemin şekli, madenlerin oluşumu, bitkilerin ve
hayvanların
durumu, an a tomi gibi gözle görülebilen doğru delilleri, bakmak
isteseler
bile göremezler, çünkü o gözler perdelidir. Onları gaflet, şehvetler,
kötülükler,
bencillik perdesi bürümüştür. Mesela her gün gökyüzüne bakar, o gönülün
hoşlandığı manzarayı görür de, şu yerde k i, şu bedendeki, şu küçücük
gözün,
küçücük göz bebeğine uyan bir anlık ışık ile dışardan o kadar uzak ve
geniş
uzaklık ve mesafe içindeki büyük dış manzaranın nasıl ve ne ile
anlaşıldığını
görmez ve düşünmez. Acıktığı zaman ekmeğe koşar da, dışındaki ekmeği
nasıl
idrak ettiğini ve ona nasıl ve ne sayede isabet ve uyum
sağlayabildiğini
düşünmez ve görmez... Böylece onlar, gerçeği anlamak için şart olan
kalp
ve akıl, sağlam duyular, haberi duyma denilen üç ilim sebebinin üçünden
de mahrum bir haldedirler.
Görülüyor ki
âyette "kulûb (kalbler) ile "ebsâr"
(gözler) çoğul ve aradaki "sem" (kulak) ise müfred (tekil) olarak
getirilmiştir.
Bunun hakkında çeşitli görüşler söylenmiştir. Fakat bizim anladığımıza
göre bunun sebebi, imanda kalbe ait âyetler ve cihan a ait âyetler,
düşünce
ve görmeye ait yolların çeşitli ve çok olmasıyle beraber, dinde duyma
yolunun,
naklî delilin bir, yani "nübüvvet merkezi" olduğuna işarettir.
Şurasının
hatırlatılması gerekir ki, Arapça'da "üzün" (kulak) ile "sem' ve sâmia'
", "ayn" ile "basar" ve "basîre" pek güzel gruplaştırılmış ve ayırt
edilmişlerdir.
Fakat Türkçemizde hem "üzün"e, hem "sâmia"ya sadece kulak dediğimiz
gibi,
"ayn" ile "basar"ı ayırmıyarak, ikisine de "göz" deriz. Halbuki cisim
olan
kulak işitende ve sağırda, cisim olan göz bakar körde de vardır. Burada
ruh ve cisim tahliline ihtiyaç vardır. Ve bu eksikliği dilimizde Arapça
ile tamamlamaya mecbur olmuşuzdur.
Kalp nasıl
mühürlenir? Malum ya üzeri
mühürlenmek; zarf, kap, örtü ve kapı gibi şeylerde olur. İnsanların
kalpleri
de, ilimlerin ve bilgilerin zarfları ve kapları gibidir. Ne kadar
anlayışlarımız
varsa orada saklıdır. Kulak da bir kapı gibidir, duyulan şeyler oradan
girer. Bilhassa geçmişteki, gelecekteki ve şimdiki gaybla ilgili
haberler,
kitaplardaki kavr a mlar duyma yoluyla bilinir. Şu halde kalbin
mühürlenmesi,
zarfın mühürlenmesine; kulağın mühürlenmesi, kapının mühürlenmesine
benzer.
Peygamber Efendimiz (s.a.v.) hadislerinde şu meâlde buyurmuştur ki:
"Günah
ilk defa yapıldığı zaman kalpte bir siyah nokt a yani kara bir leke
olur.
Eğer sahibi pişman olur, tevbe ve istiğfar ederse kalp yine parlar.
Etmez
de günah tekrarlanırsa, o leke de artar, sonra arta arta bir dereceye
gelir
ki, leke bir kılıf gibi bütün kalbi kaplar ki Mutaffifîn sûresinde
"Hayır,
on l arın işleyip kazandıkları şeyler, kalplerinin üzerine pas
tutmuştur."
(Mutaffifîn, 83/14) âyetindeki "rayn" da budur." Bu hadis gösteriyor
ki,
günahlar devam ettikçe kalpleri bir kılıf gibi kaplar. İşte o zaman bu
âyetinde buyurulduğu gibi Allah tar a fından mühür ve baskı yapılır. O
salgın leke o kalbe basılıp tabedilir. Başlangıçta âharlı parlak bir
yazı
kağıdı üzerine dökülmüş, silinmesi mümkün olan bir mürekkep gibiyken,
bundan
sonra matbû ve silinmez bir hale gelir. Diğer bir deyişle, alışkanlıkla
bir ikinci huy olur. Ne silinir, ne çıkar ve o zaman ne iman yolu
kalır,
ne de küfürden kurtulmaya çare. Bu mühürleme ve baskının kazanılması
kuldan,
yaratılması Allah'tandır. Şu halde burada hatm (mühürleme)in Allah'a
isnadı,
aklî mecaz değil, Ehl-i sünn e t'in anladığı gibi hakikattir ve cebir
(zorlama)
yoktur. Bu hadis ve âyet ahlâkta alışkanlık meselesini ne güzel
açıklar.
Ahlâkın ve dinin kıymeti, devam ve alışkanlıkta olduğunu ne güzel
anlatır.
Bu nokta terbiye meselesinin sırrıdır. Dinî bakımdan bir g ü nahta
ısrar
etmekle etmemenin farkı da bundandır. Günahı helal saymanın, haramı
helal
saymanın küfür olması da bununla ilgilidir. İman meselesinde kâfirler
için
bu alışkanlığın sonucu, bu ikinci huy, bu sağlam meleke ne ise, amel
konusunda
müminler için d e böyledir.
İyiliklere
âdet edinmekle alışılır. Kötülükler
de alışkanlık ile içinden çıkılmaz bir ikinci huy olur. Hayatın akışı
bu
alışkanlığın kazanılması demektir. İlk yaratılışta beşer iradesinin
ilgisi
yoktur. Fakat alışkanlıkta ilk hissesi önemlidir. Bununla beraber bunun
üzerine sonuç olarak yaratma yine Allah'ındır. Şu halde bu meselelerde
ilk yaratılış gibi zorlama yoktur. Aynı zamanda insanın yaratıcılığı da
yoktur, yalnız kazancı vardır. İnsan bir taraftan yaratılmışı alır,
diğer
taraftan ya r atılacağı kazanır, onun kalbi, Allah'ın yaratığı ve
halkının
(yaratmasının) güzergahıdır. İnsan asıl değil, vekildir. Allah Teâlâ
onlara
başlangıçta kalp vermeseydi veyahut kendiliğinden mühürlü olarak
verseydi,
o zaman zorlama olurdu. Halbuki âyet öyle d e miyor. Şu halde bazı
Avrupalıların
yaptığı gibi bu âyetlerle cebir (zorlama) isnadına kalkışmak, âyeti
anlamamaktır.
Yalnız Allah Teâlâ bu gibi kâfirlerin iman etmiyeceklerini bildiği
halde
yine iman ile sorumlu tutmuştur. Halbuki Allah'ın ilminin tersine bir
şey
olmayacağından dolayı, "bu iman, üstesinden gelinemiyecek bir iman
değil
midir?" sorusu sorulmuştur. Fakat bunu da şöyle anlamak gerekir: Bu
teklif
ilk yaratılışa göre güç yetmiyecek değildir ve onun için yapılmıştır.
Gerçi
ikinci huya göre güç ye t mezdir. Fakat onun için yapılmamış, sadece
bilinmiştir.
Kur'ân'ın
hikmeti ve İslâmî esaslara göre
ilimde zorlama fiili yoktur. Bundan, "aklî zaruret yoktur" diye de
bahsederler.
Cebir (zorlama) ve icâb (gerekli kılma), iradenin ve yaratmanın
eseridir.
Allah'ın, önden veya sondan bir şeyi bilmesi, onu yapması ve yaptırması
demek değildir. Ne bilen yapmaya mecburdur, ne de bilinen yapılmaya
mecburdur.
İsteğin fiile çıkması bile kudret (güç)e, güçle beraber bir de
yaratmaya
bağlıdır. Bunun içindir ki biz, kendimizde iradeye bağlanmayan ilimler
ve hatta güç bulunduğu halde bile fiile çıkmamış nice iradeler buluruz.
Bütün bunlar bize gösterir ki bilmek, istemek, güç, yaratma bir grup
sıfatlardır.
Bundan dolayı Allah Teâlâ'nın bilmiş olması da zorla yaptırmış olması
demek
değildir. Ve Allah Teâlâ mühürü, ikinci huyu kulun istemesinden ve
bahsettiği
gücünden sonra yaratmıştır ve anılan teklif nihayet geçici ve değişken
bir şekilde güç yetmez olmuştur. Bu ise hem mümkün ve hem olagelendir.
Ve öyle olması yakışı r. Özetle kader, zorlama değildir. Bunlar, Allah
bildiği için kâfir olmamış, kâfir olduklarından ve olacaklarından
dolayı
Allah öyle bilmiş, öyle takdir etmiştir. Yanılmayanın takdirinin mânâsı
düşünülürse, bu pek kolay anlaşılır.
Bunlar için
kurtuluş da yok, büyük bir azab
vardır. Çünkü bunlarda, yukarda anlatılan iman ve ahirete şeksiz inanma
yoktur. Allah, Allah'ın kitabı, peygamber, ahiret denildikçe o mühürlü
kalpler kıvranır, çarpınır, o mühürlü kulaklar uğuldar, o perdeli
gözler
deprenir etrafa yalpa vurur.
Öldükten
sonra da cehennem azabını boylarlar.
Bunun genişçe açıklamasını da ilerde görürsünüz.
NÜZUL (İNİŞ)
SEBEBİ: İbn Abbas hazretlerinden
birkaç yol ile elde edilen rivayetin özeti meâlen şudur: Peygamber
(s.a.v.)
Efendimiz bütün insanların iman etmesini ve Allah'ın doğru yoluna
uymalarını
çok arzu ederdi. Medine'ye şeref vermelerinden sonra da etrafındaki
yahudi
ve yahudi reisleri bile bile çıfıtlık ediyorlar, inkâr ve olumsuzlukta
ileri gidiyorlardı. Bunun üzerine Cenabı Alla h, bir taraftan ilk
anışta,
ilm-i ezelî (ezelî bilgi)de herkesin iman ve saadetinin karara
bağlanmış
olmadığını, bazı kalplerin takdir edilmiş olan iman kâbiliyeti
devresinden
istifade edemiyerek kapanacağı da Allah katında takdir ile bilinmiş
bulunduğunu
v e ilâhî ilmin şaşmayacağını haber vermiş, bildirmiş ve teselli
eylemiş;
bir taraftan da onları azarlamış ve tekdir etmiştir. Ve bu şekilde
Bakara
sûresinin başından yüz âyetin, yahudi haberleri ile, Evs ve Hazrec
kabilesinin
münafıklarından birtakım kimse l er hakkında indiği ve İbnü Abbas
(r.a.)
hazretlerinin bunları isimleriyle, şahıslariyle, nesebleriyle
naklettiği
rivayet olunmuştur. Rabî' b. Enes'den vâki olan rivayette de bu iki
âyetin
nüzulü "toplulukların önderleri" ve özellikle Bedir harbinde öldü r
ülenler
ile ilgili olduğu söylenmiştir. Gerçi nüzul sebebinin özelliği, hükmün
genelliğine engel değilse de, bu âyetteki "küfredenler"den genel
kapsamı
ile mutlaka kâfirler kastedilmediği de görünen deliller ve diğer
karineler
ile bilinmektedir. Bu cümle d en olarak bundan önce âyetlerinde her
türlü
şirk ve küfürden imânâ geçenler de dahil bulunuyordu. Ve bunların iniş
sebepleri de onlar olmuştu. Buna göre başlangıçta kâfirler iki
kısımdır.
Bir kısmı kalpleri mühürlenmiş olanlardır, bunlar iman etmezler. Diğer
kısmı ise henüz öyle değildirler. Sonra müslüman olurlar ve hatta
ümmetin
seçkinlerinden ve etkıyâ (Allah'tan son derece korkanlar)dan olurlar.
Şu
halde sözün gelişi ve öncesi karinesi ile doğruya uygunluğundan tahsis
edilmiş, fakat yalnız nüzul sebeplerine mahsus zannedilmemelidir. Meâl
bakımından mukayyed kuvvetindedir. Bunun için yukarda yalnız
küfredenler,
"bir defa küfretmiş bulunanlar" diye değil, "küfürleri ortaya çıkıp
yerleşmiş
olanlar" diye açıklama yapılmıştır. Böyle kâfirler yine olabilir.
Buraya kadar
iki zıt olan düşünce halindeki
veya gerçekteki iman ile küfre göre insanlar, aralarında vasıta
bulunmayan
iki karşıt kısma ayrılmıştır. Bundan sonra da ikinci taksimde
kâfirlerin
en zararlı cinsi olan ve küfür ile iman arasında dolaşır gibi görünen
münafıklar
vasıflandırılacaktır ki, öncekilere "inatçı kâfirler", bunlara da ilmen
veya amelen "şüpheci kâfirler" diyebiliriz.
Bunlar ayrı
bir kıssa ile kâfirlerin kıssasına
bağlı olarak açıklanıyor. Fakat mü'minler hakkında dört âyet; sözleri
ve
fiilleri bir olan belli kâfirler hakkında ancak iki âyet indirildiği
halde,
sözleri fiillerine benzemiyen bu münafıklar hakkında on üç âyet
indirilmiş
ve bu şekilde kâfirler sınıfının âyetleri on beşe ulaşmıştır. Ve bütün
bunlar, ilk önce Allah'ın Res u lünü, ikinci olarak da mü'minleri irşad
içindir.
8-NÜZUL
SEBEBİ: Bu âyetlerin Medine
ve civarındaki birtakım münafıklar hakkında inmiş olmasında fikir
birliği
vardır. Rivayet edildiğine göre bunlar Evs ve Hazrec kabilelerine
mensup
bazı kimselerle, onlarla birlikte olanlardır ki, başkanları Abdullah b.
Übeyy b. Selûl'dür. Peygamberimizin ensarı (yardımcıları, dostları)
olan
Evs ve Hazrec kabileleri o zaman Yesrib denilen Medine'nin en esaslı
unsuru
idiler ki, ikisine birden "ma'şeri Hazrec" (Hazrec topluluğu) de
denilirdi.
Bunlardan başka Medine yakınlarında Kurayza, Benî Nadîr, Benî Kaynuka
gibi
yahudi kabileleri vardı. Medine içinde oturan yahudiler de bulunuyordu.
Büyük bir peygamberin gelmek üzere bulunduğu yahudi bilginleri arasında
söyleniyor ve Medine halkı arasına yayılıyordu. Yahudiler, Hz. Musa'nın
"bana benzer pe ygamber" dediği peygamberi, o peygamberi Arapça
"en-Nebî,
er-Resul" ismiyle bekliyorlardı. Ve tahminlere göre bunun zamanı
geldiğini
seziyorlardı. Fakat bunu kendilerinden bekliyorlardı. O sırada Abdullah
b. Übeyy de kendini Evs ve Hazrec içinde Yesrib kr a llığına aday gibi
görüyordu. İçerde ve dışarda bu durumlardan, Allah Teâlâ'nın hikmetiyle
en önce uyanan Evs ve Hazrec oldu. Hac mevsiminde Mekke'ye gidip "ilk
akabe"de
on iki, ertesi sene "ikinci akabe"de yetmiş kişi Hz. Peygamber'e biat
ettiler,
onun "e n sar"ı (yardımcıları) olmaya başladılar, Allah'a ortak
koşmaktan
kurtulup gaybe iman ettiler. Hatta birçokları Hz. Peygamber'i görmeden
iman ettiler. En sonra da Peygamber Efendimiz hicret ettiler. Yesrib
"dâru'l-hicre
= hicret yurdu" oldu ve Medine (yani şehir) ismini aldı.
Peygamberimiz'in
buraya yerleşmesinden sonra İslâm kelimesi çabucak halk arasında
yayıldı.
Müslümanlık ve müslümanlar çoğaldı, puta tapıcılara ve müşriklere karşı
ezici bir çoğunluk oluştu. Bununla birlikte Evs ve Hazrec kabileleri
için
d e iman etmeyen bir azınlık da vardı. Yahudiler "kitap ehli" iseler
de,
tersine çoğunluğu çekememezlik sebebiyle inkârcılıkta inat etmiş ve
bununla
birlikte en büyük âlimlerden Abdullah b. Selâm hazretleri gibi bazı
zatlar
da âyetindeki öğülmelere mazha r olarak ezelî imanlarını
açıklamışlardı.
İman etmeyen ve "Muhakkak ki inkâr edenler" âyetinin nüzul sebebi olan
yahudi âlimleri gizli gizli "gizli örgütler" rolü oynuyordu. Bunlar,
Peygamber'e
ve müslümanlara düşmanlık etmek için öbürlerinden iman e t meyen
azınlık
ile gizlice ittifak ederek İslam ortamında onlardan zâhiren iman etmiş
görünen bir münafıklar zümresi oluşturmuşlardı ki, bunların başkanları
Abdullah b. Übeyy b. Selûl idi. Allah'ın bildirmesi ile Peygamberimiz
onları
tanıyordu ve ashabında n seçkin olanlara da bildiriyordu. Bu sebeple
bunların
adları ve nesebleri bile rivayet olunmuştur ki, tefsirde anılmaları
lüzumsuzdur.
Bu münafıklar, müslümanların ibadetlerine ve bütün dinî hususlarına
görünüşte
ve daima iştirak ederler ve el altından da entrika çevirmeye
çalışırlardı.
Dikkate değer ki bunlar, dıştan küfrü gerektiren bir şeyi göstermemeye
çalışırlar ve yalnız görüntüyü muhafaza ettiklerinden dolayı -Allah
Teâlâ'nın
hikmetiyle- İslâm toplumundan çıkarılmazlardı. İşte açıkça bilinen
kâfirlerden daha çok bu gibilere karşı İslâmî emniyeti muhafaza etmek,
peygamberlik
görevinde ve İslâm'da pek önemli bir mesele olduğundan Cenab-ı Allah
bunlar
sebebiyle yukardaki on üç âyeti indirerek durumlarını bildirmiştir.
"Nâs"
kelimesi, "insan"ın çoğuludur, aslı "ünâs"tır. Yahut lafzından başka
olarak çoğul ismidir. Bazan "halk" ve "ahâli" deyimlerimiz gibi "halk
topluluğu"
mânâsına da kullanılır. Yani anlatılan kâfirlerden başka insanların bir
kısmı da vardır ki,
Allah'a ve o son güne (yani ahirete) iman ettik der. halbuki bunlar
mümin
(inanmış) değillerdir. Mümin olmadıkları halde "âmennâ = inandık" diye
yalan söylerler. Dikkat edilirse Peygamber'e imanı çoğunlukla kâle bile
almazlar da Allah'a ve ahiret gününe imanı söylerler ve güya bu kadarla
Peyg a mber'i tasdik ediyormuş gibi görünürler.
9-Niçin
mi böyle yaparlar? Bunlar böylelikle
Allah'a ve müminlere hîle yapmaya kalkışırlar, onlara hîle yarışına
çıkarlar,
Allah'ı ve müminleri de hîle yapıyorlarmış gibi zannederler. Bu da ""
Nâfi',
İbnü Kesir, Ebu Amr kırâetlerinde şeklinde okunur. Halbuki hîleyi
başkasına
yapmıyorlar, ancak kendilerine yapıyorlar, sonuçta kendilerini aldatmış
veya kendilerini aldatmaya kalkışmış oluyorlar, kendilerini
aldatıyorlar
da anlamıyorlar. Farkında deği l ler, şuurları yok da ne yaptıklarından
haberleri olmuyor.
"Hud'a"
(hîle) kelimesi esasında bir gizlilik
mânâsını içine alır. Ve tarifi: Başkasına karşı görünüşte selamet ve
doğruluk
düşündüren bir işi açıklayıp, içinde onu zarara sokacak bir şeyi
gizlemektir.
"Muhâdea", hile yarışına kalkışmaktır ki, ikisi birden değil, önce bir
taraftan başlamak şarttır.
"Nefs",
bir
şeyin zatı ve kendisi demektir.
Ruh ve kalp mânasına da gelir. Şeriat örfünde şehvet ve kızgınlığın
başlangıcı
olan nefsanî kuvvete de denilir. Buradaki öncekidir.
Şuur,
açık
duygu ile hissetmektir. Yani şu
anda his halinde olan ve henüz hafızaya ve akla tamamen geçmemiş
bulunan
açık bir ilimdir ki, dalgınlığın zıddıdır. İdrakin ilk derecesi yani
bir
şeyin, düşünenin fikrine ilk varış derecesi, ilk görünümüdür. Çünkü
ilim,
nefsin mânâya ulaşmasıdır. Ve bu ulaşmanın birtakım dereceleri vardır
ki,
şuur bunların birincisi yani nefsin mânâya ilk varış mertebesidir. O
mânânın
tamamına nefsin anlayışı hasıl olunca tasavvur; bu mânâ şuurun
gitmesinden
sonra tekrar geri döndürülebilecek şekilde ruhda bakî kalmışsa hıfz
(ezberleme),
bunu istemeye hatırlama; tekrar bulan vicdana zikr (anma) ismi verilir.
Şuur bir bakıma ilmin en zayıfıdır, çünkü onda sebat ve ihtiyatlı
hareket
yoktur. Bu seb e ple Allah'ın ilmine şuur denmez. Diğer bir yönden de
en
canlı bir ilimdir. Çünkü o anda ve bizzat ince bir görüş anı ve
huzurdur.
Ve ilahî ilmin kemalini anlatacak en güzel bir şahittir. "Ve bizim
emrimiz
yalnız birdir, bir göz kırpması gibi (sür'atli)di r." (Kamer, 54/50).
Her
şuur, birlik içinde bir ikiliği, ikilik içinde bir birliği ihtiva eder
ve bir anda iki şuur olmaz. Fakat genişliği olan bir şuur olabilir ve
insan
başlangıç halinde şuur ile şuurun mânâsını, düşünen ile düşünüleni
birbirinden
ayıramaz. Kalp, kendinden çok düşündüğüne dalmış olur. Ve bunun için
şuur
(bilinç) daha çok açık duygular ile olan dış duyguya denir ve görünen
duygulara
"hisler" denir. Ve buna karşılık nefsin kendindeki bir şuur olayına da,
"kendinde bulmak" demek olan "vicda n" adı verilmiştir ki, buna "gizli
his" veya "gizli şuur" da denilir. Ve doğrusu "açık his" demek, yalnız
görülen duyularla olan "dış his" demek değildir. Vicdan da açık bir
histir.
Bununla birlikte vicdan daha çok bir "şuur şuuru" demektir. Bu "açık
his"
v e "gizli his" deyimlerinde izâfet veya sıfat mânâlarını, sırasına
göre,
ayırt etmelidir. Gizli his için ayrıca bir gizli duyular aleti de
zorunlu
değildir. Şuur, şimdi ve anî olduğu için, akıl şuurun dışında sayılır.
Ve akıl, şuur kavramının analiz ve sen t ezi ile özünü alır ve bundan
sonuç
çıkarmak suretiyle içinde ve dışında ilgili bulduğu gerekli şeylere
intikal
eder. Şu halde akıl, ilgi şuurundan başlar. Bunun için onun ilk
kanunları
butlan (bâtıllık), ayniyet (aynılık), gayriyet (başkalık), tenakuz (çe
l işki) şuurlarıdır. İzafet (iki şey arasındaki ilgi) de şuurun ilk
kanunudur.
Çünkü şuurun hakikati, ruha kendisinin veya kendisindeki veya dışındaki
bir işin hazır olarak görünmesidir ki, bu görünme itibarî (gerçek dışı)
veya gerçek bir ilginin ürünüdür. F akat şuur, bu ilginin kendisi
midir?
Ruhun bundan bir etkilenmesi midir? Yoksa ruhun bir fiili midir? Daha
başka
bir şey midir? Bu nokta şüphelidir. Gerçek şuur, bir göz kırpma anı
olan
basit bir vahdet (teklik) şuurudur. Bu da başlangıçta mutlak hakkın k e
ndi görünme anı, ikinci olarak nefsin kendine veya genel olarak
dışarının
nefse bir yansıması ile başlar ki, bu iki şeyden hangisinin önceden
olduğu
henüz kestirilemeyen bir görüştür. Diğer şuurlar hep bunun üzerinde
yürür.
Buna sahip olan nefse "ruh" vey a "ruh sahibi" denilir. Şuur
parıltıları
önce birer nokta gibi gelir ve ruhda az çok kalır ve kalmasına
ezberleme
denilir. Ezberleme bir zihin kuvvetidir ve bir geçmiş kıymetini ifade
eder.
Şuur, sabit değildir, ezberleme ise sabittir. Bunun için ezberleme
unutmaya
da yaklaşabilir. Ve o zaman ezberlenilenler anlaşılmaz olur. Bundan da
anlarız ki, ruhda şuursuz denilmese bile, anlaşılmayan işler ve
hadiseler
de vardır. Hafızadaki işin ikinci defa anlaşılmasına hatırlama, hatıra
getirme ve anma ismi verilir. V e şuurun devam etmesi ve devamının
kıymetleri
de bu sayede meydana gelir. Bu şekildedir ki şuurlar oluşur. Tasavvura,
zihnî ve ilmî görünüşlere kadar ulaşır. İlmin, aklın derinliği, bu
sentezlerin
büyümesi nisbetinde karışacak ve çoğalacak nisbet şuurlarının kat kat
artarak çoğalmalarındadır. Aklın bunlar üzerindeki seyrine, düşünme ve
fikir denir. Asıl bilme, bu sentezlerdeki son şuurlanma oranının gerçek
nisbetine (yani doğruluğuna) ait hüküm iledir. Yani şuurun başlangıcı,
gerçek doğru olduğu gibi; fikrin, aklın ve ilmin hedefi de belli olan
hakdır.
Demek oluyor ki, aklın bütün cereyanına devamlı olarak sivrilen şuur
olayları
eşlik eder. Bu cereyanın aleti akıl; mekanı kalp; ürünü de ilim veya
hayaldir.
Akıl,
hâl-i
hazırdaki şuurun gerisinden başlar.
Onun, öncesi sonrası, içyüzü ile ilgilenir. Bunlardan başka şuur,
kısmen
nefsin hoşlanmak, tiksinmek, genişlemek, sıkışmak.. gibi bir olayı ile
ortak olur ki, buna zevk ve his denir. Bu his, bir nokta kadar basit ve
belirsiz de olsa, o zevkin sebebine bi r dış kıymeti isnat edilirse,
buna
"duyum" tabir edilir. Ve şuurun ilmî kıymeti bu itibarladır. Bir an
bakarsın
sende bir keyf var, bunu duyuyorsun, bu keyfe bir bilincin var, bunu
biliyorsun,
fakat bu yönü bırak, bu keyf neden geliyor? Ruhun kendi mi yapı y or?
Sırf
nefse ait bir eser midir? Yoksa haricî (dışa ait) bir sebebin eseri
midir?
Buna dair hiç bir şey sezemiyorsan, yalnız duygu halindesin, bu bir
sarhoşluktur.
Buna bir şuur denilirse, histen ibaret bir şuur demek olur. Bizzat ilmî
hiçbir değeri yok t ur. Fakat bu hissin sebebine az çok bir haricîlik
verebildiğin,
mesela bedenine çarpan bir sıcağın, bir havanın, gözüne çarpan bir
ışığın,
kulağına ilişen bir sesin, burnuna dokunan bir kokunun eseri olduğunu
da
sezebildiğin anda bir duyum karşısında bulu n ursun, asıl bilinç budur.
Ve bu şuurun şuhûd (görüp müşahede etme) denilen ilmî bir değeri
vardır.
İşte dıştan ilgiyi kesmek suretiyle, nefsindeki hadiseyi bir sen bir de
sendeki bir olay, bir iş mesela bir keyf olarak seçtiğin, yani sade
neşelenmekten
fa z la bir şey yaptığın anda da bir iç duyum, bir vicdan vardır.
Kısaca dışa
ait olsun içe ait olsun, her duygunun
bir duyum yönü, bir de özel duygu yönü vardır. İkisine de his denilir.
Fakat ilmîlik ve idrak, asıl duyum değeri olandadır. Ve şuur daha çok
bunun
adıdır. Yalnız zevke ait olan özel duygu kıymetine his denilirse de,
şuur
ve ilim diye bilinmez. Buna Sûfiyye (tasavvuf ehli) "hâl" tabir
ederler.
Hâl başka, hale şuur yine başkadır. İhtisasın konusu yalnız "ene"dir.
Şuur
ve vicdan da "ene"den ta m amen çıkamaz, akıl ise şuur ötesinden
başladığı
için "ene"nin zatı, kendini akledemez düşünemez. "Ene" sade bir şuur
veya
vicdan ile kendini tanır ve kendini tanıdığı için kendine gelen
duyguları
ve kendinden çıkan duyguları tanır. Fakat bu tanıyışın her h âl anında
bir istiğrâk (dalma)ı vardır. Bununla bizzat "ene" şuurlu bir dalgınlık
gibi gizli kalır da, hemen ardından bir ilgiye muhtaç olur. Ve bunun
için
çocuğa "kendini bilmez" denir. "Ene" şuuru hiç bulunmadığı veya açık
olduğu,
yani hep "ben, ben" ded iğimiz anlarda, ne dışardan ve ne
durumlarımızdan
hiçbir şey bilmeyiz. Bildiğimiz zaman ise benliğimiz bildiğimize dalmış
olur ki buna "fenâ" (yok olma) tabir edilir. Demek ki ilim için
"ene=ben"
şuuru gizlenmeli, kalp dış gözlem ve murâkabe-i nefs (nefsi kontrol)
ile
meşgul olabilmelidir. Hak, bu ikisi arasında görülür. Ahlâkta nefis
kontrolü,
ilimde de dış gözlem daha mühimdir. İkilik içinde bir bağlılık gibi
görünen
şuur olayını, hareket, titreşim ve maddi intiba olaylarından ayırıp
seçemeyenler,
ruhu v e kalbin sırrını bilemezler de, "kalp" ve "ruh" diyecek yerde
"dimağ"
(beyin) derler dururlar. Göz ile fotoğrafı, gramofon borusu ile kulağı,
ağzı bir gibi zannederler. Beyin bir kütüphane olsun, onu okuyan kim?
Bunu
aramazlar. İşte "onu düşünmezler" bu gerçeği gösteriyor.
10-"Münafıklardaki
bu hileciliğin ve
bu şuursuzluğun sebebi nedir?" denilirse, onların kalplerinde, yani
ruhanî
kalplerinde hiç görülmedik yok edici bir manevî ve ahlâkî hastalık
vardır.
Maraz (hastalık), bedeni sağlam alışkanlığından döndürüp dengesini
bozan
ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan bir aksama
durumudur.
Fakat maddî şeylerde kullanıldığı gibi, manevi hususlarda da
kullanılır.
Sıhhat esas, hastalık ikinci derecedir. İlk yaratılışta kalp sağlamdır.
Faka t bunlar kalbin sıhhatini muhafaza etmeye bakmamışlar, kalplerinde
büyük bir hastalığa mübtela olmuşlardır. Burada "maraz" kelimesindeki
tenvin,
korkutmak içindir. Demek korkunç bir hastalık var. Bütün ahlâksızlığın
başlangıcı olan büyük bir hastalık var. İdrak ve iradenin afeti olan
bir
hastalık var. Bu hastalık, rivayete ve dirayete dayanan tefsirlerin ve
bilhassa selef müfessirlerinin açıkladıkları üzere inançsızlık
hastalığı,
şek, şüphe, kuşku hastalığı, özetle şüphe ve nifak hastalığıdır. Bunlar
bütün k ötü niyetlerin başıdır. Buna yakalanan kimse, hak tanımaz,
Allah'dan
şüphe eder, Allah'ın emrinden şüphe eder. Allah'ın "onda şüphe yoktur"
buyurduğu kitabından şüphe eder. Allah'ın peygamberinden şüphe eder.
Allah'ın
halis mümin kullarından ve onların d o ğru olan fiil ve hareketlerinden
şüphe eder. Her şeyden şüphe eder, hatta kendinden şüphe eder. Bilginin
kıymeti kalmamıştır. Fakat benlik, şuurundan da hiç çıkmaz. Onun gözüne
hak ve hakikat kendinden ibaret görünür. Bakar ki kendisi şek ve şüphe
ile dol u dur. Kendine benzeterek hükmeder. Herkesi ve her şeyi şüpheli
görür. Yerler, gökler, ağaçlar, taşlar, hayvanlar, insanlar, Allah,
Peygamber,
hep onu aldatıyor zanneder. Kötü zan ile dolar. Her şeyden kuşkulanır.
Fakat bütün fiil ve hareketiyle yine kendis i ne karşı kendisini
yalanlar.
Zevkine, keyfine, şehvetlerine o kadar tutkundur ki, onlardan hiç şüphe
etmez. "Acaba bunların aslı var mıdır, bunun sonu ne olacaktır" demez.
Hepsine atılır, sarılır. Onun için hak ve hayır hiç, zevk her şeydir ve
her şey kendisidir. Onu, ilmî şüphe içinde benlik derdi, kibir, mevki
hırsı,
baş olma sevdası sarmıştır. Bunun için imansızken, kendini imanlıyım
zanneder.
Aldatmayı, hile yapmayı, entrika çevirmeyi üstünlük ve başarı sayar.
Müminle
mümin, kâfirle kâfir görü n ür. Bütün bunları ne zorunlulukla yaptığını
düşünmez. Böyle yapması, bütün uğraştığı bu şeylerin kendisinden başka
bir varlıktan yansıyan bir baskı olduğunu farketmez. Arada böyle hile
ve
düşmanlık yerine bir temelli sevgi kurmak için samimi olmaya çalışm a k
kendisi için de daha kârlı olduğunu anlamaz. Bunlar dünya nimetlerine
gömülseler,
yine iğneli beşikte gibi yaşarlar. Şüphe ve ara bozma hastalığı böyle
can
sıkıcı bir şeydir. O münafıkların kalplerinde işte bu hastalık vardır.
Ve her hastalık huy ve tab i at olmadıkça tedavisi mümkündür. Bunlar
ise
bu hastalığı tedavi etmek için gelmiş olan hak dine sarılmazlar da
ondan
da kuşkulanırlar.
Bunun üzerine
Allah Teâlâ bunların hastalığını
artırmıştır. Şöyle ki: Allah Teâlâ insanlardan, insanlar içinde
Arap'tan,
Arap içinde Kureyş kabilesinden, Kureyş kabilesi içinde Hâşim
Oğulları'ndan
Muhammed b. Abdullah b. Abdülmuttalib b. Hâşim b. Abdimenaf b. Kusay b.
Kilâb b. Mürre b. Ka'b b. Lüey b. Fihr b. Mâlik b. Nadr b. Kinâne b.
Müdrike
b. İlya s b. Mudar b. Nizar b. Mead b. Adnan isim ve nesebiyle bir
peygamber
göndermiş ve ona "kendisinde şüphe olmayan" bir kitap indirmiş ve onu
doğup
büyüdüğü Mekke'de bırakmayıp bütün dünyaya, kıyamete kadar nur saçmak
için
buraya, onların bulundukları yere g e tirmiş ve insanlar yavaş yavaş
ona
iman ederek büyük bir topluluk kurmaya başlamışlar, eğriliği kaldırıp
doğruluğu
yayıyorlar, doğru yoldan başka bir şey istemiyorlar, kuvvetlilerin
zayıfları
ezmesine imkan vermiyorlar, hak denildi mi, hatır gönül tanımıy o rlar,
herkesi eşit tutuyorlar; zor kullanmakla insanlardan faydalanmak yasak,
dalavere yasak, rüşvet ve adam kayırma yasak, fuhuş ve ahlâksızlık
yasak,
neler neler yasak. Bunlardan başka vazifeler, görevler, mücahedeler,
intizamlı
şekillerde muntazam vaki t lerde çalışmalar, uğraşmalar, neler neler
var.
Aç kal, sabreyle fazilet saç; tok ol, şükret, yine fazilet saç. Putlara
tapma, zevkine esir olma, Allah'tan başka tapılan bir şey tanıma ve
ancak
ondan yardım iste. Bu olur mu? Bu hal ile Abdullah b. Übeyy b. Selûl
gibilerin
hükümdarlığına nasıl imkan kalır? Sadece para kazanma hırsına
kapılanların
ticareti nasıl döner? Allah'ın verdiği söz, yapacağı bu muydu? "Bu
tedavi
değil, bir tuzaktır." diyorlar. Artık o hastalık Allah katından
bunların
kalplerine basılıyor. İkinci bir huy oluyor da gittikçe artıyor. Onlar
da bu yüzden Allah'a ve müminlere hilekârlık yapmaya başlıyorlar.
Maraz
(hastalık), bedenin sağlam alışkanlığından
sapması ve görevini istenilen şekilde yapmamasına sebep olan aksaklık
durumudur
ki, buna "illet=dert" de denilir. Demek ki şüphe, imansızlık,
inançsızlık
da insanda asıl değil ikinci derecede bir şeydir. Ve hastalığa mahsus
bir
durumdur. Her çocuk doğarken iman ve itikad fıtrat (yaratılış)ıyla
doğar,
şüphe nedir tanımaz. Bunun için Hak i nancı, Allah'a inanmak fıtrîdir.
Bu esas yaratılış, insana ilerde şüpheye düşmesi için değil, şüpheleri
atması, doğru yolu bulması ve geliştirme yoluyla da imanı huy edinmesi
için verilmiştir. Şu halde kalplerinde bu hastalık zorlayıcı değildir.
Bunu yap a n, tecrübe güzergahında nefislerin sağlam yaratılışı
gözetmemesi,
kalbin sağlığını korumaması, ahlâkî hastalıkları tedavi etmemesi,
özetle
zevk duygusuna çok düşmesi ve her şeyde kendini ve kendi zevkini görmek
istemesidir. Bazı insanlar tecrübede bunu ta m amen bulamayınca,
hatalar
ve isabetsizlikler vaki olduğunu görünce, kendisinin "hakkın kendisi"
olmadığını
takdir ve kendinden önce hakka iman edecek yerde, ilk yaratılışta
aldandığını
söylemeye ve her şeyden şüphe etmeye başlar. Ve bu şüphe ile mücadele e
derek hakkı görmeye ve vücut cereyanının, kendisinin değil, Hak
Teâlâ'nın
hükmünde bulunduğunu teslime ve kendisinin Allah için bir kulluk
görevine
mahkum olduğunu itiraf etmeye benlik sevdası ve irade zayıflığı engel
olur
da, şek ve şüpheyi esas kabul ed e r. Ve bu şekilde ancak şüpheye
inanır
ve şüphe kendisi için hem huy ve hem gaye olur. Ve hayır adına da
herkese
onu tavsiye eder, bu yönüyle Reybiyyûn (şüpheciler) ve Sofestaiye
(safsatacılar)
bile bir inanışın esiridirler: Şüpheye inanmak. Bu inançta s a bit bir
"ben" yoktur. Çelişme yığını olan bir akıcı fikir, bir (ben) hayali,
bir
"" aşkı, bir "" derdi. Yani hiç gizlenmek istemiyen bir "benlik"
davası,
bencillik, hodgâmlık (kendini beğenmişlik) vardır.
Fen ve
felsefe bakımından hak iman, hem fıtrî
ve hem alıştırıcıdır. Fakat şüphe inancı yalnız alıştırıcılığa ait
yoldadır.
Şüphe inancının böyle alıştırıcı ve tecrübeye dayanan karakteri, bu
gibilere
inanç ve sağlam bilgi hakkında bir kuşku telkin eder. Kitaba, dine
bağlanmaktan
çekinirler, istid l âle (delil ile sonuç almaya), istintâca (delil ile
sonuç çıkarmaya), akıl ve mantığa küçümseyerek bakarlar, buna karşı
koymak
için terbiye, tecrübe, istikrâyı (tüme varımı) benimsememek isterler.
Güya
bunları, şüphenin, inançsızlığın delili imiş gibi iler i sürerler. Bu
vesile
ile: "Hayat adamı olmalı, hayat gibi her gün değişmeli, hayatta hiç bir
örnek takip etmemeli." derler. Ahlâklı bir gidişat takip eden seciyeli
iman ve inanç sahiplerine genelde: "Mahdut fikirli, dar kafalı adamlar"
gözüyle bakarlar. Bilmezler ki dar görüşlüler, yalnız şimdiki hale
bağlananlar
ve onun önünü ve arkasını görmeyenlerdir. Bilmezler ki alıştırmanın,
tecrübenin,
kararlılığın gayesi de şüphe değil, tıpkı istintâc gibi şüpheden
kurtulmak,
bir hak inanca ermektir. Bilmezler ki, z evkin hikmeti, gelip geçici
şeylerle
boğulmak, hiçlere esir olmak değil, ebedî bir hakka ulaşmak, bir irfan
anı edinmektir. Sağduyusunu toplayanlar için çoğuldan tekile,
başlangıçtan
sonuca, sonuçtan başlangıca netice çıkarmak suretiyle karar kılmak,
şüph
e yi silmek için aklın biri diğerine kefil olan başlangıç ve sonucun
birliğini
gösteren iki şahidi, birbirine bakan iki yoludur ki ikisinin ürünü,
ilki
ve sonu hak inançtır. Vicdanın zevki de bu iman ile hakka açılan bir
anlama
noktasıdır. Hakka iman yaratı l ışı ile doğ, bu iman ile tecrübe
yolundan
doğru geç, hakka iman ile öl, ona dön! İşte İslâm'ın saadeti, işte
kalpleri
hastalıklı o münafıkların hile yapmak istedikleri Allah'ın nuru!
Fakat onlar,
bu hastalık ile ve bu hastalığın
artmasıyle kalmayacak, onlar için ahirette ve hatta dünyada pek elem
verici,
gayet acı bir azab da vardır. Bu azab bilhassa " " Nâfi', İbnü Kesir,
Ebu
Amr İbnü Âmir, Ebu Ca'fer ve Yakub kırâetlerinde tekzibden (yükezzibûn)
okunur, yalan söyler olmaları veya doğruyu yal a n saymaları
sebebiyledir.
Bunlar, devamlı yalan söylerler, imanları yokken "imanımız var"
dedikleri
gibi, eğriyi doğru, doğruyu eğri gösterirler. Azaplarına sebep de
özellikle
budur. Çünkü yalan, önce dünyada büyük bir vicdan azabına sebeptir.
Yalancılar,
su üstünde bir yonga gibi çalkalanır ve her an bir iğneli beşikte
yatıyor
gibi yaşar. Gerçi dünyada bu da bir alışkanlık olur ve o azab git gide
bir çeşit tatlılığa döner, onu -adeta- kaşındırır. Bununla beraber bu
kaşınmanın
tadı bir uyuz hastalığının kaşıntıları gibi kanatan, boğucu elemlerle
karışık
bir taddır. Fakat bunun ve bu yalan alışkanlığının ahiretteki azabı
büsbütün
dehşet vericidir. Çünkü yalan söyleye söyleye kalp, devamlı yalancı
intibalarla
kaplanır. Ruh artık bununla gelişir. Ruhî hayat bi r evham (kuruntular)
âlemi, bir batıllık sahası olur kalır. Hak nuru oraya, ara sıra yanar
döner
bir yıldız böceği halinde görünen bir fener gibi gelir. Artık o kalp ve
onun gözleri, kulakları fayda ve zararı, hayır ve şerri seçemez olur.
Kâr
der, zarara k o şar; iyilik der, şerre koşar; bahçeyi ateş görür kaçar,
ateşi cennet sanır atılır. Derken Hakk'ın rahmeti ile arasına kalın bir
sur çekilir ve fakat bu surun ara sıra açılır bir kapısı bulunur, o
açılırsa
Hak nuru rahmet ve saadet oradan arasıra imrenmek i çin görünür ve
kapanır.
"Müminlerle
onlar (münafıklar)ın arasına bir
duvar çekilir ki, onun bir kapısı vardır; içerisi rahmet, dış tarafı
ise
azabtır." (Hadid, 57/13) âyeti gereğince nihayet bir kapanır, bir daha
açılmaz olur. Onlar bâtılın karanlığı içinde sonsuzluğa kadar hasretle
yanarlar, sönmek bilmez kara bir ateş ile yanarlar. Bu âyette "Allah
onların
hastalığını artırmıştır." buyurulduğu gibi, diğer bir âyette de
"Kalplerinde
(şüphe ve nifak) hastalığı bulunanların ise, (indirilen sûre), inkâ r
ları
yüzünden murdarlıklarına murdarlık katar ve onlar kâfir olarak ölüp
giderler."
(Tevbe, 9/125) buyurulmuştur ki, hastalık ile pisliğin ilişkileri de
açıktır
ve bütün bunlar ilâhî kanunlardır. İman eden kazanır, etmeyen de yanar,
yakılır.
Bu münaf
ıkları ortaya çıkartacak ve azaplarında
şiddetlendirici sebepler olacak, bozgunculuklarına dal budak salan bazı
çirkin vasıfları daha vardır. Şöyle ki:
11-
Bu
âyet yukardaki âyetine atfedilmiştir.
Bunlara: "Şu yeryüzünde fesatçılık yapmayın, fesat çıkarmayın, ortalığı
ifsat etmeyin." diye uyarı ve kötülükten yasaklama yapıldığı zaman
"hayır
biz fesatçı değil, ıslah edici adamlarız, fesat değil, yalnız ıslah ve
ıslahat yapan kimseleriz" demektedirler, böyle demişlerdir ve böyle
derler.
Bilhass a Ebu's-Suûd'un da açıkladığı üzere, bunu derken yaptıkları
fesatçılıkları,
inkâr ile örtmek isterler. Bundan asıl maksatları ise yaptıkları
şeylerin
fesatçılık değil, bizzat ıslah olduğunu iddia etmektir. Çünkü bunlar
hak
ve gerçeği seçemediklerinden ve s e çmek istemediklerinden, bozmayı
düzeltmek
sanırlar. Yeryüzünün bozulması, Allah'ın kullarının durumlarını bozan,
gerek geçimleri ve gerek ahiretleriyle ilişkili işlerini çığırından,
hedefinden
çıkaran fitneler, harplerdir. Bozgunculuk da bunları ve bunlar a
sevkedici
olan şeyleri ortaya çıkarmaktır. Münafıklar da böyle yapıyorlardı.
Müminlerin
içine karışıyorlar, sırlarını kâfirlere açıklıyor ve onları iman ehli
aleyhine
teşvik ediyorlardı. İnsanları tutuşturmak, müminleri bozmak, zarar
vermek
için fırsatla ricat etmek ve fırsatlardan istifade etmek gibi
kötülükler
yapıyorlardı. Müminler de bunları uyanıklıklarıyle gözden
kaçırmıyorlar,
gaflet etmiyorlar ve kötülüklerden vazgeçirme hususunda dinî
görevlerini
yapıyorlar ve münasib şekilde nasihat ve uyarmalar d a bulunuyorlardı.
Fakat münafıklar ne öğüt dinlerler, ne de dinlemek isterler. Bunlara
karşı
"biz ancak ıslah edicileriz" derlerdi. Müminler, bunların yalan yanlış
ıslahcılık davasına inansınlar mı? İşte Cenab-ı
Hak bu noktayı şu
tenbih
ile açıklığa kavuşturuyor.
12-
Ey
iman ehli! Sakın
aldanmayınız,
uyanık durunuz, bunlar fesatçılar güruhunun kendisidirler, fesatçılar
güruhu
dedikleri ancak bu kısım kimselerdir. Bu muhakkak, fakat bunlar böyle
olduklarını
hissetmezler, buna da bilinçleri olmaz. Bunların bugün şuurları
olmadığı
gibi yarın da yoktur. Dedik ya kalp hastalığı, şüphe hastalığı onlara
herşeyi
ters gösterir.
13-
Bir de yalnızca laf ile mücerret
(soyut): "Allah'a ve ahiret gününe iman ettik." demekle iman
olmayacağını
hatırlatmak ve iyiliği emretmek için bunlara "şu insanların, şu tam
insanların
iman ettiği gibi, Peygambere ve ona indirilene ve ondan önce indirilene
de açıkça ve gizlice, kalp ile ve dil ile iman ediniz" denildiği zaman,
"biz o beyinsizlerin, budalaların i man ettiği gibi iman eder miyiz?"
dediler,
eşitliğe razı olmadılar.
Lügat
itibariyle "sefeh", görüş ve gidişatda
hafiflik ve yufkalıktır ki, akıl noksanlığından doğar. Yani ucu
budalalığa
varan hafiflik, fikirsizlik, temkinsizliktir ki zıddı ağır başlılık,
tam
akıllılıktır. Dînen de akıl ve dinin gereği zıddına harekettir ki,
karşıtı
erginlik ve hatasızlıktır. Dilimizde sefahat (aşağılık) da bu mânâda
bilinmektedir.
Özetle "sefeh" ve "sefâhet", görüş ve fikirde zevk ve şehvetlere tabi
olmak,
akıl ile d eğil zevk ile hareket etmektir. Bu da ya esasen budalalıktan
veya aklın hükümsüz kalması itibariyle budala halinde olmaktan doğar.
Şu
halde münafıklar, insanlık gereği bunu budala mânâsında kullanıyorlar.
Acaba münafıklar bunu söylemekle küfürlerini açıkl a yarak
bozgunculuktan
çıkmış, açıktan kafir olmuş olmuyorlar mı? İmam Vâhidî buna cevap
olarak:
"Bunlar bu sözü müminler arasında değil, aralarında açıklıyorlardı.
Cenab-ı
Allah bunu haber veriyor." demiştir. Fakat bu, sözün gelişinin zahirine
aykırıdır. Ç ünkü ile nun aynı zamanda bulunmasını gerektiriyor.
"Gönüllerinden
böyle dediler." mânâsı vermek de metnin açıklığına aykırıdır. Doğrusu
bu
söz tam münafıkça, iki yüzlü, tevriyeli bir söz olduğundan, "Biz
budalalar
gibi iman eder miyiz?" tabirinin doğ r u bir yorumu da mümkündür. Buna
göre bunu öğütleyenlere karşı söyledikleri zaman da kesin bir küfür
ilanı
yapmış olmuyorlar, bu da münafıklığın ve münafıkça küfrün bir çeşit
özelliği
oluyor ki "İşit, işitmez olası." (Nisa, 4/46) demeleri gibidir.
Yu
karda
münafıklar diye insanlardan sayıldığı
halde, burada diye insanlara karşılık tutuluyor, onlardan ayırt
ediliyor
ki, bunda ne güzel incelikler vardır: Münafıklar, insanlar ile eşitliğe
razı olmuyorlar ve kendilerini üstün ve aydın, akıllı bir ileri sınıf
sanıyorlar
ve bu zan ile onlara hile etmeye kalkışıyorlar. karşılaştırma ve
benzetmesi
de onların beğenmedikleri insanların onlardan daha olgun olduklarını ve
kendilerinin de onlar gibi iman ederek eşitliğe nail olmalarını ve
böyle
olması kendileri için gerileme değil, ilerleme olduğunu anlatıyor ki,
onlara
: "Siz henüz insan değilsiniz, insan olunuz." meâlinde bir hatırlatmayı
içeriyor. Münafıklar da cevapta o insanları düşük görüyor, "o
budalalar"
diyor, eşitliğe razı olmuyorlar ve böyle yaparken h em bu ayırımda
Allah'ın
kendilerine iftira etmediğini halleriyle tasdik ediyorlar, hem de iman
hususunda kendilerine bir sivrilmişlik hakkı verilmediğinden dolayı
eşit
iman teklifini reddediyor, fakat açıkça; "biz iman etmeyiz" de
demiyorlar.
Kendilerinin özel ve başka bir imanları olduğuna ve olması gerektiğine
işaret etmek istiyorlar. İnsanlar, kanaatlarınca küçümsenmiş, budala
oluyor.
Bunun için Cenab-ı Hak yukarda diye genelde insanlardan sayıyor. Burada
da insanların olgunluğunu göstererek, münafıkl a rı kendi ikrarlariyle
insanlardan saymıyor.
Gerçekte
Arap
dilinde de "en-Nâs" ifadesi
bulunduğu yere göre kâh ta'zîm (büyükleme) ve kâh tahkîr (küçümseme)
mânâsını
ifade eder. Demek ki, iman hususunda münafıkların, şüphecilerin
saplandıkları
özel fikir, imanın insan için bir tuzak olması ve buna göre sırasında
yalnız
halkı gemlemek için kullanılması noktasında toplanır ve bunun için
kâfirlerle
beraber yaşamak imkanını gördükleri zaman, imanın lafından bile
sıyrılırlar.
Mü'minler içinde yaşamaya mecb u r kaldıkları zaman da imandan
bahsederler.
Lâkin havass (seçkinler)ın imanıyle halkın imanı arasında zaruri bir
fark
ve yükselme bulunacağı davasından vazgeçmezler. Halbuki İslâm dininin
teklif
ettiği imanın şartları, hak ve gerçeğin en genel ve en kapsam l ı esas
çizgileri olduğu için, imanın aslında ve şartlarında seçkinler ve halk
farkı bahis konusu olamaz. Bu fark, o imanın amellerinde ve kemalinin
derecelerinde
bahis konusu olabilir. Genel prensiplerde eşitlik başka, bunda ilerleme
meselesi yine başkadı r. Halbuki şüpheciler, imanının esasını, kalbin
saflığını,
ihlası budalalık saydıklarından müminlere, aldatılmaya hazır, safdil,
budala
gözüyle bakarlar. Fakat Allah Teâlâ buyuruyor ki: şunu muhakkak biliniz
ki, beyinsiz, budala, ancak o münafıkların ken d ileridir, fakat
bilmezler.
Gerçi onlar kendilerini, ilim ve bilgi ile herkesten yüksek görmek
isterlerse
de, onların ilim ile ilgileri yoktur.
İlim bir
yakîn işidir. Hele geleceğe ait olan
ilim, sağlam bilgili bir mantık ve delillerle netice çıkarmak işidir
ki,
başı hak iman, gayesi Hakk'a ulaşmaktır. Onlar ise, baştan sona kadar
şüphe
ile doludur. Yukarda münafıkların önce "anlamazlar" nefy-i hâl (şimdiki
zaman olumsuz fiil), ikinci olarak "anlamayacaklar" nefy-i istikbâl
(gelecek
zaman olumsuz fiil) ki p leriyle duygu ve şuurları; burada da
"bilemezler"
diye ilimleri olumsuz kılınmıştır ki, bunda hem başlangıç ve gaye
itibariyle
yerme ve azarlama açısından derece de rece bir yükselme vardır ki
artması
hastalık ile uyumludur. Hem de ilim ile şuurun konu farklarına işaret
vardır. Din ve iman, düşüklük ve yükseklik meselelerinin sadece his ve
şuur ile değil, ilim ile ilgili olduğunu ifade ediyor.
14-Bu
münafıkların mümin olmadıklarını
ve ahlâk bakımından ne kadar düşük olduklarını şununla daha iyi
anlarsınız:
bir de bunlar müminlere rastgeldikleri zaman genelde "âmenna=inandık"
derler.
Budala zannettikleri müminlere yaltaklanırlar. Yüzden samimiyet,
riyakârlık
ederler, kendi şeytanlarına, gizli anlaşmalarla, gizli meclislerde
kendilerine
gizli gizli fitne ve fesat dersi veren donuk kafalı, çıfıt, şeytanlık
ustalarına
tenhaca varıp yalnızca kaldıkları zaman da "Biz her halde sizinle
beraberiz,
bundan emin olunuz." derler. Şeytanlıkta beraber olduklarına söz
verirler
ve mü'minlere karşı yaptıkları yo l daşlıktan kuşkulanmasınlar diye
gizli
soruya cevap yerinde şunu da ilave ederler: şüphe yok ki biz başka
değil,
hep alaycı takımıyız, hep böyle alay eder dururuz derler ve
ahlâksızlıklarıyle
öğünürler. Sadakat arz ederken hainliklerini, şecaat (cesaret) arz
ederken
hırsızlıklarını söylerler. İşte ilim ve inançta hafife alma ve alay
etmenin
küfrün gereği olması hakkındaki genel kural bu gibi âyetlerin
muhtevasıdır.
Rivayet
olunduğuna göre Abdullah b. Übeyy
yardakçılarıyle bir gün sokağa çıkmışlar, Ashab-ı kiramdan birkaç
kişinin
karşıdan gelmekte olduklarını görmüşlerdi. İbn Übeyy yanındakilerine:
"Bakınız
ben şu gelen budalaları başınızdan nasıl savacağım." demiş ve
yaklaştıkları
zaman hemen Hz. Ebu Bekir'in elini tutmuş, "Merhaba Temîm oğullarının e
fendisi, Şeyhu'l-İslam, Resulullah'ın mağarada ikincisi olan, kendini
ve
malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti Sıddîk" demiş, sonra Hz.
Ömer'in
elini tutmuş: "Merhaba Adiy oğlullarının efendisi, dininde kuvvetli,
nefsini
ve malını Resulullah'a vermiş bulunan Hazreti Faruk" demiş, sonra Hz.
Ali'nin
elini tutmuş: "Merhaba Resulullah'ın amca oğlu ve damadı, Resulullah
(s.a.v.)'dan
sonra bütün Hâşim oğullarının efendisi" demiş ve işte o zaman bu âyet-i
kerime inmiştir. Daha ayrıntılı diğer bir rivayette Hz. Ali: "Ey
Abdullah
Allah'tan kork, münafıklık etme, çünkü münafıklar Allah'ın en kötü
kullarıdır."
demekle: "İzin ver ey Hasen'in babası benim hakkımda böyle mi
söylüyorsun?
Allah'a yemin ederim bizim imanımız, sizin imanınız gibi ve bizim
tasdîkımız,
si z in tasdîkınız gibidir." demiş ve ayrılmışlar. Abdullah b. Übeyy
arkadaşlarına:
"Nasıl yaptım gördünüz ya! İşte siz de bunları görünce böyle yapınız."
demiş, onlar da: "Sağ ol, sen bizim içimizde hayatta oldukça hep böyle
hayırlı istifadeler ederiz." diye k endisini övmüşler, müslümanlar da
varıp
Hz. Peygamber'e haber vermişlerdi ve arkası sıra bu âyet indi
denilmiştir.
Bu rivayete göre "âmenna=inandık" diyen esasen İbn Übeyy b. Selûl
oluyor
ve bu sözle arkadaşlarını da temsil ediyor. Yukarda diye tekil ş e
klinde
başlanması da buna işaret ediyor. Fakat âyette bunların hepsinin
beraber
varıp, tenhada yalnız başlarına görüştükleri şeytanların, şeytanlık
öğretmenlerinin
bunlardan ve İbn Selûl'den başka ve birden fazla bir çoğul olduğu
açıkça
söylenmiş olması v e kısımlarının gönderiliş şekli bu şeytanların,
münafıklar
güruhunun arkasında ve onlardan başka ve fakat onlarla gizli bir
ilişkiyi
taşıyan gizli bir kuruluşu gösterdiği açıktır. Âyet-i kerime, olayın
daha
derin, daha gizli kaynaklarda cereyan ettiğini g ö stererek
Resulullah'ı
ve müminleri aydınlatmıştır. Bunun için birçok tefsir bilgini, bu
şeytanların,
münafıkların reisinden başka müşriklerin reislerine ve (Yahudi
hahamları)na
da işaret olduğunu nakletmişlerdir.
ŞEYTAN:
Şeytan herhangi bir azgın, yani azgınlıkta,
şer ve kötülükte fevkalade bir yükselişle kendi sınıf ve benzerlerinin
dışına çıkmış kötü, inatçı mânâsında bir cins ismidir ki, gerek
insandan,
hayvandan, yılan gibi görünen yaratıklardan ve gerekse diğer gizli
mahluklardan
ruhî ilişkisi bulunan kötülere söylenir. İnsan şeytanı, hayvan şeytanı,
cin şeytanı denilir. Nitekim Kur'an'da insan şeytanları ve cin
şeytanları
ifadeleri çok defa gelecektir. İnsan görünür, fakat kötülük esasları ve
şeytanlıkları görünmez, eserleriyle belli olur. Şu h alde insan
şeytanında
bile şeytanlık bir gizli iştir. Bunun için şeytan ismi gizli kötü bir
kuvvet,
kötü bir ruh düşüncesine döner. Ve insan şeytanı, cin şeytanına bağlı
demektir.
Melek karşıtı olan cin şeytanı, yani gizli şeytan bazı filozoflara göre
yal n ız mücerredât-ı maneviye (manevî soyutlar) olarak açıklanmış ise
de, bunun maddi değerini de inkâr etmek doğru olmayacağından, buna kötü
olan maddî kuvvetleri de katmak gereklidir. Ehl-i sünnet'in açıklaması
böyledir. Bu şekilde şeytan cins ismi, bilhassa görülmeyen ruhlar ve
kötü
kuvvetlere isim olmuştur ki, yaratılışta her cins bir tek ferd ile
başlamış
olduğundan, şeytan denilince bu cinsin babası olan o ilk fert, yani
iblis
akla gelir ve o zaman özel isim gibi olur. Şeytana Farsça'da "diyv"
denilir
ki, bu kelime Batı'ya dolaşmış, aksine "ilâh" mânâsına "diev" olmuştur.
Dil bilginlerinin açıklamasına göre şeytan kelimesi, anlayış bakımından
bir vasfî mânâyı içerir. Ve bunun türemesinde iki görüş vardır. Birisi
Sibeveyh'in dediği gibi uzaklık mânâsına m a ddesinden (fe'yâl) vezni
(ölçüsü)ndedir
ki "baîd = uzak" demektir. Gerçekte de şeytan haktan uzaktır. Ondan da
uzaklaşmak gereklidir. Diğeri yanma veya batıllık mânâsında kökünden
(fa'lân)
ölçüsünde olmasıdır ki, yanmış ve batıl demektir. Gerçekte ş e ytan da
böyledir. Bu şekilde kelime isim olmadığı için çekimli olmuştur.
kökünün
Arap dilinin dışında da bulunduğu bahis konusu oluyor. Şu halde şeytan
bir cins ismidir. Bundan cin şeytanı cinsi anlaşılmakla beraber, insan
şeytanına da hakikat olarak söy l enir ve hatta hayvana bile. Nitekim
Hz.
Ömer Şam'a geldiklerinde bir ata bindirilmiş idi. Biner binmez at çalım
atmaya başlayınca hemen inmiş ve: "Beni bir şeytana bindirdiniz."
demişti.
Bu âyette ise insan şeytanları olduğunda tefsircilerin fikir ayrılığı
görülmüyor.
Bu yedi
âyette münafıkların durumları, ruh
halleri, vasıfları ve sabit kötülükleri tam bir belağat ve îcaz yoluyla
özetlenerek haber verilmiş, baştaki âyetinin mânâsına bakarak, onu her
yönden ayrıntılarıyle anlatan ve açıklayan bu yedinci âyet ise onların
bütün ruhlarını kendi tasdikleriyle iki kelimede özetliyerek
gösterivermiştir.
15-Şüphe
yok ki bu kötülükleri işitenlerin
hemen kızgınlıkları kaynar ve onların acıklı azabı hak ettiklerini
teslim
etmekte hiç tereddüt etmiyerek, "kahrolsunlar!" diye bağırmak hususunda
acele eder ve Cenab-ı Allah'ın hemen bunları yok etmesini veya "asınız,
kesiniz" gibi bir emir vermesini hırs ile gözetir ve bu hırs ile bir an
geri bırakılmalarını görmemek ister. İşte Cenab-ı Hak, İslâmî
hassasiyeti
n böyle heyecanlı bir dereceye geldiği nazik bir dakikada bütün bu
heyecanı
yatıştırma ve endişeleri ortadan kaldırmak için derhal buyuruyor ki:
Allah
onlarla alay ediyor ve daha edecek, yani kendilerini maskaraya
çeviriyor
ve daha çevirecek de. Böyle ka l p körlüğüyle şuursuzluk, dikkatsizlik,
anlayışsızlık içinde şımarıklık etmelerine adeta medet ve yardım ediyor
ve azgınlıklarına meydan veriyor, diğer deyişle körü körüne
tuğyanlarında
sürükleyip götürüyor.
Bu
ilâhî alay
cümlesinden olmak üzere bunlar
a dünyada müslüman muamelesi yapılır, İslâm toplumu dışında
tutulmazlar.
Münafık olmayan gayr-i müslimler gibi âyinlerinde, dine mahsus
hükümlerinde
serbest değillerdir.
Münafıklara,
gerek ibadet ve gerek muamelelerle
ilgili dinî hükümlerin hepsi müslümanlar gibi tatbik edilir. Mü'minler
bunlara dikkat etmeye, bu hususta gözlerini açıp mücahede etmeye,
nizamı,
hükmü ellerinde tutmaya yükümlüdürler. Bunda başlıca üç hikmet vardır:
Birincisi İslâm'ın sabır ve sükunu, terbiyesinin yüksekliği, ruhî
hoşgörüsüdü
r. İkincisi bu sayede bunların İslâm muhitinde ve İslâmî hükümler
altında
yetişecek olan çocuklarından ciddi müminlerin yetişmesine imkan
bırakmaktır.
Üçüncüsü de bu münafıkları kalben iman etmedikleri ilâhî hükümlerin
tatbikatına
zorlamak suretiyle her an gönül azabı içinde bırakmak ve
maskaralıklarının
cezasını dünyada da çektirmektir. İlahî alaydan biri budur. Ahirete
gelince
"Doğrusu münafıklar, ateşin en aşağı tabakasındadırlar." (Nisa, 4/145)
âyeti gereğince onlar, ateşin en aşağı tabakasında olduk t an başka,
bunların
orada da alay muamelesine maruz kalacakları, cennetin kapıları
kendilerine
gösterilip gösterilip de kapatılıvereceği hadislerde açıklanmıştır. Bu
gibi muamelede Cenab-ı Hakk'ın "ben" ve "biz" gibi mütekellim (birinci
şahıs) kipiyle hita p etmeyip de gâib (ortada olmayan, üçüncü şahıs)
gibi
"Allah'ın" buyurması, büyüklük ve ululuğunu açıklamak içindir. Mesela
bir
komutanın, emri altındakilere hitap ederek "ben şöyle istiyorum"
demesiyle,
"komutanınız böyle istiyor" demesi arasında ne büyük fark vardır.
İstihzâ
(alay) bir kimseyi şaka içinde maskara
etmek, şeref ve onurunu kırmak istemektir. "Kırmak" veya "seri halinde
öldürmek" mânâsına den alınmıştır. Burada, "Allah Teâlâ'ya alay yakışır
mı?" diye akla derhal bir soru gelir. Fakat Allah'a isnat olunan çoğu
fiillerde
ve sıfatlarda istenilen gayeler olduğunu Fâtiha'nın tefsirinde
görmüştük.
Bilinen bir şeydir ki, alaydan maksat şaka değil, şeref ve haysiyeti
kırarak
maskara etmek ve budalalığı gizlice anlatıp sezdirmeden hakaret etmek v
e hafife almak, bunlardan da bir hoşnutluk duymaktır. Halbuki
münafıklar
gibi alaycıların çoğu, alay ettikleri kimselere hakikaten hakaret
etmeye
güçleri yetmez de, çoğu zaman, budalalık, hakaret, alaycıların
kendilerinde
kalır ve onunla eğlenirler. Halbuk i Cenab-ı Allah, rızası olmaksızın
hareket
edenler hakkında ilâhî adaletini açıklamak için, böyle bir hakaret ve
hor
görmeyi istediği zaman, onları hakkıyle hor görür ve rezil eder. Ve
bütün
kâinat nazarında onu rezil eder de, o, bir deli gibi kendisinin b u
halinden
haberdar bile olmaz. Ayıplarını gizliyorum zannederken, bütün âleme
sergiler
de farkında olmaz. Dünyada şuurun bu sıyrılma tarzı en büyük bedbahtlık
olduğunda ise şüphe yoktur. İşte Allah'ın alayı ki, bunu ancak Allah
yapabilir
ve bu bir ilâhî a d alettir. Ve her adalette Allah'ın rızası vardır.
Birisi
süslenmek ister ve karşısında altın yaldızlı bir kağıt görür. Okumasını
bilmez, zinet diye göğsüne yapıştırır. Sokağa çıkar ve bununla çalım
satmak
ister. Görenler ise bakarlar levhada "hâzâ rezîl = bu rezildir"
yazılmış,
zavallının haberi yok, olmak ihtimali de yok. İşte -Allah korusun- bu
bir
ilâhî alay olur. Allah Teâlâ münafıkları taşkınlıklarında böyle maskara
eder. Bu mânâlar dolayısıyladır ki şer'î bakımdan Allah'a "alaycı"
denilmez,
fakat "alay eder" denilir.
16-
Bunlar
öyle kimselerdir ki doğruluk
karşılığında sapıklığı satın almışlardır. Hidayet tam ellerine değmiş,
malları olmuş gibi iken onu vermişler, dalaletle trampa etmişlerdir de
ticaretleri kâr etmemiştir. ve kâr yolunu bulmak ihtimalleri olmamış,
kâr
yolunu tutamamışlardır. Bunlar, hidayet ve başarı nasip olanlardan
değillerdir.
Çünkü ticarî ilişkilerde başlıca iki maksat vardır. Birisi sermayenin
selameti,
diğeri kârdır. Halbuki bunlar sermayelerin sermayesi olan hi d ayeti
vermiş,
yerine onun kayıbı demek olan sapıklığı almışlardır. Bundan dolayı ne
kâr
kalmış, ne kâr ihtimali ne kâr yolu. Bu âyet müttakîler hakkındaki
âyetinin
karşılığı olarak, ibaresiyle münafıkların son hallerini açıklamaktadır.
Ve bununla berabe r âyet, işaretiyle bunların şeytanları olan
kâfirlerin
sonlarını da içerir. Cenab-ı Hak bunların hallerini, dünyada her şeyden
en önde bildikleri, başlıca gaye edindikleri ticaret ve tefecilik ruh
hâletine
göre bir temsîlî istiare ile açıklamış ve dinî hid a yetin şahsında
mühim
olan dünyaya ait ticaretten daha önce ve onun selameti için de zorunlu
bir şart olduğunu anlatmıştır. Bu tasvirde ticaretin büyük bir övgüsü
vardır.
Fakat ticaretten önce onun gerçek ve lüzumlu bir yolu bulunduğuna ve bu
yolun iyi anl a ma ve doğru yol olduğuna ve ticarette yalan, hile,
entrika
yolunun hakiki bir kâr yolu olmadığına tenbih ve bundan dolayı doğruluk
kanununa sarılabilmek için dinî hidayete ermek en önde gelen şart
olduğuna
işaret buyurulmuştur.
Durumları
bilinen, diye haklarında iki defa
uyarma ve dikkatli olmaya davet vaki olan ve bu iki âyet ile de
sonuçları,
ziyanları anlatılan münafıkların, içten içe İslâm'ın gayesini ve İslâmî
hayatın güzel akışını çığırından çıkarmak nokta-i nazarından zararları
açık olduğundan, bir taraftan bunlar hakkında kâfirden daha çok dikkat
nazarını çekmek suretiyle müminleri aydınlatmak, diğer taraftan bu
münafıkların
bizzat hasar ve akibetlerini belli bir şekle sokarak, kendilerini
korkuya
düşürmek ve herkesi münafıklıktan sakındırmak için bu konuda temsil
olarak
dört ayet daha indirilmiştir. Şöyle ki:
17-
"Mesel", aslında "misil" ve "nazîr"
yani bir şeyin benzeri, eşi mânâsınadır ki, "Kâmus" mütercimi "bektaş"
(eş, akran) diye göstermiştir. "Şebeh", "şibih", "şebîh" denildiği
gibi,
"mesel", "misil", "mesîl" denilir. İkinci olarak vaktiyle bir olay ve
bir
tecrübe münasebetiyle söylenmiş olup, "atalar sözü" diye dilden dile
dolaşan
güzel sözlere, "darb-ı meseller"e ad olmuştur. Çünkü bunların kaynağı
denilen
ilk hadiseler, üz e rine söylenilen son hadiseye benzer sayılarak
temsil
edilmiş bulunur. "Sütten ağzı yanan, yoğurdu üfler de yer." gibi.
Üçüncüsü
şaşılacak ve garib bulunacak tuhaf ve ibretli bir hale veya bir sıfata
veya bir kazıyye (önerme)ye ve hikayeye de "mesel" denilir ki, darb-ı
mesel
gibi, dilden dile dolaşmaya ve her yerde söylenmeye layık olduğu
cihetle
ondan istiare edilmiştir. Bu, sadece nakil ve hikaye olunur. Darb-ı
mesel
gibi her söylenişinde bir teşbih ve temsil mânâsı gözetilmez. Fakat ilk
söylenişi hakika t de olabilir, bir temsilî istiare de olabilir, buna
"destan"
da denir. "Dillere destan oldu." deriz. Destan şiirleri bundan
alınmıştır.
Bu mânâdan, delil ve hüccet mânâsına da gelir. Çünkü bu gibi meseller,
gerek bir nadir hakikat olsun ve gerek bir tahyil (akla getirme) ve
temsil,
yani sırf bir masal olsun bir yaygın şöhreti içerdikleri zaman, bazı
gerçekler
onlara benzetilerek söylenir. Mesela "Bu iş, kurt ile kuzu masalına
benzer."
denilir. Biriyle diğerine temsil edilerek delil getirilir. İşte
edebiyat
t a bir hakikati, diğer bir hakikate veya bir hayale veya meşhur bir
mesele
benzeterek örneğe ait bir şekilde ifade etmeye "temsil" adı verilir ki
teşbih veya istiare, hakikat ve mecaz kısımlarına ayrılır. Edebiyatta
anlatma ve cazibe nokta-i nazarından
temsilin, beyan ile ilgili büyük önemi vardır. Çünkü çoğunlukla
akıllar,
kuruntuların müdahale ve saldırılarına maruz olduklarından, gizli
düşünceleri
iyice anlamaktan mahrum kalırlar. Temsil ise, kuruntuları akla bağlar
da,
hakikati, cahil ve anlayışı k ıt kimselere bile anlatmaya sebep olur.
Çünkü
temsil, ince ve düzenli gizli düşüncelerin perdelerini atarak, onları
açık
hissedilen şeyler kisvesi içinde açıklar, tanınmadık şeyleri tanınmış,
görülmedik şeyleri görülmüş gibi ortaya çıkarır ve anlatır. İş b unun
yerini
bilmek ve güzel kullanabilmektir. Zamanlar olmuş ki, geçmiş dinlerin
akla
uygun düşüncelerinin ruhu, karinesiz temsiller ile anlatılmış ve
yayılmış;
temsili, tersîm (resmetme) ve tecsîm (cisimlendirme) ile semboller de
takip
etmiş ve bu şekild e ruhlar unutulup, putlara, sembollere tapılmıştır.
İşte İslâm dini âyetinde olduğu gibi imanı, hissedilen ve görülenden
önce,
doğrudan doğruya aklî ve kalbî olan gaybe ve hakikatin başlangıcı ve
sonucu
bulunan tek hakka dayayarak, insana ait ruhu mesel d en hakikate,
temsilden
tahkike yükseltmiş ve Kur'ân bu yükselmeyi temin için gerçekleri aklî
ve
kalbî değerleriyle sağlam bir şekilde açıkladıktan ve tebliğ ettikten
sonra,
o akla uygun düşünceleri temsiller ile de anlayışa yaklaştırmış ve
telkin
etmiştir. Ve bunu yaparken tahkik ile temsil arasına açık bir karine
koyarak,
doğru ile yanlışı birbirine benzemekten saklı tutmuştur. Bu sebeple
Kur'ân'ın
açıklama üslubunda tahkik karşılığında temsiller ve muhkemler
karşılığında
müteşabihler dahi bulacağız. İşte üslub-i beyanda tahkik ve temsil
üstünlüğüne
ilk olarak bu âyetten başlıyoruz. Bundan önce münafıkların halleri
tahkik
yoluyla tesbit edilmiş olduğu halde, şimdi de temsilî yönüne geçiyoruz.
Bundan ve bir sayfa sonraki âyetinden o kadar açık bir şekilde anlarız
ki, Kur'ân temsil üslubunu da içermekle gerçeklerini rümûz ve temsile
boğmamış,
zahirin hakkını hak, temsilin temsil olarak karine ile anlaşılmasını
tercih
ve temin etmiştir. Şu halde bu konuda sözlü ve duruma ait karine
bulunmayan
yerlerde çelişki ile zata ait imkanı seçebilen akıl karinesinin
delaletine
başvurulur. Ve böyle bir temsil karinesi bulunmadıkça Kur'ân'ın zâhiri,
yalnız vehmî anlayışa ait uzak görme ile te'vil edilemez. Bakınız bu
âyette
temsil karinesi lafzan bile ne kadar açık ve çok t ur. şu halde bu esas
itibariyle bir teşbihdir. Ve "mesel"i, "mesel"e teşbihtir. Burada
"mesel",
şaşılacak hal, garib olay mânâsınadır. Yani bunların halleri ve
özellikle
hidayeti verip sapıklığı satın alma durumları şu ateş yakan ve ateş
yakanlar
kıss a sına benzer ki, birisi bir ateş yakmak istemiş ateş parlayıp da
yakanın etrafındaki şeyleri aydınlatınca Allah o kimselerin bütün
ışıklarını,
daha doğrusu göz nurlarını alıvermiş de onları karanlıkta bırakmış ne
aydınlık,
ne bir şey, hiçbir şey görmez olmuşlar, görmez bir durumda kalmışlar.
Ateş mi sönüvermiş? Bir hayli tefsirci öyle açıklamışlar. Fakat ateş
sönmeden,
aydınlık devam ederken Allah'ın, onların görecek göz nurlarını
alıvermiş
olması daha açık ve daha güzeldir. "Keşşâf tefsiri" sahibi "Yaratılışın
kastedilmesi en uygunudur." derken bunu seçmiş gibidir ki, devamı da
bunu
gösteriyor.
18-Buyuruluyor
ki bunlar sağırdırlar,
dilsizdirler, kördürler, bu halden dönüp önceki nurlu hali bulamazlar.
Daha açığı: Artık kendilerine gelemezler, tamamen sersem, şaşkındırlar.
Şu halde yolu nerede bulacaklar? Bu şekilde sönen yalnız göz nurları
değil,
bütün şuur nuru, idrak nuru olduğu anlaşılıyor ki, bu mânâ ifadesindeki
mühürleme ve basımın daha kuvvetlisidir. Bu şekilde hikayedeki ateş
yakan,
n urları gidenlerin dışında kalır. ve zamirlerinin lafız ve mânâ
itibariyle
müfred (tekil) olması açıktır. Resulullah'ın davet ve hidayeti (doğru
yolu
göstermesi) karşısında münafıkların durumlarının da, tıpkı ateş
yakıcının
parlattığı ışık karşısında g ö zleri Allah tarafından görmez
oluverenlerin
durumu gibidir. Araplarda ateş yakmak, ışıklandırmak maksadıyle de
yapıldığından,
bu mânâlarda kullanılır. Aynı şekilde yangın çıkarmak gibi suikastla da
olabileceğinden fitne ve fesat çıkarmak mânâsına da gelir. Ve burada
ikisine
de ihtimali vardır. Bundan başka davet, hayra da olur, şerre de. Şu
halde
yangın çıkarmak ve kötülüğe davet etmek mânâlarına alındığı zaman,
nurun
alınması, ateşin söndürülmesi demek olacağı açıktır. Ve bu şekilde ateş
yakan karanlıkta k alanlardan olur ki, bu ateşi yakan münafıkların
başıdır.
tekildir veya çoğuldur ve çoğul mânâsınadır. Ve birçokları böyle tefsir
etmişlerdir. Fakat ateş yakmak, aydınlatmak ve hayra davet etmek
mânâsına
düşünüldüğü zaman, gerek ateş yakıcı ve gerek olan akıl sahibinin nuru
sönmemiş olduğu halde kavramında dahil olan hayvanlar takımının nurları
sönmüş ve o ışıktan ancak bunlar mahrum kalmış olurlar. Bu takdirde
ancak
zamiri, "mâhavlehû" daki içinde bulunan hayvan gibi insanlara döner.
Birinci
şek i lde "mesel" için büyük bir güzellik ve fevkaladelik yok gibidir.
Gerçi yanan bir ateşin birden bire sönüvermesi garip ise de, şiddetli
bir
rüzgar gibi bir sebeple az çok yine alışılmış görünür. Fakat ışık
dururken
şuurun, görme kabiliyetinin esasından kay b oluvermesi ilâhî bir
harikadır.
Ve meselin en güzel noktasını teşkil eder. Bundan başka birincide
temsil
basittir; bir bütünü, diğer bir bütüne benzetmektir. İkincide ise iki
bütünün
düşünülmesinden meydana gelen bir bütünü, diğer böyle bir bütüne
benzetm
e k suretiyle bir derece daha tamlama vardır: Peygamberin davet ve
hidayeti
karşısında münafıkların, "ateş yakıcı" karşısında etrafındakilerin bir
kısmı. Muhammedî davet ve onun irşadı ebedî, fakat münafıkların anlayış
nurlarını Allah almıştır. Ve belki bun l arın içinde başlangıçta kalbî
iman da nasip olduğu halde, sonra bozgunculuğa sapan, kalben dinden
dönerek
imanının nurunu kaybedenler bile bulunmuştur. Kur'ân'ın nazmı işte bu
temsili,
böyle mânâ tabakaları ile, çok yönlü olarak açıklamıştır ki, her
birinin bir sahih yönü vardır. Muhammedî davetin ateş yakma ile
gösterilmesi
ise ikinci temsilde görüleceği üzere şunu anlatır: Bu davet, bir
taraftan
müjdeleme, diğer taraftan korkutmayı ihtiva eder. Bu davet, cennetin
karşısında
bir de cehennem ateşi gösteriy o r. "Bu ateşten kaçın, şu cennete
koşun."
diyor. Münafıkların da bu müjdelere ağızları sulanıyor; korkutmadan da
başları dönüyor, ağızdan "âmennâ=inandık" diyorlar, hidayet buraya
kadar
geliyor, fakat kalplerine iman girmiyor. Çünkü anlayışlarının nuru sön
m üş, fenalığa ceza veren adil bir Allah'a inanmak istemiyorlar. Her
türlü
emellerine kul gibi hizmet edecek adalet etmekten aciz bir ilâh
istiyorlar.
(Kemeseli
sayyibin), yahut (Kemeseli zî sayyibin)
takdirindedir ki, birincide münafıklar kıssası, toptan yağmur kıssasına
benzetilmiş ve kıssaların ayrıntılarında benzerlik gözetilmemiş
bulunduğundan,
yalnız "mürekkeb teşbih"; ikincide ise kıssaların birimlerinde dahi
teşbih
gözetilmiş bulunacağından, buna da "mefrûk" veya "müferrak teşbih"
denir.
"Sayyib" kelimesi aslında "isabet" kelimesinin sülasîsi (üç harflisi)
olan
masdarından sıfat-ı müşebbehe olup, şiddetle dökülen yağmura, bir de
şiddetli
buluta isim olmuştur. "Semâ", özel mânâsıyla "gök" dediğimiz şu kubbe,
başımızın yukarı tarafında d i reksiz, telsiz açılmış koca şemsiyedir
ki,
Peygamberimizin dilinden "yükseltilmiş tavan" ve mevc-i mekfûf
(hapsedilmiş
dalga) diye rivayet edilmiştir. Esas mânâsı yüksek demektir ki, insanın
üst tarafına gelen her yüksek şeye söylenir. Ve her ufkun bir s e ması
olur. Ruhlar ve akıllar âlemi de bir veya daha fazla semalardır. Şu
halde
(semâ) kelimesi esasen izâfî (bağıntılı) bir mânâyı içeren bir cins
ismi
olup, küllî ve cüz'î belirleme kastedildiği zaman (es-Semâ') denir.
Burada
yağmur denildikten sonra, gökten geldiği belli iken denilmesi, bütün
bir ufku kaplayan bilinen semayı açıklayarak, bu yağmurun bir taraftan
değil, semanın her tarafından geldiğini anlatmak ve meselde yağmurla
beraber
bütün o semanın manzarasını tasvir ettirmek ve bir de "say y ib"in önce
yağmur mânâsını akla getirme nüktelerini içerir.
19-Mânâya
gelelim: Yahut o münafıkların
hali bir yağmur kıssasına, diğer ifadeyle yağmura tutulanlar kıssasına
benzer ki, semanın her tarafından "bardaktan dökülür gibi" boşanmış
kuvvetli
bir yağmur, onda türlü türlü karanlıklar var. Gece karanlığı, kara
yağmur
bulutu dünyayı kaplamış, yağmurun yoğunluğu da bunlara eklenmiş,
insanın
içini sıkıyor mu sıkıyor; göz, gönül kararıyor mu kararıyor. Şu halde
karanlıklar
katmerlenmiş, iç dış zifiri karanlık, bundan başka dehşetli bir gök
gürültüsü,
titretici bir patlayışı, gürleyişi var ki, beyinlerde çatlıyor,
ufuklarda
gürlüyor, bir de şimşek, şimşek çakışı. Çakıp şakıdıkça, parlayıp
yıldıradıkça
bir ümit ışığı gibi karanlıkları yarıyor, yürek l eri ağıza getiren bir
halecan (yürek çarpıntısı) veriyor. Bunlara tutulanlar parlayarak
geldiği
için yıldırım, çarptığını mahvettiği için sâika (ve çoğulunda savâık)
denilen,
gözlere şimşek, kulaklara gök gürültüsü halinde gelen, ucu nereye
dokunursa
yo k eden, insanı ve hayvanı bir anda mahveden, madenleri eriten,
demiri
mıknatıslayan, mıknatısların kutuplarını alt üst eden, özetle
(es-Savâık)
denilince her türlü felaket ve yok ediciliği ile bilinen o âteşîn
kamçılardan,
o dehşetli kıvılcımlardan, yıldırımlardan parmaklarını kulaklarına
tıkıyorlar,
bunu da ölüm korkusuyla, ölümden sakınmak için yapıyorlar. Fakat kulak
tıkamak neye yarar, korkunun ecele faydası ne? Allah bütün kâfirleri
her
taraflarından, içlerinden, dışlarından, dünyalarından, ahire t lerinden
kuşatmıştır. İlâhî kudretin kuşatmasından dışa çıkmak mümkün mü?
Allah'ın
izni olmadıkça bundan kurtulmalarına ihtimal mi var? Yıldırımdan
korkulmaz
mı? Ölümden sakınılmaz mı? Evet ama bunlardan daha önce Allah'dan
korkmak
ve O'nun azabından sakı n mak gerekir. Yıldırımları yapan kim? Bütün bu
alâmetleri belirten kim? Bulutların arasından, o su hazinelerinin
içinden
bu ateşleri çıkartan kim? Onları tâ uzaklardan kulaklara işittiren,
gözlere
gösteren kim? Sakınmak hissini veren, ona göre tedbir almak
kabiliyetini
ihsan eden kim? O yıldırımların çıkış noktalarını, isabet noktalarını
tayin
eden ve bulutları ona göre sevk ve idare eden kuvvetler, melekler
kimin?
Hepsi hepsi Allah'ın, yıldırımlar da Allah'ın bir belası, azabının bir
örneğidir. Bunlardan k o rkup sakınmak istiyenlerin daha önce Allah'tan
korkmaları ve onun emirlerine, kanunlarına uyarak felaketten
sakınmanın,
nimetine ermenin yolunu bilmeleri gerekir. Bir Allah korkusu, insana
bütün
korkuları attırır. Allah'ın izniyle her korkudan kurtulmanın bir çaresi
vardır. Fakat Allah'tan kurtulmanın imkanı yoktur. O da iman ve kulluk
etme ister; kanunlarının, emirlerinin tatbikini ister. Ona bununla
yaklaşılır;
azablarından bununla korunulur, kurtuluş bulunur. Yoksa gök gürültüsü
ve
şimşeği gördükten son r a yıldırımdan korkmanın, kulak tıkamanın hiçbir
faydası yoktur. Şimşek çakınca olan olur, yıldırım yerini bulur. Gök
gürültüsü
işitildiği zaman da bunlar beş on saniye önce olmuş bitmiştir. Ümit ve
müjde şimşeğin yaldızlı çakışında değil, gök gürültüsünün gümbürtülü
gelişindedir.
Bilmeyenler gök gürültüsünü şimşekten sonra, yıldırımı da bu gürültü
ile
beraber gelir zannederler. Halbuki yıldırım şimşekle düşer. Esas
itibariyle
gök gürültüsü de onunla beraber patlamıştır. Daha esasında gök
gürültüsü,
o yıldı r ımı çıkaran sarsıntıda, sadmede, vuruştadır. Bulutlara,
havaya
bu darbeyi vuran bir kuvvet, onu idare eden bir melek vardır ki, gök
gürültüsü
ismi ona kadar dayanır. Bu kuvvet, bu melek buluttan buluta, buluttan
havaya
darbeyi indirdiği zaman sarsıntıdan b ir gürültü ile bir ateş, bir
kıvılcım
çıkar, şimşek bu kıvılcımdır, yıldırım bundadır. Ses ağır gelir, sonra
işitilir ve geldiği zaman, "Size geçmiş olsun, Allah'ın izniyle
yıldırımı
düşürdüm, siz kurtuldunuz." der. Şu halde olay dıştan zannedildiği gibi
şimşek, sonra gök gürültüsü ve yıldırım değil, gerçekte ve Allah
katında
gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım şeklindedir. Size de şimşek, yıldırım
ve gök gürültüsü şeklinde görünür ve işitilir. Bunu bilmeniz, anlamanız
gereklidir. Bunun için Allah Teâlâ (ra'dün ve berk) buyurmuş. Gök
gürültüsünü
öne almakla beraber, aralarını "mutlak cem' " için olan "vav" ile
bağlamış,
(şimşek sonra gök gürültüsü) buyurmamıştır. Bunu Fen Bilimlerini
okumamış
ve ümmî olan Hz. Peygamber, kendi kendine elbette bilemezdi. A l lah
bildiriyor,
ilim ve fen ehli de bunu tasdik edeceklerdir. Ederken ilâhî vahyin
hakikatini
anlamaları gerekir. Hele elektrik olaylarıyle delil getirerek
görülmeyen
esir (cevher)i bulmaya çalışanlar, Allah'ı daha önce anlamalı,
Peygamberine
vahyinin hak olduğunu da hiç olmazsa bu gibi ince noktalardaki fennî
te'yitlerle
itiraf etmelidirler. Gök gürültüsünün bir tesbih olduğunu, bunu
işitenlerin
hamd ve şükretmesi gerektiğini de unutmamalıdırlar. Yıldırım hakikaten
müthiştir. Bir ilâhî beladır. Ve şimşek i le beraberdir. Fakat bundan
korunmak,
önceden, maddî ve manevî bir yıldırım siperi bulmak gerektir. O da
Allah'ı,
emirlerini ve kanunlarını tanımakla olur. Şimşek çaktıktan sonra kulak
tıkamanın hiçbir mânâsı yoktur. O zaman insan kurtulursa sırf Hakk'ın y
ardımı ile kurtulur ve gök gürültüsünü işittiği zaman da kurtulmuş
olduğunu
bilir. O zaman Allah'ın kudretine hamd ve şükretmesi gerekir. Bunlar ve
bunları anlatan Kur'ân hep hak âyetlerdir. Bu davetlere ve bu irşadlara
kulak tıkamak ne bedbahtlıktır!
Gök
gürültüsü
ve şimşeğin, yıldırımın maddî
ve manevî gerçeğini açıklamak için lügatta, dine ve felsefeye ait
tarifler
vardır. Lügata göre ra'd (gök gürültüsü), buluttan çıkan korkunç sesin
ismidir ki başlangıçta ani bir patlayış ve sonra hayli devam ede n bir
gürültü olur. Biz buna gök gürlemesi deriz. Bu kelime aslında titremek
veya titretmek, diğer deyimle zangırdamak ve zangırdatmak mânâlarıyle
ilgilidir.
Şimşek parıldamak, yıldıramak mânâsıyla ilgili olup, buluttan ani
olarak
çıkıp yıldırayarak, şakıy a rak sönüveren bir parıltının ismidir ki,
dilimizde
şimşek denir. Bunun çakmasına da denir. Yıldırım, gayet şiddetli, çok
çabuk
bir sadme, bir çarpıştır ki, bir ateş parçasıyla çarptığını yok eder,
bu
münasebetle ölüm, şiddetli azab mânâlarına da kullanılı r. Dilimizde
buna
yıldırım denir ki, yıldırma ve yıldırama mânâlarıyla ilgisi açıktır.
Râğıb
der ki, gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım aslında bir şeyin üç çeşit
tesirleridir.
Dinî
izahı:
Bulutları Allah Teâlâ'nın iradesine
göre yağmur yağacak yerlere sevk ve idare eden bir melek (yani
anlayışlı
ve hareket ettirici bir kuvvet) vardır ki, ismine "gök gürültüsü"
denir.
Bu melek rüzgar meleklerinden başka olarak bulutları özel şekilde
zorlar
ve sevkeder. Bunun sevki, rüzgarın sevki gibi taş yuvarlarcasına
değildir.
Bu tıpkı bir çobanın şarkı söyleyerek deve sürmesine benzer. Diğer
deyişle
ruhun bedeni idare etmesi, sözün, nağmenin diğerine tesir yapması gibi
içten tesir eden ruhanî ve dinamik bir tesirdir. Bu melek bulutlarda
bir
uygunsuzluk gördüğü zam a n çarpar, haykırır, bu haykırış onun Allah'ın
kudretini ilan eden bir tesbih ve tekbiridir. İşitilen gürültü, zahirî
gök gürültüsü budur. Haykırırken hiddet ve şiddeti çoğaldıkça ağzından
ateş saçar, diğer bir deyişle nurdan ateş kamçıları çalar. Görülen
şimşek
bu kamçılardır. Yıldırım, bunun yani ateşin vuruşudur. O kamçının ucu
nereye
dokunursa yok eder. Bunun hepsi o meleğin yani "ra'd"in bir vuruşundan
ibarettir. Bu darbenin havaya ve dolayısıyle insan ruhunun işitme
gücüne
tesir ve tezahürü, gök gürü l tüsünün sesi; daha inceden ve daha çabuk
gözüne tesir ve tezahürü şimşek; dokunduğu şeye dokunma tezahürü
yıldırım
adını alır. Buluttaki tesirinin mahsulü de itaattir. Ve bunların hepsi
Allah'ın emrini icra etmekten ibarettir. Bu âyette ra'd, gök gürültüs ü
nün sesi mânâsına olmakla beraber, aslına da işarettir. "Gök gürültüsü,
övgüsüyle O'nu tesbih eder." (Ra'd, 13/13), Bu meleğe, gök gürültüsü
meleği,
zorlayıcı melek, ateş tutuşturma meleği; şimşek fiiline de melek
darbesi,
meleğin parlaması denilmiştir.
İşte
Ashab
devrinden itibaren en eski kıymetli
tefsircilerden rivayet edilen açıklamalara göre gök gürültüsü, şimşek
ve
yıldırım olaylarının gerçeği böyle kuvvet prensibine döndürülmüş, fakat
kör kuvvet değil, dinamik, ruhanî idareci ve idrak sahibi bir hareket
ettirici
olan melek kuvvetine döndürülmüştür. Fennî izahların hiç biri buna
aykırı
olmamış ve bu daireden çıkmamıştır. Ancak kör kuvvette sıkışıp
kalanların
anlayışı buralara varamaz. Şu halde felsefî tarifine gelelim: Vaktiyle
en meşhuru, b u lutların çarpışması, yani sürtme ve dokunma ile çakmak
taşından çıkan ses ve kıvılcım şeklinde açıklanmış idi. Fakat İbnü Sina
"Şifa"sında bunu pek beğenmemiş, bulutların ta denizlerden, göllerden
su
buharı halinde çıkarken tamamen saf olmayıp, az çok dum a n buharı ile
ve biraz da ısı ile çıkmaları ve yükseldikçe su buharının daha önce
soğuması
hasebiyle öbürlerini arada sıkıştırmaları ve nihayet bu sıkışmanın
şiddetlenmesi
ile onların püskürmesi ve parlaması hususlarını ileri sürerek uzun
uzadıya
açıklamış ve özetle şöyle demiş: "Çoğunlukla gök gürültüsünün ve
şimşeğin
sebebi, rüzgara ait harekettir ki, ses çıkarır, parlar ve bazan şimşek
ve parıltı da gök gürültüsüne sebep olur. Çünkü... Çünkü..."
İbnü
Sina'dan
çok önce olan İbn Cerir et-Taberî
tefsirinde diyor ki: "Diğer birtakım ilim ehli, gök gürültüsü,
bulutların
altında boğulan rüzgarın fırlamasıdır.
Ses
bundandır. İbn Abbas hazretleri Ebu'l-Huld'e
bir mektup ile "Gök gürültüsü nedir?" diye sormuştu. O da "Gök
gürültüsü
bir rüzgardır." diye cevap vermişti. Fakat İbn Abbas hazretleri kendisi
"Gök gürültüsü meleklerden bir melektir." diyordu. Demek İbnü Sina'nın
rüzgar teorisi de eski bir teori olmakla beraber, bunun sebebini ta
denizlerden
gelen duman buharı ve ısıya kadar götürmek nokta-i nazarı havanın ve
bulutların
elektriklenmesi hakkında kararlaşmayan görüşler yanında şimdiki tabiat
ilmi de mevcut bulunuyor. Bugünkü felsefî açıklamaya gelince, bunları
elektrik
olaylarına tatbik etmişlerdir.
Öteden
beri
Yunanca elektron denilen elektrikte
görünen bir cezb (kendine çekme) özelliği vardı. Sonradan bu özelliğin,
az çok her cisimde bulunduğu anlaşıldı. Ve buna elektriklenme denildi.
Fizik bilginleri tabiat olaylarında âdet olarak etkili olan ısı, ses,
ışık,
çekicilik gibi bazı etkenler sayarla r ki, elektrik de bunların
beşincisi
oldu. Ve bunun çeşitli sürtünmelerden meydana gelen kimyevî etkileri
veya
diğer vasıtalarla meydana gelip dinamik elektriklenme denilen kısımları
bulundu. Bugün sanayide birçok tatbikatı yapılan, altın, gümüş
yaldızlama,
eritme, kalıba dökme ve kuyumculuk, telgraf, telefon, aydınlatma, yakma
ve tedavi gibi birçok hususlarda istifade edilen elektriğin elde
edilmesi
ve kullanımı için çeşitli aletler, cihazlar, makineler yapıldı. Bununla
beraber elektriğin esası ve mahiyeti, ne olduğu tamamen anlaşılamayıp,
ateşe ve ışığa ait madde gibi varsayımlarda kaldı. Nihayet ısı ve ışık
gibi cisimlerin atom denilen en küçük parçalarının özel bir şekilde
hareketinden
veya bunların arasını işgal eden bir esir (cevher)in hareketinden mey d
ana geldiği göz önünde bulundurularak daha çok bu sonuncuya önem
verildi.
Ve özetle bütün kuvvetlerin esasında bir hareket enerjisine dönüşmesi
fen
ilimlerinin en kuvvetli görüşü oldu. Hakikaten elektrikte de hareket,
ısı,
ışık değişiklikleri hep görülüyo r. Şu halde elektrik, fennin en önemli
bir kuvvetidir. Bu da biri erkek, biri dişi gibi pozitif (artı) negatif
(eksi) iki cinse ayrılıyor. "Ne yücedir o (Allah) ki, bütün çiftleri
yaratmıştır."
(Yâsîn, 36/36) Bunların bir cinsten olanları birbirlerini i t iyor, def
ediyor; ayrı cinsten olanları da birbirlerini çekiyor, birleşiyor. Ve
cisimlerin
yüzeyleri bunlarla doluyor ve boşalabiliyor. Bunların birleşmeleri
gizli
ve açık olmak üzere iki türlü oluyor. Mesela silindir biçiminde uzunca
bir şey, bir elektri k yüklüsüne yakın bulunduğu zaman, bu silindirli
şey
de etki ile ayrı cins iki akımı taşıyıcı oluyor ve havanın bunun
üzerindeki
baskısı bunların birleşmesine engel oluyor. Fakat bir vasıta ile bu
baskının
şiddeti azalır veya iki akımın gerilim kuvvetleri ona üstün
geliverirse,
bundaki artı, eksi iki cins elektrik birbirleriyle hemen birleşerek
üzerinden
yok oluyorlar ki, buna elektrik boşalımı denilmiştir. Bunlar bu
birleşim
esnasında bazan çakmak gibi bir vuruş yapıyor ve bir kıvılcım da
çıkarıyorlar
ki, böyle gürültü yaparak birleşmelerine gök gürültüsüne ait birleşme
deniliyor.
Bu kıvılcımları biz tramvaylar işlerken -çoğunlukla geceleri görürüz.
İşte
bu aletlerde görülen bu olay, epeyce bir zaman önce hava ile ilgili
eserlere
uydurularak gök gürültüsü, şimşek ve yıldırım bunlarla izah edilmiştir.
Bunun için yıldırım şöyle tarif ediliyor: "Çeşitli cinste elektrik
taşıyan
iki bulutun elektriklerinin, yahut bir bulut ile yer küresi
elektriklerinin
gerilişleri havanın karşı koymasına üstün geldiği anda iki ç eşit
elektriğin
birbirleriyle birleşmeleri sonucu vaki olan bir elektrik boşaltım ve
tahliyesidir
ki, gök gürültüsü bunun sadmesi ve gürültüsü, şimşek bunun
kıvılcımıdır."
Vaktiyle
İbnü
Sina "Şifa"sında diyordu ki,
şimşek ile gök gürültüsü aynı zamanda vaki olurlar. Fakat ses, zamanla
ilgili olduğu için geç işitilir. Işık ise zamanla ilgili olmayıp ani
olduğundan
daha önce görülür. Bugünkü fen de diyor ki gök gürültüsü ve şimşek aynı
zamanda vaki olur. Gerek ses ve gerek ışık ikisi de zamanla ilgilidi r.
Fakat sesin hızı saniyede 337 veya 340 metre; ışığın hızı ise -az çok
ihtilaf
ile beraber- üçyüz sekizbin kilometre olduğundan, daha az mesafelerde
ani
olarak görülür. Yani yıldırım şimşekle beraber düşmüş, varacağı yere
varmıştır.
Gürültüsü de sonradan beş ila on saniye kadar fark ile işitilir.
Mesafeyi
tahminen bilmek isterseniz, bir şimşek çakınca saate bakınız ve
dinleyiniz,
birkaç saniye sonra gök gürültüsünü işitirsiniz. Aradan kaç saniye
geçmiş
ise onu 340 ile çarpınız, (mesela 7X340 = 2380). Bu 2 3 80 metre size o
fırtınalı bulutla aranızdaki uzaklığı gösterir ki, ışık hızına göre bu
bir an meselesidir. Çünkü ışık bu mesafeyi bir saniyenin yüzyirmibeşte
bir bölümü kadar bir zamanda katedecektir ki, bunu biz hissedemeyiz. Bu
ifadeye göre, "Yıldırım m u tlaka gökten yere düşer." şeklinde olmayıp
tersine de olabilir. Çünkü elektirik akımı her tarafa yayılabilir.
Fakat
çoğunlukla elektrik nakledici cisimlere saldırdığından ve yer ise pek
çok
elektrik nakledici olduğundan genellikle yıldırım gökten yere düş m
ektedir.
Fakat haricî bir sebeple yer artı elektrikle ve kendisine yaklaşan
bulut
eksi elektrikle dolu olduğu zaman hücum daima artıdan eksiye olduğu
için
yıldırımın yerden göğe doğru çıkması da mümkün ve olmuş bir şeydir
deniliyor.
Akıcı
elektrik, el ektrik nakleden cisimleri
çekmek veya onlara hücum etmek özelliğine sahip olduğundan, nakledici
olan
ağaçlara, binalara ve özellikle madenden yapılmış eşya üzerine düştüğü
görülmüştür. Bunun için böyle fırtınalı havada ağaç altlarında ve bu
cümleden
olarak nakledici olan çınar ve kavak ağaçları altında saklanmak çok
tehlikelidir.
Çam ve fıstık ağaçları pek nakledici olmadığından bunların altında
korunmak
nisbeten mümkündür. Paratoner (yıldırım kıran) ve halk arasında
yıldırım
demiri denilen demirin dairesi en emin yerdir. Bu da Hakk'ın bir
kanunudur.
Fakat bunlar da gök gürültüsü ve şimşekten önce ve ecel gelmediyse
mümkün
olabilir. Yıldırım ne yapar? Çok şeyler yapar, Allah korusun insanı ve
hayvanı bir anda yok eder. Ve yanması kabil olan cisimleri yakar.
Madenleri
eritir. Nakledici olmayan cisimleri kırar. Yer kütlesine girişi
esnasında
geldiği yönde ne cins cisim bulunursa hepsini erittiğinden geldiği
yerde
cam ebrusu ile karışmış, yaklaşık on metre uzunluğunda dirgen gibi bir
çeşit çatal külçe hasıl olu r ki, buna da yıldırım demiri denilmiştir.
Eğer demir değneğe rastgelirse mıknatıslar, eğer mıknatıslı bir şey
bulursa
kutuplarını değiştirir.
Gök
gürültüsünden meydana gelen çatlayıştan
sonra devam eden gümbürtü hakkında çok görüşler varsa da henüz
kararlaşmış
değildir. Bazıları ses dalgasının, yeryüzü ile bulutlar arasında bir
kaç
defa yankı yapmış olmasına yöneltmekte, diğer bazıları da gök gürlemesi
denilen olayın çok ve kıvılcımlardan oluşmuş olup yeryüzüne gelinceye
kadar
ağırlıkları çeşitli taba k alardan geçmesine ve her tabakanın sesi ayrı
olduğundan hepsinin anılan karma patlamayı teşkil ettiğine kanaat
getirmektedir.
Demek ki bugünkü ilme göre, parlamak, gürlemek, yakmak gibi en az üç
görünümü
bulunan gök gürlemesi, şimşek ve yıldırım olayları; vurma, kıvılcım,
cereyan
alâmetleri gösteren ve esasında elektrik boşaltımına dönen bir olaydır.
Hafif rüzgarlı havada, elektrikli aletlerde meydana gelen kıvılcım ve
çarpmanın,
rüzgarlı havada vaki olan bu olaylara benzemesi dolayısıyle fen
bilginlerinin
çoğu gökte şimşek, gök gürlemesi ve çatlama ile tatbik etmek
fikirlerinde
bulunmuşlar ve son olarak bunu bir hayli tecrübelerle te'yit etmişler
ve
bu konuda bazı kanunlar tesbit eylemişlerdir. Ve bu şekilde rüzgarlı
havanın
ve bulutların elektrik ile yükl ü olduğunu kabul etmişlerdir. Rüzgarlı
havadan ayrı olarak her zaman az, çok akıcı elektrik bulunduğu ve bunun
bazan artı ve bazan eksi çeşidinden olduğu ileriye sürülüyor.
Açıkladıklarına
göre bulutsuz güzel zamanlarda hava artı elektrik ile yüklü olup, m i
ktarı
günün saatlerine göre değişir ve bu cümleden olarak yeryüzünden 1,30
metre
yüksekten itibaren çok yükseklere kadar artar. Fakat bu değişmenin
sebebi
ve hangi kaide altında arttığı meçhul kalmıştır. Binalı ve ağaçlı olan
yerlerde elektrik alâmetleri hemen hiç yok gibi, ancak şehirlerdeki
geniş
meydanlarda az miktarda artı elektrik bulunuyor. Güneşin doğmasında
havanın
kütlesindeki artı elektrik gayet az iken, zevale iki saat kalıncaya
kadar
en yoğun sınırına ulaşır. Zevalden sonra batmaya bir saat ka l ıncaya
kadar
ağır ağır azalır, güneşin batmasından iki saat sonra yine artmaya
başlar.
Kış mevsimi elektriğin miktarı yazdan daha fazla olur. Gökte birçok
bulut
bulunduğundan havanın elektriğine nisbeten bazan artı ve bazan eksi
olur.
Gökte bulunan bulut l arın hareketi çok olduğu takdirde havanın
kütlesindeki
elektriğin cinsi saatten saate değişir. Fakat fırtınalı ve yağmurlu
zamanlarda
devamlı olarak artı ve eksi cinse değişir. Ve bununla beraber
elektriğin
şiddeti, hemen hemen belli miktarda bulunur. Öze t le rüzgarlı havanın
ve bulutların elektrik ile yüklü olduğu tecrübeyle ispatlanmış
sayılıyor
ise de sebepleri şimdilik varsayımlarda kalmıştır. Bazıları diyor ki,
damıtık
su, buharlaştığı sırada hiçbir elektrik alâmeti görülemediği halde,
alkali
bir sıvının buharlaşması esnasında buharı artı ve eksi elektrik ile
yüklü
oluyor. Şu halde yeryüzünde bulunan denizlerin ve göllerin sularında
az,
çok tuz bulunduğu ve bunların devamlı olarak buhara inkılab ettiği
açıkça
ortada olmakla rüzgarlı havanın bu sebeple a r tı elektrik ile yüklü
olduğu
sanılıyor. Diğer bazıları ise yerküresini büyük bir galvanizme cihazı
sayarak
kütlesinde meydana gelen kimyevî tesiri kendisini eksi elektrik ile
yüklemiştir
ve bu sebeple yüzeyine temas eden rüzgarlı hava da artı elektrik ile
yüklü
olur, demişlerdir. Bundan dolayı özel bir tecrübe ile açıklandığına
göre
su ile bulut birbirine dokunduğu zaman daima bir elektrik akımı hasıl
olur.
Bunun da suda boş bulunan yabancı maddelerin cinsine göre bazan eksi ve
bazan artı olduğu ve bulutla r da denizlerden ve göllerden uçan su
buharının
sıkışmasından meydana geldiği için ona göre bazısı artı ve bazısı eksi
elektrik ile yüklü bulunur. Yeryüzü de yukarda geçtiği üzere tabii
olarak
eksi elektrik ile yüklü bulunduğundan, yüzeyine dokunan rüzgarlı hava
da
artı elektrik ile yüklü olur, demektedir. Özetle hava elektrikleniyor,
bulutlar elektrikleniyor. Ve bu elektrikler gerginleşip geriliyor,
havanınki
çoğunlukla bulutların tesiriyle gerildiği halde bazan harici bir vasıta
ile de oluyor. İki bulut arasında veya bulutla hava arasında böyle
artı-eksi
iki zıt ve gerilmiş iki elektriğin karşılaşmasında artı eksiye hücum
ile
eksinin onu çekmesinden sadme ve kıvılcım, gök gürlemesi ve şimşek
meydana
geliyor.
Görülüyor
ki ses, ısı, ışık ayrı ayrı birer
tabii amil görünürken, hepsi bir harekete dönüşüyor. Hareket cisimlerin
kütlesinde olduğu gibi en ufak parçalarında, atomlarında da oluyor.
Hareketin
kaynağına yani hareket ettirene (muharrike) de kuvvet adı veriliyor. Ve
her hareket özelliğine göre bir kuvvetin eseri sayılıyor. Demek ki
"esasında
elektrik bir kuvvettir" denildiği zaman, "bir muharriktir" denilmiş
oluyor.
Din dilinde ise bu muharrike daha güzel bir deyim olmak üzere "melek"
deniliyor.
Şu kadar ki melek denilirken, ruhanî bir idrak eden muh a rrik
tasavvuru
da eklenmiş oluyor. Zaten kuvvet denildiği zaman, bizzat muharrik ve
kendisini
anlayan ruha kadar gitmemek mümkün değildir. İşte bu olaylardaki
körlüğü
bir ilim kudretiyle düşündüğümüz zaman gerçeği bulmuş olursunuz.
Elektriğe
ait birleşmede bir idrak edicinin esir (cevher) baskısıdır. Buna göre
bu açıklamalara bile lüzum kalmadan pek iyi anlaşılır ki, zorlama
meleği,
yanma meleği, meleğin çekmesi, zıtlaşma kayıtlarıyle dinî dilde ilk
olarak
rivayet edilen esas tabiat ötesi kuvvet görüşüyle bu, fennî açıklamanın
özüne uygundur. Evet artı elektriği, eksi elektriğe saldırtan o
zorlayıcı
melektir. Ve bu bir darbe (vuruş)dir. Bundan çıkan ses (gök gürlemesi)
o meleğin kendisidir. Şimşek de bir yanma, bir kıvılcımdır. Ve bunların
bütün sırrı, zıt l aşmayı kaldırmakla birliği, hak olan emre uymayı
temin
oluyor. Yıldırıma "yıldırım" denilmesi de çarpıp yakması, mahvetmesi,
yani
fiili dolayısıyledir. Açıkta bize göründüğü gibi gök gürlemesi,
şimşekden
sonra değildir. Gerçekte ve Allah katında gök gürle m esi ve şimşek
birliktedir.
Hatta gök gürültüsünün, olayın aslına göre, bir öncelik durumu bile
vardır.
Elektrik, şimşeklikten önce gök gürlemesi ve titreşimdir. Bulutlar ve
hava,
daha önce bununla içlerinden titreye titreye geriliyorlar ve bu olayda
birbi r lerine saldırırken toplu hareketle değil, önce içten içe bu
titreyişle,
bu titreşim ve sarsılma ile saldırıyorlar. Sonra gök gürlemesinin sesi
kulaklara ulaştığı zaman yıldırımı hatırlatan titretici bir tesir ile
beraber
onun artık geçtiğini bildiren bir m üjdesi de vardır. Sonra âyette
zulümât
(karanlıklar) ve savâık (yıldırımlar) çoğul yapıldığı halde ra'd (gök
gürültüsü)
ve berk (şimşek)in tekil getirilmeleri de dikkate değerdir.
20-
Bunların bu
sıradaki hallerini
hiç sorma
şimşek hemen gözlerini çarpıp alıverecek onlara parlayıverdikçe
ışığında
yürürler, başlarına karanlığı çökerdiği vakit de dikilir kalırlar.
Allah
dilemiş olsaydı kulaklarındaki işitme ve gözlerindeki görme
özelliklerini
de alıverirdi. Buna şüphe mi var? Allah Teâlâ her şeye kâdirdir:
Kudreti
her şeye ve daima yetişir. Allah'ın güzel isimlerinden biri de kadîr
ism-i
şerifidir ki, pek kudretli, hem de daima kudretli demektir.
Kudret,
fiil
ve terkin sıhhati demektir. Bu
ölçü ile kuvvetten ayrılır. Çünkü kuvvet bir yöne, kudret ise her yöne
bakar. Mesela bir taşın yuvarlanışı kuvvetledir. O yuvarlandığı yerden
dönemez. Kudret ise sağa giderken, tersine de gidebilir. Yaparken
bırakabilir.
Özetle kuvvet mecburiyet ve çaresizlik; kudret ise seçme ifade eder.
"Şey",
mevcut
demektir, bunda ma'dum (yok
olan)a şey denemez. Bilinmesi ve haber verilmesi doğru olabilen
mânâsına
da gelir. Bu mânâ ile mümkün olan "yok"a da şey denebilir. Fakat bizzat
mümteni' (olamaz) olan yok, hiçbir şey değildir. O, ne bulunabilir, ne
bilinebilir, ne haber verilebilir. Lügat bakımından aslı
"meşiyyet"ten
"sıfat-ı müşebbehe"dir ki "şâi" dileyen, "meşiy" dilenmiş mânâlarına
gelir.
Eşyaya, şey denilmesi, ilâhî dilemenin ilgisi itibariyle "meşiy"
(dilenmiş)
olduğu içindir. Bu mânâca Allah'a "şey" denmez. Fakat "şâi = dileyen"
mânâsına olarak "şey" denir. Buna göre "herşeye kadirdir" ifadesinde
Allah
dahil değildir, fakat "herşeyi bilicidir"de dahildir. Bu açıklamadan
sonra,
"Allah Teâlâ kendi gibi bir Allah daha yaratabilir mi?" tarzında bir
kuru
n tuya düşme akla gelemez. Zira o mümteni' (olamaz)dir, şey değildir.
Yaratılan,
yaratan olamaz. Hem sonradan yapılsın, hem ezelî olsun! İşte imtina',
muhal
(olamaz) buna derler. Allah Teâlâ öyle bir vâcibü'l-vücud (varlığı
lüzumlu)dur
ki, O'nun lâşerîke le h (ortağı yok) olan birlik sıfatını kaldırmak
hiçbir
şekilde mümkün değildir. Bu, O'nun zatına mahsus kemalidir ve bütün
sıfatları
da böyledir. Şu halde böyle her şeye gücü yeten Allah Teâlâyı yarattığı
gözleri, kulakları alıvermekten kim yasaklar? Bunu bi l meli, Allah'a,
Peygambere, iman sahiblerine hile yapmaktan, fesat çıkarmaktan
sakınmalı.
Sakınmak için yıldırımı gözetmemeli, gök gürültüsü ve şimşekten önce
Allah'tan
korkmalıdır. Bu âyetten sonra gelen "Ey insanlar ibadet ediniz." genel
hitabı ne ka dar edebî oluyor!
İşte
Cenab-ı
Hak münafıkların durumunu bir
de böyle "sayyib = yağmur" meseliyle tasvir buyurmuştur. Bu teşbih,
teşbih-i
mürekkeb (temsilî benzetme) olduğuna göre ayrıntılarında benzerlik
aranılmayarak
hepsinde münafıkların hayretini, şaşkınlığını hayal etmek yetecektir.
Bununla
beraber bunu teşbih-i mefrûk olarak ayrıntılı bir şekilde düşünmek de
mümkün
olmuştur. Şöyle ki: İslâm dini hayat sebebi olmakta kuvvetli bir
yağmura,
Peygamberimizin gönderildiği zamanda dünyanın hali ve her z a man
İslâm'a
karşı olan kâfirlerin şüpheleri karanlıklara; dinin va'di ve vaîd
(korkutmas)i
şimşek ve gök gürültüsüne; kâfirlerin ve münafıkların namzet oldukları
musibetler ve ceza, yıldırımlara benzetilmiştir. Sonrası da İslâm'a
münafıkların
bakışını ve fırsat buldukça ondan istifade şekillerini temsil ediyor.
Bu
iki temsilin nüzûl sebebi hakkında, yahudilerin de bazı rivayetlerde
bahis
konusu edildiğini görüyoruz.
Buraya
kadar
Cenab-ı Allah, ilk önce ve bizzat
Resulüne hitap ederek, hitap ve hidayet kabiliyeti nokta-i nazarından
insanların
sınıflarını ve her birinin durumlarını, ruh hallerini, sonuçlarını
açıklayan
bir tasnifini; bütün ilimlerin ruhunu ve Kur'ân'ın hikmet ilminin aslî
hatlarını içine alan gayet derin ve gayet ayrıntılı bir bilgi bah s ini
ihtiva eden şümûllü aydınlatma ile beraber, küfrü huy edinen inatçı
kafirlerle,
şüphe ve bozgunculuğu huy edinen münafıkların yola gelmiyeceklerini,
korunamayacaklarını
ve bunun için Kur'ân'ın hidayetinin Allah'tan gereğince korkanlara
tahsis
edildiğini ilan ve anlattıktan ve temsillerle genel davetin gereğine
uyardıktan sonra, teklifin genel olduğunu, sorumlulardan hiçbir sınıfın
bunun dışında kalamayacağını, korkutma ve korkutmama onlar için eşit
olsa
da, Peygamberin görevi açısından eşit olmadığını anlatarak, bütün
insanlara
hitap tevcih ederek aşağıda olduğu gibi ilk emrini vermiştir.
21-Bu
âyetin,
Fâtiha sûresindeki "âlemlerin
Rabbi" vasfının isbatına, "ancak sana ibadet ederiz" antlaşmasına,
sonra
da Bakara sûresinin başındaki "müttakiler için bir doğru yoldur"
fıkrasına
ve nihayet üç kıssanın tümüyle yağmur temsilinin içerdiği gayeye ne
kadar
uygun olduğunu hatırlatmaya lüzum yoktur. Kur'ân'ın tertibine göre bu
âyet
Allah Teâlâ'nın açık olarak ilk emrini içeriyor ki bu emir, İslâm
binasının
teme l esası olan kulluk ve rabblık birliğinden başlıyor. Ve ulûhiyetin
rububiyyete, rububiyyetin yaratıcılığa bağlılığını gösteriyor ve
yaratıcıyı
isbat ediyor. Ve hemen ardından da nübüvveti ve Hz. Muhammed
(s.a.v.)'in
doğruluğunu isbat ve müdafaa ediyor.
Ey
insanlar!
Akıl ve erginlik ile insanlığın
ilk kemal basamağına basmış olanlar! Bakınız, gerek "ancak sana ibadet
ederiz" antlaşmasını vermiş olsun gerek olmasın hepiniz mümin, kâfir,
münafık,
hangi sınıfa, dünyadaki kavimlerden hangi kavme mensu p olursanız
olunuz,
fakir-zengin, âlim-cahil, hangisinden bulunursanız bulununuz hepiniz
her
zaman şu emirle sorumlusunuz: sizi ve sizden öncekileri, babalarınızı,
analarınızı, bütün atalarınızı, dedelerinizi ve diğerlerini baştan sona
yaratan Rabbınıza, âlemlerin Rabb'ine ibadet ve kulluk ediniz, sevgi ve
korkunun kemaliyle, en güzel edep ve saygı ile ona boyun eğiniz ve
O'nun
emirlerine, hükümlerine uyunuz. sözünü verenler onu ifa etsin;
vermeyenler,
vermeye çalışsın; ona ibadet ve itaat ediniz ki gerç e kten
korunabilesiniz,
gerçek muttakilerden olmanızı ümit edebilesiniz. Yoksa yıldırımlar gibi
âlem hadiselerinden, ölümden korkmakla, kulak tıkamakla asla
korunamazsınız.
Dikkat ediniz. buyuruluyor. Bu ise ümit ifade eder. Bu şekilde de
korunmanız
bir k u vvetli ümit olarak gösteriliyor da, "korunacağınızdan emin
olunuz"
denilmiyor. Çünkü ilâhî iradeyi hiçbir şey şarta koşamaz. Siz
ibadetinizle
onu korumaya mecbur edemezsiniz. Ubudiyet (kulluk) kanunu çoğunluğa ait
bir kanundur. Asıl koruyacak olan Allah'ı n lütfu ve rahmetidir. İbadet
ilk önce yaratılışınızın, terbiyenizin bir teşekkürüdür. Bunun Allah'ı
mecbur edecek, minnet altında bırakacak bir gerektirici kudreti yoktur
ve zaten Allah'ın layık olduğu şükür ve kulluğu kâmil bir şekilde eda
da
edemezsiniz. Şu halde "ibadet ediyoruz" diye her sonuçtan emin
olmayınız,
ancak ümitvar olunuz ve ümidinizi Allah'tan başkasına bağlamayınız ve
Allah'ı
tanımak için yaratılışınıza ve terbiyenize bakınız. O zaman bilirsiniz
ki, bir yaratıcınız ve Rabb'iniz var. Hem si zi ve hem sizden
öncekileri
yaratan O'dur.
22-
O, öyle
lütufkâr bir yaratıcıdır
ki şu
altınızdaki yeri size bir döşek yapmış, sizi orada yaratmış,
yetiştirmiş,
üzerinde her türlü rahatınızın sebeplerini temin etmiş yatıp kalkıyor,
uyuyup uyanıyor, dayanıp oturuyorsunuz, o altınızdan alınıvermiş olsa
nerede
karar ederdiniz? Kâşânelere yığdığınız kaba döşekler neye yarardı? İşte
yeryüzü size böyle bir döşek başınız üstündeki süslenmiş gök kubbeyi de
bu döşeği ihtiva eden büyük, muhteşem bir bina yapmış. İnsan olup da bu
bina içinde o döşeğe kurulmayan var mıdır? Bu binanın yanında
fakirlerin
imrendiği, zenginlerin gururlandığı diğer binaların, konakların,
sarayların
ne önemi olabilir? Büyük, küçük, zengin, fakir sizin hepiniz aynı
hanede
oturan ve bir d öşekte yatan bir aile değil misiniz? Kimin binasında,
kimin
döşeğinde yattığınızı düşünürseniz, hangi Mevlâ'nın kulu olduğunuzu ve
olmanız gerektiğini bilirsiniz.
İşte
bu bize
gösteriyor ki, sema bütün yeryüzünü
kaplıyor ve yeryüzü binadaki bir döşek gibi onun içindedir. Başka bir
âyette
"Göğü (düşmekten) korunmuş bir tavan yaptık." (Enbiya, 21/32)
buyurulmuş
olması, burada binanın "sakf" (tavan) ile açıklamasını gerektirmez. O
da
gökyüzünün diğer bir değeri, diğer bir vasfıdır ki, tavan gibi dai m a
başımız üstünde görülmesi şerefidir. İş sade bu kadar mı ya?
Burada
zamir
ile demek gerekirken, açık olarak
buyurulması, bundan maksadın önceki "semâ" olmadığına işarettir. Zira
herhangi
bir şeyin üstünde olan şey, altındakinin semasıdır. Hatta evin tavanına
bile semâ denilir. Yani bir de yukardan, o semâ tarafındaki bulutlardan
bir su indirip de bu su sebebiyle size türlü (türlü) meyvelerden,
mahsullerden
rızık çıkarmaktadır. Siz, o bina içinde, o döşekte yuvarlanırken bu
sudan
içer ve bu sayede yetişen meyvelerden, tahıllardan ve diğer yemişlerden
kısmetlenirsiniz. Bakınız, Rabb'iniz nasıl bir Rahmân'dır. Siz bu
saydıklarımızı
hep bilirsiniz, bunları bilmek için başkaca okumaya veya derin
felsefeler
yapmaya hiç de lüzum yoktur. o hal d e siz bunları ve yaratıcıdan başka
Allah olamayacağını bilip dururken, Allah'a, bir olan o hak mabuda denk
aramaya, benzerler uydurmaya, ortaklar koşmaya ve Fir'avn'ın yaptığı
gibi
yerde, gökte dürbünlerle Allah aramaya kalkmayınız da, bu emri veren ve
bü t ün bunları yapan ihsan eden ve ortağı, benzeri bulunmayan
yaratıcınız,
Rabb'ınız, Rahmân ve Rahîm bir Allah'a tevhid ile ibadet ve kulluk
ediniz.
"Endâd"
kelimesi "nidd"in çoğuludur. "Misil"
ve "emsâl" gibi ki, mânâları birdir. (ca'l) tabiri gösteriyor ki,
Allah'a
hangi şeyden olursa olsun "misil" (denk) tasavvur olunursa uydurma
olur;
hak olmaz, batıl olur. Bunu bile bile yaparsanız korunanlardan
olamazsınız,
inatçı kâfirlerden olursunuz.
Buna karşı
birtakım insanlar: "Evet Allah
belli ama, bize böyle emrettiği ve peygamber gönderdiği ve Muhammed
el-Emîn'in
Peygamber ve Kur'ân'ın Allah kelamı olduğu ne belli? Bu bize şüpheli
geliyor,
kuşkulanıyoruz, bunu bile bile değil, bilmediğimizden, şüphe
ettiğimizden
inkâr ederiz." dediler ve daha diyebil i rler. Bunun için Cenab-ı Hak
genel
olan bu tevhid ve kulluk davetinin ardından Resulünün peygamberliğini
ve
ona bahşettiği Kur'ân'ın ilâhî delil olan "lâraybe fîh" (kendisinde
şüphe
olmayan) bir ebedî mu'cize olduğunu açıkça göstermek için, şüphesi
olanlara
karşı açıktan bir musabaka, bir yarış ilan ediyor ki buna "tehaddî
(meydan
okuma) mu'cizesi" denir. Şanlı Peygamber Efendimizin mucizeleri gerçi
çoktur.
Fakat maddî ve zamanla ilgili olan mucizelerin kuvveti ve faydası genel
değildir. Onun kuvveti, bulu n duğu zamanın ve muhitin dışına çıkamaz.
Sonradan işitenler, "bu akla uymuyor" diye inkâr da edebilirler.
Nitekim
öyle de oluyor. Bir de beşeriyetin dinden istifadesi asıl harikalara
sarılmak
değil, Allah'ın sünnetine, devamlı ve akla uygun kanunlara sarıl m
aktadır,
yani ilimdedir. Harikalar, kulların zor zamanlarında Allah Teâlâ'nın
özel
yardımıdır. Hidayetten gaye ise zorluktan kurtarmadır. Şu halde
mucizenin
en önemlisi ebedî, aklî ve ilmî kıymeti içeren mucizedir. Bu mu'cize
ise
Kur'ân'dır. Cenab-ı Allah Resulüne bunu o kadar kesin ve yakîn ile
bildirmiştir
ki, Kur'ân'-ın hiçbir insan, hatta bütün insanlar benzerini yapamazlar.
Bu, bizzat ilâhî vaad ve taahhüd altındadır. Kur'an herhangi şekilde
bir
kelam farzedilirse edilsin, en (büyük) dâhî sayılan edip l er,
filozoflar
ve şairler onun benzerini yapmaya kalkışırlarsa aciz kalırlar.
Kur'ân'da
o kadar fevkalâdelik görmek istemeyen körler veya kinciler ne
farzederlerse
etsinler, Kur'ân ile boy ölçüşmeye kalkıştıkları zaman mağlub
olagelmişler,
hiçbir şey yapa m amışlardır. Allah Teâlâ kudretlerini derhal bağlamış
veya esasen hiç vermemiştir. İşte Allah, Peygamberine bu kuvveti vermiş
ve asırlardan beri de bunu isbat etmiştir. Dünya kuruldu kurulalı
geçmişle
ilgili bu kadar büyük ve bu kadar eşsiz bir haberi, bu k adar
ciddiyetle
peygamberlerden ve bilhassa son Peygamber'den başka hiçbir kimse isbat
etmeye değil, ortaya atmaya bile cesaret edememiştir. Çünkü
"yalancıların
mumu yatsıya kadar yanar". Şarlatanlar, geçici bir zaman için parlar,
söner.
Napolyon Bonapart Mısır'a geldiği zaman savaşlardaki üstünlüğüne
güvenerek
ve bunları bir mu'cize sanarak: "Ben Muhammed'i severim, o da benim
gibi
büyük bir komutan idi, fakat ben daha büyüğüm." demişti. Bu gururu, bu
boy ölçüşmeye kalkması sonuçta Akkâ kalesinden başlaya r ak kırılmaya
yüz
tuttu, nihayet söndü gitti ve o zamandan beri Fransızlar onun açtığı
yaraları
tedavi edemediler. Özetle (bu durum) Kur'ân'ın meydan okuma sırrı ve
Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliğinin ebedî bir kanunu ve delilidir. Cenab-ı
Allah
bu delili hatırlatıyor ve Muhammedî nübüvveti, Kur'ân'ın hak olduğunu
te'yid ederek ve insanlar içinde bunda şüphe edenleri kastederek
buyuruyor
ki:
23-
Ve eğer
has kulumuz, mümtaz kulumuz Muhammed
Mustafa'ya, doğruluğuna, eminliğine bu ana kadar herkesin inanmış
olduğu
sevgili Resulümüze verdiğimiz peygamberlikten ve bunun fermanı olmak
üzere
parça parça indirmekte olduğumuz Kur'ân'dan bir şüphede bulunursanız,
bir
kuşkuya düşerseniz, mesela "Vahiy inanılır şey midir? Allah kitap
gönderecek
olsa böyle mi gönderir? Böyle parça parça, âyet âyet, sûre sûre kitap
inmek
nasıl şey? Bunlar bize maddî ilimlerden ne öğretiyor? Altın
madenlerinin
nerelerde olduğunu mu gösteriyor? Kimyaları mı buluveriyor? Bu bir şiir
değil midir? Bunu insan kendiliğinden yapamaz mı? B u na göre Muhammed
ya bir şair gibi ara sıra bunları kendi söylüyor da "Allah gönderdi"
diye
bizi aldatıyor veya kendi aldanıyor mu? Gerçi Muhammed'in şimdiye kadar
aklı da vardı, doğruluk ve inanılırlığı da vardı. O, ne aldanır ve ne
aldatırdı.
Tecrübe böy l e ama, ne çıkar? Tecrübe geçmişi gösterir. Olabilir ya
belki
bugün bozuldu, aklını kaçırdı veya ahlâkını değiştirdi. İhtimal, artık
kurnazlığa kalkıştı. Hâsılı ne tarafından baksak kestiremiyoruz. Her
halde
bunun kendisinden olması ihtimalini yenemiyoruz. Allah'tan geldiğinde
şüphe
ediyoruz. Bile bile değil, fakat hakkımız olan böyle bir kuşku ile onu
tanımıyoruz. Çünkü müsbet olmayan bir şeye inanmak da budalalıktır,
akıl
kârı değildir." gibi birtakım kuşkular taşıyorsanız, bunun da isbatı
kolay.
Bunda da derin derin felsefelere, hayallere dalmaya gerek yok eğer bunu
bir insan yapabilirse, haydi bunun gibisinden bir sûre getiriniz. Yani
üslubda, belağat ve bedaetde Kur'ân sûrelerine benzer ve tam onun eşi
bir
sûre de siz bulunuz. Ve ona tam benzemek içi n söyleyen de o kulumuz
gibi
ümmî (okuma-yazma bilmeyen) ve onun gibi ahlâklı olsun. Okuyup
yazarlardan,
tahsil görenlerden, şairlikle uğraşanlardan olmasın. Haydi bu son şartı
da kaldıralım, size izin verelim, genel olarak herhangi bir şahıstan
olursa
ols u n böyle bir sûre getiriniz, Ve hatta Allah'tan başka güvendiğiniz
ne kadar yardımcılarınız, tanıdığınız ne kadar mabutlarınız, iktidarını
farzettiğiniz ne kadar putlarınız, şairleriniz, edipleriniz,
bilginleriniz,
filozoflarınız, âmirleriniz, hâsılı siz e baş, el, ayak olmak isteyecek
ne kadar yardakçılarınız, şahitleriniz, önderleriniz varsa hepsini de
çağırınız.
"Şüheda"
kelimesi "şehid" kelimesinin çoğuludur.
"Şehid" ise, hazır, şahit, nâzır, örnek mânâlarına gelir ki, burada
herhangi
birisi demektir. eğer davanızda sadık iseniz. Yani bu konuda şüpheye
yer
olduğu fikrinde haklıysanız bunu yapmanız ve yapabilmeniz gerekir. Bir
insanın kendiliğinden yaptığı bir şeyi veya daha iyisini diğer
insanlardan
herhalde bir yapan bulunur. Alışılmış olan budu r. Görmez misiniz
filozoflar
bile, "tabiat düzenidir" derler. Siz de zaten böyle demekle şairlerde,
filanlarda aynıları var demek istiyorsunuz. Varsa haydi bulun getirin,
bugün değilse yarın getirin, öbür gün getirin.
24-
Yok
eğer
bunu yapamazsanız, aynını getiremezseniz
ki hiçbir zaman yapamayacaksınız. Kıyamete kadar yapamayacaksınız.
Yapmanız
mümkün değil ya, mümkün olsa da yapamayacaksınız, Allah yaptırmayacak.
O halde çırası insanlar ve taşlar olan o dehşetli ateşten sakınınız ki
bu ateş, bu cehennem ateşi kâfirler için hazırlanmıştır.
Bedâhet
(apaçıklık), şühût (görme), aklî delil
getirme, tecrübe, haber; bunlar ilmin, yakînin en önemli araçları,
ölçüleridir.
Siz bir olay görüyorsunuz, işte kitap, bunun nazmındaki yüksekliği de
bizzat
anlayanlar apaçık görüyor, diğerleri de bunlardan duyuyor. Şimdi
Allah'dan,
Peygamber'den Kur'ân ile bu haberi de işitiyorsunuz. Tecrübe de yapınız
ve cereyan eden tecrübelere de bakınız. Göreceksiniz ve hatta gördünüz
ki, bunun aynı yapılmadı ve yapıl m ıyor ve yapılmaz. O halde şüphe
etmeye
ne hakkınız kalır? Az çok ilmî bir sebebe dayanmayan şüphe, vesveseden
veya ahlâksızlıktan başka ne olur? Gerçi siz vahyi bizzat tecrübe
edemezsiniz.
Çünkü o, Allah'ın bir özel ve yüksek olayıdır. Peygambere
peygamberlerden
başka örnek bulamazsınız. Fakat onun eserlerini tecrübe edebilirsiniz.
Zaten ilmî ve fennî tecrübelerin çoğu da böyledir. Güneşin doğduğunu
ışığından
anlarsınız. Böyle bir tecrübe size olay sebebinin genel ve umumî mi,
yoksa
tek ve yüksek bir şey mi olduğunu anlatır. İşte Allah Teâlâ bu haber
verişiyle,
bu uyarmasıyle size vahiy eserini tecrübe etmek için bir özel ölçü
veriyor,
çünkü hepsini tecrübe etmeye kalkarsanız ömrünüz yetmez ve doğru yolu
göstermenin
faydası olmaz. Onları da asırların tecrübesi gösterecek ve isbat
edecektir.
Şu halde siz bu özel ölçüden istifade edebilirsiniz. Bilhassa emir ve
kat'i
ihbarının kapsamına dikkat ediniz. Sizi bir zorbanın zorlayıcı
kuvvetiyle
bağlamıyor, ikinizi bir yere getirmekten men etmiyor. Hür, seçme
sahibi, serbest bırakıyor. Haydi şairlerin ve diğerlerin sünûhat (içe
doğmalar)ına
veya gafillerin, kendini bilmezlerin, sahtekârların, şarlatanların
aldatmalarına
benzer gibi kuruntuya düştüğünüz ve bundan dolayı şüphelendiğiniz
Kur'ân'ın
ve hatta bir sûreni n dengini getirmek için elinizden geleni yapınız,
diyor.
Ve yapamayacağınızı da, gerçeğin kıyasınız gibi olmadığını da öyle bir
kesinlikle haber veriyor ve bunun yalan olamayacağını öyle bir yakîn
ile
söylüyor ve sonuçta fiilen isbat da ediyor ki, bundan b üyük yakîn
olmaz,
bundan büyük ilim olmaz. O halde vahyi bir kerre diğer şairlerin
falanların
içe doğmalarına benzetmeye asla hakkınız yoktur. Nihayet şunu
diyebilirsiniz:
Muhammed (s.a.v.) gibi bir insan daha yok ki, bulalım da ona
söyletelim.
Ona Allah ö yle bir akıl, öyle bir kuvvet vermiş ki, onu kimseye
vermemiş,
o fevkalâde yüksek ve bütün insanlardan seçkin bir yaratılışla
yaratılmış
da, bunları o sayede yapıyor ve fakat yine kendi yapıyor, diyeceksiniz.
Öyle ise diğer şüpheleri bırakıp bir kerre bunu tasdik ediniz, ettikten
sonra bir daha düşününüz. Böyle bir zat size o fevkalâde seçkin
yaratılışın
kendi zatıyla ilgili olmadığını söylüyor. Bununla bir gurur duyup size
çalım satmıyor, o kudret ile sizden dünya istifadeleri istemiyor. "Ben
buna karşılık sizden bir ücret istemiyorum. Ancak akrabalık sevgisini
diliyorum." (Şûrâ, 42/23) diyor, zorbalık davasına kalkışmıyor, en
olgun
bir tevazu ile: "Ben Allah'ın bir kulu ve Resulüyüm." diyor ve sonra
kesin
bir yakîn ile "asla yapamayacaksınız" diyor v e asırları keşfediyor. O
halde onun seçkin aklına ve benzersiz kuvvetine itimat ederek verdiği
vahiy
haberini tasdik etmeniz gerekir. Eğer Allah'a inanmıyorsanız, onda
şüpheniz
varsa, böyle bir aklın şehadetiyle ona inanmanız ve kulluk etmeniz
gerekli
olur. Ve eğer Allah'a inanıyorsanız, bunu doğrudan doğruya Allah'ın
yaptığını,
kendini ve emirlerini bildirmek için gönderdiğini öncelikle tasdik
etmeniz
lazım gelir. Onu tasdik etmemek için aklî, tecrübî, ilmî, fennî,
mantıkî
hiçbir şüpheye imkan bulunmadığını anlamanız gerekir. Bunu bilmez, hala
şüphe davasından vazgeçmez, hala kuşkulanırsanız, buna inadınızdan,
şahsî
maksatlarınızdan, ahlâksızlığınızdan başka bir sebep kalmaz ve hiçbir
mazereti
bulunmayan kâfirlerden olursunuz. Hakkı kesin olarak reddedenler kâfir
olduğu gibi, haksız yere şüphe edenler de kâfirdir. O halde şunu
biliniz
ki, kâfirler için hazırlanmış bir ateş, bir cehennem vardır ki, o
korktuğunuz,
kulaklar tıkadığınız yıldırımların hiç birine benzemez. O ateş, çırası
insanlar ve taşlar olan bir ateştir, artık bundan kendinizi
sakınabilirseniz
sakınınız.
Kur'ân'ın
bu
"asla yapamayacaksınız" ile haber
verişi o günden bugüne kadar bin üçyüz kırkdört senelik bir tecrübe ile
doğruluğunu gösteren bir ebedî mucizedir. Bu meydan okumanın i'cazı
karşısında
yarıştan vazgeçilmiş, silâhlar çekilmiş, kanlar akıtılmış, dünyalar
karıştırılmış,
her türlü zahmetler, masraflar tercih edilmiş ve fakat bu mu'cizeye
hiçbir
red cevabı verilememiştir. Ancak aldatmaca ile Kur'ân irşadının önüne
geçmeye
çalışılmıştır. Bunlara karşı ilâhî adalet elbette yerini bulacaktır, o
ateş sönmemiştir. Bu âyette "ve'l-hıcâre" kelimesinin fennî bir
açıklamayı
içerdiğinde şüphe yoktur. Gerçi bu "hıcâre"den kastedilen heykeller ve
putlardır. Ve cehennem ateşini tutuşturmaya sebep olan "vekûd"ün
insanlar
ve ibadet edilen heykeller olduğu beyan ediliyor. Fakat aynı ifadede o,
çıra, kömür gibi ateş tutuşturan taşlar bulunduğunu da bildirmiş oluyor
ki, fen adamları bunun "taş kömürleri" olduğunu söylüyorlar. "Vekûd",
ateş
yakılan k ibrit, ot, çöp, çıra, paçavra, odun ve diğerleri gibi
şeylerin
hepsi için söylenir.
Bakınız
Kur'ân'a ait beyanatlar ne kadar canlıdır!
Tamamen ilmî ve mantıkî ve felsefî olan ve bir ilâhî felsefenin
temelini
teşkil eden bir konu mantıkî, ruhî ve âfâkî (objektif, nesnel)
delillerinin
kökleriyle hem vecîz, hem gayet basit ve güzel bir şekilde nasıl
anlatılmıştır!
Yüksek bir minberden büyük ve çeşitli bir cemaate hutbe okuyan,
va'zeden,
ders okutan, bildirimler yapan, hükümler koyan fevkalâde belağatlı bir
hatibin, gereğine göre kâh sağa, kâh sola ve kâh merkeze dönerek,
sırasında
hepsine ve sırasında bir kısmına, kâh muhaliflerine ve kâh muvafık
(kendine
uyan)larına ve kâh hepsinin karşısında özel yaverine hitap etmesindeki
açık ültimatomları kulaklarda temsil ettirir. "Ey insanlar!" çağrısıyle
başlıyan genel hitap lahzalarında özel bir şekil aldı. Ve nihayet acı
bir
inzar ile tamam oldu derken gülüyor, bir özellik daha alıyor ve hâs
kuluna
nazar ederek buyuruyor ki:
25-
Bu atıf
vâvı, yukardaki âyetlerin mânâsından
anlaşılan lâzimî mânâya işarettir. Şöyle ki: "Habibim (Resulüm)! Sen de
insanlardansın ve genel olan iş bu ibadet ve kulluk emriyle sen de emre
tabisin. Bununla beraber senin bir özelliğin var. Sen benim özel ve
seçkin
kul u msun. Peygamberlik gibi bir özel vazifen var. İşte bu seçkinliğin
fermanı olan bu Kur'ân'ı ve bu meydan okuma mu'cizesini gördün ya, bunu
al ve senin için hiçbir korku, hiçbir keder olmadığını anla. Bütün
insanları
emrine davet et, mu'cizeni göster. Yola g elmiyenlere bu korkutmamı
tebliğ
et! Bundan başka bir de erkek olsun, dişi olsun iman edip de iyi işler
yapanlara, bir Allah'a kulluk imanına yaraşır, akla ve nakle uygun
güzel
ameller işleyenlere de şunu müjdele!
"Sâlihât"
kelimesi "sâliha"nın çoğuludur.
"Salih" aslında iyi, yaraşıklı, aklen ve naklen doğru, hayırlı mânâsına
sıfat iken nakil tâ'sı ile ("hasene" kelimesi gibi) "güzel amel= güzel
iş" mânâsına isim olmuştur ki, kalbî, bedenî, malî olmak üzere üç
çeşidi
vardır. Ve burada iman ile ameli n az çok bir farkı anlaşılır. Fakat
müjdeleme
sadece imana değil, tümüne yapılmıştır. Amel imandan bir cüz' (bölüm)
değilse
de, amelsiz müjdeleme hakkı olmadığı da anlaşılıyor. Sonra müzekker
cemi'lerinde
tağlib vardır ki erkekleri ve kadınları içine alı r. Bu kapsamı ilerde
(Ahzab, 33/35) gibi âyetlerle anlarız.
Kısaca
iman
ile iyi amelleri (amâl-i sâlihayı)
birleştirenlere şunu müjdele ki onlar için cennetler var. Yani içine
girilmeden
görülmez, gizli, çok değerli bağlar, bahçeler var. Bunların tümünü
kapsayan
ahiret vatanına, sevab evine "cennet" denilir. Cennet aslen lügatte
masdar
binâ-i merredir ki "bir örtüş", "bir kerre setr" demektir ve bu
maddenin
bütün müştakkâtında (türevlerinde) bir nevi "örtme" mânâsı vardır.
Nitekim
"cin", herkese görünmez gizli bir çeşit yaratık. "Cinnet", aklın
kaybolması;
"cen" kararmak, görülen eşyanın bakıştan gizlenmesi demektir. İkinci
olarak
"cennet" bir örtü mânâsından zemini görünmez, gayet girift ağaçlarla
örtülmüş
bahçe ve bostana söylenmiştir. Üçüncü ola r ak din dilinde, dünya
gözüyle
görülemeyen Hak gaybda gizli "dâru's-sevab" (sevab yurdun)ın ismi
olmuştur
ki, Kur'ân'da "el-Cennetü" denildiği zaman bu ortaya çıkar. Fakat "elif
lâm = "sız olarak "cennetün" denildiği zaman yerine göre kâh bu ve kâh
ikinc i mânâya gelmiştir. "altından ırmaklar akan cennetler" denildiği
zaman da "el-Cennetü"nün cevabı ve mertebeleri kastedilir ki, burada
öyledir.
Bunlar
öyle
büyük ve geniş cennetlerdir ki
altında mesela dünyadaki Nil, Fırat, Ceyhun, Seyhun nehirleri gibi
büyük
büyük ırmaklar akar. Öyle küçük çaylar, su kanalları, arklar değil,
nehirler.
Halis temiz su nehri, taze süt nehri, safi bal nehri, sarhoş etmez,
aslı
tasavvur olunmaz, içeceği temiz nehir akar, bu cennet bahçelerinin
ayrıntılarını
sormak mı is t ersiniz? Bunlar tarif edilir şeyler değildir. Onlar da:
"Hiçbir göz görmemiş, hiçbir kulak duymamış, hiçbir beşerin kalbine
gelmemiştir."
(hadisinde dile getirilen) şeyler vardır. Çünkü insanlar örneğini
görmedikleri
şeyleri anlayamazlar. Bunun için şim d ilik şu kadarını anlayınız ki: o
güzel amel sahibi müminler bunlardan, bunlardaki meyvelerden bir rızık
ile rızıklandıklarının her defasında ha bu, o rızık o nimet ki, bize
bundan
önce -yani dünyada da kısmet olmuştu diyecekler. Ve her alışta onu başl
a ngıçta dünyada rızıklandıkları nimet türünden görecekler. Çünkü iman
ve amellerinin sevabıdır. Gayıbdaki o bahçeleri, dünyadaki bu iman ve
amel
ile yetiştirdiler ve bunların bir çeşit meyvesi dünyada da az çok
görülür
ve hatta tadılır. Nitekim "Rabbinin huzurunda hesap vermekten korkan
kimse
için iki cennet vardır." (Rahmân, 55/46) buyurulmuştur ki, biri dünya,
biri ahiret cennetidir. Gerçekte insanların hepsi Allah'tan korkmuş ve
ona göre amel etmiş olsalardı, dünyanın da her tarafı bir cennet
kesilird
i. Fakat Allah'ı ve ilâhî makamı tanıyanlar ve ondan korkanlar için
bundan
başka bir cennet daha vardır. Onlar fanî dünyada bu ümit ve müjdeyle
hiçbir
üzüntünün altında boğulup kalmazlar. Allah korkusu hiçbir korkuya
benzemez.
Onun yanında daima ebedî bir neş'enin zevki vardır, rıdvân (Allah'ın
rızası)
zevki. Acaba iki âlemdeki bu zevk, bu semere (meyve) hakikaten aynı
çeşitten
midir? Hayır aynı çeşitten değil. benzerdirler, birbirine karşılıklı
olarak
bir benzeyişleri vardır. Ve önce onlar buna bu benzeyiş halinde
sevkolunmuşlardır.
Gerçekte ise aralarında aynı şey olma bakımından büyük farklar vardır.
Bu cümleden olarak biri saf olmayan, diğeri saftır; biri gaybe ait
zevk,
diğeri mahz-ı şühût (tamamen görme, görünme)dur. Dünyada bu rızık, bu
semere,
gölge s iyle sırf ruhanî ve aklî olarak tadılır. Ahirette ise tam
hakikati
ile ayn-ı vücut (aynı varlık) olarak hakka'l-yakîn (gerçekliğinde şüphe
olmayan) bir şekilde tadılır. Bunun için ahiret ruhuma mı, cismime mi
diye
düşünüp durma, o senin Allah katında bili n en hakikatinedir. Sanadır
sana!
Sonuç olarak biri elden kaçabilir, kesik, sonlu, ebedî olmayan; diğeri
kaçmaz, devamlı ve ebedîdir. Bu âyetin bu iki cümlesi bize gösteriyor
ki,
dünyada anlayış ne kadar yükselir, iman ve amel de onunla ne kadar
uygun
olurs a ahirete ait meyveler de o kadar çok olacak ve o oranda
yükselecektir.
ve denilmesinde buna büyük bir delâlet vardır. "Ey Rabbim, ilmimi
artır,
de." (Tâhâ, 20/114).
Bu
meyvelerden başka onlar için o cennetlerde
tertemiz, pampak çiftler, eşler, yani erkekler için hanımlar, hanımlar
için kocalar vardır. Ve bunların hiç birinde dünyadaki pisliklerden
eser
yok. Bunlar sadece temiz değil, her yönden temizlenmiştirler. O
zevceler
(hanımlar) de ne maddî olan kir, hayız ve nifas ve diğerleri gibi
tabiî,
cismanî; ne de ahlâksızlık, geçimsizlik, biçimsizlik, münasebetsizlik
olmadığı
gibi kocalar da öyle pampak, tertemizdirler.
Şimdi
diyebilirsiniz ki, aynen böyle değilse
de, bunlara hemen hemen benzer bahçeler, meyveler, kocalar ve hanımlar
dünyada olabilir. Vatan denilen şey de böyle bir cennet gibi olabilir.
Evet "Dâr-ı İslâm" (İslâm ülkesi) dediğimiz müslüman vatanının da böyle
olması gerekir. Ve bu âyet sınırlamasıyla buna da işaret etmiştir.
Fakat
mesele ve müjde bundan ibaret değil. Dünyadaki b u İslâm ülkesinden
başka
asıl bir dâru's-selâm (eminlik evi) vardır ve bunların birbirinden
sizin
anlayacağınız en açık farkı şudur: o kâmil iman ve güzel amel
sahipleri
bu cennetlerde ebedî ve devamlıdırlar. Bir kere girince artık bir daha
çıkmazlar. Diğer âyetlerde "hulûd", "ebeden" (ebedî olarak) diye de
te'yit
edilmiştir. Halbuki dünya vatanı, dünya cenneti ne olsa elden
gidebilir.
Kâmil iman ve güzel amel sahipleri İslâm ülkesi olan vatanlarını Allah
Teâlâ'nın izniyle muhafaza ve müdafaa ederler. Ve onu harap olmaktan
mallarıyle,
canlarıyle korurlarsa da bunda ilâhî takdir başka türlü de ortaya
çıkabilir
ve nihayet bundakilerin hepsi çıkarlar, ölürler, giderler, bunun böyle
büyük küçük kıyameti de vardır. Fakat "eminlik vatanı" (ahiret cen n
eti)
öyle değil, asıl cennet bahçelerine gidenler orada ebediyyen kalırlar,
ki bütün müjde bundadır. Ve bütün saadet bundadır ve "en büyük rıdvân"
(Allah'ın en büyük rızası) bundadır. "Güzel davrananlara daha güzel
karşılık
ve fazlası var." (Yûnus, 10 /26).
Birtakım
kimseler, bu gibi müjdelerde, bilhassa
rızıktan ve kadından bahsedilmesine itiraz etmek istiyorlar ve: "Dine
ait
duygular insanı bunlardan kesip, yalnız ruhanî lezzetler ile
uğraştırmalı."
diyorlar. Fakat şurası gariptir ki, böyle diyenlerin hepsi bu iki cisme
ait zevk için can verenlerin yanında ortaya çıkıyor. Halbuki bu
müjdeler,
görüldüğü üzere, her yönü tamamen toplayıcı bulunuyor. Ve ahiret
zevklerinde,
dünyadaki zevklerden hiç birinin aynısı, benzeri eksik olmadığını ve
bunun
karşısında dünyaya ait şehvetlerin adiliğini, çirkinliğini de
gösteriyor.
Kur'ân'a ait
açıklamaları kötü telakki ile
karşılamak isteyenleri hem red ve hem doğru yola getirmek için şimdi de
Kur'ân'ın dilinin üslubu hakkında bir hatırlatma yapılacaktır. Vaktiyle
kâfirlerden bazıları: "Allah her şeyi doğrudan doğruya gerçekliğiyle
anlatıvermeli
idi. Temsiller, teşbihler Allah kelamında yakışır mı? Hem bu temsiller,
bu meseller, zübâb (sinek), beyt-i ankebût (örümcek yuvası) gibi
sineğe,
örümcek yuvasına kadar iniliyor. bunlar Allah için ayıp değil mi?" gibi
mânâsız sözler söylemişlerdi. Şu halde bunları red ve herkese gerçeği
açıklamak
için beyan etmede bazan mesel îrad etmenin kıymeti bulunduğuna, meselin
de bir gerçeği kapsadığına ve bu sebeple Kur'ân lisanı n da yerine göre
tahkik gibi temsilin de varlığına ve bunların hafife alınmaması, kötü
yorumlara
uğratılmaması ve bu yüzden sapıklığa düşülmemesi ve hepsinin Allah
yanında
hak olduğuna iman edilmesi gereğine tenbih ederek buyuruluyor ki:
26- Allah'a
mesel yapmak, mesel söylemek yakışmaz
mı sanırlar? Şu muhakkaktır ki Allah Teâlâ herhangi bir şeyi mesel
olarak
söylemekten çekinmez. o şey isterse bir sivri sinek ve üstündeki kanat
ve saire gibi ufak tefek de olsun. Diğer deyişle küçüklükte üstünü
(yani
daha aşağısı) olsun. Bununla beraber Kur'ân'ın nazmı bizim (aşağı
yukarı)
dediğimiz gibi daha yukarı ve daha aşağı demek de olabilir.
"Darb-ı
mesel" (ata sözü) deyimi, "mesel-i
madrûb" yani "söylenegelmiş" meşhur mesel mânâsına da kullanılır ise de
aslında "mesel darbetmek" yani meseli yerinde kullanmak ve tatbik
etmek,
yerine göre "iyice yapıştırmak" demektir ki, yeniden bir mesel koymak
ve
inşâ etmek değildir. Temsil ise geneldir. Fakat Kur'ân'daki meseller,
genel
olarak bağımsız bir şekilde kurulmuş temsiller olduğu halde, aynı
şekilde
tatbik de edilmiş olması itibariyle "darb" tabir olunmuştur. Şu halde
burada
temsil yerine bu deyimin ve aynı şekilde "istihya" (uta n mak) lafzının
kullanılmalarında bile aynı bir tatbikı vardır.
Şunu
unutmamak gerekir
ki, Cenab-ı Allah mesel ve misali (yani temsil durumunu) yapmamış
olsaydı
insanlar hiçbir şey anlayamazlardı. Özellikle hissedilen şeylerden
hiçbir
şey bilemezlerdi. Çünkü bütün hissî ve hatta aklî suretler (biçimler)
gerçeğe
göre bir mesel, bir temsildir. Bunun içindir ki, insan kendini kendi
nefsinde
mücerred (soyut) "ben" demekten başka bir şekilde bilmez. Zira ne
hissî,
ne aklî, misalî biçimini kapsamış değildir. Onu alırsa "İnsan insanın
aynasıdır." sözüne göre dışından alır. Demek ki maneviyatın ve aklî
gerçeklerin
mesel ile anlatımında büyük hikmetler saklıdır. Bu sebepledir ki,
geçmişte
inmiş olan kutsal kitaplarda mesel daha çoktu. Fakat Kur'ân, histen
çok,
akla hitap ettiği için tahkîki, açık hükümleri daha çok tercih etmiş
ve bununla beraber hisleri de mahrum bırakmamıştır. Ve bunların mühim
bir
kısmında (özellikle geçmiş kitapların tahrife ve kötü tefsire uğrayan
mânâlarını
tahkîk, düzeltme ve akla yakınlaştırma gibi) hikmetler mevcuttur. Böyle
ilmin esası ve mühim, terbiye ve hidayetin sırrı ile ilgili mesel
getirmekten
Cenab-ı Allah çekinmez ve şu halde iman ehli olanlar her zaman bilirler
ki, Allah'ın yaptığı mesel, Rablerinden gelmiş olması itibariyle
mutlaka haktır. Bunda ilâhî bir sır muhakkak vardır. Ve ilâhî mesel,
muhakkak
bir denklik ve benzerlik tarafı içerir. Bu benzeyiş açık ise onu
bilirler;
gizli ise "İlim, Allah katındadır." derler ve doğruluğuna iman ederler.
Hak,
aslında
sabit ve aklın inkâr edemiyeceği
derecede sabitliği kesin olan demektir. Varlığı kendisinden olup,
başkasından
olmayan Hak Teâlâ'dır. O'nun yardımıyla, onun dışında olanlar da
zatında
mümkün olanlardır. Bu mânâ ile hak ve hakikat zaten birdir. İtibarî
olarak
ayrıdır, ikisinin de çoğulu "hakâik" gelir. "Hukuk"un tekili olan
"hak"
da, İslâm'da bu mânâdan alınmıştır ki, lehde olarak sabit ve vacib olan
demektir. Aleyhte olursa görev ve vecîbe olur. Sözün kısası "hak"
fikrin,
sözün uyduğu olayın ismidir. Bununla beraber bu ölç ü ile uyuşan söz ve
inanca da söylenir.
Küfür
ile
nitelenmiş olanlara gelince Allah
bununla, bu garip belirsiz mesel ile ne demek istemiş sanki? Bundan
kastı
nedir? derler. Bir taraftan hafife almak, diğer taraftan hidayeti kötü
yorumlayarak sapıklığa düşmek isterler. Bunlar, Allah'ın ne
kastettiğini
öğrenirlerse inanacaklar mı? İşte Allah bu sebeple birçoğunu sapıklığa
düşürür, onları sapkın yapar, istedikleri sapıklığı yaratır. Birçoğuna
da hidayet verir, onlara da hidayet yaratır. Zira hâlık (yaratan)
birdir,
o da her şeyin yaratıcısı olan Allah'tır. Hidayetin yaratıcısı Allah
olduğu
gibi, sapıklığın yaratıcısı da Allah'tır. Allah yaratmasaydı ve herkesi
hidayete mecbur etseydi, sapıklık denen şey insanların istemesiyle var
olamazdı. Halbuki sapıklık da bir hak etmedir. Ve Allah Teâlâ'nın
sapıklığı
yaratması, onu isteyen mahluklarının -sorumluluk kendilerine ait olmak
üzere- isteklerini yerine getirmek gibi bir ilâhlık ve rablık şânıdır.
Yoksa başlangıçta hidayet yaratılışıyla yarattığı kullarından hiç
birini
Allah zorla sapıtmaz, mutlak yasaklama ve tam zorlama da Allah'ın
merhametli
olmasına yakışmaz. Bunun için sapıtma, sapıklığı yaratma Allah'ın
şanına
nasıl yaraşır? O'nun güzel isimleri arasında "mudıl" (saptırıcı)
isminin
bulunmasını akıl nasıl kabul eder? diye hatıra gelmesi düşünülen bir
mukadder
(takdir edilmiş) soruya cevap olarak derhal şu başlangıç cümlesi ilave
buyurulmuştur: fakat Allah bununla fasıklardan sapıklığı hak etmiş
olanlardan
başkasını saptırmaz
27-
o
fasıklar ki antlaşmalarını bozarlar,
hem de Allah'ın anlaşmasını bozarlar, bunu da antlaşma ile
belgeledikten
sonra yaparlar. İlk yaratılışta "ancak sana ibadet ederiz ve ancak
senden
yardım dileriz" kavramı üzere akıl ve yaratılış olarak, Allah ile
araların
da yapılmış olan ezeli antlaşmayı, iman ve kulluk antlaşmasını, bu
yaratılışa
ait genel kanunu, yukarda görüldüğü üzere, her iki taraftan antlaşma
ile
belgelenip te'kit edildikten; bir taraftan kitaplar indirme ve
peygamber
gönderme ile takviye, diğer tara f tan kalb ve dil bakımından iman ve
ikrar
ile kuvvetlendirdikten sonra bu ilâhî antlaşmayı ve misakı kendi
kendilerine
bozmaya ve kaldırmaya, çözmeye kalkışırlar. İman etmemeye veya imandan
çıkmaya çalışırlar. Fıkıhda: "Bir kimse kendi tarafından tamam ola n
bir
şeyin bozulmasına çalışırsa, çalışması reddedilir." kaidesi bu gibi
âyetlerden
alınmıştır ve Allah'ın birleşmesini emrettiği şeyi keserler, güzel amel
yapmazlar, kurtuluşu temin eden emirlerinin ve ilâhî hükümlerin tersine
hareket ederler. İsyanlar ve büyük günahlarla daima yeryüzünde de fesat
çıkarırlar. İşte Allah böyle fasıkları sapıklığa düşürür. Şimdi
bunların
durumlarını da anlayınız: bunlar işte bütün zarara uğrayanlar
güruhudurlar.
Kazançtan mahrum, işi, gücü zarar ve ziyan olan kimseler diye asıl
bunlara
denir.
"Fısk",
asıl
lügatta "huruc" (çıkmak) anlamındadır.
Nitekim delikten çıkan farelere "fasıklar" denir. Din dilinde, "büyük
günah
işlemek suretiyle Allah'a uymaktan dışarı çıkma" mânâsınadır ki, küçük
günahlarda ısrar etmek de bu cümledendir. Ve şer'î bakımdan fıskın üç
derecesi
vardır: Birincisi günahı çirkin saymakla beraber, ara sıra günah
işlemek.
İkincisi üzerine düşerek devamlı yapmak.
Üçüncüsü
çirkinliği inkâr ederek yapmaktır.
Bu üçüncü tabaka küfür derecesidir. Fasık bu duruma gelmedikçe Ehl-i
sünnet
mezhebinde mümin adı kendisinden alınmaz. Şu halde fasık vasfı içinde
kafirler
bulunabileceği gibi, imanını kaybetmemiş olanlar da bulunabilir.
Mu'tezile
mezhebindekiler, bu kısmı ne mümin, ne kâfir, ikisi ortası saymışlar;
Hâricîler ise üçünü de kâfir saymışlardır. Bununla beraber bu âyet-i
kerimede,
ile nitelenen fasıkların küfürlerinde, dinden çıkışlarında söz yoktur.
Çünkü bunda üç vasıf zikredilmiştir. Allah'a verdiği sözü bozup
inancını
bozmak, ilâhî emrin aksini yapmak, yasaklananları yapmakla da
yeryüzünü
fesada vermek. Bunun üçü birleşince de küfür gerçekleşir. Nitekim üst
tarafında
da "Ama küfre saplananlar; Allah böyle bir misal ile ne demek istedi?"
derler." buyurulmuştur. Ve işte Kur'ân'a mahsus temsilleri kötü yorum
ve
hafife alma ile ilâhî saptırmayı hak eden zarara uğrayanlar bunlardır.
Bu kıssada en dikkate değer olan noktalardan birisi, yukardaki
âyetlerde
yalnız iman ve küfür karşılığı esas iken, burada hem iman ve hem güzel
amel toplamına k arşılık olmak üzere ayrıca da fısk ve fasıkların bahis
konusu edilmesi ve Kur'ân'a ait temsillerin kötü bir yorum ile ele
alınması
meselesinin bilhassa küfür, sapma ve fısk hasletleriyle ilgili
gösterilmesidir.
Demek ki fısk, biri ilmî, diğeri amelî iki y ö nü içerir. Asıl küfür,
ilmî
yönündedir. Bu da bilir bilmez kötü yorum meselesine dönüşür. Buna da
en
çok temsiller ve müteşabihler vesile yapılır. Ve bu çoğunlukla amelî
küfür
ile de beraber olur. Bu gibileri red ve korkutmak için Cenab-ı Hak
ilâhî
kelamı n da hakikatlar asıl olmakla beraber, yerine göre temsillerin de
varlığını ve bunun esası olan hak nokta-i nazarına muhalif değil, belki
gerekli olduğunu ve şu halde bunları esasen hak bilmek de iman
cümlesinden
birisi olduğunu bir esas, bir inanç kaidesi h a linde açıklamış ve bu
şekilde
Kur'ân'ın üslubu hakkında önemli bir açıklama yapmıştır. "İlle onun
te'vilini
mi gözetiyorlar? Onun te'vili geldiği gün, önceden onu unutmuş olanlar
derler ki: "Doğrusu Rabbımizin elçileri gerçeği getirmiş. Şimdi bizim
şefaatçilerimiz var mı ki bize şefaat etsinler. Yahut tekrar geri
(dünyaya)
döndürülmemiz mümkün mü ki (orada eski) yaptıklarımızdan başkasını
yapalım?"
Onlar, kendilerini ziyana soktular ve uydurdukları şeyler kendilerinden
saptı." (A'râf, 7/53). Şu halde ha k olan temsillere inan; istenilen
ameli
işle; yorumunu geleceğe, olayların cereyanına bırak, zamanı gelince
anlarsın.
Özetle
fısk,
ya küfrü veya küfrân (İslâmı
inkâr)ı ihtiva eder ve sonucu zarardır.
Bunun
için
Cenâb-ı Allah bunu gayb şeklinde
ve güya bir nazariye (varsayım) halinde ve bununla beraber olayı gören
bir nazariye halinde çirkin gösterdikten sonra şimdi irşad makamında
bir
iltifat ile genel hitabına bir özel parıltı veriyor. Şöyle ki:
28-Bu
iki
âyette bütün dünya ve ahiret ilimleri
saklıdır. Hayat, hayatın akışı, hayatın gayesi gösteriliyor. İnsana ait
yaratılışın, Allah katındaki kıymeti anlatılıyor. İnsanın yer ve
gökyüzü,
hepsinden faydalanma hakkı kaydediliyor. Yaratılışın ve yaratıcının
delilleri
özetleniyor. Allah'ın yaratması, acıması, lütuf ve keremi isbat
olunuyor.
Özet olarak beşerin ruhu, yeryüzünden gökyüzüne, hissolunandan
düşünülene
yükseltiliyor ve bu gerçekler karşısında küfür ve inkâra nasıl
sapılabileceği
bir istifhâm-ı inkârî ile soruluyor ki, bu sözü çevirmedeki
belağatın,
nezahatin, ulviyetin, ilmîliğin, gerçeğin, ahlâkın parlaklığına ve
hoşluğuna
hayran olmamak mümkün değildir. Küfür ve küfrânı kötülemek ve insanları
ondan uzak tutmak için bu sorudaki etkinin şiddeti ne kadar büyüktür!
Ey insanlar,
insan adını taşıyanlar ve özellikle
ey kâfirler, ey münafıklar, ey
fâsıklar! Allah'a nasıl
nankörlük eder de ilmî ve amelî küfür ve inkâra sapabilirsiniz? Az çok
irfan ve ahlâkı olanlar için bu nasıl düşünülebilir? halbuki siz
hepiniz,
gerek her biriniz, gerek tümünüz başlangıçta hep ölü idiniz, ölüler
halindeydiniz,
hayatınız yoktu. O zaman şahsî olarak neyiniz vardı? Şimdilik haydi
ilerisi
dursun, fakat en az bir toprak ve nihayet babanızın belinde bir nutfe,
bir sümük olduğunuzu hatırlarsınız ya? Gerçekten siz böyle cansız
ölüler
halindeydiniz. Ölülerin kabre taşındığı gibi öteye beriye taşınıp
duruyordunuz.
Böyle iken Allah size hayat verdi. Nefes alıp verir,
gıdalanır,
ürer, duyar, düşünür, ister, istediği yere gider, istediği işi yapar,
çevresindeki
dışa ait olaylara fizikî ve ruhî kuvvetleriyle dayanır, karşı koyar,
etli,
canlı, akıllı, fikirli birer insan yaptı. Bunları yapan kim ise, işte
Allah
odur. İyi düşününüz, bu hayat sizin kendinizin midir? Kendi şahsî
malınız,
mülkünüz müdür? Elbette değil, o kadar değil ki, bir kılınızın rengini
değiştiremezsiniz. Malum ya, ne de olsa, siz hayatı seversiniz ve ona
herşeyi
feda etmek istersiniz. Hayatınıza faydası dokunacağını sandığınız
kimselerin
karşısında takla atarsınız. Onlara kul köle olursunuz. Halbuki
kendinizi,
bundan önceki halinizi, geleceğinizi düşünecek olursanız, bu hayatın
sizin
kendi malınız olmadığını anlarsınız. O halde bu hayatı size bahşeden
Allah
Teâlâ'yı nasıl inkâr eder ve O'na nasıl nankörlük edersiniz?
Ediyorsunuz?
Allah size hiçbir şey yapmamış ve yapmıyacak olsa bile hayatınızın
sahibi
olduğu için, sizin O'na iman ve kulluk etmeniz, hayat sevdasıyla
Allah'ı
unutmamanız gerekir. Hem siz bu hayatı o k a dar benimsemeyiniz. Çünkü
Allah bundan sonra sizi yine öldürür, öldürüyor ve öldürecek. Şimdi
diyeceksiniz
ki: "İşte biz de buna kızıyor ve bundan yüz buluyoruz ya! İman ve
kulluk
etsek de, etmesek de verilen hayatımızın sonra elimizden alındığını
görüyoruz. Madem ki öleceğiz ve madem ki Allah verdiğini alıyor, o
halde
hayat
elimize geçmişken iyi kötü mümkün olan ne zevki varsa görelim, diyoruz.
Ölüm derdi, o evleri yıkan, zevkleri perişan eden, çocukları yetim,
kadınları
dul bırakan, hayatlara kıyan, hayatları pençesinde kıvrandıran o ölüm
musibeti madem ki nasıl olsa yakayı bırakmıyor, artık dünyaya bir daha
gelecek değiliz ya! Şu geçici hayata bütün ihtirâs (aşırı istek) ile
sarılalım
ve keyfimiz için ne yapabilirsek yapalım" demekten kendimizi
alamıyoru ya! Fakat bu ne kadar yanlıştır ve ne bedbaht bir
zevktir! Böyle
olsaydı
bile, hayatın bu zevklerini böyle körü körüne ve çılgıncasına değil,
dine uygun yoluyla istifadeye çalışmak ve Allah Teâlâ'ya ihlâs ve
teşekkürü
en büyük bir zevk bilmek ve O'na büyük bir sevgi ve korku beslemek
gerekirdi.
Ve bunun o zaman hayatta da genel ve kapsamlı faydaları görülürdü.
Halbuki
iş bu kadar değil, bunun ilerisi de var. O sizi öldürdükten sonra yine
diriltir ve diriltecektir. Size önce verdiği gibi ve hatta ondan daha
yüksek
yine bir hayat verir ve verecektir. Ba'sü ba'de'l-mevt (öldükten sonra
dirilmek) de haktır. Görmez misin olan yine olur. Eğer olmasaydı sen
kâinatta
hiçbir kanun göremezdin. Bir yaptığını bir daha yapamazdın. İlimden,
sanattan
hiçbir hissen olmazdı. Sen bu sayededir ki hangi şeyi iyi bilirsen
onu
bir daha ve bir daha yapabilirsin. Tohumlarını bu sayede eker,
çiftlerini
bu sayede sürer, hasılatını bu sayede kaldırırsın. Atlara, arabalara,
trenlere,
otomobillere, vapurlara, uçaklara bu sayede biner; onları da bu
sayede
yapabilirsin. Sen hayat kanununu tamamen bilseydin, bu konuda hiçbir
şüphe
taşımazdın. O zaman sen bile bir hayat sahibi yapabilir ve onu
bozduktan
sonra tekrar yine yapabilirdin. Şimdi yapamıyorsan ilim ve fennin,
kudret
ve sanatın buna yetişmiyorsa, henüz hayat kanununu bilemediğinden,
henüz
maddelerin, ruhların ilk sırlarına nüfuz edemediğinden, daha esasında
yaratmak,
halketmek kudretine bizzat sahip olamadığındandır. Zaten sen maddenin
aslını,
kuvveti göremezsin. Gördüğün onların sonuçları, görünüşleridir. İlmin,
fennin, kudretin de bunlara uygundur. Bunların içinde düşündüğün ilk
maddeyi
bulsan, onların sırlarına da nüfuz etsen acaba bütün kuvvetleri,
ruhları,
melekleri keşfetmiş olacak mısın? Yaratma gücüne esasından sahip
olacak
mısın? Hayır! Maddeyi veya kuvveti aslından yok edecek veya meydana
getirebilecek
misin? Kendi kendine hayır. Fakat onları olduğu kadar alıp, Hak
Teâlâ'nın
verdiği ruhunla tasarruf edebileceksen ve bizzat Hak Teâlâ'ya daha
hususî
bir ilgi kurabilirsen, o zaman Allah'ın izniyle yaşama ve yaşatma
sırrına
da vâkıf olabilirsin. Sen bunları henüz bilemiyor, yapamıyorsan hayat
kanununun
aslına eremiyorsan, ortada var olan yaşamayı ve yaşatmayı da inkar
edemezsin
ya? Gerçekte bir hayatın ve bir hayat kanununun akışında şüphe
edemezsin
ya? Ve hele bu kanunun sende, senin kendinde tatbik edilmiş
bulunduğunda
şüphe etmenin hiç mânâsı yoktur ya? O halde bu delil ile şunu zorunlu
olarak
bilirsin ki, bu hayatı yapan ve bunun kanununu bilen bir yüksek zat
vardır.
Hayat ve hayat kanunu hak ve onu yapan ve bilen Hak Teâlâ'dır. Şu halde
olan yine olacak, ölen yine dirilecektir. Ve bunu ancak Allah
yapabilecektir.
Nasıl ve nerede yapacağına gelince onu kendi bilir. Bize bildirdiği
yapacağı
ve her halde yapacağıdır. Dilerse yerde yapar, dilerse göğe çıkarır,
dilerse kabirde yapar, dilerse kıyamette. Her halde bu bizim diğer bir
halimiz, diğer bir hayatımız olacaktır ki, onun durumlarını açıklamaya
bugünkü akıllarımızın yeteneği yoktur. O, ahiret âlemidir. Onunla
aramız
d a geçilecek "berzah" vardır. Kabir âlemi, kabir hayatı Cenab-ı Hak
cümlemize
yardım etsin, bu geçitleri kolaylıkla, tatlılıkla geçirtsin, kâmil
iman,
güzel amel ile güzel son nasip etsin.
Buradaki
"sonra
sizi
diriltir" kabir hayatı ile de tefsir edilmiştir. Kıyametten sonra
dirilme
ile de tefsir edilmiştir. Hangisiyle olursa olsun işler bununla da
kalmayacaktır.
sonra hepiniz ona döndürüleceksiniz. Bu ilk hayatta ne huy
kazandınızsa,
ona göre tartıdan geçecek, mükâfat veya cezasına ereceksiniz. "Kim
zerre
ağırlığınca hayır yapmışsa onu görür. Ve kim zerre ağırlığınca şer
yapmışsa
onu görür." (Zilzâl, 99/7-8) sırrı ortaya çıkacaktır. Ve o zaman cennet
ve rıdvan ehli: "Âlemlerin Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Zümer,
39/75)
diyecektir.
29-Sonuç
böyle. Bir de Allah Teâlâ'nın dünkü
ve bugünkü lütuflarını dinleyiniz: O Allah, o şan sahibi Yaratıcıdır
ki,
bakınız size neler ihsan etmiş: önce şu altınızdaki yeri ve bu yerde
bulunan
şeylerin hepsini: unsurları, bileşiklerini, denizleri, karaları,
dağları,
dereleri, ovaları, çölleri, ormanları, ırmakları, pınarları, madenleri,
otları, ağaçları, çiçekleri, meyveleri, hayvanları, kuşları, hasılı
denilen
şeylerin hepsini sizin için, sizin hayatınız ve ölümünüzde
faydalanmanız
iç i n yarattı. Hep bunları, insanı yaratmak ve yarattıktan sonra mesut
yaşatmak için yarattı. Hepsini insanlara itaatlı, çekici ve mübah
kıldı.
Şu halde esas itibariyle bunların hepsinden insanlar için bir
faydalanma
hakkı ve bir faydalanma şekli vardır. Ve b u faydalanma şekli bazısında
müsbet ve bazısında menfi bir durumdadır. Hepsinin faydalı olması, her
birinin, her şekilde ve herkes için faydalı olması demek olmaz. Bir
kısmında
zararlı olma durumu da vardır. Bu yönden yine Allah'ın ikinci derecede
ayrı tu t acağı zararlı bazı haram kılınan şeyler ve kötülükler gibi
hususlardan
ve bir de birbirinize göre kazanılmış hak olmuş mallar ve mülkler gibi
şeylerin dışında faydalanma sizin için mübah kılınmıştır. Buna Fıkıh
ilminde
"ibâha-i asliyye = aslî mübah etme" denir. Ve bu serbest kılmanın
delili
yalnız akıl değil, bu nasstır. "Canlar, ırz ve namusun dışında eşyada
aslolan
mübah olmaktır. Özel bir haram olma delili bulunmadıkça mübah ile amel
olunur." şeklindeki fıkıh kaidesi bu nasdan alınmıştır. Yalnız akılla r
a kalsaydı, kimi hep mübah der, kimi hep haram der, kimi de şaşırır
kalırdı.
Nitekim öyle olmuş ve olmaktadır. Burada şuna dikkat etmek gerekir ki,
bu serbestlik, insanların tümüne eşit olarak yapılmış; insanlar insan
için
yaratılmamış ve birbirlerine müb a h kılınmamıştır. Bunun için
insanların
canları, ırzları, birbirlerine mübah değildir. Hatta bir insan kendi
canını,
ırzını bile dilediği gibi kullanmaya izinli değildir. İnsanlar,
kendileri
için değil, Allah'a kulluk için yaratılmışlardır.
"Ben
cinleri
v e insanları, ancak bana kulluk
etsinler diye yarattım." (Zâriyât, 51/56). Şu halde insanların kendini
öldürmeye, kendini veya ırzını başkasına satmaya hakkı yoktur. Ancak
Allah'ın
emrine ve hükümlerine uygun meşru nikaha izinlidir. Tersinde günahkâr
olur.
İnsanların amelleri, malları, mülkleri de birbirlerine karşı
kendilerine
bağlanmıştır. Bunlar da diğerlerine yasaklanmıştır. Fakat kendileri
için
mübah olduğundan kendi rızalarıyle diğerlerine de terkedebilir ve
verebilirler.
Akidler (anlaşmalar) ve malî işlemler bu esas üzerine yürür. Hâsılı
hayat
hakkına, hürriyet hakkına ve namus hakkına hiçbir kimsenin karışma
hakkı
yoktur. Bunlar insanın doğrudan doğruya Allah hakkı olan esasa dair
haklarıdır.
Ve bunlara saldırma, tecavüz büyük günahlardandır. Akıl v e din de
böyledir.Canlarda,
ırz ve namusda, akılda, dinde aslolan, mübah olma değil haram olmadır.
İşte
Cenab-ı
Allah insanları bu kadar yüksek
yaratmış ve böyle yaratmak ve böyle yaşatmak için önce bütün yeryüzünü
ve yeryüzündeki bütün şeyleri yaratıp onların faydalanmasına hazır
kılmış,
bunları onlar için yaratmış ve hatta bu kadarla da kalmamış, sonra
yukarıya
da geçmiş, gök yüzüne doğrulmuş, iradesini göklere çevirmiş ve bunun
üzerine
gökyüzünün parçalarını, bunlardan özellikle "yedi sema"yı dü z eltmiş,
yeryüzünün yaratılması üzerine bunlarda da değişiklik yapmış, ortaya
çıkan
değişim bunalımını nizama koymuş, bunlardan da yeryüzüne ve insanlara
faydalar
sağlamıştır. Bu sayededir ki insanlar bu görkemli bina içinde yaşarlar,
yerler, içerler, sula n ırlar, nefes alırlar, ışık, ısı alırlar,
Hakk'ın
alametlerini görerek, ilimler, fenler edinirler. Bakışlarıyla,
ruhlarıyla
ve hatta Allah nasip edince cisimleriyle çıkarlar, mirac yaparlar kısmı
zamirinden bedeldir ve bedel-i bâz olduğu açıktır. Çünkü buyurulmayıp
parçalara
ve fertlere veya çeşitlere işaret ederek buyurulması kısımlara ayırma
karinesidir.
Burada
insanların hayattan önce ölüler ve
hatta insan cinsinin yok olduğu devirlerin bir özeti, (Bakara, 2/22)
âyetinin
bir açıklaması ve vasfının bir isbatı ve beşer hayatının şimdiki ve
geçmişteki
şartlarının bir tasviri ve insan yaratılışının kıymet ve yüksekliği,
nihayet
ilâhî yardım ve rahmetin genişliği ile Allah'ın zat ve sıfatlarını
inkârcılara
isbat ve teşekkür ile kulluk görevine d avet vardır ki, Şeyh Sadî
merhum
"Gülistan"ında bu kavramı şöyle ifade etmiştir:
"Bulut,
rüzgar, ay, güneş, felek hepsi işlerinde
çalışıyorlar. Tâ ki sen eline bir ekmek geçirebilesin ve gafletle
yemeyesin."
Demek
Allah
Teâlâ insanı yalnız, yerde yaşayacak
ve yerdeki şeylerden faydalanabilecek bir halde yaratmamış, ona
gökyüzünden
de bir faydalanma hissesi ayırmış ve hatta bununla ilgili olarak
göklerin
yedisinde değişiklik yapmıştır. Şu halde insan yalnız yeryüzüne has bir
yaratık değild i r. O, yerlerde daralırsa göklerden faydalanmaya
izinlidir.
Fakat bunun için önce ruhu semâvîlik hislerini duymalı ve Allah'ı
tanımalıdır.
Yeryüzünün şehvetli ve hayvanî düşüklüklerinde boğulanlar ise bu
yükselişten
mahrumdurlar. "Yarın yerdeki nimetler tükenecek biz aç kalacağız."
diye
ağlar dururlar.
Şüphe
yok ki
önce yerdekilerin yaratılışı,
sonra da göklerin düzeltilmesi meselesinde sonralık (yani nin mânâsı)
zaman
itibariyle değil, rütbe bakımından (yani ifade nokta-i nazarından) bir
sonralıktır. Zira bu konuda açıklamanın gayesi, insanların
aydınlatılmasıdır.
Halbuki beşer idraki bakımından âlemin merkezi insanın kendisidir.
Bütün
dış idraki bu merkezde toplanır. İdrakin çekiciliği "ben"den başlar.
Buna
birinci derecede yakın olan da ayağının al t ındaki yer ve sonra
göktür.
Çünkü insan yeri önce dokunuculuğu ve kendi ağırlığıyle tanır. Dokunma
ise diğer duyulardan öncedir. Ve idraki en yakındandır ve hatta bu
seviyeden
pek yükselememiş olan nice insanlar vardır ki, kendisini sadece yerle
ilgilenen
bir yaratık sanır. Ve semadaki menfaatlerinden gafildir. Cenab-ı Hak da
uyarmalarını, beşer idrakinin bu akışına göre açıklamıştır ki, bunun
dış
görünüşünden yer, semadan önce yaratılmış gibi anlamamalıdır. Bununla
beraber
burada semaların düzeltilmesinin hakiki ve zamanla ilgili bir
gecikmesine
işaret yok demek de doğru değildir. Bazı tefsircilerin anladıkları
üzere
(sonra) hakikat olarak alınabilir. Gerçi yer mutlaka semadan önce
yaratılmış
değildir "Yerle gök bitişik idi." (Enbiya, 21/30). Fakat y e rin hilkat
fezasında bir özel cisim olarak yaratıldığı zaman ile ondan önceki
semaya
ait tesviyenin aynen kalmaması gerekirdi. Bugün fen bilimleri
bakımından
düşünebiliriz ki, yeryüzü oluştuğu andan itibaren özel ağırlığı,
çekiciliği,
iticiliği bakımından mensub olduğu gök cisimleri sisteminin
durumlarında
ve arada hapsedilmiş dalgada, esire ait dumanda, genel çekim nizamının
bir değişimi, bir inkılâbı olmuştur. Şu halde yer çekimi ile ilgili
olan
yedi semanın tesviyesi ve nizamı, yerin yaratılmasından önce değil,
sonra
olması gerekir. Ve bu şekilde yer çekiminin ortaya çıkmasından asla
müteessir
olmayan semanın yönü bu tesviyede dahil olmaz ve onlar bu yedi semanın
arkası kalır.
Bugünkü
fen,
astronomi ilmi henüz gök cisimlerinin
ikisinden fazlası arasındaki çekim değişimlerini hesap edebilmekten
aciz
kaldığı için, Kur'ân'daki bu tesviyenin sınırlarını tayin edebilmekten
uzaktır.
Bu
"yedi
sema"nın tefsir ve yorumunda başlıca
iki düşünce vardır: Birisi yerden Venüs'e kadar bir; Venüs'ten Merkür'e
kadar iki; Merkür'den Güneş'e üç; Güneş'ten Merih'e yahut yine yerden
Merih'e
dört; Merih'ten Jüpiter'e beş; Jüpiter'den Satürn'e altı; Satürn'den
daha
ilerisine kadar yedidir ki, sonradan keşfedilmiş olan Üranüs ve Neptün
gezegenleri ve daha keşfedilmesi mümkün o lanlar hep bu yedinci hudud
içinde
demektir. Çünkü bu takdirde bu "yedi sema" özellikle yerin yaratılması
üzerine tesviyeye dahil olanlardır. Bugün bu tesviyenin daha ileri
gittiği
isbat edilemez. Bu düşünce çoğunlukla, astronomi ilmi görüşünü takip
edenl
e rindir ki, zamanımızın astronomi görüşüne de aykırı değildir. Zira
bunda
bahis konusu yerin merkezliği değil, yere göğe gök kelimesinin
tatbikidir.
Güneş sisteminde dünya merkez olmamakla beraber bizim tahtımız, idrak
ve
düşüncemizin başlangıcı da bizzat k endimiz ve yerin çekimi olduğundan,
bu tertip o itibarladır ve izafîdir. Başka bir gezegende bulunsak, o
zaman
bunu o yer tasavvur etmemiz gerekirdi. Mesela Güneşte bulunduğumuzu
farzedersek
Merkür bir, Venüs iki, Dünya üç, Merih dört, Müşteri beş, Satürn altı,
ilerisi yedi deriz ve bu misale göre yedi tane de yer tasavvur etmemiz
gerekir. Eski Batlamyus astronomisini takip edenler Ay'ı birinci
gezegen
saydıklarından, ondan başlarlardı ve yedincisi Satürn'e dayanırdı ve
Kur'ân'daki
sema âyetlerini o astron o miye tatbik etmek için fen derdiyle
zahmetler
çekerlerdi. Gerçekte astronomi ilminin matematikle ilgili olan hesap
meseleleri
ve çok eski zamanlardan beri ay tutulması ve güneş tutulması
hesaplarındaki
isabetlerin inkâr edilmemesi gerekirdi. Fakat bunla r la astronominin
ilmî
prensiplerini teşkil eden nazariyat (varsayımlar) ve hatta faraziyeleri
ayırmak lazım gelirdi. Mesela Batlamyus astronomisinin bütün esası şu
görüşte
toplanıyordu: "Gezegenlerde iki hareket görülüyor. Bunun biri tabiî
ise,
diğeri her h alde zorla olması gerekir. Bu da her birinin bir yörüngede
saplanmış olmasına ve onun hareketiyle müteharrik (hareketli) olmasına
bağlıdır. Şu halde yedi gezegenin bir yörüngesi, sabit gök cisimlerinin
de bir yörüngesi ve tümünü kapsayan bir de Atlas yörü n gesi vardır. Ve
günlük hareket bu Atlas yörüngesinindir." diyorlardı. Buna karşılık
Tefsir
âlimleri ve hatta Kelâm bilginleri de bu görüşün kat'î olmadığını,
diğer
bir sebebin düşünülebileceğini söylüyorlardı. Ve hatta ilk önce
filozoflardan
Sabit b. Kurr e bir "çekim nazariyesi"ni bile açıklamıştı. Gerçekten
sonradan
"genel çekim nazariyesi" geliştirildi ve onun üzerine çok eski olan
"skut
(düşme) nazariyesi"nin te'yidiyle yeni ve mükemmel bir astronomi ilmi
kuruldu.
Fakat bu astronomi, eskisi gibi bütün âlemin tümünü kapsama davasından
vazgeçerek ciddi meşguliyet sınırını Güneş sistemi içine tahsis etti.
Şu
halde bunda bu sistem dışına çıkılarak yapılan düşünceler sırf
faraziyedir.
Genel çekim kanunu bugün adeta herkesçe bilinen bir gerçek halini almış
bir ilmî konu olmuştur. Ve gerçekten semalar (gökler)ın direksiz
durmalarını
açıklamak bakımından da Kur'ân'a ait beyanlara çok uygundur. Ve henüz
bu
konuda istikrâî (tüme varım) ve tecrübeye ait bir bozma örneği de
görülmemiştir.
Ancak "cazibe" kelimesi o kadar mücerred (soyut) ve o kadar mânevî
bir
kavram ifade ediyor ki, bunu bir "melek" kelimesiyle tasavvur etmek ve
bizzat ilâhî kudrete bağlamak daha ciddi ve daha hikmetli olurdu.
"Yedi
semâ"daki diğer düşünceye gelince: Dünyanın
üstünde bütün yıldızların süslediği maddî âlemin hepsi bir semadır.
Yedi
semanın birincisidir. Ve bunun ötesinde bundan başka altı sema daha
vardır.
Bunlar ruhanî ve akla uygun olarak düşünüldükleri zaman fezanın
cisimlere
uygunluğu gibi aralarında uyma ve uygunluk kavramı da h a açıktır. "Biz
dünya semasını yıldızların zinetiyle süsledik." (Saffât, 37/6) ifadesi
de bunda açıktır. Ve İslâm'da tefsir âlimlerinin en büyüklerinin
kanaatları
budur. Sonra mi'rac hadiselerinde de semaların böyle ruhanî mânâlarına
işaret vardır. Cen a b-ı Hak her an bunların çeşitli durumlarını
tesviye
etmektedir. Ve bu tesviye maddî şeylere bağlı değildir ve hiç şüphesiz
yeri yaratması üzerine de bunlara bir özel tesviye vermiş ve arz
üzerinde
yaratacağı insanların yaratılması ve sonra onların faydala n maları
için
meleklerine emirler vermiş, tesirler yaptırmış, âlemin fezasında
cereyan
eden yeni bir sünnet açmıştır. Şimdi bazıları burada diyebilir ki,
"acaip,
olayların cereyanı böyle ilmî midir? Bunları kör bir kuvvet, gelişi
güzel,
tesadüfe bağlı olara k gerektirivermiş değil midir? Bu kadar sonsuz
şeyler
ilme nasıl sığar? Ve insan yaratılmadan önce, onun yaratılacağı
bilinip,
hesap edilerek yer ve gök ona göre nasıl hazırlanır?" Buna cevap olarak
da buyuruluyor ki, siz bunları uzak görmeyin O Allah he r şeyi
bilendir,
ezelî ve ebedî olarak bilendir. Onda bütün ilimlerin ilmi vardır. Onun
ilmi olmasaydı ilim nereden çıkardı? Sebepler ve müsebbeb (sonuç)lar
birbirine
nasıl bağlı olurdu? Fen ilimleri nasıl kurulurdu? Yer ve gök hayata
önceden
hazırlanmış olmasaydı hayat nasıl ortaya çıkardı? İşte Allah böyle
bir
Allah'tır. Ve insanları böyle yüksek bir ilim ve kudretle, böyle geniş
bir rahmetle yer ve göğün bir ürünü, bir küçük nüshası ve belki büyük
nüshası
olarak yaratmıştır. Ve bütün saadetlerinin sebepl e rini de
hazırlamıştır.
Artık bu düşük, miskin hayattan silkininiz, bu devirleri, bu nimetleri
hatırlayınız. Ruhunuzun ne gibi yüksekliklere aday kılındığını
düşününüz.
Bu yerde ve göklerde araştırmalar yapınız, menfaatiniz için yaratılmış
ve hazırlanmış olan şeyleri bulunuz ve Allah yolunda bunlardan
faydalanarak
da diğer hayata, ahiret hayatına hazırlanınız. Siz bütün bu
mertebelerden
geçirilip Allah'a döndürüleceksiniz. Şu halde yükseliniz ve yükselmeye
azmediniz. Şimdi bunlara karşı Allah'a nasıl küfür v eya küfrân (inkâr)
edersiniz? Bu yükseklikleri, bu derinlikleri iyi düşününüz. Bundan
başka
asıl (kök) ve nesebinizi bilmek ve bu nimetlerle bir bina, bir döşek
içinde
yüksek kardeş hayatı yaşamak ve sizi aldatacak fikirlerden sakınmak
için
şunu ibret naz a riyle dinleyin ve ilme önem verin. Alîm (her şeyi
bilici)
olan Allah'a bakınız ne buyuruyor:
30-Burada
hitap yine önce Resul ullah'a yöneltilmiştir.
Demek kıssanın içyüzünü hakkıyla o anlayacak ve izinli olduğu kadar da
o anlatacaktır. Bununla beraber buna, her ferde ait genel hitap neşesi
de verilmiştir. Demek ki bunda açık bir genel istifade de vardır. Ve
her
ferdin bunu nefs i nde anlaması ve tatbik etmesi istenir. Bunda açık
olarak
Allah'ın yardımı, kaza ve kader, Allah katında Âdem'in kıymetinin
başlangıcı,
beşerî üremenin başlangıcı, din, ilim ve dilin başlangıcı, vazife ve
kardeşliğin
başlangıcı, sosyolojinin başlangıcı, hu k ukun başlangıcı vardır.
Beşerî
üremenin; ilk din, ilim ve dil devrinden itibar edilmesi ve son
beşeriyetin
bu başlangıca dayanmasının gereği ve insanlığın mahiyetinin tarifinde
bunların
zatî bir kıymeti bulunduğu, fakat günah ve isyanın, hasımlık ve düşma n
lığın zatî ve yaratılıştan olmayıp, geçici ve dış telkinlerin eseri
olduğu
anlatılıyor. Bu şekilde hıristiyanların "aslî günah" (peşe orijinal)
inançlarının
doğru olmadığını; şeytanın mahiyetinin, insana ait mahiyetten başka bir
şey olduğu ve bu ikisi ara s ında eski bir düşmanlık bulunduğu;
şeytanın
bu düşmanlıktan ayrılmayacağı, fakat insanlığın buna karşı kendine,
kendi
yaratılışına sahip olarak nefsini ve türünü muhafaza ve müdafaa
edebileceği
ve o zaman beşerî saadetin en yüksek sınırını bulacağı ve bu h ususta
tevbenin
kıymeti anlatılıyor. Beşerî üremenin başlangıcında terbiye kanununun
cereyanı,
yeryüzünde insanlık türünün ezelî ve eski olmayıp, sonradan ağır ağır
meydana
geldiği, yani bugünkü beşer türünün ezelî olmadığı ve bugünkü üreme
kanununun
başlangıçta mevcut olmayıp, yeryüzünün bir olgun devresinden sonra
bizzat
olağanüstü bir yaratma olayı ile başladığı ve şu halde tabiatın ezelî
olduğuna
dair görüşün doğru olmadığı ve gerçekte yeryüzünün ateş devrinde Pastör
nazariyesinin cereyan etmesine imka n olmayacağından, bugün kanun olan
üremenin başlangıçta olağanüstü bir olayla sonuçlanacağı ve Zooloji
ilminde
teselsül (zincirleme gitme)ün batıl olması ve yeryüzünün hâdis
(sonradan
olma) olması esasından dolayı, başlangıçta kabulü zorunlu görülen
tekevv
ü n bizatihi (kendi kendine olma) görünüşünün de ifadesini düzeltmesi
gerekeceği,
çünkü başlangıçta kanun üstü böyle bir olay zaruri ise de bunun kendi
kendine
olmayıp yaratma ve Allah'ın var etmesi eseri olduğu ve gerçekte böyle
olmazsa
ya ilim ve fenni kö k ünden yıkacak olan illet (neden)siz, sebepsiz
kendi
kendine olan bir hadise kabul edilmesi veya şimdiki üreme kanununun ve
bunun cereyan ettiği yer küresinin sonradan olma olmayıp, sonsuz
şekilde
ezelî ve ebedî olmalarının tercih edilmesi gerekeceği, halb u ki ilim
ve
fen nazarında arzın yaratılmışlığı ve sonradan oluşu kuvvetli deliller
ile zorunlu olarak sabit bulunduğu ve sonuç olarak yeni felsefelerin
ilim
ve ahlâk bakımından insan yaratılışındaki cereyanını isbata
çalıştıkları,
veraset kanununu (soya çe k imi)n az çok bir esası içerdiği ve fakat
bunun
da soya çekim şekliyle değil, hilâfet (sonra gelme) şekliyle
düşünülmesi
gerektiği, yani her intikal (babadan oğula geçme) de Allah Teâlâ'nın
bizzat
bir yaratma ve tesirinin gözetilmesi gerektiği ilim ehline h
atırlatılmış
bulunuyor.
Evvela
ilâhî
takdir ve Allah'ın yardımı hatırlatılarak
buyuruluyor ki, "Vav" harfi yine geçmiş söze atfedilmiştir. Ey
Muhammed,
ey Âdem oğlu, anılan nimetleri unutma ve o zamanı da unutma ki,
insanlar
yeryüzünde ortaya çıkmadan önce Rabb'ın ezelî iradesini açıklayarak ve
sonsuz kudretini göstererek meleklere: ben muhakkak yeryüzünde bir
halife
yapacağım, bir halife tayin edeceğim, demişti ki, meâli: Kendi
irademden,
kudret ve sıfatımdan ona bazı selahiyetler vereceğim, o ba n a
bağlanarak,
bana vekil olarak yarattıklarım üzerinde birtakım kullanma yetkilerine
sahip olacak, benim adıma hükümlerimi icra edecek ve yürütecek. O bu
hususta
asil olmayacak, kendi zatı ve şahsı adına asil olarak hükümleri icra
edecek
değil. Ancak beni m bir vekilim, bir kalfam olacak. İradesiyle benim
iradelerimi,
benim emirlerimi, benim kanunlarımı tatbik etmekle emredilmiş olacak,
sonra
onun arkasından gelenler ve ona halef olarak aynı görevi icra edecek
olanlar
bulunacak. "Sizi yeryüzünde halifeler yapan O'dur." (Fâtır, 35/39)
sırrı
belli olacak. Bu mânâ, Ashab-ı kiramdan ve Tâbiinden uzun uzadıya
nakledilegelen
tefsirlerin özeti ve sonucudur.
Burada
"yapacağım" demek, acaba "yaratacağım"
demek midir, değil midir? Bu tefsir yok değildir. fiili bir mef'ul
(tümleç)e
müteaddî (geçişli) olursa "halk = yaratmak" demek olur. Burada da "halk
= " dan daha genel ve daha mutlaktır. Ve ikisine de ihtimali vardır.
"Halk
= yaratma" meselesi ilerde "Ben çamurdan bir insan yaratacağım. Onu(n
şeklini)
düzeltip, ona ruhumdan üflediğim zaman, derhal ona secdeye kapanın."
(Sa'd,
38/71-72) âyetleriyle belirtilecektir ki, iş bu tebliği, takdirinden
sonra
görünüyor. Arada zatın takdiri ile sıfatın takdirinin farkı vardır.
Dilimizde
"kalfa" deyiminin doğ r usu olan halife kelimesi, (yani birinin
arkasından
makamına oturmak mânâsıyla ilgili olarak) mânâsınadır. Yani aslı "halîf
"dir. Ve sonundaki bitişik tâ (tâ-i merbûta) mübalağa içindir. Şu halde
isim olarak kullanılan galip sıfatlardandır ki, Fransız c a
"reprezantan"
kelimesi de bu mânânın temsilcisidir, çoğulu "halâif" ve "hulefâ"
gelir,
masdarı da "hilâfet"dir. "Hılâfet", "vekalet" gibi, "asalet"in karşıtı
olarak, başkasına vekil olmak, yani az veya çok onun yerini tutarak,
onu
temsil etmek demektir. Râğıb'ın "Müfredât"ında açıkladığı üzere bu
vekillik
de ya aslın kaybolmasından veya bir yardımdan veya aczinden, yahut da
bunların
hiçbiri olmadığı halde sırf asîlin vekiline bir şeref bahşederek
lütufta
bulunmasından doğar. Ve işte Cenab-ı Allah'ın yery ü zünde velilerini
halife
seçmesi bu kabildendir. Demek ki her vekilin, halifenin kıymet ve
şerefi,
asilin şerefi ve vekilliğin derecesine uygundur. Cenab-ı Allah da
"yeryüzünde
bir halife yapacağım" deyince, kendilerini bir danışma makamında gören
melekler, bir taraftan bundaki şerefi takdir ettiler, diğer taraftan da
yeryüzündeki bir yaratığa Allah tarafından böyle yüksek bir irade
yetkisi
verilmesinde bir şer ihtimalinden de korktular. "Yerde" deyince "Ben,
çamurdan
bir beşer yaratacağım." (Sa'd, 38/71) takdiri anlaşılıyordu. Acaba bu
selahiyeti
alan güzel kullanabilecek mi? Acaba bunu asalet zannederek kendi
çıkarına
hükümler icrasına kalkışırsa yeryüzüne fesat vermeyecek mi? Cenab-ı Hak
henüz bu noktaları ve o yetkinin derecesini ve gizli hikmetlerini
bildirmemiş
olduğu için melekler: orada (yani yeryüzünde) onu fesada verecek, onda
fesatlar çıkaracak ve kanlar dökecek bir kimse, bir âmil mi yapacaksın?
halbuki biz hep sana hamd ederek daima tesbih ediyoruz ve sana özel
takdisler
(kutsamalar)imizi s unarız. Veya senin için kendimizi daima temizler,
temiz
tutarız, dediler. Ve bu şekilde maksatları hâşâ itiraz olmayıp,
hikmetini
bir istifsar (açıklanmasını istemek) olduğunu bildirdiler. Bununla
beraber
hilafete, zımnen (üstü kapalı olarak) bir istek de ortaya attılar.
Tesbîh,
Allah
Teâlâ'yı tenzih etmek, yani
en kudsî zatını inanç, söz ve amel bakımından layık olmayan her türlü
kusurdan
arı ve uzak tutmaktır. Aslı, suda pek iyi yüzerek uzaklara gitmek demek
olan (sebh) masdarındandır ki "tef'îl" vezninden gelişi teksîr
(çoğaltma)
ifade eder. Allah'ı takdis de böyledir. Bu da esasında pek uzağa gitmek
demek olan (kuds)den alınmış olarak temizlemek, pek temiz tutmak
mânâsınadır.
Çünkü "tathir", pislikten çok uzaklaştırmaktır. Bununla beraber dem e k
olduğu gibi "nefislerimizi, senin rızan için, temizliyoruz" demek de
olabilir
ki, ikisiyle de rivayet gelmiş ve bunun için yukarda ikisine de işaret
edilmiştir.
MELÂİKE
VE
MELEK NEDİR?
Önce
dil
yönünü inceleyelim: Ebu Hayyân Endelûsî
gerek "Bahr-i Muhît" ismindeki büyük tefsirinde ve gerek
"en-Nehru'l-mâdd
mine'l-Bahr" ismindeki özet tefsirinde der ki: "Melek" aslî mim olarak
kuvvet demek olan "melk"den "feal" veznidir. "Feâile" ve "feâil"
vezninde
"melâike" ve "melâik" diye çoğul yapılması şâz ( k ural dışı)
yoluyladır.
Ebu Ubeyde bu fikre sahip olmuştur. Şu halde "melek" lügat bakımından
"kuvvetli",
"kuvvet sahibi" demektir. Lâm'ın esresiyle "melik" ve lâm'ın üstünüyle
"meleke" kelimelerinin mânâlarıyle ilgilidir. Fakat bu şekilde
"melâike",
kıyas a uygun olmayan çoğul olur. Halbuki arapçada kelimenin aslını
bulmak
için çoğul, esaslardan biridir. Bunun için diğer taraftan mim zâid olup
aslı "mel'ek"dir, deniliyor ki, İbnü Cerîr et-Taberî de
"Câmiu'l-Beyân"ında
şöyle izah eder: "Melâike", "mel'ek"in çoğuludur. Şu kadar ki, Arap'ta
tekilinin hemzesizi, hemzelisinden daha çok ve daha meşhurdur.
"Melâike"den
bir melek" derler. Hemzesini kaldırarak harekesini kendinden önceki
sakin
olacak olan lam'a naklederler ve çoğul yaptıkları zaman hemze ile
aslına
döndürerek "melâike" derler ki, bunun örnekleri çoktur. gibi. Bununla
beraber tekilin hemze ile geldiği de vardır. Nitekim şair şöyle
demiştir:
ki burada kelimesi demektir. Bazan tekilinde "me'lek" de denilir ki, bu
da yerine yerine denilmesi gibi kalb (bir harfin yerine diğer bir
harfi
getirmek)tir. Dilimizde bu gibi harf değişiminin misalleri çoktur.
Mesela
köprü, toprak, ekşi yerinde, körpü, torpak, eşki gibi. Fakat tekilinde
denildiği zaman çoğulunda da denilmesi gerekirdi. Halbuki böyle çoğul
yapıldığı
ezberimde değildir. Bazan "melâik" ve "melâike" diye çoğul yapılır.
"Mesmâ",
"mesâmî", "mesâmia" gibi. İş bu "melek" kelimesinin aslı "mef'al"
vezninde
risalet (elçilik) mânâsınadır ki (ona bir risalet gönderdi) diyecek
yerde
fiilinden gelir. "Me'lek" de aynı şekilde (ona gönderdim) mânâsına
fiilinden
mimli masdardır. Adiyy b. Zeydi'l-Imâdî: demiştir ki, diğer lügat ile
"me'leken
= " diye de şiir söylenmiş oluyor. Bu mânâda daha başka şahit
(delil)ler
de vardır. İşte "melâike"ye de bu "risalet" (elçilik) mânâsıyla
melâike
ismi verilmiştir. Çünkü melekler Allah'ın resulleri, elçileridir.
Peygamberlerine
ve gönderdiği kullarına gönderir. Yani "melek" mekan ismi olmak üzere
"risalet
yeri" veya mef'ûl mânâsıyle Resul (elçi), mürsel, risalet âmili, ilâhî
vasıtalar demektir. Dilcilerden, tefsircilerden bu türeyişi tercih
edenler
çoktur. Râğıb da "melâike" kelimesinde bunu tercih etmiş ve "melek"te
demiştir
ki, nahivciler "melek"i de "melâike"den türemiş ve mîm'ini zâid
yaptılar.
Halbuki bazı araştırıcılar bunun "mülk"den olduğunu söylemiş ve şöyle
açıklamıştır:
Meleklerin siyasetten bir şeyle görevli ve idareci olanına "lâm"ın
üstünü
ile "melek", beşerde olana da "lâm'ın esresiyle "melik" denilir. Şu
halde
her melek, melâikedir. Fakat her melâike, melek değildir. Melek,
"Andolsun
söküp çıkaranlara." (Naziât, 79/1), "İşleri taksim edenlere andolsun."
(Zariyât, 51/4), "İşi düzenleyenlere andolsun." (Naziât, 79/5), gibi
âyetlerde
işaret olunandır ki, "melekü'l-mevt" (ölüm meleği) bu cümledendir.
"Melekler
de onun (semanın) etrafındadır." (Hâkka, 69/17), "Bâbil'deki Hârût ve
Mârût
isimli iki meleği indirilen şeyleri öğretiyorlardı." (Bakara, 2/102),
"Üzerinize
vekil edilen ölüm meleği." (Secde, 32/11). Bir de der ki: Melâike,
teke
ve çoğula söylenir. Şu halde bu açıklamaya göre de melek kelimesi
kuvvet
ve tedbirden, melâike de risalet mânâsından alınmış oluyor. Ve aynı
zamanda
melâike, melekden daha genel ve onun cinsi oluyor. Şu halde her
ikisinde
bir kerre risalet mân âsı vardır.
Acaba
bu
risalet sadece emir tebliği midir?
Yoksa fiil tebliği midir? Yani yalnız ilmî ve kelâmî bir ruhî tebliğ mi
yapıyorlar, yoksa bilfiil ilâhî kudret ve yaratmanın da tebliğcisi
oluyorlar
mı? Kur'ân âyetlerinin delaletlerine göre her ikisinin de bulunduğunu
anlıyoruz.
Peygamberlere ve hatta yine meleklere ilâhî emirleri tebliğ eden
melekler
bulunduğu gibi cihad ve diğer hususlarda fiilen kuvvet ve yardım
getiren
melekler de bulunuyor. Ve bir de " er-Rûh" özel ismiyle bir özel melek
d e okuyoruz. Halbuki âlemde hiçbir olay olamaz ki, ona ilâhî kudretin
bir özel ilişkisi bulunmasın. Şu halde melekler topluluğu, ilâhî kudret
ve tekvin (yaratman)in vahdetten kesrete (tekden çoğa) dağılmasını ve
onun
özel çeşitlenmelerini ve belli olup or t aya çıkmalarını ifade eden
yapıcı
prensipler olarak düşünülmek gerekir. Ve kâinatta hiçbir şey, hiçbir
olay,
hiçbir fiil ve hareket düşünülemez ki böyle bir risalet ile vaki olmuş
olmasın. Bundan başka bir çeşit melekler daha vardır ki, bunlar
olayları
ya r atılmadan önce, emre ve kelâma ait durumları, diğer deyimle ruhî
durumları
düşünen varlıkların ruhî cereyanlarına ait ilâhî emirlerin ve
irşadların
özel görünümlerini ifade ederler. Bunlar daha önce idrak
elçileridirler.
Anlayışlı ve muhtar olan yapıcı pr e nsiplere, fiilden önce hayrın ve
ilâhî
hoşnutluğun durumunu gösterirler ve meleklere olduğu gibi beşere de
vekil
edilmişlerdir. Şeytanın meleklerle karşı karşıya olmaları da bu
yöndendir
ve çoğunlukla melekler yalnız bunlar sanılmıştır. Biz her olayı iki b
aşlangıç
ile düşünürüz ki, birisi yapıcı başlangıç, diğeri de kabul etmenin
başlangıcıdır.
Gördüklerimiz bu ikisinin müşterek değeridir. Asıl madde bu kabul etme
prensibinden ibarettir. Biz asıl maddeyi görmeyiz, gördüğümüz hep
yapıcılığın
eseridir. Görülen her fiil ve hareket, her iş ve olayda bizzat veya
dolaylı
bir yapıcı başlangıç tanırız. Şüphe yok ki, hareket ettiricisiz bir
hareket
yoktur ve madde kendi kendine etkisizdir. Bundaki her hareket ve sükun
dolaysız veya dolaylı yapıcı bir hareket ettiric i nin kudretinin
eseridir
ve her olay böyle bir etkin yapıcının görünmesidir. Biz eseri görür,
eseri
idrak ederiz. Halbuki aynı eserle gerçekte idrakimize görünen o etkili
yapıcının bir parıltısıdır. Madde onun altında bir akla uygunluktur.
Gördüklerini
madde zannedenler, onu kuvvet sayesinde gördüklerini bilmelidirler.
Buradan
filozofların kuvvet nazariyesine atlıyacak olursak, bütün kuvvet ve
kudretin
Hak Teâlâ'da birleştiğini ve ilâhî kudretin ilk meydana çıkma vasıtası
ve görüntüsü, meleklerin elçiliği d e mek olduğunu hatırlatmak kolay
olur.
Fakat bunların yanında idrak etme kuvvetleri de vardır ki, onlar da
olayları
olmadan önce anlatan ilâhî lütfun tebliğcisidirler ve şu halde meleksiz
bir olay düşüncesi mümkün değildir. Meleksiz bir damla yağmur bile
düşmez.
Şu kadar ki, insana özgü irade ile ilgili gelecekteki kuvvetler şer ve
fesat sebebi gibi aldatmacılık yapan ruhlar ve şeytanî kuvvetler de
-yukarda
açıklandığı üzere- bu meleklere karşıdırlar.
Bu
açıklamayı
yaptıktan sonra meleklerin mahiyet
ve çeşitleri hakkındaki görüşleri de kısaca anlatmak faydalı olacaktır.
Meselenin konusu şudur: Meleklerin bizzat var olan zatlar
olduklarından,
diğer deyişle cevher cinsinden olduklarında, akıllı olanların ittifakı
vardır. Fakat bunlar mütehayyiz (yer tutan) midirler, mücerred (soyut)
midirler? Bunda fikir ayrılığı ediliyor.
1-
Mütehayyiz
(belli bir yer tutan)lerdir:
Melekler, birtakım esire ait latif cisimlerdir ki, çeşitli şekiller ile
oluşmaya güçleri yeter. Bu görüş kelâmcıların çoğunluğunun görüşüdür.
Çünkü
diyorlar peygamberler bunları şekilleriyle görmüştür, şekiller ise
cismanîdirler,
boyutları vardır. Bir de maddesiz soyut kuvvet (kuvvet-i mücerrede)
düşüncesi,
bizzat ilâhî kudreti düşünme demektir. Allah'tan başka bizzat mücerred
yoktur. Madde tasavvurdan silindiği zaman, tasavvur olunan halis kuvvet
ve kudret, ilâhî kudretin kendinden ibaret kalır. Henüz hiçbir
teşekkülü
olmayan atomlar halindeki halis madde ise mümkün ve sırf
hareketsizliktir.
Onda hiçbir yapıcılık ve kuvvet yoktur. Bunlara y a pıcılık demek olan
kuvvet verildiği zaman belli bir şekli olan bağlantılı esire ait bir
cisim
olurlar. Denilebilir ki, özel şekil bunların hakikatleri değil,
maddedeki
görünümleridir. Şu halde kendileri madde ötesidir. Buna şu cevap
verilir
ki, melekler v e resul deyimi de bu itibarladır. Yoksa madde ötesinde
bunlar
aynen ilâhî kudrete dönerler. Bu görüş asrımızda Fizik bilginlerinin,
esirsiz
kuvvet düşünmemelerine benzer.
2-
Filozofların ve özellikle İslâm filozoflarının
görüşleridir ki, melekler ne mütehayyiz (belli bir yer tutan)lerdir, ne
de cisimlerdir. Bunlar beşere ait düşünen nefisler, yani insana has ruh
gibi soyut cevherlerdir. Fakat mahiyetçe bunlardan başkadırlar.
Kuvvetçe
daha mükemmel ve bilgileri daha çoktur. Aralarındaki ilgi, güneş ile
ışığının
ilgisi gibidir. Ve bunlar iki kısımdırlar. Bir kısmı Hakk'ın ilmine
garkolmuş
ve başkasıyle meşgul olmaktan uzaktırlar. "Gece gündüz tesbih ederler,
hiç ara vermezler." (Enbiya, 21/20). Bir kısmı da kaza ve kader
kaleminin
cereyanına göre gökte n yeryüzüne kadar işleri idare ederler ki, bunlar
da "İşi düzenleyenlere andolsun." (Nâziat, 79/5) âyeti ile
anılanlardır.
Ve bunların göğe ve yere ait olanları vardır. Öncekiler de bunların
ruhları
durumundadırlar.
Hıristiyanlardan
bir grubun da, "melekler,
bedenlerinden ayrılmış beşere ait faziletli ruhlar" diye anladıkları
tefsirlerimizde
ve kelâm kitaplarımızda anılıyor. Zamanımızda İslâm dışı felsefelerin
maddeyi
kuvvete, kuvveti ruha döndüren görüşleri de, esasında filozofların
zikri
geçen soyut cevherler kavramıdır.
Soyutları,
itibarî işler sayanlar da kelâmcıların
mezhebine döndürülebilirler.
Yukarıda
açıklanan seçkin görüş üzere bütün
maddî kâinat bir sema olduğuna ve bunlardan başka gökler bulunduğuna
göre,
meleklerin hakikati ve bunların makamlarının ne kadar yüksekliklere ve
derinliklere varacağını tasavvur etmelidir. Bunların çokluğunu anlatmak
için Peygamber (s.a.v.) Efendimizin şöyle buyurduğu nakl olunmaktadır:
"Gök gıcırdamaktadır. Ve gıcırdamak hakkıdır. Onda bir ayak yeri yoktu
r ki, bunda secde eden veya rükû' yapan bir melek bulunmasın." Bu
konuda
temsilî olarak şöyle bir artan oran da rivayet olunmuştur. "Âdemoğlu
cinlerin
onda biri; bunlar yeryüzü hayvanlarının onda biri; hepsi kuşların onda
biri; bunların toplamı deniz hay v anlarının onda biri ve bütün bunlar
yeryüzünde görevli olan meleklerin onda biri kadardır. Sonra dünya
göğünün
melekleri bütün bunlardan o oranda çok fazla ve bütün bunlardan ikinci
gök melekleri de o oranda çok, yedinci göğe kadar artarak hep böyle,
sonr
a bunların bütün toplamı Kürsîye ait meleklere göre az bir şey, sonra
hepsinin
toplam adedi altıyüz bine ulaşan Arş perdelerinden birinin meleklerine
göre onda bir kalmaz. Ve bunlardan bir perdenin, yani bir büyük
perdenin
uzunluk ve yüksekliğine göre gökl e r, yeryüzü ve içindekiler ve
araları
bir özel değer teşkil etmezler ve bunun her karışında bir secde veya
rükû
eden veya ayakta duran melek vardır ki, onu tesbih ve takdir eder.
Sonra
bunların toplamı Arş etrafında dönen meleklere karşı denizden bir damla
kalır. Sonra İsrafil aleyhisselâmın yardımcıları olan Levh melekleri ve
Cibrîl aleyhisselâmın askerleri olan melekler sayısızdır. Cinslerini,
ömürlerinin
müddetini, ibadetlerinin nasıl olduğunu ancak Allah bilir." "Rabbin
ordularını
ancak kendisi bilir." (Müddessir, 47/31). Yine Peygamber (s.a.v.)
Efendimizden
şöyle rivayet olunmuştur ki: "(Peygamberimiz) göğe yükseldikleri
(miraca
çıktıkları) zaman kale burçları gibi bir yerde bir kısım melekler
görmüştü.
Bunlar birbirlerinin yüzüne doğru karşılıklı ol a rak yürüyüp
gidiyorlardı.
"Bunlar nereye gidiyorlar." diye Resulullah Cebrail'e sordu. Cebrail:
"Bilmiyorum.
Ancak yaratıldığımdan beri ben bunları görürüm ve önce gördüğümün bir
tanesini
bir daha görmem." dedi. Onlardan birine, ikisi birden: "Sen ne zaman
yaratıldın?"
diye sordular. O da: "Bilmiyorum, ancak Cenab-ı Allah her dörtyüz bin
senede
bir yıldız yaratır. Ben yaratıldığımdan beri de dört yüz bin yıldız
yarattı."
diye cevap verdi." Meleklerin çokluğunu ve Allah'ın kudretinin geniş
tecellilerini
anlamalı..
"
Sanatı
karşısında akılların hayrete düştüğü
Allah'ı tenzih ve tesbih ederiz. Kudreti karşısında en güçlü kimselerin
aciz kaldığı Allah'ı tesbih ederiz."
Şüphe
yok ki,
bu aydınlatmalar asrımızdaki
Astronomi ilmi fikrinden de çok yüksektir ve bunların hepsini esire
mensup
hafif cisimler ile sınırlamak da pek uygun olmasa gerektir. Onlar sonuç
olarak yeryüzüne ait melekler ve dünya semasının meleklerini
açıklayabilir.
Meğer ki dünya göğünün dar mânâsıyle tefsirinde ısrar edilsin. Bu i se
kelâmcıların seçtiği fikir değildir. Bu âyette zikredilen melekler
hakkında
da küçük bir ihtilaf vardır. "Bundan maksat yeryüzü melekleridir."
diyenler
olmuştur ki, bu da Dahhâk'ın, İbnü Abbas (r.a.)'dan bir rivayetine
dayanmaktadır.
Fakat Sahabe ve Tâbiînin çoğu, lafzın genelliğine ve bunu tahsis eden
birşey bulunmadığına dayanarak bütün melekler olduğunu söylemişlerdir.
İşte bütün
melekler yeryüzünde hilafetle ilgili
böyle bir ezelî takdirin kendilerine tebliği üzerine ilâhî hitab
karşısında
"orada bozgunculuk yapacak, kan dökecek birisini mi yaratacaksın? Oysa
biz seni överek tesbih ediyor ve seni takdis ediyoruz" diye maruzat
(sunuş)ta
bulundular. Cevap olarak Rabbın: "Şüphesiz ben sizin
bilemiyeceklerinizi
bilirim." buyurdu. Şüphe yok ki mut l ak bir şekilde düşünüldüğü zaman
bunun böyle olduğunu ve ilâhî ilmin kendilerinden çok fazla ve yüksek
olduğunu
melekler bilirlerdi. Öyle iken inkâr makamında te'kit ifade eden ile
kuvvetlendirerek
Cenab-ı Allah'ın bunu tekrar hatırlatması gösterir ki il â hî istek, bu
genellik içinde bir özeli, yani istihlâf (birini yerine geçirme)
meselesini,
hedef almaktadır ki, meleklere gizli kalan ve şer ihtimali karşısında
şaşma
ve uzak görme ve özellik arzetme ile söz söylemelerine sebep olan da bu
idi. Şu halde mân â nın sevki, "Hilafetin hikmet ve sebepleri ve ona
layık
olma meselesi hakkında bilmediğiniz yönler var. Ben sizin bilmediğiniz
bir çok şeyleri bildiğim gibi, bunu da bilirim." demek olur. Ve bununla
cevabın soruya her yönden uygun olması için, bu bapta yalnız meleğe has
hasletlerin yetersizliğine ve talebin caiz olmadığına da -dolayısıyle-
işaret buyurulmuştur. Burada hikmetine de tenbih vardır.
31-Cenab-ı
Allah onlara bu cevabı verdi bir
taraftan da Âdem'e bütün o isimleri öğretti. Ya o isimleri Allah kendi
koyup Âdem'in ruhuna nakş ve ilham etti veya Âdem'e bunları
gerektiğinde
koyup kullanacak bir özel yeteneği haiz bir ruh üflemeyi takdir etti
ki,
önceki zahir (açık), ikincisi muhtemeldir. Talim ile (yani öğretmek
ile)
bildirmek herkesin bildiği şeydir. Bundan Hz. Âdem'in dilin esası olan
isimleri birdenbire bir anlatma ile bilmiş olmayıp, terbiyenin sırrı
hükmünce
bir yetenek ile az çok bir tedriç (azar azar ilerleme) içinde
belleyeceği
anlaşılır. Ve burada, bu öğretimin geçmişinin takdiri ve bizzat Âdem'in
kendine özgü sıfatı açıklanıyor ki, bu sıfat beşer türünün mahiyet ve
ilk
fıtratı demektir. Zira Âdem bu türün ilk ferdidir ve türe ait
duyguların
aslı ondan miras kalmıştır.
Bu
isimler
nedir? Ve istiğrak (genelleştirme)ın
kapsamı ne kadardır? Yani bütün eşyanın isimleri midir? Yoksa birtakım
bilinen isimlerin toplamı mıdır? İlmî tabiriyle deki "elif lâm"
istiğrak
için midir? Yoksa "Allah'ın öğretmesini murat ettiği isimler" mânâsına
ahd-i hâricî olup bunun te'kidi midir? Bu noktada selef
tefsircilerinden
birkaç görüş vardır:
1-
Bu
isimler, insanların tanışmalarına, anlaşmasına
sebep olan bütün isimlerdir. İnsan, hayvan, yer, deniz, dağ, eşek ve
diğerleri
hepsi (İbn Abbas'dan Dahhâk); karga, güvercin ve herşeyin ismi
(Mücahid);
her şeyin ismi, deve, inek, koyuna varıncaya kadar (Said b. Cübeyr);
her
şeyin ismi, hatta şu, bu abdestsizlik bile (İbnü Abbas'dan Said b.
Ma'bed);
her sınıf halkın ismi ve cinsine çevrilmesi, şu dağ, bu deniz, şu
şöyle,
diye her şeyin ismi (Katâde). Bunl a rın özeti, bütün dillerin aslı
olan
dilin hepsi oluyor. Ve "elif lâm" genelleştirmeye hamlediliyor. Bundan
kıyamete kadar olmuş, olacak bütün şeylerin isimleri mânâsını
anlayanlar
da olmuştur.
2-
Meleklerin
isimleri (Rabi' ve daha diğerleri)
3-
Z
ürriyetinin isimleri (İbnü Zeyd'den,
İbn Vehb'den Yunus b. Abdi'l-Alâ ve diğerleri). Bu iki şekilde de "elif
lâm" ahd içindir ve bunun karinesi gelecek olan deki zamir
gösterilmiştir.
Çünkü tağlib muhtemel olmakla beraber zamirinin akıl sahipleri için
olduğu
açıktır. Ve bu karineye göre bazı tefsirciler hem meleklerin isimlerini
ve hem nesillerin ismini kapsamasını (yani ikinci ve üçüncü görüşü)
toplamışlardır.
Bu isimleri, Allah'ın isimleri diye telakkî etmeye bu zamir engeldir.
4-
Esmâ
(isimler)d an murad dil değil, eşyanın
duyguları, diğer deyimle o duygulardan oluşan ilmî suret (biçim)lerdir,
diye de tefsir edilmiştir. Fakat bunun ilimden çok kelâm, hiç olmazsa
kelâm-ı
nefsî (zata mahsus kelâm) olan zihin olması gerekir. Her ne olursa
olsun
bura d a kat'î (kesin) olan nokta, Hz. Âdem'e -az veya çok- lisan
öğretilmiş
ve onun ilim ve kelâm sıfatlarına mazhar kılınmış olması, kelam ve dil
meselesinin hilafet işinde önemli yerinin bulunmasıdır.
Lisan
hususunda bütün Âdem oğullarının zamanımıza
kadar vaki olan tenevvü (çeşitlenme) ve ilerlemelerinin hepsi, esas
itibariyle,
Hz. Âdem'in yaratılış bakımından şereflendirildiği bu isimleri öğrenme
özelliğine borçludur. İlim ve mantık özelliği, bu şekilde, insan
türünün
aslî yaratılışında kendisinde dahil bulu n muş ve bundan önce insanlığa
ait hakikat ve tam mânâsıyle Âdem'e özgü ruh tamam olmamış olur. Bu
şekilde
kelâmla ilgili kuvvet, insana mahsus ruhun mahiyetinden bir kısım
teşkil
etmiştir. Cenab-ı Hak, bu gücü Âdem'in ruhuna şahsî olarak bahşetmiş ve
nefh ( ruha üflemen)in tamamından sonra da, Âdem bilfiil lisan
şerefiyle
şereflenmiş olarak, gereğine göre, isimleri konuşmuştur. Şu halde
Âdem'den
önceki yaratıklar, her ne türden olursa olsunlar, lisandan mahrumdular
ve bundan dolayı insan değildiler. İnsanlık hilafeti Âdemoğlu ile
beraber
bulunur. Günahı, insanın zâtisi (kendisi) sayıp da, ilim sıfatını,
kelâm
sıfatını arazî (gelip geçici) saymak isteyenler insanı bilememişlerdir.
Bundan da şu sonuca geliriz ki, bu öğretim, ruha üflenmeden önce yalnız
Âdem'in r uhunda idiyse, ona kelâma ait kuvvetin, isim koyma
kabiliyetinin
verilmiş olduğunu ifade eder. Ve bu şekilde isimlerin bizzat koyucusu,
Allah'ın verdiği kudretle, peyderpey Adem olmuş olur. Ve eğer -zahir
vechile
(görünüşe göre)- ruhun üfürülmesi ile ber a ber veya sonra ise isimleri
koyan Allah Teâlâ'dır. Ve Âdem'e ilham veya kesin ilim ile peyderpey
öğretmiştir.
Öncekinde kıyamete kadar bütün dillerin isimlerini içeren bir hakikî
istiğrak
(genelleme) olur. İkincide ilk konuşulan bütün isimlere tahsis ed i len
ahd-i hâricî olur. Tefsir bilginlerince öğretim böyle iki şekilde
te'vil
edilmiştir. Ve ilm-i usûl (Fıkıh Usûlün)de, buna bağlı olarak vaz-ı
lügat
(dil meydana getirme) meselesindeki anlaşmazlık hasıl olmuştur. Açık
olan,
her halde bizzat öğretme ve o öğretmenin takdiridir. Yani lisan,
Âdem'in
hilafetinin eseri değil, hilafetinin sebebidir.
İşte
Allah
Teâlâ Âdem'e böyle isimleri öğretti.
Öğretimden bir müddet sonra da bu isimlerin müsemmalarını (yani delalet
ettikleri zatları) meleklere arzetti. Buradaki zamirinde bir dil
inceliği
vardır ki, lisanımızda bulunmaz. denilmeyip, buyurulması, arzolunan
şeylerin
akıl sahibi olduğunu açıkça göstermektedir. Ve isimleri şarta bağlatan
karine de budur. Bu zamirin meleklere dönmesi ve o isimlerin melek l
erin
isimleri olması da, bunların meleklere arzı ile uygun olmuyor. Şu halde
en açık mânâ, ad verilmiş olanların Hz. Âdem'den sonra gelecek olan
nesilleri
olmasıdır. Geçmişte anılan isimler de bunların isimleri (yani insan
isimleri)
demek olur. Bununla beraber bütün isimlerin öğretilip de, yalnız
bunların
arz edilmiş olması da ihtimal dahilindedir. Fakat her iki halde böyle
olmak
için nesillerin yaratılmış olması gerekir. Halbuki âyette henüz Hz.
Havva'nın
bile yaratıldığına işaret yoktur. Ve kıssanın siyakı (gelişi) da buna
muhalif
görülmektedir. Bu müşkil (problem), bilinen bir hadis ile açıklanıyor
ki
bunlar meleklere, küçük karıncalar, mikroplar misalinde
arzedilmişlerdir.
"nesil veya küçük karıncanın misalleri"(1) ki zürriyyet (nesil)
kelimesi
bundan türemiştir. Bu hadis bunların o zaman Âdem'de henüz tohum
halinde
(yani gelecekte bütün Âdem oğullarını temsil eden ilk meniye ait
tohumcuklar
şeklinde) bulunduklarını anlatır. Eğer burada bu olayların yoğun
cisimler
âleminde olmayıp, Hz. Âdem'in ruhunun t akdiri veya ruhunun esiri
yumuşak
bir cisim kazanması halinde olduğunu tasavvur edebilirsek, o esirle
ilgili
cismin parçalarında kıyamete kadar gelecek Âdem oğlunun birbirine bağlı
temessülleri (bir şekil veya surete girmeleri) veya ruhundaki
nesillerin
m a nevi suretleri o isimlerin meleklere arz olunan mânâları olarak
düşünülebilir.
Ve böyle olmasına olayın yeryüzüne inmeden önce olması karine demektir.
Bu şekilde meleklere arz, hissî arz değil, ilmî ve hakiki arz olur.
Gerçekten
isimlerin asıl medlûlleri, eşyanın ilmî suretleridir. Kelimelerin
mevzuu
lehi (konusu) asıl bunlardır. Demek Âdem'e önce eşyaya ve bilhassa
nesilleriyle
ilgili ilim verilmiş ve bundan başka bu bilgilere ait isim ve dile ait
suretler de öğretilmiştir. Meleklerde olmayan da budur. Bunlar takdir
edilmiş ve yere inişten sonra da Hz. Âdem bunların yapılışlarını yerde
görmüştür. Burada fiilî olarak ilmin fıtrî (doğuştan) veya sonradan
olma
meselesi vardır ki, başka yerlerde açıklaması gelecektir.
Rabbın
meleklere bunları arzetti ve gösterdi
de Haydi siz işaretle ifade etmek istediğiniz hilafet yeteneğinizi
göstermekte
sadık (yani musîb = isabetli) iseniz işte bunların isimlerini bana
güzelce
haber veriniz, buyurdu. Bu zatları, sade kendileriyle değil,
isimleriyle
de tanıtabilecekler i ni sorarak önce melekleri, aczlerini ortaya
çıkarmak
ve isbat etmek için, imtihan etti. Ve bununla şunu da anlatmış oldu ki
tasarruf, tedbir, adaletli olma, bunların ilgilendikleri şeyleri,
yeteneklerinin
mertebelerini ve hukukun miktar ve derecelerini bilmeye ve bundan
başka
bir de bizzat huzura getirmeye muhtaç olmaksızın gıyaplarında da
isimleriyle
anlatabilmeye bağlıdır. Ve bu hususta ilim sıfatından daha fazla bir
özellik
ve meziyet ifade eden kelâm sıfatının, dile ait kuvvetin, diğer deyimle
hakikate uygun konuşma veya düşünmenin şahsî bir kıymet ve önemi
vardır.
Bu olmadan hükümleri yerine getirmek mümkün değildir.
32-Bu
imtihana karşı melekler: "Sübhaneke, en yüksek tesbih ve tenzih sana ya
Rab!... Senin bize bildirdiğinden başka bizim hiçbir ilmimiz yoktur.
Her şeyi bilen ve daima bilen âlim ve her yaptığında hakîm (hikmet
sahibi) hakikaten sensin ve ancak sensin." dediler ve böyle aczlerini
ortaya koydular, tesbih (Allah'ın yüce ve münezzeh olduğunu ifade)
ettiler.
SÜBHÂN,
tesbîhin bir özel ismidir. "Sübhâneke" de çoğunlukla tevbe başlangıcı
olur. Şimdi burada şu sorular akla gelir: Melekler hiçbir isim
bilmiyorlarsa, o zaman kelâm sıfatından tamamen mahrum bulunuyorlardı,
demek olur. O halde bu sözleri nasıl söylüyorlar ve ilâhî kelâma nasıl
muhatap oluyorlardı? Yok eğer bunlar tamamen mahrum değiller de henüz
gösterilen yeni şeylerin isimlerini bilmiyorlar idiyse, o zaman
naibliğe mutlak yeteneksizlikleri nasıl sabit olur? Gerçekte esma
(isimler)dan maksat birinci rivayet vechile bütün isimler ise,
meleklerin bütün isimlerden mahrum bulunacakları cihetle, bizzat kelâm
sıfatları olmadığı ve ancak ilim sıfatından bir hisseleri bulunduğu
anlaşılır. Ve eğer nesilin isimleri ise, diğer isimleri men'
etmeyeceğinden kelam sıfatına engel olmaz v e bu şekilde meleklerin
liyâkatsizliğini isbat etmek istenmeyip, başka bir hikmetin meydana
çıkarılması istenir. Lakin her iki takdirde melekler ile olan ilâhî
hitaplaşma (konuşma) kelâm sıfatına dönmeyip, mânâsı büsbütün başka
olmak ve ilim sıfatı ile te ' vil edilmek zahirin (açık metnin)
gereğidir. Önceki umum (genel) takdirinde bu zorunludur. Husus (özel)
takdirinde ise liyakat (yetenek) hikmeti hasebiyle açıktır. Şu halde
melekler isimleri, kelâmı Âdem'in haber vermesiyle öğreneceklerdir.
Burada Kelâm i l minin güç bir meselesine gelmiş oluyoruz. Şu kadar
söyleyelim ki, asıl ilim hakikatin bizzat bir görünümü ve bir özel
inkişafıdır. Kelâm da ilmin bir tecellisi, hem de bir dal, bir alâmet
ile naib (vekil) olmak suretiyle tecellisidir. İlmin aslında hakika t
in bizzat bir vechi vardır. İsimde, kelâmda ise o vechin ancak bir
vekili vardır. Çünkü ismin asıl mânâsı bir şeyi zihne yükseltmek için
alâmet ve delil olan şey demektir ve ıstılâhî (terim) mânâsı bundan
alınmıştır. Şu halde isim kendisi de bir şey olma k la beraber,
isimliği diğer bir şeye vekil ve alâmet olması bakımındandır. Ve Allah
daha iyi bilir, bu hikmetten dolayıdır ki, hilafete liyakat,
isimlerdeki ve kelâmdaki bu vekalet mânâsı ile uygun olmuştur ve Allah
bunu başlangıçta Âdem'e ihsan etmiştir. V e işte beşerî ilimler,
vekilliği olan bu kelâma ait şekillerin araya girmesiyle ilgili
olduğundan dolayıdır ki, gölgeli tasavvurlar ile doludur. Ve keşfe ait
ilim ile, isme ve fikre ait ilmin büyük farkları bundandır. Demek ki,
Cenab-ı Allah ile melekleri n önceki konuşmaları hiçbir isim ve
vekalete ait suretler karışmayan ve bizzat hakikat vechi üzerinde vaki
olan bir ilmî cereyandır. Ve meleklerin konuşmaları, tesbihleri, takdis
(kutsama)leri, bizzat olan bir ilmî aydınlatma demektir ki bununla,
asıl kelâm sıfatının vekalete ait olan cereyan tarzındaki fark,
açıktır. Şu halde meleklerin bilmedikleri ve bildiklerinde eksikleri
bulunabilirse de hataları ve cehl-i mürekkeb (bilmediğini bilmedik)leri
olmaz. Ve bunun için denilmiştir ki, melekler ancak nass (dinî delil)
ile amel ederler. Beşer ise istinbat ve kıyas kuvvetine, gücüne
sahiptir. Yukardaki ifadelerinde de açıktan yetenek iddiasında
bulunmamışlar ve yeni anladıkları meseleyi eksik olarak görebilmişler
ve vekaletin hakikatini bilmemekle beraber, söyl e diklerinde de
hakikatın bir cihetini söylemişlerdir. Beşeriyetin hata ve bilmediğini
bilmeme kabiliyeti de kendilerindeki kelâm sıfatı ve bundaki vekalet
değeri ile ilgilidir. Şeytan bunları bu yönden aldatabilir. Gerçi
kelâm, esas itibariyle hakkı ve doğruyu bilme konusudur ve onun
vekilidir. Ve bu vekilin temsil ve delaletinde de ciddiyet vardır,
fakat kelâmın kendisi olmayan bir tesir ile yalan söylenir. Sonra
kelam, ilmin aynı ve hakkın aynı diye alınır da kelam ve vekalete ait
suretler ile, karışmış olan fikre ve tasavvura ait suretler bizzat hak
ilim yerine konulur. Ve hasılı bilerek söylenilmez, bilerek anlaşılmaz
ve hepsinin ötesinde hak istenmez ve araştırılmaz; vekaletin tabiatı,
bir asalet kabul edilir. Ve o zaman insanlığın bütün şer ve fesadı b a
şlar. Halbuki Cenab-ı Hak, Adem'in fıtratını, kendi sıfatından hem ilim
ve hem kelâm sıfatlarına mazhar kılmış ve kendine isimleri öğrettikten
sonra meleklerin karşısında yeteneğini isbat için bir de imtihan
yapmıştır.
33-Melekler
aczleri
(güçsüzlükl eri)ni itiraf, ilim ve hikmeti teslim edince Rabbın: "Ey
Âdem, bunlara şunların isimlerini güzelce haber ver." dedi. Ve
halifenin kim olacağına da bu hitap ile işaret etti.
"Âdem"
isminin "üdme"den veya "edîmü'l-ard"dan türemiş (ef'alü) vezninden
Arapça bir kelime olduğu rivayet olunuyorsa da A'cemî (yani Arapça
olmayan) ve (fâalü) vezninde olması tercih edilir. Zemahşerî, Beydavî,
Ebu's-Suûd ve diğerleri gibi muhakkikîn (tahkikciler)in tercihi budur.
İmam Şa'bî bunun "azer" ve "a'zer" gibi İbra n î dilinden olduğunu
ileri sürmüş, Süryanice'de de "Adem"in "toprak" demek olduğunu
söylemiştir. Bazıları da bunun aslı "hâtam" vezninde Süryanice olduğuna
ileri sürmüştür ki, bu şekilde dilimizdeki "adam" telaffuzu asla daha
uygun olmuş olur. Arapça ise ö zel isimlik ve fiil vezninde olduğundan
dolayı; Arapça olmadığına göre de özel isimlik ve ucme (aslı Arapça
olmayan) kelimelerden olduğundan dolayı gayr-i münsarif (cer ve tenvini
kabul etmeyen)dir. Ve her iki takdirde bir cins ismi olmayıp, özel isim
oldu ğu muhakkaktır. Âdem beşer, insan gibi cins ismi yerinde
kullanılacak olursa çoğulu "avadim" gelir ve o zaman çoğulu gayr-i
munsarif olursa da, müfred (tekil)i munsarif (cer ve tenvini kabul
eden) olmak ve "raeytü âdemen" demek gerekir ki, "âdemiyen" " (ferden
min benî âdem = ) demektir. Ve doğrusu hariçte her cins ismi
başlangıçta bir özel ismin genellemesidir. Ve vahid (tek), çoğa
-tabiatiyle- mukaddem (öncelikli)dir. Her halde Arapça'dan başka İbranî
ve Süryanî'de bu ismin çeşitli lehçelerinin bulun d uğu anlaşılıyor.
Sâbiede isminin bile Arapça olmayarak, bu isim ile bir ilgisi
görünüyor. Bununla beraber Ebu'l-Beşer (beşerin babasın)in çeşitli
dillerde başka başka isimlerle yad olunduğu da nakl ediliyor.
Şehristânî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"de açıkla m asına göre Mecûsîlerden
Küyumseriye grubu "Keyumers, Âdem'dir" derler. Ve Keyumers'in Âdem
olduğu Hint ve Acem tarihlerinde de görülmüştür. Fakat diğer tarihçiler
buna karşı çıkmışlardır. İbnü Esir de "Kâ-mil"inde "mecusun Ceyumers
dediği Hz. Âdem'dir." d i ye zikreder. En açığı, Adem isminin beşerin
ilk lisanına ait bir kelime olmak üzere ele alınması gerekecektir.
İşte
Cenab-ı Allah meleklerden sonra Âdem'i de bu emir ile imtihan etti ve
Âdem onları isimleriyle tafsilatıyla anlattı. bunun üzerine Âdem o
arzolunan şeyleri isimleriyle onlara haber verince: Rabbın meleklere:
"Ben size her halde ben semaların ve arzın gaybını bilirim demedim mi?
Ve siz ne açıklıyor ve ne gizliyor idiyseniz onu da bilirim." buyurdu.
Ve bununla önceki "ben sizin bilmed i klerinizi bilirim" yüksek sözünün
mânâsını genişletti ve açıkladı. Bundan anlaşılır ki icmâl (kısaltmak)
hakikatte tafsilin aynıdır. Şu da anlaşılır ki, meleklere olan kelamın
hakikati ancak mânâdan ibarettir. Lafza ve isme ait suretler değildir,
yoksa ic m ali söyleyen tafsîli söylemiş olmazdı. Yukarda
hatırlattığımız üzere bu tafsîlin mâsîka lehi (sevkolunduğu şey) de
genel değil özel, yani bu meyanda bilhassa Âdem aleyhisselâmda tahakkuk
eden hilafetin sebeplerini açıklamak, hikmet ve kudreti ortaya çıkar m
aktır ki; "İşte sizin başlangıçta anlayamadığınız hikmetin sırrı ve
liyakatin sebepleri budur." demek olur. Cenab-ı Allah bütün ilâhî
sanatını böyle sebeplere ve gizli hikmetlere bağlamıştır. Fakat ona
karşı hiçbir sebep ile yetenek ve hak etme davasına kalkmakta da hak
yoktur. Çünkü o bir şey murad ederse böyle yeni sebepler yaratır ve
neticesini de o suretle ihsan eder. Müsebbibü'l-esbâb (sebepleri
yaratan)a sebeb ile hak iddiasına kalkışmak mânâsız olur. Aslî ve
hakiki sebep ancak onun iradesidir, hikmet de onun gereğidir. Görülüyor
ki Cenab-ı Allah Âdem'i halife olmak üzere yaratmış ve durumu
meleklerine istişare eder gibi kısaca tebliğ etmiş ve malum cevap
üzerine onu isimleri öğretmekle terbiye etmiş ve sonra melekler ile
beraber imtihandan geçirip, m e leklere güçsüzlüklerini açıklatmış ve
ona bilfiil ehliyetini isbat ettirmiş ve meleklerin devamlı tesbih ve
takdis göreviyle meşgul olması, bu yeni makama liyakatleri için yeterli
sebep olmadığını da göstermiş ve nihayet onları Adem'e boyun eğdirmek
için hazırlamıştır.
Hasılı
bu kıssada ilâhî rububiyetin tecelli tarzı büyük bir açıklık ve pek
ince bir üslub ile anlatılarak insanın aslî fıtratında dürülmüş olan
enfüsî (subjektif) ilâhî nimetler hatırlatılmış ve bununla ilâhî
rububiyete bilgi temin edildikten sonra gıyabtan mütekellim (konuşan)e
iltifat (dönme) yoluyla sonrası da ayrıca bir hatırlatmaya tabi
tutulmuştur. Şöyle ki:
34-
dördüncü
nimet olarak o vakit de hatırla
ki biz meleklere: "Âdem'e secde ediniz." diye emrettik de İblis'den
başkası
derhal secde ettiler. O dayattı ve kibirlendi yahut melekler hemen
secde ettiler. Fakat İblis dayattı ve kibirlenmek istedi. ve esasen
kâfirlerden
idi. Kehf sûresinde geleceği üzere aslı Cin denilen gizli yaratıklardan
idi ki, bunların kâfir l eri de vardır. Bu emir üzerine itaattan dışarı
çıktı, kâfir oldu. Sonucun böyle olacağını da Allah Teâlâ ilâhî ilminde
biliyordu. Bu itibarla kaderde, kâfirler defterinde kayıtlı
bulunuyordu.
Yoksa İblis'in Âdem'e secde emrine kadar küfrü geçmemişti. "Ra b b'inin
emrinden (dışarı) çıktı." (Kehf, 18/50). Fakat Allah böyle bildiği için
o kâfir olmadı, o kâfir olacağı için Allah onu öyle biliyordu ve öyle
takdir
etmiş idi. Hakikaten İblis kibirlenmek istedi. Nefsinde mümkün olduğu
halde,
itaati seçmedi ve o z a man bilfiil kâfir oldu. Şu halde kelimesi "idi"
mânâsında değil, "oldu" mânâsına kullanılması da mümkündür. Görülüyor
ki
İblis, Allah'ı inkâr ettiği için değil, emrine itaat etmemesi
dolayısıyle
kâfir olmuş ve buna göre farz olan herhangi bir vazifeyi y a pmayanın
küfrüne
hükmedenler bulunmuştur. Fakat âlimlerimiz diyorlar ki, İblis'in
küfrünün
sebebi, yalnız emre itaat etmemesi değil, onu beğenmemesi "Ben ondan
daha
hayırlıyım." (Sa'd, 38/76) diye kibirlenerek kendi kıyasıyle tenkit
etme
(eleştirme)ye kalkışmasıdır. Ve akaid ve fıkıh kitaplarındaki tekfir
(küfre
nisbet etmen)in bir kısmı da bu esasa dayanmıştır. Bunda "Onlar ki, söz
verip bağlandıktan sonra Allah'a verdikleri sözü bozarlar." (Bakara,
2/27)
âyetiyle yerilmesi vardır ve daha şiddetli dir.
Aslen
lügatta
"secde", son derece tevazu ile
alçalıp baş eğmektir ki, "kibr"in tam zıddıdır. Dînen de alnını yere
koymaktır
ki, ta'zîm (büyükleme) ve itaat etmenin en yüksek şeklidir. Ve ondan
daha
özeldir. Zira önceki, ayaklar altına yatıp yuvarlanmakla dahi olabilir.
Şer'î mânâsında ibadet kastını ilave etmeye lüzum yoktur. Çünkü
secdenin
ibadet olması için niyet şart ise de, secde olması için şart değildir.
Bununla beraber dile ve şeriate ait her secdede bir alçalma, ta'zim ve
itaat vardır. Bun u n için Allah'dan başkasına secde etmek dinî
bakımdan
küfürdür. Ve secde fiilî bir ta'zim ve itaat etme olduğu cihetle,
yalnız
kalbî olan itaat hakkında mecaz olur. Acaba meleklerin secdesi
hangisidir?
Kur'ân'a mahsus kelimeleri şer'î mânâsına yormak gerek i r ve melekler
cismanî şekilde de görülebileceklerinden "alın koyma" (vaz-ı cephe)
mânâsı
mümkündür. Bununla beraber meleklerin secdesini kendi hakikatleri ile
uygun
olarak düşünmek ve hilafet gereği Âdem'e ilâhî emirle bir fiilî tasdik
halinde kabul etmek daha uygundur. Bu ise Âdem'e bir saygı gösterme
olmakla
beraber bizzat Allah Teâlâ'ya bir ibadettir. Bununla melekler ilâhî
hükümlerin
yerine getirilmesi bakımından Âdem'e hilafet mertebesine uygun bir
şekilde
hizmet ve yardıma memur edilmiş ve bir ahde ( s öz verme) bağlanmış
demek
olur. O halde melekler, Adem'e bizzat boyun eğmiş değil, fakat hilafete
hizmetçi olacaktır. Ve herhalde asıl mabud, yüce yaratıcıdır. Hasılı bu
secde Âdem'e bir ibadet değildir.
İşte
insanlar
böyle bir babanın evladıdır
ve kendileri onun halefi, onun halifesidirler. Bu nimeti bilmeli, bu
kardeşliği
takdir etmeli ve hiç biri âlemde asalet iddiasıyle kendi hesabına
yaşamaya
çalışmamalı, büyük bir kardeş topluluğu halinde yaşamalı ve yaşamak
için
kendi hükümlerini değil, Allah'ı n hükümlerini, Allah'ın emirlerini,
kanunlarını
tatbik etmeli ve o zaman meleklerin de kendilerine hizmet edeceğinden
ümitli
olmalıdır. Bunda emre karşı gelen ve kibirlenen İblis'in tâbilerinden
olmamalı,
yaratılışını değiştirmemelidir. Cenab-ı Allah burad a İblis'in dayatma
ve kibirlenmesini haber verirken, bilhassa onun benzerleri olan ve
ilâhî
emre boyun eğme ve itaat hususunda kibirlenerek aralarındaki kesin
hukuku
teslimden çekinen yaratıkları azarlamıştır. Ve bu nassın kendisi için
sevk
edildiği şey b u dur. Ve bunların bir kısmı Hz. Resulullah'ın hicret
yeri
(Medine) etrafında bulunan yahudi ve yahudi bilginleriydi ki, Hz.
Peygamberi
ve sıfatını biliyorlardı ve peygamber olarak gönderileceğini
yayıyorlardı.
Böyleyken hased sebebiyle ikrar ve itaattan çekinir ve büyüklük
taslarlardı.
İbnü Cerîr burada der ki: "Cenab-ı Allah yahudi kâfirlerin bu hallerine
işaret etmek suretiyle İblis'i kâfirler zümresine nisbet etti. Cins ve
nesebde başka olduğu halde, din ve millette onların kolundan saydı". Şu
halde İbli s ile kâfirler arasında başka yönden benzeyiş aramak
lüzumsuzdur."
İblis
ismini
ilk tefsircilerden bazıları (iblâs)
masdarından Arapça bir isim olarak göstermişlerdir. İblâs ise hayırdan
ümidini kesmek, pişmanlık duyma ve kederli olma mânâlarına gelir.
İblisi
de Cenab-ı Allah isyanına karşılık, bütün hayırlardan ümidini kesmiş,
taşlanmış,
bir şeytan kılmıştır. O halde İblis, hayırdan son derece ümitsiz
demektir
ve i'rab (harekeleme) da Arapça olmayan isimlerin hükümlerine tabi
tutulmuş
ve gayr-i münsa r if (cer ve tenvin olmayan) olmuştur. Fakat böyle
olması
daha çok gösterir ki, bu da "Âdem" kelimesi gibi A'cemî (Arapça
olmayan)dır.
Arapça'ya diğer bir lisandan geçmiştir. Muhakkıkîn (kıritikçiler) bunu
böyle söylemişlerdir.
Bu
secde
kıssası burada geçen kıssaya atfedilerek
ayrıca zikrolunmuştur. Bundan da bu secdenin "Onu düzenleyip insan
şekline
koyduğum ve ona ruhumdan üflediğim zaman, hemen ona secdeye kapanın."
(Hicr, 15/29) âyetindeki şarta bağlı emirle ilgisi bahis konusu
olmuştur.
Biri ş a rta bağlı olarak yaratılmadan önce, diğeri de sonuçlandırma
ile
ilgili olarak yaratılışından sonra iki emir var. Acaba secde de bir mi,
iki mi? Öğretim ve imtihandan önce mi, sonra mı? Buradaki "secde
ediniz"
sonuçlama ile ilgili emrin sonra olduğunu, d i ğeri de tesviye ve ruh
üflemeyi
takib ettiğini ifade ediyor. Ebu's-Suûd "ceza fâ"sının takip ifade
ettiğine
ilişerek secdenin öğretimden sonra ve sonuçlama emri ile ilgili
yapıldığında
ısrar ediyor. Râzî de önce ve şarta bağlı emir ile yapıldığını ifade e
d iyor ve secdenin birkaç defa olduğunu kabul eder görünmüyor. Bu arada
açık olan bu emrin, yaratılıştan sonra, şartın tahakkuku üzerine, geçen
şarta bağlı emrin sona erdirilmesi ve yerine getirilmesi olduğudur.
Bunun
gerek takdiri ve gerekse tekvini (yara t ması), isimlerin öğretiminden,
imtihandan sonradır. Bununla beraber tesviye ve ruh üflemesinin
toplamından
geri kalmış da değildir. Çünkü bu öğretme ve imtihan ruh üflemesinin
tamamı
cümlesindendir. Yani bundan anlaşılıyor ki, ruh üflemekten maksat, diri
olması değil, düşünen hayat sahibi olmasıdır.
Başlaması
değil, kemalidir. Şu halde yerindedir.
"secde ediniz", onun sonuçlandırarak teveccühüdür. Âdem'in gerçeği ruh
(nefs-i nâtıka) tur. Ve ruh üflemenin mânâsı, ruhun üflenmesidir.
Adem'e
ait hayat, asıl bundadır.
35-Burada
İblis'in özellikle azarlanma macerası
bırakılmıştır. Çünkü kıssanın sevkedilişi, bilhassa Âdem'e ve Âdem
oğullarına
olan fıtrî (yaratılıştan olan) nimetleri hatırlatmaktır. Bu şekilde
melekler
ile Âdem arasındaki macera açıklandıktan sonra, şimdi de takdirdeki o
imtihan
ve teveccühün meyvesi ve İblis ile olan macerası açıklanmak ve Âdem'in
yaratılışındaki günah ve itaatsizliğin geçici olduğu hatırlatılmak için
daki ya atfedilerek buyuruluyor ki: bir de demiştik ki, "ey Âdem!. Sen
ve eşin (zevcen) şu cennette oturunuz." "Çift" demek olan zevc, asıl
Arapça'da
çiftin her tekine, hem erkeğe ve hem dişiye de söylenir. Demek ki, bu
sırada
Hz. Âdem'in bir de zevcesi (eşi) yaratılmış bulunuyordu ki, bu da
ayrıca
ilâhî bir harika (olağanüstü bir olay)dır. İnşaallah bunun açıklamasını
da ilerde, bu cümleden olarak Nisâ sûresinin baş âyetinde göreceğiz.
Acaba
bu
cennet yeryüzündeki cennetlerden
biri mi idi? Böyle zannedenler olmuştur. "Filistin'de yahut Fâris ile
Kirmân
arasında bir cennet idi. İnişi de oradan Hindistan'a nakliydi."
denilmiştir.
Fakat bunlar şöyle bir istidlâl ile söylenmiştir: Çünkü Âdem'in
yaratılışı
yeryüzünde olduğunda ittifak vardır ve bu kıssada semaya yükselmesi
zikredilmemiştir.
Olsa idi öncelikle hatırlatılı r dı. Bir de cennet-i huld (ebedi
cennet)
olsaydı, çıkılmaz ve şeytan oraya giremezdi. Fakat bu tahmin, göründüğü
kadar makul ve tabii değildir. Âdem'in yeryüzüne inişi, yeryüzünde
ortaya
çıkması, akıl ve nakle daha uygundur. Huld cennetine devamlı oturmak i
çin girmekle, misafir olarak girmek arasında da fark vardır. Şu halde
"Cennet",
ahirette müminlerin varacağı sevap evidir ki, şimdi mevcut, fakat
dünyada
görüşten gizlenmiştir. Ve "Cennet" denilince Kur'ân dilinde bilinen
budur.
Âdem'in cennette oturması hali, ahiret âleminin meydana gelişine
benzer
bir ilk oluştur. Ve bu durum bize göre bir makul âlemdir. Yeryüzü ile
onun
arasında mekanla ilgili bir uzaklık tasavvuruna da lüzum yoktur. O da
aynı
feza içindedir. Bunda akla yaklaştırmak için söylenebilec e k olan söz:
Âdem'in ruhunun bütün kemal kuvvetlerini haiz olarak, maddeye, önceki
unsurlara
ilk ilgisi, diğer deyişle beşerin aslı olan ilk Âdem'le ilgili
hücreciğin
esîrî bir şekilde oluşumu ve ondan eşinin ayrılmasıdır. Muhyiddin-i
Arabî'nin
bir deyişin e göre, ruhun tabiata ilk verilişidir.
Cenab-ı
Allah, Âdem'e buyurmuş ki, eşinle
beraber bu cennette otur. ve bundan bol bol yiyiniz nerede isterseniz
orada
yiyiniz fakat şu ağaca yaklaşmayınız, bundan yemeye kalkışmayınız ki
zalimlerden
olursunuz.
Zulüm,
haddini aşıp bir hakkı, yerinden başkasına
koymaktır. Demek ki Cenab-ı Hak Âdem'e cennette büyük bir hürriyet
vermekle
beraber, ona yine bir sınır tayin etmiş ve ona yaklaştıkları takdirde
zalimler
zümresine gireceklerini de bildirmiştir. Bu, şunu ortaya çıkarır ki,
insanlıkla
ilgili hilafet mutlak değildir. Ve bunun özel bir sınırı vardır ki,
tecavüzü
zulümdür. O sınırı tayin eden bu şecere (ağaç) ne idi? Doğrusu bunu
Allah
Teâlâ Kur'ân'da bize ismiyle bildirmemiştir ve ancak bunun cennett e
belli
ağaç olduğunu, Âdem'in kurtuluş ve saadetinin bozulmasına sebep olmak
özelliği
bulunduğunu anlatmıştır. Demek, fazlasını bilmemizde Allah katında bir
fayda yoktur. Ve şimdilik mümkün değildir ve tahkikçi (kritikçi)
tefsircilerin
seçeneği budur. Bun u nla beraber buğday veya üzüm veya incir olduğu
hakkında
bazı rivayetler de vardır. Tevrat ehli, "bür" yani buğday demişler;
Vehb
b. Yemâmî'den de: "Fakat öyle bir cennet buğdayı ki, tanesi sığır
yüreği
gibi, kaymaktan lezzetli, baldan tatlı" diye bir tabir nakledilmiştir.
İbnü Abbas ve daha bazılarından "sünbüle" (başak) diye rivayet
edilmiştir.
"Dünyada evladına rızık kılınan başaktır." tabiri dahi naklediliyor.
İbnü
Mesut'dan asma, üzüm ağacı ve bazılarından incir tabiri vârid olmuştur.
Bu meyanda şu tab i r de vardır: "Bu öyle bir ağaçtır ki, melekler
hulûd
(ölümsüzlüğe ermek) için bununla kaşınırlar." Bunların bir temsilî
mânâyı
ifade ettikleri de açıktır. Nitekim cennet meyvelerinin birbirine
benzemesi
meselesi geçmişti. Hıristiyanlardan rivayet edilen t e lakkiye göre,
bunun
kadınla erkek arasındaki cinsî yaklaşmadan kinaye olduğudur.
Hıristiyanlıktaki
ruhbaniyet (yani evlenmemek), evlenmemeyi ibadet ve sevap itikat etmek
önermesinin bu telakkî ile ilgili bulunduğu da sanılır. Fakat Kur'ân'ın
metni buna m ü sait (uygun) görünmüyor. O zaman mânâsız kalır.
"birbirinize
yaklaşmayınız" demek, hem yeterli ve hem açık olurdu. Bu şekilde
Âdem'in
ilk evlenmesi gayr-i meşru (dine uymayan) olması gerekiyor. Şüphesiz
bizce
daha uygun olan bu konuda tevakkuf (durma k)dur. Biz o ağacı tayin
edemeyiz.
Ancak şu kadar düşünebiliriz ki, ondan yemek, vekilliği unutmak ve
asalet
davasına kalkışmak duygusunu verir. Bu da insanın aslî yaratılışından
değil,
şeytanın telkininden başlar. Bu buğday ise, delice buğdaydır. Bir üzüm
ise, şarap üzümüdür. Bir incir ise, kurtlu incirdir. Ve her halde bir
hamri
(sarhoş ediciliği) vardır. Ve o hamr aklı alır ve Allah'ı unutturur.
Cennete
bu, yenilmek için değil, tahdit (sınırlama) ve kulluk için konulmuştur.
Bununla beraber biz: "Dünya sevgisi, her hatanın başıdır" hadis-i
şerifinde
bu yasak ağacı tayin eden bir delalet buluyoruz. Demek Âdem o zaman
dünya
sınırına yaklaşmamak emri almış ve Âdem bundan, yaratılışının gereği
olarak
yememiştir. Fakat Hamze kırâetinde 'dır ki, önceki = z elle'nin if'âl
bâbı
olan = izlâl'den, ikincisi = izâle'dendir.
36-Bu
iskân
(oturma) üzerine o şeytan, o İblis
ikisinin de o ağaç yüzünden ayaklarını kaydırdı, yahut ikisini de
cennetten
kaydırdı. Zira o zaman şeytan kovulmuş bulunuyorsa da Âdem'i ve Âdem'in
çocuklarını azdırma imkanı kaldırılmamış idi. Çünkü Âdem'e özgü şeref
asıl
bununla ortaya çıkacaktı, hilafet tasarrufu bizzat bununla tahakkuk
edecekti.
Bu imkandan dolayı şeytan ne yaptı yaptı, cennete bile girebildi de
bunları
bulundukları yerde n veya nimet halinden çıkardı, cennetteki
kendilerine
ait fıtratlarına bir değişme ârız oldu, biz de dedik ki haydi ininiz ve
o halde ininiz ki bir kısmınız, bir kısmınıza zulüm ve tecavüz edecek
düşman
ve sizin için yeryüzünde bir zamana (yani ölü n ceye) kadar geçici bir
oturulacak yer tutmaya çalışmak ve faydalanıp yaşamak da bir hak olsun.
Çünkü yerler ve yerdekiler insanlar için yaratılmıştı. Ve cennette
oturma
bunun bir başlangıcı idi. Fıtratınızdan hariç olan şeytanın
kandırmasına
bakılmasaydı, bu yeryüzüne daha başka sağlam bir şekilde gelmek de
mümkündü.
Bu hata üzerine yeryüzüne gelip, hiç faydalanma hakkına sahip olmamak
da
mümkün idi. Halbuki ilâhî yardım bu emri verirken, bu lütfu da
esirgememiştir.
Ve insanlık dünyaya böyle bir hak lütuf i le birlikte bir felaket
içinde
doğmuştur. Takdir, bu felaketin imkanını kaldırmamış, fakat bunu
şahısla
ilgili de kılmamıştır. Felaket sebebi geçicidir.
37-Nitekim
bu
emir verildi ve verilir verilmez,
Âdem de Rabbinden derhal birkaç kelime aldı. Burada "bizden"
buyurulmuyor
da "Rabb'inden" buyuruluyor. Çünkü inme emriyle beraber Âdem hitap
mevkiinden
(ikinci şahıslıktan), gıyaba (üçüncü şahıslığa) inmiş bulunuyordu.
Fakat
halife olmak üzere takdir buyurulan Âdem'in fıtratından, ilim ve isim
güçleri
yok edilmemiş idi. Vuku bulan hata, henüz tabiat (huy) olmamış idi. Bu
felaket üzerine derhal Âdem bu yaratılışıyle Rabbine döndü ve ondan
kendisine
bazı kelimelerin telkin edilmekte olduğunu anladı ve o kelimeleri
karşılayıp
aldı, kabul etti ve onlarla amel e tti. Çünkü "telakkî" kelimesi,
"lika"dan
alınmış olarak, karşılayıp almak ve aldığına sarılmaktır. Âdem'e
bunlar,
"tasavvur" dediğimiz lisana ait suret ile karışmış, vekalete özgü bir
ilim
altında keşfî bir ilim, bir hakiki şuur anlatıyorlardı. Bu kelimeler
nelerdi?
A'râf sûresinde gelecek olan "(Âdem ve eşi) dediler: "Rabbimiz, biz
kendimize
zulmettik, eğer bizi bağışlamaz ve bize acımazsan, muhakkak ziyana
uğrayanlardan
oluruz." (A'râf, 7/23) kelimeleri idi. Bundan başka şunlar da
nakledilmiştir:
1-
"Allah'ım
sana hamdinle tesbih ediyorum.
Senin ismin mukaddestir. Senin şanın yücedir. Senden başka ilâh yoktur.
Ben nefsime zulmettim, beni bağışla. Senden başka günahları affeden
yoktur."
2-
İbnü Abbas
hazretlerinden rivayet olunduğuna
göre şu münacât (dua) cereyan etmiştir: "Ey Rabbim, sen beni kendi
elinle
yaratmadın mı? -Evet. Ey Rabbim, senin rahmetin öfkeni geçmiş değil
midir?
-Evet geçmiştir. Ey Rabbim, ben tevbe eder ve halimi ıslah edersem sen
beni yine cennetine döndürür müsün? - Evet döndürürüm."
Ve
bu meâlde
bazı âyetler daha vardır.
Düşünülecek
olursa bunların hepsi, âyette
aynı mânânın ifadesine dayanmaktadır ki, bu da ilk yaratılış gereği
bütün
varlığıyle Allah Teâlâ'ya yönelmek ve O'nun ârızalar ile kesintiye
uğrayan
rahmet ve lütfunu, öfke ve dalaletten uzak olarak tekrar celbetmek için
iman akdini yenilemek suretiyle, kalb ile, söz ile ve fiille tevbe
etmeye
ve kurtuluşa dönmektir. Ve bunda dinin aslı yer almıştır.
Bizim
dünyada
din ve imanımız, ilk yaratılışta takdir edilmiş olan rahmete ve iman
akdine nazaran bir tevbe ve bir dönüş mânâsındadır. Ve insana
mahsus
saadet, günahları kendisine huy edinmemek için daima tevbe ve istiğfar
üzere bulunmaktadır. İnsanı ümitsizlendirecek şey, farzedelim vaki olan
bir günah değil, günahta ısrar etmek ve tevbeyi unutarak şeytana
uymayı
huy edinmektir. İnsan Allah'ına, fıtratına iftira etmemeli, şeytana ve
şeytanlığa karşı mücadele etmelidir. Nitekim Hz. Âdem, hatanın neticesi
olarak yeryüzüne çıkınca, Allah'ın lütfuyla kendini topladı ve
yaratılışı
gereği aldığı kelimelerle amel etti, kusurunu itiraf ile imanını arz
etti
ve: "Ya Rab, beni kendime bırakma!..." diye yine hilafetini yalvararak
istedi de Rabbi de ona tekrar rahmetiyle iltifat etti, tevbesini kabul
etti. Zira senin Rabbin olan Allah, tevbeleri
kabul eden, merhamet
edendir
ve hem tevbeleri kabul eden ve merhametli olan O'dur. O, o kadar
merhametli
bir Allah'dır ki, kulunu bir kere terkedivermekle ilel'ebed
terkedivermez.
Kulu dönüp tevbe ettikçe, İblis gibi ısrar etmedikçe yine bakar, yine
bakar, sonsuz olarak bakar, bir oldu, iki oldu, nihayet üç oldu,
"yetişir
artık" demez, sayısız olarak döner bakar, çünkü çok
merhametli'dir.
Tevbe, esasen asla dönmek demektir. Şu halde kula
nisbet
edildiği zaman geçici olan günah halini bırakıp, aslî olan düzgün
haline
dönmek demek olur. Allah'a nisbet edildiği zaman da geçici olan öfke
nazarından,
aslî olan rahmet nazarına dönmek mânâsını ifade eder. Bunun için
tevbenin
şer'î mânâsı, kulun günahını itiraf ve ondan pişmanlık duyup, bir daha
yapmamağa azmetmesi, Allah'ın da bu tevbeyi kabul ile günahı mağfiret
etmesi
diye açıklanır.
38-Acaba
Allah Teâlâ Âdem'in tevbesini kabul
etti de, "ininiz" emrini geri mi aldı? Bu cevap olarak buyuruluyor ki:
Hayır Âdem ve eşi ve bunların içinde bütün Âdem oğulları ve şeytan
hepiniz
oradan ininiz, dedik. Bir kere o emri yaratmakla yerine getirdik,
hepsini
yere indirdik, verilmiş olan ilâhî bir emrin geri kalmayacağını böyle
gösterdikten
sonra da tevbenin ka b ulünün gereği olarak bu emre şunu da ekledik:
Şimdi
benim tarafımdan size her ne zaman resûl veya kitap gibi herhangi bir
delil,
bir hidayet sebebi gelir de benim o hidayetime, o delilime her kim tabi
olursa artık onlara gerçekten hiçbir korku, azap yoktur ve onlar ilerde
hiçbir şekilde mahzun (üzüntülü) olmazlar. Yani onlar için korku ve
hüzün
devam etmez, sonuçları katıksız sevinç ve neş'e olur. Allah sevgisi,
Allah
aşkı ve hakka uyma; onlara hiçbir korku, hiçbir hüzün tattırmaz. Gerçi
Allah'ı bile n, Allah'ı seven, Allah'tan korkar, fakat Allah korkusu
her
saadetin zamanı ve bütün korkuların siperidir.
39-Buna
karşılık küfre sapıp bizim hidayetimizi
getiren âyetlerimizi, alâmetlerimizi, delillerimizi, hüccetlerimizi,
gerek
enfüsî (subjektif) ve gerek âfâkî (objektif) vahdaniyyet (birlik) ve
ilâhî
şahitlerimizi, gerek âlemde ve Âdem'in yaratılışında yerleştirilmiş
olan
fıtrî ve aklî delillerimizi ve gerek peygamberler ve kitaplarla tebliğ
olunan kelâmî ve naklî delillerimizi yalanlayanlar bunla r da yukarda
diye
açıklanan ateşin, o dehşetli ateşin çırası ve kömürü olacak ve ondan
ayrılmayacak
olan arkadaşlarıdır, bunlar o ateşte daima, sürekli kalıcıdırlar. İşte
yeryüzünde insanlığa ait hilafetin oluş şekli bu iniş ve bu vaad ve
vaîd
ile berabe r olmuştur. Ve bu sıfat Âdem'den evladına intikal edecek,
bunu
bilenler birinci kısımdan, tanıyanlar ikinci zümreden olacaklardır.
Biri,
ilk fıtratın gereğine halef olacak, biri de geçici olan hatayı huy
edinerek
görünüşte Âdem'e, gerçekte şeytana halef ve arkadaş olacaklardır. Şu
halde
insanlar Kur'ân'ın bu kıssalarını iyi düşünmeli ve daima hatırında
tutmalıdır.
Görülüyor ki, kıssanın sonunda beyanın ifade şekli bütün Âdem
oğullarını
hedef almakta ve Âdem ile Havva burada âdeta nesilleriyle beraber bir
cinsi
temsil etmektedirler. Sanki iniş, yani yeryüzünde beşer cinsinin ortaya
çıkışı bir çokluk ile vaki olmuştur. Ve geçmişte açıklanan birlik,
cinse
ve akla ait birliktir denebilecek. Fakat iyi düşünülürse anlaşılır ki,
bu hitabın geleceğe derin bir şümûl ü (kapsamı) vardır. Ve bunun içinde
bugünkü ve yarınki, kıyamete kadar gelen insanların hepsi dahildir.
Halbuki
biz yeryüzünde ilk yayılan insanlar değiliz. Bununla beraber o inişte
ve
hitabında dahil bulunuyoruz. Ne şekilde? Çünkü babamız Âdem'in sulbün d
e fikir ve tasavvur olarak bulunuyorduk. Demek ki bu düşünce halinde
çokluk,
bilfiil ilk inen insanın Âdem ve Havva'dan ibaret tek bir çift olmasına
aykırı değildir. Ve beşere özgü üremenin başlangıcı olan ilk harika
(olağanüstü
yaratılış) -ki yer sonrada n olma olduğu için zaruridir- yeryüzünün her
tarafında birden ortaya çıkmış, çeşitli, çok harikalar değil, esaslı
iki
harikaya ve bir aslî tohuma dayanır. Ve burada hitabın geneli hedef
alması,
Kur'ân'a muhatap olan sonradan gelen insanların bizzat aydınla n maları
ve insanlığa mahsus hilafetin genelleştirilmesi ve insanî kardeşliğin
hatırlatılması
hikmetine dayanmaktadır. Gerçekte bunu te'yit eden diğer bir âyet
vardır
ki orada Dedi ki: "Birlikte, ikiniz, oradan inin." (Tâhâ, 20/123) diye
Âdem ve eşi tesn i ye (ikili) olarak tahsis edilmiştir. Demek ki
cennetten
yeryüzüne bilfiil ilk çıkanlar bunlardır. Ve bu çıkış da birdenbire
olmamıştır.
Hem de nesilleri olan bütün beşer cinsi de bunlarda zihinde mevcut
olarak
beraber çıkmıştır. Ve insanlar aslında hakikaten kardeştirler. Tabiat
ilimleri ve yeryüzünde bilfiil insanın oluşumu açısından düşünecek
olursak,
bunun başlangıcını bu inişte arayacağız. Burada Kur'an bize fazla
açıklama
yapmıyor. Asıl olayın başlangıcı olan harika (olağanüstü) olayı en
küçüğüne
dönd ü rerek bildiriyor. Çünkü ilâhî âyet olacak olan budur. Sonrası
bildiğimiz
üreme kanunudur. Şüphe yok ki, tabiat ilimleri bu kanundan çıkamaz,
çıkınca
tabiatın mânâsı kalmaz. Bununla beraber, mantıkî bir zorunluluk ile
yerin
sonradan olduğuna ve sonradan teşekkülüne hükmeden şimdiki Fizik ilmi,
beşerin oluşumunda da bugünkü bilinen üreme ve çoğalma kanununun ezelî
olmadığı ve başlangıçta bir tohumun, bir aslın sonradan olduğunu da
zorunlu
olarak kabul etmektedir. Bu konuda bundan başka müşahedeye dayanan bir
bilgi yoktur ki Kur'ân'ın bu âyetini, onun gözüyle de bir mülahaza
edelim.
Eskiden
bazı
tabiat bilimciler, beşeriyetin
yeryüzünde ezelî olduğunu iddia ederlermiş. Fakat bugünkü tabiat
bilimlerinde
bunların yeri yoktur. Fakat bazı tahminciler görüyoruz ki bunlar,
yeryüzü
kıt'alarındaki beşer ırklarının ta esasında başka başka asıllardan
gelmiş
olmasını ve buna göre insanlar arasında genel bir kardeşliğin tabiî
(doğal)
olamayacağını zannetmek istiyorlar. "Zencîler, Avrupalılar,
Amerikalılar
nasıl kardeş olur?" demek istiyorlar. Bunlar şunu düşünmüyorlar ki,
ilim
daima "asıl birlik" nokta-i nazarını (görüşünü) takip eder. Ve mümkün
olduğu
kadar olağanüstü olmanın azalmasını ister. Ve bu konuda verilecek
hüküm,
şimdiki halin müşahedesine dayanan bizzat bir m antık işidir. Bütün
bunlar
ise üremenin, tek başlangıçtan başladığına hükmeder. Bunlara karşılık
Zooloji'de
istihâle (başkalaşma) ve tekamül nazariyesi (varsayımı)ni takip edenler
vardır. Ve bu görüş felsefî bakımdan esas itibariyle uygun, vahdet
(birlik)
kanununa ve terbiyeye de mutabıktır. Fakat hayvanlara tatbikinde
müşahede
ve fiilî tecrübeyi aşan şahsî bir hüküm hatasını içermektedir.
Hakikatte
bütün hayvanların cesetleri mükemmel bir tasnif ile tertip edildiği
zaman
görülüyor ki, aralarında eksikten t ama (nâkıstan kâmile) doğru giden
bir
dereceler zinciri (silsile-i meratip) arzetmektedirler. Aralarındaki
büyük
farklara rağmen bu tekamül (evrim) ortaya çıkıyor. Bununla beraber
hiçbir
türün, diğer türden ürediğine dair bir tecrübeye, bir şahide (delile)
de
rastlanmıyor. İnsan, insandan doğuyor; arslan arslandan; at attan;
maymun
maymundan, köpek köpekten... Böyle olmakla beraber, bu tecrübeye
rağmen,
asıl birlik esasına dayanarak burada bir mantık yapılıyor. Hayvanların
iş bu türlerinin dereceleri, tam o lanı eksik olandan istihale ederek
(başkalaşarak)
veya tekamül etme suretiyle doğarak gelmiş, bu şekilde bir gün gelmiş
ki
hayvanın biri (ve mesela bir görüşe göre maymunun biri) veya birkaçı
insan
doğuruvermiş ve insanlar bunlardan türemiş. Şu halde insa n lar
arasında
insanlık kardeşliği şüpheli ise de, maymunluk veya hayvanlık kardeşliği
şüphesiz olmuş oluyor. Biz daima göğsümüzü gere gere ve ilmî görüşten
hiç
ayrılmayarak deriz ki, "asıl birlik davası" doğrudur. Evvela bütün
hayvanlar
için bu "tek asıl" m addedir. Basit unsurlardır. Daha açık olmak için
topraktır
ve bu maddeden hayatın ortaya çıkışı bir yapıcı nedene bağlıdır ki, o
eksiğe
kemal versin ve mÂdemki tabiatın çeşitlenmelerini görüyoruz, demek ki
tabiat,
ilk yapıcı değil, nihayet ikinci derecede bir faildir. Eksikden
tabiatıyle
bir tam çıkamaz. Mesela bir okkalık ağırlık, iki okkalık ağırlığı
sürükleyemez;
çıktığı, sürüklediği farzedilirse bir şeyin yok iken sebepsiz, illetsiz
geldiğini kabul etmek gerekir ve o zaman akıl, ilim ve fen yoktur. Zir
a illet (sebep, neden) ve tezâyüf-i illet (hükmün illete izafesi)
kanunu
inkâr edilirse hiçbir şey bilinemez. Şu halde bir kurttan bir kelebek
bile
çıkarsa tabiatı ile değil, ilk fâilin (yapıcının) tesiriyle, onun
seçmesiyle
çıkar. Yumurtadan civcivin çıkm a sı bile haricî bir ısının tesirine
bağlı
değil midir? Aşılarda da durum böyledir. İlmin hiç ayrılmaması gereken
bu prensiplerden dolayı, aralarında yakınlık derecesi bulunan aynı cins
hayvanları, tecrübenin tersine olarak, muhakkak birbirinden başkalaşım
yaptırmak veya doğurtmak ne doğaldır, ne de zorunludur. Bir olayla
ilgili
önerme olsun söyleyebilmek üzere, "kurbağalar balıktan doğmuş, dönmüş"
demek için, tecrübe ile ilgili bir örnek görmeğe ihtiyaç vardır.
Tecrübenin
delaleti ve mantıkî gereklik yokk e n böyle bir hüküm vermek, fen ve
felsefeye
uygun bir hüküm değildir. Sözün doğrusu, hayvanların derecelerinin
bütün
tekamül sınırlarında başlı başına ilk yapıcıdan gelen ve örnekleri
geçmediğinden
dolayı olağanüstü olan fazladan bir hadise vardır ve insan d a,
hepsinden
başka olarak bir küllî (tümel) ruh vardır. İnsan bir hayvandan
doğsaydı,
yine tabiî olmayan bir harika olurdu. Şu halde aradaki gelişme
silsilesi,
tümüyle beraber tabiî değil, gayr-i tabiî (doğal olmayan)dir ve
Allah'ın
eseridir.
Bunun
ha
ngisinin hangisinden doğduğunu sade
mantık bilimi bildiremez. Bunu ya müşahede (gözlem) veya tecrübe
(deney)
veya vahiy bildirir. Tabiat düzenli olduğu halde, şimdiye kadar,
balıktan
kurbağa, maymundan insan doğduğu asla görülmemiştir. Ve tecrübe mahsulü
( ürünü) olan Pastör nazariye (teori)sine de tamamen aykırıdır. Tek
cins
içindeki aşılar şahit olamaz. Vahiy ise bize insanların maymunluğa
inişi
hakkında bazı hatırlatmalarda bulunuyorsa da, aksini haber vermiyor. Ve
bize: "Siz insansınız, insan olunuz, ka r deş olunuz, hep bir babanın
evladısınız."
diyor. Şu halde esasında ilmî bir hakikati içeren, tekamül ve
başkalaşım
teorisinin yanlış bir uygulamasını kabul etmek için bugün hiçbir akla
uygun
sebep yoktur. Bütün bunlardan yakından bildiğimiz bir şey varsa, o da
ilk
insanın yeryüzünün sinesinde doğmuş olmasıdır. Ve bunda bir seçim
vardır.
Fakat bu seçme, tabiî değil, Allah'a aittir. Âdem Allah'ın
yaratmasıdır.
(Mü'minûn) sûresine bak. "Andolsun biz insanı çamurdan bir süzmeden
yarattık."
(Mü'minûn, 23/1 2). Ancak şunu da hatırlatmak gerekir ki, yeryüzüne
Âdem'in
inişinden zamanımıza kadar geçen tarih, zannedildiği gibi, beş on bin
senelik
bir müddetten ibaret olmaması gerekir. Bu kadar zamanda insanlığın
yeryüzüne
tam yayılması, tecrübeye göre, akla uygun değildir. Endülüs'lü İbnü
Hazm
"Fisâl"inde dokuz asır önce bunun dinimizce kat'i (kesin) belli bir
miktarı
olmadığını ve yüzbinlerle seneye ulaşabileceğini ve bununla beraber ne
ezelî, ne anî de olmadığını çok güzel anlatmıştır. Ve şüphesiz Amerika
yerli l eri bile Âdem sülalesidir. Bütün insanlarda aslî fıtrat bir
fakat
huy çeşitlidir. Tînet (yaratılış) ayrıdır. Bu bakımdan insan fertleri
arasındaki
derece farkı, hayvanlardaki tür farkından çok mühimdir. Bunların en
geniş
sınıfları da, mümin-kâfir tasnifidir.
Cenâb-ı
Hak
bütün bu akla uygun ve normal
incelemeleri bize bırakarak Kur'ân'ında bunların esası olan takdirin,
Allah'ın
hükümlerinin tek şekil (yeknesak) üzere cereyanını ve bundan özellikle
insanlara tahsis edilen ilâhî rahmet ve nimetleri hatırlatmış ve
kendimizi,
kendi derecemizi, vekalet yetkimizi, kardeşliğimizi, Rabbimizi
tanıyarak;
geleceğe, ahirete, ona göre hazırlanmamızı ve insanlar arasındaki bütün
düşmanlıkların kalkmasının, ilk fıtrata dikkat etmek şartıyla mümkün
olduğunu
bu kıssada genel olarak açıklamış ve Resulüne hatırlatmış ve sonucunu
manen "ey insanlar" hitabına bağlamıştır. Bundan sonra da bilhassa bu
kıssayı
kitaplarında okuyup bilen Benî İsrail'e (İsrail oğullarına), yani asr-ı
saadetteki, Resulullah zamanındaki yahudilere özel hitabını aşağıda
geleceği
şekilde yöneltmiştir ki, genel hitabıyle Âdem kıssasından sonra bu
hitap
çeşidi ne kadar beliğdir.
40-
Ey İsrail oğulları! İsrail, Hz. Yakub'un
lakabıdır ki, "yâ"sız ; "yâ"sız ve "hemze"siz ;
"hemze"nin "yâ"ya kalb (çevrilmes)iyle ; meftûh (üstünlü)
"hemze" ile ; ve meksûr (esreli) "hemze" ile de okunur.
İbranî dilinde bunun mânâsı safvetullah (Allah'ın seçkini) veya
Abdullah
(Allah'ın kulu) demek olduğu beyan ediliyor. Şu halde bu lakabda
yahudileri
iman etmeye bir harekete geçirme vardır ki, meâli şu olur: Ey Allah'ın
güzide
bir kuluna evlatlıkla bağlanmış olan Tevrat ehli! o size vermiş olduğum
büyük nimeti
düşünün, hatırlayın, yâd edin. Çünkü zikir kalb ile de olur, dil ile
de. Bu
hitap gösterir ki onlar, her şeyden önce nimete talipdirler. Bununla
beraber
şükür şöyle dursun, nimetin aslını bile unutmuşlardır. Bunları Cenab-ı
Allah
onlara hatırlatacaktır ve bunlardan başlıcası "benden size bir hidayet
gelirse" (Bakara, 2/38) ifadesince kitap ve peygamberliğe işarettir ki,
sonunda Muhammed (s.a.v.)'in gönderileceğini idrakleri ve Medine'ye
nebevî
hicretle gelen ilâhî hidayet vardır. Vaktiyle olduğu gibi bilhassa
şimdi
üzerinize gelen büyük nimeti takdir ediniz, ve benim ahdimi (bana
verdiğiniz
sözü) yerine getiriniz. Ta Âdem'in yeryüzüne inmesinden bağlandığınız
ve Tevrat
ile söz verip anlaşma yaptığınız bir ahdin gereğince, siz herhangi bir
zamanda
göndereceğim hidayet sebebine uyacak, iman ve itaat edecektiniz ve
Musa'nın
haber verdiği peygamberlerin sonuncusuna iman edecektiniz. Benim bu
ahdimi
Resulüm Muhammed'e uymakla yerine getiriniz ki ahdinizi (size verdiğim
sözü)
yerine getireyim. Sizi cümlesine sokayım. artık benden ve ancak benden
korkup
sakınınız.
41-Anlaşmayı
bozmak ve diğerleri
gibi fesatlar, ahlâksızlıklar yapmayınız, ve özellikle, imanın esası
itibariyle
yanınızdaki Tevrat'ı tasdik edici olarak indirdiğim Kur'ân'a iman
ediniz ve
bütün amellerinizi buna uydurunuz. Baksanıza Tevrat'taki Âdem kıssası
bunda ne
güzel hatırlatılmıştır. ve bunu ilk inkâr eden siz olmayınız. Vahiy
nimetini,
nübüvvet (peygamberlik) nimetini ilk anlayıp tasdik edecek olan siz
olmanız
gerekir. Siz buna iman etmezseniz, bazı dünyaya ait faydalar
düşüncesiyle
etmezsiniz. Fakat benim âyetlerimi, mucizelerimi az paraya satmayınız.
Birkaç
para gibi kıymetsiz dünya menfaatlerine değişmeyiniz. Bu âyetlere iman
ederseniz,
elinizden kaçacağını sandığınız paraların, dünya ile ilgili
düşüncelerin kat
kat üstünde nimetlere erişeceğinizi bilmeniz gerekir. artık benden ve
ancak
benden layıkıyle korkunuz, yalnız benim korumama giriniz, takva ehli
olunuz.
Önceki âyette "rehbet", (korkmak) burada "ittikâ"
(sakınmak) ile emredilmesi, onun avam (halk) tabakasına ve seçkin
zatlara genel
(umumi) ve bunun havass (seçkinler)a özel bir hitabı hedef alması
dolayısıyledir.
42- Hakkı
batıl ile karıştırıp
aldatmayın; doğruyu yalanla, yanlışlarla bulayıp da bile bile hakkı
gizlemeyiniz. Bu âyetin anlamı çok kapsamlıdır. İlme ve amele dair
hususları
kapsar. Bilgiçlerin hilelerine, yalan dolanlarına ve bozgunculuklarına,
hatta
ticaret ehlinin karışık işlerinden ve hakimlerin haksız hükümlerine
varıncaya
kadar hepsine şümûlü vardır. "İnsanları aldatmayınız, sahtekârlık
yapmayınız." meâlinde bir genellemeyi ifade eder. Bununla beraber
(kelâmın) sevki bilhassa ilmî değeri hedef alıyor. Nice kimseler vardır
ki,
ilmî gerçekleri bozarlar, kötüye kullanırlar, onları kendi gönüllerine
göre
evirerek çevirerek aslından çıkarırlar, bakırı yaldızlarlar, altın diye
satarlar. Bu durum İsrailoğulları haberlerinde çok vardı. Bunlar, kendi
yazdıkları fikirleri, te'villeri, tercemeleri, Tevrat'ın aslı ile
karıştırıyorlar,
seçilmez bir hale getiriyorlar ve bazan da Muhammed (s.a.v.)'e ait
vasıflar
hakkında yaptıkları gibi geçmiş kitaplardaki âyetleri saklıyorlardı ki,
bu
konuda "Yazıklar olsun o kimselere ki, kitabı elleriyle yazıp, sonra
'Bu
Allah katındandır.' derler." (Bakara, 2/79), "Kelimeleri yerlerinden
değiştiriyorlar." (Nisa, 4/46, Maide, 5/13) ve diğerleri gibi başka
âyetler de vardır. Bunlar, Tevrat'ın aslını korumuyorlar, kendi
yazdıkları
tercemeleri: "İşte Allah'ın kitabı" diye Tevrat yerine koyuyorlardı.
Ve ilmî meselelerde gerçeği takip etmeyerek kendi gönüllerine göre
açıklamalarda bulunuyorlar, arzu ve şehvetlerine sapıyorlar, safsatalar
yapıyorlar, arzularına tabi oluyorlardı. Bu şekilde hak fikri, hak
inancı
kalmıyor, aldatma, karıştırma, aldatıcılık hükümran oluyordu. İşte
bütün
bunlara karşı İsrailoğullarının bilginlerine genel olarak bu yasaklama
hitabı
söylenmiştir ki, Kur'ân'da bu konuda başka bir âyet olmayıp da yalnız
bu âyet
olsaydı, Kur'ân'ın terceme ve tefsiri meselesinde ve diğer ilmî
vaziyette
İslâm'ın tutumunu, ilmî vazifenin şeklini tayin etmek için bu âyet
yeterli
olurdu. Kur'ân'ın tecrid (soyutlama) meselesinin ne büyük önemi haiz
olduğu,
Kur'ân'ı Kur'ân, tercemesini terceme, tefsir ve te'vili de tefsir ve
te'vil
olarak bellemek ve belletmek bir hak görev olduğu unutulmamalı. "Farsça
Kur'ân", "Türkçe Kur'ân" gibi sözlerden çekinmelidir. Çünkü
milyonla terceme ve te'vil yazılır, onlar yine Kur'ân'ın hakikati
olmaz,
Cenab-ı Hak buyurmuştur.
43-Bundan
başka bir de namazı
dosdoğru kılınız ve zekatı veriniz. hem rükû' edenlerle, yani müslüman
cemaat
ile beraber rüku' ediniz, eğiliniz, rüku'lu namaz kılınız. Bunda, hem o
namazın
başka değil, İslâm'ın namazı olduğuna tenbih hem de cemaatin varlığına
işaret
vardır. Çünkü rüku' ile namaz İslâm dinine mahsustur ve bunun için
namazın
bölümleri buna bağlı olarak rek'at diye isimlendirilmiştir ve burada
"rüku' ediniz", "namaz kılınız" mânâsını ifade etmiştir. Şu
halde yalnız rüku' (eğilmek) ibadet olmaz. Yahudi ve hıristiyanlar
namazlarında
kıyamdan doğrudan doğruya secdeye giderler, rüku' etmezler. Rüku',
sırtıyle
beraber boynunu öne eğmektir. Lügat bakımından secdeye kadar
varabilirse de
şer'an (dinen) normali belinden bir dik açı vaziyetinde bükülmektir.
Kıyamdan
secdeye kapanmakta bir itidalsizlik vardır ki, bunu rüku' tamamlar. Ve
bu
şekilde müslümanın namazı, kalbin düzelme ve temizlenmesiyle beraber
bir
mi'racı olduğu gibi, bedene ait hareketlerin de ta'zimi, ağırbaşlılık
ve
sükuneti ifade eden her kısmını içerir. Beşer ömrünün geçişini ne güzel
tasvir
eder. Ciddî olarak namaz kılmak, zekat vermek, cemaate devam etmek;
hakkı
gizlemekten ve hakkı batıl ile bulamaktan men eder.
Bütün bu emirler, bu
yasaklar,
İsrailoğulları'na hitab etmekle beraber, hükmü onlara mahsus değildir.
İslâm
şeriatinde bunlar vardır. "Siz de bunlara iman ve itaat ediniz."
demek olduğu açıktır. Şu halde "sebebin hususu (özel oluşu), hükmün
umumu
(genel oluşu)na engel olamayacağı açıktır.
44-Bundan
sonra hakkı
karıştırmamakla beraber, başkalarına hakkı tebliğ edip de kendini
unutmak da
caiz olmayacağını anlatmak için bir özel hitap da vârid oluyor. Rivayet
olunduğuna göre saadet asrı (Peygamberimizin asrı)nda Medine'deki
yahudi
bilginlerinden bazıları, kendilerine gizlice gelip: "Muhammed hakkında
ne
dersin?" diye soranlara: "Doğrudur, haktır." derler,
Resulullah'a uymalarını emrederlermiş ve fakat kendileri, emirleri
altında
bulunanlardan ellerine geçmekte olan hediye ve vergilerden mahrum
kalmak
endişesiyle ona uyma arzularını açıklamazlarmış. Bazıları da : "Sadaka
veriniz." diye emreder, fakat kendileri vermezlermiş. Diğer bazıları
da:
"Allah'a itaat ediniz, âsî olmayınız." derler, fakat kendileri
sözleriyle amel etmezlermiş. Nihayet bu âyet münasebetiyle: "Namaz
kılınız, zekat veriniz" diyenler olurmuş fakat kendileri hiç birini
yapmazlarmış. İşte bunların biri veya her biri dolayısıyle şu âyet de
nazil
olmuş (inmiş)tur. acaip, siz insanlara birr (yani bol bol iyilik)
emreder de
kendinizi unutur musunuz? Halbuki daima kitabı (yani Tevrat'ı) da
okuyorsunuz.
o halde akıl etmez misiniz? Yahut daha akıllanmayacak mısınız? Fenalık
emretmektense, iyilik emretmek elbette iyidir. Fakat aklı olan
başkasının
iyiliğini isterken kendini unutur mu?
Birinci olarak, emir
bilmâruf
(iyiliği emretmek) ve nehiy anil'münker (kötülüğü yasaklamak)den
maksat,
başkalarına doğruyu göstermek suretiyle istifade ettirmektir. Halbuki
başkasını
irşad edip de kendisini unutmak ve kendisini iyilikten, irşaddan mahrum
etmek,
eli selamete çıkarıp, kendini ateşe atmak demektir ki, amelî akıl
açısından bir
çelişki teşkil eder.
İkincisi, insanlara va'z ve
ders
vererek ilmini ortaya koyup da kendisi, kendi emrini, kendi öğüdünü
dinlememek,
kendini ve ilmini fiilen yalanlamaktır. Bu, şahsında bir çelişki olduğu
gibi,
halkı bir taraftan aydınlatmak isterken, diğer taraftan saptırmaktır
ki, bu da
bir çelişkidir, bunda da bir çeşit karıştırmak vardır. Aklı olan ise
çelişkiye
düşmez.
Üçüncüsü, söylediği sözün,
verdiği nasihatin bir kıymeti ve kalplerde bir tesirinin olması arzu
edilir.
Boşuna emir, boşuna gevezelik akıl kârı değildir. Halbuki verdiği emir
ve
öğüdün tersini kendisinin yapması, onun kıymetini kırmak ve herkesi
ondan
nefret ettirmektir. Daha açıkçası, bindiği dalı kesmek, oturduğu evi
yıkmaktır
ki, bundan büyük budalalık olmaz.
Hasılı, iyilik iyiliktir,
elbette
insanlara iyiliği emretmek de hadd-i zatında iyidir ve bir görevdir.
Fakat bunu
yaparken kendini unutmak, işte budalalık oradadır. Bu âyette yasaklanan
da
budur. Bundan dolayı bu âyet fâsıkın (sapık) doğru söylemek, sözünde
ciddi
olarak iyiyi söylemek şartıyle va'z etmesini (öğüt vermesini), iyiliği
emretmesini men etmemekle beraber bu gibiler hakkında gayet büyük ve
büyük
olmakla beraber zarif (ince) bir inzar (korkutmay)ı içeriyor ve
aptallıklarını
anlatıyor. Vâizin, âmirin kendi hakkında ciddi olmasını ve öğüt
verirken
herkesten önce kendini düşünmesinin gereğini anlatıyor. Ve bunun
özellikle akıl
nokta-i nazarından çok şaşılacak şey olduğunu gösteriyor. Buharî ve
Müslim'de
bu konuda şu hadis-i şerif rivayet edilmiştir: Kıyamet gününde bir adam
getirilir,
ateşe atılır, ateş içinde değirmen taşı gibi dönmeye başlar. Cehennem
ehli onun
etrafını çevirirler: "Ey falan! Sen bize iyilikleri emreder,
fenalıkları
yasaklar değil miydin?" derler. "Evet ama, ben size emreder, kendim
yapmazdım; sizi yasaklar, kendim yapardım." der. Şu halde insan,
başkasına
öğüt verirken, kendini unutmamalı, ele telkin verip de, kendi zakkum
salkımı
yutmamalıdır. İrşad (halkı aydınlatmak) için doğru söyleyenler böyle
olursa,
sapıtmak için eğri söyleyenlerin hali kıyas edilsin!.. el-Birr, "geniş
hayır" mânâsına isim; "hayırda genişleme" mânâsına masdar olur
ki, esası "geniş alan" demek olan " el-Berr"
kelimesindendir. Bundan dolayı geniş iyilik, bol bol iyilik etmek demek
olan
"birr" her türlü iyiliği, her türlü hayrı kapsar ve şöyle
sınıflandırılmıştır: Birr üçtür: Allah'a ibadette birr, akraba
(hakkına)
riayette birr, dostlarına muamelede birr.
Görülüyor ki, halk ve
seçkinleriyle İsrailoğullarına hitap ederek verilen emirleri, yasakları
izleyerek taaccup (şaşma) ve takrir ifade eden bir soru ile başlayan ve
özellikle âlimleri, âmirleri ve hakimleri hedef alan bu hitab, bütün bu
emirleri ve yasakları bildirme ve bildirimi almada İslâm dininin
istediği ahlâk
ve irfanın yükseklik ve ciddiliğini gösteren bir cümlei tevsîk
(kuvvetlendirme
cümlesi) olmuş ve bilhassa namaz, zekat, cemaat emirlerini takip etmesi
de
bunların ahlâkı güzelleştirmekteki tesirlerine bir işareti içermiş ve
bilhassa
bildiğiyle amil (amel edici) olmamanın İsrailoğullarının bilginlerinin
şiarı
olduğunu anlatmıştır.
45-Şimdi
bu güzel hitaplara,
baştan başa hak ve doğru olan bu beliğ emirlere, yasaklara, ahlâkî
davetlere,
irşadlara karşı söyleyecek söz yok, hepsi güzel. Fakat bu kadar
zaruretler
içinde bunları yapmak kolay mı? Bu kadar ciddiyete, bu kadar doğruluğa
dayanılabilir
mi? derseniz daraldığınız zaman da ihtiyaçlarınıza sabır ve salât
(namaz) ile
yardım isteyiniz.
Bunlarla Allah'dan yardım
isteyiniz.
Sabır, acıya katlanmak, onu
geçirmek için dayanmak ve karşı koymaktır ki, her ferahın, her
başarının
anahtarıdır. Baştaki darlığın, sıkıntının geçmesi için Allah'ın
yardımını
celbedecek sebeplerin birincisidir. Sabırsız ruhlar her zaman darlık
içindedir.
Onların, dünyaya ait olaylara hiç dayanıklılıkları yoktur. Her şey
ister, her
şeyden rahatsız olurlar. Genişlik zamanında eldeki nimetin kıymetini
bilmezler,
gözleri daima başkasındadır. Az bir yokluk görünce tahammül edemez,
hemen
mahvolurlar. Halbuki dünyada değişmeyen, tahavvül etmeyen hiçbir şey
yoktur.
Bundan dolayı bir darlığa düşmüş olanlar, Allah'a kalbini bağlayarak,
bunun da
Allah'ın izniyle geçeceğine iman eder ve Allah'ın yardımını, mutluluk
ve ferah
gününü temiz kalp ve olgun iman içinde beklerse sonuç kurtuluş olur. Ve
hiçbir
fenalığa düşmeden kurtuluş olur. Bunun için nefisleri sabra
alıştırmalı, insan
sabrı alışkanlık edinebilmelidir. Bu alışkanlık, acıyı bırakmak için
değil, def
etmek içindir. Ve bunun (yani sabra alışmakla nefsi süsleyebilmenin) en
iyi
çaresi oruçtur. Oruç insanı, her halde, sabra alıştırır, tiryakilikleri
tedavi
eder. Bundan dolayıdır ki, buradaki sabır, doğrudan doğruya, oruç ile
de tefsir
olunabilir ve olunmuştur. Fakat her iki halde de burada aslî kastedilen
şey,
bizzat sabır mânâsıdır, oruç bunun bir vasıtasıdır. Bununla beraber
namazın bu
konuda da büyük önemi ve faydası vardır. İnsan yıkanır, temizlenir,
ayıplarını,
ayıp yerlerini kapatır. Bunları yapmak için emek ve mal da sarfeder.
Yüzünü
kıbleye çevirerek istikametini (yönünü) tayin eder. Kalbini iyi niyetle
doldurur. Gönül buhranlarını, şeytan vesveselerini atarak, ruhunun
birlik
duruluğunu incelemeye çalışır, bütün uzuvlarıyle ve büyük bir saygı ile
tekbirini alır ve ibadete koyulur. Dünyanın acılarını, tatlılarını
şöyle bir
tarafa atar, Hak Teâlâ'ya dua eder, onunla konuşur. Kur'ân'ını okur,
dinler,
onun huzurunda hayatın akışını, başlangıcını, sonucunu arz eder, Kitap
okur;
dikilip beklemek, eğilmek, defalarca kapanmak, yine kalkıp doğrulmak,
nihayet
oturup dinlenmek ve sonunda selam ve esenliğe ermek ve o anda gaybtan
şehadet
(görünürlüğ)e geçerek, şehadet getirmek gibi ruhî, bedenî büyük bir
nizam ve
intizam ile bir mirac yapar. Ve hiç şüphesiz bu ulvî manzaralar içinde
nefisler, zahir (dış) ve batın (iç)larında kaybetmek üzere bulundukları
intizamı yeniden temin ederler. Sabırdaki acılıkları da unutur veya
hafifletirler
ve bütün bunlar ilâhî yardımın celbine aracı olur. Darlıktan patlayacak
dereceye gelen o fena nefisler kuvvetlerini, itimatlarını arttırırlar,
sıkıntı
zamanlarının kolaylıkla geçmesi için imkan bulurlar ve fazla olarak
ayrıca bir
saadet zevki, bir bahtiyarlık duyarlar, bir ruh kazanırlar ve bu sayede
yalan
dolan, karıştırma, hakkı gizleme, aldatma, aldanmak, düşmanlık, tecavüz
gibi
zilletlerden, düşüklüklerden kendilerini kurtarırlar ve o yüzden
gelecek çirkin
menfaatlere tenezzül etmeksizin sonunda ilâhî yardımın büyük
tecellilerine
ererler. Çünkü bütün dünyadaki beşerî ızdırabın esası, genel ahlâkın
düşmesinde
ve hak yerine batılın itibar kazanmasındadır. Allah'ın öfkesini
celbeden de
budur. Yoksa Allah'ın rahmeti âleme şamildir. Evet ama, bu sabır, bu
namaz,
böyle yardım dileme kolay mı? şüphesiz bu da kolay değil, ağır ve büyük
bir
iştir ama ancak hâşiîn (layıkıyle korkanlar)e değil, başını öne alıp
düşünen
saygılı kimselere ağır gelmez, hatta zevk verir, meleke (alışkanlık)
olur.
46- o
saygılı kimseler ki
şunları, şu demleri gözetirler, her halde kendilerinin bir gün olup
Rabb'lerine
kavuşacaklarını, Rabb'lerinin lika (karşılama)sına ereceklerini, ve her
halde
dönüp ona varacaklarını, amellerinin mükafatını alacaklarını sayarlar.
İşte
bunların her halde olacağını bir galip ve kuvvetli zan ile olsun
bilenlere,
sabır ve namaz ile yardım dilemek ağır gelmez. Bunlara ağır gelmezse,
hiç
şüphesiz yakîn sahibi olan iman ehline hiç ağır gelmez. "Zann"ın
bazan ilm-i yakîn (kat'i ilim) mânâ-sına geldiği vardır. Burada bir
hayli
tefsir âlimleri bu mânâ ile te'vil etmişler ve bunda zan ile iman
olamayacağı
esasını ve "hâşiîn"in, mü'minînden ehas (daha hususi, özel) olması
düşüncesini gözetmişlerdir. Halbuki zannı, yakîn ile te'vil etmektense,
hâşiîni
lügat mânâsından almak âyetin siyakı (gelişi)na daha uygundur. Huşû
"boyun
eğmek", iman ve îkân (sağlam bilgi) ile ilgili olabileceği gibi, galip
zanla da olabilir. Zira galib zan, amelin vacip olduğunu ifade eder.
Yarın
gelmesi galib zan ile zannolunan bir hayır veya şerre karşı akıllı
insan
kayıtsız davranamaz. Şu halde sabır ve namaz, galib zan ile hareket
edildiği
takdirde bile, insana ağır gelemiyeceği açıklanınca, bunun yakîn ve
iman ile
hareket edildiği takdirde hiç ağır gelmiyeceği ve hatta katıksız zevk
olacağı öncelikle
anlaşılır bu da âyetin sevkinin İsrailoğulları'na hitap olması
itibariyle daha
özgün ve daha faydalı olur. Burada diğer bir mânâ daha muhtemeldir ki
onu da
meâlde gösterdik.
Şimdi bir taraftan
İsrailoğulları'nı nimeti yadetmekle İslâm'a davet eden bu hitabı
kuvvetlendirmek ve te'yit etmek, diğer taraftan da geçmişte nail
oldukları
nimetleri hatırlatmak ve onlardan mahrum oluşlarının sebeplerini anarak
İslâm
dinini kabul ettikleri takdirde o geçmişten daha şanlı bir geleceğe
nail
olabileceklerini ve aksi halde dehşetli bir korkutmaya maruz
bulunduklarını ve
bunların karşısında, düşük menfaatler arkasında dolaşmanın çok vahim
(korkunç)
olduğunu anlatmak için şöyle bir nida (çağrı), bir hitap daha
yöneltiliyor ki,
bu, bir taraftan kısaca bir özet, diğer taraftan bir tafsîl (etraflıca
anlatma)
başlangıcıdır:
47- Ey
İsrailoğulları, benim size
verdiğim nimetlerimi hatırlayın ve özellikle şunu hatırlayın ki, ben
sizi
geçmişte (yani Musâ ve onun değişmeyen evlatları zamanında) bütün
âlemlere
üstün kılmıştım. Hepsinin üstüne çıkarmıştım, siz o zaman âlemin en
yüksek
milleti olmuştunuz. Hani onları ne yaptınız? Onları nasıl ele
geçirmiştiniz ve
niçin elden çıkardınız biliyor musunuz? Haydi düşünün, ne idiniz, ne
oldunuz
düşünün!..
48- Hem
ilerde öyle bir günün
hesap ve azabından sakının, korunun ki, o gün kimse, kimsenin adına bir
şey
ödeyemez, kimseden şefaat da kabul olunmaz, kimseden fidye de alınmaz,
bunlara
hiçbir taraftan bir meded de yapılmaz. Hasılı kimse kimsenin başına
gelecek
azabı hiçbir şekilde defedemez. Ne zorla def edebilir, ne kolaylıkla.
Zorla def
edemez, çünkü yardım yok. Kolaylıkla da def edemez, çünkü ya bedava
olacak, ya
karşılıklı. Bedava olacak olan bir şefaattir, o kabul edilmez.
Karşılığı da ya
verileceği ayniyle vermektir, halbuki ödemek yok veya başkasıyla
vermektir,
halbuki fidye yok. İşte böyle bir kıyamet günü vardır. O gelmeden
bundan
sakınmalı, bundan korunmalıdır. Demek ki bundan korunmak mümkündür.
Fakat
geldikten sonra ahirette değil, o gelmeden önce dünyadayken korunmak
mümkündür.
Çünkü: "Melekleri gördükleri gün, işte o gün suçlulara müjde yoktur."
(Furkan, 25/22) melekler görünüp olaylar başlayınca, o gün günahkârlar
için bir
müjdeye imkan kalmaz. Mu'tezile (mezhebinde olanlar) bu âyete
dayanarak,
ahirette buyük günah işlemiş olanlara şefaat edilmeyi reddetmişlerdir.
Fakat
burada şefaatin kabul olunmaması özellikle kâfirler hakkındadır. Ve
hitap
küfürde ısrar edenlere mahsustur. Zira İsrailoğulları kendilerinin
babaları ve
dedeleri olan peygamberlerin her halde kendilerine şefaat edeceklerine
inanıyorlardı. Bu âyet, bunu reddediyor. Yoksa diğer âyetler gelecektir
ve
hadisler de vardır ki, Allah'ın izniyle yine şefaat olur. Yasaklanmış
olan
şefaat herkesin kendiliğinden ve Allah'ın iznine bağlanmadan yapılacağı
düşünülen şefaatlerdir. Şu halde kendiliklerinden şefaat edebilirler
zanniyle
peygamberlere ve velilere tapılmamalı, ancak Allah'a ibadet etmelidir
ki, o
istediğine her istediği zaman şefaat ettirir. Ve bununla beraber
kıyametin
başlangıcı öyle korkunçtur ki, o sırada şefaat da bahis konusu
değildir. Herkes
kazancıyla kalabilecektir ve bu âyet o zamanı anlatmaktadır.
Bu özetleme ve korkutma
(veya
sakındırma)dan sonra, o nimetler ve bunlara karşı İsrailoğulları'nın
durumları
gelecek şekilde açıklanıyor.
Birincisi:
49-(Âyetin
başındaki vav ), "nimeti
hatırlayın" ifadesine mâtûf (bağlı)dur. Şu halde (ibarenin takdiri):
"hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" demek olur. Burada "nimetimi
hatırlayın ki, sizi kurtarmıştık" takdirini tercih edenler varsa da
gelecekteki
hatırlatmalar nimete ve ona karşı vaki olan durumları da kapsadığından,
hatırlatmayı ıtlakı (genelliği) üzere bırakmak daha belağatlı
olacaktır. Bu
gibi hatırlatma ve ihtar yerlerinde biz "hani" deriz.
"Hani" kelimesi gerçi esasen "nerede" mânâsına yerini
sormak içindir. Bununla beraber, "hani o günler" gibi hasret çekme ve
"hani hatırlarsın ya!" gibi mücerred (soyut) hatırlatma için de
kullanılır ki, öncekinin gereğidir. Ve bu makamda kullanma meâl olarak
uygun
olabilir.
Ve hem o zamanı hatırlayın
ki,
hani sizi Firavun ailesinden tamamen kurtarmıştık. Çünkü o zaman
kurtarılan
yalnız dedeleriniz değil, onların dolayısıyle sizdiniz, bütün
İsrailoğulları
idi. Siz İsrailoğulları onların elinde ne halde idiniz? O Firavun
ailesi size
azabın kötüsünü peyliyor, canınıza kıyıyorlardı.
"Sevm = , mal peylemek,
zulüm yüklemek, derde sokmak salmak, bir sîmâ vermek (yani dağlamak)
mânâlarına
gelir ki, her biriyle tefsir edilmiştir. Her halde bir suikast mânâsını
ifade
eder. Hikaye ediliyor ki, bunlar sınıf sınıf esir, amele gibi ayrılmış
ağır
yapı yapmakta, yıkmakta, dağlardan kayalar yontup taşlar taşımakta,
kerpiç,
kiremit pişirmekte, marangozluk, demircilik ve daha bunlar gibi ağır
hizmetlerde çalıştırılır, zayıflarına da vergiler konulurmuş. Fakat bir
çok
tefsir âlimine göre buradaki kötü azab kendisinden sonra atf
bulunmadığından şu
cümlelerle açıklanmış olandır: oğullarınızı boğazlıyorlardı da
kızlarınızı ve
kadınlarınızı güya sağ bırakıyorlardı. Elbette bu bırakış da hayır için
olmuyordu. O kızlar bu elemler (acılar) içinde büyüseler bile, oğlanlar
kalmayınca, hepsi başkalarının elinde kalacak, neticede bütün nesil yok
olacaktı. Diğer bir mânâ ile: Kadınların rahimler (döl yataklar)ini
yokluyorlar, çocuk alıyorlardı. Üçüncü bir mânâ ile: Kadınlarınıza haya
edilecek (utanılacak) şeyler yapıyorlardı. Birincisinde "istihya",
"hayat" kelimesinden; ikinci ile üçüncüde "haya"dan
gelmiştir. ve bu sırada Rabbiniz tarafından size büyük bir imtihan
vardı. Azab
ile imtihan, kurtuluş sebeplerini hazırlamak için imtihan; necat
(kurtuluş) ile
deneme de kendi başına bir devlet ve millet oluşturarak, yeryüzündeki
diğer
devletlere üstün bir şekilde güzel amel ve ahlâk ile yaşama
imtihanıdır.
"Belâ = aslında tecrübe ve
imtihan demektir. Fakat bu deneme, bazan hayır ve bazan şer ile olur.
Ve
çoğunlukla başlangıç şer ve sıkıntı mânâsını içine alır. Burada iki yön
de
vardır. Azab, bir bela ile imtihan; kurtuluş da bir hayır ile
imtihandır.
Malumdur ki Fir'avn,
Mısır'da
Amalika hükümdarının lakabıdır. Çoğuluna "ferâine" denilir. Nasıl ki
Rum krallarının bazısına Kayser, bazısına Herakl (kral); Habeş
krallarına
Necaşî; Yemen meliklerine Tübba; İran hükümdarlarına Kisrâ;
Türkler'inkine
Hâkân deniliyordu. Buradaki Firavun'ın ismi hakkında da çeşitli
rivayetler
vardır:
1- Velid b. Mus'ab (İbn
İshak ve
diğerleri)
2- Fantus (Mukâtil).
3- Mus'ab b. Reyyân.
4- Mugîs (bazı tefsir
bilginleri).
5- Kabus (Ebu Hayyân),
"Tarih-i Kâmil" de Kabus b. Mus'ab b. Muaviye diye göstermiş ve
yerine kardeşi Velid'in geçtiğini de nakletmiştir. Bu isimler hep
Arapça
olduklarına göre, o zaman Mısır halen Araplar'ın elindeymiş demek olur.
Ancak
Fantus ismi diğerlerine benzemiyor ve böyle olması bazı genel tarih
kitaplarına
uygun düşüyor.
"Âl = " kelimesi
"Ehl = "den alınmış ise de aralarında fark vardır. "Âl",
başlıca şan ve şöhret sahiplerine söylenir. Âl-i Firavun, Firavun'un
dininin
ehli, kavmi ve bilhassa tâbileri ve köleleri. "Firavun'dan
kurtarmıştık" denilmeyip de "Firavun ailesinden" buyurulmasında
önemli bir nükte anlaşılıyor ki, bununla yapılan zulümlerin temsilcisi
Firavun'sa da, bunda asıl sorumluluğun ondan daha çok ona uyanlara ait
olduğu
ifade edilmiştir. Çünkü Firavun yaptıklarını bunların eli ve bunların
hizmeti
ile yapmıştır.
Deniliyor ki bu şekilde
İsrailoğulları'ndan öldürülen çocukların toplamı dokuzyüz doksan bine
ulaşmıştı. Buna sebep de bunlardan doğacak bir çocuğun Firavun'un
hükümetini
yok edeceği hakkında kâhinlerin verdiği bir haber veya Firavun'un
gördüğü bir
rüya olduğu öteden beri nakledilir. Ne ibrettir ki, bu zulümler bir
fayda
vermemiş ve sonunda o çocuk doğmuş, Firavun'un kendisine
beslettirilmiş, Hz.
Musa olmuş ve yine Allah'ın takdiri yerini bulmuştur. Acaba buna gücü
yeten
Cenab-ı Allah'ın o kadar masum (günahsız)un kesilmesine izin vermekte
hikmeti
ne idi? Buna Ebu's-Suûd, tefsirinde işaret ediyor. Fakat daha önce
Muhyiddîn
Arabî hazretleri "Füsûs"unda meâlen şöyle izah etmiştir: "Bu
çocuklar hep Hz. Musa'ya hayatında imdat olmak ve onun ruhaniyetini
takviye
(kuvvetlendirmek) için öldürülmüşlerdir. Çünkü bunların her biri Musa
diye,
Musa hesabına, hasılı Musa için öldürülüyorlardı. Çünkü Firavun ve
Firavun
ailesi Musa'yı henüz bilmiyorlarsa da Hak Teâlâ biliyordu. Elbette
bunların her
birinin alınan hayatı Musa'ya ait olacaktı, zira gaye o idi. Bu
çocukların hayatı
ise hep fıtrat üzere bulunan temiz birer hayat idi. Nefse ait
maksatlarla
kirlenmemiş. -Âdem kıssasında açıklandığı üzere meleklerin secdesi
devrindeki-
fıtrat ve aslî yaratılış üzere bulunuyorlardı. Hz. Musa, Musa diye
öldürülen
bütün bu çocukların hayatları toplamı olacak ve Musa'nın hayatı
bunların
toplamına denk olacaktı. Her birinin ruhundaki yetenek ve kuvvet
Musa'nın
olacak, Musa'da tecelli edecekti. Demek ki bütün bunlar sağ olsalar ve
öyle
tertemiz büyüseler, toplamlarından nasıl ve ne kadar bir ruhî kuvvet
hasıl
olacaksa Musa'nın ruhunun kuvveti ona denk olacaktı. Firavun'un
başındaki
orduya karşı, Musa, başlı başına böyle bir ordu idi. Bütün o kesilen
çocukların
ruhları, Musa'nın ruhunun emri altında idi. İşte Allah Teâlâ onlardaki
güçleri
ve kuvveti toplamış, Hz. Musa'ya vermişti ve vermek için bunu yapmıştı.
Bu da
Hz. Musa'ya verilmiş bir ilâhî özelliktir ki, ondan önce
peygamberlerden hiç
birine nasip olmamıştı..."
İmam Râzî hazretleri der
ki:
"İnsanın başka bir el altında ve üzerinde istediği şekilde
kullanılabilecek bir halde bulunması, özellikle bu hal içinde bir de
ağır, zor,
pis işlerde kullanılması azab şekillerinin en şiddetlilerinden
olduğunda şüphe
yoktur. Hatta buna maruz kalanlar çoğunlukla ölümü temenni ederler.
İşte
Cenab-ı Allah'ın burada açıkladığı birinci nimet bu kötü azabtan
kurtulma
nimetidir."
Demek oluyor ki, bu âyette
önce
hürriyet ve istiklal nimeti anılmış ve esirlik mahkumluğunun feciliği
hatırlatılmıştır.
İkincisi:
50- ve
hani sizinle -bölük bölük-
denizi yarmıştık da sizi toptan kurtarmıştık. ve başınıza bela kesilmiş
olan
Firavun ile adamlarını suda boğmuştuk. siz de bakıp duruyordunuz.
Gözlerinizin
önünde olan bu olay, sizin için ne büyük nimet idi. Bu deniz Mısır'ın
civarındaki denizlerden birisi ki, adına "İsaf" denilirmiş ve bugün
ona "Bahr-i Kulzüm" adı veriliyor. Bizim "Şap Denizi"
dediğimizin aslı "İsaf" denizi imiş. Bugün 'Kızıldeniz" adıyla
anılmaktadır. "Kulzüm" şimdiki Süveyş'in yerinde kurulu bir şehir
imiş. Kulzüm esasen yutmak anlamına gelmektedir. Ona "Kulzüm Denizi"
denilmesi, bu şehirden ve Firavun'un adamlarıyla birlikte orada suda
yutulmuş
olmasından dolayıdır. Kâmus Şerhi'nde böyle naklediliyor. Bu âyette
Firavun'un
boğulması açıkça beyan edilmemiş ve yukarıda geçtiği şekilde asıl
Firavun
ehlinin cezası gösterilmiş ve Firavun da bunların içine dahil edilmiş.
İleride
bu boğulmayı daha ziyade açıklayan âyetler gelecektir. "Sizinle
yarmıştık" demek, yaran bizdik, siz de buna bir sebep, bir vasıta
olmuştunuz demektir. "Sizin için" diye de tefsir edilmiştir. Şuna
dikkat edilmek gerekir ki, Kur'ân-ı Azîmüşşan, bu gibi olayların olduğu
tarihleri değil, asıl taşıdıkları fevkalâde ibret noktalarını ve yüce
yaratıcının kudretiyle ilgili yanlarını anlatmak ve hatırlatmak
istiyor.
Üçüncüsü:
51- Ve
hani biz Musa ile kırk
geceye vaadleşmiştik. Ona kırk gece Tur'da kalıp münâcât ve vahiy için
bir
vakit tayin etmiştik. O da buna icabet edip Rabbinin mîkatına (tayin
ettiği
yere) çıkmıştı. Ebu Amr, Ca'fer ve Yakub () kırâetlerinde elifsiz
olarak
okunur. Bu takdirde, "Hani biz Musa'ya tam kırk geceyi va'detmiştik de
sonra siz onun arkasından buzağıya tapmaya başlamıştınız: Samirî'nin
yaptığı
altın buzağı heykeline tapmıştınız. Halbuki, siz o halinizle
zulmediyordunuz.
52- Sonra
bütün bunların
arkasından sizi affettik, o günahları sizden sildik. "Afiv" kelimesi
esasen mahvetmek, silip yoketmek anlamına gelir. Bu anlamdan edatı ile
kullanıldığında günahı mahvetmek mâ-nâsına gelir. Birinci anlamda ,
ikincide
deniliyor. ki bu sebeple olsun şükretmelisiniz: O zulmünüzle beraber
affın ne
büyük nimet olduğunu anlayıp düşünmeniz ve bunun şükrünü eda etmeniz
gerekir.
Hz.
Musa'nın nesebi; Musa b.
İmrân b.
Yashir b. Kahis b. Levi b. Yakub b. İshak b. İbrahim diye
nakledilmektedir.
Levi soyundan olduğu meşhur olmakla beraber İmrân ile Levi arasında
daha fazla
kişi bulunması ve silsilede zikrolunan isimlerin bu soyun meşhurları
olması
kuvvetle muhtemeldir. Zira Hz. Yusuf'un Mısır'a girmesi ile Hz.
Musa'nın
Mısır'dan çıkışı arasında dörtyüz sene geçmiş olduğu naklediliyor.
Doğrusunu
Allah bilir.
KIRK GECE: Hz. Musa'nın
denizi
geçtikten sonra Allah tarafından vaad olunan kitap için bir mîkat olmak
üzere
tayin edilen ve Zilkâ'de ayının başından Zilhicce'nin onuna kadar
gündüzüyle
birlikte devam eden bir ay on günlük müddettir ki, Hz. Musa bu süreyi
Tur'da
oruçlu olarak geçirmiş ve nihayet münâcât ile bizzat ilâhî kelama
mazhar olmuş
ve Tevrat levhaları kendisine inzal buyurulmuştu. Bununla ilgili olarak
diğer
sûrelerde daha birçok âyetler gelecektir. Aylar geceden başladığı için
gün ile
sayılmayıp gece ile sayılmış ve "kırk gece" denilmiştir. Bunda bir
incelik daha vardır; ilâhî tecelliler fecir gibi daima geceleri takip
eder.
Kara günler de geceden sayılır. İsmail Hakkı (Bursevî) Hazretleri der
ki;
tarikat ehli kırk günlük sülûkü bu âyetlerden almıştır. Dilimizdeki
"çile" tabirinin de aslı yine budur. Farsça kırk mânâsına "çil,
çihil" kelimesinden gelir ve "kırk" demektir. İşte Hz. Musa
İsrailoğulları'nı denizden geçirdikten sonra Tur'da ilâhî emre uygun
olarak
çile çıkarırken onlar buzağıya tapmaya başlamışlardı ki, ne kadar
haksız ve
nankörce bir tutumdur. Bununla beraber yine ilâhî affa uğradılar ki,
burada
işte özellikle bu af nimeti onlara hatırlatılıyor. Bu affın nasıl
gerçekleştiği
hemen aşağıda ayrı bir nimet olarak beyan edilecektir.
Dördüncüsü:
53-Musa'ya
verilen kitabın Tevrat
olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu furkanın, Kur'ân'ın olduğu gibi,
Tevrat'ın
da bir sıfatı olması veya Tevrat'taki şer'î hükümler veya Tevrat'tan
ayrıca
"yed-i beyza" ve "asâ" gibi mucizeler yahut bir zafer ve
ferah olması da ihtimal dahilindedir. Zira "furkan" aslında iki şey
arasını kesin olarak ayırmak demektir. Hak ile batılı, küfür ile imanı,
helal
ile haramı birbirinden kesip ayıran her şeye furkan denilir. İşte bu
mânâ iledir
ki, Kur'ân'ın özel lakabı olmuştur. Tevrat dahi esasen hak ile batılı
ayıran
ilâhî bir furkandır. Burada atıf dolayısıyla furkanın Hz. Musa'ya kitap
ile
birlikte verilmiş olan başka kudret ve hakimiyet olması bizce daha
münasip
görünüyor. Tur'dan kitap ile dönüp gelmesinde de bunun, hususî bir
tecellisi
olmuştur ki, gelecek âyet kısmen bunun açıklaması demektir. Şu halde
dördüncü
nimet Hz. Musa'nın Tur'dan kitap ile gelmesidir.
Beşincisi:
54-Burada
bir taraftan yukarıdaki
af nimeti açıklanmış olmakla beraber, bir taraftan da bu açıklama
içinde
furkanın tatbikiyle buzağı fesadının gideriliş şekli, tevbe ile tevbeye
vesile
olan ibretli ve incelikli nimetler hatırlatılmıştır.
Ve hani Musa kavmine, ey
kavmim
demişti, siz buzağıya tapmanızla kesinlikle kendinize yazık ettiniz,
öyleyse
Bârî Teâlâ'nıza, yüce hâlikınız (yaratıcınız), pâk yaratıcınıza tevbe
ediniz de
hemen kendinizi katlediniz, nefislerinizi öldürünüz. Böyle yapmanız
yani tevbe
ile öldürme işini yerine getirmeniz, Bârî Teâlâ'nız katında sizin için
hayırlıdır. Böyle demiş ve bunun üzerine Bârî Teâlâ tevbenizi kabul
etmiş idi.
Şüphesiz o, öyle Tevvâb (tevbeleri kabul edici), öyle Rahim
(merhametli) dir.
Burada "Musa size demişti"
denilmeyip de "kavmine demişti" buyurulması, yine bunun gibi
yukarıdan beri nimetlerde hep "Biz, Biz" diye bizzat ilahî
tasarruflar şeklinde tek tek sayılıp gelirken, görüldüğü gibi Hz.
Musa'nın
tebliğ ve tasarrufuna geçilmesi, Tevrat'ın nüzûlünden sonra onun Allah
tarafından başkaca bir kuvvet iktisap etmiş olduğuna ve artık
İsrailoğulları
üzerinde hükümleri icraya başlamış bulunduğuna işaret etmektedir ki,
bunda önce
hükümet nimeti olarak furkanın tatbikatı hatırlatılıyor. Fakat bu nimet
doğrudan
doğruya değil, Hz. Musa dolayısıyla vekaleten açıklanmış ve ancak
neticesi ve
semeresi olan tevbe ve hallerinin ıslahı, daha yukarıda geçen nimetler
gibi
fakat üçüncü şahıs (gaib) sîgasıyla yine bizzat Bârî Teâlâ'ya bağlı
olarak
beyan olunmuştur. Bu beyanın üslubundaki inceliklerin tek tek
açıklanması
başlıbaşına bir kitap olur. Fakat görülüyor ki, bu beyanın esas hedefi,
hükümet
nimetinin başta değil, ancak neticedeki düzelme dolayısıyla bir ilâhî
nimet
olduğunu hatırlatmaktır. Tevbe ve öldürme emrinin sorumluluğu Hz.
Musa'ya ait
bir vekillik tasarrufu, neticede meydana gelen düzelme de bizzat ilâhî
bir
ihsan olmuş oluyor. Ve furkan o zaman meydana gelmiş oluyor. Kavim
ünvanı
altında "Siz nefislerinize zulmettiniz." deniliyor.. Bu da gösteriyor
ki, nefse zulmetmek, ferdî nefisten ve kavmî nefisten daha umumî bir
ifadedir.
Şirkin zararı millete, milletin zararı da fertlere racîdir. Ve buzağıya
tapma
meselesi, Musa'nın kavmi içinde büyük bir bozulmaya ve karışıklığa
sebep olmuş
ve bu belanın temizlenmesi birtakım nefislerin ölmesini ve can kaybını
gerektirmiştir. "nefislerinizi öldürün" ifadesi mefhum olarak üç
mânâya gelebilir. Birincisi hakikat anlamı ki, herkesin kendi kendini
öldürmesidir, yani intihar etmesidir. Lakin böyle olsa idi muhatap
olarak kavim
kalmaz veya ancak asîler kalırdı. Şu halde kastedilen mânâ bu değildir.
İkincisi, işin geleneksel gerçeğidir ki, esasen kardeş olan bir kavmin
fertleri, haydi bakalım şimdi birbirinizi öldürünüz, demektir.
Çoğunlukla
tefsirciler bu mânâyı gözetmişlerdir. Tur'a giden Hz. Musa'nın
arkasından
Sâmirî, altından bir buzağı heykeli yapmış, onu bağırtmış ve Apis
öküzüne tapan
Mısırlılar ve diğer puta tapıcılar gibi, İsrailoğulları'nın bir
kısmını,
"İşte Musa bunu aramaya gitti." diyerek ona taptırmış ve çok yakın bir
zamanda bizzat şahit oldukları nimetlere karşı nankörlük yapıp bir
bozgun ve
karışıklık çıkarmış, kavmin diğer bir kısmı Hz. Harun ile beraber bu
gidişi
önleyememiş ve Hz. Musa'nın dönmesini beklemişlerdir. O zamana kadar da
bu
karışıklık gittikçe yayılmış, Hz. Musa Tur'dan dönünce Furkan'ın hükmü
ile
hepsine birden "kendinize yazık ettiniz" diye hitap etmiş, hem
buzağıya tapanlara, hem de ses çıkarmayıp bekleyenlere, bu
günahlarından dolayı
hemen tevbe etmelerini ve tevbe edenlerin, etmeyenleri derhal
öldürmelerini
emretmiş ve bu iç savaş Allah'ın izniyle zaferle sonuçlanmış. Bunun
üzerine
İsrailoğulları da hallerini ıslah edip uslanmışlar. İşte burada bu olay
hatırlatılmıştır. Hikaye olunduğuna göre bu olayda ölenlerin sayısı
yetmiş bine
ulaşmıştır. Buna buyurulmayıp da buyurulması, hadisenin dahilî ve
acıklı
olduğuna ve nefse zulmetmenin mânâsına işarettir. Üçüncüsü ise sırf
mecazî
olmasıdır ki, nefsinizi öldürünüz, yani günahınıza nedâmetle gam ve
kederden
canınızı çıkarın yahut şehvetlerden nefsinizi men etmekle riyazet
(perhiz)
ediniz. Size bu kötülükleri yaptıran, sizi şirke saptıran hep nefsanî
isteklerdir. Tevbe de bunların kırılması ile faydalı olur ve ancak o
zaman
kabul edilir demektir. Bu te'vil de gözetilmiştir. Bu da güzeldir,
fakat bir
işarî mânâdır.
Bârî, yaratırken ayıpsız ve
noksansız yaratan demektir, ki, "hâlîk"dan daha özeldir ve bunda ilk
yaratılışı hatırlatma vardır.
Altıncısı:
55- Ve
hani hatırlarsınız ya, siz
"Ey Musa, biz Allah'ı aşikâre, açıktan açığa görmedikçe sana asla
inanmayacağız." demiştiniz de bunun üzerine sizi yıldırım çarpmış, bir
başka deyişle dehşetli bir darbeye tutulmuş, yıkılmıştınız. Ve
kımıldanmaya
dermanınız kalmamış, sadece bakıp duruyordunuz. Demek ki, ölmemişlerdi,
fakat
ölüm haline gelmişlerdi. Tefsircilerden birçoğu bunu, bakıp dururken
yıldırım
çarpmıştı, ölmüş idiniz, mânâsına anlamışlardır. Halbuki "siz de bakıp
duruyordunuz" cümlesi atıf veya hâl cümlesi olarak bilhassa böyle bir
zanna meydan vermemek içindir. "Ahz", bakmaya ârız olan bir hal değil,
"nazar" (bakmak) ahze mukarin (yakın) olan bir hâl olarak
gösteriliyor veya atfediliyor. Nitekim bu yıldırım çarpmasının
ayrıntılı olarak
açıklandığı "Musa, kavminden yetmiş kişi seçti." (A'râf, 7/155)
âyetinde "onları titreme yakalayınca" buyurulmuştur. Tahkik ehlinin
dirayet yoluyla yaptıkları araştırmanın gerçek sonucu bu olduğu gibi,
Vehb
hazretlerinden rivayet edildiğine göre de bunlar ölmemişler, belki o
korkunç
hali gördükleri zaman kendilerini öyle bir titreme, bir zangırtı almış
ki,
hemen hemen mafsalları kopuyor, belleri kırılıyormuş. Mahvolmak
durumuna
gelmişler. O zaman Hz. Musa ağlamış, Rabbine dua edip yalvarmış,
Cenab-ı Allah
da bir açıklık ihsan eylemiş, ondan sonra kendilerine gelebilmişler,
akılları
da başlarına gelmiştir.
56-
Nitekim şöyle buyuruluyor:
bir müddet sonra sizi ölümünüzün ardından yeniden dirilttik, adeta
b'asü ba'del
mevt (öldükten sonra dirilmey)e mazhar ettik. Önceki yıldırım çarpması
bir ölüm
ise, bu da hakikaten yeniden dirilmek demek olacaktır. belki buna
şükredersiniz.
Bu olayın, zikr olunan
öldürme
olayından sonra mı veya ondan önce ve hemen öldürme emrini müteakip mi
meydana
geldiği hakkında iki görüş zikr ediliyor. Her ne olursa olsun, âyetten
şu
anlaşılıyor ki, bu yıldırım çarpması, bir kavmin yok olması mesabesinde
bir
musibet ve ondan kurtuluş da o kavmin tekrar hayatı, öldükten sonra
yeniden
dirilmesi anlamında büyük bir nimet imiş, bu belanın sebebi de açıktan
açığa
görmeyince Allah'a iman etmemek ve Hz. Musa'ya inanmamak iddiası
olmuştur.
Onları o durumdan kurtarmak ise sırf Allah'ın yardımı olarak ayrıca
zikredilmiştir. Bunu yapanlar, elbette İsrailoğulları'nın hepsi
değildi. Bu
iddia üzerine mîkatta yıldırıma yakalananlar seçilen yetmiş kişi idi.
Böyle
olduğu halde âyette gerek iddia, gerek musibet, gerekse kurtuluş nimeti
hatta
Kur'ân'a muhatap olanlar dahi buna dahil olarak bütün bir kavme nisbet
olunuyor. Şüphe yok ki bunun hikmeti, bütün bir millet arasında
müşterek
sorumluluk meselesi, hatta Âdemoğulları arasındaki hilafetin gereğidir.
Kimse
kimsenin günahından sorumlu değil iken bunun böyle olması gösteriyor
ki, ilahî
hukuk olan umumî vazifeler konusunda, farz-ı kifaye maddelerinde fert
bahis
konusu değil, yalnızca cemaat, bizzat ümmet bahis konusudur. Bunun
iyisinde,
kötüsünde herkes müşterektir. Sonrakiler öncekilerin ve herkes
birbirinin
vekilidir.
Bu kadar gerçekleşmiş
nimetlerden
sonra "Allah'ı görmeden sana inanmayız." diye Hz. Musa'ya isyan etmek
ne büyük bir küfür ve nankörlüktür. Bu âyet marifetullah (Allah'ı
bilme)
meselelerinin en mühimlerinden birini ve sonra insanların alçalış ve
yükselişleri ile ilgili ruh hallerinden en dikkat çekici olanını bir
cümlede
hatırlatıvermiştir. Gerçekten de insanlar terakki edecekleri zaman
görüşleri ve
kalpleri yükselir, idrakleri yalnızca gözleri önünde duran görüntülere
bağlanıp
kalmaz akıllarıyla görünebilenin ötesine geçerler, gaybın hakikatına
iman
ederler, görülmedik ve işitilmedik saadetlere ererler. Bunun aksine
alçalacakları ve çöküntüye uğrayacakları zaman da akılları kalmaz,
kalbleri
körlenir, gözleri görülebilene saplanıp kalır, gözlerine batmayan şeye
inanmazlar, inanmak için mutlaka görmek isterler, fenalıktan
sakınmazlar,
gelecek felakete de bilfiil başlarına gelmedikçe inanmazlar. Halbuki
felaket
gelince hükmünü icra eder. Derecesine göre ya ezer, ya imha eder.
Böyle,
maddeden başka bir şey tanımayan, gözlerine batmayan şeye inanmayanlar,
inanmak
istemeyenler sopasız yürüyemeyen körlere benzerler, tapacakları
mabutlarını da
elleriyle tutmak, yoklamak isterler. Bunların gözünde maneviyat,
mâkulat,
mücerredat yani maddî olmayan her türlü soyut değerler, evham cinsinden
sayılır. Tapmak için, cisim cinsinden şeylerden putlar ararlar
bulamazlarsa
yaparlar ve ona taparlar, ondan imdat umarlar; çünkü insanlarda ibadet
ihtiyacı
doğuştan, yaratılıştan gelen bir ihtiyaçtır. Bundan kurtulamazlar.
Fakat hakiki
mabudu göremeyince, kalplerinden, akıllarından kuvvet alamayınca,
gözlerinin
tuttuğu, ellerinin eriştiği bir şeyden kuvvet dilenirler, hiç olmazsa
bir öküz
veya öküzün altında bir buzağı ararlar. İsrailoğulları'nın bir kısmı da
gerek
Mısır ve civarındaki görgüleri, gerek henüz yükselememeleri veya
herhangi bir
sebeple tekrar çöküntüye uğramış olmaları dolayısıyla Hz. Musa'ya
"Allah'ı
açıktan açığa görmeyince sana inanmayız." diye diretmişler,
akılsızlıklarından
kendilerini Musa ile bir tutup, "Sen konuştum, kitap getirdim, diyorsun
ya! Haydi bize de göster!" diye isyana cür'et etmişler ve bununla
Allah'ı
bir cisim gibi, karşılarında bütünüyle görmek istemişler ki, bu
imkansız ve
muhal idi. Bütün gördükleri nimetler ve o harikalar, akıl yürütmelerine
kafi
gelmemiş, böyle nankörce bir tutumla, olmayacak hayallere saplanıp
kalmışlar.
Bundan dolayı başlarına yıldırım musibeti bir harika olarak gelmiş ve
bu
musibetten de yine bir harika olarak ve Allah'ın rahmeti sayesinde
kurtulmuşlardır. Bizzat Allah'ı göremedilerse de başka mabutların
yapamıyacağı
cezayı yakından görerek akılları başlarına gelmiş, görmeden inanmanın
büyük
önemini o zaman biraz takdir etmişler de bütün kavim bu sayede yeniden
dirilmiş
ve kurtuluşa ermiştir. Bu büyük ve derin nimet ve ders de bu çağırışta
böyle
iki veciz âyetle dile gelmiş ve hatırlatılmıştır ki, bundan kitaplar
yazılır.
Gerçekten de Cenab-ı Allah görülmez ve görülemez değildir; O, kendisini
görebilecek gözler yaratmaya da kadirdir. Lakin ona bu gözler dayanmaz
ve
görülürse ihata olunamaz. Bizim dünyada yararımız O'na gıyabında iman
etmek,
aklî ve kalbî şehadetle inanmaktır.
Bu hatırlatmaya şu nimet de
eklenmiştir:
57- Bir de
Tîh sahrasında
üzerinize o ince bulutu gölgelik yaptık. ve üstünüze hem kar gibi
kudret
helvası, hem de yelve kuşu, bıldırcın indirdik. Size kısmet ettiğimiz
bu temiz
nimetlerden haydi yiyin, dedik. Bundan sonra Cenab-ı Allah, onlardan
yüz
çeviriyor, kendilerini doğrudan doğruya muhatap almaktan uzak tutup
gıyaba
atıyor ve zulümlerini güzel bir özetle kendilerine anlatmak üzere
buyuruyor ki,
onlar bu nimetlere karşı yaptıkları nankörlükle aslında zulmü bize
yapmadılar,
lakin kendilerine yapıyorlar, kendi kendilerine yazık ediyorlardı.
Çünkü dinin,
iman ve amelin faydası da zararı da Allah'a değil, kullaradır. Bu
hususta
yaptıkları zulüm ve nankörlük, birkaç âyet sonra ayrıca
hatırlatılacaktır. Şu
da rivayet olunuyor ki, bunlar; "Temiz temiz, taze taze yiyiniz."
denildiği halde dinlememişler, biriktirmeye, toplayıp yığmaya
başlamışlar ve
bunun üzerine nimet kesilmiş, zaruret ve sıkıntı içinde kalmışlar.
Dikkat
edilince görülüyor ki, nimetler tek tek sayılıp gelirken, gitgide
bunlara
nankörlükler ekleniyor ve hatırlatmanın hedefi bunlar ve bunlara karşı
yapılan
haksızlıklar ve zulümler olmaya başlıyor.
Yedincisi:
58- Ve
hani demiştik ki, şu
beldeye, Beyt-i Makdis mevkiine yahut Eriha beldesine giriniz de onun
neresinde
isterseniz, yahut nasıl isterseniz dilediğiniz şekilde bol bol yiyiniz.
Ve
girerken kapısından giriniz, hem de başlarınızı eğerek, şükür secdesine
kapanarak giriniz, kibir ile, çalımla, azgınlık ve serkeşlik yaparak
girmeyiniz, ve orada "hıtta" deyiniz ki, size bu şartlar altında
hatalarınızı mağfiret ediverelim, yani veballerinizi rahmetimizle
örtelim. Ve
şunu da haber verelim ki, muhsinlere, iyilik ve güzellik yapanlara,
güzel
hareket edenlere daha fazlasını da ihsan edeceğiz.
Asam tefsirinde "hıtta"
Arapça olmayıp aynen söylenmesi gereken bir kelimedir denilmiş, diğer
müfessirler ise bunun Arapça "hatt" masdarının binâ-i nev'î (çeşit
bildiren masdar) olduğunu söylemişlerdir.
Hatt, bir şeyi aşağıya
almak ve
sırttan yük indirmek demek olduğundan, "hıtta" da bir nevi indiriş
demek olur ki, özel bir şekilde yükü yıkmak veya boyunlardaki vebali
indirmek
karar veya duasını ifade eder ve umuma ait mecaz suretiyle
birleştirilmesi de
mümkündür. Yani oraya yerleşmek için kararınızı veriniz ve
günahlarınıza
istiğfar ediniz demek olur. Aşere kırâetlerinin hepsinde "hıtta"
kelimesi merfû okunur. Şu halde kelime tekil anlamına değil, mahzuf
(hazfedilmiş) bir mübtedanın haberi olarak "işimiz hıttadır"
takdirinde bir cümledir. Mesela, kendi lisanımızda da bir ilan veya
topluluğa
kumanda halinde "uyku!", "yemek!", "hareket!"
v.b. emir ve kumandalar, veya bir istirham ve istek sırasında
"lütuf!", "inayet!", "merhamet!" ve
"insaf!" gibi müfret (tekil) kelimeler de böyle birer cümle
takdirindedir. İncil'de ve eski din kitaplarında "hıtta" kelimesinin
Ramazan ayının ismi olarak zikredildiğini Kamus mütercimi Asım Efendi
zikretmiştir. Fakat bu âyette bu suretle bir tefsir veya bir te'vil
vâki olmamıştır.
59-Tenbihemri,
Âdem ile
zevcesinin cennette iskân edildikleri (yerleştirildikleri) zaman
aldıkları emri
(Bakara, 2/35) andırmaktadır. Nitekim diğer bir âyette (A'raf, 7/161)
buyurulmuştur. Zaten cennet ehli için (Bakara, 2/25) buyurulmamış
mıydı?
Derken o zalimler güruhu,
sözü
değiştirdiler, kendilerine söylenenin başka türlüsünü yaptılar.
Denilmiş ki,
"hıtta" emriyle alay ederek, bunun yerine demeye başlamışlardı ki,
Nebt lehçesinde Yani kırmızı buğday demekmiş. Belli ki, bu rivayette,
cennetteki
yasak ağacın meyvesi kabul edilen "hınta" anlamına çok açık bir
değinme vardır. O zalimler kapıdan girer girmez, dünya derdine düşerek
Allah'ın
emrini değiştirmeye ve bozmaya kalkıştılar. Bunun üzerine biz de sözü
değiştiren zâlimlerin başlarına yukarıdan korkunç ve iğrenç bir azap
indiriverdik, çünkü fısk içinde yüzüp gidiyorlardı, günah işliyor ve
çığırdan
çıkıyorlardı. Bunu yapanlar ve bu azaba uğratılanların, Musa kavminden
bir
güruh olduğu anlaşılıyor. Çünkü bütünü için "değiştirdiler"
buyurulmayıp,
"O zulmedenler değiştirdiler" buyurulmuştur ki, içlerinden bir kısmı
demek oluyor. Nitekim A'râf sûresinde (A'râf, 7/162) "minhum" kaydı
vardır ki, onlardan bir kısmı demektir. Burada âyet siyak icabı olarak
bundan
müstağni olmuştur.
Rics, esasen "rics"
gibi tiksinilen pis ve murdar şey demek olup, bundan azap ve ukûbet
mânâsına da
kullanılmıştır. Tenvin tehvil (korkutmak) içindir. Fısku fücur
işlemenin
akıbeti işte böyle murdar azaplarla mahvolup gitmektedir.
Sekizincisi:
60- Ve
hani Musa, kavmi için
istiskâ etmişti. İstiskâ; sakiy talebinde bulunmak, sakiy de
suvarmaktır. Yani
Musa, susuz ve kuraklıkta kalan kavminin suvarılması için bir su veya
yağmur
istemiş, su aramaya veya yağmur duasına çıkmış idi de Biz de ona
elindeki asâ
ile taşa vur demiştik. Bunun üzerine taştan on iki pınar fışkırdı. Her
kısım
halk, içeceği pınarı tanıdı. Haydi Allah'ın rızkından yiyin, için de
yeryüzünde
fesat çıkararak şuna buna saldırmayın dedik.
Tefsircilerin çoğu bu
istiskânın
da menn ve selva ile beraber olduğunu beyan etmişler, ancak Ebu Müslim
İsfehanî
bu sözün müstakil oluşunu nazar-ı dikkate alarak, bunun ayrıca bir
mucize
olduğunu söylemiştir. Âyet bunlardan birini tayin etmiyor.
Hz. Musa'nın asâsı ne idi
ve ne
kadardı? Sonra bu taş belli ve bilinen bir taş mı idi? Fahruddîn Razî,
tefsirinde der ki: Asâ'nın herhangi bir ağaçtan veya cennetin mersin
ağacından
olduğu ve boyu on arşın ve başı iki çatallı bulunduğu; söz konusu taşın
Tur'dan
getirilmiş veya asâ ile beraber Hz. Şuayb'den alınmış, şöyle veya böyle
özellikli veya kutsal bir taş olduğu hakkında muhtelif rivayetler var
ise de bu
konuda mütevatir ve kesin bir nass olmadığından, bunun detaylarına
girmekten
sakınmak ve susmak, "hakikatını Allah bilir" deyip işi Allah'a havale
etmek gerekir. Çünkü amelle ilgili bir konuda ahad haber ve zann ile
amel etmek
vacip olursa da, amelî olmayan ve sırf ilmî ve itikadî özellik taşıyan
bir
hususta kesin nass lazımdır. Halbuki söz konusu asâ ile taşın
tafsilatını
bilmek de bizim için amelî bir vazife olmadığı gibi, bu konuda kesin
bir nass
da yoktur. Şu halde tafsilatına girmektense sükût etmek herhalde en
doğru
olandır. ilh...
Asânın ve taşın
hakikatlerini
tayin ile meşgul olmaksızın âyetten şunu anlarız ki; Cenab-ı Hak,
burada
hayatın mayası büyük bir dünya nimetiyle, hidayet sermayesi olan büyük
bir
rahmanî mucizeyi anmış ve hatırlatmıştır. Hz. Musa, susuzluktan ve
kuraklıktan
yanıp kavrulan kavmi için Cenab-ı Hak'tan su diliyor, yağmur duasına
çıkıyor.
Cenab-ı Allah da bu duayı kabul ile istenilenden daha büyük harikulâde
bir
nimet ihsan ediyor. Gelip geçici bir yağmur yerine, İsrailoğulları'nın
on iki
boyundan her birine mahsus ayrı ayrı on iki pınar fışkırtıyor ve
bununla yüce
varlığına ve ilahî inayetine açık bir belge bahşediyor. Öylesine
bahşediyor ki,
duanın arkasından fiilî bir teşebbüsün lüzumunu emrediyor, "asân ile
taşa
vur!" diyor. Demek ki, o sırada Hz. Musa, farzedelim bu ilahî emre
derhal
uymayıp da "asâyı taşa vurmanın suyla ne ilgisi var?" gibi aklî ve
indî bir kıyas yapmaya ve kendi kendine fikir yürütmeye kalkışsaydı, bu
nimet
tecellî etmeyecekti, dualar ve yapılan araştırmalar belki de boşa
çıkacaktı. O
halde harikanın en büyük sırrı, bu sebebin ilhamında ve bu büyük
nimetin o
sebebe bağlanmış olmasındadır: Kuru taşları yarıp pınarlar fışkırtmaya
kadir
olan Allah Teâlâ, istenen suları doğrudan doğruya ihsan etmiyor da bir
manevî
sebeple bir maddî sebebe teşebbüs üzerine ihsan ediyor. Esasen manevi
sebep
olan dua, maddî sebebin ilhamına da vesile oluyor. İlham olunan maddi
sebebin
teşebbüse dönüşmesi, yani asânın taşa vurulması ile de sular
fışkırıyor.
Böylece hidayet bürhanı tamamiyle tecellî ediyor. Bunu da "yiyin, için,
fesat çıkarmayın" irşad ve ikazı takip ediyor.
Hakikaten Allah, bir şeyi
murad
edince sebeplerini kolaylaştırır ve sebepler o kadar çeşitli ve sonsuz
boyuttadır ki, beşer aklı ne kadar yükselse bunları ayrıntılarıyle
kavrayamaz.
Bunun için açıklamanın esas faydası, asâ ile taşın özelliklerini
anlatmakta
değil, olayın akışındaki incelikleri idrak etmektedir. Hazreti Musa
gibi bir
şanlı peygamberin asâsında, bu çeşit fışkırmalara sebep olabilecek her
türlü
mekanik kuvveti tasavvur ve tahmin etmek mümkündür. Ayrıca Hak
Teâlâ'nın
nimetlerinin tecellisi her zaman böyle manevi sebeplerle maddî
sebeplerin
birleşmesinde gizlidir. Ne kaçan fırsatlar karşısında ümitsizliğe
düşmeli, ne
de fırsatları ve sebepleri ihmal etmelidir. Allah Teâlâ'ya yürekten ve
ihlas
ile dua etmeyi hiçbir zaman elden bırakmamalı, aynı zamanda duanın en
büyük
semeresinin ruhî inkişaflar olduğunu bilmeli ve rahmanî ilhamlardan
istifade
ederek, en umulmaz sebeplere dahi başvurup, onu uygulamalıdır. İyi
düşünülürse
fen alanında bile en büyük keşifler, insan kalbine şimşek gibi çarpan
bir ilahî
telkînin eseridir. Bunu hayırda kullanan hayra, kötülükte kullanan
kötülüğe
ulaşır.
Dokuzuncusu:
61- Ve
hani siz, verilen nimetlerin
kadrini bilmeyerek, şükrü ve itaatı bir yana bırakarak, terbiyesizlik
edip de
demiştiniz ki; ey Musa! biz tek çeşit yemeğe artık katiyyen
katlanamayacağız.
Yeter artık, her gün bıldırcın eti ve kudret helvası yemekten bıktık,
usandık,
binaenaleyh Rabbine dua et de bize toprağın bitirdiği şeylerden;
yetiştirdiği
sebzelerden, kabak, hıyar, sarmısak, mercimek ve soğanından
çıkarıversin. Gerçi
tekdüzeliğin, insan istekleri üzerinde az çok sıkıcı bir tesiri vardır.
Ve buna
karşı çeşitlilik isteğinde bulunmakta esasen bir günah da yoktur. Fakat
bunu
yaparken, bir taraftan eldeki nimetin yokluğu zamanında çekilen acıları
unutmamak, diğer taraftan da yüce bir ruh haliyle ve temiz bir kalble
hareket
edip şükrü artırmak ve daha önemlisi, bedenin istek ve ihtiyaçlarına
kapılıp
edep ve terbiye dışına çıkmadan hareket etmek icap eder. Onların da
"Rabbimize dua et" diyecek yerde, edepsizce "Rabbine dua
et" diye imansızlık eseri göstermemeleri gerekirdi. İsrailoğulları'nın
bu
isteğinde, şüphesiz göçebelikten kurtulup, yerleşik hayata, şehir
hayatına
geçmek arzusu vardı. Fakat bu arzu, eğitim, ilim ve ibadet gibi yüksek
bir
maksat ve hedefe değil, bıldırcın ve kudret helvası yerine soğan ve
sarmısak
yiyebilmek için bayağı bir maksada dayanıyordu. Bunda da vaktiyle
Mısır'da
yaşadıkları sefil hayata istek ve adeta hasret gibi bir maksat
yatıyordu ki, bu
da hürriyetin kadrini takdir edemeyip, köleliğe talip olmak demekti.
Bundan
dolayı Hz. Musa cevaben şöyle dedi: siz üstün ve hayırlı bir nimeti
daha aşağı
bir şeyle değiştirmek mi istiyorsunuz? Öyle ise haydi bir şehre veya
bir
kasabaya ininiz, oraya konunuz, o vakit size istediğiniz vardır. Bu
cevap, bir
taraftan isteklerinin çabuklaşmasına sebep olacak şeyi göstermekte, ve
nimete
gidecek yolu bildirmekte, diğer taraftan da yaptıkları kötü tercihin
akıbetinde
uğrayacakları fenalığı ifade etmektedir.
Mısır: Hem özel isim, hem
de cins
ismi olarak kullanılır. Özel isim olduğu zaman gayrı munsarif olur;
cerr ve
tenvin kabul etmez. Fakat üç harfli olduğu ve ortası da sakin olduğu
için Nûh,
Lût, gibi munsarif olması da caizdir. Cins ismi olduğu zaman genel
olarak
kasaba anlamına gelir. Nitekim cuma namazının şartlarından birisi de
mısırdır,
deriz. Bu âyetde her iki anlamiyle de tefsir edilmiştir. Lakin
İsrailoğulları'nın, Mısır'dan çıkışından sonra bir daha geri dönmeleri
vaki
olmadığı için tefsirciler bunu cins ismi olarak, Arz-ı Mukaddes'teki
kasabalardan herhangi birine hamletmişlerdir. Gerçek anlamda Mısır diye
anlaşıldığı takdirde bu emir sırf bir kınama ve azarlama emri olur.
Yani
"Mısır'a geri döner de oraya yerleşirseniz, orada bol bol soğan ve
sarmısak yersiniz, belanızı da bulursunuz!" anlamına bir azarlama sözü
olur. Bununla beraber ikinci takdirde, yani herhangi bir kasabaya
yerleşme
anlamına alındığında dahi azarlamaya yönelik bir îmâ söz konusudur.
Bunun için
karye veya belde (köy veya şehir) denilmeyip "mısır" denilmiştir.
Demek oluyor ki, İsrailoğulları, böyle sırf soğan ve sarmısak yemek
için
Mısır'daki esareti andırır bir zillet haline taraftar olmuş oldular.
Acaba akibetleri
ne oldu? Bu noktaya gelince, Cenab-ı Hak, onları yine muhatap tutma
şerefinden
mahrum ederek, bir istinaf cümlesi ile buyuruyor ki üzerlerine zillet
ve
meskenet damgası vuruldu. aşağılandılar, hakarete uğradılar, ağır
vergilere,
fakirliğe ve ezikliğe mahkum oldular. ve nihayet Allah'tan bir gazaba
uğradılar, müstehak oldular da devletleri yıkıldı, cemiyetleri dağılıp
perişan
oldular. Fâtiha sûresinde zikrolunan "kendilerine gazab edilenler"den
oldular. Bu baskı, bu gazap, yani bu kötü akibet işte şunun için idi
ki: onlar,
Allah'ın bu kadar açık seçik âyet ve delillerini inkâr ediyor,
kâfirlikte
direnip, haksız yere peygamberleri öldürüyorlardı. Hz. Şa'yâ, Hz.
Zekeriya ve
Hz. Yahya gibi nebileri şehit etmişlerdi. Yine şundan dolayı idi ki;
onlar isyanı
alışkanlık haline getirmişler, durmadan hadlerini aşıyorlardı. Halbuki,
küçük
günahlarda ısrar büyük günaha, büyük günahlarda ısrar da küfre götürür.
Küfür
ise her türlü kötülüğü yaptırır.
Nebiy: Nebe'den türeyen bu
kelimenin aslı nebi'dir ki; Allah Teâlâ'dan vahiy ile haber getiren
demektir.
Ve tam olarak peygamber karşılığıdır. Çoğulu "enbiya" ve
"nebiyyîn" olarak gelir. Nâfi' kırâetinde aslı üzere (hemze ile)
nebîîn okunur. Nebiy, resulden daha genel anlam taşır: Her resul
nebîdir, fakat
her nebî resul değildir. Bununla beraber Kur'ân'-ı Kerîm'de birbirinin
yerine
kullanıldığı da olmuştur. Enbiyanın öldürülmesi, haksız yere yani
Allah'ın
koyduğu hükmün aksine katledilmeleri, bunun zaten Allah'ın hükmüne
aykırılığı
âşikâr olduğu halde, ayrıca açıkça ifade edilmesi, bilerek yaptıkları
bu
kötülükleri nass ile hükme bağlamak ve ne kadar ileri gittiklerine
işaret etmek
içindir. Burada, bunların Peygamber Efendimiz'e karşı giriştikleri
sûikastlara
da işaret buyurulmuş oluyor.
Bu gazaptan sonra acaba
bunlar
için hiçbir kurtuluş imkanı yok mudur? Buna cevap olarak buyuruluyor ki:
62-
İslâmiyet'e zahirde iman
etmiş olanlar, yani, Muhammed dinini dilleriyle ikrar ettiklerinden
dolayı
insanlar arasında müslüman sayılanlar, Musa dinine mensup olan
yahudiler, İsa
dinine mensup hıristiyanlar, bu üç dinin dışındaki dinlerden olanlar
yani
onlardan her kim, Allah'a ve ahiret gününe, bu sûrenin başında beyan
buyurulduğu üzere, gerçekten dış görünüşleriyle ve içyüzleriyle iman
eder ve bu
imana yaraşır şekilde iyi bir iş yaparsa şüphesiz bunların Rableri
katında ecir
ve mükafatları vardır. bunlara korku yoktur ve bunlar mahzun da olacak
değillerdir, yani, yapılan inzarlar, uyarı ve tehditler bunlar hakkında
değildir.
İnsanlar Âdem'in sülbünden
yeryüzüne indikleri zaman Cenab-ı Allah kendilerine "Eğer Ben'den size
bir
hidayet gelir de kim benim hidayetime uyarsa, işte onlara herhangi bir
korku
yoktur ve onlar üzüntü de çekmeyecekler." (Bakara, 2/38) diye herhangi
bir
zamanda gelen hidayetine uymaları şartıyla bunu vaad etmemiş miydi?
İşte
Âdem'in tevbesinin semeresi olan o ilahî va'd, ebediyete kadar sürüp
gidecek
bir genel kanundur. Ve bu âyet ilahî kanunun bir inkişafıdır. Şu halde
yahudiler gibi zillet ve meskenete düşenler ve Allah'ın gazabına
uğramış
olanlar bile her ne zaman tevbe eder, Allah'a ve ahiret gününe cidden
iman
ederek, Allah'ın son zamanda gönderdiği hidayete uyar ve ona göre salih
amel
işlerlerse o gazaptan kurtulurlar. Ve Allah katında ecir ve mükafat
bulurlar.
Sonuçta sırrına mazhar olarak, korku ve hüzünden kurtulurlar. Lakin
bundan
yararlanmak için görünüşte, yani insanlar arasında mü'min ve müslüman
sayılmak
yetmez, hatta belli bir süre salih kişi olarak yaşamış olmak da kâfi
gelmez. O
imanda sebat edip, güzel bir sonla gitmek, yani son nefeste iman ve
güzel amel
ile Allah'a kavuşmak lazımdır.
Bu sûrenin baş tarafında
"İşte onlar Rabblerinden gelen bir hidayet üzeredirler ve gerçekten
kurtuluşa erenler de ancak onlardır." (Bakara, 2/5) müjdesinin kimlere
mahsus olduğu bilinmektedir ve bunda "Sana indirilene ve senden önce
indirilene inananlar." (Bakara, 2/4) şartı da bulunmaktadır. Bunun için
ahirete iman ve gerçek anlamda yakîn de bütün peygamberlerle birlikte
Hz.
Muhammed'e (s.a.v.) ve ona indirilen kitaba iman etmiş olanlara mahsus
bulunduğu tebliğ edilmişti. Şu halde cümlesiyle beyan buyurulan gerçek
imanın
Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilmesinden sonrakiler diye
tefsir
edilmesi lazım geldiğinde hiç şüphe yoktur. Zaten bu âyetin bilhassa bu
noktadan İsrailoğulları'na hitap şeklinde bir icmal olup, bütün bu
açıklamaların İslâm dinine davet sadedinde ve "Sizin yanınızda bulunan
kitabı doğrulayan bu kitaba (Kur'ân'a) iman edin ve onu ilk inkâr eden
olmayın!" (Bakara, 2/41) ilâhî emrini desteklemek için gelmiş olduğunda
şüpheye yer yoktur. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden önce Allah'a ve
ahiret
gününe iman eden ve iyi amel işleyenler bile Tevrat ve İncil hükmünce
geleceğin
büyük peygamberine iman ile mükellef idiler, buna işaret olmak üzere
"Ahdimi yerine getirin." (Bakara, 2/40) buyurulmuştu. Böyle iken Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden sonra onu inkâr edenler arasında gerçek
iman ehli
bulunduğu varsayımına imkan kalır mı? Allah'a ve hesap gününe imanı
bulunan ve
bu iman ile mütenasip salih amel işleyecek olan kimselerin Hz.
Muhammed'in
peygamberliğini inkâr etmelerine imkan tasavvur olunabilir mi? Tarih
sayfalarının şahitliğinde Hz. Muhammed'in peygamberliğinden daha açık,
daha
belirgin hangi peygamberlik vardır? Şu halde gökyüzündeki yıldızlardan
bazılarını kabul edip de güneşi inkâr edenlerin Allah'a karşı
imanlarında
ciddiyet ve samimiyet tasavvur etmek gerçekle bağdaşmayan bir çelişki
teşkil
eder. Dikkat çekici olan şey şu ki, bu âyette iman, biri insanlara
nazaran
zahirî, diğeri Allah katında geçerli, hakikî iman olmak üzere iki defa
zikredilmiş ve her şeyden önce "iman edenler" sözü, yahudilere,
hıristiyanlara ve sâbiilere mukabil tutulmuştur. Demek ki, bu üçü,
Kur'ân'ın
sözkonusu ettiği imanın mutlak olarak dışındadırlar. Bununla beraber
zahirî iman
sahipleri bunlarla eşit tutulmuş ve hepsinin kurtuluşu kâmil iman ve
salih amel
şartına bağlı gösterilmiştir. Demek ki, gerek zahirî mü'min olan
müslümanlar,
gerek müslümanların dışında kalan yahudi, hıristiyan, sâbiî vs.
Kur'ân'da yer
aldığı şekilde Allah'a ve ahiret gününe dış görünüşte ve içyüzüyle
cidden iman
eder ve salih ameller yaparlar ve bunda sebat gösterirlerse o zaman
"Onlara korku yoktur ve onlar mahzun da olmayacaklar." ifadesinin
sırrına mazhar olacaklardır ki, bunda da İslâm dininin davetiyle ve
hidayetiyle
bütün insanlara açık ve cihanşümûl bir din olduğu aşikar olur. Bu
âyetten
nihayet şu sonuca geliriz ki, İslâm dininin hakim olduğu müslüman
toplumun
teşekkülü için İman-ı Hakikî (gerçek iman) şart değildir. Onun zahirî
bir ikrar
ile dahi gerçekleşmesi sözkonusu olduğu gibi, bunun içinde dünyaya ait
nokta-i
nazarlarla bir siyasî anlaşma ile öbür dinlere mensup insanlar dahi din
hürriyeti ile hayat haklarına mazhar olurlar. Fakat bütün bunlar
arasında ferdî
veya ictimaî (sosyal) anlamda gerçek selamet (kurtuluş) ancak kâmil
iman ve
salih amel sahiplerine vaad olunmuştur. Çünkü toplumun temel direği ve
nizamın
esas dayanağı bunlardır. İşte İslâmiyet'in gerek dünya, gerek ahiret
için vaad
ettiği selamet ve saadetin sırrı da bu gerçeğin içinde gizlidir. Şu
halde kâmil
iman ve salih amel erbabının bilgi ve amel feyizlerinden mahrum olan,
sadece
dış görünüşüyle müslüman bulunan bir İslâm toplumunun "Onlara korku
yoktur, onlar mahzun da olmayacaklar." ilâhî va'dine mazhar olması
sözkonusu değildir. Allah'a imanı olmayanlar, hakkı yerine
getiremezler,
ahirete imanı olmayanlar da ebediyete hizmet edemezler. Herkesin
yalnızca kendi
nefsi için çalıştığı bir toplumun manzarası "Kimsenin kimseye faydası
dokunmayacağı günden korkun!"(Bakara, 2/48) âyeti ile tasvir edilen
kıyamet gününün bir benzeridir.
Yahudi: Arapça'da
(hâde-yahûdü-hevden) esasen tevbe etmek mânâsına olduğu gibi, Yahudi
olmak
mânâsına da gelir. Deniliyor ki, Araplar arasında bunlara Yahudi
denilmesi, ya
daha önce geçtiği gibi, buzağıya tapmaktan vazgeçip tevbe etmeleri
dolayısıyladır, yahut da "Yahûza" isminin Arapça söylenişi sebebi
iledir. Yahûza ise Hz. Ya'kub'un on iki evladının en büyüğünün ismidir.
Buna
göre; Yahudî, İsrailoğulları'nın on iki boyundan birincisinin adı
olması
gerekirken, öneminden dolayı zamanla bütününe birden isim olmuştur. Bu
demektir
ki, "Yahûd" cins ismi olarak kavmin veya boyun adıdır. Tekil olarak
kullanıldığında "Yahudî" denilir ki, o kavme mensup olan kişi
demektir.
Nasârâ: "Nasrânî"
kelimesinin cem'îdir (çoğuludur). Keşşâf'ın beyanına göre; tekil
(müfred)i
"nasran"dır ve sonuna mensubiyet "ya"sı geldiği zaman
Ahmedî gibi mübalağa anlamı ifade eder. Hıristiyanlar kendilerine bu
ismi
vermişlerdir ki, bu da üç ayrı sebebe bağlı olarak beyan ediliyor:
1- Hz. İsa'nın nâzil olduğu
(indiği), "Nasıra" köyüne nisbettir. İbnü Abbas, Katade, İbnü Cüreyc
bu görüştedirler.
2- Aralarında tenâsur
(yardımlaşma) bulunması, yani birbirlerine yardımcı olmaları yüzünden
bu adı
almışlardır.
3- Hz. İsa, havarîlerine
"Allah'a giden yolda bana yardım edecek kimdir?" (Âl-i İmrân, 3/52)
buyurmuş, onlar da "Allah'ın yardımcıları biziz." (Âl-i İmrân, 3/52)
diye cevap verdikleri için bu isimle anılmışlardır.
"Nasrânî" Grekçe'ye
"hıristiyan" diye tercüme edilmiştir ki, "Hristos"a
nisbettir. Frenkler "Kırist" diye telaffuz ediyorlar. Hıristos,
halaskâr, fidye-i necat (can kurtarma akçesi) ödeyerek kurtaran
"müncî" diye açıklandığına göre "Nasrânî" bunun
Arapça'sıdır. Şu halde "nasranî" hıristiyan, "nasârâ" da
hıristiyanlar demek olur.
Sâbiîn: Yahut "sâbîe"
hakkında da çeşitli görüşler vardır. Evvelâ lügat bakımından denilir
ki,
"filan adam dininden çıktı, filan dine girdi." demektir. Bu anlamdan
dolayı Mekke müşrikleri Hz. Peygamber'e diyorlardı. Çünkü eski
dinlerine aykırı
yeni bir din ortaya koyuyordu. Ayrıca yıldızlar doğuş yerlerinden çıkıp
yükseldikleri zaman denilir. Binaenaleyh gerçek lügat anlamı itibariyle
ve
karşılık karinesiyle "Sâbiîn" izafî bir anlam taşıdığından, İslâm,
Yahudi ve Hıristiyanların dışında kalan diğer dinlerin mensuplarına
şâmil olur.
Bununla beraber geleneksel bir deyim olarak daha özel ve dar anlamlarda
da
kullanılmıştır.
1- Katade'nin açıkladığı
şekilde
bunlar, meleklere tapan bir taifedir.
2- Yıldızlara tapan bir
taife
oldukları da tefsirlere geçmiştir. Fahruddîn Râzî, akla yakın olan
budur, der.
Ve bunların başlıca iki görüşleri vardır: Birincisi; derler ki, "Âlemin
yaratıcısı Allah Teâlâ'dır. Lakin Allah, yıldızlara saygıyı ve bunların
ibadet
için kıble yapılmasını emretmiştir." İkinci iddiaları ise şudur: "Allah
Teâlâ, burçları ve yıldızları yaratmıştır. Fakat bu âlemdeki hayır ve
şerri,
sağlığı ve hastalığı meydana getiren, canlıları yöneten ve yönlendiren
yıldızlardır. Şu halde bu dünyanın, bir anlamda Rabbi onlardır ve
insanların
onlara saygı ve ta'zim göstermeleri vaciptir. Çünkü onlar da Allah
Teâlâ'ya
ibadet ederler ve insanlara aracı olurlar." derler. Bu mezhep,
Gildânîlere
mensup olanların görüşüdür ki, Hz. İbrahim bunları red ve iptal için
peygamber
olarak gönderilmiştir . Bunların Hz. Nuh'a ve bazı rivayetlerde Hz.
İdris'e
nisbet iddiasında bulundukları da söylenir. Günümüzde yıldız falına
inanma ve
yıldızların gücüne sığınma bunlardan kalmadır. Maide sûresinde bununla
ilgili
açıklama gelecektir. (Bkz: Maide, 5/69).
Onuncusu:
63-Burada
İsrailoğulları'nın Hz.
Musa devrinde millî varlıklarının ilk teşekkülüne ve dinî
geleneklerinin tarihî
akışına ait bazı ihtarlar vardır.
Tûr: Arapça'da genel olarak
"dağ" mânâsına gelir. Süryanî dilinde dahi böyle olduğu zikrolunuyor.
Bazıları da bitki örtüsüyle kaplı olan dağ demek olduğunu söylemişler.
Tûr-i
Sîna da Hz. Musa'nın vahye mazhar olduğu dağın özel ismidir. Buradaki
Tûr her
üç mânâ ile tefsir edilmiş ise de burada açık olan ahit ve misaktır ki,
o da
Tûr-i Sina'dır. İsrailoğulları'ndan söz konusu mîsak alındığı zaman,
onların, o
dağın dibinde bulundukları söyleniyor. Bununla ilgili olarak başka
rivayetlere
de yer veriliyor. Bununla beraber bu mîsak ile ta başlangıçta Mısır'da
İsrailoğulları'nın Hz. Musa'ya biatlarını anlamak da mümkündür. Bu
takdirde
Tûr'un manevî yüceliği ile kıymetine işaret edilmiş ve onlar
Kızıldeniz'i geçip
esaretten kurtulduktan sonra devam eden vahiylerle onun yüceliği tekrar
belirtilmiş olur. Bu suretle 'daki vav harfi, Abdullah İbnü Abbas'dan
rivayet
edildiği üzere atf için olarak, her ikisini de beyan etmiş olur. Vav-ı
hâliye
olması rivayetine göre ise yalnızca sonraki mîsakı ifade eder.
Ve hani sizin mîsakınızı
almış,
yani Hz. Musa'ya sağlam bir ahd ile bağlı kalacağınıza, verdiğimiz
kitabın
emirlerine uyup, yasaklarından kaçınacağınıza dair olan mîsakı size
teklif
etmiş, ve Tûr'u, o mübarek dağı başınıza iniverecek gibi bir vaziyette
üstünüze
kaldırıp size verdiğimizi kuvvetle, kemâl-i ciddiyet ve samimiyetle
tutunuz,
içindeki mânâ ve kapsamı belleyip düşününüz bu sayede belki sakınır
korunursunuz, her iki dünya hayatında korunmuşlardan olursunuz,
demiştik. Ve bu
sûretle sizden sağlam bir söz almıştık.
64- Sonra
siz bunun arkasından
yine yüz çevirdiniz, verdiğiniz sözde durmadınız, onu kuvvetle
tutmadınız,
kitabın içindeki emir ve yasaklara uymayı ihmal ettiniz. O derecede ki,
üzerinizde Allah'ın lütuf ve rahmeti sizi koruyor olmasa idi ve size
tekrar
tekrar peygamberler göndermeseydi büsbütün zarar içinde kalırdınız,
kendinize
ve nesillerinize çok zarar vermiş olurdunuz. "Biz ne yaptık ki?"
diyeceksiniz. Yaptıklarınızın bazıları size yukarıda hatırlatılmıştı,
burada
şimdi şu kadarını söyleyelim ki: Sebt, yani Cumartesi günü mânâsına
isim olduğu
gibi, bu güne saygı gösterme, onda dünya işi yapmayıp, yalnızca ibadet
etme
mânâsına masdar da olur.
65-İşte
burada böyledir; siz
herhalde içinizden Cumartesi gününe saygı gösterme hususundaki dinî
yasakları
çiğneyenleri bilirsiniz. A'râf sûresinde "Onlara deniz kıyısında
bulunan o
kasaba halkının durumunu sor. Hani onlar Cumartesi günü yasağına
saygısızlık
gösterip haddi aşıyorlardı, balıklar da onlara o gün akın akın
geliyorlardı..." (A'râf, 7/163) âyetinde açıklandığı üzere, deniz
kıyısında bulunan bir kasabada Cumartesi günü yasağına saygı
göstermeyip, dinin
koyduğu kuralı hiçe saymışlardı da Biz de onlara "Maymun olun,
sürünün!" dedik
66- ve bu
hadiseyi hem o zaman
hazır olanlara, hem de arkadan geleceklere bir ibret-i müessire
(tesirli
ibret), etkili bir gözdağı yaptık, korunacaklara da unutulmayacak bir
öğüt, bir
mev'iza kıldık. Onlar verdikleri sözde durmadılar. Ahde vefa etmek,
insanlık
borcu ve gereği iken ona yanaşmadılar. İşte bu sebeple insanlığın
gereklerinden
olan ilim ve idrak, marifet ve iz'andan mahrum edilerek maymun kılıklı,
sefil,
boynu bükük ve sürünen kimseler oldular, ki, buna "mesh" tabir
olunur. Bunlar dış görünüşüyle kuyruklu maymunlara mı döndüler? Yoksa
dış
görünüşüyle insan şeklinde oldukları halde iç dünyaları ve huyları
itibariyle
manen maymun gibi mi oldular? Bunun tefsirinde iki görüş vardır.
Tefsircilerden
pek çoğu, âyetin lafzına ve dış yüzüne nazaran tam ve gerçek mesih
(suret
değişikliği) olduğunu söylemişlerdir. Fakat Mücahid ve onun izinden
giden diğer
tefsirciler, bu hükmün temsilî olduğunu, şu halde meshin manevî olması
gerektiğini savunmuşlardır. Ki, zamanımızın anlayışına bu daha uygun
görünmektedir. Gerçi hakikate nazaran, suretçe değişiklik manevi
değişmeden
daha müşkil ve daha mühim değildir. İnsanlık şiarlarının söndüğü bir
bedenin
dış yüzüyle dahi maymun suretini alıvermesi, iyi düşünülürse, hemen
hemen
normal bile görülebilir. Allah korusun çeşitli kötü hastalıklar ile
kılığını
değiştirmiş nice bedenlere tesadüf edilegelmiştir. Fakat hayvan
şekilleri
içinden bilhassa maymun suretinin zikredilmesi herhalde manevi meshin
ehemmiyetine bir karine gibidir. Aslında insan ile maymun arasındaki
gerçek
fark, yalnızca bir kıl, bir kuyruk farkı değildir. Akıl, mantık, huy ve
ahlâk
farkıdır. Maymunun bütün hüneri taklit hissinin gelişmişliğindedir.
İnsanın
yaptığı hareketleri gören maymun onu derhal taklit eder. Bu taklit
özelliği,
birçoklarının nazarında maymunu insana adeta yaklaştırır. Halbuki
maymunun
önünde günlerce ateş yakınız, soğuk günlerde karşısında ısınmayı
gösteriniz,
sonra onu alıp bir kıra götürünüz, yanına kibrit, çıra, odun, kömür
koyunuz, o
yine de üşüdüğü zaman bunları bir araya getirip bir ateş yakamaz ve
ısınmayı
başaramaz. Bu kadarcık bile mantık ilişkisi gösteremez. Artık bunun
üzerine
terettüp edecek diğer aklî işlemlerin derecesini tasavvur ediniz. İşte
manevi
dünyası meshe uğramış olan insanlar da böyledir: Onlar kör bir
taklitten başka
birşey yapamaz ve hayvanî duygularından öteye geçemezler. Bir bakıma
insan gibi
görünürler, hakikatte ise maymundan başka birşey değildirler. Fındığı
kırar
yerler de bir fındık ağacı dikmeyi akıl edemezler, (Onlar hayvanlar
gibidirler.
Hatta daha da aşağıdırlar." (A'râf, 7/179).
Onbirinci hatırlatmada, bu
sûrenin bu ismi almasına sebep olan "Bakara" kıssasına geliyoruz.
Fakat bu hatırlatma sadece İsrailoğulları'na mahsus bir hitap şeklinde
değil,
genel anlamda bir hatırlatma olarak ifade buyurulmuştur. Şöyle ki:
67-BAKARA,
"bakar"ın müennesi veya
müfredidir. "Bakar" manda cinsine de şâmil olmak üzere sığır cinsinin
genel ismidir. Buna göre, "bakare" erkek veya dişi sığır, yani bir
inek veya bir öküz, bir düve veya bir tosun veyahut bir manda olabilir.
Bunun
erkeğine bâkır, bakîr, beykur, bâkur dahi denilir. "Bakr" yarmak
anlamına geldiğinden,
bu hayvan da çift sürüp toprağı yarmak için
kullanıldığından bu ismi almıştır.
Ve hani Musa, kavmine
hitaben
"Allah size bir bakara kurban etmenizi emrediyor." demişti de buna
karşı kavmi, ona, Çok tuhaf, sen bizimle alay mı ediyorsun? demişlerdi.
Acaba
neden böyle demişlerdi? Deniliyor ki, Allah'ın bakara kesmeyi
emretmesini
akılları almadı. Buna bir sebep bulamadılar, bir ilişki kuramadılar,
bunu
acayip buldular. Biz bundan şunu anlıyoruz ki, Samirî'nin icat ettiği
buzağı
olayı da bunun açıkça ipuçlarını verdiği gibi, Musa kavmi, o zamana
kadar
bakarayı mukaddes bir hayvan görüyor ve öyle kabul ediyorlardı. Bundan
dolayı
bakaranın kurban edilmesini, edilebilmesini tasavvur bile edemiyorlar,
bunu
akılları almıyordu. Böyle olması ise bu emrin onlara henüz Mısır'da
iken ve Hz.
Musa'nın peygamberliğinin ilk zamanlarında verilmiş olmasına işaret
eder.
Firavun kavmi olan putperest Mısırlıların Apis öküzüne taptıkları ve
boğanın,
bunların en yüksek mabutlarını temsil ettiği, tarihî rivayetlerden
olduğuna
göre, sığır kurban etmek, o zaman İsrailoğulları üzerinde şiddetle
hakim olan
Firavun kavminin taptığı tanrıları boğazlamak demek olacağı için,
İsrailoğulları açısından Mısır'da iken, bir ihtilal anlamı taşıyan
böyle müthiş
bir emir, elbette kolayca yerine getirilebilecek bir emir ve tasavvuru
mümkün
bir iş değildi. Mısır'dan çıktıktan sonra bile yine bu buzağı
meselesinin
dinden sapma ve dalalete alet edilmesinden anlaşılıyor ki, Musa kavmi
henüz
sığır kesilmesini içine sindiremeyecek bundan memnun olmayacak, bunun
Allah
tarafından bir hayır vesilesi olduğunu kolaylıkla anlayamayacak bir
durumda
bulunuyordu. Şu halde bu zihniyeti ıslah etmeye yönelik ve netice
itibariyle
ölünün yeniden dirilmesine bir misal vererek fitneyi def edecek olan bu
sığır
kurban edilmesi emrini duydukları zaman Hz. Musa'ya karşı, "Böyle şey
mi
olur, sen bizimle eğleniyor musun?" diye durumu tuhaf karşıladılar, ona
inanamadılar. Hz. Musa da bunlara "Ben, böyle insanlarla alay eden
cahillerden biri olmaktan Allah'a sığınırım." dedi. Kendisinin yalnızca
ilahî emirleri tebliğ ettiğini ve bu tebliğin cahilane bir tebliğ
olmadığını
anlatmak istedi.
68-Görüldüğü
gibi bu emirde genel
olarak herhangi bir sığır kesilmesi teklif edilmişti. Aslında derhal o
emre
uyup rastgele bir sığır kesiverselerdi emir yerine gelmiş ve maksat
hasıl olmuş
olacaktı. Fakat onlar önceki hayretlerine karşılık tebliğin ciddiyetini
farkedince aralarında işi büyüttüler, birbirleriyle müşavere ederek,
kendi
gönüllerinden nadir bulunur çok özel bir bakare tasavvur ettiler. Bunun
üzerine
akılları sıra kurnazca davranıp Hz. Musa'yı imtihan etmek istediler de
dediler
ki; Rabbine bizim için dua et, bize onun ne olduğunu, mahiyetini beyan
etsin.
mahiyetten, yani cinsin hakikatinden sorudur. Demek ki, bunlar
herşeyden önce o
bakarenin hakikat mi, yoksa mecaz mı olduğunu anlamak istiyorlardı.
Buna
karşılık gerçek bir bakara olduğu anlaşıldığından onun özellikleri şu
suretle
beyan buyuruldu: Musa dedi ki; Cenab-ı Allah şöyle buyuruyor: o bir
bakaradır ki;
ne pek yaşlı, farımış, ne de pek taze, bâkir ikisi ortası, tam güçlü,
kuvvetli
bir dinç, şimdi emrolunduğunuz şeyi hemen yapınız.
69-Bunun
üzerine yine emri yerine
getirmeye yanaşmadılar, bizim için Rabbine dua et, o bakaranın rengi
nedir,
bize onu beyan ediversin dediler. Musa dedi ki; Allah şöyle buyuruyor:
o, öyle
sarı bir bakaradır ki, rengi artık sarının en parlağı, en halisi,
bakanlara
sürur ve neşe verecek, gözünü ve gönlünü açacak derecede güzel ve
sevimlisi.
70-Bu
açıklamaya dahi kanaat
getirmediler de dediler ki; bizim için Rabbine dua et, bize onun ne
olduğunu
açıklasın, zira bu bakara bize müteşabih (üstü kapalı), karışık geldi,
onun
hangi bakare olduğunu kestiremedik. Biz onun kendine mahsus
özelliklerini
istedikçe bize onun genel vasıfları açıklanıyor, ve inşaallah biz her
halde
yola geleceğiz, yahut kesmenin yolunu bulacağız.
71- Musa
buna da dedi ki; Allah
şöyle buyuruyor: o öyle bir bakaredir ki; boyunduruk altında ezgin
değil, ne
toprak sürer, ne de ekin sular, belki başıboş, her ayıptan sâlim,
hiçbir
lekesi, alacası yoktur.
Bu cevabı alınca, bunda
gönüllerinden geçirdikleri şekil ve sureti bulmuş oldular ve nihayet
gerçeği
itiraf ederek, işte şimdi tam doğruyu söyledin, dediler.
Hikâye olunduğuna göre;
dindar ve
salih bir ihtiyarın tam bu vasıfları taşıyan bir buzağısı ve bir de
çocuğu
varmış. İhtiyar bu buzağıyı bir ormana götürmüş ve Allah'a emanet
ederek
bırakmış. "Ey Rabb'im, bunu çocuğum büyüyünceye kadar sana emanet
ediyorum..." demiş. Sonra ihtiyar vefat etmiş. İşte o buzağı da böylece
ilâhî himayede büyümüş, bu sırada çocuk da yetişmiş ve bu olay meydana
gelmiş.
Araya araya o bakareyi bulmuşlar ve derisi dolusunca altın vererek onu
satın
almışlar. Nihayet onu bulup kestiler, ve halbuki kesmeye
yanaşmıyorlardı,
nerdeyse kesmeyeceklerdi. Bu işi gözlerinde o kadar büyütmüşlerdi ki,
bunun
için Hz. Musa'yı, durmadan sordukları sorularla rahatsız ediyorlardı.
Hatta
bazıları, onların bu işi kırk sene sürüklediklerini rivayet
etmişlerdir.
Nihayet ilâhî vahyin zoru ile emri yerine getirdiler. İşin
başlangıcında
alelade bir bakara kesmekle işin içinden çıkabilecek durumda idiler,
fakat pek
ziyade gözde büyütmeleri ve olmayacak bir iş sanmaları yüzünden bu iş
kendilerine çok pahalıya mal oldu. Düşünebilenler için bu bakara
kıssasının
incelikleri ve acaiplikleri pek çok ibretlerle doludur. Bundan dolayı
genel
anlamda hatırlatıldıktan sonra yine İsrailoğulları'na hitaben bu emrin
en
mucizeli bir sonucu şu şekilde hatırlatılıyor:
Onikincisi:
72-
aslında
"tedâra'tüm" demektir ki, defetmek mânâsına " "den tefâül
babından bir fiil olup "def etmek istediniz" anlamınadır. ve hani siz
bir kişi, yani bir insan öldürmüştünüz ve bundan dolayı aranızda büyük
bir
fitne çıkmıştı. öldürülen bu kimse hususunda suçu birbirinizin üstüne
atarak,
başınızdan belayı def etmek istiyordunuz. Bu sûretle karşılıklı
düşmanlık ve
didişmeniz çoğalıp duruyordu. Rivayet olunuyor ki, içlerinde yaşlı ve
gayet
zengin bir adam varmış, bunun bir oğlu ve birçok da yeğenleri, yani
kardeş
çocukları bulunuyormuş. Yeğenler bu zengin amcanın mirasına konmak için
onun
tek oğlunu gizlice öldürmüşler, sonra da cenazesini kapıya koyarak
bağırıp
çağırmaya, güya katilini aramaya, cinayeti şunun bunun üzerine atmaya
kalkışmışlar. Katilin bulunamaması üzerine büyük bir fitne çıkmıştı.
İşte Ey
İsrailoğulları, siz Hz. Musa gibi büyük bir Peygamberin zamanında böyle
bir
cinayet işlemiş, birbirinizle düşmanlığa başlamıştınız, Allah Teâlâ ise
sizin
böyle gizlemiş olduğunuz cinayetleri açığa çıkaracaktı.
73-Bunun
için siz düşmanlığa
devam ederken Biz dedik ki, kurban edilmiş olan bakaranın bir
parçasıyla o
ölüye vurun, İşte Allah ölüleri böyle diriltir, akla hayale sığmaz
sebeplerle
onları yeniden canlandırır. Bundan anlaşılıyor ki, o bakaranın bir
parçasıyla
ölüye vurdukları zaman, ölü bir hayat eseri gösterip cinayeti
işleyenleri haber
vermiş ve bu suretle o gizli cinayet meydana çıkarak münakaşa ve fitne
de
bastırılmıştır.
Demek ki, bakara kurban
etme
emrinin neticesinde ölülerin dirilmesine misal verecek ve şahit
olunacak büyük
bir mucize zuhur etmiştir. Artık ölüler de dirilir miymiş diyerek,
ölümden
sonra dirilmeyi inkâr etmemelidir. Allah Teâlâ, böylece akılların
almayacağı
yollarla da ölüleri diriltir. Akıllarınız kemale ersin, düşünüp
anlayasınız
diye size âyetlerini, mucize ve delillerini de açıkça gösterir. Siz
ölenlerin
dirilmesini akla aykırı gibi zannedersiniz, halbuki bu zan, akıldan
değil,
aklın noksanlığından ileri gelmektedir. Zirâ hayat denilen olayı ilk
başta
hiçbir örnek olmadan meydana getiren yüce kudretin ikinci hayatı
yeniden ortaya
koyamaması için hiçbir sebep yoktur. Mevcut hayatı kabul eden aklın,
ikinci
hayatı kolaylıkla kabul etmesi lazım gelir. Akıl, gerçi kıyas için
daima bir
misal arar, lakin ilk hayat da misal olmak üzere pekâlâ yeterlidir.
Bununla
beraber ölümden sonra dirilmeyi idrak edemiyenlere canlı delil olmak
üzere
peygamberler gönderilmiş ve onlara böyle bakara kıssası gibi mucizeler
verilmiştir. Yukarıda yıldırım kıssası da geçti ki, o da kendine mahsus
yönleriyle özel bir misaldir. İşte bütün bunlardan dolayı Bakara
kıssasının
İsrailoğulları'na gösterilen bir ba'sü ba'delmevt (ölümden sonra
dirilme)
misali olarak düşünülmesi gerekir.
Genellikle tefsir
kitaplarında
bakara kurban edilmesi emrinin sebebinin bu öldürme hadisesi olduğu
gösterilmiş
ve bunun için katil fıkrasının gecikme sebebi hakkında münakaşalar
yapılmıştır.
Lakin âyette bunlar , diye ayrı ayrı hatırlatmaya tabi tutulmuş
olduğundan,
öldürmenin emirden evvel vukuuna ve emrin yalnızca ondan dolayı
olduğuna
delalet edecek hiçbir ipucu gösterilmemiştir. Aradaki rivayetler de
Kur'ân'ın
zahirî anlamını o yönde te'vil ettirecek kuvvetten yoksundur. Şu halde
Ebu
Hayyan'ın beyanı veçhile öldürme olayının, kurban emrinden önce meydana
gelmiş
olduğuna hükmetmek, Kur'ân'ın zahir mânâsına aykırı düşer . O halde
kurban emri
daha başka hikmetleri de içinde taşıyarak verilmiş, o cinayet işinin
çözümü de
bunun en önemli faydalarından birini teşkil etmiştir. Bu sûrenin iş bu
bakara
kıssasına izafe edilerek (Bakara) diye adlandırılmış olması da bunun
altında
diğer kıssalardan daha ziyade bir şümûl ve derinlik bulunduğuna işaret
eder.
Dikkat edilirse görülür ki, Kur'ân bütün kıssaları "Şu da size
gönderilenin doğruluğunu tasdik etmektedir." mazmununu açıklama yolunda
ve
geçmiş kitaplarda yer alan ve İsrailoğulları gözünde yegâne din üslubu
kabul
edilen üsluba benzer bir tarzda ve yüksek bir belağatla tasvir ederek
hatırlatmış ve bütün bunların öncesi ve sonrasında muhkem âyetlerle
gerçek
maksatları bütün parıltılarıyla gözler önüne sermiştir. Şu halde
bunlarda
inanmayanların yaptığı gibi "Acaba Allah bu misalle neyi murad
ediyor?" diye çirkin tevillere ve yanlış telakkilere düşmeksizin
"İman edenler bunun kesinkes Allah tarafından gelen hakikatler olduğunu
bilirler." (Bakara, 2/26) gerçeğine uymak gerektiğini ve bütün bu
harikulâde
oluşların Allah'ın sonsuz ilmine ve kudretine havale edilerek kabul
edilmesi
lazım geldiğini, kitabın başındaki "Bunda şüphe ve tereddüde yer
yoktur!" âyetiyle herşeyin bir başlangıcı bulunduğunu unutmamalıdır.
74-Bakınız
bu esrar dolu
oluşlarla, o inatçı ve batıla tapan mizaçları ıslah edilmiş ve öldükten
sonra
dirilme konusunda kalpleri yumuşatılmış olan İsrailoğulları hakkında
hangi
faydalı sonuçların meydana geldiğine şöylece dikkat çekilmiştir: Ey
İsrailoğulları, bütün bu olup bitenlerden sonra kalbleriniz katılaştı.
Size
peygamberler ve onlar eliyle gönderilmiş olan apaçık âyetler ve
mucizeler hiç
kâr etmez oldu, artık o kalbler taş gibi veya ondan daha katıdırlar.
Çünkü bazı
taşlar vardır ki; ondan kevnî veya sınaî tesirlerle gürül gürül
ırmaklar
fışkırır, fışkırabilir. Sizin kalbleriniz ise hiçbir şeyden etkilenmez
ki, o
sayede kendilerinden marifet fışkırabilsin. Onlardan bazıları da vardır
ki;
herhalde bir etkilenme ile çatlar, ondan su çıkar, fışkırmazsa da
sızar,
nihayet onlardan bazıları da vardır ki, yağmur, kasırga, zelzele gibi
ilahî
kudretin eseri olan olaylardan etkilenerek, Allah korkusundan düşer,
yuvarlanır, yerinden oynar. Halbuki sizin kalbleriniz bu kadar ayan
beyan olan
vahiy âyetleri ve kesin açıklamalar karşısında bile zerre kadar tesir
altında
kalmaz, teşvikten ve engellemeden etkilenmez. Ve fakat Allah sizin
yaptıklarınızdan asla gafil değildir.
Şimdi bu tasvir ve
uyarmalardan
sonra bir de hallerini açığa vurmak için, bunların imana gelmelerini
temenni
eden mü'minlere hitap ederek buyuruluyor ki:
75-Bu
tarzdaki belağat üslubuna "telvin-i
hıtap" adı verilir.
Ey iman ehli! Artık bu katı
kalblilerin sizin iyilik dolu temennilerinizden dolayı toptan imana
geleceklerini ve ahir zaman Peygamberini ve onun getirdiği kitabı
tasdik
eyliyeceklerini ümit mi ediyorsunuz? Halbuki bunlardan bir grup vardı
ki;
Allah'ın kelâmını, yani Tevrat'ı işitirler, bellerlerdi de sonra yine
onu
tahrif ederlerdi, mânâsını değiştirecek bir surette kelimelerin ve
harflerin
yerlerini, mânâlarını değiştirirlerdi. Hem bunu anlayamadıklarından,
akıl ve
idrak noksanlığından dolayı değil, akılları erdikten, ne mânâsında, ne
de Allah
kelâmı olduğunda asla şüpheleri kalmadıktan sonra bile bile ve kasden
yaparlardı. Artık böylelerinden iman ve hayır umulur mu?
76-Üstelik
bunlar, bir de
münafıktırlar iman edenlere rastladıkları zaman diğer münafıkların
yaptığı gibi
biz iman ettik derler, birbirleriyle yani bu münafıklar, kendileri gibi
münafık
olan benzerleriyle tenha bir yerde başbaşa kaldıkları zaman her biri,
bir
diğerine şu suretle sitem eder derler ki: Yahu, siz onlara, yani
Muhammed ve
Ashabına Rabbinizin huzurunda sizinle münakaşa ve mübahase ederek size
üstünlük
sağlasınlar diye mi Allah'ın size açıkladığı sırları ve hakikatleri
haber
veriyorsunuz? Yani gerek ahir zaman Peygamberinin vasıf ve özellikleri,
gerek
İsrailoğulları'nın geçmiş maceraları hakkında Allah'ın Tevrat'ta siz
yahudilere
haber verdiği bilgileri onlara bildiriyor ve sizi mağlup etmeleri için
ellerine
delil mi veriyorsunuz? Siz söylemeseniz, onlar bu sırları bu gerçekleri
nereden
bilecekler? Sizin hiç aklınız yok mu? Hiç mi düşünmüyorsunuz? Bu
sırların
açıklanmasının sonu nereye varacak, diye birbirlerine sitem ve
serzenişte
bulunurlardı.
77-Lakin
bunlar şunu bilmiyorlar
mı ki, Her halükârda Allah onların gizlediklerini de açıkladıklarını da
bilir.
Ve bildiği için Peygamberine de bildirir. Şu halde Kur'ân'ın asıl
Tevrat'ı
tasdik eden beyanları ve İsrailoğulları hakkında gizli bilgilerden
müslümanların haberdar olmaları ve Hz. Peygamber'in vasıf ve
özelliklerinin
Tevrat'ta da yer almış olduğunu bilmeleri, bazı yahudilerin bu sırları
müslümanlara
açıklamış olmalarından dolayı değildir; doğrudan doğruya Allah'ın,
kendi
Peygamberine bunları vahiy yolu ile bildirmesinden, Hz. Peygamber'in
hak
peygamber olmasındandır. İşte o yahudi bilginler bunları bilmezler mi?
Bilmesine bilirler, ama bildiklerini söylememek ve yeri geldikçe onları
tahrif
etmek onların şiarıdır.
78- Bir de
bunların ümmîleri
vardır ki, okuma yazma bilmezler, kitabı anlamazlar, sadece birtakım
ümniyyeler
(kuruntular) beslerler. Bütün bildikleri hayal meyal mefkurelerden,
duydukları
taklidî temennilerden ibarettir.
"Emâniy", ümniyyenin
çoğuludur. Kelimenin aslı "üf'ûle" vezninde "umnûye" olup
temenninin sülâsisi olan takdir veya tilavet mânâsına "mena"dan
alınmış bir isimdir ki, insanın kendi içinde ve hayalinde tasarlayıp
varlığını
kabul ettiği ve olmasını temenni edip durduğu veyahut diline dolayıp
durduğu
şeylerdir ki, Frenkler buna "ideal" derler ve genç mütercimlerimizden
birçoğu bunu mefkûre diye terceme ediyorlar. Çünkü emaniy insanın kendi
gönlünden geçirdiği, saplanıp kaldığı ve durmadan arkasından koştuğu
bir
düşünce, bir hayal, bir kuruntu demektir. Bunun bazılarının
gerçekleşmesi
mümkün ve şu halde geçerli olanları bulunabilirse de çoğunlukla hiçbir
delile
dayanmayan kuru ve şahsi temennilerden ibarettir. Bundan dolayı emaniy,
batıl
idealler, evham ve boş hayaller mânâsına da kullanılır. Frenkler
ahlâkiyat
konusunda bunu esas alan felsefî görüşe "idealizm" derler. İşte
yahudilerin okuma yazma bilmeyen avam (cahil halk) takımı da ilimden,
kitaptan
nasibi olmayıp sadece kuruntu arkasında koşar dururlar, ve onlar
yalnızca zan
içinde yaşarlar, zan peşinde koşarlar, kuru bir zan ve taklitten başka
bir şeye
malik değiller. Hak ile batılı tayin edip seçemezler. Bu yüzden
bunların vebali
de kendilerini aldatan okur yazar takımınadır.
79-İşte
bundan dolayı şimdi vay o
yazıcılara ki, kendi elleriyle kitaplar yazarlar da, sonra: "bu Allah
katından" derler, Allah'a iftira ederler, ki onunla beş on para
kazanmak
için böyle yaparlar. Haddi zatında geçici olduğundan dolayı az demek
olan bir
dünya menfaati gibi hasis bir fayda uğruna yalan söyler, gerçeği tahrif
eder,
değiştirirler. Bu suretle eski kitapları büyük tahriflere
uğratmışlardır. Evet
vay onlara, o ellerinin yazdığı yalanlar yüzünden ve vay onlara o
kazandıkları
çirkin kazanç yüzünden.
80-Böyle
hakikati tahrif eden,
gerçeği saptıran, yalan yanlış yazılarla, propagandalarla halkı iğfal
ederek
haktan uzaklaştırmanın akıbeti ne kadar fecidir. İnsanları ebedi azaba
sürükleyen bu dolandırıcılığın vebali karşısında dünyanın o süflî
kazançları,
ahiretteki azabı ne kadar şiddetlendirecektir. Onlar kendi gönüllerince
güya
buna da bir çare bulmuşlar ve cahil halka, avama şu ümniyyeyi de telkin
ederek
demişlerdir ki, sayılı birkaç günden başka bize cehennem ateşi hiç
temas
etmiyecek (dokunmayacak)tir.
Tefsirciler, bu sayılı
günlerin
adedi hakkında onlardan çeşitli sözler de rivayet etmişlerdir ki,
bunların en
belli başlısı kırk gün. Nahcevanî Tefsiri'nde beyan olunduğuna göre,
Tevrat'ta
Allah'ı bırakıp da buzağıya tapanların ateşe atılacakları hakkında
âyetin zuhur
(ortaya çıkışı) ve iştiharı (meşhur oluşu) üzerine yahudi halkının
ümniyyeleri
kırılmış ve İslâm dinine girmek temayülünü göstermeye başlamışlardı.
Bunu gören
yahudi bilginler, telaşa düşerek ilan etmişlerdi ki, "Buzağıya ibadet,
Hz.
Musa'nın yokluğunda ancak kırk gün sürmüştü. Şu halde biz yahudiler
cehennemde
nihayet kırk günden fazla kalmayacağız." şeklinde teselli ve müjde
vermişlerdi . Yahudilerin bir takımından da Asmaî, şu iddiayı hikaye
etmiştir
ki: Buzağıya tapmalarının müddeti yedi günden ibaret imiş. İbnü Abbas
ve
Mücahid'den dahi rivayet olunduğuna göre; yahudiler "Dünyanın ömrü yedi
bin senedir, biz de her bin sene için bir gün azap göreceğiz."
demişler.
Diğer bir rivayette de yahudiler, "Cehennemin bir tarafından bir tarafı
zakkum ağacına kadar kırk senelik yoldur ve onlar bir senelik yolu bir
günde
alarak kırk günde tamam edeceklerdir." diye Tevrat'ta zikredilmiş
bulunduğu iddiasını ileri sürmüşlerdir.
81-Ey
Muhammed, sen onlara şöyle
söyle ve de ki; Siz, bu konuda Allah'dan bir ahd, bir söz mü aldınız?
Eğer öyle
ise, Allah ahdini bozmaz, verdiği sözden dönmez. Yoksa bilemiyeceğiniz
bir şeyi
Allah'a iftira ederek söyleyiveriyor musunuz? Hayır, mesele onların
dediği gibi
değil, her kim bir seyyie kazanır, bir fenalık yapar ve yaptığı fenalık
kendisini her tarafından kuşatırsa; içini ve dışını, kalbini, dilini ve
diğer
azalarını tamamen kaplarsa, kötülüğü alışkanlık haline getirir ve bir
de helal
görmeye başlarsa İşte bunlar ateş ehli, ateş ashabıdırlar, onlar o
ateşte
süresiz kalıcıdırlar. Öyle onların umduğu ve iddia ettiği gibi, yedi
günde,
kırk günde değil, hiçbir zaman o ateşten çıkıp kurtulamazlar, hep orada
kalırlar, orası ebedilik âlemidir. Ve bunlar o âleme günaha batmış
olarak,
kötülüğe bulanmış olarak ve temiz hiçbir yanları kalmamış olarak
gitmişler ve
artık fenalık onların ebedî hasleti ve genel özelliği olmuştur. İnsanı
kuşatan
bir tek kötülük böyle sonuç verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların
halleri
artık kıyas edilsin. Demek olur ki, günah her tarafını kaplamamış
olanlar,
cehennem ateşinde ebedî kalacaklardan değiller. Kalbinde zerre kadar
imanı
kalabilenler, günahı günah bilenler ve ona helal demeyenler hakkında
hulûd
(ebedî azap) yoktur. Sayılı günler aslında bunlar için tasavvur
olunabilir.
82-Diğer
taraftan iman edip, iyi ameller işleyen kimseler
ise işte bunlar
cennet ehli, cennet ashabıdırlar ve o cennette ebedî kalacaklar.
Cennet ve cehennem hakkında
ve
kimlerin cennet ehli ve kimlerin cehennem ehli oldukları hakkında
Allah'ın
ahdi, va'di ve tehdidi ve Peygamberine bildirdiği işte bunlardır.
Artık bu bilgiler ışığında
Allah'ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu görüşüne istinat ederek,
seyyiat
(kötülükler) ile kaplanmış ve kalblerinde zerre kadar bile iman
kalmamış
olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını sanmak ve vehm etmek;
yahudilerin
"sayılı günler" kuruntusuna düşmek ve ilâhî adaleti inkâr etmek
demektir. İlâhî rahmetin üstünlüğü ve onun ahirette rahîmiyet olarak
zuhura
geleceği, kötülüklerin ebedî ceza ile cezalandırılacağı sırf günah
kesilmiş
olan kimselerin, "Mâliki yevmiddîn" huzurunda ebedî mağlubiyetlerini
gerektireceği unutulmamalıdır. Kur'ân'ın ortaya koyduğu bilgi ve
hikmete göre;
ahiret âlemi bir ikinci oluştur ve şüphe yok ki, o ikinci oluşun tohumu
da bu birinci
oluştan, yani dünya hayatından gidecektir. Şu halde dünyadan gidişinde
günaha
batmış ve bulanmış olan nefsin, ikinci oluşunda günahın karşılığından
başka
birşey tasavvur etmek, o ikinci oluşu da bu birinci oluş saymış gibi
bir
çelişki olur. Fakat kötülük tamamen nefsi sarıp istila etmemiş ve o
nefiste
zerre kadar bir hayır, bir tutar taraf kalmışsa, işte o zaman ilahî
rahmetin
üstünlüğü, o kimsenin ateşte ebediyyen kalmıyarak akıbet kurtuluşa
ermesini
gerektirir. diyen İsrailoğulları soyunun, bu ilâhî ahid karşısındaki
durumları
nedir? Gerçi daha yukarılarda geçen açıklamalar, bunların kötülüklerini
tek tek
ifade etmiştir. Bununla beraber, ey Muhammed, onlara ve bütün insanlara
şunu
bir defa daha hatırlat:
83- Biz
azûmüşşan, daha önceleri bu İsrailoğulları'ndan şöylece mîsaklarını
almış idik:
1- Allah'dan başka ma'bud
tanımıyacak ve ondan başkasına ibadet ve kulluk etmiyeceksiniz.
2- Ebeveyne, yani babaya ve
anaya
ihsan eyliyecek, her yönüyle iyilik ve güzellik gösterecek, hoşça
davranacaksınız.
3- Aynı şekilde kim olursa
olsun
kendilerine yakınlık sahibi olduğunuz akrabalara,
4- Babaları ölmüş, yetim
kalmış
çocuklara,
5- Maişetlerini
kazanamayan,
ellerinde avuçlarında bir geçim vasıtası bulunmayan yoksullara dahi
ihsan
edeceksiniz.
6- Diğer insanlara da güzel
söz
söyleyiniz.
7- ve namazı ikame ediniz,
iyice
kılınız.
8- Zekatı da veriniz.
Ey İsrailoğulları! Siz
Allah'a
böyle mîsak vermiştiniz, sonra verdiğiniz bu sözden, bu mîsaktan yüz
çevirdiniz, vazgeçtiniz. Bir kısmı dünyadaki huzur ve güvenliğe, bir
kısmı da
ahirette sevap kazanmaya ait olan bu esaslı emirleri ağır bulup,
ahdinizi
bozdunuz, ancak içinizden pek azı müstesna. Kaldı ki, bu müstesna
azınlık, Hz.
Muhammed'in peygamberliğinden önce bu mîsak (anlaşma) uyarınca amel
ederler,
dinlerinin emirlerini yerine getirirlerdi. Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden
sonra da ona iman ederek yine aynı mîsakı en mükemmel şekilde yerine
getirdiler.
İşte bu müstesna azınlık Abdullah b. Selam ve benzeri zevattır. Bu pek
az
kişiler istisna edilince siz hâlâ o yüz çevirmede devam edip
durmaktasınız. Bu
hususlarda böyle olduğunuz gibi, doğrudan doğruya hayat hakkınızla
ilgili olan
mîsaklarda da siz böylesiniz. Bakınız;
84- Sonra
sizler öyle kimselersiniz ki, kendilerinizi öldürüyorsunuz ve sizden
olan bir
grubu diyarlarından çıkarıyorsunuz, onlar aleyhinde kötülük ve
düşmanlık
güdüyor ve bu konuda birleşip birbirinize arka çıkıyorsunuz, şayet size
esir
olarak gelirlerse fidyeleşmeye kalkıyorsunuz. Halbuki yurtlarından
çıkarılmaları size haram kılınmış idi. Yoksa siz kitabın bir kısmına
inanıp bir
kısmını inkâr mı ediyorsunuz? Şu halde içinizden böyle yapanlar, netice
olarak
dünya hayatında perişanlıktan başka ne kazanırlar, kıyamet gününde de
en
şiddetli azaba uğratılırlar. Allah, yaptıklarınızdan gafil değildir.
Ve hani sizden mîsak
almıştık;
9- Birbirinizin kanlarını
dökmeyeceksiniz,
10- kendi nüfusunuzu
diyarınızdan
çıkarmayacaksınız, yani birbirinizi vatanınızdan sürüp çıkarmayacak,
göçe zorlamayacaksınız
diye sizden mîsak almıştık. sonra siz buna ikrar da verdiniz, iltizam
da
ettiniz, o halde ki, hepiniz birbirinize şahit bulunuyordunuz, yahut
bunun
böyle olduğuna bugün dahi şahitlik edersiniz.
Bu suretle tamamı ona
ulaşan emir
ve yasakları içine alan ve genel olarak "on emir" adı verilen Tevrat
ilkelerine benzeyen bu on adet mîsakın, Tevrat hükümleri mi, yoksa
Hatemü'l-Enbiya (Peygamberlerin sonuncusu) Efendimiz'e verdikleri ahit
suretleri mi olduğu hakkında iki rivayet vardır ki, biz bu iki
rivayetin,
ikisinin de sıhhatine kail olmak istiyoruz.
85-Bilindiği
gibi İsrailoğulları, esas itibariyle Tevrat ilkelerine de uygun olan bu
hükümler dairesinde Hicret'in akabinde, Peygamber Efendimiz ile
antlaşma
yaptıktan sonra da yine antlaşmayı bozmuşlardı. Bunun için buyuruluyor
ki,
sonra sizler, yani şimdiki sizler, işte öyle insanlarsınız ki,
kendilerinizi,
kendinizden olan nüfusunuzu öldürüyorsunuz, ferdî ve ictimaî mânâda
intihar
ediyorsunuz, içinizden bir kısmını yurtlarından, vatanlarından
çıkarıyorsunuz.
İşte bunu tek başınıza yapamazsınız, fakat onların aleyhinde düşmanlık
ve
kötülük üzerine birleşiyor, sırt sırta veriyorsunuz, yani vicdanların
kabul
etmeyeceği fenalık ve saldırganlıklarda birbirinize arka oluyor, o
kötülükleri
topluca yapıyorsunuz. Ve şayet onlar düşman elinde esir olarak size
gelirlerse,
fidyelerini ödeyip onları kurtarmaya da kalkıyorsunuz. Aslında bu
cümleyi,
"Onlar size esir düşerlerse üstelik onlardan fidye almaya da
kalkıyorsunuz." diye anlamak daha doğru gibi görülüyor. Nitekim Ebu
Müslim
Isfahanî öyle anlamıştır.
Lakin İbni Kesir, Ebu Amr,
İbnü
Âmir, Hamza ve Halefi Âşir kırâetlerinde sülâsî olarak "tâ"nın fethi,
"fâ"nın sükûnu ile kırâeti buna müsait değildir. Bunun için
tefsircilerin çoğunluğu önceki mânâyı tercih etmişlerdir. Gerçi böyle
fidyelerini ödeyip, onları esaretten kurtarmak kötü bir şey değildir,
fakat
böyle yapmaları, bunların yine kendilerinden olduğunu ikrar ve bunları
çıkarırken kendilerinden olduğunu bilerek, kasden ve sözkonusu mîsaka
aykırı
düşmekle zulmen çıkarmış bulunduklarını itiraf demek olduğundan, âyetin
siyakı
itibariyle aleyhlerinde bir belge teşkil etmiştir. Bu noktayı nassa
bağlamak
için yukardaki fiiline ait olan şu hâl cümlesi buraya tehir olunmuştur:
Halbuki
esasen onları kovup çıkarmak size yasak kılınmıştı, onları çıkarmanız
zaten
caiz değildi. Allah'la olan mîsakınızın hükümlerine göre bundan
yasaklanmıştınız. Böyle iken yine de onları çıkarıyorsunuz. Onlar ya
sizdendir,
ya değildir. Sizden iseler ne hakla çıkarıyorsunuz, değilseler ne diye
fidyelerini ödemeye kalkışıyorsunuz da muahitlerinize
(ahitleştiklerinize)
karşı onlara açıkça yardım ediyorsunuz?
Süddî'den gelen bir rivayete göre, Medine
yakınındaki
yahudilerden Beni Kureyza, Araptan Evs kabilesinin halifi yani
antlaşmalısı imişler,
Beni Nadir de Hazreç kabilesinin muahidi, yani antlaşmalısı imişler.
Bunlar
birbirleriyle savaş yaptıkları, her fırka öldürme, memleketi harap etme
ve
ahaliyi sürüp çıkarma gibi hususlarda kendi müttefiklerine yardım eder,
fakat
her iki taraf yahudilerinden bir kimse esir olursa birleşir fidye
toplayarak
onu kurtarırlarmış. Araplar bu nasıl şey? Hem onlarla savaşıyorsunuz,
hem de
esirlerini kurtarmak için fidye veriyorsunuz diye kendilerine
serzenişte
bulununca, onlar da biz kitabımızın hükmü gereğince bunları fidye ile
kurtarmaya mecburuz. Esasen bunlarla savaşmamız da yasaktır, ama ne
çare, söz
verdiğimiz müttefiklerimizin aşağılanmasından da utanıyoruz, derlermiş.
Buna karşı buyuruluyor ki, acaip, siz
kitabın bir kısmına
iman eder de diğer kısmını inkâr mı edersiniz? Bunun
sonucunun ne olduğunu
bilir misiniz? Sizden bunu yapanların cezası başka değil, mutlaka dünya
hayatında büyük perişanlık, kıyamet gününde de böyleleri azabın en
şiddetlisine
uğratılacaktır. Nitekim dünyada Beni Kurayza öldürülmek ile, Beni Nadir
de
yurtlarından kovulup sürgüne gönderilmekle bu felaketi gözleriyle
görmüş ve
bizzat yaşamışlardı. Kıyamet günündeki o şiddetli azabı da elbette
göreceklerdir. Ey İsrailoğulları! Siz o gizli gizli çevirdiğiniz
fesatlar açığa
çıkmaz, onların cezası verilmez mi zannedersiniz? Allah
yaptıklarınızdan gafil
değildir.
86-Ey
Muhammed! İşte bunlar, çirkin
özellikler ile
vasıflanmış olan
İsrailoğulları ve bunlara benzeyenler, öyle güruhtur ki bunlar, ahireti
verip
dünya denilen aşağılık hayatı satın almışlardır. Bunların ahirete
imanları
olmadığından, ileriye dönük herhangi bir hakları da kalmamıştır. Gerçi
önce yok
değildi, fakat o saadeti beş on paraya sattılar. Bundan dolayı bunların
ileride
çekecekleri azab asla hafifletilmez, kendilerine hiçbir taraftan yardım
da
olunmaz. Bu alış-veriş ustalarının bütün kazançları, bu korkunç
ziyandan, bu
ebedî perişanlıktan ibarettir. Onlar istedikleri kadar "sayılı
günler" kuruntusuyla gönül eğlendirip dursunlar, ruhları kötülük ile
dopdolu olan bu bezirganların azapları kesilmek şöyle dursun,
hafiflemez bile.
Zira ebediyyen satılmış bir malın mahrumiyetini çekmek de ebedîdir.
Dünya, veya 'den ismi tafdilinin müennesi
olup "en
yakın" yahut "pek alçak" mânâsına bir sıfattır. gibi isimlere
sıfat olarak kullanılmıştır. Bundan başka ahiret kelimesi gibi ve onun
karşıtı
bir isim olarak da kullanılır ki, o zaman yahut terkiplerinden birinin
yerine
geçer. Bununla beraber Kur'ân'da bu mânâ hep sıfat tamlaması olarak yer
almıştır. Şu halde "hayat-ı dünya" "dünyanın hayatı" değil,
dünya denilen hayat, yani aşağılık ve alçak hayat anlamınadır. Veyahut
bugün
fiilen içinde bulunulmak itibariyle "en yakın bulunan hayat" demek
olur. İleride bu dünya hayatının nelerden ibaret bulunduğunu
açıklayacak
âyetler gelecektir.
İşte onların Allah'la olan antlaşmalarının
hiç birinde
durmamaları, verdikleri her ahdi bozmaları ve tek tek sayılan bütün
günahları
işlemiş olmaları ahireti bu dünya hayatına satmış olmalarından ve
ahirete
imanları kalmamış olmasındandır. Böyle olanlar, şüphesiz ki
ölümlerinden
sonrası için hiçbir şey düşünemez ve onun için hiçbir hazırlık
yapamazlar.
Beş-on günlük geçici bir hayat için her fenalığı göze alır, beş-on para
için
Allah'ın kitaplarını bozarlar. Allah'ın kullarına karşı her fenalığı
yapar ve
yaptıklarından da pişmanlık duymazlar. "Sayılı günler" kuruntusunu
uydurmaları da bu imansızlıklarındandır. Ruhları böylesine günah ile
kaplanmış
bulunanlar elbette ateşte ebedî kalacaklar ve en şiddetli azabı
göreceklerdir.
Bu uyarı hükmü bu suretle sona
erdirildikten sonra şimdi de
bunların Hz. Peygamber'e karşı giriştikleri sûikaste işaretle bu bakış
açısından dahi cinayet işlemeye ne kadar istekli oldukları açıklanarak,
ebedî
azaba ne kadar hak kazandıkları iyice açıklanmış olacaktır:
87- "vav" harfi, kasem içindir,
"lâm"
onun cevabı,
"kad" ise tahkik harfidir ki, demektir. Yani nâm ve şan-ı uluhiyetime
yemin olsun ki, muhakkak surette biz azîmüşşan Musa'ya o kitabı, yani
İsrailoğulları'nın öteden beri hükümlerini çiğneyegeldikleri Tevrat'ı
verdik,
ve arkasından onun izinde ve aynı şeriatle memur nice peygamberler daha
gönderdik. Ki bunlar Yûşa, İşmuil, Şem'ûn, Davut, Süleyman, Şa'ya,
Armiya,
Uzeyr, Hazkil, İlyas, Elyesa, Yunus, Zekeriyya, Yahya ve daha
başkalarıdır.
Hepsine selam olsun. Ayrıca Meryem oğlu İsa'ya beyyineler verdik.
Beyyine: Gün gibi gayet açık, vazıh ve
celî mânâsına
sıfattan isim yapılmış bir kelimedir ki, kendisi gayet açık ve aşikar
olan bir
davayı açık bir şekilde isbat etmeye yarayan delil demektir. Yani
kendisi açık
seçik, artık bir başka şeyin açıklamasına ihtiyacı kalmamış olan belge
demektir. Peygamberlerin mucizeleri bu çeşit belgelerdir. Şu halde Hz.
İsa'nın
beyyineleri, onun peygamberliğini açıkça ortaya koyan mucizeleri demek
olur ki,
bunların neler olduğu ileride genişçe anlatılacaktır.
İsa: Süryanice "İşû"dur. Nitekim bazı
hıristiyanlar
"Yesû", Frenkler "Jesu" derler. Bunun ism-i mensubu olan
"Jezvit" İsevî, diğer bir tabirle Yesûî demek ise de Katolik
papazların özel olarak kurdukları cemiyete mahsus bir isim olmuştur ki,
bir
anlamda tarikat demek olan bu cemiyete ve mensuplarına "Cizvit" adı
verilir.
Meryem: Süryanî dilinde "hizmetkâr" mânâsınadır.
Arapça kadınlar için meryem, erkeklerdeki "zir" gibi bir mânâya
kullanılır. "Zir" kadınlara karışması ve ziyareti çok olan erkek
demektir. Nitekim Arap şairi Ru'be'nin: "Hizmetçisi, kendisine
ulaşmayan
ve kadınlar arasına karışan kimseye dedim ki: Gençlik hevesleri
sapıttığını
pişman eder." beytindeki zir ve meryem bu mânâya gelmektedir. Biz
Türkler
genellikle "Meryem Dudu" deriz.
Hz. Musa'dan sonraki peygamberler arasında Hz.
İsa'nın bilhassa
ismiyle zikredilmesi İsa dininin, Tevrat'taki bazı dinî hükümleri
nesheden
(kaldıran) bir özelliğe sahip olması bakımındandır. Bundan dolayı
İseviyet,
yani Hıristiyanlık, Musevîlik'ten ayrı bir din olmuştur.
Hz. İsa'ya bu beyyinatı (belgeleri) verdikten
başka bir de onu
Rûhu'l-Kudüs ile destekleyip takviye ettik. Râğıb'ın tarifine göre;
ruh, esasen
canlının öyle bir cüz'üdür ki, canlıda hayat bununla meydana gelir. Ruh
ile nefis bir midir, değil midir? Bunda
da uzun uzadıya
ihtilaflar olmuştur. Nefis aslında "ben" dediğimiz şeydir. Fakat ruh
da bu mudur? Yoksa bunun
bir aleti midir? Bu konuda özel tasnifler yapılmıştır ki, âyetinin
tefsirinde
inşaallah mümkün olan izahatı sunmaya çalışacağız. (Bkz: İsrâ, 17/85).
Şimdilik
şu kadarını söyliyelim ki; öteden beri ruhun mahiyeti hakkında söz
söyleyenler
bunu başlıca üç ayrı bakış açısından düşünmüşlerdir. Bu da
hareket, hayat ve idraktir.
Herşeyden önce ruh bir hareketin başlangıcı olarak tasavvur edilmiştir.
Bizzat
harekete geçiren her hareket ettirici kuvvet bir ruh, her hareket eden
şey de
onun eseri kabul edilmiştir. Buna göre, hiçbir hareket yoktur ki, bir
ruh ile
ilgili olmasın. Şu kadar var ki, bizzat hareket ettirenler doğrudan
doğruya,
dolaylı olarak hareket edenler de yine dolaylı yollardan bir ruha bağlı
sayılırlar. Bu anlamda ruh, kayıtsız şartsız kuvvet karşılığı bir
mânâya gelir.
İster yalın halde olsun, ister çok yönlü olsun, ister şuurlu, ister
şuursuz
olsun, ister iradeli, ister iradesiz olsun hadd-i zatında harekete
geçirme
özelliği bulunan her kuvvet bir ruhtur. Frenkler dinler tarihiyle
ilgili
araştırmalarda bu görüşe "Animizm" adını vermişlerdir. Lakin ruhun bu
mânâsı genel değildir. Bu hareketi, iradeli hareketlere tahsis edecek
olursak,
o zaman ikinci ve üçüncü mânâlara benzer veya eşdeğer veyahut daha özel
bir
amelî ve ahlâkî ruh mânâsı ifade etmiş oluruz. Çünkü iradeli hareket,
hayat ve
idrak ile eş anlamlı, hatta onlardan daha fazla özelliğe sahiptir.
İkinci olarak ruh, bir hayat kaynağı olarak
tasavvur olunmuştur
ki, bu birinciden daha özel bir anlayıştır. Zira hareket, hayatın belli
başlı
şartlarından sadece biridir. Her hayatta bir
hareket
vardır. Fakat burada hayattan maksat genel anlamda canlıların sahip
olduğu
hayattır. Çünkü bitkilere ait hayata hayat denmesi bu mânâya uygun
olduğundan
değildir. Zira bitkilerin hayatında bir yerden bir yere kitle halinde
hareket
yoktur. En meşhur mânâsıyle ruh denilince işte bu hayat kaynağı
anlaşılır ve
ruh bizatihi mevcut ve lizatihi canlı bir kaynak olmak üzere tarif
olunur ki,
Râğıp da bunu ifade etmiş demektir.
Üçüncü olarak ruh, gerek
cüz'î,
gerek küllî bir idrak mebdei (noktası) olarak kabul olunmuştur ki, bu
da ikinci
görüşten daha özeldir. Zira hayat idrakin şartlarından biridir. Daha
doğrusu
idrak dediğimiz şey, algılama derecelerine göre hayatın bir eseridir.
Demek ki,
idrak sahibi her ruh canlıdır ve her canlı kendi kendine hareket etme
güç ve
kabiliyetine sahiptir. Bununla beraber her hareket edenin veya hareket
ettirenin bu anlamda canlı olması lazım gelmeyeceği gibi, her canlının
da idrak
sahibi olması göz önünde bulundurulacak bir noktadır. Bu suretle ruh
veya canlı
denildiği zaman şuurun ilk mertebesinden akla ve kudsî kuvvete
varıncaya kadar
derece derece farklı mertebeleri yüklenebilen ve vücudun aslî ve
gölgesel
ikiliğini içine alan şuur ve idrak kaynağı kastedilir ki, bazılarına
göre irade
ve kendi kendine hareket etmek gibi hususlar bunun teferruatından
sayılır.
Bununla beraber duygu ve şuur, ruhun en genel belirleyici özelliğidir.
İrade ve
hareketin yalnızca şuura bağlı özellikler olduğu da göz önünde
bulundurulmalıdır. Bu takdirde akıl, ruhun en ileri ve en mükemmel
görünümü
olmuş olacaktır. Halbuki iradenin şuur veya akıl beraberliği kabul
edilse bile,
bedende olan öteki belirtilerden daha üstün bir değere sahip
bulunduğunda şüphe
yoktur. Akla mahkum iradeler bulunduğu gibi, şehvet ve heveslere mahkum
akıllar
da vardır. Şu halde ruh denildiği zaman his ve şuur, akıl ve idrak
güçlerinden
başka irade gücü gibi özellikleri de içine alan daha geniş ve etraflı
bir hayat
cevheri anlaşılmak lazım gelir. Gerçekte de ruh ilminden bahsedenler,
ruhun hem
nazarî, hem amelî kabiliyetlerini göz önünde bulundurmaya mecbur
kalmışlardır.
Asrımızın ruh ilmi (psikoloji) kitaplarında şuur, ruhun en umumî
hadisesi kabul
olunmaktadır. Bununla birlikte ruhî kuvvetler: Acı duyma, tad alma,
hoşlanma ve
nefret gibi duyusal kuvvetler; idrak, düşünce, tasarı ve tasavvurlar
gibi
zihinsel ve aklî kuvvetler; istek ve irade gibi harekete geçirici
kuvvetler
olmak üzere başlıca üç ana kuvvenin kaynağı olarak düşünülmektedir. O
halde
kendine mahsus anlamıyla ruh denilirken kendiliğinden hareket edebilme,
daha
doğrusu kendi kendini hareket ettirebilme, canlılık ve idrak gibi
özelliklerin
üçü birden göz önünde bulundurulmalıdır. Yani ruh, hayatın da,
hareketin de,
idrakin de esas sahibi olan bir varlıktır. Eğer hayat kelimesi, sadece
bir yönü
ile alınmayıp bu üçünün de temsilcisi olarak alınacak olursa, o zaman
bizatihi
mevcut ve lizatihi canlı şeklinde tarif aynı mânâyı ifade ederek, en
özel
anlamıyla ruhun en aşağı mertebesini göstermiş olur. Aslında biz, duyu
organları gelişmiş yüksek canlılarda ve bilhassa insanda bu üçünün
birleştiğini
görüyoruz. Şu halde herkesin bildiği ve anladığı meşhur şekliyle ruhun
en alt
seviyedeki mânâsı canlılık olarak kabul edilir ve her kuvvete de ruh
denilmez.
Hayatın anlamı ne kadar yükselirse, ruhun mânâsı da o ölçüde yükselmiş
olur.
Daha doğrusu ruh ne ölçüde yükselirse hayatın mânâsı da o ölçüde
yükselir ve
özellik kazanır.
Genel anlamıyla ruhun, katı
ve
hareketsiz olan maddeye zıt bir varlık olduğu açıktır. En ilkel
şekliyle madde
ruhsuz bulunabilir, fakat bu mânâda ruhsuz bir cisim var mıdır? Bu
husus
münakaşa edilebilirse de ilkel maddeden meydana gelmiş olan her cisim
terkibi
ve teşekkülü bakımından bizzat bir kuvvete ve bir ilk harekete sahip
olmak
durumunda bulunduğundan her cisimde, genel anlamda bir ruh zaten var
demektir.
Fakat özel anlamda ele alındığı zaman, ruhsuz cisimlerin varlığından
şüphe
etmeyiz. Zira nice canlıların, ruhtan ayrıldığı zaman öldüklerini
görmekteyiz.
Demek ki ruhun cisimden ayrılmasıyla ayrıcalık kazanacağı şüphe
edilecek bir
şey değildir. Fakat esas itibariyle ruhun öz cevheri ile maddenin öz
cevheri birbirinden
apayrı varlıklar olarak âlemde iki ayrı cins cevher var mıdır? Yoksa
maddenin
cevheri ruhun cevherine veyahut ruhun cevheri maddenin cevherine râci
olmak
üzere yalnızca bir tek çeşit cevher mi vardır? Yani kâinat âleminden
cisimlerin
cevheri büsbütün kaldırıldığı farzolunsa, ruhlar da ortadan kalkar mı?
Yahut
aksine ruhun cevheri ortadan kalksa, maddî cisimler de büsbütün yok
olur,
ortadan kalkar mı? Yoksa birisi diğerinden ayrı olarak varlığını
sürdürebilir
mi? Felsefe dalında her birinin taraftarı ve savunucuları bulunan
çeşitli
nazariyelerden şimdilik vazgeçerek şu kadarını söyleyelim ki ruhun,
cevheri ve
öz varlığı ne olursa olsun, nev'inin hakikatı, hatta bir tek nevi
içinde
çeşitli mertebeleri bulunduğu şüphe götürmez bir gerçektir: İnsanların
diğer
canlılardan farkı, ruhlarının kendi nev'ine mahsus özelliğinden dolayı
olduğu
gibi, beşerin çeşitli sınıf ve fertleri arasındaki fark da en azından
ruh
mertebelerinin çokluğunu göstermektedir. Genellikle Peygamberler ise
derece
farklarıyla birlikte, Âdem kıssasından anlaşıldığı üzere, ilk fıtrata
nazaran,
beşer nev'i içinde Allah'ın halifeliğine mazhar olmuş yüksek bir ruh
derecesine
sahip kimselerdir. Bu yüzdendir ki, âdeta kendi nevilerinin üstünde
sayılabilecek bir ayrıcalıkları vardır. Bu yüksek ruh asaletine sahip
bulunmalarının yanında ilâhî te'yide de mazhar olmaları onları, hem
bilgi ve
idrak yönünden, hem de tasarruf gücü demek olan iradeyi harekete
geçirme
yönünden ve bazan ikisiyle birden ruh mertebelerinin en yücelerine
eriştiren
tecellilere mazhar kılar. Bu tecellilerden her biri, beşerin alışılmış
ruhî
davranışlarından çok farklı ve üstün özellikler taşır. İşte bu
özellikler o
peygamberlerin, çeşitli kademelerde mucizelerini meydana getirirler.
Bundan
dolayıdır ki, peygamberlere mahsus bilgiler, beşer aklının tekrara ve
tecrübeye
dayalı olarak elde ettiği alışılmış bilgi ve idraklerin üstünde bir
ilim,
tasarruflarında da yine normal insanların sahib olabildikleri
tasarrufun
üstünde bir kudret ve irade zuhur edegelmiştir. Bunun için ruhların
bizzat
Allah'a izafetle sonuçlanan alışılmış ve alışılmamış bütün güçlerini,
çeşit ve
mertebelerini bir bütün olarak dikkate almayanlar veya alamayanlar,
ruhun en
yüksek mertebesini aklın en aşağı mertebesi açısından ele alarak,
harika
denilen garip ve nadir olayları, daima alışılmışa şartlanmış aklın en
aşağı
ölçüsüyle çözmeye çalışanlar, peygamberlerin mucizeleri karşısında hep
inkâr ve
te'vil yoluna sapmışlardır. Diğer bir kısım insanlar da mucizeler
nazariyesine
sarılarak, genellikle aklın ve ilmin konusuna giren kesin gerçekleri
inkâr
etmeye ve görmezlikten gelmeye çalışmışlardır. Bunların birincisi
ifrat,
ikincisi ise tefrittir. Yaratılışın bütün sır ve inceliklerini, ne
tekdüze
tekrarlara dayanan prensiplere bağlı olarak deneysel ilmin ve fennin
belli
sınırları içine hapsetmeğe hakkımız var, ne de aklın ve ilmin kural ve
ilkelerini bir kenara iterek, herşeyi yalnızca harikalarla açıklamağa
hakkımız
vardır. İlmî araştırmalarla ortaya konan yeni yeni buluşlar, ilmin ve
fennin
sonu olmayan bir genişliğe sahip bulunduğunu gösteriyor. Bu husus inkâr
kabul
etmez bir gerçektir. Ayrıca normal aklın, ilim ve fennin hiçbir zaman
inkâr
edilemiyecek değişmez ve kesin hakikatleri içerdiği de bilinmelidir.
Şunu da
belirtelim ki, sebeplilik (nedensellik) ve çelişmezlik kanunları işte
bu çeşit
hakikatlerdendir. Bilgi denilen şey, daha ziyade tekdüze tekrarlara
bağlı
olarak, deneme yanılma sonucunda teşekkül eder. Ancak kâinatta değişim
ve
gelişim denilen bir ilke daha vardır. Halbuki her değişim, ilk meydana
çıkışında,
normal dediğimiz tekdüze tekrara dayanan oluşlara karşı bir hamle ve
bir isyan
sayılır. Bu yüzden de bir harikuladelik ifade eder. Bunun için, ilmî
sonuçlara
dayanan imanın yanında mucizeye dayanan imanın, irade olayı açısından
çok
önemli bir yeri vardır. Çok zamanlar görülmüştür ki, ilim adamlarının
kendi
konuları dışındaki iş ve çabalarda iradeleri oldukça zayıftır, hatta
büsbütün
yok denilecek kadar azdır. Kendi tecrübemize dayalı olarak elde
ettiğimiz
bilgiler, bizde irade olayının teşekkülüne ve güçlenmesine katkıda
bulunmuyorlar. Buna karşılık hiçbir ilmî ölçüden haberi olmayan bazı
cahiller,
ilim adamlarının göze alamayacağı işleri yapabilecek güçlü iradeler
gösteriyorlar. Bu husus nazarî olarak herkesçe kabul edilse bile
tatbikatta
iradenin, hiçbir bilgiye ihtiyaç göstermeyen imandan kaynaklandığı ve
oradan
kuvvet aldığı gözleniyor. Bu da normal ilmin sonuçlarına inanmaktan
değil,
mucizeye inanmaktan doğuyor. İslâm dini, bu hakikati tesbit ve ahlâkı
yüceltmek
için, ilmin ve aklın kurallarına önem vermekle beraber, imanı
gerektiren
mucizelere de yer vermiştir. Bu sebeple hakikî din adamlarının
bilgileri, kendi
iradelerini zayıflatmaz. Onlar ilmin ve aklın alanına giren konularda
normali
kabul ederler, olağanüstü hallerde mucizeye de inanırlar. Normal
insanların
sevindikleri konularda onların korktuğu ve endişeye kapıldığı, halkın
üzülüp
ağladıkları noktalarda ise onların ümide ve iyimserliğe kapıldıkları
yönler
bulunur. Hasılı insan ruhunda ümitsizlik ve korkuyu kısmen de olsa yok
etmek
için mucizelerin pek büyük etkisi vardır. Sırf aklî ve mantıkî
düşünenlerin
karamsarlıktan başka birşey göremedikleri kapkaranlık zamanlarda
mucizeye iman,
böyle ayrılık günlerinde parlayan sevgi güneşi gibi, azim ve iradeye
musallat
olmuş karamsarlığın paslarını silip süpürmeye yeter de artar bile.
Fakat şurası
unutulmamalıdır ki, mucize ve harikalara iman, bir genel ilke gibi ele
alınamaz. Zaten isminden de anlaşılacağı gibi, bunun yalnızca özel ve
olağanüstü hallere mahsus bir ilke olduğu kesindir. Normal haller için
aslolan
aklın ve ilmin kurallarıdır. Ne dine, ne ilme önem vermeden, her an
harika
peşinde koşanlar ve daima yeni görüş ve fikirlerle yaşamak isteyenler,
hiçbir
zaman ilkellikten kurtulamazlar ve insanlar arasında bağlantı sağlayan
sosyal
kurallar ve ahlâkî kaideler bırakmayacak kadar cahil, sapık, başıbozuk
ve
baştan çıkarıcı bir hayat tarzına mahkum olurlar. Bundan dolayıdır ki,
Kur'ân
mucizesiyle ortaya konmuş bulunan cihanşumûl hükümler ve doğrular,
kevnî mucize
denilen öteki harikulâde (olağanüstü) olayların üstünde bir anlam ve
değer
taşırlar. İşte peygamberlerin ruhları, mertebelerine göre bu iki
cihetle özel
olarak ilâhî desteklere mazhar kılınmışlardır. Bu ilâhî desteğin dış
görüntülerinden birisi de onların ahlâklarıdır. Onların ruh
mertebeleri, ahlâk
bakımından ismet (günahsızlık) derecesine sahiptir. Bundan dolayıdır
ki, İslâm
inancı açısından peygamberlerin hepsi, çirkin ve alçaltıcı huy ve
hareketlerden
uzak ve yüce şahsiyetlerdir. Gerçi onlar için de beşeriyet gereği bazan
zelle
(ayak sürçmesi) ve hata mümkündür. Fakat onda ısrar ve istikrar
(devamlılık)
söz konusu değildir. Bu gibi şeyler Allah'ın yardımıyla hemen
düzeltilir. Biz,
eldeki Tevrat ve İncil nüshalarında geçmiş peygamberlere isnat edilen
birtakım
günah ve kabahatların, tahrifler sonucu olduğundan şüphe etmeyiz.
Cenab-ı Hak,
peygamberlerin ruhlarına çeşitli mertebelerde gönderdiği bu ilahî
destekleri,
özellikle Hz. İsa hakkında "Biz onu Rûhu'l-Kudüs ile de destekledik".
(Bakara, 2/87) âyetiyle dile getirmiştir. Meryem oğlu İsa, ruhî
bakımdan
bilhassa Rûhu'l-Kudüs ile teyid olunmuştur. Bu gösterir ki,
Rûhu'l-Kudüs, Hz.
İsa'nın şahsiyetinin bir parçası değil, sadece onun destekleyicisidir.
Şu halde
hıristiyanların, Rûhu'l-Kudüs'ü İsa'nın şahsiyetine dahil edip, öz
şahsiyetinin
bir bölümü gibi tasavvur etmeleri bir batıl inanç örneğidir ve
geçersizdir.
Acaba Rûhu'l-Kudüs'ten
murad
nedir? "Rûhu'l-Kudüs" kelime itibariyle fevkalade temizlik, taharet
ve nezahet yahut bereket ruhu, yahut mukaddes ruh demek ise de bunun
gerçek
anlamı hakkında tefsirciler birkaç rivayet nakletmişlerdir.
1- Mücahid ve Rebî'in
beyanına
göre; "el-Kudüs" el-Kuddûs gibi ilâhî isimlerdendir. Şu halde
Rûhu'l-kudüs, yani Allah'ın ruhu demek olabilir. Nitekim bu te'yid
dolayısıyla
Hz. İsa'ya "rûhullah" dahi denilir.
2- İbnü Abbas'dan bir
rivayete
göre, burada "Rûhu'l-Kudüs" Allah'ın ism-i azamı (en büyük ismi)dır
ki, Hz. İsa bununla ölüleri diriltirdi.
3- İncil'dir, nitekim "İşte
böylece sana da emrimizden bir ruh vahyettik." (Şûrâ, 42/52) âyet-i
kerimesinde Kur'ân vahyine dahi "ruh" denilmiştir.
4- Katâde, Süddî, Dahhâk ve
Rebî'in beyanına ve İbnü Abbas'dan diğer bir rivayete göre,
Rûhu'l-Kudüs
Cebrail'dir. Ve buna asahh-i akval, yani rivayetlerin en sıhhatlisi
demişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz, Hassân İbni Sabit (r.a.) bir
kerre
"Kureyş'i hicvet, Rûhu'l-Kudüs seninledir." buyurduğu gibi, bir başka
zamanda da "Ve Cebrail seninledir." diye buyurmuşlardır. Demek ki,
Rûhu'l-kudüs Cebrail aleyhisselâmın "Rûhu'l-Emîn" gibi diğer bir
ismidir. Nitekim Hassân (r.a.) dahi beytinde "Allah'ın elçisi olan
Cibrîl
de bizdedir. O Rûhu'l-Kudüs'ün ise eşi, benzeri yoktur." diyerek
Rûhu'l-Küdüs'ün Cebrail olduğunu göstermiştir. Cebrail'e "rûhullah"
dahi denilmesi, diğer bir ilahî isim olan Rûhu'l-Kudüs'ün aynı mânâya
geldiğini
doğrular.
Kur'ân diline ait bu
kelimelerin
göz önünde bulundurulması ile Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail demek olduğu
anlaşılır.
Lakin bu takdirde şu soru akla gelebilir: Cebrail Hz. İsa'dan başka
peygamberlere de indiği halde burada "onu Rûhu'l-Kudüs ile
destekledik."
ilâhî ifadesinde söz konusu zamire Hz. Musa bile dahil edilmiyerek
doğrudan
doğruya zamirin Hz. İsa'ya tahsis edilmesinin mânâsı nedir? Bu ifadeden
Rûhu'l-Kudüs'ün Cebrail'den başka bir özel ruh olduğu anlaşılmaz mı?
Tefsircilerin açıklamasına
göre,
cevap hayır. Bu tahsisin anlamı şudur: Ceb rail'in Hz. İsa'ya başka
türlü bir
ihtisası vardır ki, diğer peygamberlerde bunun örneği yoktur. Çünkü Hz.
Meryem'e onun doğumunu müjdeleyen Cebrail'dir. Hz. İsa onun nefhi
(üflemesi)
ile doğmuş, onun terbiye ve desteğiyle büyümüş, her nereye gittiyse
beraberinde
gitmiştir. Nitekim Meryem Sûresi'nde "Ona ruhumuzu gönderdik, o ruh ona
beşer şeklinde temessül edip göründü." (Meryem, 19/17) buyurulmuştur.
Âyette geçen "rûhanâ", rûhullah, Rûhu'l-Kudüs, Cebrail'dir.
Bundan başka bilindiği
gibi,
İsrailoğulları'nın, Hz. İsa ve annesi Meryem hakkında iffet ve ismete,
onların
kudsiyetlerine aykırı sözler söylemiş olmaları ve âyette esas muhatap
olan da
yahudiler olduğundan, Hz. İsa hakkındaki bu âyet, tahsis için değil,
fakat bilhassa
yahudilerin isnat ve iftiralarına karşı Hz. İsa'yı tenzih için bu teyid
özellikle söz konusu edilmiştir. İşte bundan dolayıdır ki, taharet ve
temizlik
anlamına gelen "Rûhu'l-Kudüs" ismi tercih buyurulmuştur. Şunu da
burada hatırlatmak lazım gelir ki, Hz. İsa "Rûhu'l-Kudüs" ile teyid
edilmiştir, fakat Rûhu'l-Kudüs ile teyid edilen yalnızca Hz. İsa
değildir.
"De ki, Rûhu'l-Kudüs, onu Rabbinden hak olarak indirmiştir." (Nahl,
16/102) buyurulduğu şekilde Peygamber Efendimiz'e Kur'ân-ı Kerîm'i
indiren de Rûhu'l-Kudüs'tür.
Oysa Kur'ân'ı ona indirenin Cebrail olduğu bilinen bir gerçektir. Demek
ki,
Rûhu'l-Kudüs Cebrail'dir. Güç ve kuvvet açısından Cibril veya Cebrail,
ismet ve
nezahet açısından da Rûhu'l-Kudüs'tür.
İşte ey İsrailoğulları!
Görüyorsunuz ki, Allah
Teâlâ'nın peygamber ve kitap göndermesi, emsalsiz ve görülmemiş bir şey
değildir, öteden beri devam edip gelen bir ilâhî gelenek, bir
sünnetullahtır.
Zikrolunduğu üzere bilhassa size Hz. Musa'dan Hz. İsa'ya kadar bunca
peygamber
göndermiş artık size nefsinizin heva ve heveslerine uymayan ilahî
emirlerle
yeni bir peygamber geldikçe ona uymayı kibrinize yediremeyip, kafa mı
tutacaksınız? o peygamberlerin bir kısmını inkâr edecek, diğer bir
kısmını da
inkârla yetinmeyip -Zekeriya, Yahya vesaire gibi- öldürecek misiniz?
Yok artık,
o meydanı boş bulamıyacaksınız. Bu âyetin anlamında Peygamber
Efendimiz'i
öldürmeye azmettiklerine açık bir işaret vardır. Soru, bu
teşebbüslerini
yüzlerine çarpmak üzere ayıplamak ve kınamak (istifham-ı tevbîhî)
içindir.
Bunlar, haklarında nazil
olan bütün o
güzel nasihatlere, davetlere, acı tatlı hatırlatmalara, müjdelere ve
uyarılara,
azarlama ve iltifatlara karşı bakınız ne dediler:
88-Ğulf,
"ağlef"in çoğuludur. Ağlef, ğulfe veya ğılafdan
kabuklu
yani sünnetsiz ya da kılıflı demektir ki, burada kelime "kaşerli,
kaşerlenmiş" meâlindedir. Yosun tutmuş, duyarlığını yitirmiş
anlamınadır.
Hasılı bunlar bizim
kalblerimiz
kılıflı, yani kaşerlidir, kabukludur dediler. Bununla Hz. Muhammed'in
davetine
ve Kur'ân'ın irşadlarına karşı kalplerinin kapalı olduğunu ve bunları
dinlemeğe, anlamağa yanaşmak niyetinde olmadıklarını alay ve küçümseme
ile
söylemek ve ilâhî hidayete ihtiyaçları olmadığını iddia etmek suretiyle
akıllarınca iftihar etmek istediler. Hayır, işin aslı öyle değil, belki
küfürleri
sebebiyle Allah onları lanetledi, rahmetinden uzaklaştırdı, "Allah
onların
kalplerini ve işitmelerini mühürlemiştir, gözlerine de perde
çekilmiştir. Onlar
için büyük bir azap vardır." (Bakara, 2/7) âyetinin hükmü tecelli
eyledi. Onun için
bunlar az, pek az iman ederler. Yukarıda "Ey İsrailoğulları! Size ihsan
etmiş olduğum nimetimi hatırlayın, iyi düşünün ve benim ahdimi yerine
getirin
ki, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara, 2/40) âyet-i
celîlesiyle yapılan o büyük ve latif davetler ve onu takip eden yüksek
uyarılar
karşısında bunların en nihayet "Kalplerimiz kılıflıdır." diye inat
etmeleri ve büyüklük taslayıp iftihar edecek bir sebepten değil, sırf
mel'unluklarından ileri gelmektedir.
89-Nasıl
lanetlenmesinler ki, Ne zaman ki, onlara Allah
tarafından yeni ve
büyük bir kitap, yanlarında bulunan ve "sizi ahir zaman nebîsi
kurtaracaktır" diye müjde veren Tevrat'ı inkâr etmeyip "O da Allah
kitabıdır, verdiği haberler gerçektir." deyip doğrulayan bir kitap,
yani
Kur'ân geldi. Daha önceleri ise onlar küfür ehline, yani müşrik
Araplar'a karşı
bunun geleceğinden söz açıyorlar ve bu sayede onlara üstünlük
sağlayacaklarına
inanıyorlardı. "Allah'ımız Tevrat'ta özelliklerini yazılı bulduğumuz
ahir
zaman nebîsi hürmetine bize yardım et!" diye dua ve istimdat ediyorlar
ve
müşriklere "Bizim söylediğimizi tasdik ederek ortaya çıkacak olan bir
peygamberin gelme zamanı yaklaştı, gölgesi üstümüzde dolaşıyor. Biz
onunla bir
olup sizi Âd ve İrem gibi katledeceğiz." diyorlardı.
İbnü Abbas, Katade, Süddî
demişlerdir ki,
Peygamber Efendimiz'in gelmesinden önce Beni Kurayza ve Beni Nadir
yahudileri,
Evs ve Hazreç kabilelerine karşı onunla fetih isterlerdi. Bu âyet
bunlar
hakkında nazil olmuştur.
Ne zaman ki, Kur'ân-ı
Azîmüşşan onlara
böyle bir halde geldi; o tanıdıkları kendilerine gelince bunlar onu
inkâr
ettiler, tanımaz oldular. Allah'ın laneti kâfirleredir. Bunun için
bunlar mel'ûn oldular.
90-
Bunların kendilerini uğruna sattıkları şey ne kadar fena,
ne kadar
çirkindir! ki Allah'ın indirdiği mübarek kitaba ve Hz. Muhammed'in
risaletine
küfretmeleri, hem de pek alçak, pek rezilane bir sebeple
küfretmeleridir. Bilir
misiniz onlar buna niçin küfrettiler? Allah'ın kullarından dilediği bir
kuluna,
sırf lütuf ve kereminden ihsan olarak, peyderpey nimet indirmesine, onu
ahir
zaman nebisi yapmasına karşı bağyen, yani o peygamberliğin doğrudan
doğruya
kendilerine indirilmesini istediklerinden, bu peygamber bizden, bizim
ırkımızdan değil diye bencillik ve kıskançlık sebebiyle inkâr ettiler.
Daha
önceleri
"O peygamber gelecektir,
gelmek
üzeredir... Biz onunla fetihler yapacağız." deyip dururken, o gelince
her
şeyi unutup insanlıktan çıktılar. "O söylediklerimiz yalanmış."
dediler, kendilerini böyle bir küfre sattılar, sattılar da daha önce
mahkum
oldukları gazaptan kurtulup halas olacakları bir sırada, döndüler,
dolaştılar
yeni bir gazaba müstahak oldular. Vaktiyle kendilerini Firavun'un kötü
baskılarından kurtaran ve bu suretle büyük bir imtihana çeken Cenab-ı
Allah,
kendilerini âlemlere üstün kılmışken onlar bu faziletleri kendilerine
kazandıran peygamberleri, önce inkâr edip, sonra da öldüre öldüre en
nihayet
imtihanın sonucunda Allah'ın gazabına uğramışlar, nimetleri gitmiş,
vatanları
ve devletleri mahvolmuş, kendileri şu veya bu milletin hükmü altında
yaşamak
zorunda kalmış, zillet ve meskenete düşmüş, nihayet ellerindeki kitabın
hükmünce son bir ümitleri kalmış idi. O da Hz. Musa'ya benzeyen ve
onları daha önce
olduğu gibi gazaptan, bu zillet ve meskenetten kurtaracak olan ahir
zaman
nebisine iman edip, uymaları idi. Bu ümitle yaşarken ve müşriklere
karşı onunla
iftihar edip, o sayede üstün geleceklerine inanırlarken, tam o
peygamberin
gelip, aradıklarını buldukları ve yanlarındaki kitabın (Tevrat'ın)
hükmü olan
bu ümitlerini gerçekleştirmek için Kur'ân-ı Azîmüşşan, kendilerini "Siz
verdiğiniz ahdinizi yerine getirin, Ben de size olan ahdimi yerine
getireyim." (Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı doğrulayan bir
kitap olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin." (Bakara, 2/41) diye ilâhî
emrine davet ettiği sırada sırf kıskançlık yüzünden sözlerinden
döndüler.
"Vakti geldi." dedikleri peygamberi, "Hayır beklediğimiz bu
değilmiş, daha onun vakti gelmemiş, bu bizden değil, Araptandır."
diyerek
inkâr ettiler. Tıpkı İblis'in Hz. Âdem'e karşı yaptığı gibi, kibirlenip
baş
kaldırdılar. Allah'ın emirlerine ve davetlerine "kalblerimiz kabuk
bağlamış" dediler ve bu inkârı yaparken kendi sözlerini ve ellerindeki
kitabın
o yegâne ümidi veren hükmünü de geçersiz kılıp yalan saymak suretiyle
kendi
kendilerini rezil ve rüsvay eylediler. Hasılı bu bezirgânlar
kendilerini bu
kadar fena bir küfre sattılar ve bundan dolayı eski gazap üzerine
tekrar bir
gazaba daha layık ve müstahak oldular. Gerçek şu ki, kâfirlerin hakkı
da mühîn,
yani ihanet edici, hakarete uğratıcı, zelîl edici bir azaptır. Bunlar
öyle
kâfirlerdir ki, Allah'a, peygambere, hatta kendilerine bile sözle veya
fiil ve
davranışla küfrederler de bununla beraber üstelik yalan yere imandan
dem
vururlar. Şöyle ki:
91-
Yukarıda beyan olunduğu üzere, Allah'ın her indirdiği vahye iman
ediniz,
denildiği zaman, bunlar biz, bize indirilene iman ederiz, derler de
ondan
başkasına küfrederler, halbuki hak odur, üstelik yanlarındaki Tevrat'ı
doğrulamak üzere hak ve gerçek olan odur. O yanlarındakindedir. Böyle
iken yine
de onu inkâr ederler. Gerçek imanın hedefi haktır ve hak nerede
bulunsa, her
nereye inse yine hak iken, üstelik kendi yanlarındaki kitabın hak ve
gerçek
oluşu, ancak vahyin tasdikiyle açıklık kazanacak iken, bunlar kendi
yanlarındakinden başka hiçbir şeye, hak da olsa, imana yanaşmazlar.
Âlemde hak
sevgisi bulunmayanların hepsi böyledir. Onlar için iman sözü bir
nefsaniyet
işidir. İnanacakları şeyde mutlaka kendilerini görmek isterler. Mesela
kendilerinden olmayan âlime, âlim demezler, kendilerinden olmayan
peygambere
peygamber demezler. Deseler
bile "Bizim peygamberimiz değil ki, ondan bize ne?" derler. Sırf bu
yüzden ahir zaman peygamberine ve ona indirilen kitaba, "Bizim
halkımızdan
değildir, bizim lisanımızdan değildir, o Arab'ın peygamberidir, Arab'ın
kitabıdır" diye düşmanlık ederler. Beşeriyeti tefrikaya düşüren,
insanlığı
şirke ve kavgaya sürükleyen, hak ve hakikate karşı kaba kuvvet
kullanmaya,
üstünlük yarışına, safsatalara iten, türlü türlü mel'anetler ve
şeytanca
planlar kullanarak saldıran ve saldırtan işte hep bu nefsaniyet, kibir
ve
bencilliktir. Hz. Âdem kıssasındaki İblis olayı, tamamen bunu temsil
eder.
Bunların en başında kendilerini kitap ehli, din ehli ve iman ehli gibi
göstermek isteyen yahudiler vardır. Bunlar nihayet izafî bir iman iddia
ederler. "Biz ancak bize indirilen kendi kitabımıza iman ederiz."
derler, ondan başkasını inkâr ederler. Fakat Cenab-ı Allah gösteriyor
ki, bunların
bu izafî iman davaları da yalandır. Çünkü bunlar, kendi yanlarında
bulunan,
kendi imanlarını esas kabul ettikleri kesin bir gerçeği tasdik eden,
doğrulayıp
onaylayan bir hakikati dahi, doğrudan doğruya "Bize nazil olmadı."
diyerek red ve inkâr ederler. Mesela; yukarıdan beri neler olduğu
açıklanan
Tevrat hükümleri, haberleri ve ilkeleri vardır. Bunlardan biri de ahir
zamanda
Hz. Musa'ya benzer bir peygamberin geleceği haberidir.
İsrailoğulları'nın
"Tarafımdan size hidayet getirecek bir peygamber geldiği zaman, kim
hemen
ona uyarsa, artık uyanlara korku yoktur." (Bakara, 2/38) ilâhî ahdi
uyarınca ve o peygambere itaat etmek şartıyla kurtulacakları haber
verilmiş ve
bu konuda daha önce kendilerinden ahd ve mîsak da alınmış ve yine
zamanı
gelince Allah'a verdikleri bu sözü tutacaklarını ve gereğince amel
edeceklerini
kabul etmiş, üstelik yine bunu kendileri büyük iftiharla herkese yaymış
ve
duyurmuş iken; Kur'ân gelip de Tevrat haktır, bu haberler, bu kıssalar,
bu
vaadler doğrudur diye onu tasdik ve buna uygun olarak Allah tarafından
"Ey
İsrailoğulları! Vaktiyle size verdiğim nimetleri haydi hatırlayın, anın
ve bana
verdiğiniz ahdi yerine getirin de ben de size verdiğim kurtuluş sözünü
yerine
getireyim"; "Haydi bakalım, benim indirdiğim vahye, yanınızdaki kitabı
tasdik eden vahye iman edin!" emirlerini kendilerine tebliğ edince;
Tevrat'ı tasdik eden, onu onaylayıp destekleyen bu ilâhî emirleri red
ve inkâra
kalkıştılar, "kalblerimiz kabuk bağlamış" dediler de bütün bunlarla
beraber, "biz, bize indirilene inanırız" diye bir de izafî (bağımlı)
bir iman davası güdüyorlar. Şimdi siz böyle mi diyorsunuz? Öyleyse size
inmiş
olan Tevrat'a ve ona haktır diyen Kur'ân'a inanınız, derseniz yine
dönerler,
onu da red ve inkâr ederler. Demek ki, bunların "biz bize indirilene
inanırız" iddiaları da yalan ve asılsızdır. Bunlar başkasına inen hakkı
inkâr etmek için daha önce kendilerine nazil olmuş ve yine kendilerince
her
tarafa yayılmış bulunan gerçeği de inkâr ediyorlar, çelişkiden
kurtulamıyorlar.
Artık bu safsatacılarda -isterse izafî olsun- bir iman tasavvur
olunabilir mi?
Bundan başka durumun iyice ortaya çıkması için bunlara de ki, iddia
ettiğiniz
gibi, gerçekten kendinize indirilene inanıyorsanız, bundan evvel
Allah'ın
peygamberlerini öldürür müydünüz? İmanınızda samimi iseniz onları niçin
öldürdünüz? Peygamber öldürmek yeterince küfür ve inkâr değil midir?
İnandığınız Tevrat bunu yasak kılmamış mıydı? Özellikle Zekeriya, Yahya
ve
diğerleri gibi öldürdüğünüz peygamberler hep sizin peygamberleriniz
değil
miydi?
92-Daha
gerilere bakalım Allah biliyor ki, Musa size apaçık
belgelerle,
aşikar mucizelerle geldi, sonra da siz onun hemen arkasından tuttunuz
buzağıya
taptınız, ve siz işte böyle zalimlersiniz! Ey zalimler, siz o zaman mı
kendinize inmiş olana iman etmiş oldunuz?
93-Musa'ya
verilen mucizelerden birini daha hatırlatalım: Hani size verdiğimiz
kitabı ve
onun hükümlerini kuvvetle, ciddiyet ve özenle tutunuz ve dinleyiniz
diye Tur
dağını tepenize kaldırarak sizden zorla mîsakınızı almıştık. Koca bir
dağın
şemsiye gibi başınız üzerine dikilip sizi tehdit etmesi ne büyük mucize
idi.
Fakat dinlediler mi? Buna karşı içlerinden işittik ve isyan ettik,
dediler.
Kâfirlikleri sebebiyle buzağı sevdası iliklerine kadar işlemişti,
kalbleri onun
sevgisi ile dopdoluydu. Demek ki, o zaman bile kendilerine indirilen
vahye iman
etmiş değillerdi.
Sen bunlara şöyle söyle ve
de ki:
eğer siz mümin iseniz imanınız size ne çirkin emirler veriyor ki;
işittik,
isyan ettik dersiniz, peygamberleri öldürür, kitabınızı inkâr edersiniz
ve o
buzağı sevgisini bir türlü kalbinizden çıkarıp atmazsınız. Böyle bir
iman olsa
olsa Şeytan'a iman olur. Bütün bu halleriyle bunlar ahiret nimetlerini
de
kimseye vermek istemezler. Lakin bunların Allah'a, kitaplarına,
peygamberlerine
iman sözleri asılsız olduğu gibi, ahirete imanları da asılsızdır.
Ahirete
imanlarının da böyle olduğunu bildirmek üzere buyuruluyor ki:
94-Ey
Muhammed! Sen onlara de ki; eğer ahiret yurdu, ahiret saadeti, başka
insanların
hiçbir hissesi olmayarak yalnızca sizin ise hiç durmayın ölümü temenni
edin,
eğer bu iddianızda samimi iseniz, sözünüzün doğruluğuna inanıyorsanız
hemen
ölmeyi istemeniz gerekir. "Dâr", lügatta dâiren mâdar, dörtbir yanına
çepeçevre hudut çevrilmiş, mükemmel bir surette korumaya alınmış,
yerleşmeye ve
içinde yaşamaya elverişli olan yer demektir. Dilimizdeki büyük konak,
saray,
mâlikane, şehir, memleket, yurt ve vatan kelimelerinin mânâlarına
gelir. Yerine
göre bunların ifade ettiği mânâların hepsini içine alır. Nitekim "Dâr-ı
İslâm" müslümanların yaşadığı, barış , selamet ve huzur içinde yaşadığı
yerler için kullanılır. "Dâr-ı Harb" ise harb halinde, özellikle
müslümanlarla harb halinde olan yerler için kullanılır. Bunun gibi
içinde
bulunduğumuz bütün şu âleme de "Dâr-ı Dünya" denilir. Aynı şekilde
"Dâr-ı Ahiret" de ölümden sonra ebedi olarak kalınacak dârü'l-karar
demektir. Şu halde "Dâr-ı ahiret sırf bizimdir." demek, öldükten
sonra herkes ya mahvolup yok olacak, sadece biz kalacağız, ya da herkes
cehenneme gidecek, yalnızca biz cennete gideceğiz ve orada biz mutlu
olacağız
demek olur. Ölümden sonra böyle ebedi bir mutluluğun yalnız kendilerine
ait
olduğuna cidden inanmış olanların zahmetler, elemler ve kederlerle dolu
olan şu
üç-beş günlük dünya hayatına sımsıkı sarılmalarının hiçbir anlamı
yoktur. Hele
dünyada vatandan, istiklalden mahrum, zillet ve meskenete mahkum bir
halde
yaşayanlar için böyle bir temenninin kaçınılmaz olması gerekir.
95-
Halbuki onu hiçbir zaman isteyemezler, temenni edemezler, sebebi de
herşeyden
önce elleriyle yaptıkları, ahiret için hazırladıkları şeyler, cürümler,
cinayetler, zulümlerdir. Yani bunlar zaten sabıkalı kimselerdir. O
kirli
ellerin neler yaptığını, ahirete ne yüzle varacaklarını vicdanları
duyar da
dünya cennetinden vazgeçemezler, ölümü isteyemezler. Allah o zalimleri
bilmez
mi sanıyorlar ki, ahiret yurdu bizimdir, diyorlar, Oysa Allah bütün
zalimleri
bilir.
96-Esasen
bunların ahirete ne imanları vardır, ne ümitleri. Çünkü iyice
araştırırsan,
insanlar arasında dünya hayatına en düşkün, en hırslı olarak bunları
bulursun.
Bunların, diğer bir hayata ümitleri veya zerre kadar imanları olsaydı,
bu dünya
hayatına böyle herkesten, hatta müşriklerden bile daha fazla hırsla
sarılabilirler miydi? Müşriklerden bile daha hırslılar, her biri arzu
eder ki,
bin sene ömür sürsün. Bazı tefsirciler bu müşriklerden maksadın
mecûsîler
(ateşe tapanlar) olduğunu rivayet etmişlerdir ki, o zamanın İranlıları
demek
olur. Halbuki o şekilde bin sene ömür sürmesi, kendisini azaptan
kurtaracak,
uzaklaştıracak değildi. Allah, onların, gizli veya açık olarak ne
yaptıklarını,
ne yapacaklarını görüp duruyor. Yakub kırâetinde hitap şekli ile diye
okunur,
yani Allah sizin hepinizin yaptığını, yapacağını görüyor, biliyor demek
olur.
"Basîr", lügatte
âmânın, yani körün zıddıdır. Bununla beraber kelime hem "basar"dan,
hem "basîret"ten sıfatı müşebbehe olduğu için "habîr =
haberdar" anlamına da gelir. Her yönüyle gören, her şeyin içine,
dışına, bütün
yönleriyle vâkıf olan, işlerin sırlarına âşina mânâsına kullanılır.
İşte Allah
böyle Basîr'dir. Bundan dolayı hayra hayır ile mükafat verecek, şerre
de şer
ile ceza verecek, herkesin ahiret hayatı, dünyadaki ömrünün uzunluğuna,
kısalığına göre değil, ameline göre olacaktır. Halbuki amel de iman ile
yakından alâkalıdır. Ahireti tanımadıkları için müşriklerin hayata bu
kadar
düşkün olanları vardır. Ancak yahudileri onlardan daha fazla, daha
beter düşkün
ve hırslı bulursun. Şu halde bunların ahirete müşrikler kadar bile
yüzleri
yoktur.
Bu ruh hali, kaçınılmaz
olarak
iki sebebin birinden ayrı değildir. Ya bunlar "Ahiret saadeti sırf
bizimdir, olsa olsa ateş bize sayılı birkaç gün dokunup geçecektir."
derken, bunun yalan olduğunu bilerek söylüyorlar. Böylece ahirete asla
inanmıyorlar demektir. Ahirete iman davasında kendi kendilerini
yalanlıyor,
tekzib ediyorlar. Ya da bunların "ahiret yurdu" sözünden maksatları,
öldükten sonraki hayat anlamına gelen gerçek ahiret değil de, dünya
hayatının
sonunda tasavvur ettikleri bir istikbaldir, mutlu bir gelecektir.
Deniliyor ki,
bunlar son devirlerde "ahiret" kavramını te'vil ve tahrif ederek şu
ideale sahip olmuşlardır: Dünyada en nihayet Kudüs'ün de içinde
bulunduğu
"Arz-ı Mukaddes" (kutsal topraklar) kendilerinin olacak ve orada devlet
kuracaklar ve ondan sonra bütün dünyayı istila edecekler, dünyanın
yegâne
devleti olacaklarmış. O zaman başkaları mahvolup yok olacak, dünya da
bütünüyle
bunların olacakmış, "dâr-ı ahiret" dedikleri bu imiş. İşte bundan
dolayı "diğer insanların hissesi olmayarak dâr-ı ahiret sırf
bizimdir" demeleri buna işaretmiş. "Sayılı günler" anlamına
gelen "eyyâm-ı mâdûde" sözü de o zamana kadar geçecek olan müddet
içinde her ferdin ömründen kinaye olmuş olur.
Bugün bütün dünyadaki
yahudilerin
bu ideal üzerinde birleşmek istedikleri de anlaşılıyor. Onlar buna
inanmış
olabilirler, lakin Allah Teâlâ, ahiret imanının bundan ibaret
olmadığını,
ahiretin böyle telakki edilmesinin caiz olmayacağını, ahiret inancının
bu
olmayınca böyle bir fikrin tahakkukunun da mümkün olmayacağını ince ve
hakîmane
bir üslup ile beyan buyuruyor ve ahiret inancının bütün yönlerini ve
gereklerini ortaya koyuyor.
Diyelim ki, Yahudi milleti
ve
toplumu açısından ahiret kavramı, bir anlamda yeniden diriliş demek
olsun.
Lakin millî ruhun diri kalması, millet varlığının devam etmesi neye
bağlıdır? Tek tek
fertlerin hayatına değil mi? O halde bunu kazanmak o fertlerin
çalışmasına ve
fedakarlığına dayanmaktadır. Bu ideal gerçekleşinceye kadar nice
kişiler
geçmeli ve bu uğurda hayatını feda etmeli ki, ölmüş bir millet, yeniden
diriliş
sırrına mazhar olsun. Halbuki konuya fert açısından bakınca durum daha
başkadır. Çünkü o öldükten sonra milletinin mutlu geleceğini gözleriyle
görmüyor, onun safasını sürmüyor. Aslında fert için dünyada iken
yaptığı
fedakarlığın mükafatını güvence altına alan diğer bir hayata, yani
hakiki
mânâsıyla ahiret hayatına inanmaya ihtiyaç vardır. İnsanın ahirete
imanı
bulunmadıkça öyle bir idealin gerçekleşmesine imkan yoktur. Öldükten
sonra
kendi ruhunun baki kalacağına inanmayan, daha doğrusu şahsın öldükten
sonra
dirilmeye, diğer bir doğuş ve oluş ile ebedi bir hayata inanmayan,
sayılı
günlerden ibaret bulunan bu dünya hayatının sonunda ölünce büsbütün yok
olup
gideceğine ve hiçlikten tekrar kurtulmasının imkansız olduğuna inanan
fertler,
böyle bir fedakarlığa ve nice nice hayatların harcanmasına bağlı
bulunan öyle
yüksek bir ideal uğruna nasıl can verebilirler? Sonra ne diye
fedakarlık
yapsınlar ki? Eğer öldükten sonra hakiki ahiret mükafatı yoksa,
asırlarca sonra
gelecek insanların sahip olacağı bir saadet için bugünkü insanlar nasıl
ve
neden dolayı fedakarlık yapsınlar ve emek harcasınlar? Bütün bunlar
sırf hayır
ve iyilik olduğundan dolayı, sırf Allah rızası için yapılacaksa,
öldükten
sonra, tamamen yok olup gideceklerini sanan kimse için hayrın ve Allah
rızasının mânâsı nedir? Âlemde böyle fertlerden meydana gelen bir
toplumun öyle
yüksek bir ideali gerçekleştirmesine asla imkan yoktur. Bunu
yapabilecek bir
milletin fertleri dünyada yüksek idealler için can vermeyi göze
alabilecek bir
inanca sahip olmalıdır. Bunun için de ölümden sonra büyük bir mükafatın
gerçekleşeceğine iman etmelidir. Yahudiler ise böyle bir ahirete
inanmadıkları
için müşriklerden daha fazla dünyaya düşkündürler, ölümden de
korkarlar. Ahiret
yurdu adını verdikleri "Arz-ı Mukaddes" ve "Dünya Devleti"
idealleri bu şartlar altında gerçekleşmesi kabil olmayan çelişkili bir
idealden
ibarettir. Eğer onlar, gerçek ahirete inanmadan buna inanıyorlarsa
yalan ve
yanlış şeylere inanmaktan ibaret olan şeytanî bir iman olur. Buna da
"Eğer
siz mümin iseniz imanınız size ne kötü, ne çirkin şeyler emrediyor!"
âyeti
okunur.
Diğer taraftan yahudilere
göre,
ahiret imanı yalnızca bu demekse, yani sayılı günlerde azap demek, söz
konusu
ideal gerçekleşmeden önce dünyadaki ömürlerinden kinaye olarak şimdiki
hayat
demekse, bu ideal gerçekleşinceye kadar onun uğrunda çalışıp can
verenlerin
hepsinin canı cehenneme gidecek, ondan başka bir yer görmeyecekler
demektir. Bu ise bir
haksızlıktır, zulümdür. Böyle bir telakkiyi veren din de zâlimane bir
din olur.
Çünkü böyle bir inanç altında dünya sevgisi, cehennem muhabbetinden
ibaret bir
delilik demek olur. O halde bunlar için saadetin bir mânâsı varsa, o da
yok
olmak için bir an önce ölüp kurtulmaktır. Şu halde hepsi birden ölümü
temenni
etmelidir ki, bir gün evvel "eyyâm-ı mâdûde" denilen sayılı günleri
bitirmiş olsunlar. Oysa bunlar kadar ölümden kaçan, bunlar kadar dünya
hayatına
hırsla sarılan hiçbir kavim yoktur. Demek ki, bu imanları da yalandır.
Diyelim
ki, bu hırs "Arz-ı Mukaddes" idealinin ancak dünya hayatında
görüleceğiyle ilgili olsun, o zaman dünyada uğruna can feda etmeye
bağlı, uzun
mücadeleler, büyük muharebeler yapılmaksızın elde edilmesi mümkün
olmayan
dünyevî bir gayeye, böyle bir hayat sevgisi ile erişmek sevdası
çelişkilerle
dolu muhal bir hayalden başka ne olur? Bu gayenin gerçekleşmesini
isteyenler,
bu uğurda şehid olmak için ölümü göze alabilmeli ve temenni
edebilmelidirler.
Bunu yapabilmek ise hakiki mânâsiyle ahirete inanmayı gerektirir. Bu da
ancak
"O müttakiler ki, sana indirilene ve senden önce indirilmiş olana iman
ederler ve ahiret gününe de kesinlikle iman sahibidirler." (Bakara,
2/4)
hükmüne uygun olarak, peygamberlerin sonuncusu Hz. Muhammed'i ve ona
nazil olan
kitabı tasdik ile mümkün olur. Ve ancak o zamandır ki, "Siz benim
ahdimi
yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim." (Bakara,
2/40) ilahî va'di gerçekleşir.
Görülüyor ki, burada sadece
yahudiler için
değil, bu münasebetle bütün beşeriyet için pek büyük bir ders vardır.
97-Bu
âyetlerin nüzul sebebi olan bu düşmanlığın nasıl
meydana geldiği hakkında birkaç rivayet vardır:
Birincisi:
Çeşitli yollarla gelen rivayetlerin bütününden çıkan sonuca göre;
Peygamber
Efendimiz, Medine'ye hicret buyurdukları zaman, Fedek yahudilerinin din
büyüklerinden biri olan Abdullah İbnü Suriya, münazara etmek için
birkaç
kişiyle birlikte Peygamber Efendimiz'e gelmiş. Evvela; "Ey Muhammed!
Uykun
nasıldır?" demiş, "Zira ahir zamanda gelecek o peygamberin uykusu
bize haber verilmiştir." Aleyhissalatü Vesselâm Efendimiz "Gözlerim
uyur, kalbim uyumaz." buyurunca, "Doğru." demiş. Sonra "Nutfe babadan
iken çocuk anasına neden benzer? Bunu
da
açıklar mısın?" demiş. Peygamber Efendimiz "Kadının da suyu vardır,
hangisi üstün gelirse benzerlik o tarafa çeker." buyurmuş. O yine
"Doğru" demiş. Sonra "İsrail'in kendi nefsine haram kıldığı
yiyecek ne idi, haber ver bakalım. Çünkü Tevrat'a göre, bunu ümmî
peygamber
haber verecektir." demiş. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz buyurmuş
ki;
"Musa'ya Tevrat'ı indiren Allah adına söylerim. Bilir misiniz ki,
İsrail
(Yakub) şiddetli bir hastalığa tutulmuştu, hastalığı uzadı, o zaman
Allah
kendisine bu hastalıktan afiyet ihsan ederse en sevdiği yiyeceği ve
içeceği
kendi kendisine haram olsun diye adakta bulundu ve onu kendi nefsine
haram kıldı:
"Deve eti yemiyeceğim, deve sütü içmiyeceğim diye adakta bulundu".
Abdullah, buna da "evet" dedikten sonra "Dördüncü ve son olarak
bir şey kaldı, onu da söylersen sana iman ettim gitti." demiş. "Sana
hangi melek geliyor da Allah tarafından bu senin söylediklerini sana
getiriyor?" diye sorunca Resulullah "Cebrail" buyurmuş. Bunun
üzerine "O bizim düşmanımızdır, o savaş ve şiddet getirir, bizim elçi
meleğimiz Mikail'dir ki o, müjde, ucuzluk, bolluk ve bereket getirir.
Eğer sana
gelen melek o olsaydı iman ederdik." demiş. Hz. Ömer hemen sormuş "Bu
düşmanlık ne zaman başladı?" demiş. Abdullah İbn Suriya "Bunun
başlangıcı çok eskilere dayanır." demiş, "Buhtu nassar denilen bir
adam tarafından Beytülmakdis'in tahrip edileceğini Allah Teâlâ bizim
peygamberimize vahyetmiş bildirmiş ve onu tarif etmişti. Biz de aradık
bulduk,
onu öldürmek için adamlar gönderdik. O zaman Babil'de henüz miskin bir
çocuktu,
fakat Cebrail 'Eğer Allah sizi bunu öldürmeye muvaffak kılarsa, haber
verdiği
adam bu değilmiş demek olur. Binaenaleyh bunu öldürmek fayda sağlamaz.'
diyerek
onu müdafaa etti, sonra da o çocuk büyüdü, kuvvetlendi, hükümdar oldu,
bize
harp açtı, Beytülmakdis'i tahrip etti ve orada katliam yaptı. Bunun
için biz
Cebrail'i düşman olarak tanırız." Bunun üzerine işte bu âyetler nazil
olmuştur.
İkincisi:
İnme sebebi, doğrudan doğruya Hz. Ömer ile olan bir söyleşi üzerine
olmuştur,
şöyle ki: Medine'nin yukarı tarafında Hz. Ömer'in bir tarlası vardı,
ona gelir giderken
yolu yahudilerin dershanelerinin önünden geçerdi, o da ara sıra durur
onları
dinlerdi. Bir gün "Ey Ömer!" dediler, "Muhammed'in ashabı içinde
senin gibi sevdiğimiz yok, diğerleri gelir geçer, hiç iltifat etmezler,
canımızı sıkarlar. Sen öyle yapmazsın, bunun için sana çok ümit
besliyoruz". Bunun üzerine Hz. Ömer,
onlara sordu: "Sizce en büyük yemin nedir?" dedi. Onlar "Tûr-i
Sinâ'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân adına edilen yemindir."
dediler.
Sonra Hz. Ömer, onlara bu suretle yemin vererek: "Doğru söyleyin
Muhammed'i kitabınızda buluyor musunuz?" diye sordu. Onlar sustular,
sükut
ettiler, Ömer: "Ne oluyorsunuz, çekinmeyin söyleyin, vallahi ben kendi
dinimde şüphem bulunduğu için size soru sormuyorum." dedi.
Birbirlerinin
yüzlerine baktılar, içlerinden biri kalktı, onlara: "Söyleyin, yoksa
ben
söyliyeceğim." dedi. Bunun üzerine dediler ki; "Evet, biz onu
kitabımızda buluyoruz, lakin ona vahiy getiren melek Cibril'dir, Cibril
ise
bizim düşmanımızdır, o hep azap, savaş, zelzele gibi şiddetlerin
sahibidir,
eğer ona gelen melek Mikail olsa idi, herhalde iman ederdik, çünkü o
hep
rahmete, merhamete, ucuzluğa, huzur ve selamete vekil edilmiştir." Hz.
Ömer yine sordu: "Tûr-i Sina'da Musa'ya Tevrat'ı indiren Rahmân hakkı
için
söyleyin Allah katında Cebrail'in yeri nedir?" Onlar dediler ki,
"Cebrail sağında, Mikail
solundadır." Bu cevap üzerine Hz. Ömer: "Öyleyse şahid olun ki,
Allah'ın sağındakine düşman olanlar, solundakine de düşman olmuş
olurlar ve bu
ikisine düşman olanlar Allah'a da düşmandırlar!" dedi ve olup bitenleri
haber vermek üzere Hz. Peygamber'in huzuruna geldi.
Peygamber'in huzuruna vardığı zaman gördü ki, Cibril ondan evvel vahiy
getirmiş, Resulullah kendisine bu âyetleri okuyuvermişti.
Üçüncüsü:
Yahudilerin "Allah Teâlâ, Cebrail'e, peygamberliği bize getirmesini
emrettiği halde, o başkasına götürdü, bundan dolayı ona düşmanız."
dedikleri de rivayet edilir. Gerçekten de âyetin mazmununa göre,
düşmanlığın
esas sebebi, Kur'ân'ın Hz. Muhammed'in kalbine indirilmesinden başka
birşey
değildir. Bunun da Allah'ın izniyle yapıldığı ve aynı zamanda getirdiği
Kur'ân'ın yalnızca şiddet ve azap değil, daha önceki semavi kitapları
tasdik
edip desteklediği, ayrıca müminlere hidayet ve müjdelerle dolu olduğu
beyan
buyurularak, onlar tarafından öne sürülen sebeplerin gerçek sebepler
değil,
yalan olarak söylendiği ortaya konmuştur.
Fayda:
"Cibrîl" kelimesi esasen "cibr" ve "il"
kelimelerinden oluşmuş İbrânîce bir kelimedir ve Fahr-ı kâinat
(âlemlerin
öğüncü) Efendimiz'e vahiy getiren meleğin ismidir. İbrânîce'de tıpkı
Abdullah
gibi ve rivayete göre aynı mânâda bir izafet terkibi ise de Arapça
Ba'lebek
gibi mezcî (karışık) terkiplere benzer bir tarzda kullanılmıştır.
Âlemiyet
(isimlik) ve ucme (Arapça olmayan) gibi iki sebepten dolayı gayri
munsariftir.
Araplar bunu sekiz ayrı telaffuz şeklinde söylemişlerdir ki, bunlardan
en
meşhuru dörttür ve bu dört vecih Aşere kırâetinde vârid olmuştur:
1-Selsebîl
vezninde "cebraîl", Hamze ve Kisaî kırâetleri,
2-
"Cebreîl" Ebubekr Şu'be rivayetiyle Âsım kırâeti,
3-
"Cebrîl" İbnü Kesir kırâeti,
4-
"Cibrîl" cîmin kesriyle, geri kalan altı imam, bir de Hafs
rivayetiyle Âsım kırâeti ki, bizim kırâetimiz de budur ve Hicaz
lügatıdır.
Diğer dört kırâet de "Cebraiyl, Cebrail, Cebral ve Cebrîn"
şeklindedir. Arapça'nın dışındaki bazı dillerde "Gabriyel, Gabraiyl,
Gabril" gibi isimler de aslında "cîm" harfinin Mısır lehçesiyle
okunmasından ibarettir.
Bu
terkibin özel isim olma gerçeğini, bir an için bir yana bırakır da
kelimenin ne
anlama geldiğini öğrenmek istersek, bu konuda da çeşitli görüşler öne
sürüldüğünü görürüz. İbrânîce'de "cebr" abd, yani kul ve köle
anlamına, "îl" de ilâh ve Allah anlamına geldiğinden
"Cebraîl" de "Abdullah" (Allah'ın kulu) demek olur. Bununla
beraber bazı tefsirciler bunun yani, "Allah'ın ceberûtu" mânâsına
geldiğini söylemişlerdir. Gerçekten de kelimenin Arapça "cebr"
maddesiyle açıkça ilişkisi vardır. Buna göre; Cibrîl, karşısında hiçbir
kuvvetin engellemesine imkan olmayan ve eserlerinde gerek ilmî, gerek
amelî
bakımından, her yönüyle kat'iyyet, zaruret, kesinlik ve kaçınılmazlık
sabit
olan, hâsılı her meleğin, her ruhun, her kuvvetin ve her gücün üstünde
bulunan
bir melek anlamına gelmektedir. Aslında vahiy olayı da bu suretle ilmî
kesinlik
ifade etmektedir; şüphe ve tereddütlere, beşerin çaba ve iradesiyle
elde edilen
bilgilerde olduğu gibi zan ve ihtimallere imkan bırakmayan bir bilgi
olduğundan, vahiy vasıtası olan meleğin bu isimle anılması, aynı
zamanda onun
görevini de bir anlamda tarif etmek demek olur. Buna ruh, ruhullah,
emin ruh ve
Rûhu'l-Kudüs denilmesi "Yüce arşın sahibi katında itibarlı, güçlü,
kendisine itaat edilen ve her yerde güven duyulan" (Tekvîr, 81/20,21)
özellikleri ile tanıtılması dahi bu mânâyı teyid etmekte ve
desteklemektedir.
Bundan vahiy bilgisinin ve peygamberlere verilen mucizelerin ne kadar
büyük bir
kesinlik ifade ettiğini anlamak da kolay olacaktır. Bundan dolayı
yahudilere
karşı hitap edilirken, kendi dillerinde bulunan bu ismin seçilmiş
olması, buna
karşı düşmanlık gütmenin ne kadar anlamsız, ne kadar delilik ve ne
kadar kâfirlik
olduğunu anlatmak için ne büyük bir belağat olmuştur. Artık âyetlerin
mânâsını
izaha geçebiliriz:
Ey
Muhammed! Sen şöyle de ve benim tarafımdan şunu ilan et ki her kim
Cibrîl'e
düşman ise karşıma çıksın. Aslında tefsirciler bunun şart cümlesi
olduğunda
ittifak ediyorlar, fakat tefsircilerin çoğu, ceza cümlesinin hazf
edilmiş
olduğunu, onun da "sebepsizdir, mânâsızdır", yahut "kahrından
ölsün, çatlasın gibi" bir takdire bağlı olduğunu, daha sonraki
kelimesinin
yukardaki şart cümlesinin cezası değil, takdir ile mahzuf olan ceza
cümlesinin
illeti olduğunu söylüyorlar. Keşşaf sahibi ise bundan başka cezanın
mahzuf
olmayıp, bu cümlenin devamı olan cümlesi olabileceğini de söylemiş ve
buna göre
meâlin "Bunun sebebi Allah'ın izniyle Kur'ân'ı sana indirmesinden
ibarettir." olacağını göstermiş ve nihayet bunun bir tehdit anlamı
taşıdığını da anlatmıştır. Lakin buna cümlesinde şartına ait bir zamir
bulunmadığından Arap dilinin kurallarına uygun düşmediği gerekçesiyle
itiraz
edilmiştir. Ancak Zemahşerî, burada "bunun adavetinin sebebi" diye
bir müpteda ile bu zamirin mukadder olduğunu gösterdiğinden, Ebu
Hayyan'ın bu
itirazına verilen cevabı da anlatmıştır. Demek oluyor ki, önceki
şekilde ceza
hazf edilmiş, cezanın illeti, aynı zamanda ceza yerine kaim; ikinci
şekilde ise
ceza mevcut, fakat arada bağlantı sağlayan bir müpteda hazfedilmiştir.
Her iki
takdir şekline göre de bu sözün bir tehdit anlamı taşıdığını ve ikinci
âyetin
bunu izah ettiğini unutmamak gerekir. Sebebin beyanı vesiledir, âyetin
siyakı
ise asıl kınama ve azarlamadır. Bunun için biz siyakı gözönünde tutarak
şu
takdiri daha uygun görüyoruz: "Söyle ve de ki; her kim Cibrîl'e düşman
ise
Allah'a düşmandır". Çünkü o Cibrîl, Kur'ân'ı senin kalbine Allah'ın
izniyle indirmektedir. Önündeki eski kitapları tasdik edip doğrulayıcı,
müminlere hidayet ve müjde olmak üzere.
"Kalbin
üzerine" buyurulması iki bakımdan dikkate şayandır:
Birincisi:
"kalbine doğru" buyurulmayıp ile irad edilmiştir; isti'lâ ifade
ettiğinden, vahiy yoluyla indirilen ilâhî bilgilerin, kalbde
kendiliğinden
doğan ilham ve sunûhatın, birtakım basit duyguların meydana gelmesinde
olduğu
gibi, kalbe yalnızca bir noktadan ilişivermekle kalmayıp, bütün kalbi,
üzerinden çepeçevre kaplayıp istila etmek suretiyle diğer duygu ve
idraklerin
cümlesini geçersiz kılarak, gelip yerleşen ve her türlü kesinliğin
üstünde,
karşı konulamaz zorunlu bir ilmî gerçeklik ifade eden ilahî hüküm,
ilâhî
mecburiyet demek olduğunu iyice anlatmaktadır. Nitekim Cibrîl, vahiy
getirdiği
zaman, Resulullah'ı öyle sarıp sıkıştırıyordu ki, canına tak ediyordu.
Bunun
için Rasulullah "Beni takatsız bırakıncaya kadar sıktı." buyurmuştu.
Buharî'nin başında Hz. Aişe'den rivayet olunduğu üzere Ashab-ı kiramdan
Haris
b. Hişam "Ey Allah'ın Resulü, sana vahiy nasıl geliyor?" diye sormuştu.
Resulullah da buyurdu ki, "Bazı zamanlar çan sesi gibi gelir, bu bana
en
şiddetlisidir. Derken ses kesilir, ben de hepsini ezberlemiş olurum,
bazı
zamanlar melek bir âdem şekline bürünür, bana söyler, ben de
söylediğini
bellerim." Hz. Aişe bunu naklettikten sonra demiştir ki: "Gerçekten
ben de gördüm, gayet soğuk bir gündü, peygambere vahiy geliyordu, sonra
vahiy
kesildi, peygamberin alnından ter damlaları dökülüyordu. İlk vahyin
peygamberimize nasıl geldiği Fâtiha Sûresi'nin tefsirinde
nakledilmişti. İşte
burada "ilâ kalbike" " veya "ileyke", hatta
"aleyke" buyurulmayıp da "alâ kalbike" buyurulması,
özellikle vahyin, Resûlullah'ın kalbine pek ziyade baskı yapan ve onu
kuşatan
en şiddetli kısmına işaret buyurulmuştur.
İkincisi:
Bu sözü söylemeye Resulullah memur olduğu için sözün gelişi ve dış
görünüşü
gereği olarak, Peygamber Efendimiz'in diliyle ve mütekellim (birinci
şahıs)
sigasiyle "alâ kalbî" denilmesi gerekirdi, yani sözü söyleyen
Resulullah olduğuna göre, onun "benim kalbim üzerine" demesi lazım
gelirdi.
Böyle iken muhatap sigası ile "alâ kalbike" buyurmuştur ki, bu da bu
sözü Resulullah kendi tarafından değil, Allah tarafından aynen
söylemeye memur
olduğunu nass halinde ortaya koymak içindir.
98-Özet
olarak "Ey Muhammed! Sen değil, ben söylüyorum, sen bunu ilan et! Her
kim
Cibrîl'e düşman ise
şunu iyi bilsin ki, o Cibrîl, bu Kur'ân'ı kendiliğinden değil, benim
iznimle
sana indirmektedir. Üstelik ondan evvel gönderilmiş olan bütün ilâhî
kitapları
tasdik edip destekleyici, onlar gibi rahmet ve hatta müminlere onlardan
da
fazla hidayet ve müjde olarak indirmektedir. Şu halde Cibrîl'e
düşmanlık etmek,
Allah'a, Allah'ın kitaplarına, müminlere olan hidayete ve müjdelere
düşman
olmaktır. Zira her kim Allah'a, meleklerine, resullerine ve bilhassa
Cibrîl ile
Mikail'e düşman olursa iyi bilsin ki, Allah da kâfirlere düşmandır.
Yani
onların belalarını verecektir; onları yaşatması, onlara mühlet ve
fırsat
vermesi onlar için bir nimet değildir, sadece ve sadece talihsizliktir.
Ancak
tevbekâr olurlar da inananlar arasına katılırlarsa, o zaman söz konusu
hidayet
ve müjdeden onlar da faydalanır, nimete ererler.
Bu
emirden sonra Cenab-ı Hak, Resulünü, bir daha te'yid ederek,
yahudilerin son
bir defa daha içyüzlerini ve ruh hallerini bütün derinliğiyle
bildiriyor ve nihayet
onlara, bütün bu hal ve tutumlarından vazgeçip yola gelmelerini
rahimane bir
belağatle tavsiye ediyor, şöyle ki:
99-
Ey Resulüm! Şanım hakkı için, emin ol ki, Biz sana gayet
açık ve seçik,
ilahî maksadı eğrisiz büğrüsüz, şeksiz şüphesiz gösteren âyetler,
mucizeler
indirdik. Bu Kur'ân'ın, bilhassa tebliğden maksadın ne olduğunu
gösteren ve
hakka davet eden muhkem âyetleri o kadar açık ve o kadar seçiktir ki,
zerre
kadar akıl, idrak ve insafı olan buna iman etmekte tereddüt etmez,
dinden ve
doğruluk yolundan çıkmış, ahdini bozmaya ve hep kötü yolda gitmeye
alışmış,
inancı bozuk fasıklardan başka hiç kimse bunları inkâr etmez. Bunu
inkâra
kalkanlar, sûrenin baş tarafında beyan olunan hep o hüsran ehli olan
fasıklardır. İşte bunlardan biri olan Malik b. Sayf, "Vallahi,
Muhammed'e
iman etmemiz için bizim kitabımızda bizden ahd ve mîsak alınmamıştır."
diye inkâr etmişti.
100-Bunun
hakkında şu âyet nazil olmuştur: Ya onlar, o
fasıklar, her ne
zaman bir ahde girişir, bir söz verirlerse, içlerinden bir fırka bu
ahdi bozup
atacak mı? Sadece bir fırka değil, hatta bunların çoğunluğu
imansızdırlar.
Tevrat'a da iman etmezler, hiç dinleri yoktur. Bunun için
antlaşmalarını
bozmayı günah saymazlar. Vaktiyle Tevrat'a ve kendi peygamberlerine
karşı kaç
defalar ahitlerini bozdukları gibi, şimdi de sana ve Kur'ân'a karşı
öyle
yapıyorlar. Daha düne kadar işte geldi, geliyor, diye seninle iftihar
ederlerken,
bugün ondan vazgeçip sana vahyi getiren Cibrîl'e bile düşman
olduklarını ilan
ediyorlar.
101-
Üstelik Allah tarafından bunlara beraberlerindeki kitabı
tasdik eden ve
destekleyen, yolunu gözleyip durdukları bir peygamber, bir ahir zaman
nebisi
gelince, Kitap ehli olanlardan bir fırka ellerindeki Allah'ın kitabını
sanki
bilmiyorlarmış gibi büsbütün arkalarına attılar da .
102-
Süleyman'ın mülkü, yani Süleyman Peygamber'in hükümet ve
devleti
aleyhine Şeytanların takip ettiği şeytanlıklara ve Şeytanların okuya
geldikleri
efsun ve efsanelere uydular ve onun arkasına düştüler.
"Tilv,
tilâvet" iki mânâya gelir. Birisi takip etmek, izlemek, bir şeyin
arkasına
düşmek ki, önceki "tâli" tabirleri bu mânâyadır. Diğeri, satır satır
okumak demektir ki, bunun içinde bir önceki mânâ da vardır. Burada
ikisi ile de tefsir edilmiştir. Önceki mânâ daha
kapsamlı
olduğundan ve ikincisine de uygun düşeceğinden daha fazla tercihe
şayandır.
Bu
şeytanlar nasıl şeytanlardı ve takip ettikleri şeyler nelerdi? Bunlar
hem cin şeytanı
ve kötü ruhlar denilen gizli şeytanlara, hem de insan şeytanlarına
şamildir.
Zira gizli şeytanların eserleri de insan şeytanları üzerinde meydana
gelir ve
zahirdeki insan şeytanları, o kötü ruhlardan aldıkları, onlardan
öğrendikleri
şeytanlıklarla işlerini çevirirler. Tefsircilerden birçoğunun
rivayetlerine
göre: Süleyman (a.s.)ın mülkünde fitne zuhur edip, hükümetini yitirdiği
zaman,
insan ve cin şeytanları pek azıtmış, dinsizlik çok ileri gitmişti.
Fitneyi
çıkaran ve daha sonra Süleyman (a.s.)'a mağlup düşen ve onun emrine
girip,
hükmüne tabi olan bu şeytanlar "Sad Sûresi"nde, "bennâ', ğavvâs
ve âherîn" (Sad, 38/37-38) namiyle üç ayrı sınıf olarak gösterilmiştir.
(Anılan âyetlerin tefsirine bkz.) Demek ki, bunlar içinde birtakım
desiseci
sanatkarlar da vardı. İşte vahiy kaynağından uzak olan bu şeytanlar,
meydana
gelen ve gelecek olan olaylar hakkında kulak hırsızlığı ile birtakım
bilgiler
edinirler ve bu bilgilerin her birine yüzlerce yalan ve pislik
karıştırarak
gizli gizli yaymaya çalışırlardı. Bu işlere alet etmek için kahinleri
seçerler
ve onlara çeşitli telkinlerde bulunurlardı. Bu cinlerin bazı haberleri
doğru
çıktıkça kahinler bunlara güvenir, ancak onlar bunun yanında binlerce
yalan
dolan da yayarlardı. Derken bu kahinler, bu bilgileri kaleme aldılar,
bu
konularda kitaplar yazdılar. Cin çağırma, sihir yoluyla gönül çelme
hakkında
türlü türlü sihir ve efsun (büyü) kitapları meydana getirdiler. Bu
arada geçmiş
ve gelecek olaylar hakkında habere benzer efsaneler, masallar, yalanlar
ve
dolanlar yaydılar. Tarih olayları ve gerçekleri tahrif olunarak, halkın
duygu
ve düşüncelerini yanlış yollara sevk edecek hurafeler yayınlanır ve
bunlar
arasına bazı bilimsel gerçekler ve hikmetli sözler karıştırılarak,
konular çok
kötü bir şekilde istismar edilirdi. Bu suretle cinler gaybı biliyor
diye
birtakım kanaatlar genellik kazanmıştı. Bu şeytanların yalan ve
dolanları
yüzünden fitne çıkmıştı. Hz. Süleyman'ın hükümdarlığı ve devleti bir
müddet
elinden çıkmıştı. Nihayet Allah'ın izni ve yardımıyla Süleyman
Aleyhisselâm
bunlara galip geldi ve üstünlük sağladı, hepsini hükmü altına alıp, tam
anlamıyla kendisine bağlı olarak birtakım hizmetlerde kullandı ve o
zaman bütün
bu kitapları toplatarak tahtının altında bir mahzene kapattı. Hz.
Süleyman'ın
vefatından bir müddet sonra hakikati bilen âlimler de kalmayınca
şeytanlardan
insan suretinde birisi çıkıp "Ey insanlar! Bilmiş olunuz ki, Süleyman
b.
Davut, bir peygamber değil de bir sihirbaz idi, cinleri, şeytanları,
rüzgarları
hep sihirle büyüler ve kullanırdı. O neye
erdi ise hep sihir bilgisi sayesinde erdi. İnanmazsanız, sakladığı
kitaplarını
bulur, anlarsınız." dedi, o kitapların saklı olduğu yeri gösterdi.
Orayı
açtılar, gerçekten de birçok kitap çıkardılar. O kitaplar sihir ve
efsane
kitapları idi. Bunun üzerine "Süleyman sihirbaz imiş, hükümetini sihir
ile
idare edermiş." diye yalan ve iftiralar yayılmaya başladı.
Diğer
bazı müfessirlerin rivayetine göre, bu kitaplar Hz. Süleyman'ın
vefatından
sonra hazırlanıp oraya konmuş, birçoğunun üzerine Asaf b. Berhiya'nın
ismi
yazılmış ve onun eseriymiş gibi sahte imzalar atılmış, hile ve desise
ile
çoğaltılıp yayınlanmış "Süleyman'ın hükümranlığı aleyhine şeytanların
uydurup ortaya sürdükleri şeylerin ardına düştüler." âyeti bütün bu
şeytanlıklara işaret etmektedir. Zaten Mısır'dan beri İsrailoğulları
arasında
sihir ve hokkabazlık bilinirdi. Fakat durum bu sefer bambaşka bir renk
almıştı:
Bir taraftan siyasî ve ictimaî entrikalarla Süleyman (a.s.)'ın devleti
aleyhine
işletilmiş, diğer taraftan onun dünyayı hükmü altına alışı, bu sihir
ilmi
sayesinde gerçekleşmiştir diyerek, yine onun namına iftira edilerek
sihir
teşvik edilmeye çalışılmıştır. O derece ki, daha sonra gelen
İsrailoğulları,
ona bir peygamber değil de çok iyi sihirbaz olan bir hükümdar gözüyle
bakarlarmış. Bundan dolayıdır ki, İsrailoğulları özellikle devletlerini
kaybettikten sonra, diğer milletler arasında gizli yollarla bu çeşit
yayınları
teşvik ve terviç etmekten ve hüner şeklinde sihirbazlıkla meşgul
olmaktan geri
kalmıyorlardı. Ne zaman ki, Tevrat'ın haber verdiği şekilde
bekledikleri son
peygamber Hz. Muhammed gelip, Tevrat'ın aslındaki bilgi ve ilkeleri söz
konusu
etti, o zaman dönüp kendisiyle mücadeleye tutuştular. "Nübüvvet yoluyla
buna itiraz edemeyiz, bununla başa çıkamayız, biz ne yapsak Cebrail
kendisine
haber veriyor." dediler ve Cebrail'e düşman oldular. Tevrat'ı da
büsbütün
arkalarına atarak sihir ve iftira yoluna saptılar, bu şeytancıl
eserlere uymak
suretiyle, "Süleyman, Muhammed'in dediği gibi bir peygamber değildi,
sihirbaz bir hükümdardı, fakat yaptığı sihirleri mucize gibi
gösterirdi."
diye ona iftiralar ettiler. Buna göre Hz. Süleyman'ın -haşâ- kâfir
olması lazım
geliyordu. Çünkü sihrin bu derecesinin küfür olduğunda şüphe yoktur.
Halbuki
Süleyman kâfir değildi, fakat önce ve sonra ona sihirbaz diyen o
şeytanlar
kâfir oldular, ki insanlara sihir öğretiyor, sihir tâlim ederek yoldan
çıkarıyorlardı. Âyetin bu kısmı, sihir öğretmenin küfür olduğunu
göstermektedir.
Sihir
nedir? Esas lügat anlamıyla sihir, her ne olursa olsun, sebebi gizli
olan ince
şey demektir. Nitekim fecir vaktinin başlangıcına da ufuk çizgisinin
inceliğinden dolayı "sîn"in fethi ile "sehar" denilir. Bu
anlamda, yani sebebi gizli olan ince şeyleri bilmek ve tanımak
anlamında sihrin
küfür olmayacağı açıktır. Ancak dinî geleneklerdeki anlamıyla sihir
sadece bu
demek değildir. Sebebi gizli olmakla beraber, gerçeğin aksine tahayyül
olunan
yıldızcılık, şarlatanlık, hilekârlık yolunda cereyan eden herhangi bir
şey
demektir. Halk dilinde de bu anlamda kullanılır; yani sihir denildiği
zaman bu
anlaşılır ve bu da çirkin bir şeydir. Çünkü bunda esrarengiz bir
şekilde hakkı
batıl, batılı hak; hakikati hayal, hayali hakikat diye göstermek
vardır.
Nitekim "İnsanların gözlerini sihirlediler." (A'râf, 7/116),
"Sihirleri sayesinde ipleri ve sopaları onun hayalini büyüledi, çünkü
onlar gerçekten yürüyor gibiydiler." (Tâhâ, 20/66) buyurulmaktadır.
Bununla beraber özel olarak bazı övgüye değer şeyler ve gerçekler için
iyi
mânâda kullanıldığı da olur. Mesela; "Muhakkak ki, bazı güzel sözler
sihirdir." hadis-i şerifinde dile geldiği gibi ki, buna "helal
sihir" de denilir, üstelik caiz sayılır. Demek ki, esrarengiz, gizli
sebep
ile incelik, dış görünüşü itibariyle çekicilik ve bir de kötü maksat
sihrin
niteliğini belirler. Şu halde sihir, herşeyden önce kendi özünde bir
harika
değildir. Yani değişik şart ve sebeplere bağlı olarak alışılmışın
tersine
bizzat ilâhî iradeyle ortaya çıkan olaylardan değildir. Onun her halde
teşebbüs
olunacak bir özel sebebi vardır. Şu kadar ki, o sebep herkes için
bilinmediğinden,
olay bir harika gibi tahayyül olunmaktadır. Bunun içindir ki, sebebi
herkes
için bilinmeyen herhangi bir gerçek dahi, halkı aldatmak için
kullanıldığı
zaman bir anlamda sihir olur. Bu sebebin nazarî olarak açıklanabilir
bir halde
bulunması şart da değildir. Az çok taklit ile meydana getirilebilmesi
de
kafidir. Yaratılışta sebebi bilimsel olarak açıklanamayan alışılmış
veya
alışılmamış olağanüstü olaylar ve garip buluşlar ortaya koymak mutlak
anlamıyla
sihir olmaz. Fakat insanları aldatmak için bunlardan istifade etmeye
kalkışıldığı ve bu suretle duygu ve düşüncelere etki edip
dolandırıcılık
yapılmaya çalışıldığı zaman bunlar da sihir özelliği kazanırlar. Bunun
için
imansızlık, ahlâksızlık ve aldatmak sihrin köküdür. Sihirbazlar
ilimlerden,
edebiyattan, felsefeden, teknolojiden, hatta tabiattaki garip ve acîp
yaratılışlardan sû-i istimaller ve istismarlar yaparak yararlanmasını
bilirler.
Bu suretle gerçekleri gizlemek için yazılmış nice felsefeler, nice
romanlar,
nice tarih kılıklı hezeyanlar vardır. Vaktiyle hikmet ehli kimselerin
"Sakın domuzların boynuna inci gerdanlıklar takmayın!" şeklindeki
nasihatları, ilmî gerçekleri ve yüksek hakikatleri, bu gibilerin
istismarından
korumak içindi.
Buraya
kadar gördüklerimizden de anlaşılıyor ki, sihir çeşitlerini belirlemek
kolay
değildir. Bununla beraber Fahreddin Râzî tefsirinde sihrin sekiz
çeşidini
saymıştır. Bazı açıklamalar ile oradaki bilgilerin özeti şöyledir:
1-"Gildânî
Sihri" ki, semavî kuvvetlerle yeryüzüne ait güçlerin karışımı yoluyla
meydana getirildiği söylenen ve tılsım adı verilen şeylerdir.
Gildânîler eski
bir kavim olup, yıldızlara taparlar ve bu yıldızların kâinattaki
olayları
yönetip yönlendirdiğine, hayır ile şerrin, mutluluk ile bedbahtlığın
bunlardan
kaynaklandığına inanırlardı. Bunların tılsım adı verilen bazı acaip
şeyler
yaptıkları söylenmektedir. İbrahim Peygamber, bunların bu batıl
inançlarını
düzeltmek için gönderilmişti ki, bunlar başlıca üç fırka idiler: Bir
kısmı
kâinatın ve yıldızların kadîm (öncesiz) olduğuna ve kendiliğinden var
olmuş
bulunduğuna kanî idiler ki, bunlar bilhassa "sâbie" adıyle tanınmış
idiler. Zamanımızın deyimiyle kâinatın ezelî olduğuna inanan bir nevi
materyalistler demektir. Anlaşıldığına göre gök ve tabiat bilimlerinde
bir
hayli ileri gitmişler ve bazı sanayi gariplikleri meydana
getirebilmişlerdi.
Diğer bir kısmı, feleklerin ulûhiyetine kâil olmuşlar ve her bir felek
için bir
heykel yapmışlar ve bunlara tapmışlardı. Üçüncü bir kısmı da feleklerin
ve
yıldızların üstünde ve ötesinde her şeyi yaratan fail-i muhtar
(istediğini
yapabilen) bir yüce yaratıcının varlığını kabul ederler, fakat o yüce
yaratıcının, o yıldızlara bu âlemde etkileyici bir kuvvet bahşetmiş ve
kâinatın
yönetimi için onları görevlendirmiş bulunduğuna inanırlardı. Bu inanç
şekli de
çoğunlukla tabîiyyûn mezhebine (rabîiyyeciler = naturalizme)
benzemektedir.
Bize kalırsa, bu sihirde tabîiyyat ile ruhiyatın eski zamanlarda
keşfedilmiş
bazı garip özellikleri birleştirilerek uygulanmış olduğu
anlaşılmaktadır.
2-
Evham sahiplerinin ve kuvvetli kişilerin sihirleridir. Bunlar öyle
sanırlar ki,
insanın ruhu terbiye ve tasfiye ile kuvvetlenir ve tesir gücünü
arttırır.
İdraki, gizli kapalı şeyleri algılayacak derecede gelişir, iradesi de
kendi
dışında birtakım olayları etkileyecek derecede güçlenir. O zaman
istediği
birçok şeyleri yapar, eşyada, canlılarda ve diğer insanlarda kendi
bedenindeki
gibi tasarruf eder. Hatta o dereceye varır ki, bir irade ile bünye ve
şekilleri
değiştirebilir: İsterse öldürür ve yeniden diriltir, varı yok, yoku var
edebilir. Gerçekten de beden terbiyesi gibi ruh terbiyesinin de birçok
faydası
olduğu inkâr edilemez. Fakat ruhun bu derece güç kazanması, bir ilâhî
ihsan
olmadan, yalnızca çalışmayla elde edilebilir bir şey olduğunu farzetmek
evhamdan öte bir şey değildir. Birtakım kimseler, riyazat, havas,
rukye, muska,
uzlet ve benzeri bazı yollara başvurarak, ruh ilminin bazı garip
olayları ile
uğraşırlar ki, manyatizma, hipnotizma, fakirizm ve diğerleri bu
cümleden
şeylerdir. Sihrin en aldatıcı ve en tehlikelisi de budur.
3- Ervah-ı
ardıye (cinler)den yardım görme yoluyla yapılan sihirdir ki, azâim ve
cincilik
dedikleri şey budur. Mutezile ve son devir filozoflarından bazıları
cinleri
inkâr etmişlerse de bunlar kısa görüşlü ve inkârda aceleci kimselerdir.
Sanki
kâinatta ruhanî ve cismanî hiçbir gizli kuvvet kalmamış da hepsi
keşfedilmiş ve
sınırları belirlenmiş gibi "cinlerin aslı yoktur" diye inkârı
bastırmak, ilmî bir davranış olamaz. Bu inkârcıların bir kısmına
"dünyada
daha bilmediğimiz gizli kapaklı nice tabiat kuvveti vardır" deseniz,
bunlar "evet" demekte tereddüt etmezler de aynı mânâda olmak üzere
"cin vardır" deseniz, hemen inkâr ederler. Bunun için filozofların
büyükleri cinleri inkâr etmemiş ve "ervah-ı ardıye" adıyla
anmışlardır. Fakat bunlarla belli sebepler altında insanların ilişki ve
bağlantı sağlayıp sağlayamıyacakları ilmî bir şekilde tetkik edilip
ortaya
konmadan buna henüz hüküm verilemez. Lakin bundan dolayı bu yolla
yapılan ve
yapılacak sihirlerin varlığını inkâr değil, kabul etmek gerekir. Hatta
bu günün
ispirtizmacılarını bu cinlerden sayabiliriz. İşte sihrin en meşhurları
buraya
kadar saydığımız bu üç kısımdır.
4-
Tahayyülât, yani gözü yanıltmak ve el çabukluğu denilen sihirlerdir ki,
bunlara
sihirden ziyade hokkabazlık ve şa'beze adı verilir. Bunun esası
duyuları
aldatmadır. Bu tıpkı vapurda ve trende giderken sahili hareket ediyor
gibi
görmeye benzer. Buna Arapça "ahız bil'uyûn", bizim dilimizde de
"göz bağcılık" denilir. Bununla beraber göz bağcılığın daha gizli
birtakım ruhî etkiler ile de ilişkisi olabilir.
5-
Hiyel-i sanâyi ile yapılan, aletlerden istifade ederek acaip şeyler
göstermek
sûretiyle ortaya konan sihirdir ki, Firavun'un sihirbazları böyle
yapmışlardı.
Rivayet olunduğuna göre, bunların ipleri, değnekleri civa ile
doldurulmuş,
altlarından ısı verilince veya güneşin etkisiyle ısınmaya başlayınca
ısınan
ipler ve değnekler hemen harekete geçip kaymaya ve yürümeye başlarmış.
Zamanımızda
fen ve tekniğin gelişmesi, gerek mekanik, gerek elektronik açıdan
bunlara
birçok misaller vermeye elverişlidir. Sinemalar bunun çok canlı bir
misalidir.
Bunların halk üzerindeki hayalî olan etkileri bir sihir tesirinden daha
az
değildir. Hele işin aslını bilmeyenler için...
6-
Ecsam (cisimler) ve edviyenin, yani birtakım kimyasal maddelerin ve
ilaçların
kimyevî özelliklerinden yararlanarak yapılan sihirlerdir.
7-
Ta'lik-i kalb (kalbi çelme) suretiyle yapılan sihirdir. Sihirbaz
şarlatanlık
yaparak, türlü türlü övünme ile kendini satarak, muhatabını kendine
çeker, bir
ümit veya korku altında onun kalbini çeler, kendine bağımlı kılar,
duygu ve
düşüncelerine etki ederek, telkin altına alır ve yapacağını yapar.
"İsm-i
azam duasını bilirim" der, "cin çağırırım" der, "kimya
bilirim, simya bilirim" der, icabında hünerden, sanattan, paradan,
kudretten, nüfuzdan, kerametten, ticaretten ve menfaatten bahseder,
karşısındakini dolandırır. Telkin yoluyla kalbleri çelmenin işleri
yürütmede,
sırları gizlemede çok büyük tesiri vardır. En adisinden en
maharetlisine kadar
çeşitli dolandırıcılıklar hep buna bağlıdır. Sihrin öteki türlerinin
etkili
olması da aşağı yukarı sihirbazın bu konudaki becerisine bağlıdır
denilebilir.
8-
Nemmamlık (koğuculuk), gammazlık (fitnecilik) gibi el altından
yürütülen gizli
fitne ve tezvirat; akla, hayale gelmez bozgunculuk, vasıtalı veya
doğrudan
tahrikler ve aldatmalar ile yapılan sihirdir ki, halk arasında en bol
ve en
yaygın kısmı da budur.
Buraya
kadar saydığımız sekiz kısım sihir, dönüp dolaşır iki esasta toplanır:
Birincisi sırf yalan, dolan ve sadece saçmalama ve iğfal olan söz veya
fiil ile
etki yapan sihir, diğeri de az çok bir gerçeğin sû-i istimal
edilmesiyle ortaya
konan sihirdir. Sihrin bütün niteliği, hayali hakikat zannettirecek
şekilde
insan ruhu üzerinde aldatıcı bir tesir meydana getirmekten ibaret
olduğu halde
bunun bir kısmı tamamiyle hayal, diğer bir kısmı da bazı gerçeklerle
karışıktır. Bundan dolayı her sihrin, gerçek tesirden büsbütün yoksun
olduğunu
iddia etmek doğru olmaz. Bu âyet-i kerimede her ikisine işaret için,
öncekine ,
ikinciye de ve bu cümlesine atıfla buyurulmuştur. Yani bu şeytanlar
sırf kendi
uydurmaları olan sihri ve bir de Babil'deki Harut ve Marut adında iki
meleğe
indirileni, insanlara ve o zamanki İsrailoğulları'na ta'lim ediyor,
öğretiyorlardı. İşte böyle yapmakla kâfir olmuşlardı. Gerek
mütekaddimînden,
gerek müteahhirinden (eskilerden ve yenilerden) bazı tefsirciler bu
""yı nâfiye telakki edip, mânâyı da "Babil'de Harut ve Marut
adındaki o iki meleğe sihirden bir şey indirilmedi, Harut ve Marut
hikayesi de
bu şeytanların uydurduğu bir yalandır." meâlinde göstermişlerdir.
Âyetin
aşağısındaki siyakı buna müsait olsa idi biz de bunu tercih ederdik,
fakat
siyak buna müsait görünmüyor, aykırı düşüyor. Şu halde biz de
çoğunluğun
açıklaması vechile "mâ" harfini mevsûl olarak alıyoruz ki, bu hem
âyetin zahir (açık) ifadesine uygun düşmekte, hem de anladığımız
kadarıyla
derin hakikatleri içermektedir. Bu âyet evvela Harut ve Marut
kıssasının özünü
ve içyüzünü açıklıyor ve bunun hadd-i zatında bir sihir değil, ancak
öğretim
tarzı ve kötüye kullanılması cihetiyle sihir ve küfür olacağını
anlatıyor.
Nitekim "o iki meleğe indirilen şey" hakkında açıkça sihir tabiri
kullanılmamış, ancak sihre atfedilmiştir. Bununla beraber bunun
şeytanlar
tarafından öğretim tarzının küfür olduğuna ve bundan özel bir sihir
yapıldığına
işaret kılınmıştır. Demek ki, "o iki meleğe indirilen" hadd-i zatında
bir sihir değil, fakat fesat ehlinin elinde küfre vesile olabilecek bir
şey
iken, bu şeytanlar bunu yalnızca sihir için öğretmişlerdir. Halbuki
Harut ile
Marut bunu öğretecekleri zaman "Biz bir fitneyiz, yani bu öğreteceğimiz
şeyler fitneye müsaittir ve kötüye kullanılması da küfürdür. Şu halde
sakın sen
bunu belleyip de küfre girme!" demedikçe ve bu yolda nasihat etmedikçe
kimseye bir şey öğretmezlerdi. Gelişigüzel herkese belletmezler, sû-i
istimalden,
küfürden, sihirden yasaklarlardı. Bu şeytanlar ise öyle yapmadılar, tam
aksine
bunlarla herkese sihir öğretiyorlar.
Bu iki
melek ve bunların öğrettikleri hakkında birçok sözler söylenmiş,
çeşitli
görüşler ve bahisler ortaya konmuştur. Bütün bunları görüp
değerlendirdikten
sonra bizim âyetten anladığımız şudur: Bilindiği gibi, meleklerin
insanlara
öğretileri ya vahiy veya ilham demektir. Harut ile Marut'un Cibrîl gibi
vahiy
meleklerinden olduklarına dair herhangi bir delil yoktur. Bilakis âyet
bunları
her şeyden önce bilgi getiren melekler değil, bilgi gönderilen melekler
şeklinde gösterdiği için nüzulde aşağı derecedeki meleklerden oldukları
açıktır. Şu halde öğretilerinin de peygamberlere gelen vahiy
derecesinde
olmayıp ilham cinsinden olduğu aşikardır. İlham ise herkese olabilir.
Demek
oluyor ki, eski bir medeniyet merkezi olan Bâbil şehri ahalisinden
birtakım
kimseler, iki şekilde, böyle iki ilahî kuvvet ile ilhama mazhar
olmuşlar, bu
sayede hilkatteki gizli sırlardan bazı harika ve acaip şeyler
öğrenmişler ve
öğrenirken bunların şerre de müsait olduğunu, şu halde kötüye
kullanılmasının
küfür olacağını da öğrenmişlerdir. O halde bu iki meleğe indirilen ve
Bâbil
halkından bir çoğuna ilham yoluyla öğretilen bu şeyler hadd-i zatında
sihir
değil idi. Fakat sihir olarak da kullanılabilir ve böyle kullanılınca
da
katıksız küfür olurdu. Bunun için âyette bunun sihir olduğu ifade
edilmiştir. Aslında her bilgi böyledir. Hadd-i zatında ilmin
hepsi hürmete şâyandır. Fakat büyüklüğü ölçüsünde ve ilim olması
bakımından
hayra ve şerre müsaittir. İlim ne kadar derin ve ne kadar ince ve
yüksek
olursa, şer ve fitne ihtimali de o nisbette büyük olur. Bundan
dolayıdır ki,
hakikatin kendisi olan hak dini ve doğru yolu isbat ve destek için
Allah
tarafından lutfedilen mucizeler ve kerametler, diğer ilimler, hikmetler
ve
fenler bahane edilerek âlemde ne kadar küfürler, ilhad ve melanetler
yayılmıştır. Aslında bunların hepsi küfür ve haram olan sihir cinsine
dahil
edilebilir. Bu ise ilmin, bizzat kendisindeki ilmî niteliğinden dolayı
değil,
ortaya çıkardığı pratik sonuçları dolayısıyladır. İlimler iyiye
kullanılırsa
zehirlerden ilaç yapılır, kötüye kullanıldığı takdirde de ilaçlardan
zehir elde
edilir. Hatta bundan dolayı, birçok din âlimleri, gerek bu âyetten,
gerek genel
olarak ilim hakkındaki diğer âyetlerden şu sonucu çıkarmışlardır:
Özünde haram
olan hiçbir ilim yoktur. Hatta şerrinden korunmak için sihir bile
öğrenmek
haram değildir. Ancak yapmak haramdır ve hatta küfürdür. Bunun öğretimi
de bu
şarta bağlı bulunmak gerekir. Nitekim âyette önce sihir öğretimi mutlak
olarak
küfür gibi gösterilmiş iken cümlesiyle bu mutlaklık şarta bağlanmıştır.
Hasılı
sihrin niteliği asıl pratik açıdan ve amelî bakımdandır ve sihir
tatbikî bir
ilimdir, bir şer ve tezvir sanatıdır. Bu sanat pratikte ve tatbikatta
bazı
hakiki bilgilere dayalı olabilir ve o bilgilerin kötüye kullanılması
ile sihir
yapılır. Mesela; bugün elektrik konusu önemli bir bilim dalı, çok
önemli bir
tekniktir. Bunun kötüye kullanılmasından ve şerre alet edilmesinden
dolayı
tatbikatta bundan birçok sihirler yapılabilir. Lakin bunun böyle
olmasından
dolayı, elektrik ilminin hadd-i zatında bir sihir olması lazım gelmez.
İşte
Babil'de Harut ile Marut'a ilham ile öğretilen şeyler de buna benzer
şeyler
olduğu anlaşılıyor. Bunun için âyette bunlar esasında meleklere mahsus
kıymetli
şeyler olarak gösterilmiş fakat öğretim ve öğrenim şekliyle ve
uygulamasında
fitneye de müsait bulunmasından dolayı şeytanî olan sihre dahil
edilmiştir.
Demek ki, sihir sırf şeytanî bir şeydir ve bu başlıca iki kısımdır:
Birisi
şeytanların sırf kendilerinden uydurdukları pisliklerdir. Diğeri ise
Bâbil'deki
gibi, esasında meleklere mahsus olan bazı yüce bilgilerle acaip
tekniklerin
şeytanca kötüye kullanılmasıdır.
Artık
burada melekler sihir öğretir mi diye bir soru sormaya ve buna cevap
aramaya
yer yoktur. İşte bundan sakınmak için "mâ" yı nâfiye (olumsuz)
yapmaya lüzum yoktur ve bu âyetin siyakına da ters düşmektedir. Melek
sihir
öğretmez, fakat meleklerin hayır için öğrettikleri ve ilham ettikleri
gerçekler,
küfür ehlinin ve şeytanların elinde şer ve fitne çıkarmak için sihir
olarak da
kullanılabilir. Nitekim bunu evvela Bâbilliler yaptılar. Anlaşıldığı
kadarıyla
bunlar, bu iki meleğin ilhamiyle keşfedip belledikleri semavî ve arzî,
ruhanî
ve cismanî kuvvetleri ve bunların kaynaştırılmasından meydana gelen
bazı
teknikleri, yıldızlara ve tabiata isnad ederek küfre girdiler. Bu
sebeple
Gildanî sihri "tılsımat ve kalfatriyat" adıyle değişik bir sihir
şekli olarak meşhur oldu. Sonra birtakım şeytanlar da Süleyman
aleyhisselâmın
devletine karşı, kısmen bunu, kısmen de kendi uydurdukları tezviratı
izleyip
uygulamışlar ve bu şekilde siyasî, içtimaî birçok fesatlar çevirmişler,
hükümet
ve devlet işleri için bu sihirleri bir ilim diye yaymış ve ona değer
kazandırmışlar,
bu suretle küfürlerini icra etmişlerdi. O zamanın İsrailoğulları
bunları
onlardan öğreniyorlardı ve milletler arasında bu sihirle uğraşmayı
kendilerine
bir yol, bir meslek edinmişlerdi. En nihayet Hz. Muhammed'in
peygamberliği
üzerine Kur'ân'ın i'cazı karşısında Allah'ın kitabını arkalarına atarak
büsbütün bu şeytanlara uydular. Bu cümlenin bağlanmasında da ihtimalli
vecihler
vardır. Birçok tefsirci, bunu Harut ve Marut fırkasına bağlayarak
zamirin bu
iki meleğe, zamirini de 'den müstefad nasa, yani herkese
göndermişlerdir. veya
üzerine veya takdirinde cümlenin cümle üzerine atfedilmesiyle daha
yukarıya
atfedilmiş olduğu da zikredilmiştir. Lakin bizim tercihimiz bunun 'ye
bağlı
veya doğrudan doğruya cümlesi üzerine ma'tuf ve zamirinin ile ifadesine
dönüşmüş
olmasıdır ki, buna göre ortaya çıkan mânâ şudur: "Allah'ın kitabını
arkalarına atıp, Süleyman'a karşı o şeytanların takip ettikleri şeylere
uyan
ehl-i kitabın bu fırkası, bu Yahudi zümresi, o kâfir şeytanların
izlediği ve
öğrettiği bu iki çeşit sihir kitaplarından karı ile kocanın arasını
ayıracak
şeyler öğreniyorlar." Bu tabir, sihrin en yüksek derecedeki tesirini
ifade
içindir. Yani bunlar bu yolla karı ile kocanın arasını bile
ayırabilecek
fesatlar çeviriyorlar, bu tesiri meydana getiren sihirlerle cemiyet
içinde ne
büyük fitneler çıkarılabileceğini artık siz kıyas ediniz. Karı ile
kocanın
arasını ayıranlar, bu kadar kuvvetli bir sevgi bağını kıranlar, bir
topluma
neler yapmazlar; komşular ve hemşehriler arasında ne fitneler çıkarıp,
halkı
birbirine mi düşürmezler? İhtilaller
mi çıkarmazlar? Âyet bize gösteriyor ki, sihrin en büyük tesiri ruhlar
üzerindedir; fikirleri bozar, kalbleri çeler, ahlâkı perişan eder,
toplumların
altını üstüne getirirler. Şu halde sihrin aslı yoktur diye
aldanmamalıdır. Ve böyle
sihirbazlardan sakınmalıdır. Bununla beraber bunları yapanlar, Allah'ın
izni
olmadıkça kimseye bir zarar veremezler. Çünkü
gerçek tesir ne sihirde, ne sihirbazda, ne tabiatte, ne ruhta, ne
yerde, ne
gökte, ne şeytanda, ne melektedir. Hakiki müessir ancak ve ancak
Allah'dır.
Fayda ve zarar denilen şey de ancak O'nun izni ile meydana gelir. O
halde her
şeyden önce Allah'dan korkmalı ve Allah'a sığınmalıdır ve bunlara karşı
koymak
için de Allah'ın kitabına sarılmalıdır. Allah'ın kitabını arkalarına
atan bu
sihirbazlar çok iyi bilirler ki, Allah'ın kitabını verip de sihri satın
alan
bir kimsenin, elbette ahirette hiçbir nasibi yoktur. Bunun sonu açıkça
hüsrandır. Celâlim hakkı için bunların, uğruna kendilerini sattıkları
şey ne
kötü şeydir, amma keşke bunu biliyor olsalardı. Gerçi bunlar sihrin
sonunu ve
onu yapan sihirbazın ahiretten nasibi olmadığını ve sihre aldananın
sonunun
sadece hüsran olduğunu bilirler. Fakat yine de bu bilgilerine uygun
hareket
etmedikleri için davranış biçimleri cahilanedir. Diğer taraftan ahiret
nasipsizliğinin ne kadar korkunç bir şey olduğunu bilmezler. Aslında
sihrin
asıl zararı başkalarından çok yapanlaradır. Ömürlerini nasıl çirkin
şeylerle
geçirdiklerini bilmezler.
103-Allah'ın
rahmetinin genişliğine ve enginliğine bakınız ki,
yine
kendilerine şu rahimane öğütü indirmiştir: şayet bunlar bütün bu
günahlarla
beraber iman etseler ve Allah'dan korkup bu fenalıklardan sakınsalardı
elbette
Allah tarafından verilecek bir sevap, bütün o yaptıklarından çok
haklarında
hayır olurdu. fakat bilir olsalardı.
Yukarıda
görüldüğü üzere, Cenab-ı Allah önce "Ey insanlar!" çağrısıyle bütün
insanları, fıtrî bir misak olan ibadete davet etmiş idi. İkinci olarak
da
"Ey İsrailoğulları!" çağrısıyle Yahudilik ve Hıristiyanlık gibi iki
ümmetin kaynağı olan İsrailoğulları'nı; büyük ve esrarengiz bir tarihin
bütün
ibretlerini derleyip toplayarak, nimetleri ve felaketleri hatırlatmak
suretiyle
iman ve takvaya davet ve bu arada İslâm dininin, eski kitapları
destekleyip
tasdik eden itikat, ahlâk ve muamelat kuralları tek tek ele alarak açık
seçik
âyetlerle anlattı. Şimdi bütün bunlara iman etmiş olan müminlere önce
en esaslı
bir sosyal ve dinî terbiye kuralını öğreten bir nida ile hitap
yöneltecek ve bu
arada ehl-i kitab kâfirlerinin bazı tutum ve davranışlarına da işaret
edecektir.
104-Kur'ân'da
seksen sekiz yerde müminlere "Ey
iman edenler!" diye hitap buyurulmuştur. Oysa Tevrat'ta "Ey
miskinler!" diye hitap edilirmiş, nihayet miskinlik onların damgası
olmuş,
güven ve emniyet de müslümanların akibeti olacaktır.
Ey
iman şerefiyle şereflenmiş olanlar "râinâ" demeyiniz de
"unzurnâ" deyiniz, ve kulak veriniz, dinleyiniz! râinâ "bize
mürâat et" demektir.
Mürâât:
Müfâale babından ra'y ve riayette mübalağa veya müşareket ifade eder.
Ra'y ve
riayet, bir kimsenin, başkasının işlerini çekip çevirmesi, yönetip
tedbir
etmesi, onun lehine olacak şeyleri tedarik edip, ona fayda sağlaması ve
korunmasına özen göstermesi demektir ki, hayvanat hakkında gütmek,
insanlar
hakkında da siyaset adı verilen yönetmek anlamına gelir. Nitekim
siyaset
ilmine, "ilmü'r-riaye" yani yönetim ilmi adı da verilir. Mürâât da,
riayet de mübalağa veya karşılıklı riayet demek olur. Bir insanın
haline müraat
etmek, ne yapacağını, halinin nereye varacağını gözetmek, murâkabe
etmek, saygı
ile dikkate almak mânâsına da gelir ki, bizim dilimizde riayet bu
anlamda
kullanılır. Başlangıçta Peygamber Efendimiz tarafından bir şey tebliğ
ve tâlim
buyurulduğu zaman, ara sıra müslümanlardan bazıları yani "Bize riayet
et
ey Allah'ın resulü." derlerdi ve bununla "Bizi gözet, acele etme,
müsaade buyur ki anlayalım." demek isterlerdi. Cenab-ı Allah, böyle
demeyi, bu "râinâ" tabirini kullanmayı yasaklayarak demeyiniz, bu
tabiri kullanmayınız da "unzurnâ" bize bak, bizi gözet, deyiniz ve
söze de iyi kulak veriniz, dikkatle dinleyiniz, iyi belleyip akılda
tutunuz,
buyuruyor ki, bunda çok ince ve mühim bir edep öğretimi vardır. Gerek
ilim
öğrenmede, gerek diğer nasihat ve tâlimatları anlama hususlarında
Resulullah
ile ümmeti arasındaki sosyal durumu ve buna göre İslâm'daki velayet-i
âmme
(genel velayet) ilişkisinin özünü ve hakikatini ve resmiyetteki
teşrifât
(protokol)ın asıl mahiyetini de ifade etmektedir. demeyiniz. Acaba
niçin?
Birincisi:
Yahudiler arasında birbirlerine sövmek için kullandıkları meşhur bir
kelime
vardı, "râînâ" derlerdi, bu tabir Arapça "bizim çoban"
demek olduğu gibi, İbrânî ve Süryanî dillerinde "dinle a dinlenmeyesi,
dinle a sözü dinlenmez herif!" gibi hakaret ve alaya alma mânâsı ifade
eden bir kelimeymiş. Müslümanların Hz. Peygamber'e karşı böyle diye
hitap
etmelerini, yahudiler fırsat bilerek ve kendi dillerindeki kelimesini
andıracak
şekilde ağızlarını eğerek, bükerek, sövmek ve hakaret kastiyle "râînâ"
demeye başlamışlardı. Sa'd b. Muaz hazretleri, bunu işitmiş, "Ey
Allah'ın
düşmanları, lanet olsun size, vallahi hanginizin, Resulullah'a karşı
bunu
söylediğini bir daha işitirsem boynunu vururum." demiş, onlar da buna
karşı "Siz böyle söylemiyor musunuz?" diye kaçamak bir cevap
vermişlerdi. Bunun üzerine işte bu âyetin inmiş olduğu rivayet
edilmiştir. Nisa
Sûresi'nde "Yahudilerden bir kısmı kelimeleri yerlerinden değiştirerek,
dillerini eğerek, bükerek ve dine saldırarak, peygambere karşı da,
"işittik ve isyan ettik, dinle ey dinlenmez olası, râinâ, derler".
(Nisa, 4/46) âyeti bu hadiseyi açıkça göstermektedir.
İkincisi:
emri, ahmaklık ve kabalık mânâsına "ruûnet" masdarından sıfatına da
lafız olarak benzer bir kelimedir. Bundan dolayı da bir çirkin cinâs
vardır. Bu
ise edebe aykırıdır. Her iki sebeple nehiy, kelimenin çirkin olan
ikinci bir
anlamından dolayı sırf lafzî anlamda bir edebe dayanmaktadır. Riayetle
nazaret
arasındaki mânâ farkından dolayı değildir.
Üçüncüsü:
"Mürâât" riayetten müfâale vezninde olduğu ve iki kişi arasında
müşareket ifade ettiği için, taraflar arasında müsâvat, yani eşitlik
var
zannettirir. Bunu söyleyenler, sanki, "Sen bize riayet et, sözümüze
kulak
ver ki, biz de sana riayet edelim, biz de senin sözünü dinleyelim."
demiş
gibi olurlar. Böylece Resulullah'dan karşılıklı bir riâyet ve gözetim
talep
etmiş olurlar. Halbuki Resulullah ile ümmet arasındaki ilişki, öğretmen
ile
öğrenci, usta ile çırak, yöneticiler ile halk arasındaki karşılıklı
taahhütlere
ve nisbeten eşit şartlara dayalı bir ilişki değildir. O ilişkiyi
karşılıklı
şartlara dayalı böyle sosyal ilişkiler cinsinden bir ilişki sanmak,
peygamberlik makamının kadrini ve kıymetini bilmemek, ayrıca toplum
hayatının
değişmez, zararlı ve terakkiye engel birtakım esaslara dayandığını
zannetmek
demek olur. Nitekim "Sen onların heva ve heveslerine uyma!" (Maide,
5/48) ve "Sakın o Resulü, kendi aranızda birbirinizi çağırdığınız gibi
çağırmayın!" (Nûr, 24/63) buyurulmuştur. Şu halde imandan sonra
müminlerin
sosyal durumlarını belirlemenin ve kendilerini imanın hedeflediği
maksatlara ve
başarılı işlere, güzel hizmetlere sevkedecek bir öndere uymanın en
mühim
vazifeleri olduğu; fakat bunu mürâât mânâsıyle değil, nezâret mânâsıyle
alıp,
ona göre güzel sosyal edep ve terbiye kuralları altında takip edip
gerçekleştirmek gerektiği beyan buyurulmuştur. Demek ki, Resulullah'a
ait olan
vazife mürâat değil, nazârettir. Mürâatın ise onun ümmetine düşen bir
vazife
olması gerekir. Bunun için ümmet, lafzî ve manevi her türlü kötü vehme
düşmekten sakınmak için "râinâ" dememeli, "unzurnâ"
demelidir: Öğretilen ilme, tebliğ olunan hükümlere, emirlere ve
yasaklara iyi
kulak verip dinlemelidir. Nezâret eden de nezâret görevinin gereklerini
iyi
bilmeli, ona da ümmet tarafından bu vazife ihtar olunacağı zaman, "bizi
gözet"
diye ihtar edilmelidir.
Dördüncüsü:
Mürââtın aslı olan ra'y ve riayette hayvanî bir gözetme anlamı vardır.
Nazâret
ise katıksız bir insanî kavramdır. Şu halde müslüman ümmeti, hayvanî
kavramlardan uzak durmalı ve sakınmalı, insanî kavramları kabul edip,
uygulamalıdır. Bunu yapmak da ümmetin kabiliyetine bağlıdır. Nitekim
"Siz
nasıl olursanız öyle yönetilirsiniz." buyurulmuştur. Âyetten çıkan
sonuca
göre; söz konusu nazâreti talep etmek ve söz dinlemek ümmetin
görevidir.
Müminler başıboş, terkedilmiş, nazâretsiz bırakılmaya razı olmamalı,
kendilerine nazaret edecek bir başkana, bir imama tabi olmalıdır. Bu
suretle
bir ümmet teşkil etmeliler, fakat "râinâ" diye müraat isteğinde
bulunmamalılar, kendilerinin sürü yerine konulmasına razı olmamalılar.
Aslında
âyet mutlak anlamda olduğu için, hem Asr-ı saadet'e, hem de bütün
asırlara
şamil olan bir hüküm taşır. Ümmetin bizzat Resulullah'a karşı
"unzurnâ" demeye izinli, hatta görevli ve mecbur olduğuna bakılırsa,
bu hak veya vazifenin diğer yöneticilere karşı uygulanması öncelikle
istenmekte
demektir. Bu mesele akâid kitaplarında imamet bahsi adıyle ve farz-ı
kifaye
olmak üzere söz konusu edilmiştir. Görülüyor ki, müminlere imandan
sonra ilk
emir bu oluyor. Bu hitabın önemi İbrahim kıssasında daha genişçe
açıklanacaktır.
Ey
müminler, görüyorsunuz ya, "râinâ" demeyiniz, "unzurnâ"
deyiniz ve iyi dinleyiniz, itaat ediniz, yoksa kâfirlere elemli bir
azap
vardır.
105-İman
yoluna girmeyip de küfür yoluna gidenler, o
elem verici azaptan hissedar olurlar, siz o kâfirlerden hayır
beklemeyin! Arzu
etmez o kâfirler, ne kitap ehlinden ne de müşriklerden ki size
Rabbınızdan bir
hayır indirilsin. Onların hiç biri, müminlerin Allah tarafından bir
iyiliğe,
bir devlete nail olmasını istemezler. Bunun için peygamberinize
indirilen ve
faydası umuma ait olan vahiy ve nübüvveti de sevmezler, buna karşı bin
türlü
safsata ile büyüklük taslarlar ve Allah'ın lütfuna, ihsan ve kudretine
müdahale
etmek isterler. Hiç bir şey yapamazlarsa "Bu Kur'ân iki şehirden bir
ulu
kişiye indirilseydi olmaz mıydı?" (Zuhruf, 43/31) derler. Allah ise
rahmetini, dilediğine tahsis eder, rahmetiyle dilediği kulunu seçkin
duruma
getirir. O böyle Rahmân olan bir fâil-i muhtar (başına buyruk)dır. ve
Allah çok
büyük lütuf ve kerem sahibidir. Onun lütuf ve ihsanına sınır yoktur. Şu
halde
siz Allah'ı böyle biliniz ve böyle inanınız, o kâfirlerin sözlerine de
kulak
asmayınız. Onlar vahiy ve nübüvvete itiraz etmek için fer'î hükümlere
de itiraz
etmeye kalkarlar. "Görüyorsunuz ya, Kur'ân'da nâsih ve mensûh da
vardır. Bir
zamanlar Allah'ın emri denilen bir âyet veya bir hüküm diğer bir zaman
nesholunuyor, yerine başka bir âyet veya başka bir hüküm konuluyor. Bu
Allah
kelâmı, Allah'ın hükümleri olsa böyle mi olur? Allah'ın kelâmında,
Allah'ın
âyetlerinde, Allah'ın hükümlerinde nesih mi olur? Hiç Allah, kendi
yaptığını
bozar mı? Söylediğini geri alır mı? Verdiği hükümden, koyduğu kanundan
hiç
cayar mı?" derler. Bunu ilk önce yahudiler söylediler: Nesih mümkün
olsa
Allah hakkında sözünden caymak, önce bilmediğini sonradan öğrenmiş
olmak ve ona
göre karar değiştirmek "bed'a" gibi bir noksanlık lazım gelirmiş.
Bütün bunlar Allah hakkında muhal (imkânsız) olduğundan, nesih de
imkânsız
imiş. Tevrat'ın ise hiçbir âyeti, Musa dininin hiç bir hükmü değişemez,
neshedilemezmiş. Bunun için İncil de, Kur'ân da Allah'ın kitabı
değilmiş.
Hıristiyanlık ve İslâmiyet Allah'ın dini değilmiş.
Hıristiyanlara
gelince, eskiden Hıristiyanlık neshi inkâr etmiyordu. İncil'de,
Tevrat'ın bazı
hükümlerini nesheden ve mesela cumartesi günü iş yapmayı yasak sayan
hükmü
değiştirip, bunu pazar gününe alan âyetler bulunduğunu kabul
ediyorlardı. Yine
Hz. İsa'nın kendilerine yiyecek içecek konusundaki eski yasakları
kaldırdığına
inanıyorlardı. Hıristiyanlar, nesih meselesiyle ilgili olarak İslâm'a
itiraz etmezlerdi.
Fakat son zamanlarda protestanlar ve daha sonra da katolikler, tıpkı
yahudiler
gibi, neshi inkâra kalkıştılar ve hatta Kur'ân'daki "Allah'ın
kelimelerinde değişme olmaz." (Yunus, 10/64) âyetine dayanarak,
istidlal
bile yapmaya kalkıp, müslümanları bununla susturmaya çalıştılar. Hintli
Rahmetullah Efendi merhum bu bapta cevaben "Izhârü'l-Hak" adıyla
güzel bir eser yazmıştır. Sözün açıkçası; eğer Hıristiyanlık
İslâmiyet'e itiraz
etmek için böyle bir iddiaya kalkışırsa, her şeyden önce kendi
kendisini inkâr
etmiş olur. Çünkü Hıristiyanlığın, Yahudiliğe muhalif olan pek çok dinî
hükümleri bulunduğu kesindir. Zaten böyle değilse Hıristiyanlığın
varlığının
mânâsı yoktur. Aynı soru yahudiler için de söz konusudur. Çünkü
Tevrat'ta da
daha önceki peygamberlerin şeriatlerine ait bazı hükümleri nesheden
(kaldıran)
âyetler mevcuttur. Cenab-ı Allah, sırf kıskançlıktan kaynaklanan bu
gibi bütün
asılsız iddiaları iptal etmek ve müminlere bir teşri'î temeli açıklamak
üzere
buyuruyor ki:
106-Kırâet:
, İbni Âmir kırâetinde nûnun zammı ve sînin
kesriyle okunur ki,
insâhdandır. İbni Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde birinci nûnun ve sinin
fethaları ve ondan sonra bir hemze-i sakine ile şeklinde okunur ki,
tehir
mânâsına olan nesee ve nesiedendir.
Şer'î
usûl bakımından neshin dine uygunluğunu isbat eden bu ayetin sevki,
eski
kitapların bazı hükümlerinin neshindeki cevaz hakkında ise de söyleniş
bakımından kelimesi umum ifade ettiğinden, bazı Kur'ân âyetlerini de
açıkça
içine almaktadır. Şu halde Kur'ân âyetlerinde de nâsih ve mensûh
vardır. Bunun
aksini iddia etmek, nassın zâhirini inkâr etmek olur.
Nesih
lügatte değiştirmek, yani bir şeyin yerine başkasını geçirmek, halef
yapmak
demektir. Nitekim (Nahl, 16/101) âyetinde nesih, tebdil olarak ifade
edilmiştir. Bununla beraber bu mânâ bazen o şeyin kendisinde itibar
edilir ki,
buna izale, ilga, iptal denilir: "güneş gölgeyi neshetti" demek onun
yerine geçti, onun yerini aldı demektir ki, buna, izale etti ve iptal
etti de
denilir. Bir başka âyette "Allah, şeytanın attığını derhal iptal
eder." (Hacc, 22/52) nesh işte bu anlamdadır. Bazen de o şeyin yerinde
itibar edilir ki, buna da nakl ve tahvil denilir. Nitekim
"nesahtü'l-kitab" kitabı istinsah eyledim demek, bir kitaptakini
diğerine geçirdim, ona nakletttim demektir. Yazıda nesih, mirasta
münasahe,"
ruhlarda tenasuh tabirleri de bu mânâyadır. "Siz her ne yaptıysanız biz
onları istinsah etmiştik." (Câsiye, 45/29) âyetindeki istinsah da yine
bu
mânâya gelmektedir. Özetle, lügat bakımından nesih, izale ve nakil
mânâlarında
müştereken kullanılır ise de her iki mânânın da esası tebdil demektir.
Şeriat
ıstılahında da nesih, herhangi bir şer'î hükmün aksine sonradan başka
bir şer'î
delilin delalet etmesidir ki, ilâhî bilgiye nazaran evvelki hükmün
müddetinin
sonunu beyan, bizim bilgimize nazaran da zahiren bâki görünen o hükmü
değiştirip ortadan kaldırmak demektir. Her iki bakımdan da nesih, bir
değişikliği bildirmek anlamına gelmektedir. Bunda hiç bir zaman Allah'a
nazaran
caymak veya bilememek mânâsı yoktur. Bunun içindir ki, ebediyet
kaydiyle mukayyed
(bağlı) hükümlerde nesih cereyan etmez. Nesih ancak emirler ve yasaklar
gibi
inşâî bir mânâyı içeren vakıaya ilişkin bir ihbar ve ilâm olmayıp, sırf
icad
olan ve yalnız bir iradeyi gösteren, bununla beraber ebediyyeti nassa
bağlanmamış bulunan konularda ve hükümlerde cereyan eder. Cenabı Allah,
varlık
âleminde bu gün yarattığını yarın yok ederek, diğer bir şeye
dönüştürmekle
ilmine, kudretine, iradesine hiçbir noksanlık ârız olmayacağı gibi,
şeriate ait
âlemde de başka başka zamanlarda başka başka şer'î hükümler inşa
etmekle,
mesela; geçmiş zamandaki bir emrin yerine, şimdiki zamanda yasak koyan
bir emir
inzal buyurmakla ilminde ve iradesinde haşa bir noksan değil, belki her
birinde
bir hikmetinin tecellisini ve kemalini göstermiş olur. Ve bunda caymak
mânâsını
düşünmek bile kabil değildir. Allah katında kararlaşmış bulunan herşey
ve her
hüküm yerli yerinde gelmiştir. Ve hakikatte hiçbir kelimesi değişmiş
değildir.
Yaratılışta her anın ayrı bir emri olsa ilahî ilmin zerre kadar
değişmesini
gerektirmez. Hasılı iman hakikatleri, itikat esasları gibi, ihbarî olan
ilmî
ilkelerde nesih mümkün değildir. Bunların bir anlık zamana bağlı
olanları bile
ezelî gerçekler hükmündedir. "Şu şöyledir, filan vakit, filan şey oldu
veya olacak." denildi mi bu haberler, bu hükümler artık ezelden ebede
doğrudurlar.
O
vakitte o şey olmadı veya olmayacak denilemez. Lakin "su iç, şarap
içme,
nikah yap, zina etme" gibi inşâî olan şer'î hükümler, açıkça ebediyet
kaydıyla kayıtlanmadıkça nesihleri mümkündür. Bunlar bir an için meşru,
başka
bir an için gayr-i meşru olabilirler. Bunların ebediyetleri zorunlu
değildir,
nesihleri de müddetlerinin açıklanmasına bağlıdır. Önceki kısımlarda
Kur'ân,
Tevrat'ı ve diğer ilahî kitapları tasdik edici, teyit edici ve
destekleyicidir,
ayrıca daha fazlasıyla tefsir edici ve açıklayıcıdır. İkinci kısımda
ise
Kur'ân, onlardaki birtakım hükümleri kaldırarak, her zamana göre
uygulanacak
hükümleri ve teşri (kanun koyma) usullerini içeren yeni ve mükemmel bir
hoşgörülü şeriat getirmiştir. Şurasının unutulmaması gerekir ki, tevhid
inancı
gereğince yaratılış âleminde olduğu gibi, teşri âleminde de icat ve
inşa, ancak
Cenab-ı Allah'a ait bir sıfattır. Kullar nihayet O'nun yaratmasıyla ve
O'nun
gösterdiği âyetlerin ve delillerin ışığında kendi bilgi kapasitelerine
göre bir
tasarrufa izinlidirler. Yoksa Allah'ın yaratmış olduğu kanunlar, kul
iradesiyle
kaldırılamaz. Neshin şeriat ıstılahındaki bu tarifi de yine bu âyetin
delaletidir ve bu konunun tafsilatı "Usûl-i fıkıh" ilmine aittir.
Gelelim âyetin mânâsına:
Yahudiler,
Allah nesih yapamaz ve şu halde böyle yeni yeni hükümler getiren bir
vahiy
indiremez mi diyorlar? Yalan söylüyorlar ve yanlış biliyorlar. Zira
Allah nesih
yapabilir ve yapar, yapmasında da kendisi için hiçbir noksanlık söz
konusu
değildir; şânına noksan gelmez. Aksine O'nun yaptığı nesihte hayır ve
hikmet
vardır. Çünkü Biz azamet ve kudretimizle herhangi bir âyeti kısmen veya
tamamen
ve mesela mânâsındaki bir hükmünü veya lafzının hükmü olan tilavetini
veya her
ikisini bizzat kitabımızla neshedersek veya diğer bir kırâete göre;
resulümüze
sünnetiyle neshettirirsek, yahut onu unutturur, hafızalardan silersek
veya yine
diğer bir kırâete göre; onun hükmünün uygulanmasını tehir edersek,
ondan daha
hayırlısını, veya en azından onun mislini ve dengini getiririz. İşte
şer'î
nesih bu usul çerçevesinde cereyan eder. Bunların hiç biri abes
değildir, hiç
biri yokluğa, ihmale ve hatta noksana yönelik şeyler değildir.
107-
Ey Muhammed! Bilmez misin ki hakikaten Allah herşeye
kâdirdir. Hiç
bilmez olur musun, elbette bilirsin. Bilirsin ve bu ilim burhansız,
delilsiz de
değildir. Bilmez misin ki, bütün göklerin ve yerin devleti, görünen ve
bilinen,
hatta akıl yoluyla tahmin edilen şu kâinatın hakimiyeti, saltanatı hep
O'nundur, Allah'ındır. Böyle
bir Allah neye kadir olamaz, neye güç yetiremez ki? Baksana bu büyük
devlete,
bu nihayetsiz mülke ve saltanata! İşte bu âlemde her gün, her gece, her
saat ve
her anda neler yapılıyor, neler yıkılıyor? Ne icatlar, ne imhalar
oluyor, ne
kudretler açığa çıkarılıyor? Ne hikmetler ortaya konuyor ve
uygulanıyor, ne
nesihler, ne insahlar, ne tehirler, ne taciller, (öne alma) ne
unutturmalar
icra kılınıyor görmez misin? İlâhî saltanatın geçerli olduğu kâinatta
cereyan
eden değişmez ve bozulmaz kanunlar ve ilâhî sünnetler, âdet ve
gelenekler
okunup dururken onun yanında zaman zaman, yer yer, semt semt, tek tek,
an be an
çeşitli oluşum ve dönüşümleri meydana getiren tâli derecedeki ilâhî
sünnetler
ile nâsih ve mensuh denilebilecek hükümler ve olaylar icra edilmekte
olduğunu,
yıkılanların yerine peyderpey yenilerinin geldiğini ve hatta terbiye,
tekamül
ve ıstıfa (seleksiyon) kurallarıyla daha iyilerinin ortaya konduğunu
müşahede
etmez misin? Böyle bir saltanatın sahibi olan Allah her şeye kâdir
olmaz mı?
Böyle bir sonsuz kudretin sahibi olan Allah, teşrî âleminde niçin nesih
yapmasın ve niçin neshettiği bir hükmün yerine daha iyisini, daha
hayırlısını,
en azından onun dengini koyamasın? Niçin daha önce gönderdiği Tevrat ve
İncil'in bazı hükümlerini nesheden yeni bir kitap, yeni bir din vahiy
ve inzal
edemesin? Ve niçin bu kitapta, bu şeriatte nâsih ve mensuh hükümler
bulunmasın?
Bilakis o sınırsız devletin gidişatına uygun bir kâmil kitap ve bir
mükemmel
din ihsan edilmiş olması için her zamanın, her mekanın, her muhitin
durum ve
şartlarına uygulanabilen, sebepler ve maslahatlar çerçevesinde
teferruat
sayılan meselelerde cereyan etmek üzere nâsihli ve mensuhlu, takdimli
ve
tehirli, hem kalıcılık ve hem de değişkenlik özelliklerini taşıyan
ilâhî
sünnetlere uygun hükümler koymak hikmet değil midir? Yaratmayı ve
yoketmeyi,
neshi ve unutturmayı o yapmazsa kim yapabilir? Yoksa siz, bu göklerde
ve yerde
başka bir yöneticinin, başka bir kural koyucunun hükümran olduğunu mu
sanıyorsunuz? Hayır sizin için bu yaratılış âleminde Allah'dan başka
veliniz, O'ndan
başka bir koruyucunuz, O'ndan başka bir yardımcınız yoktur.
Üzerinizdeki hakiki
velayet, hakiki yardım yalnızca O'nundur. Mülk O'nun, ahkâm O'nundur.
Kâinat
O'nun, söz O'nundur.
108-
Ey Muhammed ümmeti! Yoksa siz bu şanı yüce
peygamberinizden, daha önce Musa'dan istenenler gibi şeyler mi talep
etmek
istiyorsunuz? Hayır, siz ona benzer, öyle boş, öyle kâfirane ve inatçı
taleplerde bulunmazsınız. "Allah'ı görmeden sana inanmayız." demeye
kalkmazsınız. Bakara kıssasında olduğu gibi, peygamberinizi uzun
uzadıya
imtihana çekmeye girişmezsiniz. Bunu kâfirler yapar. Nitekim Kureyş
kâfirleri
de bu kabil şeyler istemişlerdi. Halbuki iman yerine küfre rağbet eden,
kendi
imanını küfürle değiştirmeye çalışan, düz yolda sapmış, şaşkınlık
vadilerine
sürüklenmiş olur.
109-Siz
başkalarının, o kitap ehlinin sözlerine
kulak asmayın. O Kitap ehlinin birçoğu cânu gönülden isterler ki,
sizleri imana
girmenizden sonra, geri çevirip hepinizi kafir yapsınlar, küfre
sürükleyip,
irtidat ettirsinler... Bunu yapabilseler çok memnun olurlar. Onlar
sizin dinden
dönüşünüzü, imandan önceki devirlere dönmenizi ve gericiliğinizi arzu
ederler.
Bunun için her hileye başvururlar. Bu da iyilik severliklerinden,
dindarlıklarından
değil, sırf nefislerinden, nefsaniyetlerinden kaynaklanan hasetten,
kıskançlıktan hak ve hakikat kendilerine iyice belli olduktan, İslâm
dininin
hak din olduğuna her yönüyle, hatta ellerindeki kitap uyarınca bile
vâkıf
olduktan sonra, yine de kıskançlıklarından dolayı sizi imanınızdan
caydırmaya
çalışırlar.
Bu
âyetin nüzul sebebi hakkında rivayet olunuyor ki, Yahudi hahamlarından
Fenhas
b. Azura ve Zeyd İbni Kays ve daha birkaç kişi, Uhud savaşından sonra
Huzeyfe
b. Yemân ile Ammar b. Yasir'e, "Başınıza gelenleri gördünüz ya, eğer
hak
din üzerinde olsaydınız, muharebede bozguna uğramaz, mağlup olmazdınız.
Artık
bizim dinimize dönünüz, bu sizin için daha iyi, daha hayırlıdır. Bizim
yolumuz
sizinkinden daha doğrudur." demişler. Bunun üzerine Ammar onlara:
"Sizce andını bozmak nasıldır?" diye sormuş, onlar da: "korkunç
şey" demişler. O da: "Öyleyse dinleyin, ben hayatta olduğum müddetçe
Muhammed'e küfretmemeye andetmiş, söz vermişimdir." diye cevap vermiş.
Yahudiler "Ha bu adam sapıtmış." demişler. Huzeyfe de "Bana
gelince, Rabbim Allah, peygamberim Muhammed, dinim İslâm, imanım
Kur'ân, Kâ'be
kıblem, müminler de kardeşim. Ben de
bundan memnunum." demiş. Daha sonra bunu gelip Resulullah'a
anlatmışlar. O
da "İsabet etmiş ve felah bulmuşsunuz." buyurmuş. Daha sonra da bu
âyet inmiştir.
Evet
onlar bütün hakikat gün gibi açığa çıktıktan, iyice malum olduktan
sonra bile
yine de hasetlerinden böyle arzu ederler. Bundan dolayı siz onları
affedin,
dediklerine bakmayın, heyecana kapılıp da didişmeye ve dövüşmeye
kalkmayın,
onlara aldırmayın, tâ ki, Allah'ın emri gelsin, bulacaklarını
bulsunlar.
Elbette bir gün gelecek belalarını bulacaklar. Zamanı gelir, Allah
savaşmanızı
emreder, o zaman siz vazifenizi yaparsınız. Zamanı gelir daha başka
felaketlerini gözlerinizle görürsünüz. Nihayet ahirette büyük bir azap
içinde
kıvrandıklarını müşahede edersiniz. Çünkü
Allah, her şeye kâdirdir. Bunda şüphe yok. Siz şimdiki halde hoşgörülü
ve
bağışlayıcı olun, sabır ve sükunet üzere hareket edin.
110-
ve güzel güzel namazınızı kılmaya, zekatınızı
vermeye devam edin. Özellikle dinin bu iki temeli sizi her türlü
yükselmeye
hazırlar. Gerek kıldığınız namaz ve verdiğiniz zekat, gerek kendiniz
için
yaptığınız daha başka hayır ve iyilikler cinsinden olan şeyler, yani
iyilik
adına ne takdim ederseniz, karşılığını peşin olarak hemen istemeyip de
ilerisi
için hayır defterinize kaydolmak üzere hayır cinsinden ne yaparsanız
onu Allah
katında bulursunuz, hesap görüldüğü gün onun ecir ve sevabını eksiksiz
olarak
alırsınız. Bizim dilimizde de meşhur bir söz vardır: "Yap iyiliği, at
denize, balık bilmezse, hâlik bilir." derler. Zira Allah Teâlâ, hayır
ve
şer, her ne yaparsanız muhakkak ki, onu görür, bilir, hepsinden
haberdar olur.
Sen filan vakit, filan işi yaptın. Artık onu yapmamış olamazsın, olan
olmuştur.
İster bir an için olsun, bir kerre vaki olan ise artık hiçbir zaman
vaki
olmamış sayılamaz. Vukua geldiği an itibariyle ona her zaman vaki
olmuştur
denilir. O gizli imiş, onu evvela senin kendi kalbin bilir. Unuttum
dersin, fakat o yine ruhunun derinliklerinde
gizlidir ve
mevcuttur. Düşünürsen kendin bulursun, sana hatırlatılırsa farkına
varırsın.
Demek ki, her şeyden önce senin ruhun, senin nefs-i nâtıkan, senin
hakkında
Cenab-ı Hakk'ın bir defteridir. Sen bu defterin hangi meleklerin eliyle
yazıldığını
göremezsen de her halde yazıldığını bilirsin. Bundan başka, buna benzer
ne
kadar defter vardır ki, senin yaptıkların onlara kaydedilir. Bütün
bunlar aynen
"Levh-i Mahfuz" denilen ilahî defterde kayıtlıdır. Ve hepsi bizzat
Allah'ın emrinde, O'nun eli altındadır. Parmağına ufak bir diken batsa,
senin
ruhun ondan derhal haberdar olur, değil mi? Allah da senin ruhuna,
bedenine,
kalbine ilişen her şeye ayniyle vâkıftır. Neyin varsa hepsi oradadır.
Artık sen
bilirsin, seç seç al ve beğendiğini yap. Şurası kesin ki, orada
yaptığın hayrı
hayır olarak, yaptığın şerri de şer olarak bulacaksın. Hayır ile şer
terazisinin de esasen Hakk'ın elinde olduğunu unutmamalısın.
111-Sizin
irtidadınızla (gerisin geri küfre dönmenizle) memnun
ve mutlu
olmak isteyen, türlü türlü şüpheler ortaya atarak sizi imandan geri
çevirmeye
çalışan o kitap ehli Cennete yahudi ve hıristiyan olanlardan başka hiç
kimse
girmeyecek, dediler. Yani yahudiler, yahudilerden başkası,
hıristiyanlar da
hıristiyandan başkası cennete giremeyecek, dediler. Demek ki, asr-ı
saadetteki
yahudiler, cennet ve cehennemden de söz ederlermiş, bu iddialar onların
kendi
kuruntularıdır, kuru bir idealden ibaret boş bir hayaldir, bu onların
kendi
hülyalarıdır. kelimesinde "ya" harfi şeddesiz olarak gibi de okunur.
(Bu Ebu Cafer kırâetidir). Bu okunuşa göre, kelimenin anlamı,
gönüllerinden
öyle geçirirler, boşu boşuna öyle kurarlar, öyle temenni ederler, demek
olur.
Lakin yalnızca "ümniye" ile, yalnızca boş mefkûre ve hayallerle iş
bitmez. Delilsiz, ispatsız, belgesiz ve delilsiz kuru laf ile,
gönülleri öyle
istiyor, öyle arzu ediyor diye, sırf taklit ile dava kabul edilmez,
Allah
katında imanın feyzine erilmez. Birbirleriyle çelişkili olan bu iki
davadan
hangisinin doğru olduğunu anlamak için delil ister. Bundan dolayı Ey
doğru
sözlü peygamber, sen onlara de ki, hanginiz bu davanızda sadıksanız,
delilinizi
getirin bakalım. Haydi getiriniz de görelim. Zira insanları doğru
bir noktada toplayacak olan şey delildir, yani kesin belgedir. Halbuki
bunların
bu kuru ümniyelerine burhan getirmelerine, belge göstermelerine imkan
yoktur.
112-
Hayır, mesele ne öyledir, ne de böyle. Cennet ne
yahudilere mahsus, ne
de hıristiyanlara. Hakikat şu ki, her kim Allah için yüzünü lekeden
sâlim
tutar, nefsini şirkten ve şirk emarelerinden temizleyerek, ihlas ve
samimiyetle
Allah'a yönelir, bir tek Allah tanır ve bu halinde de özü muhsin
olursa, yani
Allah'ı görüyormuş gibi kendini Allah huzurunda bilirse, yaptığı her
ibadeti
temiz kalb ile ve her yönüyle güzel yaparsa işte onun Rabbi katında
mükafatı
vardır. ve bunlara hiçbir korku yoktur. Ve
bunlar mahzun da olmayacaklar. İşte bunlara müslüman ve bu dine İslâm
denilir.
Cennet bunlarındır. Allah katındaki din de bu İslâm'dan ibarettir. Daha
yukarıda, haklarında "Kim benim hidayetime tabi olursa onlara korku
yoktur
ve onlar mahzun da olmazlar." (Bakara, 2/38). Yine bunun gibi, "Kim
Allah'a ve ahiret gününe inanır ve salih amel işlerse işte onların
ecirleri
Rablerinin yanındadır. Onlara korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir."
(Bakara, 2/62) buyurulan kimseler işte hep böyle olanlardır. Muhammed
(s.a.v.)'in tebliğ ettiği dinin esası da budur. Bu bir hakikattir, boş
bir
kuruntudan ibaret değildir. Bunu Allah bildiriyor ve O vaad ediyor.
Buna bütün
vahiyler ve bütün akıllar şahitlik eder. Bu her şeyden önce bizatihi
delildir. Ayrıca hiçbir
şahsın, hiçbir zümrenin kuruntusu sayılabilecek bir kuruntu da
değildir. Zira
bu iman, bu ihlas, bu ihsan ile İslâm, gönüllerin bir isteği değil, o
heva ve
hevesleri silip temizlemekle yapılacak bir haslettir. Bunun içindir ki,
İslâm
Allah'a karşı yüz aklığı, alın temizliğidir. Bilindiği gibi yüz aklığı
ve alın
temizliği deyimi, sahibinin içinin ve dışının, niyet ve düşünceleriyle
hareket
ve davranışının temizliğinden bir kinayedir. Bu âyette de yüz (vech),
zikr-i
cüz iradei küll tarikıyle nefs ve zattan, yani kişiliğin bütününden
mecazdır.
"Nefsehû" denilmeyip, "vechehû" denilmesinin sebebi de
İslâmiyetin sadece insanın içiyle ilgili bir şey olmadığına işaret ve
tenbihtir. Zira secde uzvu olan yüzün, öteki bütün uzuvların en
şereflisi ve
bütün vücudun temsilcisi olan bir uzuv olduğu kesindir. Sadece yüzün
görülmesi
bir insanın bütünüyle teşhis edilmesine yeter. Onun tasviri, bütün bir
bedenin
tasviri hükmündedir.
İslâm:
"Silm" ve "selamet" kökünden geldiği ve "if'âl"
babından olduğu için, o babın muhtelif binalarına göre, teslimiyet,
yani râm ve
inkiyad, sâlim bulundurmak, selîm ve lekesiz tutmak, selamete girmek,
selamete
çıkarmak, karşılıklı güven ve barış sağlamak, ihlas ve samimiyet gibi
çeşitli
mânâlar ifade eder. Ve esasta iman ile birleşir. İslâm dini denilince
bütün bu
saydığımız mânâlar anlaşılır ve hepsi de muteberdir. Kendini Allah'a
teslim
etmek, iman ve ihlas ile O'na inkiyad etmek mânâsı ise bütün öteki
anlamları da
içine alır.
İhsan:
Güzellemek, güzel yapmak, yani aslında ve Allah katında güzel olan bir
işi
layıkı veçhiyle, gereği gibi yapıp, o işin, o amelin, özündeki
güzelliği, dış
yüzündeki güzellik ile süsleyip ortaya koymak demektir. Zira birçok
güzel
şeyler vardır ki, yapılırken çirkinleştirilir. Peygamber Efendimiz
meşhur iman
hadisinde(meşhur adıyla Cibril hadisinde) ihsanı şöyle tefsir buyurup
açıklamıştır: "İhsan, Allah'a O'nu görüyormuşsun gibi kulluk etmendir,
çünkü sen onu göremezsen, O seni görüyor." Şu halde ihsan, İslâm'ın
kemalindendir. Bunun için ilke
olarak İslâm
şöyle özetlenebilir: Her şeyden önce temizlik, ikinci olarak da
güzelliktir.
İslâm'ın "Lâ ilâhe illallah" kelime-i tevhidinden, eûzu
besmelesinden, abdest ve namazından tutunuz da bütün emirlerinde ve
yasaklarında
hep bunun tatbikatını bulursunuz. Bu âyette de "Allah'a yüzü temiz, özü
güzel olarak yönelmek" buyurulmuş ve bu iki ilke en güzel şekilde ve
özet
olarak ortaya konulmuştur.
113-İşte
cennete girmenin doğru yolu, bu İslâm ve bu ihsan, bu
temizlik ve
bu güzelliktir. Böyle olduğu halde bundan sapmış olan yahudi ve
hıristiyanlar,
cennete başkalarını sokmak istemezler. Bu iddialarının doğruluğunu
kanıtlayacak
delilleri ve belgeleri olmadığı gibi, tam aksine bunun yalan olduğuna
dair
belge vardır. Bunların her biri öbürü aleyhine şahitlik de ederler.
Baksanıza
hem öyle iddia ederler, hem de bir taraftan yahudiler, "Hıristiyanların
dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler. Öbür yandan hıristiyanlar da
"Yahudilerin dayandığı hiçbir şey yoktur." dediler ve bu şekilde
birbirlerinin güttüğü davayı ve dinlerini kökünden çürüttüler,
birbirlerini
sapıklık ve küfürle itham ettiler.
Rivayet
olunuyor ki, Necran ahalisi hıristiyanlarından bir heyet, temsilci
olarak
Peygamber Efendimiz'in huzuruna geldikleri zaman, Medine'deki yahudi
bilginleri
de huzura gelmişlerdi. Orada iki taraf birbirleriyle mübaheseye
(tartışmaya)
giriştiler, derken münakaşaya başladılar. Yahudilerden Rafi' b.
Hureymile,
onlara karşı "Siz hiçbir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. İsa'ya
ve İncil'e küfretti. Buna karşılık Necranlılar'dan biri de yahudilere
"asıl siz bir şey üzerinde değilsiniz!" dedi, Hz. Musa'nın
nübüvvetini inkâr edip, Tevrat'a küfretti. İşte bu olay üzerine bu âyet
nazil
oldu. Âyet, bu tartışma ve münakaşanın ferdî bir mesele olmayıp,
genellikle yahudilerle
hıristiyanlar arasında cereyan eden yaygın bir mesele olduğunu ortaya
koydu.
Onlardan her biri diğerinin dinini temelden inkâr eder ve geçersiz
sayar.
Yahudilerin Hz. İsa'ya ve İncil'e asla iyi gözle bakmadıkları
bilinmektedir.
Fakat hıristiyanların Hz. Musa'yı ve Tevrat'ı inkâr etmeleri genel ve
yaygın
bir görüş olmasa gerektir. Âyet tartışmanın sadece birinci şıkkını
beyan
buyurmuş, diğerlerinin anılmaya ve üzerinde durulmaya değer yaygın bir
mesele
olmadığını anlatmak istemiştir. Böyle olmakla beraber yahudilerin
hiçbir şeye
dayanmadıkları, davalarının asılsız olduğu hıristiyanlarca ittifakla
söylenir.
Çünkü bunlar, birbirlerinin iddialarını ve dinlerini hiçbir şey
değildir diye
büsbütün inkâr etmektedirler. Halbuki bunlar sözde kitap okuyorlar.
Bilhassa Tevrat'ı ikisi de okurlar. Kitap okuyanlara ve
özellikle aynı
kitabı okuyanlara bu hal yakışmaz. Bazı anlayışlarda ihtilafa düşmek
başka şey,
böyle temel görüşlerde, ana ilkede ihtilafa düşmek ise başka bir
şeydir. Kitap
ise böyle bir çelişkiye engeldir. Aslında o, böyle ihtilafları
kaldırmak
içindir. İşte okudukları o kitap, ikisinin de sözlerinin, hakikate
aykırı
olduğuna şahittir. Özellikle Tevrat hem Hz. İsa'nın, hem Hz.
Muhammed'in belli
vasıfları hakkında birtakım müjdeleri de içinde bulundurmaktadır. Böyle
iken
yahudilerin, hıristiyanlığa bu kadar hücum etmeleri kitaplarındaki
hükümlere de
ters düşen bir ifrattır. Hıristiyanların ise Tevrat okuyup dururken,
yahudiliğe
karşı bu kadar hücumda bulunmaları, daha da ileri bir ifrat, aynı
zamanda kendi
dinlerinin temel ilkeleriyle çelişkili olan bir durumdur. Fakat bütün
bunlardan
sonuç olarak şu kesin gerçek ortaya çıkar ki; gerek yahudiler, gerek
hıristiyanlar, her ikisi de yalan söylüyorlar; ihsandan, ihlas ve
samimiyetten
çok uzak bulunuyorlar. İşte "cennet yalnızca bize mahsus" demeleri de
bu yalanlardan biridir. Böyle yalan iddialara kapılanlara cennet ne
kadar
uzaktır. Bu âyet ile Cenab-ı Allah, İslâm ehlini irşad ile dikkatli
olmaya,
yani aklını başına almaya davet ediyor, ihlas ve samimiyete çağırıyor:
Ey
müminler, sizler sakın bunlar gibi olmayınız, hepiniz aynı kitabı
okuyup
dururken, İslâm ile ihsanı bir yana bırakarak, böyle fena bir
anlaşmazlığa
düşmeyiniz, böyle boş hayallere kapılıp birbirinize girmeyiniz,
meâlinde
uyarıyor.
Görüyorsunuz
ya, yahudiler ile hıristiyanlar aynı kitabı okuyup dururken,
birbirlerine
"Onlar hiçbir şey değil, dinlerinin aslı astarı yoktur!" dediler.
İşte aynen onlar gibi, bilgisi olmayan cahiller de öyle dediler. Arap
müşrikleri, putperestler, cahil dinsizler de tıpkı bunların
söyledikleri gibi
söylediler. Bu bilgisizler de yahudilik'e, hıristiyanlık'a ve diğer
semavî
dinlere karşı, "Hiç bir şeye istinat etmez, hiç birinin aslı yoktur"
dediler. O halde yahudi ve hıristiyanların, bu aynı kitabı okuyanların,
o bilgisiz
inkârcılardan ne farkı kaldı? Aradaki fark şudur; o ilkel cahiller
bilmedikleri
ve akıl erdiremedikleri için böyle söylüyorlar, yahudi ve hıristiyanlar
ise
bilerek ve sırf nefsaniyetlerinden, heva ve heveslerine uyduklarından
öyle
söylüyorlar. İşte müslümanlar böyle olmamalı, öbür dinleri kökünden
inkâr
etmemeli, söylediklerini nakle dayandırmalı ve akıl süzgecinden
geçirerek
söylemeli ve daima delile dayandırmalı, belgelerle isbat etmelidirler.
Hep
Allah huzurunda söz söylüyormuş gibi ihsan ile söylemeli, söyleyince
gerçeği
dile getirmeli ve hak söylemelidirler. "Rabbinin yoluna, hikmetle,
güzel
öğütlerle çağır ve onlarla en güzel şekilde mücadele et!" (Nahl,
16/125),
"Kitap ehli olanlarla en güzel yoldan başka bir yolla mücadele etme!"
(Ankebût, 29/46) âyetleri başta Hz. Peygamber olmak üzere bütün
müslümanları
açıkça uyarmaktadır. Yoksa yahudi ve hıristiyanların ve diğer
cahillerin
tuttukları yol ve usullerle bu dünyada hiçbir anlaşmazlık çözülmez.
İnsanlık
aynı Allah'ın yaratıkları olmanın zevkini tadamaz, yeryüzündeki ilâhî
nimetlerin ve güzelliklerin tadını alamaz. Fakat bu anlaşmazlıklar
ebediyyete
kadar sürüp gidemez. Cenab-ı Allah, bunların dünyada böyle ihtilafa
düştükleri
şeyler hakkında kıyamet günü kesin hükmünü verecektir. O gün, bütün bu
anlaşmazlıkları hükme bağlayacaktır. Bu dünyada cerbeze ile, safsata
ile, yalan
ve şarlatanlıkla, sihir ve oyunla, baskı ve zorbalıkla ve daha akla
hayale
gelmez yollarla alınan ve verilen ve artık kesinlik kazanmış, hiç
bozulmaz
sanılan haksız hükümleri, Birleşmiş Milletler'den de çıkmış olsa,
akibet
hepsini feshedecektir.
Fakat o
büyük mahkemeden çıkan kararlar, orada verilen hükümler, hiçbir zaman
değişmez.
Onlar ebediyyen kesinlik kazanmıştır. O gün işte böyle bir mahkemede
aleyhlerine hüküm verilecek haksızların, zâlimlerin vay hallerine!..
Bunun
üzerine ilâhî hükme işaretle buyuruluyor ki:
114-
Allah'ın mescitlerini, içlerinde Allah'ın isminin
zikredilmesinden
meneden ve o mescitlerin maddeten ve manen harap olmasına, yıkılmasına,
terkedilmiş kalmasına veya mescitlikten çıkarılmasına çalışandan daha
zalim kim
vardır! Böyle zalimlerin cennet ile ne ilişkileri vardır?
Her şeyin hakkı, onun layık olduğu yere konmasıdır. Zulüm de bir şeyi,
kendi
yerinden başka yere koymaktır. Demek ki, bir şey layık olduğu yerinden,
ne
kadar uzaklaştırılırsa, o kadar haksızlık, o kadar zulüm yapılmış olur
ve o
şey, ne kadar yüce ve ne kadar kutsal ise zulüm de o ölçüde aşırı
gitmiş olur.
Nitekim Allah'a şirk koşmak en büyük zulümdür. Allah'ın mescitlerini,
içlerinde
Allah denilmekten menetmek ve harap olmalarına çalışmak da hem Allahın,
hem
mescitlerin, hem de insanların hakkına son derece tecavüz demektir.
Bunu
yapabilen zalimler, hiçbir zulümden çekinmez, her türlü haksızlığı
yapar,
hepsine kapı açarlar. Şu halde mescitlere saldırmak ve onların maddeten
veya
manen harap olmalarına çalışmak, zulümlerin en büyüğüdür ve bunu
yapanlar en
zalim kimselerdendir. Zulmün bu derecesi ve benzerleri tasavvur olunsa
bile,
daha fazlası tasavvur olunamaz. Nitekim "Yalan yere Allah'a iftira
edenden
daha zalim kim olabilir?" (En'âm, 6-21, 93, 144) âyetlerinde olduğu
gibi,
diğer bazı âyetlerde de benzeri zulümler açıklanmıştır. Bu inkârî
istifhamların
hepsi, bu zulümlerin üstünde başka bir zulüm bulunmadığını beyan
içindir.
"Allah'ın mescitleri" şeklindeki isim tamlamasından çıkan hüküm,
hiçbir istisnası olmayarak bu ifadenin bütün mescitler hakkında geçerli
olduğunu gösterir ve âyetin hükmü genelde bütün mescitler için de
geçerlidir.
Tefsircilerin
çoğunluğunun beyanına göre, âyetin asıl iniş sebebi, Beyt-i Makdis'in
tahribi
meselesi olup, âyet Rum ve hıristiyanlar hakkındadır. Bir kısım
tefsirciler,
bunun müşrikler hakkında olduğunu da açıklamışlardır. En doğrusu her
ikisi,
yani hıristiyanların müşriklerle olan ortak özellikleri hakkındadır.
Buhtü-nassar (veya Buhtünnasr) denilen hükümdar, müşrik Romalılar ve
hıristiyan
Bizanslılar yıkım işinde birleşmişlerdir. Arap müşrikleri de Kâbe
hakkında
bunlara benzemişlerdir. Bununla beraber, paylamanın asıl hedefi Bizans
hıristiyanlarıdır. Abdullah b. Abbas hazretlerinden rivayet olunduğu
üzere:
"Roma kayserlerinden Titos, Kudüs'e hücum etmiş, halkı kılıçtan
geçirmiş,
çocuklarını esir almış, Tevrat'ı yakmış ve Beyt-i Makdis'i tahrip etmiş
ve
mabedin içinde domuzlar kesmişler, leşler bırakmışlar..." Bundan
dolayıdır
ki, tefsircilerin çoğu, sadece hıristiyanları söz konusu etmişlerdir.
Tarihlerin bildirdiğine göre; Kudüs ilk defa Buhtü-nassar tarafından
pek feci
bir şekilde işgal edilmiş, yakılıp yıkılmıştır. Hz. Davut'tan beri
devam edip
gelen İsrail devletine son verilmiştir. Kudüs daha sonra Pers
hükümdarlarından
Erdişiri Behmen tarafından yeniden imar edilmişti ki, İsrailliler buna
"kirş" veya "kürş" adını vermişlerdir. İsrailoğulları yine
toplanmış ve İran'a bağımlı mahallî bir hükümet kurmuşlardı. Ancak daha
sonra
Yunanlılar'ın, onun arkasından da Romalılar'ın idaresi altına
girmişlerdi.
Zekeriya ve Yahya Aleyhisselâm'ı işte o zamanlar şehit etmişlerdi. Hz.
İsa'nın
göğe yükselmesinden kırk sene kadar sonra da Kudüs'ün ve Beyt-i
Makdis'in,
Romalılar eliyle ikinci defa tahribi meydana geldi. Bu olay da Roma
imparatorlarından Neron'un yerine geçen Ospanyanus zamanında başlamış
ve
rivayet olunduğuna göre, onun oğlu Titos tarafından bitirilmiştir. Bu
yıkım,
bir daha geri dönmemek şartıyla Yahudi devletinin sonu olmuştur. Çünkü
Espasyanos, yahudileri hep baskı altında tutmuş, onları Kudüs içinde
kendi
hallerinde sus-pus yaşamaya mecbur etmişti. Titos ise buraya şiddetle
hücum
ederek gizlenip kaçabilenlerden başka bütün halkı, yahudi olsun,
hıristiyan
olsun hepsini kılıçtan geçirmiş, çocuklarını da esir etmiş, şehri
yağmalatmış,
yakıp yıkmıştır. Beyt-i Makdis denilen büyük mabedi de oradaki heykeli
de
tahrip etmiş, bütün kitapları yakmış ve artık orada İsrailoğulları'ndan
kimseyi, yaşatmamış. Bundan dolayı ellerinde
herhangi bir belge de kalmamış. Buna da sebep, orada yahudilerin sık
sık isyan
edip, huzursuzluk çıkardıkları Roma tarihlerinde anlatılmıştır.
yukarıda
geçtiği üzere "Ve Allah'ın gazabına uğradılar. Onların başına gelen bu
musibetler, Allah'ın âyetlerini inkâr etmeleri, haksız yere
peygamberleri
öldürmeleri, bir de isyan edip aşırı gitmeleri yüzündendi." (Bakara,
2/61)
âyeti bunu açıklamaktadır. İsrailoğulları, böylece belalarını
bulmuşlardı.
Fakat Romalılar da zulüm idaresini sürdürmüşlerdi. Daha sonra Kudüs
üçüncü defa
olarak yavaş yavaş imar edilmeye ve şehir yeniden gelişmeye başlıyordu,
yahudi
ve hıristiyan halk oraya yeniden yerleşmeye çalışıyordu. İbnü Esir'in
"Tarih-i Kâmil"de beyanına göre; İmparator İlya Anderyanos (veya
Murat Bey Tarihi'nin kaydına göre Aderyanos) hissettiği bir direniş
üzerine
yahudi ve hıristiyan halkın birçoğunu pek barbarca bir katliama tabi
tutmuş ve
Beyt-i Makdis'i son defa olmak üzere tahrip etmiştir. Bununla beraber
yedi-sekiz sene kadar sonra şehri yeniden imar etmiş, Roma ve Yunan
asıllı bir
kısım ahaliyi buraya yerleştirmiştir. Zühre (Venüs) namına bir de büyük
heykel
bina etmiş ki, bazıları yanlış olarak bu heykeli ta Davut
Aleyhisselâm'a isnad
ederlermiş. O zamana kadar şehrin adı Oruşelim (veya Yaruşelim) iken bu
imardan
sonra şehre "İlya" adı verilmiş ki, "Beytürrab" demek imiş.
Nihayet Roma'da Hıristiyanlık'ı kabul ve ilan eden, aynı zamanda
İstanbul'un
kurucusu olan Kostantin'in anası Hilana (Eleni), hıristiyanlarca, Hz.
İsa'nın
üzerinde asıldığı ve bir yere gömülüp saklandığı iddia edilen salibi
(haçı)
bulup çıkarmak için Kudüs'e gitmiş ve söz konusu salibi bulup çıkartmış
ve
çıkarttığı o gün de hıristiyanlarca "Salip Bayramı" adıyle bir bayram
kabul edilmiş ve Kudüs'e varır varmaz, Hz. İsa'nın, güya gömülü olduğu
iddia
olunan kabir üzerine "Kamame", diğer adıyle "Kıyame"
kilisesini bina ettirmiş ve bir tarafta nisbeten tamir edilmiş bulunan
Beytü'l-Makdis'i ve önündeki heykeli yerlere kadar yıktırıp üzerine de
şehrin
çöp ve süprüntülerinin dökülmesini emretmiş. İşte o tarihten Hz. Ömer
zamanına
kadar hıristiyanlar orayı mezbele (çöplük) yapmışlar ve öyle
kullanmışlar.
Orada Allah'a dua ve ibadet etmek isteyenleri de engellemişler. İşte
Hz. Ömer
orayı mezbele halinde bulmuştu ve onun zamanında Mescid-i Aksa
müslümanlar
tarafından yeniden bina edilmişti.
Görülüyor
ki, bütün bu tarih olaylarında Bâbil, İran ve Roma müşriklerinin
"Beytü'l-Makdis" hakkında izledikleri tutum ve yıkıma sonradan Bizans
Hıristiyanları da katılmış, aynı şekilde hatta onlardan daha katı bir
tutumla
zulüm ve tahribi sürdürmüşler, bu yüzden de daha ağır sorumluluklar
yüklenmişlerdir. "Beytü'l-Makdis" gibi Allah'ın eski bir mescidi
hakkında böyle bir zulüm ise din ve Hıristiyanlık davasıyla taban
tabana
zıttır. İşte bütün bu tarihî zulümleri kısaca anlatan bu âyet-i kerime,
bilhassa hıristiyanların, putperestlere katıldıkları bu zulüm
geleneğine işaret
etmek için inmiştir. Yahudiler de bu işlere sebebiyet vermek ve
Beytü'l-Makdis'in hakkını ödememek suretiyle bir anlamda onu tahribe
çalışanlar
zümresine dahil bulunmuştur. Şu halde âyetin siyakı hem yahudi, hem
hıristiyan
ve hem de müşriklere temas ederek, mescitlerin hürmet hakkını
genelleştirmiştir. Hangi dinden olursa olsun, hatta isterse dinsiz ve
putperest
olsun, Allah'ın adı anılan mescitlere, mabetlere herkesin saygılı
olması
gerektiği vurgulanmıştır. Bu suretle Mekke müşriklerinin Resulullah'a
ve
müslümanlara Kâbe'de ibadet etmeyi yasaklamaları, baştan sona mescitler
hakkında yapılmış ve yapılacak engelleme ve yıkımlar cümlesine dahil
olan bir
zulüm şeklidir. Gerçekten de başta hıristiyanlar olmak üzere, bu
engellemeleri
yapan ve tahribe çalışanlardan daha zalim kim vardır? İşte o zalimler
yok mu?
onların bu mescitlere korka korka girmekten başka bir giriş hakları
yoktur.
Onlar yıkmaya çalıştıkları o mescitlere yanaşamamalı, el sürememeli,
şayet
girerlerse can korkusuyla titreye titreye girebilmelidirler. Onların
hakkı
budur. Allah Teâlâ bunu er geç tatbik edecektir. Hürmet etmedikleri o
mescitler, onların elinden çıkar, başkalarının eline geçer. O zaman da
oralara
girmek isteseler de giremez olurlar veya çekine çekine girerler.
Nitekim
Kur'ân'ın bu mucizevî haberi zuhur etmiş, Kudüs Bizanslılar'ın elinden
çıkmış,
müslümanların eline geçmiş, Beytü'l-Makdis yeniden imar edilip mescit
haline
getirilmiş, o zalimler de oraya korka korka girebilir olmuşlardır ki,
bu âyette
bugünkü müslümanlar için de pek büyük ders ve ibret vardır. Bunları
yapan o
zalimlere dünyada büyük bir felaket, bir perişanlık, bir mahrumiyet
vardır. Bir
gün gelecek o engellemeleri, o zulümleri yaptıranlar devletlerini, güç
ve
kuvvetlerini yitirecek, güçsüz kalıp perişan olacaklardır. Çok dikkate
şayandır
ki, Süddî tefsirinde bu sefalet ve perişanlıktan maksat, Kostantiniyye
şehrinin
ellerinden çıkması, yani İstanbul'un fethi olayı olduğu zikredilmiştir.
İbni
Cerir, Keşşâf ve daha başka mütekaddim ve muteber tefsirlerde de bu
kavil
naklolunmuştur. Bu tefsirler İstanbul'un fethinden asırlarca önce
yazılmış
olduğuna ve hele ilk müfessirlerden sayılan Süddî'nin fetihten beş-altı
asır
önce yaşamış bulunduğuna göre, bu şekildeki tefsirin kaynağı Hz.
Peygamber'den
rivayetle alınmış bir mucize olduğunda şüpheye düşmemek gerekir.
Lakin o
zalimler, bununla da kalmayacaklar, onlara dünyadaki bu "hizy" ve
felaketten başka ahirette de pek büyük bir azap vardır. Dünyadaki ve
ahiretteki
böylesi azaplar işte o zalimlerin hakkıdır. Allah kıyamet günü bunu
uygulayacaktır. Durumları böyle iken, bir de kalkmış cenneti tekelleri
altına
almak iddiasına kapılmışlardır.
115-O
mescitlerden menedilen ve Allah'a cidden ibadet etmek
isteyenler asla
ye'se kapılmamalı ve ümitsizliğe düşmemelidirler. O mescitlerde ibadet
etmekten
engellendik diye Allah'dan ve Allah'a ibadetten vazgeçmemelidirler.
Çünkü
sadece o mescitler değil, doğusu ve batısı ile bütün yeryüzü, bütün
yönleri ve
istikametleriyle bütün yer küresi Allah'ındır. Şu halde her nereye
dönerseniz
dönünüz orada Allah'a çıkan bir yön, bir cihet vardır. Allah'ın bir
mekanı
yoktur. O, aslında yönden de, cihetten de münezzehtir, fakat bütün
yönler,
bütün cihetler O'nundur. Namaz kılmak için, mutlaka bir mescitte
bulunmak
zaruri değildir. Açık olan şu ki, yeryüzünün her tarafında, hatta
zaruret
halinde her yana, her cihete namaz kılınabilir ve Allah'ın rızasına
erilebilir,
Allah hem vâsî'dir, hem de alîmdir. Vâsî'dir, rahmet ve kudreti geniş
ve her
şeyi kuşatmıştır, kullarına da geniş görüşlü, hoşgörülü ve müsaade
edicidir.
Sınırlanamaz ve sıkıştırmayı sevmez. Burada "İş sıkışınca genişler"
fıkıh kaidesine bir işaret de vardır. Allah âlîmdir, her şeyi bilir,
tamamiyle
ve hakkiyle bilir. Kendisine yapılan ibadet ve duadan haberdar olur.
Nerede
yapılırsa yapılsın, ona âgâh olur. Peygamberlere bir kıble emretmesi
darlıktan
veya bilgisizlikten değil, kullarını korumak ve onları birlik ve
beraberlik demek
olan tevhid sırrıyla terbiye etmek içindir. Allah vâsî' ve alîm olduğu
için
daha önce emrettiği bir kıbleyi değiştirerek, ona benzer ve hatta ondan
daha
hayırlı bir başka kıbleye tahvil edebilir. Görülüyor ki, bu âyette
ibadet için,
özellikle namaz kılmak için büyük bir genişlik öngörülmüş ve kıblenin
değişmesi
işine de güzel bir mukaddime (başlangıç) yapılmış, âdeta kıblenin
değişmesi
gerektiğine işaret edilmiştir. Önceki ümmetler kendi mescit ve
mabetlerinden
başka bir yerde namaz kılamazlarken, müslüman ümmetine yeryüzünün her
yanı
mescit ve namazgâh yapılmıştır. Yahudilere de yasaklandıkları
Beytü'l-Makdis'den daha eski olan Kâ'be'ye yönelmeleri için
hissiyatlarını
okşayacak şekilde güzel bir öğüt verilmiştir.
Ey
müminler! Allah Teâlâ, böyle geniş ve böyle bilgili iken, cenneti kendi
tekellerine almaya kalkan o yahudi ve hıristiyanların müşriklere ne
kadar
benzediklerini gördünüz. Bunların müşriklere katıldıkları noktalar bu
kadar da
değildir. Dahası var, dinleyin:
116-
Ayrıca bunlar Allah'a oğul isnad ettiler, "Allah bir oğul
edindi." dediler. Yahudiler "Üzeyir Allah'ın oğlu" demişlerdi,
hıristiyanlar
"Mesih
Allah'ın oğlu" dediler. Arap müşrikleri de "melekler Allah'ın
kızlarıdır" dediler. Hâşâ, Allah süphandır. O, böyle benzetme, böyle
bir
ihtiyaç ve böyle bir fânilik şaibelerinden uzaktır. O, yücelerden de
yücedir.
Hayır, O'nun evladı yoktur. Aksine göklerde ve yerde ne varsa,
yukarılarda ve
aşağıda neler bulunuyorsa hepsi O'nundur. O'nun mülkü, O'nun
mahlûkudur. Her
şey ve hepsi O'nun emrine boyun eğmiştir, O'nun iradesine ram olmuştur.
O'na
inkiyad etmiş, emrine âmâde olmuştur. Halbuki mâlik ile memlûk arasında
evlatlık olmaz, baba ile evlat arasında ise böyle bir mutlak inkıyat
bulunmaz.
Az çok bir cinsiyet benzerliği bulunur. O'nun gökleri ve O'nun yeryüzü,
ne
kadar bedî', ne kadar eşsiz ve benzersizdir. Bunların seyrine doyulmaz,
sırlarına erilmez.
117-Allah
bu güzel, bu örneksiz ve benzersiz gökler ile yerin
yaratıcısıdır. Ve O, bir işi yapmayı isteyince, sadece ona
"ol!" der, o da hemen oluverir. Başka hiçbir şeye muhtaç olmaz. İşte
mülkü olan bütün bu gökleri ve yeri ve bunlardaki her şeyi, bir düzen
üzere hep
böyle yalnız bir irade ile ve sadece "ol!" demekle icat etmiştir.
Evlat edinmek ise böyle bir icad ile değil, doğum ile ve güçlükle olur.
Şu
halde bütün bu kâinat ile O'nun arasındaki ilk ilişki, işte böyle bir
yaratma
ve yaratılan ilişkisidir. Yoksa doğurma ve çoğalma alakası değildir.
Yaratıklar
O'nun zatında meydana gelen bir değişmeyle başlayıp, O'ndan koparak
meydana
gelmiş, O'ndan doğarak oluşmuş bir şey değildir. Hakiki anlamda sebep
sonuç
ilişkisini böyle bir şey zan ve tasavvur etmek çelişkidir. Bu ise, ilk
değişmeyi sebepsiz tasavvur etmek demektir. Şu halde illiyet
(nedensellik) kanununu bozmaktır. Hem böyle
olsa idi, O,
bir gün gelir tükenirdi, yaratılış kesintiye uğrardı. Özetle bütün
ilimlerin,
felsefelerin ve hikmetlerin temeli olan bu noktada şunu bilmelidir ki,
illiyet
denilen nedenselliğin başlangıcı yaratma ve icattır, doğurtma ve
çoğaltma
değildir. Her oluş bir yaratıcıya muhtaçtır ve Allah işte böyle bir
yaratıcıdır. O, Hâlik Teâlâdır.
Eski
din ve şeriatlerin mensupları, Allah Teâlâ'ya yaratılışta ilk sebep
olması
dolayısıyla "Baba" adını verirlerdi. Hatta kendi babalarına
"küçük baba", Allah'a da "büyük baba" derlerdi, fakat
"O'nun evladı var" demezlerdi. Sonradan bazı cahiller bundan
maksadın, doğurmak ve evlat sahibi olmak demek olduğunu zannederek,
"babanın evladı olur, öyleyse oğlu var, kızı var" demeye başladılar.
Bu ise Allah'ı bilmemek ve O'na şirk koşmaktır. Çünkü evlatta, ne de
olsa
babaya benzerlik vardır. Nitekim "el-veledü cüz'ü ebîhi = evlad,
babanın
bir parçasıdır" sözü boşuna söylenmemiştir. Bundan dolayıdır ki,
önceleri
Hz. İsa'ya "Allah'ın oğlu" diyen hıristiyanlar, daha sonra ona
"Allah" da dediler. Bu âyet de işte onların dediklerinin yanlış
olduğunu ispat etti. Bundan dolayıdır ki, İslâm'da Allah'a baba demek
küfür
sayılmıştır. Böyle bir mânâ için böyle bir deyim, marifetullah (Allah'ı
bilme)
konusunda cehalete ve ilkelliğe yol açacak gayet zararlı, gayet art
niyetli bir
deyim olduğu için derhal yasaklanmıştır.
Yahudilerle
hıristiyanların müşriklere katıldıkları noktalardan biri işte bu oğul
meselesidir. Diğeri de şudur:
118-
Din konusunda bilgisi olmayan veya olsa bile bilgince
hareket etmeyen
cahiller Hz. Muhammed'in tebliğ ve din davetine karşı Allah, bize de
söylese
ya! Yahut bize de bir âyet, bir mucize gelse ya!" demeye başladılar.
Sanki
Hz. Muhammed'e gelenler âyet değilmiş gibi, sırf inatlarından inkâr
ettiler.
"Yoksa siz de daha önce Musa'yı sorguya çekenler gibi, peygamberinizi
sorguya mı çekmek istiyorsunuz?" (Bakara, 2/108) ilâhî hitabına kulak
vermediler. Bunu Araplar'dan Abdullah b. Ümeyye ve benzerleri,
Yahudiler'den
Râfi' b. Hüzeyme ve bazı hıristiyanlar söylemişlerdi. Bunlardan
öncekiler de
Musa'ya ve İsa'ya tıpkı böyle söylemişlerdi. Görüyorsunuz ya
öncekilerle bunların
kalbleri birbirine benzemiş, duygu ve düşünceleri sanki birbirinin
tamamen aynı
olmuştur. Biz âyet göndermedik mi? Yakîne (şeksiz bilgiye)
ermek isteyen, şüpheden kurtulup ilm-i yakîn sahibi olmak isteyen
kavme, bu
kabiliyete sahip olan bir ümmete veya her ümmete, biz o âyetleri apaçık
bir
şekilde gönderdik, kesin mucizeler ortaya koyduk. Bütün bunlardan
yakîne
eremiyenler, işte ta sûrenin başında açıklandığı gibi, olsa olsa
kalbleri hasta
olan şüpheciler veya kalbleri mühürlü olan inatçılardır.
Bunca
apaçık âyetlerin tebliğinden sonra bile, sanki hiçbir şey inmemiş,
hiçbir
hakikat söylenmemiş gibi, Allah Resulü'nün böyle bayat inkârlarla, katı
inatlarla, boş böbürlenmelerle ve kof kasılmalarla karşılanması, onun
üzülmesini gerektireceğinden Hz. Peygamber'in kalbini yeniden
güçlendirmek ve
teselli edip ferahlatmak, ayrıca düşmanlarına korku ve endişe vermek
için
buyuruluyor ki:
119-
Ey Muhammed! Hiç şüphe yok ki, biz seni hak olan Kur'ân
ile müjdeci ve
korkutucu bir resul olarak gönderdik. Sen gerçek bir peygambersin ki,
vazifen
ilerideki müjdeleri ve tehlikeleri herkese tebliğ etmektir. Her birinin
kalbine
imanı sokup yerleştirmek değildir. Sen, cehennem ehlinden, cehenneme
gideceklerden sorumlu değilsin. Kendi yaptıklarından, çalışıp
kazandıklarından
onların kendileri sorumludurlar. Onların cezaları da sönmek bilmeyen ve
durmadan yanan o kızgın ateşten çıkamamaktır ki ona "nâr-ı cahîm",
bunlara da "ashab-ı cahîm" (cehenmemin dostları) denilir. Nafî ve
Ya'kub kırâetlerinde "ta"nın fethi ve "lâm"ın cezmiyle
okunur ki, nehy-i hazırdır. Bu şekilde okunduğu zaman mânâ "ve artık
ashab-ı cahîmin halini sorma" olur. Bu da "Artık onlar hakkında
Benden bir şey sorma, bir şey dileme, onlara ne yapacağımı Ben
bilirim."
demektir.
120-Yahudiler
Hz. Peygamber'e "Gel bizimle bir
müddet hoş geçin, bizi memnun et de sana tabi olalım." diye bir
teklifte
bulunmuşlar. Bu teklifteki art düşüncelerini anlatmak için şu âyet
inmiş: Ey
Muhammed! Ne yahudiler, ne de hıristiyanlar sen onların milletlerine
tabi
olmadıkça asla senden memnun olmazlar, hiçbir şekilde onların
gönüllerini hoş
edemezsin, meğer ki, milletlerine tabi olasın. Halbuki senin için,
ikisinin de
milletine tabi olmak mümkün değildir. Çünkü birbirlerine "hiçbir şey
değil" diyen bu iki millet aslında birbirlerine son derece zıttırlar.
İki
zıddın birleşmesi mümkün olmadığından bu iki milletin ikisine birden
tabi
olmanın, ikisini birden razı etmenin yolu yoktur. Yahudiler yahudi,
hıristiyanlar hıristiyan kaldıkça ikisinin de senden razı olmaları
mümkün
değildir. Şu halde sen peygamberlik diline mahsus olan bir belağat ve
edeple
onlara sadece de ki; Allah'ın hidayeti, işte uyulacak hidayet ancak
odur.
Hidayet diye ona denilir, sizin hidayet dediğinize değil. Bir başka
mânâ ile
Allah rehberi yok mu? İşte esas uyulacak rehber odur. Allah'ın Resulü,
Allah'ın
kitabı, Allah'ın dini dururken, başkasına tabi olmak sapıklıktır.
Özetle hak
din, Allah'ın dinidir. Aranacak, uyulacak olan odur. Ben size değil,
siz bana
uyacaksınız. "uyulmaya layık olan haktır". Yol hak yolu, hidayet
Allah hidayetidir. Onlara işte böyle söyle ve şunu da bil ki; vallahi
eğer sen,
sana gelen bunca ilimden sonra, mesela onların heva ve heveslerine,
keyiflerine
uyacak olsaydın Allah'dan senin ne bir dostun, ne de bir yardımcın
bulunur.
Ortada kalır, helak olur gidersin. Çünkü Allah katında küfre ve şirke
yardım
yoktur.
Millet:
Lügatte esasen söyleyip yazdırmak veya ezbere yazmak mânâsına gelen
masdarıyla,
yani "imlâ" mânâsıyla ilişkili olan bir isimdir. Zemahşerî'nin
"Esas"ta beyanına göre; asıl mânâsı "tutulup gidilen yol"
demektir ki, eğri veya doğru olabilir. İşte bu anlamdan alınarak din ve
şeriat
mânâsında kullanılmıştır. Şehristanî'nin "el-Milel ve'n-Nihal"deki
beyanına göre din, şeriat, millet denilen şeyler hadd-i zatında hep
aynı
şeylerdir. Ancak itibar edilen ve gözetilen mânâya göre, yine de her
biri bir
başka yönden diğerinden farklı bir anlam kazanır. İtikat ve iman
bakımından
din, amel ve tatbikat bakımından şeriat, sosyal bakımdan, yani sosyal
realite
bakımından millet denilir. Gerçekte itikad edilen ne ise, amel edilen
de odur.
Amel edilen ve uygulanan ne ise esas itibariyle üzerinde ittifak edilen
şey de
odur. Şu halde millet, bir cemiyetin etrafında toplandığı ve üzerinde
yürüdüğü,
diğer bir deyişle, ictimaî duygu ve telakkilerinin tabi olduğu ve
kitlesinin
bağlı bulunduğu hakim ilkeler ve takib edilen gidişattır, sülûk edilen
yoldur.
Bu yolun hak olanı, hak olmayanı, eğri olanı, doğru olanı vardır. Şu
kadar var
ki, yolun hak olanı güzel sonuca, hak olmayanı da hüsrana ve kötü
akibete
götürür. Demek ki millet, sosyal kurul dediğimiz toplumun kendisi
değildir. Ona
cemaat, kavim, ümmet veya ehl-i millet denilir. Mesela Yahudilik ve
Hıristiyanlık birer millettir fakat yahudiler ve hıristiyanlar ehl-i
millet,
sahib-i millettirler, diğerleri de öyle... Bununla beraber "millet"
kelimesi "ehl-i millet" mânâsına da mecaz olarak kullanılmaktadır.
Mesela; "millet şöyle yaptı, millet böyle yaptı" denilir ki bu, kavim
demektir. Müteallikı zikredip, müteallakı murad etmek kabilindendir
veya
doğrudan doğruya mecaz-ı hazfîdir. Nitekim âyette "İbrahim milleti"
tamlaması,
her iki mânâya da tefsir edilebilir. Âyette "heva ve hevesleri"
buyurulması, gösteriyor ki, yahudi ve hıristiyanların takip ettikleri
din ve
millet, yukarıdan beri, inkar edilemez delil ve burhanlarla isbat
edildiği
üzere, kendi heva ve hevesleriyle, gönüllerinin keyfince uydurulmuş
hurafeler,
din adına ortaya konulmuş bozmalardır. Bunlar hakka değil, keyiflerine
tabidirler; milletleri, peygamberlere indirilen kitaplardan ve hak yol
olan
tevhidden, İslâm ve ihsan esaslarından çıkmış, bambaşka bir şey
olmuştur.
Cenab-ı Allah, bütün bu eski dinlerin temel ilkelerini Kur'ân'da
açıklamış,
bunları tasdik ve teyid edip yeniden onaylamış ve o ilkelerden
ayrılanların,
gerçek dine değil, kendi hevalarına uyduklarını göstermiştir. Bunların
din
dedikleri şeylerin aslında hevadan ibaret bulunduğunu hatırlatarak
peygamberini
bunlara uymaktan şiddetle sakındırmıştır. Bir âyet öncesinde son derece
okşayıcı ve güven verici bir ifade kullandığı peygamberine, onun
arkasından bu
sert uyarıyı irâd buyurması ne kadar mânâlıdır. Bu ihtarın peygamberden
ziyade
ümmetine yapılmış olduğuna şüphe yoktur.
121-O
heva ve heves sahipleri, o tahrif ve bid'at
ehli, artık gerçek mânâsıyle Kitap ehli değiller. Çünkü Bizim
kendilerine kitap
verdiğimiz ehliyetli kimseler o verdiğimiz kitabı tilavet ederler, yani
dikkatle ve tane tane okurlar, dillerine vird ederler, ders yaparak
okurlar,
üstelik hakkıyle tilavet ederek okurlar, tilavetinin hakkını vererek
okurlar.
Tahriften, karıştırmaktan koruyarak, heva ve heveslerinden uzak
kalarak,
kelimelerinin telaffuzunu, mânâsını ve hükümlerini cidden gözeterek,
dikkatlice, saygılı ve devamlı bir şekilde, bilmediklerini,
anlamadıklarını
ehlinden sora sora, iyi niyetle, temiz kalble ve temiz ağızla okurlar.
Gelişi
güzel, baştan kara, bir eğlence gibi okumazlar. Şarkı, gazel, türkü,
mânî,
roman, hikaye yerine koymazlar. Kemal-i hürmet ve ta'zîmle, edeble
okurlar.
İşte böyle okuyanlar, o kitaba iman ederler ve gerçekten Kitap
sahibidirler. Ve
fakat her kim o kitaba inanmaz, onu inkar ile ona nankörlük ederse, onu
hakkiyle okumayıp, kendi hevasına göre bozar ve tağyir ederse işte
onlar
hüsrana uğramış kimselerdir. O büyük saadetten mahrumdurlar. Bu âyet,
ashabın
âlimlerinden Abdullah b. Selam ve benzeri kimseler gibi Kitap ehlinin
müminleri
hakkında nazil olmuştur ki, bunlar Tevrat ve İncil'i hakkıyle tilavet
edegelen
gerçek iman sahibi kimseler oldukları için Kur'ân'a ve son peygamber
olan
Peygamber Efendimiz'e iman etmişler ve Resulullah'ın gelişinden memnun
ve razı
olmuşlardır. "Ashab-ı Sefîne" (Gemi Ashabı) denilen zevat dahi bu
cümledendir: Bunlar Cafer b. Ebi Talip ile beraber bir gemide gelmiş
olan otuz
ikisi Habeşistanlı, sekizi de Şam râhiplerinden olmak üzere kırk kişi
idiler.
Burada
İsrailoğulları'nın da, sayıları az da olsa, bir kısmının müminler
arasına
girmiş ve ilâhî öğmeye nâil olmuş bulunduklarını görüyoruz. Bu
mazhariyetin ve
bu yeni özelliğin getirdiği şevk ve heyecan ile şimdi
İsrailoğulları'na, bir
taraftan yukarıdan beri sürüp gelen hitapları tamamlamak, diğer
taraftan daha
sonra gelecek olan İbrahim kıssasına geçişe hazırlık mahiyetinde bir
hüsn-i
tehallus olmak üzere, şimdi görüleceği gibi, yeni bir hitap daha
yöneltip,
arkasından imamet, millet, ümmet meseleleri izah buyurulacaktır:
122-
Ey İsrailoğulları! Size, her şeyden önce Âdem
soyu içinde kitap ve nübüvvete aşina olmanız, ilâhî ahdin sorumluluğunu
yüklenmiş büyük bir ümmet olmanız ve bir de Musa kavminden bulunmanız
dolayısıyla hitap edildi, lakin dinleyenleriniz çok az oldu. Şimdi
onları
destekler mahiyette bir de İbrahim soyundan gelmeniz dolayısıyla bazı
ihtar ve
uyarılara muhatap tutulacaksınız. Kitap ehli ne demekmiş, nasıl
olurmuş,
gördünüz ya! Artık insafa gelerek aklınızı başınıza alarak vaktiyle
size ihsan
ettiğim nimetlerimi, nübüvvet nimetimi ve bilhassa ahir zaman nebisinin
gönderileceğini bildiren va'dimi ve onun bir mukaddimesini teşkil eden
geçmişteki devleti ve o zaman sizi bütün akıl sahiplerine üstün
tuttuğumu
hatırlayınız,
123-
Hatırlayınız da hiç kimsenin, bir başkası
yerine hiçbir şey yapamayacağı, kimseden fidye kabul edilmiyeceği,
şefaatin de
bir fayda sağlamayacağı ve bunlara hiçbir taraftan yardım edilmeyeceği
günden,
o korkunç günün azabından korununuz! Bunlar size üçüncü defa olarak
hatırlatılıyor. Geçmişteki o nimetlerin asıl sebebi neydi biliyor
musunuz?
124-125-Bunu
bilmek için o nimeti içinizi çekerek
düşünün ve çektiğiniz, çekeceğiniz belaları hesaba katarak takvaya
sarılın, ve
o vakti iyice hatırda tutun ki, İbrahim'i Rabbi birtakım kelimeler ile
müptela
kılmış, yani mükellef tutmuş, imtihana çekmiş, neticede İbrahim o
kelimeleri
tamamlayıp, ikmal etmiş idi. Yani Rabbi onu imtihan etmiş, o da
imtihanı baştan
sona başarıyla vermişti.
İptilâ
ve Belâ: Tecrübe ve imtihan mânâsınadır ki, esasen iki farklı anlamı
içine
alır: Birisi bir şeyin gizli olan özelliğini, içyüzünü tanımayı
istemek, diğeri
de o şeyin iyi ve kötü yanlarını, eksik veya üstün taraflarını ortaya
çıkarmaktır. Birinci mânâ, gizliyi ve açığı bilen Cenab-ı Allah
hakkında zaten
tasavvuru bile mümkün olmayan bir mesele olduğundan, Allah'ın İbrahim'i
imtihana çekmesi, ancak ikinci anlamıyla ele alınabilir. Bir de
imtihan,
imtihan olunan hakkında hayır veya şer bir mihneti, bir zahmeti
gerektirir ki,
bu bakımdan imtihan kelimesi genellikle zahmetli ve meşakkatli şeyler
hakkında
kullanılır. Cenab-ı Hak-k'ın, kullarına ait sorumluluk emirleri de
kulun
nefsanî temayülleri ile Allah'ın rızası arasında dönüp dolaştığından
bir
taraftan bir külfet ve zahmeti, öbür taraftan kulda, sevap ve azaba
sebebiyet
verecek hal ve davranışların ortaya çıkmasını gerektiren ve bu bakımdan
kulun
iyi yönde gelişmesini sağlayan terbiyeye ait özellikler taşıdığından
onlar da
tecrübe ve imtihana benzer şeylerdir. Kulların kendi işlerinde tecrübe
ve
imtihana dayanan gerçekler üzere amel etmelerini, mücerret
nazariyelerle, soyut
düşüncelerle yetinmemelerini öğretmek için bunları emretmiş olabilir.
Cenab-ı
Allah, İbrahim'e kendi fiilini tecrübe ve imtihan suretinde anlatmak
istemiş
olabilir.
"İbrahim"
isminin esasen Süryanî dilinden geldiği ve Arapça mânâsı ile
"merhametli
baba" demek olduğu ve bu şekilde Arapça ile Süryanîce arasında lafız ve
mânâ yönünden bir benzerlik bulunduğu söylenegelmiştir. Rabbi,
İbrahim'i böyle
imtihan etti de ne yaptı? Ne dedi bilir misiniz?
Rabbi,
ona dedi ki; Muhakkak ki, ben seni insanlara imam yapacağım, yani
imamet-i
kübra ile seni öne geçirip, herkesi sana tabi kılacağım, seni
muktedâbih
(kendisine uyulan önder) yapacağım.
İmam:
Öne geçmek, maksud (kastedilen) ve metbû (tabi olunan) olmak mânâsına
gelen
masdardan alınmış ve me'mûm (uyulan) mânâsına isim olmuştur ki,
muktedabih, ön,
öncül demektir. Şu halde imamet-i kübra, din ve dünya işlerinde
insanlara
öncülük ve riyaset etmektir. Bunun en son ve en yüce mertebesi de
risalettir.
Bu imamet ise amelde düstur olacak birtakım dinî hükümlere, millet ve
şeriate
sahip kılmak ve bununla insanların önüne geçirmek demek olur.
İbrahim
cevaben zürriyetimden de dedi. Ey Rabbbim, beni imam yap, fakat bu
ihsanın
sadece bana mahsus kalmasın, zürriyetimden de bir kısım insanları
zamanı
gelince imam yap, bana vereceğin nimeti, imamet ve risaleti onlara da
ver, diye
kelimenin tamamlanmasını diledi. Anlaşılıyor ki, hepsine demedi,
içlerinden
bazılarına, dedi. Zira biliyordu ki, hepsine peygamberlik istemek,
ilâhî
hikmete aykırı olurdu. Önce zürriyetinin az olmasını; ikincisi,
zürriyetinin
fitne ve ihtilafa düşmesini istemiş olurdu. Üçüncüsü birçok yardımcı ve
destekçiye ihtiyaç gösteren imamet konusunda zürriyetinin başkalarına
muhtaç
olmasını temenni etmiş olurdu ki, bunları istemek zürriyeti hakkında
hayır dua
olmazdı. Herhalde zürriyeti içinde imam bulunurken, ümmet de bulunmalı
idi.
Bunun için demeyip, dedi. Rabbi, bunu tamamına erdirmek için zalimler
benim
ahdime nail olamazlar, buyurdu. İbrahim zürriyetinden imam olabilecek
kısmın
herhalde zalimler güruhu olmadığını ve zalimlerin bu büyük devletten
kesinlikle
mahrum olacaklarını ve imametin, hak ve layıkının, adaletlilere
verilmek
bulunduğunu anlatmış oldu. Bu âyet, zalimin imamete ehil ve layık
olmadığına ve
başlangıçta adil olup, sonradan zulüm yaparsa, hal'inin (makamından
alınmasının) vacip olduğuna delildir. Lam-ı tarif ile marife (belirli)
olan
isimler genellik ifade ettiklerinden "ez-zalimîn" tabiri, kıyamete
kadar gelecek bütün zalimlerin hepsine şamildir. Fakat bunun bilhassa
Kur'ân'ın
nüzulü sırasında tamamen bilinen muhatapları vardı ki, o da
İsrailoğulları'dır
ve bu nassın siyakına hedef olanlar onlardır. Bundan dolayıdır ki,
yukarıdaki
âyetlerde çok sayıda "Siz zalimlersiniz!" şeklinde azarlanmış ve
ayıplanmışlardı. Sûrenin başından beri İsrailoğulları'nın tarih boyunca
işlemiş
oldukları suçların sayılıp dökülmesindeki esas maksat ve hikmet, onlara
bu
zulümlerini isbat idi ki, hasılı "İsrailoğulları sonradan zalim
oldular,
zalimlerden ise imam ve Resul (Peygamber) olmaz, onlardan imamet
kesilmiş
olacaktır." demektir. İşte Ey İsrailoğulları, sizin vaktiyle o nimete,
o
üstünlüğe nail olmanızın sebebi ta Hz. İbrahim devrinden, onun Rabbine
verdiği
imtihandan ve bu kelimelerden ve Rabbinin ona olan ahd ve va'dinden
ileri
geliyordu. Siz Hz. Musa devrinde zalim değil, bilakis İbrahim soyundan
gelenler
içinde belki en mazlumları idiniz. İşte bundan dolayı o nimete nail
oldunuz.
Uzun süre nübüvvet ve imamete nail olmuş bir ümmet olarak, âlemlere
üstün
tutuldunuz. Fakat o altın buzağıya tapma hadisesinden itibaren zulme
başladınız, git gide bütün harekatınızda bu zulüm nihayet kavminizin
genel
karakteri haline geldi, artık bundan sonra imamet İsrailoğulları'ndan
çıktı ve
İbrahim zürriyetinin öbür koluna geçti. İbrahim'in bu imtihanını ve bu
kelimatını iyi hatırlar ve üzerinde iyi düşünürseniz, açık seçik
anlarsınız ki,
Tevrat'ta geleceği vaad edilen ahir zaman peygamberi
İsrailoğulları'ndan değil,
İsrail'in amcası olan Hz. İsmail evladından gelecektir. Siz, Tevrat'ın
verdiği
haber gereğince bir son peygamberin geleceğinden şüphe etmez ve onunla
büyük
fetihler yapacağınıza inanırken, bugün gönderilmiş bulunan son
peygamberi, Hz.
Muhammed Mustafa'yı, "bu bizden değil, İsrailoğulları'ndan değil"
diyerek, kıskançlık yüzünden inkara kalkışıyorsunuz. Halbuki o, bir
bakıma
sizden değil ise de, diğer bakımdan sizden sayılır, sizin gibi zulüm
damgası
yemiş olmaktan uzak bir koldandır, İbrahim zürriyetindendir. Bununla
beraber
siz bu yolla gelen bir imamet şerefinden de pay almak istemezseniz
zulmünüz ve
haksızlığınız kat kat artacaktır, ebediyyen nimet yüzü görmiyeceksiniz.
Bu
kelimeleri iyi belleyiniz ve çok iyi düşününüz..
126-Şunu
da hatırlayınız ki, Hani biz "el-beyt,
eski ev, beytullah" namiyle bilinen Kâ'be'yi vaktiyle insanlara sevap
mahalli ve güvenlik yurdu yapmıştık. İnsanlar onu hac ve ziyaret
etsinler,
sevap kazansınlar, ona sığınanlar saldırılardan emin olsunlar diye...
Şimdi siz
bunu hatırlayınız, ve İbrahim'in makamından bir namazgah edininiz,
orada namaz
kılınız, yahut orada dua ediniz!
Makam-ı
İbrahim: İbrahim (a.s.)'ın beyti (Kâbe'yi) bina ederken veyahut
insanları hacca
davet ederken üzerine çıktığı taşın bulunduğu yerdir ki, bugün dahi
"makam-ı İbrahim" adıyla bilinmektedir. Tavaf namazı, burada kılınır.
Nâfî ve İbnü Âmir kırâetlerinde mâzî siğasiyle diye okunur: Yani, Biz
Kâ'be'yi
insanlara bir merci ve güvenlik yeri yapmıştık, insanlar da onu kıble
edinmişlerdi.
Beytü'l-Makdis'den daha önce orası kıble idi. Şu halde burada da
kıblenin
değiştirilmesine teşvik ve işaret vardır.
O
zaman Beyt'i böyle yaptık İbrahim ile İsmail'e de şöyle ahd, yani kesin
olarak
emrettik idi: ki evimi tavaf edenler, mücaveret eyleyenler veya orada
ibadet
için kapanıp îtikâfa girenler, rükû ve secde edenler, namaz kılanlar
için temiz
tutunuz, daima tertemiz ve pâk olarak bulundurunuz, dedik. Bu
ibadetlerin
temizlik ile icra edilmesini ve bu beytin temizliğine itina edilmesinin
bir ilâhî
ahit olarak bilinmesini emreyledik. Rükû ile kılınan namazın yalnızca
Muhammed
ümmetine mahsus olduğuna bakılırsa, Cenab-ı Allah, söz konusu ahitte
Hz.
İbrahim ile Hz. İsmail'e böyle bir ümmetin de geleceğini bildirmiştir.
Şunu
da hatırlayın bir vakit, yani Hacer ile İsmail'i en başta Mekke'nin
yerine
bıraktığı zaman, İbrahim dua edip şöyle demişti: Ey Rabbim, burayı, bu
ekin
ekmeye elverişsiz vadiyi güvenli bir belde yap, ahalisine meyve, tahıl,
her
türlü yiyeceklerden rızık ver, fakat hepsine değil, içlerinden Allah'a
ve
ahiret gününe inananlara Ey Rabbim!..
Rivayet
olunuyor ki; İbrahim (a.s.)'ın İsmail ile Hacer'i buraya bırakıp Şam'a
döndüğü
zaman, Hacer arkasına düşmüş "Bu kupkuru vadinin içinde bizi kime
bırakıp
gidiyorsun?" diye söylenir durur, İbrahim de ona cevap vermezmiş.
Nihayet
Hacer: "Bunu yoksa Allah mı sana emretti?" diye sormuş, bunun üzerine
İbrahim: "Evet" cevabını vermiş. Bu sefer Hacer: "Öyleyse Allah
bizi korur, sen git bizi düşünme!" demiş. Nihayet Hz. İbrahim yola
koyulmuş, Kedâ tepesine çıkınca vadiye doğru bakıp "Ey Rabbim, ben
zürriyetimden bir kısmını bu ekin ekmeye elverişsiz vadiye iskan
ettim..."
(İbrahim, 14/37) diye dua etmiş idi ki, bu konu İbrahim sûresinde yine
gelecektir.
Bunu
tamamlamak üzere Rabbi ona dedi ki, sadece iman edenlere değil, hem
onlara, hem
de kâfir olana rızık veririm onu az bir süre faydalandırırım, ancak
onun
faydalanması bu dünya hayatına mahsus kalır, sonra o kâfiri ateş
azabına
uğratırım, o, ahiret azabından kurtulmaya imkan bulamaz. Aslında Hz.
İbrahim,
Allah'ın "Zâlimler Benim ahdime nail olamazlar." ilâhî ifadesine
dayanarak rızık meselesini de imamet gibi bir nimet sayarak, onu
yalnızca
inananlara mahsus kılarak dua etmişti. Cenab-ı Allah, bu düşüncenin
doğru
olmadığını, rızkın hem mümine, hem de kâfire ait genel bir dünya nimeti
olduğunu, bunun hem din, hem dünyada üstünlük demek olan imamete
benzemediğini,
onun buna kıyas edilmesinin yanlış olduğunu ihtar buyurarak duayı
tamamlamış
oldu. Demek ki, peygamberlerin bile kıyas ve ictihatlarında hata
yapabildikleri
oluyor, fakat Allah, onların hatalarını derhal düzeltiyor ve tashih
buyuruyor.
Bundan dolayı ilâhî işlerde kıyas sağlam bir delil değildir. Cenab-ı
Allah
gösteriyor ki, kâfir de dünyada rızık sahibi olabilir. Fakat bu dünyada
sağlanan fayda sınırlı, geçici ve az bir faydadır. Ahirette ebediyyen
ateş
azabına atılır ve belasını bulur. o azap ne fena bir son ve ona gidiş
ne fena
bir gidiştir. Orası ne fena varılacak bir yer, bir duraktır.
127-Nihayet
şu kelimeleri de hatırlayın: Hani bir zaman
İbrahim, İsmail ile beraber Beyt'in kaidelerini, temellerini
yükseltiyordu ve
işte o sırada ikisi birden şöyle dua ediyorlardı: Ey Rabbimiz,
temellerini
yükselttiğimiz bu binayı, bu uğurda verdiğimiz emek ve hizmeti bizden
kabul et!
Şüphesiz ki, sen Semî (işiten) ve Âlîm'sin (bilensin), duamızı işitir,
niyetlerimizi bilirsin,
128-
Ey Rabbimiz bir de bizi sana kendimizi teslim
etmiş, yüzü ve özü ile sırf Sana yönelmiş iki kâmil (olgun) müslüman
kıl!
"İslâm"
fî'li, böyle gibi "lâm" ile sılalandığı zaman istislâm, yani
teslimiyet ve nefsi teslim etmek, itaat ve tam uymak mânâsına gelir
veya o
mânâyı da içine alır. Bizim zürriyetimizden de sana teslimiyetini
sunmuş, sana
itaatkâr müslüman bir ümmet yarat, ve bize, menâ-sikimizi, yani sana
ibadet
edeceğimiz, kurban keseceğimiz yerleri göster.
Menâsik,
"menseke"nin çoğuludur ki "nüsük" veya "nüsük
yerleri" demektir. "Nüsük" aslında son derece tapınmaktır. Fakat
hac ve kurban hakkında kullanılır.
Ve
bizim hepimize tevbeler nasip et, tevbelerimizi kabul eyle, bize bir
kerre
değil, daima merhametle bak, şüphesiz ki, Tevvab (tevbeleri kabul eden)
ve
Rahîm ancak sensin.
129-
Ey Rabbimiz, zürriyetimiz içinden öyle bir
peygamber gönder ki, o peygamber, onlara senin âyetlerini okusun,
kitabı ve
hikmeti tâlim edip öğretsin, onları pisliklerden arındırıp tertemiz
yapsın.
Çünkü hiç şüphesiz, iradesi geçerli, güç ve kuvvet, şan ve şeref
sahibi,
verdiği hüküm ayniyle hikmet, değişmez ve muhkem olan ancak Sensin.
Hikmet:
Aslında ilim ve amelde sağlamlık, diğer bir deyişle sözde ve işte
isabet
demektir ki, bunun daha geniş olarak açıklaması "Allah, hikmeti
dilediğine
verir." (Bakara, 2/269) âyetinin tefsirinde gelecektir. Burada
Allah'dan
istenen peygamberin, son peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz
olduğu
apaçık bellidir. Çünkü İsmail zürriyeti içinde başka bir peygamber
gelmiş
değildir. Nitekim Resulullah Efendimiz bir hadis-i şerifinde; "Ben,
babam
İbrahim'in duası, kardeşim İsa'nın müjdesi ve annemin rüyasıyım."
buyurmuştur. Hz. İbrahim'in bu duasına bir şükran olmak üzeredir ki,
Muhammed
ümmetine de namazlarda "Allahümme salli" ve "Allahümme
bârik" dualarını okumak ta'lim buyurulmuştur. Bu âyetler düşünüldüğü
zaman, bu salavât-ı şerifenin mânâsı ve salavat içindeki benzetmenin
sebebi
iyice anlaşılır. İşte İbrahim (a.s.), memur olduğu kelimeleri eda edip
namzed
(aday) bulunduğu makama yükselmek için Kâbe'nin temellerini atarken,
oğlu
İsmail (a.s.) ile beraber yaptıkları duada, o kelimelerin böylece
tamama
erdirilmesini dua etmiş ve kendine vaad olunan imametin zürriyetinden
bir
müslim ümmete de ihsan edilmesini, kendi içlerinden görevlendirilecek
bir
peygamberle onlara da verilmesini istemişler ve dualarının, ahir zaman
nebisi
için de geçerli olmasını dilemişlerdir. Onların duaları Hz. Muhammed'in
peygamber olarak gönderilmesiyle tamam olmuştur. İmametten zâlimlerin
mahrum
oluşu, Kâbe ve Kâbe'yle ilgili haller, Mekke, İbrahim ve İsmail
zürriyeti bu
zürriyetten meydana gelecek müslüman ümmet ve içlerinden çıkacak şanlı
peygamber, âyetlerin tilaveti, kitap ve hikmetin öğretilmesi, tezkiye
ve
taharet ile İslâm kelimesinin çeşitli mânâları iyice hatırlanır ve
üzerinde
derin derin düşünülürse, Hz. Muhammed'in peygamberliği ile İbrahim
milleti
demek olan İslâm dini hakkında Kitap ehlinin hiçbir şüphesi kalmaz.
130-Artık
Cenab-ı Allah'ın insanlara böyle bir imam
ve böyle bir önder yaptığı İbrahim'in milletinden, onun camiasından ve
onun
dininin özü olan İslâm'dan kim yüz çevirir, kim kaçar? Hangi akıl
sahibi buna
karşı çekimser durur da, onun zürriyetine vaad edilen bu saadetten
mahrum
kalmak ister? Olsa olsa kendini zillete atmak, hor ve hakirliğe terk
etmek,
aşağılanmayı ve esareti gönüllü olarak kabul etmek isteyen biri böyle
yapar. Bu
gibi beyinsizlerden başkası o büyük milletten vazgeçemez.
Rivayet
olunuyor ki, Abdullah İbni Selâm, kendi yeğenlerinden Seleme ile
Muhacir'i,
İslâm'a davet etmiş; "Şunu çok iyi biliyorsunuz ki, Allah Teâlâ,
Tevrat'ta, Ben, İsmail evladından Ahmed adında bir peygamber
göndereceğim, ona
iman edenler hidayete ve rüşde erecekler, iman etmeyen de mel'undur,
buyurdu." demiş. Bunun üzerine iki yeğenden biri olan Seleme iman
etmiş,,
lakin Muhacir iman etmemiş, İslâm'a girmekten çekinmiş. İşte o zaman bu
âyet
nazil olmuştur. Peygamberlerin atası olan İbrahim bakınız ne büyük bir
zattır:
Ulûhiyetim ve şanım hakkı için, Biz, elbette İbrahim'i, dünyada ıstıfa
ettik,
yani halk arasında temizlik ve sâfiyet özü olarak seçtik, eğitip güzel
huylarla
donattık ve onu dost (halîl) edindik, imamet-i kübraya, peygamberlik ve
hikmete
nail eyleyip, yüce derecelere getirdik ve seçkin kıldık. Şüphe yok ki
o, ahirette de, elbette iyiler zümresindendir.
Doğruluğuyla,
dürüstlüğüyle, hayır ve iyilikseverliğiyle ün yapmış olan, Allah'ın
makbul
kulları arasındadır. Dünya ve ahirette bu kadar nimete nail olmuş böyle
bir
zatın milletinden, hiç aklı başında olan bir kimse yüz çevirir mi?
131-O
ıstıfa, o seçim ne zaman oldu bilir misin? Rabbi ona,
Bana
teslimiyetini, İslâm'ını arzet, ihlas ve iman ile Bana teslim ol,
dediği ilk
teklif anında. O, âlemlerin Rabbine nefsimi teslim ettim, özümü şirkten
sakınıp, yüzümü ancak O'na döndüm." demiş ve Allah'ın birliğine iman
etmişti. emri, ilk iman teklifi karşısında onun yönelişinden de
kinayedir ki,
En'âm Sûresi'nde (En'âm, 6/75) âyetiyle başlayan ve daha sonraki
âyetlerde de
süren, Allah'ın birliğini isbat uğrunda getirdiği delillere bir
işarettir ki
Allah Teâlâ, onun kalbine İslam bilgisine götüren tevhid esaslarıyla
ilgili
delilleri göstermiş; yıldızların, ayın ve güneşin batmasından, gerçek
yaratıcının yüceliğine deliller getirmeyi ilham ve ihsan etmiştir. O da
henüz,
büluğ çağından önce ve peygamberlik mertebesine ermeden nazarî ve aklî
istidlâl
yollarıyla âlemin hâdis (sonradan) olduğunu anlamış ve "hudûs-i âlem"
(âlemin sonradan olması) delilinin özünü kavramış, "Ben bir hanif
olarak
yüzümü öyle bir yaratıcıya çevirdim ki O, gökleri ve yeri yoktan var
edendir.
Ve ben asla O'na şirk (ortak) koşanlardan değilim." (En'âm, 6/79)
diyerek
âlemlerin Rabbine iman ve İslâm'ını sunmuş idi. Şu halde onun kalbi
hiçbir
zaman şirk (Allah'a ortak koşmak) ile dolu olmadı. Bütün hayatı boyunca
hep
muvahhid (Allah'ı birleyici) ve müslim idi. Rabbi onu, aklı ermeye
başladığı
andan itibaren ıstıfa etti, kalbini ve aklını yanlış duygu ve
düşüncelerden
ayıklayarak terbiye etti.
132-Onun
ibtilâ (imtihan) ve ıstıfası da o zaman başladı.
"İslâm"
kelimesi o zamandan, yani İbrahim'in teslimiyeti zamanından itibaren
"İbrahim milleti" demek oldu. Bu kadarla da kalmadı, Ayrıca hem
İbrahim'in kendisi, hem de torunu Yakup, her ikisi de kendi oğullarına
bu
kelimeyi veya bu milleti tavsiye ettiler. Nafi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer
kırâetlerinde diye okunur ki, onu vasiyyet ettiler demektir. İbrahim'in
İsmail
ve İshak'dan sonra Medyen ve Medan adında iki oğlu daha olduğu rivayet
edilir.
Onun sekiz veya yirmidört oğlu olduğu yolunda rivayetler de vardır.
Yakup'un
oğulları ise oniki tane idi: Rubin, Şem'un, Lavi, Yehuza, Yeşsuhuz,
Zebulun,
Zevana, Teftuna, Kevza, Uşir, Bünyamin ve Yusuf Aleyhisselâmdır.
Yakub'un bir
adı da İsrail olduğu için, Benî İsrail (İsrailoğulları) demek Yakub'un
oğulları, yani Yusuf ve kardeşleri demektir. İsrailoğulları işte bu
oniki
kardeşin çocukları ve torunları ve onların soyundan gelen nesillerdir.
İbrahim
de Yakup da oğullarına bu milleti şöylece vasiyyet ve tavsiye ettiler:
Ey
oğullarım! Hiç şüphesiz, Allah, sizin için uyacağınız dini bizzat seçip
ıstıfa
etmiştir. Size dinlerin en safını, en arınmışını ve seçkinini ihsan
eylemiştir.
Şu halde, tam ve kâmil bir müslüman olarak ölmekten başka türlü
ölmeyiniz.
133-Ey
İbrahim milletine önem vermeyen, ona rağbet etmeyen
İsrailoğulları ve
benzerleri! Ölüm, Yakup'un huzuruna geldiği, yani Yakup ölmek üzere
olduğu
vakit, ölüme hazırlanmaya çalıştığı vakit, oğullarına, "Benden sonra
neye
ibadet ve kulluk edeceksiniz?" dediği vakit, yoksa siz orada hazır
mıydınız?
Şüphesiz değildiniz. Halbuki gerçek İsrailoğulları olan Yakub'un öz
oğulları
orada hazır idiler. Yani soyundan geldiğiniz atalarınız orada hazır
idiler ve
onlar babalarına cevap verdiler, ona ne dediler bilir misiniz? İşte
onların ne
dediklerini ilâhî vahiyden şimdi öğreniniz: "Biz, senin ilâhına ve
ataların İbrahim, İsmail ve İshak'ın ilâhına, bir olan o ilâha ibadet
edecek ve
ancak O'na tapacağız, O'na bağlanacağız, O'ndan başkasını tanımayacak
ve
yalnızca O'na boyun eğeceğiz." dediler. Mısırlılar'ın türlü türlü
putlara
taptıklarını gören Hz. Yakup, onların içinde yaşayacak olan oğullarına,
daha
önce yaptığı çeşitli tavsiye ve uyarılara titizlikle uyulmasını ve
kendisinden
sonra da dinin elden bırakılmamasını hatırlatmak için, aynı vasiyyeti
son nefesinde
bile oğullarına bir kerre daha hatırlatmak gereğini duymuştu. O,
gerçekten
Allah'a bağlı bir kul olduğunu ve İslâm üzere ölmenin önemini kendi
şahsında
örnek olarak göstermişti. Oğulları da böyle cevap vererek bu uğurda
kararlı ve
azimli olduklarını ortaya koymuşlardı. Dikkat ediniz ki, onlar Yakup'un
dedesi
İbrahim'den ve amcası İsmail'den söze başladılar, bunları da adı
altında
ifadelerine dahil edip, kendi babalarından saydılar. Kendilerinin
sadece
İsrailoğulları değil, aynı zamanda İbrahimoğulları olduklarını ve onun
soyundan
geldiklerini ifade ettiler. Çünkü İbrahim kıssasını biliyorlardı,
nimetin
sırrını anlıyorlardı. Burada Tevrat'ın son peygamberi müjdeleyen ve
tarif eden
âyetlerinden bazılarındaki "ihvanınızdan, yani kardeşlerinizden"
kelimesinin mânâsını açıklayan bir cümle vardır. Eldeki Tevrat'ın
beşinci
sifrinin onbirinci faslında Hz. Musa'nın dilinden, "İlâhınız Rab Teâlâ,
size aranızdan ve ihvanınızdan bana benzer bir nebi ikame edecektir."
şeklinde haber verilmektedir.
Burada
Hz. Musa'nın ifadesi "nebiyyen mislî" şeklindedir ki, "benim
gibi bir peygamber", "benim özelliklerime benzer özellikte bir
peygamber" demektir. Yine aynı fasılda "Rabbi Teâlâ, Musa'ya dedi ki,
Ben onlara ihvanınız (kardeşleriniz) arasından sana benzer, seni
andıran
-nebiyyen misleke- bir peygamber tayin edip görevlendireceğim. O
peygamberin,
Benim ismimle tebliğ edeceği kelamları, her kim dinlemezse, Ben ondan
intikam
alırım." şeklinde yer almış bulunmaktadır. Bundan dolayıdır ki,
İsrailoğulları hala onun yolunu gözleyip dururlar. Ey İsrailoğulları!
Demek ki,
peygamberlerin sonuncusu ve tıpkı Hz. Musa'ya benzeyen, şeriat ve
furkan sahibi
biri, kardeşleriniz arasından peygamber olarak gönderilecektir.
İsrailoğulları'ndan böyle bir peygamber gelmemiştir. Bu peygamber
sizden değil,
ihvanınızdan gelecektir. Acaba İsrailoğulları'nın ihvanı kimlerdir?
Yine
İsrailoğulları'nın kendileri midir? Halbuki İsrailoğulları bir bütün
olarak ele
alındığı zaman onların kardeşlerinin kendileri olmaması gerekir,
Yakub'un
oğulları, babalarına cevap verirken, "babaların İbrahim ve İsmail ve
İshak" demekle bu kardeşlik ilişkisini göstermişlerdir. Yakub'un öbür
kardeşi İs soyundan Eyyûp (a.s.)'dan başka peygamber gelmemiştir, o da
Hz.
Musa'dan önce idi. Bu ihvan olsa olsa İsmail zürriyetinden olanlar idi.
Çünkü
İsmail, İshak'ın büyük kardeşi, Yakub'un da amcası idi. Gerçek
mânâsıyle
İsrailoğulları olan Yakub'un evlatları, İsmail'e dahi "baba" demekle
İsmail evlatlarının kendi kardeşleri olduklarını ifade etmişlerdi.
İslâm
âlimleri ve kıymetli tefsirciler, bugün elde bulunan Tevrat ve
İncillerde, son
peygamber Muhammed (s.a.v.) Efendimiz'in peygamberliğini açıkça veya
dolaylı
olarak müjdeleyen, onun bazı özelliklerini bildiren âyetlerin bir
kısmını,
aşağıda yer aldığı şekilde, açıklamışlardır:
Birincisi:
Tevrat'ın biraz yukarıda naklettiğimiz iki âyetinin Arapça'ları
şöyledir:
"Muhakkak Rabb, sizin ilâhınızdır. Sizin için aranızdan ve
kardeşlerinizden, benim gibi, bir peygamber koyacaktır." "Muhakkak
Rabb Teâlâ Musa'ya şöyle dedi: "Şüphesiz ben, kardeşleri arasından
onlar
için senin gibi bir peygamber koyacağım. Her kim benim ismimle bu
adamdan
ulaştırdığı kelimelerimi dinlemezse muhakkak ondan intikam alacağım."
Bunun
Yunanca'sı da acizane gördüğüm kadarıyla şu şekildedir:
İkincisi:
Tevrat'ın birinci bölümünün dokuzuncu babında: "Sâre, Hacer'e öfkelenip
gazap ettiği vakit, Allah'ın meleği göründü ve ey Sâre'nin cariyesi
Hacer,
nereden geldin ve nereye gidiyorsun dedi. Hacer, ben hanımım Sâre'den
kaçıyorum, dedi. Bunun üzerine melek ona: Sen
hanımına dön, onun emirlerine boyun eğ. Zira Rabbin senin zürriyetini
çoğalttıkça çoğaltacak. Zira sen gebe olacak ve bir oğul doğuracaksın.
Allah
Teâlâ senin yalvarmalarını ve boyun eğişini duyduğundan dolayı onun
adını
İsmail koyacaksın. O insanların gözbebeği olacak ve onun eli herkese
açık ve
hepsinin üstünde olacak ve herkesin eli ona hürmetle uzanacak ve o
bütün
kardeşlerine rağmen şükredecek." dedi.
İsmail
Aleyhisselâmın elinin, bütün insanların elinin üstünde olması bizzat
değil,
ancak evladından Muhammed (a.s.v.)'ın peygamberliğiyle olduğunda şüphe
yoktur.
Zira o zamana kadar İsmail ve evladı, çölde mahsur idiler. Hz.
Muhammed'in
peygamberliği üzerine İslâm dini ile doğuya ve batıya yayıldılar.
Üçüncüsü:
Yine Tevrat'ın Tekvin bölümünün yirminci babında: "Rabbi Teâlâ Tûr-i
Sîna'da geldi ve bize Saîr'den tulû etti (doğdu) ve Faran dağlarında
zuhur
eyledi ve sağından Kıddîslerin ünvanlarını saf yaptı da onlara izzet
ihsan etti
ve onları bütün kavimlere sevdirdi ve Kıddîslerin hepsine bereketle dua
etti".
Bilindiği gibi Faran veya Paran dağı Hicaz'dadır. Yine Tevrat'ta:
"İsmail
büyüdü ve okçu oldu." denilmektedir. İsmail'in Mekke'de sakin olduğu da
bilinmektedir. Şu halde bu âyetin de Hicaz'da Hz. Muhammed'in
peygamberliğine
ve Mekke'nin fethine işaret ettiğinde şüpheye düşmemek lazım gelir.
Yahudiler
bunu "Tûr-i Sina'dan ateş zuhur edip çevreye yayıldığı zaman Saîr'den
ve
Faran'dan dahi birer ateş zuhur edip çevreye yayıldı." şeklinde
yorumluyorlar ve Musa'ya vahiy geldiği sıralarda olmuş bitmiş bir
hadise gibi
gösteriyorlar. Lakin Allah'ın bir yerde mücerret bir ateş yaratmasına,
"Oradan Rab geldi, tulû etti, zuhur etti." denilmeyeceği aşikârdır.
Böyle denilebilmesi için oralarda bu olayın arkasından bir vahiy veya
bir
harikanın meydana gelmesi gerekir. O tarihlerde ise Tûr-i Sina'dan
başka bu
gibi yerlerde böyle bir şey olmadığı herkesçe biliniyor. Her halde bu
âyet, Hz.
Muhammed'in peygamberliğine ve onun saf saf olmuş ashabına özellikle
Mekke'nin
fethine ve fetih sırasında Ashab-ı kiramın saflarına işaret etmektedir.
Nitekim
Habkuk Kitabı'nda bu mânâ tamamen beyan olunmuştur, şöyle ki:
"Allah
Tûr-i Sina'dan, Kudsî Faran Dağı'ndan geldi, Muhammed'in kıymetinden
sema bir
açılsa ve hamdinden yeryüzü bir dolsa, manzarasının şuaları nur gibi
olurdu,
ülkesini şanla muhafaza eder, ölümler önünden yürür. Yırtıcı kuşlar
askerine
arkadaş olur. Kalktı yeryüzünü kuşattı ve bütün ümmetleri gözetti ve
onlardan
bahseyledi. Eski dağlar eğildi, ebedî tepeler indi. Medyen ehlinin
örtüleri
sıyrıldı. Atlara bindik, yay ve boyun binitlerinin üstüne çıktık.
Yakında
yaylarını doldurup atacaksın. Ey Muhammed, oklar senin emrinle tam bir
kanış
kanacak, yeryüzü nehirlerle gürleyecek. Seni dağlar gördü titredi, sel
yağmurları senden bir yana çekildi. Sahralar senin heybetinden ürktü,
korkusundan ve perişanlığından ellerini kaldırdı. Güneş ve ay,
yörüngelerinde
durakladı. Askerler oklarının parıltısında ve beyanının parlaklığında
yürüdü.
Yeri öfkeyle çiğnersin, ümmetleri zecren döver, harman edersin. Çünkü
sen
ümmetinin kurtulması ve atalar toprağının kurtarılması için zuhur
ettin!"
Hıristiyanlara
ait nüshalarda son cümle "ümmetinin kurtuluşu ve Mesih'in kurtarılması
için zuhur ettin." şeklinde olduğu da rivayet edilmektedir. Gerçekten
de
Muhammed (s.a.v), bütün yücelikleri aşmış ve Hz. İsa Mesîh (s.a.v.)'i
de
yahudilerle hıristiyanların yalan ve iftiralarından kurtarmıştır.
Dördüncüsü:
Kitabı Mukaddes'in İşâya kitabında: "Kuvvet ver, çiçek aç, arkadaşın
Mekke'ye niyet ediyor. Artık vaktin yaklaştı, Allah'ın kerameti üzerine
doğacaktır.
Arz karanlıklara bürünmüş, sis ümmetleri kaplamıştır. Rab, sana tam bir
işrak
aydınlıkla parlayacak Üzerine kerametini ızhar eyleyecek. Ümmetler
senin
nuruna, melikler senin parlak ziyana yürüyecek. Gözünü etrafındakilere
kaldır
ve düşün, zira onlar senin yanında toplanacak ve seni hac ve ziyaret
eyleyecek
ve sana evlatların uzak diyarlardan gelecekler. Çünkü sen şehirlerin
anasısın.
Şimdi diğer şehirlerin evladı, Mekke'nin evladı demektir. Koltuklar ve
sedirler
üzerinde elbiselerinle süslen. Bunu gördüğün zaman sevinç duyacaksın.
Çünkü
denizin zahireleri sana meyledecek, ümmetlerin askerleri sana hac
eyleyecek.
Medyen tokluları sana sevkolunacak. Seba ehli sana gelip, Allah'ın
nimetlerini
konuşacaklar ve O'nu büyükleyecekler. Farâ'nın koyunları sana gelecek
ve benim
mezbahıma beni razı edecek kurbanlar sunulacak ve o zaman Ben, şanlı
beytim
için bir hamd ihdas edeceğim".
Bu
sayılan vasıfların hepsi, Mekke için, ancak fetihten sonra gerçekleşti.
Milletlerin askerleri ona haccetti, denizlerin zahireleri oraya aktı.
Orada
ihdas olunan yeni hamd şekli de "Buyur Allah'ım! Emrine hazırım. Senin
hiçbir ortağın yoktur. Emret Allah'ım! Şüphesiz ki hamd, nimet ve mülk
senindir. Senin hiçbir ortağın yoktur." telbiyesidir. Araplar İslâm'dan
önce de telbiye getirirlerdi, fakat " Buyur Allah'ım! Senin kendine ait
olup sahip bulunduğun ve senin için olan ortaktan başka bir ortağın
yoktur." derlerdi. İşâya kitabında Bâdiye hakkında birçok tavsifler
vardır.
Beşincisi:
Tevrat tefsircilerinden Seman, Tevrat'ın birinci sifri (Tekvîn)nin
başlarında
şunu rivayet etmiştir: "Allah Teâlâ, İbrahim aleyhisselâma vahyedip
dedi
ki; İsmail hakkındaki duanı kabul ettim ve onu mübarek kıldım, büyüttüm
ve
cidden muazzam yaptım, on iki büyük çocuk doğurtacak ve onu ben bir
muhteşem
ümmet için imam yapacağım."
İsmail
evlatları içinde bizim peygamberimiz Muhammed aleyhisselâmdan başka bir
muhteşem ümmete imam olan kimse yoktur. Ve bu ümmetin, Muhammed ümmeti
olduğu
aşikardır.
Altıncısı:
Tefsiri üzerinde durduğumuz bu âyetle ilgili olmak üzere Hz. Yakup'un
evladına
vasiyeti hakkında Tevrat'ın Yunanca tercemesinde şu âyet nakl
edilmiştir: Hz.
Yakup, oğullarını toplayıp onlara demişti ki: "Ey oğullarım, gelecek
olan
o peygamber gelmediği müddetçe bizden peygamberlik kesilmez. O
geldikten sonra
bizden peygamberlik ve saltanat kesilir. Cümle âlem onun gelişini
beklemektedir."
Yedincisi:
Zebur'un yine Yunanca'sından şu metin nakledilmiştir:
Yani,
Hak Teâlâ vahiy yoluyla Davud'a buyurdu ki: "Senden sonra şeriat sahibi
bir peygamber göndereceğim ki, onun peygamberlik güneşi, doğuya ve
batıya nur
saçacak, onun kendisine ilk önce tabi olan ümmeti Arap kavminden
olacak. İnat
ve muhalefet edenler, hor ve hakir olacak zillete düşecek, şeriatine
cihanın
hükümdarları itaat edecek. Dini ve şeriati kıyamete kadar baki
kalacak."
Sekizincisi:
İncillerde de Hz. Muhammed'in vasıfları hakkında müjdeler
bulunmaktadır. Bu
cümleden olarak: nassı mevcuttur.
Yani
Hz. İsa buyurmuş ki; "O ki, benden sonra gelecek, benden evvel
yaratılmıştır.
Ben
onun papuçlarının bağını çözme hizmetine bile layık değilim." (Matta
İncili) .
Dokuzuncusu:
Yuhanna İncili'nin Arapça'sında şöyle bir âyet bulunmaktadır:
Hz.
İsa Mesih, Havarilerine demiştir ki: "Ben gideceğim ve size Faraklit, o
ruhulhak gelecektir ki o, kendiliğinden konuşmaz. Ancak kendisine
söylendiği
gibi söyler." (Yuhanna)
Gerçekten
de Kurân'da "Ben ancak bana vahyedilene uyarım." (En'âm, 6/50);
"De ki, onu kendiliğimden değiştirmem benim için olacak şey değildir.
Ben
bana vahyolunandan başkasına uymam." (Yunus, 10/15) ve "O kendi
keyfine, kendi heva ve hevesine göre konuşmaz, onun sözleri vahiyden
başka
birşey değildir." (Necm, 53/3,4) âyetleri bu ifadeyi doğrulamaktadır.
"Faraklit" kelimesi iki türlü tefsir edilmiştir ki: Birisi "Şafî
müşeffa" demektir. Bu ise Resulullah'ın bir sıfatıdır.
İkincisi,
hıristiyanlardan bir kısmı demiştir ki; Fariklit hak ile batılı ayıran
demektir. Aslı "fâruk"tur, "lit" ise tahkik ve te'kit ifade
eder. Bu suretle Fariklit, furkan sahibi demek olur. Bu da
peygamberlerin
sonuncusu olan Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in isimlerinden biridir.
Hıristiyanların bu âyetleri anlamak istememeleri dalaletten başka bir
şey
değildir. Şafi' müşeffa' anlamına gelen Fariklit Yunanca'dan, ikincisi
ise
İbranîce'den alındığına göredir.
Onuncusu:
Bu âyetler eldeki Tevrat ile İncil'in muhtelif nüshalarında mevcut olan
ve
yahudilerle hıristiyanların, aslını değil, yalnızca mânâsını gizlemek
maksadıyla yanlış te'villerle tahrif etmek istedikleri âyetlerdir.
"Kendilerine kitabı verdiğimiz ehliyetli kimseler, onu, tilavetinin
hakkını vere vere okurlar, çünkü ona inanırlar." (Bakara, 2/121)
âyetinin
mânâsına uygun olarak bunlar kitabı hakkıyle okuyanlardır. İşte bu
âyetler, onu
hakkıyle okuyanlar arasında azıcık idraki, azıcık insafı olanlar için
her türlü
şüphe ve tereddüdü ortadan kaldırmaya yeten açık seçik belgelerdir.
Aslında
Kur'ân'da bunların her birini doğrulayan çok sayıda âyet bulunmaktadır.
Bunlardan başka, bazı tefsirciler, Tevrat ve İncillerden çıkarılarak
aslı
büsbütün ortadan kaldırılmış bazı önemli âyetlerin varlığından da söz
etmişlerdir: Abdullah b. Abbas Hazretlerinden rivayet olunduğu üzere,
Cenab-ı
Allah, Tevrat'ta İsrailoğulları'na şöyle bir ahit vermiştir: "Ben,
İsmail
evladından bir ümmî peygamber göndereceğim, her kim ona tabi olur,
getirdiği
nuru tasdik ederse günahını bağışlar, kendisini cennete girdiririm ve
ona iki
ecir veririm; biri Musa'nın ve diğer peygamberlerin getirdiklerine
uymanın
ecri, biri de İsmail evladından ümmî peygamber Muhammed'in getirdiğine
uymanın
ecridir." Bunun Kur'ân tarafından tasdiki: "Kur'ân'dan önce
kendilerine kitap verdiklerimiz ona da iman ederler, onlar kendilerine
Kur'ân
okunduğu zaman, "Ona iman ettik, çünkü o Rabbimizden gelmiş bir
hakikattir. Esasen biz ondan önce de zaten müslüman idik." dediler.
İşte
bunlara ecirleri iki kerre ödenecektir... onlar kötülüğü iyilikle
savarlar ve
kendilerine verdiğimiz rızıktan harcarlar." (Kasas, 28/ 52,53,54).
Tevrat'ta,
sonuncu peygamberin doğumu Mekke'de, meskeni Taybe'de, mülkü Şam'da ve
ümmeti
hammadûn diye vasfedildiği de nakledilmiştir.
Yukarıda
nakledilen ve bugün dahi mevcut bulunan Tevrat ve İncil âyetleri de
kesinlikle
gösteriyor ki, Cenab-ı Allah ötedenberi eski ümmetlerin her birine
ileride
gelecek ve hepsinin son hedefi olacak bir şanlı peygamberi haber
vermiş, vaad
ve müjde buyurmuş, gelmeden evvel hepsine onun gıyabında iman teklif
eylemiş ve
her Kitap ehli bunu kabul edip, Allah'a ahd ve misak vermiştir. Bu ahit
ve bu
âyetler gereğince ne Musevilik başlangıçtır, ne de Hıristiyanlık
sonuçtur.
Tevrat'a göre; Musa'ya benzeyen ve kitabı hep bismillah ile başlayan o
peygamberin Hz. İsa olmadığı aşikardır. Ayrıca bizzat İncil âyetlerinin
delaleti gereğince kendisinden sonra furkan sahibi ve hakkın ruhu olan
o
peygamberin teşrifini müjdelemiş olan İsa, dininin son hedef olmadığını
açıkça
itiraf etmiş, "Ben gitmezsem, size o gelmez." diyerek son peygamber
Efendimiz hakkında ümmetinden en son ahdi o almıştır. İşte bu vaad ve
ahdi
tasdik ve bilfiil gerçekleştirmek üzere Cenab-ı Allah "lâ raybe fih"
yani içinde hiçbir şüphe bulunmayan Kitab-ı mübîn'i ve Furkan-ı hakîm'i
ile son
peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.) Efendimiz'i peygamber olarak
göndermiş ve
bundan dolayı İsrailoğulları'na ilk hitabında "Haydi bakalım siz benim
ahdimi yerine getirin, ben de size verdiğim sözü yerine getireyim."
(Bakara, 2/40) ve "Yanınızdaki kitabı (Tevrat'ı) tasdik eden bir kitap
olarak indirdiğim Kur'ân'a iman edin!" (Bakara, 2/41) ilâhî fermanları
bu
ahdin icra ve ifasını ve gereğinin yerine getirilmesini talep etmiştir.
Bu
konudaki bütün şüpheleri silip gidermek için aklî ve naklî her türlü
delili
gözler önüne sermiştir. En nihayet İbrahim'in dua ve kelimatına ve Hz.
Yakub'un
vasiyyetine dikkat çekerek, ihvanın mânâsını ve İslâm'ın aslını ve
değerini
anlatmış, meselenin özünü ve içyüzünü aydınlatmıştır.
Şimdi
bütün bu hitapların nihaî faydasını özetlemek üzere buyuruluyor ki:
134-Ümmet:
İmam kökünden alınmış bir çoğul isimdir
ki, çeşitli insan gruplarına önder olan ve kendisine uyulan bir cemaat
demektir. Yani bir imamın çevresinde sağlam bir birlik oluşturup,
düzenli bir
şekilde faaliyet gösteren ve bu şekilde çeşitli insan grupları üzerine
hakim
olan bir topluluktur. Diğer bir tabirle ümmet, imamet-i kübra sahibi
cemaattir.
Cemaatlara göre ümmet, fertlere göre imam gibidir. Demek ki ümmet,
hakim bir
milletin fertlerinden meydana gelmiş olan bir sosyal toplumdur.
Bu
zikrolunan cemaat, yani İbrahim ile Yakub ve bunların vasiyyetlerini
tutan,
Allah'ın birliğine inanan ve müslüman olan oğulları geçmiş bir
ümmettirler.
Çeşitli insan gruplarının birliği için, onların önüne geçmiş, uyulmaya
ve itaat
edilmeye layık bir cemaat idiler. Şu halde onlar başka siz başkasınız,
siz
onlar değilsiniz ve onlar sizden hiç değildir. Siz "Biz onların
evladıyız." diye kuru bir neseple iftihar etmekle kurtulamazsınız,
onların
kazandıkları onlara aittir, sizin kazandıklarınız da size aittir. Ve
siz, onların
yaptıkları amellerden sorumlu olmazsınız, sorumlu tutulmazsınız.
Herkesin
menfaati kendi kazancında ve herkesin sorumluluğu da kendi
yaptığındadır.
Cemaatler de böyledir: Sizden öncekiler iyilik yapıp sevap kazandıkları
halde,
siz onlara benzemeyip fenalık yapar, günah kazanırsanız, sırf onların
soyundan
gelme iddianızla onların kazancından faydalanamazsınız. Yine bunun
gibi,
öncekiler fena şeyler yapmışlar, ancak siz bu hususta onlara uymamış
iseniz,
onların fenalığı da sizden sorulmaz. Sizden hesabı sorulacak olan şey
sadece
kendi amelleriniz, kendi yaptıklarınızdır. O halde sizden öncekilerin
iyiliğiyle iftihar etmeyin, onlarla öğünmeyin. Siz de onlar gibi iyi
kazançlar
kazanmaya bakın. Ayrıca eski atalarınız hatalar yapmış, günah işlemiş
ise ondan
dolayı da üzülmeyin, siz onlara uymayıp hak yoluna gidin, iyilik yapın.
İyilerin,
geçmiş büyüklerin evlatları ve mensupları onlara uyup, onlara benzeyip
İslâm ve
ihsan ile iyi ameller ve büyük işler yapmazlarsa, kuru bir nesep ve
mensubiyet
iddiasıyla kendilerini sorumluluktan kurtaramazlar. Aynı şekilde
kötülerin
evlatları, geçmiş atalarına uymayarak iyi ve güzel işler yaparlarsa
sırf
onların soyuna mensup olmaları yüzünden, geçmişlerinin yaptıkları
kötülüklerden
dolayı hesaba çekilmezler ve kendilerini kurtarmış olurlar. "Herkes
kendi
yaptığıyla rehin tutulur." (Tûr, 52/21), "Gerçekten de insan için
kendi emeğinden başkası yoktur." (Necm, 53/39) âyetleri bunu kesin
olarak
ortaya koymuştur. Nitekim Peygamber Efendimiz, akrabaları olan
Haşimoğulları'na, "Başkaları bana hizmetleriyle gelirken, siz sadece
neseplerinizle gelmeyin." buyurmuştur. Gerçi nesep ve yakın akrabalık
bir
şereftir. Fakat sadece nesep, halas ve felah (kurtuluş) için yeterli
bir sebep
değildir. Fayda getiren yakınlık asıl amelde, din ve ahlâkta, hasılı
geçerli
olan gerçek sebeplere sarılmaktadır. İşte bundan dolayıdır ki; âyet-i
kerimede
"Sûra üfürüldüğü zaman, artık o gün aralarında ne soy-sop kalır, ne de
birbirlerini arayıp soracak halleri!" (Müminûn, 23/101)
buyurulmaktadır.
Cenab-ı
Hakk'ın, yaratılıştan gelen ihsan ve ikramları çoktur ve bunlar bütün
yaratıklarına şamildir. Yaratılışın kanunları ve ilkeleri herkes için
geçerli
ve zorunludur. Lakin insan için buna karşılık başka bir kanun daha
vardır ki, o
da istek ve emek kanunudur ve insan işte bundan sorumludur. Kazançların
hesabı
görüldüğü zaman, doğuştan sahip oldukları imkan ve kabiliyetleri kötüye
kullananlar daha çok zarar ederler, o vakit büyük nesepler, şerefli
atalar
onlar için yüz karası olur. İşte bundan dolayıdır ki, herkes kendi
kazancına
bağlıdır. Acaba bu mesele böylece mutlak mıdır? Bu âyetlere göre mutlak
ve
kesin görünüyor. "Ancak herkesin fayda ve zararı yalnız kendi
çalışmasına
bağlı kalacaksa, kimse kimsenin yaptığından fayda ve zarar
görmeyecekse, sosyal
yardımlaşmanın, ümmet ve imametin hikmet ve faydası nedir? Bu sosyal
yardımlaşma ve dayanışmalar, işleri kolaylaştırmaya yarıyorsa bu da bir
fayda
değil midir? Sonra tevarüs (kalıtım) denilen şey yalnızca dünyaya ait
bir
özellik olsa bile, ortaya çıkardığı sonuçlar bakımından ahirete de
faydası
olmuyor mu? Eğer kesinlikle böyle ise yukarıdan beri İsrailoğulları
kıssalarında, onlar halef ve selef olarak, niçin birbirlerinin
yaptıklarıyla
övülüyor ve yeriliyorlar?" şeklinde sualler akla gelebilir. Gerçekten
bu hükümler
mutlak ve kesin gibi görünmüyor. "Herkes kendi yaptığıyla rehin
tutulacaktır, ancak meymenetli dostlar böyle değildir." (Müddessir,
74/38-39) âyeti gereğince kendi çalışmasının üstünde birtakım nimetlere
erecek
olan yemin ashabı (uğurlu dostlar grubu) da vardır. Yine bunun gibi
"İman
eden ve zürriyetleri de iman yolunda kendilerine uyanlar, işte Biz
onların
nesillerini de kendilerine kattık." (Tûr, 52/21) âyeti gereğince uymak
ve
tabi olmak şartıyla zürriyetin, köke katılması, kendi kazancının
üstünde bir mutluluktur.
Demek ilâhî lütuflar kazancın yalnızca başlangıcında değil, arasında ve
sonunda
da kesintisiz olarak vardır. Kalıtım ve yardımlaşma ilkeleri de
böyledir. Şu
halde âyetin mânâsı, herkesin birbirinden yararlanma ve zarar görmesini
yok
saymak ve inkar değildir; sadece kişinin kendi şahsî hareketlerinden,
kendi
iradesiyle yaptığı tercihlerden yalnızca kendisinin sorumlu
tutulacağını, hür
tercihlerindeki çalışma ve kazancın önemi ve bunların birbiriyle
ilişkisini
isbat içindir. Bütün bunlardan, ilâhî mevhibelerin (vergilerin), ikram
ve
ihsanların yokluğu ve inkarı gerekmeyeceği gibi, ecir ve sevabın da
mutlaka
çalışmayla uygun olması da gerekmez. Allah'ın ihsanları, çalışmaya
bağlı olan
yerlerde bile o gayretin derecesiyle sınırlanmış değildir: Küçük bir
amele
büyük bir ecir verilebilir. Böylece sosyal yardımlaşma esasları, bir
tarafın
öbür taraftan faydalanmasına dayandığı halde gerçekte bunlar dahi az
çok bir
müktesep (kazanılmış) hakka ve şarta bağlı bulunmaktadır. Bu da daha
önceden
mevcut olan din, millet ve vatandaşlık bağları gibi bağlardır. Bütün bu
bağlar
da iman şartına bağlıdır. Bundan dolayıdır ki, çalışmanın bazı
dereceleri
toplumun bütününün faydalanmasına manidir. Yine bundan dolayıdır ki,
sırf nesep
ve akrabalık, bütünüyle o mirasa sahip olmaya yetmez. Aslında kalıtım,
mirasçının o mirası bırakana halef olması demektir ki, bu da onun
milletine
uymayı sürdürmesi şartına bağlıdır. Bu sebeple din ve diyar
farklılıkları
mirasa engeldir. Mirasçı nesep sebebiyle miras bırakanın kazancından
faydalanmış
görünüyorsa da, bu faydalanmanın asıl sebebi yine mirasçının kendi
çalışması
olan dinine bağlılığıdır. Ayrıca o mirası çarçur etmeden iyi
kullanacağı
güvenini vermiş olması şartına da bağlıdır.
İşte
âyetlerin mutlak gibi görünen hükmünün ilgili yönleri budur. Bundan
çıkan sonuç
da herkesin menfaatinin kendi kazancına bağlı olmasıdır. Herkes
kazancından
sorumludur. Kimse kimsenin günahından hesaba çekilmeyeceği gibi, hiçbir
kimse
bir başkasının kazancından, kendisinin bir çalışması olmadan istifade
edemez.
Çalışmaya bağlı sonuçların bu kadar adaletle dağıtılması dünyada
olmazsa,
ahirette muhakkak olacaktır. Ve bunun içindir ki, dünyada sosyal
çalışmaların
kâr ve zararının adaletle dağıtılmasını sağlamayan ve başkalarının
emeğinden,
haksız yere faydalanmaya kalkışan ümmetler çabucak yıkılırlar ve böyle
zalimler
ümmet ve imamete layık olamazlar. Bütün bunlarla beraber az fakat
düzenli ve
güzel işlerle büyük büyük menfaatler elde etmenin bir yolu vardır. O
yol, doğru
ve hak yol olan sırat-ı müstakimdir. Yukarıdaki âyetlerde görüldüğü
gibi,
halef, selefin yaptıklarıyla övülüyor veya yeriliyor olduğu zaman dahi
bu övme
ve yermelerin yalnızca nesebe değil, iman ve İslâm yoluna uymaya, hak
yola
girip girmemeye bağlandığı dikkat çekicidir. Bu da yine onların kendi
çalışma
ve tercihleriyle olacak bir şeydir. Şu halde insanlar vaktiyle yaşamış
büyük
bir ümmetin nesli ve mensupları olmakla kendilerini kurtaramazlar ve
onlar gibi
büyük olamazlar. Onlar gibi büyük olabilmek için onlar gibi güzel işler
ve
büyük eserler yapmak zorundalar. Dahası var, sonradan gelenler, daha
öncekilerden daha çok güzel işler yaparlarsa büyüklükte onları da
geçerler.
İşte o zaman selefler ile haleflerin gelişme yarışından daha büyük ve
daha
mes'ut bir ümmet meydana gelir ve işte Hz. İbrahim buna dua etmiş,
Hâtemü'l-Enbiya Efendimiz de bu duayı tahakkuk ettirmek için ve onun
tasdiki
olarak gelmiştir. İşte bu zaman böyle bir büyük ümmeti meydana getirmek
ve
geniş bir doğru yol kurma ve teşkil etme zamanıdır. Bu iş sadece nesep
ve soy
davası güden, büyük bir soydan gelmekle övündükleri halde atalarının
gittiği
yoldan gitmeyenlerin kârı değildir. Hem eskilerin güzel yollarını
yıkmayıp
yaşatmalı, hem de o yolu daha da genişleterek ve daha güzel işler
yaparak,
cihanşümûl (dünya çapında) bir ana yol, bir sırat-ı müstakim (doğru
yol) haline
getirmeye çalışmalıdır ki, bunda sadece nesebin tesiri olmaz. Bütün
nesepler,
bütün hasepler dahil, bütün insanlığın istifadesi sağlanmış olur.
Bu
böyle iken:
135-
Yahudiler ve hıristiyanlar, herkese: "Siz
de yahudi ve hristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız." dediler.
Yahudiler
Yahudiliğe, Hıristiyanlar da Hıristiyanlığa davet edip durdular.
Bunlar, ikisi
bir araya gelmez iken, her biri kendi yoluna davet edip ihtilaf ve niza
çıkardılar, hem de bunun hidayet olduğunu iddia ettiler. İşte bundan
dolayı ya
Muhammed! Sen söyle de: Yahudi ve hıristiyan olmak değil, bilakis
hanif, yani
küfür ve şirkten arınmış, hakka ve tevhide yönelik olarak İbrahim
milleti
olalım, hep onun milletine uyalım, onun milletinden ve ehlinden olalım.
İbrahim
hanif idi, müşriklerden değildi. Kendisinden sonra gelen ve yukarıda
görüldüğü
üzere, birçok yönden müşriklere benzeyen yahudi ve hıristiyanlardan hiç
değildi. Lakin onlar geçmiş bir ümmet idi. "Biz onlardan nasıl
olalım?" derseniz, onun da kolayı vardır: Evvela geçmiş olması onların
arkasından gitmeye, onlara uymaya engel değildir. İkincisi, zaten siz o
geçmiş
ümmetin aynen kendisi değilsiniz, onu yenileyen, yeniden ihya eden,
daha da genişleten
ve İbrahim'in duasında onun isteğinin gayesi olan yeni ve büyük bir
ümmet,
müslim bir ümmet olunuz ki, bu ümmet İbrahim'in ümmetini de içine alan
daha
büyük bir toplum olmuş olsun.
136-Böyle
olmak için şöyle deyiniz: Biz, Allah'a,
bize inzal olunana; İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlarına inzal
olunana
aynı şekilde Musa'ya ve İsa'ya verilmiş olana ve bunlardan başka daha
ne kadar
peygamber gelmiş ise Rabları tarafından kendilerine verilmiş olana da
iman
ettik. Bunların hiçbirisinin arasında fark gözetmeyiz. Yahudi ve
hıristiyanların yaptığı gibi, bir kısmını tanıyıp, bir kısmını
tanımazlık
etmeyiz. Böyle söylemek "hepsinin derecesini eşit ve aynı biliriz"
demek değildir. "Hiç birini inkar etmeyiz, hepsinin peygamberliğini
kabul
ederiz, peygamberliklerine iman etme konusunda farklı bir tutum içine
girmeyiz." demektir. Şu halde önce Allah'ı, sonra kendi peygamberimizi,
daha sonra da onun, peygamberdir diye bize bildirdiği peygamberleri
tanırız. Ve
biz sadece Allah'a teslim olmuş ve bağımlıyız. İşte İslâm milleti,
böylesine
geniş ve bütün dinleri içine almış olan en mükemmel bir din ve muhteşem
bir
ümmettir.
137-
"İnandık deyiniz!" buyurulması, iman
konusunda kalb ile tasdikin yanında dil ile ikrarın da gerekliliğini
dile
getirmektedir. Rivayet olunuyor ki, bu âyet nazil olduğu zaman,
Resululah
yahudilerle hıristiyanlara, "Allah böyle emretti." diye söylemiş ve
bu âyeti okumuştu. Hz. İsa'nın isminin anılmasına gelince, yahudiler,
inkar
eyleyip, ona küfrettiler. Hıristiyanlar da "İsa diğer peygamberler gibi
değildir, o Allah'ın oğludur." dediler. Bunun üzerine şu âyet nazil
oldu:
Ey müminler, siz onlara söyleyiniz ve şöyle haber veriniz: Eğer
yahudiler ve
hıristiyanlar sizin iman ettiğiniz gibi iman ederlerse gerçekten ihtida
etmiş,
doğru yola girmiş, hak yolu tutmuş olurlar, aranızda birlik ve bütünlük
sağlanmış olur. Eğer yüz çevirirlerse onlar hakikaten şikak, yani
ihtilaf,
münakaşa, parçalanma ve didişme içindedirler, bölünüp parçalanmadan
kurtulamazlar, sürekli didişir dururlar, böyle olunca da ey Muhammed!
Bundan
sonra onların şerrine karşı Allah sana kâfidir. Biraz geciktirse bile
hiç
şüphesiz onların hakkından gelecektir. Ve O Allah Semî'dir, duanızı ve
her
söylediğinizi işitir; Alîm'dir, gizli niyetlerinize varıncaya kadar her
şeyinizi bilir ve ona göre hükmünü icra eder. Hakka ihlas ile
sarılmanın hükmü
felah (kurtuluş) ve zaferdir. Hakka karşı muhalefet ile direnmenin
hükmü de er
veya geç helâke uğramaktır.
138-Hıristiyanlar
çocuklarını "ma'mudiye"
dedikleri sarımtırak bir suya daldırırlar ve buna "ta'mid" yani
"vaftiz" derler. Bunun da bir temizleme olduğunu söylerler ve ne
zaman birisi çocuğunu vaftiz ederse, çocuk için, "İşte şimdi hakkıyla
Hıristiyan oldu." derler. Buna karşı Cenab-ı Allah, müslümanlara
buyuruyor
ki, siz böyle yukarıda anlatıldığı gibi tevhid ile, hiç fark
gözetmeksizin iman
ettiğinizi söyledikten sonra şunu da ekleyiniz ve deyiniz ki; biz,
Allah boyası
olan ve yaratılıştan gelen iman ile iman ettik, sudan imana, sun'î
(yapay)
boyaya tenezzül etmeyiz. Allah boyasına bakınız, Allah boyasına, zira
Allah'ın
boyasından daha güzel kimin boyası vardır? Maddiyatta, tabiatta ve
bütün
kâinatta, dikkat ediniz O'nun boyasından daha güzeli var mıdır?
Ağaçlara ve
otlara, bütün çiçeklere, bilhassa insanların simalarına ve göz
renklerine şöyle
bir göz atınız, onlardaki doğuştan boya ile insanların sonradan sürdüğü
sun'î
boyalar arasında kıymet ve güzellik bakımından ne kadar büyük fark
olduğunu
görürsünüz. Özellikle insan bedenlerine sürülen ve yaratılışı bozan
boyalar ne
kadar arızî, ne kadar çirkin ve mülevves şeylerdir. İşte maneviyatta,
din ve
ahlâkta da durum böyledir. Din fıtrî bir din, iman ilâhî bir iman,
temizlik
doğuştan bir temizlik, güzellik doğuştan bir güzelliktir. Sonradan elde
edilen
bütün temizlik ve güzellik, aslında doğuştan gelen güzellik ve
temizliğin
korunmasına yöneliktir, sonradan ona ârız olmuş birtakım pisliklerin
giderilmesine dönüktür. İnsanları bir paçavra boyar gibi, renkli bir
suya sokup
çıkarmakla elde edileceği sanılan iman, sudan bir imandır, çok temelsiz
bir
dindir. Bunun ne kıymeti var ki? İman ile dini bir boyaya benzetmek
gerekirse,
biz Allah boyası olan bir fıtrî iman ile ve Allah tarafından boyanmış
olmayı
üstün tutarız. Maddî ve manevi bütün temizlik çabalarımız ve
güzelliklerimiz
hep ilk oluştan, doğuştan gelen temelin muhafazasına yöneliktir. İslâm
dini ve
tevhid imanı, insanların Allah tarafından boyanmasıdır. İman en güzel
Allah
boyasıdır. Ve işte böylece biz ancak O'na ibadet ederiz, yalnızca O'na
kulluk
eyleriz. O'nun kulları, O'nun köleleriyiz. Diğer bütün peygamberlere
inanmamız,
O'nun gerçek peygamberleri olmalarından ve O'nun emirlerini
bildirmelerinden
dolayıdır. Yoksa biz onları ilâhlaştırıp tanrı yerine koymayız. Hele
hele
hıristiyanların Hz. İsa'ya yaptığı gibi, şirke sapmayız hatta kendi
peygamberimize
de tapmayız. Onun hakkında da "Şahitlik ederiz ki, Muhammed Allah'ın
kulu
ve Resulüdür." diyerek kelime-i şehadet getiririz. nazm-ı celîli de
yukarıdaki 'ya bağlı olarak âyetin sonuna kadar emrinin mekûlü kavlinde
dahildir. Aradaki âyeti ise cümle-i mu'tarıza, yani ara cümledir. Şu
halde ise
"Allah bizi boyadı." meâlinde nın mef'ul-i mutlakı mevkiinde
bulunmaktadır. Bununla beraber "iğrâ" (teşvik etme) babından olması
da caiz görülmüştür.
139-
ey Muhammed! Sen, o yahudi ve hıristiyanlara
şöyle söyle ve de ki: Siz, bize karşı Allah hakkında "Allah'ın hak dini
yahudilik veya hıristiyanlık'tır, şu halde cennete ancak bunlar
girebilecektir,
geliniz siz de Yahudi veya Hıristiyan olunuz ki, hidayet bulasınız."
diyerek münazara ve mücadele mi ediyorsunuz? Halbuki O Allah, hem
bizim, hem
sizin Rabbimizdir. Biz O'na iman ederken O'nun sizin de Rabbiniz
olduğunu inkar
etmeyiz. O halde bize karşı verdiğiniz bu mücadele ne kadar boş bir
mücadeledir. Bununla beraber bizim amellerimiz bizimdir, sizin
amelleriniz de
sizindir. Biz müslümanlar yukarıdaki imanımız gereğince başka din
sahiplerinin
kendi inançlarına göre yaptıkları dinî amellere karışmayız. Din ve
vicdan
hürriyetine riayet ederiz. Bu bakımdan İslâm toplumu, her toplumdan
daha geniş
görüşlüdür. Onun içinde semavî dinlerden her biri kendi halinde
yaşayabilir ve
yaşayabilmiştir. Allah Teâlâ hepimizin Rabbidir, ve O'nun katında her
birimiz
kendi yaptığımız amellerden sorumlu olacağız. Şu kadar var ki, biz O'na
ihlas
ile bağlıyız. Amellerimizde ancak O'na ihlas ile hareket ederiz. İhlas
ve
samimiyetimizi sunacak başka bir mabud veya birtakım aracılar
tanımayız. O'nun
rızasına uygun olmayan hususta, hatır gönül dinlemeyiz. İşte O'nun
huzuruna
amellerimizle giderken aramızdaki bu farkla gideceğiz ve ona göre hesap
vereceğiz ki, bu noktada ne kadar dikkat çekicidir.
140-141-Buna
karşı siz ne yüzle mücadele edebilirsiniz?
Ey yahudiler ve ey hıristiyanlar! Siz, İbrahim milletine tabi olmamak
ve
bizimle mücadele etmek için İbrahim, İsmail, İshak, Yakup ve torunlar
yani hep
bunlar, yahudi ve hıristiyan idiler mi diyorsunuz?
Nafi,
İbnü Kesir, Ebu Amr, Halef rivayetiyle Hamza ve Ebu Cafer, ayrıca Ravh
rivayetiyle Ya'kup "yâ" ile okurlar. Önceki okunuşa göre bu âyet
emrinin mekûlüne dahil, bu ikinci okunuş şekline göre ona nazir ve
doğrudan
doğruya peygamberi muhatap tutmaktadır. Ona göre mânâ "Ey Muhammed, o
yahudiler ve hristiyanlar böyle mi diyorlar? Bu peygamberlerin
kendilerinden
olduklarını mı iddia ediyorlar?" Sen onlara de ki; Söyleyin bakalım,
siz
mi daha iyi bilirsiniz, yoksa Allah mı? Elbette Allah daha iyi bilir.
Öyle
değil mi? Halbuki Allah öyle biliyor ve öyle şahitlik ediyor ki, o
peygamberler
ne yahudi idiler, ne de hıristiyan idiler. Daha önce yaşamış birer
geçmiş
ümmettirler. İbrahim hanif ve müslimdir ve müşriklerden de değildir.
Siz ise
kesin olan bu gerçeği bile bile inkar ediyor ve dile getirmiyorsunuz.
Ve
acaba kendince bilinen ve Allah tarafından sabit olmuş olan bir
şahitliği
yapmayıp inkar edenden daha zalim kim vardır? Zira doğru olan bir
şahitliği
yapmayıp, sus pus olmak ve ketûm (gizleyici) davranmak da en büyük
haksızlıktır, en büyük zulümlerden biridir. Ve Allah Teâlâ duasına
karşılık
İbrahim'e "Zalimler benim ahdime nail olamazlar." buyurmuştur. Siz
nasıl olur da hakkıyle uyulacak ve ardından gidilecek bir millet
olabilirsiniz?
Size uyanlar nasıl olur da hidayete erebilirler? Siz yoksa yaptığınız
zulüm ve
haksızlıklardan, bile bile şahitliği ketmetmenizden Allah'ı gafil mi
sanıyorsunuz? Allah, sizin yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan gafil
değildir. Bu vesileyle bir kerre daha işitiniz ve biliniz ki, hakikat
şudur:
Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onların kazandıkları onlara, sizin
kazandıklarınız size aittir. Siz onların yaptıklarından sorumlu
tutulmazsınız." Bunu iyi belleyin, bundan sonra halinizi ve
geleceğinizi
iyi düşünün ve bu çalışma ilkesine iyi riayet edin. Hz. Muhammed'in
peygamberliği ve imameti altında teşekkül eden ve bütün peygamberler
tarafından
önem verilmiş bulunan bu muazzam ümmete, bu tevhide bağlı olanların
birliğine siz
de dahil olmaya çalışın.
Tefsircilerin
açıklamasına göre, bu âyette başlıca birkaç tenbih (uyarma) vardır:
Birincisi:
Geçmiş ataların faziletlerini dile dolamakla kalınmamalıdır. Herkes
ameliyle
hesaba çekilecektir. Kendi yaptığından sorumlu tutulacaktır.
İkinci
olarak: geçmişlere farz kılınan hükümler, aynen onların soyuna da farz
kılınmak
nasıl garip karşılanacak bir olay değilse; değişik maslahatlara bağlı
olarak
Muhammed (s.a.v.)'in, insanları eski bir milletten yeni bir millete
geçirmesi
ve bunun için yeni bir şeriat getirmesi de mümkündür. Bu da inkar
edilmeye
çalışılmamalıdır. Yukarıdaki nesih âyetleri de bu imkanı dile
getirmektedir.
İşte "zamanın değişmesiyle hükümlerin de değişmesi" gerektiğine dair
fıkıh kaidesi de bu gibi âyetlerin çerçevesi içindedir. Hükümlerin
böyle
çeşitli sebep ve faydalarını bilmeye yarayan ilme "Fıkıh" denilir.
İslâm dininin böyle bir taraftan değişmez ilkelere, diğer taraftan
değişik
şartlara göre uygun düşen esnek kurallara dayanması, onun kıyamete
kadar ayakta
duracağını gösteren belli başlı özelliklerinden biridir. Bu sayede
insanlığın
hem ilerlemesi muhafaza olunur, hem de yıkıcı, buhranlı inkılâp ve
değişmelerden korunmuş olur.
Üçüncü
olarak: Peygamberlerin açtığı yola girmek isteyenlerin, öncekileri
doğru ve yanlışlarıyla
olduğu gibi ve körü körüne taklit etmeye uğraşmayıp, hak ve batılı
bizzat seçip
ayırdederek amel etmeleri lazım gelir. Çünkü "Siz onların
yaptıklarından
sorumlu değilsiniz." buyurulmuştur. Bu gibi önemli ilkeleri içine alan
bu
âyet, benzetmek gibi olmasın, sanki bir terci-i bend gibi ayrı ayrı
siyak ile
takrir edilmiş, bu takrir, sadece tekrardan ibaret kalmamıştır. Birinde
soya
bağlılık, diğerinde dine bağlılık açısından ele alınmıştır. Ayrıca
öncekinde
esbat yani torunlar, işaretine açıkça dahil olmadığı halde, sonrakinde
dahil
olmuştur. Ve bu suretle birinci cüz sona ererken, İslâm ruhunun birliği
ve
bütünlüğü sağlanmıştır ki, bundan sonraki cüzde İslâm'ın maddî ve
cismanî
birliğinin sağlanması demek olan Kıble meselesine geçilecek ve Muhammed
ümmetinin teşekkülüne ve onun özünde mevcut belli başlı özelliklerine
işaret
buyurulacaktır. Buraya kadar olan âyetleriyle Bakara Sûresi, Fâtiha
Sûresi'nin
" "e kadar olan birinci kısmına benzemektedir. Bundan sonra yeni bir
"sırat-ı müstakîm" (doğru yol) hidayetine başlanacaktır. Bunun için
buyuruluyor ki:
142-Kıble:
Esasen insanın herhangi bir tarafa
dönmesi ve yönelmesi halidir ki, Türkçe "yön" demektir. Dindeki
geleneksel anlamıyla namazda dönülen mekana isim ve terim olmuştur.
Cenab-ı
Hak kıblenin değiştirilmesine ve yeni bir sırat-ı müstakîm (doğru yol)
gösterilmesine ve bu şekilde yeni bir ümmetin oluşumuna işaret
buyururken, aynı
zamanda bazı kendini bilmezler tarafından bu konuda söylenecek cahilce
sözlerin
geçersizliğini de açıklamak için şöyle buyuruyor:
İnsanlar
içinden birtakım beyinsizler, hafif akıllı anlayışsızlar diyecekler ki;
bunları, yani Muhammed ve ümmetini, bulundukları kıblelerinden yani
Beyt-i
Makdis'den çeviren nedir? Bu söz, neshi inkar eden ve kıblenin
tahviline itiraz
etmek isteyen yahudiler veya münafıklar tarafından ileri sürülmüş, âyet
de
onlar hakkında inmiştir. Bu sûrenin baş tarafında, "Şunu muhakkak
biliniz
ki, asıl beyinsizler asıl budalalar onlardır." (Bakara, 2/13) âyetinin
hükmüne göre, bu âyetin münafıklar hakkında inmiş olması daha
münasiptir. Yani
bunlar böyle söylemiş ve söyleyeceklerdir. ey Muhammed! Sen o
beyinsizlere
şöyle söyle; doğu da, batı da Allah'ındır, yani gün doğusundan gün
batısına
kadar bütün yönleriyle yeryüzü Allah'ındır. Allah'ın hiçbir mekana
ihtiyacı
yok, kendisine özgü mekanı da yoktur. Bütün yönlerin sahibi olan Allah,
dilediği kimseyi yeni bir sırat-ı müstakime hidayet eder, başarılı
kılar.
Burada doğrudan doğruya Fatiha Sûresi'ndeki duasına açık bir bağlantı,
ince bir
cevap var.
Birincisi:
Burada "sırat-ı müstakim"in nekire oluşu, yani "el" harf-i
tarifiyle belirlenmeyişi, bu yolun büyüklüğüne ve yeniliğine bir
işarettir ki,
istenilenden daha güzel, öteden beri gidilenin ve bilinenin dışında,
bambaşka
ve daha fazla nimet ve saadete elverişli, daha kolay selamete götüren,
yani
gazap ve sapıklıktan uzak bulunan bir doğru yol demek olur.
İkincisi:
Bu sırat-ı müstakime hidayet, bu yola girebilmek, sırf ilâhî iradeye
bağlanmıştır. Yaratılışta ilâhî iradeye bağlı olmayan hiçbir şey
bulunmadığı
halde, bunun burada böyle özellikle vurgulanması, böyle bir sırat-ı
müstakimi
ihsan etmesi ve ona kulların girebilmeleri hususunda, daha önceden
kulların
herhangi bir istek ve gayretleri bulunmadığına ve bunun Allah
tarafından bir
ihsan ve ikram olduğuna tenbih içindir. Yolu açan Allah olduğu gibi, o
yola
girecek olanları seçen de Allah'dır. Ayrıca burada çalışma kanununun
bir yönüne
ve ilâhî iradenin çalışmanın başlangıcından da önce olduğuna işaret
vardır.
Çalışma meselelerinde de ilâhî irade ve dileme, kulların istek ve
iradelerine
göre tecelli eder. Burada olduğu gibi, tamamiyle vehbî (Allah vergisi)
olan
hususlarda ise kulun çalışması, ilâhî irade ve dilemeyi takip eder.
Hasılı
Cenab-ı Hak, her şeye maliktir ve dilediği kulunu, sırf kendi irade ve
dileğiyle peygamber yapar, ona büsbütün yeni bir din ve şeriat ihsan
eder. Bu
hususta onu engelleyecek hiçbir kuvvet yoktur, peygamberlik de bir
çalışma işi
değildir ve bu iş "Kazandığı iyilikler kendi lehine, kazandığı
kötülükler
de kendi aleyhinedir." (Bakara, 2/286) ilkesinin çerçevesi dışında
kalan
bir iştir. Söz konusu ilke bu ihsandan sonra geçerlik kazanır.
Kudretiyle yeni
bir peygamber ve yeni bir din gönderebilen Allah'ın, kıblenin
değişmesini
emretmesine itiraz edebilmek için hiçbir sebep yoktur.
143-Cenab-ı
Hak, Resulü Muhammed'e bu hidayeti
bahşetmiştir. Ve ey Muhammed ümmeti! Sizi işte böyle bir doğru yola
hidayet
etmek suretiyle Biz sizi vasat (orta), merkez ve her tarafı denk,
mu'tedil,
uyumlu, ılımlı ve hayırlı bir ümmet yaptık. ki siz diğer insanlar
üzerine sözlü
olarak veya fiilen veya halen adil bir şahit ve örnek alınacak kimseler
olasınız.
Şühedâ:
Şehîd'in çoğuludur, şehîd şehadet masdarından "fâil" anlamına
"feîl" veya "mef'ûl" olarak şahit ve meşhud mânâsınadır.
Kendi geleneğimizde "şehid", "meşhûd bilcenne" yani
cennetlik olduğuna şahitlik edilen kişi demektir. Ancak burada kelime
"şâhid" mânâsınadır. Şahit bir gerçeği ispat konusunda şahitliğine,
yani bilgisine ve görüşüne dayanarak verdiği habere başvurulan
verilecek hükme
delil niteliğinde olan kimsedir ki, bundan istifade edilerek, ıstılahta
herhangi bir genel yargıyı ispat için başvurulan delil veya tanığa da
şahit
denilir. Şer'an, kendisinin başkası aleyhinde bir hakkı bulunduğunu
haber verme
ve talep etmeye dava, başkasının kendi üzerinde hakkı olduğunu haber
verme ve
beyan etmeye ikrar denildiği gibi, bir başkasının bir başkası
üzerindeki
hakkını açıklama ve haber vermeye de şehadet (şahitlik) denilir. Şu
halde
şahit, davacı ile davalı arasında ortada, tarafsız, adil ve yalnızca
gerçeği
söyleyen, sözü dinlenir ve sözüne itibar edilir bir kimse demektir.
Bundan
dolayı da gerek hareket ve davranışları bakımından, gerek diğer halleri
bakımından örnek alınan kimselere de "şahit" denilir: "Bu
böyledir, çünkü filan böyle söyledi, filan iş böyle yapılmalıdır, çünkü
filan
böyle yapıyor." tarzında herhangi bir konuda kesin hüküm için senet
kabul
edilen kişiler de hep şahit hükmündedirler ki, bunlar en büyük insanlar
demektir. İşte Cenab-ı Allah, Muhammed ümmetini insanlar arasında böyle
hakşinas, doğru sözlü, adil, dürüst ve iyi ahlâk sahibi, ilim ve irfan
ile
seçkin, şahitlik yapmaya layık, merkezî bir cazibeyi ve imameti haiz,
önder bir
cemaat yapmak ve tam mânâsıyle adil ve hakim bir ümmet teşkil etmek
için, Hz.
Muhammed Mustafa'nın gölgesinde ve çevresinde insanları yeni bir
sırat-ı
müstakime hidayet buyurmuştur. Diğer kavimler arasında İslâm ümmetinin,
bu
vazifelerini unutmaması icab edecektir. Müslümanlar şuna buna uyuntu
olmayıp,
başka milletlere nümûne-i imtisal (örnek) ve merci olması gerekecektir.
Bunu
temin eden sırat-ı müstakim vehbî (Allah vergisi) olduğu halde, onun
üzerinde
bu noktadan yürümek kulun veya kulların çalışmasına bağlı olan bir
iştir. Ve
bunu elde eden, bu saydığımız özellikleri kazanmış olan ümmetin icmaı
(toplanması)
da hak bir delil, gerçek bir şahit olur. Gerçekte bu şartlar altında
yürüyen
müslümanlar ve özellikle Ashab-ı kiram, yeryüzündeki bütün kavimlerin
teveccüh
ve güvenini kazanan bir merkez olarak hak konusunda önderliği haiz bir
büyük
ümmet olmuşlardı. Ey müslümanlar! Siz, işte böylece insanlar üzerine
şahit
olasınız, bu Resul de sizin üzerinize şahit ve sizin için uyulacak,
ardına
düşülecek bir önder olsun. "Gerçekten de Allah Resulü'nde sizin için
güzel
bir örnek vardır." (Ahzab, 33/21) âyetinin delalet ve işaret ettiği
gibi,
siz onu, söz ve davranışlarınızda, oturup kalkışınızda kendinize şahit
tutar,
imam ve önder kabul eder; bir örnek, bir nümûne-i imtisal edinirseniz
ve onun
getirdiği sırat-ı müstakim üzerinde giderseniz bütün insanlar sizin
arkanızdan
gelir ve sizi cemaatınızla birlikte kendisine imam tanır, hakkın açığa
çıkması
için size ve sözünüze başvururlardı. Bunun için icmâ-ı ümmetin delil
olması,
her şeyden önce ümmetin kitaba ve sünnete uygun yaşamasına bağlıdır.
Böyle
yapmayanlar gerçek bir ümmet olamazlar. Aksine başka ümmetlerin, başka
milletlerin arkasına düşmeye mecbur kalır, onlara tabi olur, uydu
olmaya mahkum
olurlar. Hürriyetleri de ellerinden gider, esir milletler durumuna
düşerler.
Bir hadis-i şerifte rivayet olunmuştur ki:
"Ahirette,
diğer ümmetlerin hepsi, kendi peygamberlerinin tebliğlerini inkar
edecekler.
Cenab-ı Hak, muhakeme icabı, o peygamberlerden tebliğ ettiklerine dair
belge
isteyecek, nihayet Muhammed ümmeti huzura getirilecek ve onlar şahitlik
edecekler. Diğer ümmetler, siz bunları nereden biliyorsunuz?
diyecekler.
Muhammed ümmeti de: Bunu bize Allah, kitabı ile ve gönderdiği hak
Peygamber'in
diliyle bildirdi." diye cevap verecekler. Bunun üzerine Hz. Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz getirilecek, kendisinden ümmeti sorulacak, tezkiye
edilmeleri istenecek, o da ümmetinin adaletine ve doğru söylediğine
şehadet
edecek ve onları açıkça tezkiye edecektir".
Peygamber
Efendimiz Mekke'de iken Kâbe'ye dönerek namaz kılardı. Medine'ye
hicretten
sonra Kudüs'e doğru namaz kılmaya başlamıştı ki, bunda oradaki
Yahudileri
İslâm'a ısındırma çabası ve maksadı bulunduğu söylenebilir. Bunun
hakkında
buyuruluyor ki: âyetteki "kıble" "Ce'alnâ" fiilinin
mukaddem olan ikinci mef'ûlüdür, "elleti" ise birinci mef'ûlüdür,
kıblenin sıfatı sanılmamalıdır. Yani, senin vaktiyle üzerinde
bulunduğun
Kâbe'yi yine sana kıble yapmışız, başka bir şey değil, ancak peygambere
ittiba
edip, ona uyanları, geldiği izden geri dönüp gidecek ve irtidat edecek
olanlardan seçip ayırmak, çirkin ile güzeli, yani iyi ile kötüyü
birbirinden
ayırdetmek ve bu suretle her birinin halini açığa çıkarmak, Benim
bildiğim şeyi
sizlerin de bilmesini sağlamak içindir. Böyle olmasa idi, onları
yalnızca Ben
bilirdim, siz bilemezdiniz, ayırdedemezdiniz.
Peygamber
Efendimiz, Medine'ye gelip Beyt-i Makdis'e doğru namaz kılmaya
başlayınca, bu
iş Araplar'ın gücüne gitti. Daha sonra tekrar Kâbe'ye dönülerek namaz
kılınması
emir buyurulduğu zaman Araplar sevindi, yahudilerin gücüne gitti:
Yahudiler,
"Bu ne iş böyle, kâh buraya, kâh oraya? Bunda kesinlik ve kararlılık
olsa
böyle olur mu?" diye İslâm'dan çıkıp dinden çıkanlar oldu. Münafıklar,
ipe
sapa gelmez sözlerle müslümanlar arasına şüphe ve fitne sokmaya
çalıştılar.
Müslümanlardan bazıları, "Vefat eden arkadaşlarımızın kıldıkları
namazlar
ne olacak?" diye telaş ve endişeye kapıldılar. İşte bütün bunlara karşı
ve
daha doğrusu, kıblenin değişmesinden önce bu gibi hallerin
olabileceğine işaret
etmek üzere bu âyetler inmiştir. İşte bu meselede birçok bakımdan
deneme
vardır. gerçi bu hal, bu deneme büyük ve ağır bir şeydir, ancak
Allah'ın
hidayet ihsan ettiği, imanda sebat için irade nasip eylediği kimselere
ağır
gelmez, onlara Allah'ın hiçbir emri ağır gelmez. Şunu da iyi biliniz
ki, Allah,
sizin imanda sebatınızı ve imanınızın eser ve alâmeti olarak kıldığınız
namazlarınızı ve iyiliklerinizi hiç yok etmez, kaybolmasına izin
vermez. Şu
halde kıble değişmiş olunca bundan evvel kıldığınız namazlar ve vefat
eden
kardeşlerinizin namazları Allah katında zayi olmaz, kaybolup gitmez.
Çünkü
Allah kesinlikle insanlara karşı pek şefkatli ve pek merhametlidir. Ne
onların
ecirlerini zayi eder, ne de iyiliklerine olmayan ve işlerine yaramayan
bir emir
gönderir.
Sizin
şefkat ve merhamet, kayırma ve kollama namına bildiğiniz şeylerin
bütünüyle
kaynağı O'ndadır. O'nun nesihle ilgili emirleri, sizin zararınıza
olacak
şekilde öncesine geçerli olmaz. Her emir kendi süresi içinde
geçerlidir. Bu
kural, zamanımızda, "Kanun makabline şamil olmaz, meğer ki hafifletici
özelliği olsun." şeklinde ifade olunan bir hukuk ilkesidir.
Nafî,
İbnü Kesîr, İbnü Âmir, Hafs kırâetlerinde hemzenin meddi ile "raûf"
şeklinde okunur. Diğerlerinde medsiz olarak okunur, lakin mânâ aynıdır.
144-İşte
Allah böyle bir Allah'dır. Ve size bu
şekilde bir sırat-ı müstakim verecek ve sabit bir kıble gösterecektir.
Hz.
Peygamber, yukarıdan beri devam edip gelen bu işaretler üzerine artık
kıblenin
değişmesiyle ilgili vahiy emrinin gelmesini bekleyip duruyordu. Adeta
semadan
Cibril'in yolunu gözlüyor ve atası İbrahim aleyhisselâmın kıblesi olan
Kâ'be'ye
yönelmek için Allah'a dua ediyordu. Nihayet şu âyetler nazil oldu: Ey
Muhammed!
Biz senin yüzünün sık sık semada dönüp durduğunu görüyoruz, artık seni,
pek
memnun olacağın bir kıbleye kesinlikle çevireceğiz. Şu halde sen hemen
yüzünü
doğruca Mescid-i Haram'ın şatrına çevir. Yani, Kâ'be tarafına çevir. Bu
suretle
eski kıble kaldırılmış ve istikbal-i kıble (kıbleye dönme) farz olmuş
oldu.
Yüzün dosdoğru olarak kıbleye çevrilmesi, bedenin ön tarafından
tamamiyle
yönelmesi demek olduğu aşikardır. Şu halde yüzün ve bedenin Kâ'be'den
başka bir
tarafa dönmesi namazı bozar. Fakat uzakta bulunanlar için bizzat
Kâ'be'ye
isabet de şart değildir. İşte bundan dolayıdır ki, bizzat "Kâ'be"
denilmeyip, "Mescid-i Haram'ın şatrına" buyurulmuştur. Mescid-i Haram
ise Kâ'be'nin kendisi değil, çevresindeki Harem-i şeriftir. Ve burada
savaş,
kavga ve her türlü saldırı yasak bulunduğu ve tam bir güvenlik hedef
tutulduğu
için ona "haram" veya "harem" denilmiştir.
Şatr:
Bir şeyin yarısı veya en önemli parçası, veyahut bir yanı mânâlarına
gelir.
Kâ'be, Mescid-i Haram'ın tam ortasında bulunduğu için, yarısı Kâ'be'nin
yarısında son bulur. Ve bundan dolayı Mu'tezile bilginlerinden Cübbâî
ve Kâdî
Abdülcebbâr, namazda Kâ'be'nin yarısına isabet şart olduğuna, bir
kenarına
dönmenin yeterli olmadığına kâil olmuşlardır. Fakat gerek sahabeden,
gerek
tabiînden ve gerekse daha sonraki devir müfessirlerinden hepsi
(cumhur),
uzaktan Mescid-i Haram'ın bulunduğu tarafa yönelmenin yeterli olduğunu
ve ancak
Mekke'de ve Mescid-i Haram'ın içinde Kâ'be'nin herhangi bir tarafına
isabetle
yönelmenin gerekli olduğunu açıklamışlardır ki, buna göre çıkacak sonuç
şudur:
Mümkün olduğu kadar Kâ'be tarafına demek olur. Yani şatr, doğrudan
doğruya
Kâ'be'yi, "Mescid-i Haram" da Kâ'be semtini ifade eder. Bu meselenin
ayrıntılı olarak açıklaması, fıkıh kitaplarının "istikbal-i kıble"
bahsine aittir.
Berâ
b. Âzib hazretlerinden rivayet olunuyor ki, Resul-i Ekrem Efendimiz
Medine'ye
gelmiş ve onaltı ay "Beyt-i Makdis" tarafına namaz kılmış idi. Daha
sonra namazda Kâ'be'ye dönmesi emredildi. Bu Kıble'nin çevrilmesi
olayı, Bedir
Gazası'ndan iki ay önce Recep ayı içinde öğleyin güneşin zevalinden
sonra
meydana geldi. Resulullah, Beni Seleme mescidinde ashabı ile birlikte
öğle
namazını kılarken âyet geldi. Kılmakta olduğu öğle namazının ilk iki
rek'atini
Mescid-i Aksa, son iki rek'atini Mescid-i Haram tarafına kıldığı, hatta
Peygamberimizin yer değiştirip Kıblenin değiştiğini bildirmesiyle
erkeklerle
kadınların da yer değiştirip birbirlerinin yerini aldıkları ve bundan
dolayı o
mescide "Mescidü'l-Kıbleteyn" adı verildiği dahi zikredilmiştir.
Derhal etrafa haberler gitmiş, Kuba mescidinde dahi halka namazda iken
biri
gelmiş "Resulullah Kâ'be'ye çevrildi!.." diye bağırmış olduğu da
rivayetler arasındadır.
Kıblenin
çevrilmesi hakkında yukarıda "Doğu da, batı da Allah'ındır. Nereye
dönerseniz Allah'ın yüzü (zatı) oradadır." (Bakara, 2/115) âyetiyle
başlayıp, devam eden işaretler bu âyet ile son ve kesin şeklini
almıştır. Artık
namazda Kâ'be'ye yönelmek farz olarak kesinlik kazanmıştır. Bunun için
bazı din
âlimleri nâsih (neshedici) olan âyetin bu âyeti olduğuna kâni olmuş
iseler de
doğrusu çoğunluğun dediği gibi neshedici iş bu "Yüzünü Mescid-i
Haram'ın
şatrına dön!" emridir. Cenab-ı Hak, bizzat Resulünü böyle bir emirle
taltif buyurduktan sonra, diğer yerlerde yaşayan diğer müslümanlara da
ayrıca
buyuruyor ki; ve her nerede bulunursanız, yani nerede namaz kılarsanız,
yüzlerinizi onun tarafına çeviriniz, yani Kâ'be'nin bulunduğu tarafa
yöneliniz.
Demek ki, namaz kılmak için bir mescit gibi belli ve özel bir yerde
bulunmak
şart değildir, muhakkak bir mescitte namaz kılmak farz değildir. Fakat
belli
bir kıble olarak Mescid-i Haram'a doğru, Kâ'be tarafına doğru dönmek
herkese
farzdır. Ancak düşman korkusu gibi zaruri bir mazeret karşısında buna
imkan
bulunmadığı hallerde ve zamanlarda, buna yakın herhangi bir yöne dönmek
yine
yeterli olur. İşte "Nereye dönerseniz dönün, Allah'ın yüzü oradadır."
âyetinin gerçek mânâsı da budur. Yani âyet kıbleye yönelmenin çeşitli
sebeplerden dolayı mümkün olmadığı veya kıblenin hangi yönde olduğu
kestirilemediği istisnaî ve ârizî haller için geçerlidir. Bu da İslâm
ümmetine
Allah'ın ayrıca bir lütfu ve kolaylığıdır.
Şimdi
kıblenin böyle Kâ'be'ye döndürülmesine diğer Kitap ehli ne diyecektir?
Daha
önce kendilerine kitap verilmiş olanlar, yani yahudiler ve
hıristiyanlar
kesinlikle bilirler ki, bu çevirme emri Rableri tarafından gelmiş olan
hak bir
emirdir. Onlar içinde her ne kadar "hangi şey, hangi sebep onları
kıblelerinden çevirdi?" şeklinde ileri geri konuşmak isteyen
beyinsizler
takımı bulunsa da kitaba hakkiyle inanan ve ona aşina olanlar bu gibi
hükümlerde Allah tarafından birtakım nesih ve tebdillerin
yapılabileceğine
cevaz verirler ve hatta bunun bir ilâhî sünnet ve gelenek olduğunu,
ayrıca
Kâ'be'nin vaktiyle İbrahim aleyhisselâmın da kıblesi olduğunu bilirler.
Ve
Allah, onların amellerinden, ne yaptıklarından, ne yapmak
istediklerinden gafil
değildir, yani cezalarını verecektir. Şu halde bu cümle, Kitap ehli
hakkında
açık bir korkutma, bir ihtar ve uyarıdır. İbni Âmir, Hamza, Kisâî, Ebu
Cafer ve
Ravh kırâetlerinde "tâ" ile okunur. Bu okunuşa göre, Allah hiç
birinizin amellerinden gafil değildir, demek olup müminler hakkında
müjde,
kâfirler hakkında ise korkutma ve tehdit mânâsı taşır.
145-
Ey Muhammed! Vallahi sen o inatçı Kitap ehline
her âyeti, her türlü mucize ve delili de getirsen, gerçeği isbat için
bütün
belgeleri gözler önüne sersen onlar senin kıblene tabi olmazlar. Sen
onlara
aklî ve naklî âyet ve delillerin en açığını gösterdin, akıl ve
hikmetten, eski
zamanlardan bahsettin ve bilhassa İbrahim kıssası ile Kâ'be'nin şerefi
hakkında
bilgiler verdin. Bütün bunları anlamak istemeyenler, hiçbir delili
dikkat
nazarına almazlar ve şu halde senin tabi olduğun kıbleye uymazlar,
zaten sen de
onların kıblesine tabi olmazsın. Bundan başka onlar birbirlerinin
kıblesine de
tabi olmazlar. Çünkü yahudiler 'ya, hıristiyanlar da gün doğusuna
dönerler.
Onların birbirleriyle uyum sağlamaları ihtimali de yoktur. Vallahi,
sen, bu
yahudilerle hıristiyanların batıl üzere gittiklerini bildiren ve sana
gelen
bunca ilimden sonra, farz-ı muhal, kalkar da onların arzu ve
heveslerine,
hakkın emrine aykırı olan keyfî gidişlerine ve arzularına uyacak
olursan o
takdirde iyi bil ki, sen de muhakkak o zalimler güruhundan olursun.
İşte o
zaman sen de Allah'ın ahdine nail olamaz, insanlara imam olup ümmet
teşkil
edemezsin. Şu halde senin onlara uymaya kalkman, Allah'ın verdiği
hükümle sana
yasak ve muhaldir.
Ey
iman ehli! Siz, onların ne kadar zalim olduklarını bilir misiniz?
146-
Bizim kendilerine kitap verdiğimiz, kitabı
okumak nasib ettiğimiz o Kitap ehlinin âlimleri O Peygamber'i bilmez
değillerdir, O'nu tanırlar. O'nun O peygamber olduğunu tıpkı oğullarını
tanıdıkları gibi tanırlar, bilirler. ve bunların bir kısmı hiç şüphesiz
bile
bile gerçeği gizlerler.
Burada
peygambere hitap zamiri ile, "seni tanırlar "buyurulmayıp da gâibe
iltifat (dönmek) ile, "O peygamberi tanırlar" buyurulmasında birkaç
ince nükte vardır.
Birincisi:
Bu âyet, Cenab-ı Allah tarafından gâibe hitap suretiyle, tarafsız bir
şahitliği
ifade eder.
İkincisi:
Tevrat'ta, Hz. Musa'ya benzer bir peygamber, diye vasıfları anlatılmış
bulunduğu için öteden beri kitap ehli tarafından Hatemü'l-Enbiya
(Peygamberlerin sonuncusu), ahd ifade eden "lâm" ile
"en-Nebiy" Yani "O peygamber" diye anılırdı, böyle tanınırdı.
"O" dedikleri zaman bunu anlarlardı. Ancak onun Hz. Muhammed olduğunu
gösterecek bir belgeye, kesin bir delile ihtiyaç vardı. Hz. Muhammed'in
getirdiği açıklayıcı âyetler ve apaçık mucizelerle bu da hakkıyle temin
edilmişti. Bunların karşısında özellikle o zamanki Kitap ehlinin
âlimlerinin
hiçbir şekilde şüphe ve tereddüdü kalmamıştı. Bunu, çocuklarını
bildikleri gibi
kesin bir şekilde biliyorlardı. Nitekim Hz. Ömer, Abdullah b. Selam
hazretlerine bunu sorduğu zaman:
"Ben
onu oğlumu bildiğimden daha iyi bilirim. Çünkü onda hiçbir şüphe ve
tereddüde
yer yoktur. Fakat çocuklarıma gelince, ne bileyim, belki anneleri
hıyanet etmiş
olabilir." demişti.
Bunun
üzerine Hz. Ömer de yukarıda adı geçen zatın başını öpmüştü.
İşte
"O'nu tanırlar" buyurulmasında bu tanıma nüktesine ve "O peygamber"
ünvanına büyük bir işaret vardır.
Bu
âyet, özellikle şunu da isbat ediyor ki, sadece bilmek, sırf kalbe ait
olan
ilim ve marifet, iman için yeterli değildir. Şer'î iman için itaat ve
boyun
eğmek, bundan başka gerçeği gizlemeyip açıktan ikrar ve itiraf etmek de
lazımdır.
İmanın
kökü, kalbe ait bir nitelik olmakla beraber onun geçerli bir iman
olması, o
kökün, zorunlu bir engel bulunmadıkça açıktan ortaya çıkıp yayılmasına
bağlıdır. Kitap ehlinin âlimleri O peygamberi, kalben pek iyi
tanıdıkları halde
mümin olamamışlar, aksine bile bile gerçeği gizlediklerinden halktan
daha fazla
yerilen ve ayıplanan inatçı kâfirlerden olmuşlardır.
Ey
peygamberliği bu kadar sabit ve delillere dayandırılmış olan yüce
Peygamber:
147-Ey
Muhammed! O hak emir, Rabbindendir. diğer bir
ifadeyle hak, Allah'tan gelendir. Öyle ise sakın sen, şüphecilerden
olma ve
onların nefsânî arzularını gözeterek, aldığın emri hemen yerine
getirmekten
geri durma. Şüphe yoktur ki, bu hitabın peygambere yöneltilmesi, bütün
ümmetini
karşı koymaktan şiddetle sakındırmak ve özellikle kıble işini bir daha
takviye
etmek içindir. Gerçekten, bir din, bir millet, bir ümmet için kıble
meselesinin
pek büyük bir önemi vardır. Çünkü vücutta ruh ile bedenin derin bir
kaynaşması
vardır. Maddi bir görünüm arz edemeyen ruhaniyetin hiçbir hükmü yoktur.
Ruhun
en büyük özelliği, birlik olduğu ve aynı zamanda her kalb ve vicdanın
ruhânî
duygusu sırf kendine ait bulunduğu için, maddî bir görünüm içerisinde
birleşmeyen ruhlar arasında bir birlik bağı ortaya çıkamaz. Buna göre
sadece
ruhî birlik üzerine kurulan bir sosyal ruh, tasviri faydasız ve belki
de
imkansızdır. Birbirine benzer ruhlu fertler arasında ruhî birliğin
varlığı,
aralarında bir maddî birliğin görünmesiyle bilinir. Böylece ruh
vücuttan, vücut
ruhtan katmerli bir yakınlaşma ile kuvvet kazanır ve sosyal ruh bu
sayede
teşekkül eder, ümmet bununla meydana gelir. Bunun için kıble, bir
ümmetin
ruhanî birliğine kefil olacak ilk maddi görünümü temin eder ve kıblesiz
bir
ümmet olamaz.
148-Gerçekte
Ümmetlerden veya kavimlerden her
birinin bir yönü vardır ki o ona yönelir. İbrahim milletine tabi olmak
ve
böylece en büyük ve orta yolu tutan muazzam ve seçkin bir ümmet olmak
isteyenlerin yönü de, en eski olmakla bilinen, en geniş birlik yönü
olmaya
layık olan ve İbrahim'in kıblesi bulunan Kâ'be'dir. Bu büyük ümmet buna
yönelmelidir, bu herkesin yönelişine uygun gelir.
Yeryüzündeki
kavimlerden her birinin de buna yönelecek bir tarafı, bir yönü vardır.
Mesela:
Kuzey halkı, Kâ'be'nin kuzey tarafına, güney halkı güney tarafına, doğu
halkı
doğu tarafına, batı halkı batısına ve aradakiler aradan bir yöne
yönelirler.
Hepsinin yönleri farklı olmakla beraber yine tamamı, bir Kâ'be
etrafında
toplanmış olur.
Kâ'be
alttan, üstten göğe kadar bir merkez ve çepeçevre ona yönelen
yeryüzünün
sakinleri, onun etrafında sıra sıra birer yuvarlak saf teşkil ederek,
tek
düzen, tek ümit ve tek hedefli büyük bir cemaat teşkil edebilirler.
Öyle
ise sizden her biriniz kendi yönüne yönelerek hayırlar yapmakta
yarışınız. Çünkü
kıbleden maksat da böyle düzenli bir beraberlikle hayır yarışına
girişmektir.
Siz
bunu biliniz de, diğer din mensuplarından daha fazla hayır yapınız,
onları
geçiniz, çeşitli yönlerde, başka başka beldelerde bulunduğunuzdan
dolayı
aranızda sosyal birlik yoktur, sanmayınız. Çünkü: Her nerede olursanız
olunuz,
Allah hepinizi bir araya getirir.
Bir
kıbleye yönelmeniz sayesinde, yön farklılığına rağmen hepiniz bir
cemaat olur,
hepiniz Mescid-i Haram içinde namaz kılıyor gibi düzenli bir sosyal
cemaat hali
elde edersiniz ve mükâfatınızı da o şekilde alırsınız. Böyle şey olur
mu?
demeyin. Çünkü: Allah her şeye kâdir olduğu gibi sizi böyle toplamaya
ve
mükâfatınızı vermeye de kâdirdir. Durum ikâmet halinde böyledir, sefer
haline
gelince:
149-
Ve herhangi bir beldeden yola çıkarsan, namazda
yine yüzünü Mescid-i Haram yönüne çevir. Yine ikamet halindeki gibi
Kâ'be
tarafına yönel. Ve bu emir her halde Rabbinden gelen haktır ve hikmete
uygundur. Allah sizin yaptıklarınızdan asla habersiz değildir.
Gerek
ikamet halinde ve gerekse yolculukta olsun, bu emre ister uygun
bulunsun ister
bulunmasın yaptıklarınızdan hiçbiri mükâfatsız veya cezasız kalmaz.
Ebu
Amr kırâetinde "Onların yaptıklarından" şeklinde okunur ki İslâm'a
muhalif olanlar hakkında bir uyarıdır.
150-Kıble
meselesi, çok önemli ve kıblenin değişmesi
büyük bir iş ve özellikle bunun içine aldığı nesih konusu, şeytanların
fitne ve
fesat için aldatmaya bahane ve fırsat edinebilecekleri çok ince bir
meseledir.
Bundan dolayı Kıble hakkındaki bu emirler, aşağıda geleceği üzere bir
daha
tekrar edilerek pekiştirilecek ve bununla beraber içine aldığı bazı
hikmetler
de açıklanmak suretiyle bu pekiştirme ayrıca müstakil bir mânâyı da
ifade
edecektir. Şöyle ki:
Ey
Muhammed! Her nerede olursa olsun, uzağa veya yakına, gerek harb ve
gerekse
diğer bir maksad için yolculuğa çıksan da: Namazda yüzünüzü Mescid-i
Haram
tarafına çevir. Ve ey müminler! siz yeryüzünün bölgelerinden herhangi
bir yerde
gerek ikamet halinde ve gerekse yolcu olarak bulunursanız, hepiniz
namazda
yüzünüzü Kâbe tarafına çeviriniz. ki insanların aleyhinizde hakkıyle
tutunabileceği hiçbir delil kalmasın. Yani kıblenin değişmesi emrinin
sizin
anlayabileceğiniz başlıca iki hikmeti vardır:
Birincisi;
bu emir, Kitap ehli ve müşrikler gibi size karşı olan bayağı insanlar
tarafından aleyhinizde kullanmaya uygun hiçbir delil bırakmamak
içindir. Çünkü
geçmiş kitaplara göre vaad edilen son peygamberin vasıfları arasında
kıbleyi
Kâ'be'ye çevireceği hakkında deliller veya işaretler vardır. Bu
cümleden olarak
İbrahim kıssasında nakledildiği üzere Eski Atik'ten Kitabü'l-Eş'iya'da
Mekke'nin geleceğini anlatan âyetler buna açıkça işaret etmektedir.
Bu
sebeple Kitap ehli "Son Peygamber'in kıblesi Mekke'de olacaktı.
Muhammed
ve Ashabı ise hala Beyt-i Makdis'e (Mescid-i Aksa'ya) duruyorlar." diye
şüphe edebililirler ve bunu naklî bir delil olarak ortaya atabilirler.
Sonra
İbrahim'in kıblesine muhalefet, "İbrahim milleti" davasıyla uygun
düşmemektedir. Bunu da müşrikler aklî bir delil olarak gerçekten ortaya
getirebilirler.
İşte
kıblenin değişmesi emrinde önce size karşı böyle aklî ve naklî bakımdan
haklı
olabilecek delilleri büsbütün kaldırmak ve hasımlarınıza aleyhinizde
hiçbir
delil bırakmamak hikmeti vardır. Bundan sonra onların hiç biri böyle
bir itiraz
ileri süremez, ağızları kapanır. Ancak o insanlar içinden zulmü adet
edinmiş
olan haksızlar başka. Onlar hüccet, delil aramadan ağızlarına geleni
söylerler.
Haklı bir itirafa imkanları olmadığı halde bu gibi zalimlerin ağzı
durmaz.
Fakat böyle belgesiz, delilsiz ve sırf haksız sözlerin de hiç kıymeti
yoktur.
Bundan
dolayı siz onların hiç birinden korkmayınız da, benden korkunuz ve
benim emrime
karşı gelmekten sakınınız. İşte kıbleyi değiştirme emri, insanlara
aleyhinizde
öyle bir itiraz delili bırakmamak içindir.
İkincisi;
Size nimetimi tamamlamam içindir ki, bu sayede hidayete ermeyi ve doğru
yolda
sapasağlam gidip, arzu edilen hedefe ulaşmayı kuvvetle ümit
edebilesiniz.
Asıl
nimet, doğru yola ulaşmaktı. Kıble işi de bu doğru yoldandır. Nimeti
tamamlamak
ise, bir nimetin eksik tarafı bırakılmayıp, mümkün olan olgunluğuna
erdirmek,
demek olduğundan bu nimetin tamamlanması da o yoldan doğruca gidip,
kurtuluş
gayesine ermektir.
151-
Hz. Ali "Nimetin tamamlanması, İslâm
üzerine ölmektir." buyurmuş ve "Nimetin tamamlanması, cennete
girmektir." diye de bir haberde varid olmuştur. Bu nimeti tamamlama
lütfu
şuna benzer:
Nitekim
sizin içinizden, yani İbrahim ve İsmail'in soyu içinde sizden, yani siz
insanlar cinsinden seçkin ve büyük bir peygamber gönderdik. İnsan
cinsinin yine
beşer olarak bir peygambere kavuşması ne büyük bir nimettir!
Şüphe
yok ki Allah'ın kullarına göndereceği elçi, sadık yaratıklarından biri
olacaktır. Zira Allah ile kulları arasında vasıta olacak, mahluk
olmayan
birtakım tâlî mabutlar düşünmek imkansızdır, batıldır. Bundan dolayı
Allah'ın
insanlara gönderdiği peygamber, insandan başka diğer yaratıklardan biri
olsaydı, insanlık adına büyük bir şeref olmaz ve genel toplum için o
kadar
istifadeye uygun bulunmazdı.
İnsana
yine içlerinden "Ben de ancak sizin gibi bir insanım." (Kehf, 18/110)
diyen bir peygamber göndermesi, insan cinsinin, Allah Teâlâ'ya doğrudan
doğruya
yaklaşmasına, Âdem kıssasında açıklanan halifeliğine en büyük delil
olan sonsuz
bir şereftir. O peygamberin içinde yetiştiği kavim için de bu şeref,
elbette
daha kuvvetli ve daha katmerlidir.
Hem
öyle bir peygamber ki Size, bizim ebedi bir mucize olan âyetlerimizi
okuyor.
Bunlar, o gelip geçici mucizeler gibi gelip geçici nimetler cinsinden
değildir.
Bunlarla her zaman buna karşı çıkanlar cevap veremez hale getirilir ve
susturulur. Şüpheler ortadan kaldırılır, olaylar tahlil olunur. Birçok
ilimler
elde edilir, bunlar güzel güzel okunur, ibadetler yapılır, güzel
ahlâkın en
büyük ve en kapsamlı ilkelerine erilir. ve sizi her türlü şirk ve
günahtan,
insanlığın yüceliğini lekeleyecek maddi ve manevi çirkinliklerden,
pisliklerden
temizleyecek hakkın temiz, pak adaletli bir şahidi haline getirecek ve
çoğaltıp
düzenleyecek bir hayata sevkediyor. Hem size bütün filozoflara ders
verecek
kitap ve hikmet öğretiyor, okuma-yazma bilmezken size kitap ve yazı
belletiyor.
Her türlü hikmeti içine alan hukuk ilmi ve şartlarını, kanun koymadaki
hikmeti,
yüksek ahlâkı, toplumun sırlarını, insanlığın menfaatini, dünya ve
ahiret
ilmini, kâinat nizamında geçerli ve hükümran olan kanunları ve ilâhî
sünnetin
sonucunu, bunların tatbik ve uygulama şeklini sözlü ve fiilî sünneti
ile
öğretiyor. ve size hiç bilmediğiniz, akıl ve düşünce ile bilme imkanını
bulamayacağınız şeyleri, gayba ait sırları ve ahiretle ilgili durumları
vahy
ile bilip öğretiyor. Öğretiyor da sizi dünyanın üstadı, cihanın hakimi
olacak
ve bütün insanların örnek alacakları, orta yolu tutan bir ümmet teşkil
edecek
bir hale getiriyor.
İşte
biz, ilâhlık şanımızla size İbrahim'in duasında olduğu üzere böyle bir
peygamber gönderdiğimiz gibi, kıblenizi değiştirip tesbit etmek
suretiyle de
size olan nimetimi tamamlamak için bu hak emri verdim.
"Muhammed
(s.a.v.) insanlığa ne getirdi?" diye sorulacak olursa, bu âyeti okumak
yeterlidir. Hz. Muhammed'in peygamber olarak gönderilişinde gerek dünya
ve
gerekse ahiretle ilgili böyle büyük bir nimeti tamamlama vardır.
152-Şunu
da bilmek gerekir ki, Kâ'be'nin kıble
yapılması da dünya ve ahirette buna benzer bir nimeti tamamlamak için
bir
sebeptir. O orta yolu tutan büyük ümmet bu sayede teşekkül edecek ve
büyük
kurtuluş bununla başlayacaktır. Bunun için size şimdi iki vazife
vardır:
Birincisi:
Beni zikrediniz, layıkıyle anınız ki, ben de sizi bana layık bir anışla
anayım,
imdad ve yardımımı devam ettireyim.
İkincisi:
Bana şükrediniz, nimetlerime karşı kalble veya dille, yahut bedenle, ya
da
hepsiyle birden bana saygı gösterin, benim emirlerime itaat edip,
nimetlerimi
yerine harcamak sûretiyle onlardan yararlanın. İnkar ve isyanla bana
küfür ve
nimetlerime karşı nankörlük etmeyiniz, hasılı unutkan ve nankör
olmayınız.
Zikir
de şükür gibi ya dille, ya kalble veya bedenle olur.
Dil
ile zikir, Allah Teâlâ'yı en güzel isimleriyle anmak, hamd etmek,
tesbih ve
tenzih etmek, Kitab'ını okumak ve dua etmektir.
Kalb
ile zikir, gönülden anmaktır ki, başlıca üç çeşittir:
1-
Allah'ın varlığını gösteren delilleri düşünmek, şüpheleri atarak
Allah'ın isim
ve sıfatlarını tefekkür etmek (düşünmek)tir.
2-
Allah'ın koyduğu hükümleri, kulluk vazifelerimizi, yani Allah'ın
bildirdiği
sorumlulukları, onlarla ilgili hükümleri, emir ve yasakları, Allah'ın
vaadini,
tehdidini ve bunların delillerini düşünmektir.
3-
Maddi ve manevi varlıkları, bunlardaki yaratılış sırlarını seyredip
düşünmekle
zerrenin kutsal âleme bir ayna olduğunu görmektir. Bu aynaya, gereği
gibi
bakanların gözüne, o güzellik ve büyüklük âleminin nurları yansır. Bir
anlık
hisle bundan alınacak olan müşahede zevkinin bir göz kırpacak kadar
süren
parıltısı bile dünyalara değer. Bu zikir makamının hiç sonu yoktur. Bu
noktada
insan kendinden ve dünyadan geçer, bütün hisleri hakka bağlanır. Hatta
zikirden
ve zikr edenden bir isim ve eser kalmaz da, hissedilen yalnız
zikredilenden
ibaret olur. Gerçi bu makamın sözünü edenler çoktur, fakat buna
erenlerin sözle
alakası yoktur.
Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz: "Benim Allah ile bir vaktim vardır ki o vakitte
bana
ne mukarreb bir melek ne de gönderilmiş bir peygamber hiçbiri
yanaşamaz."
buyurmuştur.
Bedenle
zikir: Bedenin organlarından her birinin görevli bulundukları vazife
ile meşgul
ve dopdolu olması, kendilerine yasaklanan şeylerden boş ve uzak
bulunmasıdır.
Şükür
de bu mertebelerden her biriyle yerine getirilir. Ancak bunların şükür
olması
için, şükreden kimsenin, kendisine ulaşmış olan nimeti hissetmesi ve
bunları o
nimete karşılık bir saygı vazifesi olarak yapması şarttır. Zikir ise,
nimetin
ulaşmasına bağlı olmaksızın genel olarak bir muhabbetin, bir olgun
aşkın
eseridir.
Şu
halde şükrün, zikre atıf yoluyla bağlanması, esasen "atfü'l-hâs
ale'l-âm" özel bir şeyi daha genel olana atfedip bağlama demektir.
Fakat
her ikisi de nimet kaydından sonra söylenmiş bulunduğundan burada
tefsire ait
bir atıf cinsinden olur. Böyle olmaması için şükrün, örfî şükür
mânâsına
yorumlanması daha uygundur ki, o da ulaşan nimetlerin hepsini,
yaratılış gayesine
uygun olarak harcamaktır.
Buna
göre her ilerleme adımında zikir başlangıç, şükür bir sonuçtur. Sonsuz
yolculukta bunlar peşi peşine birbirlerine girift olarak giderler.
Allah
Teâlâ, bu zikir çeşitlerinden hangisiyle zikredilirse, o da ona layık
bir şekilde
kendisini zikreden kimseyi, zikredip anacaktır. Bu noktayı anlatmak
için, bu
âyet çeşitli tabirlerle açıklanmıştır. Bu cümleden olarak:
1-
Beni, bana itaatla zikrediniz, ben de sizi rahmetimle zikredeyim.
2-
Beni dua ile zikrediniz, ben de sizi duanızı kabul ve ihsanla
zikredeyim. Yani
"Bana dua ediniz ki, duanızı kabul edeyim." (Ğâfir, 40/60).
3-
Beni övgü ve itaatla zikrediniz, ben de sizi övgü ve nimetle
zikredeyim.
4-
Beni dünyada zikrediniz, ben de sizi ahirette zikredeyim.
5-
Beni gizli yerlerde zikrediniz, ben de sizi sahralarda zikredeyim.
6-
Beni refahınız, rahatınız zamanında zikrediniz, ben de sizi bela ve
musibete
uğradığınız zaman zikredeyim.
7-
Beni ibadetle zikrediniz, ben de sizi yardımla zikredeyim.
8-
Beni, benim yolumda cihadla zikrediniz, ben de sizi hidayetimle
zikredeyim.
9-
Beni doğruluk ve samimiyetle zikrediniz, ben de sizi kurtuluş ve size
tahsis
ettiğim şeyleri artırmakla zikredeyim.
10-
Beni önceden ilâhlığımı kabul ile zikrediniz, ben de sizi sonunda
rahmet ve
kulluğa kabul ile zikredeyim.
Kısaca
kulluğun başı zikir, sonu ise şükürdür. "Onların dualarının sonu
âlemlerin
Rabbi olan Allah'a hamdolsun." (Yunus, 10/10) demektir.
İşte
Cenab-ı Hak bütün kullarını özet olarak başlangıcı ve sonucu içine alan
bu iki
vazife ile görevlendirmiştir. Bu görevler, güzel bir şekilde yerine
getirildikçe o nimet de uluşacağı yere ulaşarak tamamlanacaktır. Fakat
zikir,
marifet ve bilgi ile; şükür de nimet ile uyum içinde olacaktır. Halbuki
Allah'ın mahiyetini hakkiyle bilmek, O'nu kendisi gibi bilmek demek
olacağından
bu, fani âlemde kullar için mümkün değildir. "Seni gerçek mahiyetinle
bilip tanıyamadık."
Bunun
gibi Allah'ın nimetleri sonsuzdur. Mesela bir nefeste içli dışlı iki
nimet
vardır. Demek ki, sadece her nefeste iki şükür vaciptir. Bu durumda
şükrü
hakkıyle eda etmek de mümkün değildir. "Sana layık olduğun şekilde
kulluk
yapamadık."
Demek
ki bu ilâhî hitap karşısında ilk duyulan şey acizlik ve yaratıcının
kudretine
teslim olma arzusudur. Gerçekten iman ve İslâm'ın başı bu anlayıştır.
En güzel
zikir de "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." kelime-i tevhididir.
Bu
tevhidin ve teslimiyetin gereği de, bu acizlik içinde kendini, Allah'ın
emirlerinin tek yürütme vasıtası bilerek, yöneltilen vazifeyi en güzel
bir
şekilde ve azami derecede yerine getirmek için yalnız Allah'tan yardım
dileyip
en iyi şekilde gayret sarf etmektir. İşte bu, şükrün kendisidir. Yani
yüklenen
sorumluluk imkan ve kabiliyet şartına bağlanmıştır. Fakat o kabiliyet,
Allah'ın
bir yardımı olduğu için onun da işin aslında bir sınırı ve sonu yoktur.
Bundan
dolayı kul, Allah'ını zikirle O'ndan yardım diler ve kendine verilen
kabiliyeti
sarf eder. O kabiliyet, ona yapacağı işle beraber Allah'ın dilediği
kadar
gelir. İşte İslâm, o acizlikten, bu sonsuz kudret ve kabiliyete
intikaldir.
Şu
halde her mümin: "Beni zikrediniz!" emri karşısında acizliğini
hissederek önce "Ancak sana kulluk eder ve ancak senden yardım
dileriz." (Fâtiha, 1/4) şeklindeki kesin sözünü hatırlayacak ve buna
şükretmek için Allah'tan yardım dileyecektir. Bunun için bütün iman
ehline
hitaben buyuruluyor ki:
153-
Ey iman şerefi ile yükselmiş olan tüm iman
ehli! Siz herhalde, Size vaad edilmiş olan olgunluk gayesine ermek için
her
şeyden önce sabır ve namazla yardım isteyiniz.
Önce
sabır ve kararlılığa alışınız, nimetlerin kendilerine göre zahmetleri
de
vardır. Allah'ın bütün nimetlerine, hele sonsuz nimetlerin tamamına
anahtar
olan iman ve İslâm nimetine şükretmek ve özellikle bunu "ihsan"
mertebesinde eda edebilmek elbette kolay değildir. Siz bu girip
yüreyeceğiniz
yolda ebedi bir gayeye yürüyeceksiniz. Yürürken imtihanlar geçirecek,
biri
içte, diğeri dışta iki büyük düşmanla çarpışacaksınız.
Bir
taraftan nefislerinizin heves ve arzusu, diğer taraftan kâfirlerin, hak
düşmanlarının hücum ve eziyetleri ile uğraşacaksınız. Bunlara karşılık
vermek
ve kendinizi savunmak için cihada ve savaşa mecbur olacaksınız. Bazı
zahmetler
ve meşakkatler göreceksiniz.
Ruhen
ve bedenen nefsinizi terbiye etmezseniz, sabır ve tahammüle, kararlı ve
metin
olmaya alışamazsınız, Allah'ın yardımının ilk sebeplerinden birini
kaybetmiş
olursunuz, tehlikeye uğrarsınız. En ufak bir sıkıntı, bir acı
karşısında
korkmaya, sızlanmaya başlarsınız. Ümitsizliğe ve gevşekliğe düşersiniz.
Şunu
biliniz ki sabır, her başarının başıdır.
İmandan
sonra takip edilecek yolun başı sabır, ahlâkın başı sabır, ilmin başı
sabır,
amelin başı sabır, kısaca varlık âlemini tanımanın başı sabırdır.
Sabırsızlık;
ivmek ve bir anda her şeyi istemektir. Halbuki yaratıklar, zamana bağlı
olup,
terbiye kanununa tâbidirler. Zaman ise peşpeşe gitmek, yavaş yavaş
olmak
demektir. Bunun için yaratıkların tam başarıya ulaşmaları derece derece
bir
silsile takip eder. Bu da sabra bağlıdır. Her şeyi bir anda istemek,
hiçbir şey
istememektir. Hatta yaşamak, sabretmektir. Âlimler sabrı iki kısma
ayırırlar:
1-
Kötü şeylerin acısına sabır ve tahammül ile güzel sonuçlarını beklemek,
2-
Çabucak gelecek olan lezzetten ve şehvetten uzak durmada sabırla,
onların kötü
sonuçlarından sakınmaktır.
Bunların
biri olumlu, diğeri olumsuz şekilde bir sabırdır. Birincisi, acı
ilaçlarla
tedavi gibi vazifeye atılmak; ikincisi, zehirli tatlılardan sakınmak
gibi
zararlı şeylerden kaçınmaktır.
Bununla
beraber bazı durumlar vardır ki, orada sabır kötüdür, meşrû değildir.
Öyle
durumlarda hızla savunmak için hayatı feda etmek daha çok tercih edilir
ve
belki de vâcib olur.
Bu
âyetteki kelimesinin "elif lâmı"ahd-i hâricî olmak üzere burada
sabrın çeşitlerinden oruc veya cihadın kastedildiği nakledilmektedir.
Fakat
muhakkik (araştırmacı) âlimlerin tercihine göre "lâm" cins içindir.
Oruç ve cihad ile beraber diğer sabır çeşitlerini de içine alır. Kısaca
ahlâkta, imandan sonra sabır, ilâhî yardımın ilk celbedilme yoludur.
Namaz
da böyledir. Ruhun düzelmesinin, bedenin intizama girmesinin, sabır ve
vakarın,
ruhî ve bedenî her vazifenin, dünya ve ahiretle ilgili her olgunluğun
düzenleyicisi olan, gerek kişisel ve gerekse sosyal her özelliği içine
alan ve
ümmet teşkilatının en birinci ve en esaslı belirtisi bulunan namaz,
imanın en
büyük güçlendiricisi, bütün ibadetlerin ve amellerin başıdır.
Müminlerin
miracı, âlemlerin Rabbine beden ve candan durumlarını arz etmek
suretiyle
niyazları, kısaca zikir ve şükrü içine alan bir ibadet olduğu için,
ilâhî
yardımın en önde gelen ve en yakın celbedilme yoludur.
Kıblenin
taşıdığı önem de ilk önce bunun içindir. Bu sebeple namaz, sabır gibi
sade bir
vasıta değil, aynı zamanda Allah'a bir kavuşma olmak üzere en büyük bir
zevk
gayesidir. Bu sayede Allah'tan başka tüm mâsiva (varlık âlemi)dan
çıkılır,
acılar, kederler silinir. Kul ile mabud buluşma meclisinde beraber
olur.
Bunun
içindir ki Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Namaz göz aydınlığım
kılındı." buyurmuş, en büyük zevk ve sevincin namazda hasıl olduğunu
göstermiştir.
Yukarıda
kıblenin önemi hakkında gelmiş olan âyet-i kerimeler, onun konusu olan
namazın
Allah katında taşıdığı kutsal kıymeti anlatmış bulunduğundan burada
yalnız
sabrın kıymetini bildirmek için buyuruluyor ki: Şüphe yok ki Allah,
sabredenlerle
beraberdir. O'nun en güzel isimlerinden biri de "Sabûr" ism-i
şerifidir. Her kimde sabır varsa onda Allah'ın kudretinden bir tecelli
kokusu
vardır. Hele bu sabırlı kimseler bir araya gelip bir cemaat olurlarsa
her halde
Allah'ın yardımına ererler. Allah onların daima dostu ve velisidir.
Dualarına,
isteklerine cevap vermek için Allah'ın yardımı daima onların yanlarında
dolaşır. Bu beraberliği göstermeyen, gizleyen şey ise o sabırlı
kimselerin
dağınık bulunmalarıdır.
Yakınlık
ve beraberlik ifade eden "ma'a" kelimesi çoğunlukla kendisine tabi
olunanın başına gelir. Buna göre; "Allah sabredenlerin
beraberindedir." buyurulmasında Allah'ın, kullarına şeref
bahşetmesindeki
yüceliği gösteren büyük bir incelik vardır.
Ebussuud,
bu inceliğin açıklamasında demiştir ki: "Çünkü, sabırlı olmaya
gerçekten
girişenler, sabırlı kimselerin cemaatidir. Bu bakımdan bunlar,
kendilerine
uyulan kimseler olarak gösterilmiş oluyorlar..." Yani bu beraberlik,
çalışıp elde edilecek şeylerde Allah'ın iradesinin, kulların iradesinin
arkasından geldiğini ifade etmektedir. Böyle olunca Allah'ın "Rahîm"
(çok merhamet edici) sıfatının hükmü olan bu ilâhî şerefi bahşetmenin,
kullar
hakkında ne büyük bir lütuf olduğunu inceden inceye düşünmek gerekir.
Sabır
meselesinin bütün anahtarı bu noktadadır. Şunda da şüphe edilmemelidir
ki,
Allah'ın kullarına bu şerefi bahş etmesi, Onun iradesine bağlı bir
lütuftur.
İşte
ey müminler! Bunu bilerek zikir ve şükür yolunda sabırla yardım
dileyiniz. Bu
konuda Allah'ın düşmanlarıyla, malla canla cihada ihtiyaç duyarsanız
onu da
yapınız. Bu uğurda kaybınız bulunursa onların acılarına, ayrılıklarına
da
katlanınız.
154-
Sakın böyle Allah yolunda öldürülmüş olanlara
"ölüler" demeyiniz. Onları gerçekten ölmüş zannetmeyiniz. Bununla son
derece acı duyup, telaş ve ümitsizliğe düşmeyiniz. Hayır, onlar ölü
değil,
diridirler. Hem gerçek hayatla diridirler. Fakat siz duymazsınız,
onların
hayatını hissetmezsiniz. O hayat, bu dünyadaki zâhirî duyularla
hissedilecek
bir hayat değildir. O, ruhanî bir hayat, daha doğrusu gerçek bir
hayattır ki,
akılla bile tam olarak idrak edilemez. Ancak kesin bilgiye dayanan bir
hisle
idrak edilir ve hisle bilinir.
Şehitler
hakkında böyle daha birçok âyetler gelecektir. Hasan-ı Basrî (rh.a)
hazretlerinden rivayet edilmiştir ki: "Şehitler Allah katında
diridirler.
Rızıkları ruhlarına sunulur da kendilerine rahatlık ve ferahlık gelir.
Nitekim
Firavun ailesine de sabah akşam ateş gösterilir de kendilerine bu acı
ve elem
gelir".
Bu
nakil, şehitler hakkında Âl-i İmrân sûresindeki "Allah yolunda
öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis onlar Rableri yanında
diridirler.
Allah'ın lütfundan rızıklanırlar. Onlar, Allah'ın lütfundan kendilerine
verdiği
şeylerle sevinirler. Arkalarından kendilerine yetişememiş olanlara,
kendileri
için hiçbir korku olmadığını ve üzülmeyeceklerini müjdelemek isterler."
(Âl-i İmran, 3/169-170) âyetiyle gelecektir. Ğâfir sûresinde de Firavun
ailesinin durumu, "Onlar sabah akşam ateşe sürülürler. Kıyamet koptuğu
gün
de: Firavun ailesini o azabın en şiddetlisine sokun, denecektir."
(Ğâfir,
40/46) âyetiyle anlatılmıştır.
Bu
âyette ruhların başlı başına ayakta duran ve hissedilen beden
cevherinden başka
birer özü bulunduğuna ve bunun ölümden sonra duyarlı bir halde
kaldığına, yani
ruhun bâki oluşu meselesine bir işaret vardır. Sahabenin ve tâbiînin
(Allah
hepsinden razı olsun) çoğunluğunun görüşleri budur. Buna işaret eden
daha
birçok âyet ve hadis vardır. O halde burada bunun şehitlere tahsisi,
makamlarının
Allah
yanında yüksekliğini bildirmek içindir. Bununla beraber İslâm'da ahiret
meselesi, bundan ibaret değildir. Bunu daha fazla açıklayıp
tamamlayacak olan,
öldükten sonra dirilme, yeniden yaratılış ve benzeri şeyler vardır ki,
sırası
geldikçe açıklanacaktır. Burada henüz ölümü takip eden kabir ve "Berzah
âlemi" meselesine işaret buyurulmuştur.
Bu
âyetin, on dörde ulaşan Bedir şehitleri hakkında indiğine dair bir
görüş
vardır. Fakat kıblenin değiştirilmesinden sonra ve Bedir savaşından
önce bir
hazırlama olması daha çok düşünülür.
155-Kısaca,
ey iman edenler! Sabır ve namazla yardım
isteyiniz. Çünkü Biz, peygambere tabi olup, olmayanı seçmek ve o nimeti
tamamlamak üzere sizi korkudan, açlıktan, mallar, canlar ve ürünlerin
eksikliğinden az bir şeye uğratacağız ve böyle bazı sıkıntılarla
imtihan
edeceğiz.
Ahirette:
"Onlar için hiçbir korku yoktur ve onlar üzülmeyeceklerdir." (Âl-i
İmrân, 3/170) sırrına ermeniz için dünyada biraz bu sıkıntıları
tadacaksınız.
Düşmanların hücumu korkusu, kıtlık ve darlıktan dolayı açlık, savaş ve
savaş
masrafları dolayısıyle mal ve can eksikliği, kazanç ve evlat eksikliği
cinsinden herhalde biraz birşey ile imtihan edileceksiniz.
Bu
mutlak ifade içinde bu âyet, İslâm dininde farz kılınacak olan bazı
hükümlere
ve sorumluluklara bile işaret etmektedir. Korku Allah korkusuna, açlık
Ramazan
orucuna, mal eksikliği zekata, can eksikliği cihada, şehitliğe ve
hastalığa;
ürün eksikliği, evlat eksikliği kazanç zayiine işarettir.
156-Bu
acı ve sıkıntıların her birinden böyle biraz
çekmekle mükellef bulunmak, bunların tam ve genel bir şekilde herkesi
içine
almasına engel olacak ve ahirette büyük büyük nimetlere ulaştıracaktır.
"Ey Muhammed! Sen sabredenleri ise müjdele. o sabredenleri ki
kendilerine
bir musibet dokunduğu vakit, yani "mümine eziyet verecek her şey, onun
için bir musibettir." hadis-i şerifi gereğince eziyet verecek herhangi
bir
zarara uğradıkları zaman: "İnnâ lillâhi ve innâ ileyhi râciûn"
derler. "Biz, her halde Allah'ınız ve mutlaka O'na dönüp varacağız."
diye Allah'a teslim olduklarını arz edip teselli bulmuş olarak
sabrederler.
Bunu yalnız dil ile değil, yaratma ve yaratılma gayesini düşünerek
bütün kalb
ile söylerler.
"
Biz Allah'ınız" demekte malı, canı, her şeyi Allah'a teslim ve Allah'ın
mülkü olan her şeyde, hatta canlarımızda ve bedenlerimizde bile
dilediği gibi
yönetim hakkı olduğunu ve acı tatlı O'nun hiçbir tasarrufuna itirazın
caiz
olmayacağını itiraf ile Allah'ın dilediğini yapmasına, kaza ve kadere
razı
olduğunu açıklama vardır. Bu makam, pek büyük bir makamdır. Bu makamı
kazanan
nefse: "Nefs-i râdıye: Allah'ın emrine râzı olmuş nefis" denir.
demekte ise: "Biz dönüp dolaşıp sonunda mutlaka Allah'a döneceğiz.
Başlangıçta yok iken Allah'tan geldiğimiz gibi sonuçta da yine O'na
varacağız." diye görünürde olsun eğreti varlığımızın ölümle sona erip
helak olmasına ve bununla beraber gayenin mutlak bir yokluk olmayıp,
tamamen
buluşma olduğuna iman ve bu imanla Allah yanında kendisinden razı
olunma
ümidini açığa vurma vardır. Bu makama: "Nefs-i mardiyye kendisinden
razı
olunan nefis" makamı denir.
Bu
ise, isteklerin sonu ve mertebelerin en üstünü olan en büyük rızadır.
Lezzetlerin en büyüğü de rıza lezzetidir. İnsanın nefsi önce "nefs-i
emmare: Kötülüğü emreden nefis" iken, dini bilgi ve Hz. Muhammed'in
ahlâkı
olan büyük ahlâk ile ilerleyip gelişerek ikincide "nefs-i levvâme:
Kötülüğünden dolayı kendini kınayan nefis", üçüncüde "nefs-i
mutmeinne: Kötülükten temizlenerek Allah'a yaklaşıp huzura eren nefis",
dördüncüde "nefs-i râdiye: Kendisine sonsuz nimetler bahşeden Rabbinden
razı olan nefis", beşincide "nefs-i mardiyye: Allah'ın kendisinden
razı ve hoşnut olduğu makbul nefis" olur ki, Fecr sûresindeki: "Ey
huzur içinde olan nefis! Sen Rabbinden razı, o da senden razı olarak
Rabbine
dön." (Fecr, 89/27-28) şeklindeki ilâhî hitap, bunun beyanıdır. Bu
dönüşün, bir yere ve bir yöne intikal suretiyle olmadığı ortadadır.
Çünkü Allah
Teâlâ yön ve mekandan münezzehtir. Bundan dolayı burada üç mânâya
ihtimal
vardır:
1-
Bu, nefsimiz hakkında bir son bulma ikrarından kinâyedir.
2-
Bâki (sonsuz) olma ikrarıdır.
3-
Bir yönden yok olmayı, bir yönden ebedî kalmayı ikrardır.
Bizce
doğrusu, bu üçüncüsüdür. Çünkü bu, hepimizin zatının sona ermesi ile
Allah'ın
baki olmasını ikrar etmektir.
Biz
vaktiyle dış âlemde nasıl yoktuk da Allah'ın bilgisinde var idiysek,
yine onun
gibi yok olacağız ve olduğumuz gibi yalnız Allah'ın bilgisinde ve sırf
O'nun
hükmünde mevcut kalacağız. Bu, bizim bizdeki varlığımız olmayacak,
bizim Allah
yanındaki varlığımız olacaktır.
Ancak
dünyaya gelirken yaratılıştaki mizacımızla gelmiş, henüz bir işe
karışmamış,
yapacağımızı yapmamıştık. Giderken ise iyi veya kötü kazanacağımızı
kazanmış,
iyilik veya kötülük namına neyimiz varsa hepsini omuzumuza almış,
sorumluluğu
yüklenmiş olarak gideceğiz. Kısaca zatımız, Allah'ın ilmiyle,
varlığımız
Allah'ın varlığı ile, bâki kalmamız da Allah'ın bâki oluşu ile var
olur.
Allah'ın varlığı ise ezelî ve ebedîdir. Bundan dolayı, Allah'a dönüş,
bu
şekilde O'nun lütfuna veya kahrına ermiş olarak bakâbillâh demektir.
Râzî
diyor ki: "Bu dönüş ahirete işarettir. Biz dünyada iken az çok kendimiz
veya başkaları da menfaat ve zararımıza görünürde sahip bulunuyorduk.
Gittiğimiz zaman bunlara hiç kimsenin hükmü geçmeyecek, sahih olan
görüşe göre
üzerimizde yalnız Allah'ın hükmü geçerli olacaktır."
Bu
itibarla Allah'a dönüşümüz, öldükten sonra bütün durumlarımızda yalnız
Allah'ın
hakim olması ve Allah'ın, hükümlerde kendisine başvurulacak merci
olması
demektir. İşte bunun üzerine yeniden yaratma ile öldükten sonra
dirilme, haşir
(kıyamet günü insanların bir araya toplanması) ve neşr (kıyamet günü
insanların
yeniden dirilmesi), ahirete ait diğer hükümler gerekecektir. Halbuki
buradaki
dönüş ölümden sonra ve tekrar dirilmeden önceki durumları da içine
alır. Buna
bazıları, "rûhun baki oluşu" adını vermiş, dönüşü, ahireti onunla
açıklamak istemiştir. Fakat ruhun baki oluşu, deyiminin de şahsa ait
bir
bakilik şüphesi vardır. Dönüşte ise şahsın fani olduğunu itiraf
gizlidir. Bunun
için Allah'a dönüş meselesinde ruhun ebediliğinden başka bir mânâ
vardır.
Bunda, bir zaman olup, ruhun da faniliğe gideceğine dair bir itiraf yok
değildir. Bedenimizin yok oluşundan sonra uzun zaman ruhumuzla
kalabileceğimiz
kabul edilmiş olmakla beraber büyük kıyamet gibi bir gün gelip,
ruhlarımızın da
yok olacağı "Allah'ın zatından başka her şey yok olacaktır." (Kasas,
28/88) âyeti gereğince, zatımızın yok oluşu her yönüyle
gerçekleşecektir. Ancak
Allah katında bilinen gerçek varlığımız hiç bir şekilde kaybolmayıp,
işin
aslında her türlü hükme tabi olabileceğimiz ve sonunda ebedî bir
varlığa
kavuşma ile Allah'ın cemalini görebileceğimiz de anlaşılıyor.
Eğer
Allah yanında bilinen gerçek varlığımız, ruhumuz veya bedenimiz yahut
da her
ikisi demek ise, bunlardan biriyle; yok eğer bunların ötesinde birşey
ise o
şekilde bir ebediliğe kavuşacağız. Bu ebedilik de gerçekten bizim kendi
kendimize bir ebediliğimiz demek olmayıp, ancak Allah'ın ebedi oluşu
ile mümkün
olan bir ebedilik olacaktır.
Bunun
için bizim tabiî denebilecek olan zatımızın gereği yokluk iken,
hakkımızda
takdir edilen nasibimiz, bakâbillah yoluyla Allah'ın kahrına veya
lütfuna kavuşmaktır.
En yüksek hedef ve en büyük rıza işte bu ebedî lütuftur. Fennin,
sebeplerin
bâkî oluşu konusundaki büyük kanununda, bu mânâ sabit demektir.
Maddeler ve
küçük kuvvetler, hepsi sebebe bağlıdırlar. Bundan dolayı hepsi silinir,
yalnız
her şeyin sebebi olan Allah zatı ve sıfatları ile sonsuz kudreti ile
bâki
kalır. Allah'ın bâkiliğinde, o silinen maddelerin ve fani güçlerin
mahiyetleri
ve şahsi belirtileri Allah'ın bilgisi olmak üzere tamamen muhafaza
edilerek,
ilmî varlıkla sabit ve bâki kalırlar. Yine her türlü hükme konu
olabilecek bir
gerçek varlığa sahip bulunurlar. İşte ahiret hayatının zamanı, bu
Allah'ın bâki
oluşu ve Allah'ın bilgisinde bâki olmaktır.
Bu
şekilde bakâbillâha, bakâ-i Rûhanî (Ruhun bâki ve ebedî olması)
tabirini
kullanan filozoflar, Allah'ın gerçek mahiyetini ruh, insan ruhunun da
Allah'ın
gerçek varlığındanmış gibi düşündüklerinden dolayı, ahiretin aslını
ruhun bâki
kalması olarak tasavvur etmişler ve gerçeği karmakarışık hale
getirmişlerdir.
Gerçi ruh, Allah'ın emri olan bir sırdır. Ruhun bâki oluşu, dinen kötü
sayılacak bir şey de değildir. Fakat bizim, ebedî olarak, ruhumuzun
bâki oluşu
ile bâki olmamıza hükmetmek, bize bir şahsî bâkilik isnad etmektir. Bu
da
zatımızın fani oluşunu unutmaktır. Bu ise ilk sebebi, Allah Teâlâ'yı
unutmaktır.
Şunu
bilmelidir ki Allah'ın gerçek mahiyeti, ruhun ve cismin ötesinde bir
teklik
mertebesindedir. Ruhu, Rabbin emri olmakla beraber Rab emrine hakimdir.
"Allah emri üzerine galip ve hakimdir." (Yûsuf, 12/21). Bunun
unutulmaması gerekir. Bundan dolayı bizim varlığımızın ve bâki
oluşumuzun
dayanağı ve binası, Allah'ın varlığı ve bâki oluşudur. Biz kendi bâki
oluşumuzla değil, Allah'ın bâki oluşu ile bâki olabileceğiz. Gerçek
diri olup,
her şeyi yöneten O'dur. "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na
döneceğiz" ifadesi, işte bu Allah'ın bâkiliği ile bâki olmayı
anlatmaktadır.
Bu,
ne yalnız ruhla olur, ne de yalnız bedenle olur. Bu, her ikisinin de
başlangıcı
ve garantisi olan gerçek bir bâkiliktir. Ahiret bu bâkiliğe
dayanmaktadır.
Allah mevcut ve bâki oldukça, bizim için yeni yeni nice ruhlara ve
bedenlere
kavuşmak daima mümkün ve sonsuza dek imkan dahilindedir. Biz ölürüz,
ruhumuz
kalabilir. Kabirde ve berzah âleminde mükafat ve ceza görebilir.
Kalmaması ve
bir müddet sonra onun da sonunun gelmesi, kendi nefsinde mümkündür.
Fakat
Allah'ın bilgisinden, Allah'ın hükmünden ve bakâbillah'tan çıkmamız
mümkün
değildir. Asıl mükafat ve cezanın dayanağı budur.
Ahiret
sadece ruhun bâki kalışı olmayıp, berzah âlemindeki hayattan sonra
başka bir
yaratılış ile diriltilecektir. Bunun da gayesi o yaratılışa göre
Allah'a bir
dönüş olacaktır.
Bundan
dolayı "Biz Allah'ınız ve gerçekten biz O'na döneceğiz." ifadesi bir
taraftan ahiretin garantisi olan bir dönüşü, bir taraftan da ahirette
bile
amellerin en üstünü ve olgunluğun son sınırı olan bir dönüşü, mutlak
ifadesiyle
içine almaktadır. Böyle bakâbillah ile ümid ve korku, sadece "ruhun
bâki
oluşu" teorisi üzerine kurulan ümit ve korkudan daha yüksek, daha
gerçek
ve daha ilmîdir. Her şüpheden uzak bir tevhid, Allah'a bir
teslimiyettir. Yûsuf
sûresinde geleceği üzere bu teselli Muhammed (s.a.v.) ümmetinden
başkasına
verilmemiştir.
157-Böyle
bir tevhid ile bütün ümidini bakâbillaha
dayandırarak "râdiye" ve "merdıyye" makamlarına ermiş olan
sabırlı kimseler, her müjdeye layıktırlar. Bunları şu âyetle müjdele:
İşte
Rablerinin salevât ve rahmeti bunlara mahsustur ve işte hidayete ermiş,
doğru
yolu tutmuş olanlar ancak bunlardır.
Allah'ın
salevâtı, bütün günahların bağışlanmasıdır. Allah Teâlâ, bunların
günahlarını
tamamen örter. Onları rahmetiyle öyle mükafatlara, öyle nimetlere
ulaştırır ki,
bunlar dünyada ne görülmüş, ne duyulmuş, ne de insanın akıl ve hayaline
gelmiş
şeyler değildir. Bunlara: "Gir iyi kullarımın arasına! Gir
cennetime." (Fecr, 89/29-30) denecektir.
O sabırlar,
ancak yerine getirilmesi mümkün olmayan Allah'a şükürde meydana gelecek
kusurları, günahları örtecek ve onların yerini sevaplara bırakacak
ilâhî
yardımlardandır. Müminler, bunu bilerek, sabır ve namazla yardım
istemelidirler. "Râdiye" ve "merdıyye" makamlarını
kazanmalıdırlar. Namazlarında Mescid-i Haram tarafına yönelerek Allah'ı
zikredip, O'na şükretmelidirler ki, vaad edilen dünya ve ahirete ait
nimetler
tamamlansın, ebedî hoşnutluk lezzeti ihsan edilsin.
Bu
kıblenin kutsallığı, yalnız bundan ibaret de değildir. Bunda namazdan
başka bir
zikir ve ibadet yolu, sizin için başka bir toplanma ve Allah'a yaklaşma
şekli
daha vardır. Nitekim Allah şöyle buyurur:
158-
Mescid-i Haram etrafında bulunan Safâ ve Merve
tepeleri Allah'ın alâmetlerindendir. İbadet ve O'na yaklaşmak için
konulmuş
belirtilerden, özel işaretlerden ve hac ibadetinin yapıldığı
yerlerdendir.
Esasen
safâ, kaypak taş; merve, küçük ve yumuşak taş demek olup, lâm-ı tarif
ile Safâ
ve Merve Mekke'de bilinen iki tepenin özel isimleridir. Harf-i
tarifleri
el-Beyt, en-Necm gibi lazımdır.
"İlm"
maddesinden "alem", "alâmet" ve "alâim" gibi
"şuur" maddesinden şeâir, "Şaîre"nin veya
"şiâre"nin yahut da "meş'ar"ın çoğuludur ki bu özel isim,
bildiren alâmet, belirti mânâsına gelir. Nitekim savaşta iki tarafın
tanışması
için kullanılan alâmet ve işarete de "şiar parola" denir. Şeâir;
bazan ibadetin kendisine, bazan da yerine denir. Ezan, cemaat ile
namaz, bu
cümleden alarak cuma ve bayram namazları ve Hac dinin şeâirinden yani
alâmetlerindendirler. Aynı şekilde camiler, minareler, hacdaki ibadet
ve özel
yerleri de alâmet ve işaretlerdendir ki, Safa ile Merve de
bunlardandır. Bundan
dolayı: Kâ'be'ye Hac veya umre yapan kimsenin tavafı bu ikisiyle yani
Safâ ve Merve
ile yapmaya çalışmasında hiç bir suç, hiç bir günah yoktur.
Hac,
sözlükte özel bir maksat ve niyet anlamına gelir. Bir şeye çokça gidip
gelmek
mânâsını da ifade eder.
İ'timar
yani umre de ziyaret demektir. Dini bakımdan da hac ve umre, Beyt-i
Şerif'i
bilinen şekilde, niyetle ziyaret etmektir. Hacc'ın özel bir vakti
vardır.
Umre'nin yoktur. Bunların geniş açıklamaları fıkıh kitaplarına aittir.
Burada
"Tavaf etmek" iki kaydı içine alır:
1-
Asıl tavaf, yani Kâ'be'nin etrafında dolaşmak,
2-
Tatavvuf, yani bu tavafta zorlanmadır.
Çünkü
'nin idğam edilmiş şeklidir. "ikisi" kaydı ve bu kayda bağlı olan
"Ona bir günah yoktur." hükmü tavafın aslına değil, tavafta
zorlanmaya bağlıdır.
Tavafın
aslının farz ve rükün olduğunda ihtilaf yoktur. Fakat bu tavafa Safâ
ile
Merve'nin ilavesi ve Safâ ile Merve arasında sa'y denen tavaf bölümü
hakkında:
"Ona bir günah yoktur." buyurulmuştur. Bu ise görünüş itibarıyla bir
muhayyerlik gibi görünmekle beraber, gerçekte vâcibe, menduba ve mübaha
ihtimali vardır. Buna karşılık Peygamber (s.a.v.) Efendimiz hacc-ı
şeriflerinde
Safâ'ya yaklaştıkları zaman: "Safâ ve Merve Allah'ın alâmetlerindendir.
Allah'ın başladığı ile başlayınız." diye emretmiş ve kendisi Safâ'dan
başlayıp, Beyt'i görünceye kadar üzerine çıkmıştır. Bir hadis-i
şerifinde de bu
hususta: "Allah size sa'yi farz kılmıştır, sa'y yapınız." buyurarak
sa'yin vacib olduğunu göstermiştir. Gerçi burada asıl mânâsıyla koşmak
demek
olan sa'y, vacib olmayıp "Allah'ın zikrine koşunuz." (Cum'a, 62/9)
emrinde olduğu gibi sadece yürümenin yeterli olacağı kabul edilmiş ise
de en
azından koşar gibi biraz hızlıca "Remel" denen yürüyüş şekli
mendubdur. Kısaca tavafta Safâ ve Merve ile tavafta zorlanmanın vacib
olduğu da
anlaşılmaktadır.
Bundan
dolayı İmam Malik ve Şâfiî hazretlerinden bu zahmetli tavafın da,
tavafın aslı
gibi rükün ve farz olduğu rivayet edilmiştir.
Bununla
beraber âyetin yalnız zahirine yapışarak muhayyerliğe ve bu zahmetli
tavafın
vacib olmayıp, nafile olduğu görüşüne sahip olan fıkıh âlimleri de
vardır.
Fakat Hanefi mezhebinde tercih edilen şudur: Âyetin zahiri, farz
mânâsındaki
kesin vücûba engeldir. Aynı zamanda anılan hadisler ve teâmül ise vacib
olduğunu göstermektedir. Öyle ise bu zorlu tavaf ne kesin bir farzdır,
ne de
nafiledir. Belki farza benzerliği bulunan zannî bir vacibdir.
Farz
denemez, çünkü "Ona bir günah yoktur." ifadesi mendubluğu ve
mübahlığı da içine almaktadır. Nafile ve tatavvu da denemez. Çünkü
tatavvuun,
sonra ayrıca söylenmiş olması buna engeldir. Bu ikisi arasında da
hadisler
vacib olduğunu söylemektedir. Bu bakımdan delillerin müşterek değeri
olarak bu
zahmetli tavaf zanni bir vacibdir.
O
halde âyette görünüş itibariyle muhayyerliği ifade eden "Ona bir günah
yoktur." sözü niçin gelmiştir? Bunun açıklaması âyetin iniş
sebebindedir.
Çünkü rivayet edildiğine göre cahiliye devrinde Safâ üzerinde "İsâf"
adında bir put, Merve üzerinde de "Nâile" adında diğer bir put vardı.
Cahiliye müşrikleri bunların arasında tavaf ederler ve bunlara ellerini
sürerlerdi. İslâm gelip putları kırdıktan sonra müslümanlar, Safâ ile
Merve
arasında tavaftan çekindiler. bunu hoş görmediler. Bunun üzerine bu
âyet indi
ki, korkmayın, bunda günah yoktur. Bilakis bunlar Allah'ın
alâmetlerindendir,
diye bu tavafa teşvik edildi. Bu teşvikin bir çeşit vücub ifade ettiği
de hadislerle
açıklandı. Tavafa Safâ'dan başlamak, farz değilse de vacib oldu. Fakat
İmam
Şâfiî, farz ile vacibi birbirinden ayırmadığı için Şâfiîlerce farz ve
vacib bir
sayıldı.
Hz.
Ömer bir defa Safâ ile Merve arasında koşmamış, sadece yürümüş ve
buyurmuştur ki:
"Yürüyorsam Resulullah'ı yürür gördüm, koşarsam Resulullah'ı koşar da
gördüm."
Resulullah
Efendimiz yukardaki şekilde Safâ ile Merve arasında tavaf ederken
müşriklere
karşı kuvvetini göstermek için sa'y etmiş, yani koşmuştu. Bunun
hatırası olmak
üzere koşar gibi yürümek sünnet olmuş ve bu zahmetli tavafa sa'y
denmiştir.
Demek
ki bunda din düşmanlarına karşı kuvvet göstermek için beden eğitimine
de bir
teşvik vardır. Bunun meşruluğunun aslı ve bu tepelerin, Allah'ın
alâmetlerinden
olması ise şu meşhur hikayeden dolayı olduğu da açıklanmıştır:
Hz.
İbrahim bırakıp gittikten sonra bu vadide Hacer ile İsmail susuzluktan
son
derece daralmışlardı. Hacer, ciğerparesi olan oğlunu Harem mevkiine
koymuş, su
aramak için tepeden tepeye koşmuştu. Bu sırada Cenab-ı Allah yardımını
göstererek Zemzem kuyusunun yerinden su fışkırtmış ve son dereceye
gelen
zaruret hallerinde imdatlarına yetişmişti. Böylece şunu da göstermişti
ki,
Allah Teâlâ, dünya yurdunda sevdiklerini bazı sıkıntılara düşürse de
kendisine
dua edip sığınmaktan ayrılmayan, bu hususta elinden gelen son gayreti
sarfederek sabır ve kararlılık gösterenlere, mutlaka en kısa zamanda
ferahlığa
ve genişliğe kavuşturmakla yardım eder.
İşte
buna işaret olmak üzeredir ki Safâ ile Merve'yi kıyamete kadar dinin
alâmetlerinden
olarak göstermiştir.Bütün müminlerde yukarıda açıklandığı üzere böyle
biraz
korku ,açlık ve diğer sıkıntı ve müsibetlerle imtihan edildikleri zaman
ümitsizliğe düşmemeli,kurtuluşu güç görmemeli ve sabrın müjdesine ermek
için
çalışmalıdır.
Müşriklerin,bir
zamanlar bu tepelere put yerleştirmek gibi saldırıları bile bu hatırayı
yok
edemez.Tavafa bunların ilavesi günah değil sevabtır.Bundan
başka:Herhangi bir
kimse vazifesi olmasa bile gönüllü olarak ve sırf kendi gönlünden
koparak bu
cinsten veya diğerlerinden bir hayır yaparsa ,mükafatını görür,çünkü
Allah
şükredenleri ve şükürlerinin derecelerini bilir.Ona göre şükürlerini
karşılıksız bırakmaz.O nimet ihsan edici ve bağışlayıcı olan
Allah,şükreden
kullarına karşı sırf kendi lütfundan nimeti artırmakla karşılık vererek
şükür
muamelesi yapar.Bu muamelenin dünya ve ahirette kıymetinin ne kadar
büyük
olduğunu tasavvur bile edemezsiniz.
Nitekim
bir kudsi hadiste şöyle rivayet edilmiştir:"Mümin kulum,hayır ve
nafilelerle bana yaklaşa yaklaşa o dereceye gelirki sonunda ben onun
işittiği
kulağı,gördüğü gözü idrak ettiği kalbi olurum.Her işittiğini hak kulağı
ile
işitir,her gördüğünü hak gözüyle görür,her idrak ettiğini hak
bilgisiyle
bilir.Hiçbir işinde şaşmaz,yanılmaz ,aldanmaz,aldatılmaz,doğruca
muradına erer.Allah
ile arasında bu derece yakınlık ve beraberlik meydana getirir."
Vazifelerin
yerine getirilmesinden başka sırf gönülden coşularak devam edilen
nafile
hayırlar,bu kadar büyük olgunluk ve mutluluk sebebidirler.Bunları
herkes
bilmeli,bilenler bilmeyenlere anlatıp belletmelidirler.Çünkü Allah
şöyle
buyurmuştur:
159-Ensar'dan
bir topluluk, yahudilere Peygamberimiz'in
Tevrat'taki vasıflarını ve hükümle ilgili bazı âyetleri sormuşlardı.
Yahudiler
gizlediler, söylemediler. Onun üzerine bu âyet inmiştir.
İbnü
Abbas, Mücahid, Hasan, Katade, Rebi', Süddî ve Asam'dan bunun gerek
yahudi ve
gerekse hıristiyan Kitap ehli âlimleri hakkında indiği de rivayet
edilmiştir.
Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel olmasına mani olmayacağından,
âyetin
hükmü; din işleriyle ilgili olarak bildiği herhangi bir gerçeği
gizleyip,
söylemeyenlerin hepsini içine almaktadır.
Bunun
için Ebu Hüreyre (r.a.) hazretleri, çok hadis rivayet ettiği söylendiği
zaman:
"Kur'ân'da iki âyet -ki biri bu, diğeri iki sayfa sonra gelecek olan
bunun
benzeri bulunan bir âyet- olmasaydı, hiçbir hadis rivayet etmezdim."
demiş
ve bu âyetleri okumuştur. Bunun için din işleriyle ilgili hiçbir bilgi
gizlenmemelidir.
Zira
Allah Teâlâ buyuruyor ki: Bizim indirdiğimiz apaçık delilleri, Allah'ın
emrine,
hükümlerine, irşadına ve bunlara iman edip uymanın vacip oluşuna işaret
eden ve
hidayetin kendisi olan âyetleri ve delilleri, O kitapta veya bu
kitapta, gerek
Tevrat, İncil ve gerekse Kur'ân cinsi bir kitapta insanlara
açıklamamızdan
sonra, o insanlar içinden, bunları gizleyenler, yani ikrar ve itiraf
etmeyen,
ihtiyaç anında söylemeyen veya yaymayan, yahut yayılmasına engel olan,
yahut
onu tamamen veya kısmen değiştirip karıştırmak gibi yollarla
gizleyenler, kim
olursa olsun, işte bunlar var ya, bu gizlemelerinden dolayı mutlaka
Allah
bunları lanetler. ve bütün lanet edebilecek, lanet duası yapabilecek
olanlar da
bunları lanetler. Kısaca bunlar, her zaman ve her taraftan hakkıyle
lanetlenecek olan mel'unlardır.
Şüphesiz
ki, "Hakka karşı susan dilsiz şeytandır." şeytan ise daima
lanetlenmiş ve kovulmuştur.
160-
Ancak tevbe edenler, tevbe edip de durumlarını
düzeltenler, durumlarını düzeltip de gizledikleri gerçeği açıklayıp
yayanlar
var ya, işte ben Allahü Azimüşşan da bunların tevbelerini kabul ederim
ve
bunları gözetleyerek kendilerini lanetin dışında bırakırım. Tevbeleri
çokça
kabul eden ve çok merhamet eden ancak benim. Benden fazla tevbe kabul
eden
hiçbir merhametli düşünülemez.
Burada
Âdem (a.s.) kıssasına, tevbe kelimelerine tekrar dikkati çekme
bulunduğu
ortadadır. Tevbe ettiler ve durumlarını düzettiler ifadesinden sonra,
gerçekleri açıkladılar buyurulması, gizleme günahının tevbesinin her
halde
zıddı olan beyan ve açıklama sevabını işlemeye bağlı bulunduğunu
anlatır.
Demek
ki, her günahın kendine mahsus bir tevbesi ve her çeşit inkarın bir
iman tarzı
vardır. Bir kayda bağlı olmamak üzere her tevbe, her günahın tevbesi
olamaz.
Kısaca apaçık bir gerçeği gizlemek küfürdür. İman da gerçeği
açıklamaktır.
Küfürden sonra da gerçeği açıklamak suretiyle tevbe ve iman makbuldür.
161-Tevbe
edenler böyledir. Diğerlerine gelince,
Allah'ın indirdiği apaçık delillere, hidayete, bu cümleden olarak bütün
peygamberler ve kitaplarla beraber Hz. Muhammed'in peygamberliğine ve
Kur'ân'a
iman etmeyip inkarda ısrar eden ve kâfir olarak ölenler var ya, işte
bunlar da,
böyle mel'unlardır.
162-Allah'ın,
meleklerin ve insanların hepsinin laneti
bunların üstündedir. Onlar bu lanetin içinde ebedî olarak kalırlar.
Bunlardan
azab hiçbir zaman hafifletilmez. Bunlara hiçbir mühlet ve müsaade
verilmez.
Her
inkar, bir gerçeği gizlemek demek, olduğuna göre bu âyet, önceki
âyetteki tevbe
ile istisna edilenlerden başka, gerçeği gizleyenler hakkındaki lanet
hükmünü
teyid ve lanetleyecek olanları tefsir etmiş olmakla beraber, diğer
yönüyle
ondan daha geneldir. Çünkü dilden gerçeği söylemiş veya kalemle yazmış
olmakla
beraber, kalben iman etmeyip, kâfir kalan ve bu küfürlerinden tevbe
etmeyerek
ölenlerin yukardaki lanetin kapsamına girmeleri düşünülecek bir nokta
olduğu
halde bu âyet, hiçbir kayda bağlı olmamak üzere kâfirleri açıkça içine
almaktadır.
Ey
insanlar! Siz artık inkar ve anlaşmazlıktan vazgeçip, hepiniz tevhid
dairesine
giriniz. Çünkü:
163-
Ey insanlar! hepinizin ibadet ve kulluğuna
layık ve buna hakkı olan gerçek ilâhınız, bir tek ilâhtır. "Vâhid"
sıfatı ile nitelendirilmiş bir ilâhtır ki, ilâhlıkta tektir. Hem sizden
başkalarının da diğer bir ilâhı var sanmayınız. O'ndan başka hak olan
hiçbir
ilâh yoktur. O'ndan başka ilâh tutulanların hiç biri ilâhlığa layık
değildir.
Hepsi boş, hepsi batıldır. O'ndan daha üstün veya O'na denk bir ilâh
düşünülmesi imkansız olduğu gibi, O'ndan daha aşağı seviyede olmak
şartıyle de
O'nun ilâhlığına ortak olabilecek mabudlar, tanrılar yoktur. İlâhlığa
ortak
olmak mümkün değildir. Gerçek ilâh ancak o tek olan Allah'tır. O'nun
bütün
yaratıklara başlangıç olan birçok isimleri ve sıfatları varsa da, yine
zatından
hakkıyle bahsetmek mümkün değildir. Hakk'ın gerçek mahiyeti, her türlü
bileşimden uzaktır. O tek olan Ferd'i vasıflandırmak imkansızdır. Çünkü
vasıf,
vasıflanan ile sıfat arasında az çok bir başkalık gerektirir. Başkalık
olunca
da ferdîlik kalmaz. Bir de herhangi bir şeyden haber vermek,
kendisinden haber
verilen bir şey ile, haber verme şekli ister. Bu ise ferdî-liğe
aykırıdır.
Bunun için türetilen isimlerin hepsi de Hakk'ın gerçek mahiyetinin,
birliğinin
aslına ermekten uzaktır. O'nun zatına en son "O" denebilir.
Bütün
büyüklük ve şeref kaynağı, bütün çokluk yönlerinden uzak olan ve ancak
"
O"diye ifade edilebilen tek zattır. O'nun zatı, sıfat ile kemale ermiş
olmayıp, bilakis zatının kemali, sıfatlarının da kemalini
gerektirmiştir.
İşte
" O" ifadesi, O rahmet ve şeref kaynağına, O birliğin yüce
başlangıcına ulaştırır. Bunun için "hüve" kelimesi bir zamir olduğu
halde O'nun zatına işaret eden en büyük ismi gibi olmuştur.
Tevhid
denizine dalmış olan ve kalbini yalnız Allah'a bağlayan velilere göre
bu ismin
önemi pek büyüktür. Buna ism-i âzam (Allah'ın en büyük ismi) diyenler
de
vardır. Bununla beraber ism-i âzam Allah ism-i şerifidir, diyenler daha
çoktur.
Çünkü, "Allah" ismi, zat ve bütün sıfatların toplamına delalet etmesi
itibariyle daha geniş kapsamlıdır. "Hüve" ise tevhid makamında
âzamdır. "O, ey O! Ey O'ndan başka O olmayan zat-ı kibriyâ" tabiri
rivayet edilegelen tevhid zikirlerindendir.
İşte
hepinizin gerçek ilâhı bütün çoklukların başlangıcı olmakla beraber,
zatında
bileşim ve çokluk bulunmayan, ilâhlıkta, varlığının vacib oluşunda
hiçbir
ortağı ve benzeri olmayan O ilâh birdir. Hiçbir yaratığın, bunun
ilâhlık
dairesinden çıkması mümkün değildir.
Bütün
bu yücelik ve büyüklüğü ile beraber O, Hem Rahmân, hem Rahîm'dir. Bütün
rahmetler O'nun, en ince merhametler O'nundur. Ortak koşanlar, böyle
tek bir
ilâha ortak koşmuş inkar edenler, böyle çok esirgeyen, çok merhamet
eden bir
ilâhı inkar etmiş oluyorlar. Bu sebeple kendilerini, bu ezelî ve ebedî
rahmetten mahrum ederek lanete uğratıyorlar. Bunun için o şirk ve
inkardan
vazgeçmeli de Allah'a ve Allah'ın indirdiklerine iman etmeli, tevhid
dairesinde
bu rahmetlere ebedî olarak ermelidir.
Deniyor
ki, Kâ'be ve etrafında müşriklerin üçyüz altmış tane putları vardı. Bu
âyeti
işittikleri zaman hayret ettiler de "Ey Muhammed! Eğer doğru
söylüyorsan
bir âyet -kesin bir delil- getir de bununla doğruluğunu bilelim."
dediler.
İbnü Cerir'in Atâ'dan rivayetle anlatmasına göre Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in Medine'ye gelişlerinde "Sizin ilâhınız, bir tek
ilâhtır." âyeti inmişti. Mekke'de Kureyş kâfirleri "Bu kadar
insanlara bir ilâh nasıl yetişir?" dediler. Bunun üzerine şu âyet indi:
164-Saîd
b. Mesruk hazretlerinden rivayet edildiğine
göre Kureyş, yahudilere "Musa'nın getirdiği mucizeleri bize söyleyin,
nelerdi?" diye sormuşlar, onlar da asâsının yılan oluşunu ve elinin
bembeyaz parlamasını anlatmışlardı. Aynı şekilde hıristiyanlara da
sormuşlar,
onlar da doğuştan kör olanı, alaca hastalığına tutulanı iyileştirme ve
ölüleri
diriltme mucizelerini anlatmışlardı.
Bunun
üzerine Kureyş, Hz. Peygamber'e: "Sen de Allah'a dua et, bize şu Safâ
tepesini altın yapıversin de kesin bilgi ile imanımız ve düşmanlarımıza
karşı
kuvvetimiz artsın." demişlerdi. Bunun üzerine Resulullah bunu Rabbinden
niyaz etmişti. Allah Teâlâ da vahiyle: "Bunu yaparım, fakat bundan
sonra
yine yalanlamaya devam ederlerse, onlara dünyada hiç kimseye yapmadığım
bir
azab veririm." buyurmuştu. O zaman Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in:
"Ey Rabbim! Kavmimi ve beni kendi hâlimize bırak, ben onları günden
güne
davet edeyim." diye dua etmesi üzerine Cenab-ı Allah bu âyeti
indirmiştir.
Bununla göklerin ve yerin yaratılması ve buna bağlı yaratılış olayları,
Safâ'nın altın'a dönüştürülmesi gibi istenen mucizelerden daha büyük,
daha
faydalı ve daha muciz olduğunu beyan etmiştir. Bunlar, mucize
meselesinde
Kur'ân'ın, insan fikrini ne güzel terbiye ettiğini anlatmaya
yeterlidir.
Siz,
O'nun birliğinden, kudretinden, rahmetinden ve bu kadar insanlara
yeteceğinden
şüphe edip, zat ve sıfatlarına delil ve mucize mi istiyorsunuz? Şu
üstünüzdeki
her tarafı kuşatmış uçsuz bucaksız uzaklık içinde, sayısız yüksek gök
cisimleri
ve aralarındaki uzun mesafe ve bu mesafeyi işgal eden hava boşluğu ve
ışık
gibi, görülen veya görülmeyen nice cisimler vardır. Bunlara ve bunların
inceliklerine, fezayı dolduran esir maddesinin niteliğine, her cismin
yürüyüş
ve hareketleriyle çizdikleri tabaka tabaka yörüngelere,
hareketlerindeki
ağırlık merkezine, toplu nizamlarıyle yer yer teşkil ettikleri
sistemlere,
burclara bir bakınız. Şu göklere ve o cisimlerden biri olup,
denizleriyle,
karalarıyle, dağlarıyla, dereleriyle, ovalarıyla, çölleriyle,
pınarlarıyla,
ırmaklarıyla, madenleriyle, bitkileriyle, ormanlarıyla, mesire
yerleriyle bütün
o göklere direksiz, kuşaksız bağlılığı ve ilgisiyle ayağımızın altında
yuvarlanan şu yer küreye bir bakınız. İşte mekan denen uçsuz bucaksız
feza
içinde hey'et-i âlem adını alan bu gökleri ve yeri yaratmada ve icad
etmede,
yaratılış nizamında, ve gece ile gündüzün değişmesinde, uzayıp
kısalmasında,
birbiri ardı sıra gelmesinde, bu geliş ve takip ile ortaya çıkan yer
konumunda,
zaman sırrında ve bir tek yerde zıtların bir araya gelmesinde,
insanlara
faydalı yüklerle denizde akıp giden ve gök cisimlerinin uzak masmavi
semada
akışlarını andıran gemilerin akışında, akıp gittiği denizlerin
yaratılış
sırrında, bunlarda meydana gelen hareket ve durma kanunlarında, bu
kanunların
insanlara temin ettiği menfaatin ortaya çıkma tarzında, Allah'ın
yukarıdan
indirdiği suda, indirip de kuru toprağa ölümünden sonra su ile tekrar
hayat
vermesinde ve bu bitki hayatının yaratılışında, ve bu yeryüzünde akıl
sahibi
olanlara varıncaya kadar her türlü hayvanları sınıf sınıf, cins cins,
çeşit
çeşit ayırıp tasnif ederek yaymasında ve bu hayvan hayatının meydana
gelmesinde, türlü türlü rüzgarları bir taraftan bir tarafa, bir
şekilden bir
şekile evirip çevirmesinde, gökle yer arasında emre boyun eğmiş olan
bulutlarda
hiç şüphesiz birçok âyetler, maddî ve manevi, dine ve dünyaya ait
nimetler, sizin
istediğinizden daha büyük mucizeler vardır. Vardır ama; aklını
kullanacak bir
toplum için. Yani akıllı olan ve aklından istifade eden kimseler için.
Bundan
dolayı akıl da bu mucizelerden biri ve belki de en büyüğüdür.
AKIL:
Kalb ve ruhun madeninde, beynin ışığında bulunan manevi bir nurdur ki
insan
bununla, duyu organlarıyle hissedilemeyen şeyleri anlar. Akıl yürütmek;
sebeplerle sebeplerin meydana getirdiği şeyler ve eser ile eseri
meydana
getiren şeyler arasındaki ilgiyi, yani "illiyet kanunu" dediğimiz
sebebi neticeye bağlayan kanunu ve ona bağlı olan gerekli ilgileri
idrak ederek
eserden müessire veya müessirden esere yahut da bir müessirin iki
eserinin
birinden diğerine intikal etmektir.
Mantık
denen bu intikal sayesinde duyu organlarıyla hissedilen bir eserden,
hissedilemeyen müessiri anlaşılır. Mesela, hissedilen bir hışıltıdan
görülüp
hissedilmeyen bir hayvanın anlaşılması gibi. Yahut da hissedilen bir
müessirden
hissedilmeyen eseri anlaşılır. Mesela görülen bir bal arısından,
görülüp
hissedilmeyen bal idrak edilir. Yahut hissedilen bir eserden, ilgili
olduğu
diğer bir eser anlaşılır. Mesela görülmeyen bir arının vızıltısından,
henüz
görülüp hissedilmeyen balı keşfedilip, bilinir.
İşte
böyle hissedilenden, hissedilemeyene intikale sebep olan veya
hissedilemeyen
bir mânayı bizzat ve açıklıkla keşfeden idrak vasıtasına akıl denir.
Bu
intikalin de başlıca üç çeşidi vardır:
1-
Cüz'îden cüz'îye, fertten ferde intikaldir ki, buna "temsil" veya
"Fıkhî kıyas" denir.
2-
Cüz'îden küllîye, bir fertten bir türe veya bir türden bir cinse
intikal
etmektir ki buna "istikrâ" (tümevarım) adı verilir. Küllî (tümel)
önermelerin ve fen kaidelerinin çoğu ve belki de hepsi bu yolla
keşfedilmiştir.
Bunda görmenin ve deneyin önemi büyüktür.
3-
Küllîden (tümelden) cüz'îye (tekile), bir cinsten bir türe veya bir
türden bir
ferde intikal etmektir ki, buna da özel mânasiyle "istintâc" veya
"mantık kıyası" ya da sadece "kıyas" denir ki, bütün
ilimlerin fiilî uygulaması bununla yapılır. İstikrâların amelî
sonuçları
bununla elde edilir. İlim yollarının en kuvvetlisi budur. Çünkü bunda
bir
taraftan bir esas ortaya koyma, diğer taraftan da onu pekiştirme
vardır.
Bütün
ilimlerin, fenlerin ve insanın elde edebileceği her şeyin, dönüp
dolaşacağı yer
olan "illiyet" (nedensellik) kanununu güzelce anlayıp tatbik etme
sayesinde akıl, bu âyetlerden, bu yollarla Allah'ın varlığını,
birliğini ve
geniş rahmetini zarurî olarak anlar, keşfeder.
Bu
yollardan birinde veya hepsinde yürüyen aklın da başlıca iki çeşit
yürüyüşü
vardır:
1-
Ağır, derece derece ve zamana bağlı olan inceden inceye düşünme
seyridir ki,
buna "fikir" denir.
2-
Bir anda, bir hamlede arzuya ulaşıverecek derecede hızlı olan ani
seyridir ki,
buna da "hads; tahmin, zan" denir. Bu hads de iki kısımdır:
a)
Her birinde konusuna göre uzun süre meydana gelen tahsil, tecrübe ve
alıştırmadan elde edilen alışkanlık sıfatıdır ki, çalışmakla kazanılır.
Teorik
ve pratik tahsil ve ilmî eğitim, bu gayeye ermek içindir. Buna "akl-ı
mesmu': işitilmiş akıl" da denir.
b)
Doğrudan doğruya yaratılışta yerleşmiş ve sırf Allah vergisi olan bir
melekedir
ki, buna da kudsî kuvvet ya da makbul veya tabiî akıl denir. Bunda esas
itibariyle gayretin, çalışıp kazanmanın hiç hükmü yoktur.
Herkesin
bu çeşit hads; tahmin ve akıldan az çok bir nasibi vardır. Bu olmayınca
öbür
akl-ı mesmu'un hiç hükmü olmaz. Bunun, sınırlanması mümkün olmayan
birçok
mertebeleri vardır ki, basit bir zekadan peygamberlerin akıllarının
mertebelerine kadar gider.
En
yüksek mertebesine "akl-ı evvel" (ilk akıl) denir. Başlangıçtan
sonucu, sonuçtan başlangıcı; önceden sonrayı, sonradan önceyi tam bir
bilgi ile
gören bu ilk akıl, Allah'ın kelâmı ve Hz. Muhammed'in nurudur. Nitekim
hadis-i
şerifte: "Allah'ın yarattığı şeylerin ilki, benim nurumdur, Allah'ın
yarattığı şeylerin ilki kâlemdir, Allah'ın yarattığı şeylerin ilki
akıldır." buyurulmuştur.
Akılların
derecelerindeki değişiklik, eksiklerinden ileri gelir. Yoksa esas
itibariyle
akıllar için yol birdir. O da doğru yoldur. Bizim, sebeplerin
başlaması,
çelişkilerin başlaması gibi hakkı anlamaya vesile olan asıl sebepler
hakkındaki
apaçık kavrayışlarımız, ilk aklın anlayış mahiyetini gösteren birer
hissemizdir.
Biz
bu sayede her çeşit bilgiyi böyle açık bir şekilde idrak eden ilk
aklın, hiçbir
kayda bağlı olmayan kutsal kuvvetin mükemmelliğini isbata bir delil
buluyoruz.
Bizim şahsımıza göre değişen ve pek az olan tahmin gücümüzle ilk akla
böyle bir
bağlantımız ve bu sayede hakka ulaşmamız vardır. Bütün mertebeleriyle
Allah
vergisi olan akıl, çalışma ile kazanılmış olmadığı için, bunda çalışma
ve insan
iradesi sebep değil ise de, bunda Allah'ın lütfu ile sahip olduğumuz
hissemiz
ölçüsünde, düşünen akıl ve bu konudaki uzun tecrübeden elde edilen,
alışkanlığa
bağlı tahmin kabiliyeti çalışıp kazanmaya bağlı olduğundan, Kur'ân'ında
Cenab-ı
Hak bütün insanları bu yola iletip sevketmek için: "Düşünüp, aklını
kullanan bir kavim için elbette âyetler, deliller vardır." buyurmuş ve
akıl olmayınca doğrudan doğruya hislerde tesirini icra edecek olan
mucizelerin
büyük bir faydası olmayacağını anlatmıştır.
Kur'ân'ın
bu gibi âyetlerinde insanları, anlayıp, delil bulmak için mucizelerden
çok,
tamamen akılla anlaşılabilecek hususlara sevketmek vardır. Bunun için
Kur'ân,
mucizelerin en büyüğüdür. Fakat bundan, bazılarının zannettiği gibi
peygamberlerin mucizelerinin mümkün olmadığına ve son peygamber Hz.
Muhammed
(s.a.v.) Efendimiz'in maddî mucizeler göstermediğine ve
gösteremeyeceğine
işaret gibi bir anlam çıkarmaya kalkışmak da doğru değildir. Çünkü bu
âyette
özetlenen ve her biri için aslında en büyük icad harikası olan sırları
ve
mucizeleri ortaya koyan üstün kudret düşünüldüğü zaman, Safâ tepesinin
altın'a
dönüştürülmesinin, bu kudrete göre hiçbir önem taşımayacağı ve olması
imkansız
bir şey teşkil edemeyeceği kolaylıkla anlaşılır.
Bunun
için Cenab-ı Hak, âyetin iniş sebebi itibariyle, bu âyette şunu da
anlatmış
oluyor ki, göklerin ve yerin yaratılıp var edilmesi ve bunlar üzerinde,
anlatılan eşsiz idarenin icrası gibi en büyük mucizeler; devam eden bu
mucizelerin anlaşılmasından elde edilecek faydaların yanında Safâ'nın
altın'a
dönüştürülmesi gibi geçici ve tek bir harika olay isteği pek küçük bir
şeydir.
Bu
büyük ve devamlı mucizeleri anlayıp, üzerinde iyice düşünenler ve bu
düşünme
ile yüce yaratıcının kanunlarını kavrayıp ona uyanlar, Safâ tepesini
altın
yapmak gibi bir isteği, sonradan kendileri bile yapabilirler. Çünkü bu
sayede
yalnız Safâ'nın değil, bütün Mekke dağlarının altın ile döşenmesi bile
mümkün
olur. Allah Teâlâ, bunun da yolunu yapmıştır. Yalnız maden kanunlarını
iyice
anlamak, bu istek için yeterli olur. Bunun için Allah'tan ve
peygamberden daha
büyük, daha hayatî, kutsal, genel ve ebedî şeyler talep etmek gerekir.
"Düşünüp,
aklını kullanan bir toplum için elbette âyetler, deliller vardır."
ifadesinde "âyât" kelimesi, açık alâmetler ve kesin deliller,
karşısında ciddi olarak hiçbir söz söyleme ihtimali bulunmayan apaçık
mucize
demektir. Kur'ân'ın âyetlerine "âyet" denmesi de bu mâna ile
ilgilidir.
Demek
ki Allah Teâlâ'nın iki çeşit âyeti vardır:
1-
İcad ve yaratılış kitabındaki fiilî âyetler,
2-
İndirdiği kitaptaki sözlü âyetler.
Bunların
ikisi de Allah'ın zatına, sıfatlarına, hüküm ve iradelerine delalet
ettiklerinden dolayı "âyet" ismini almışlardır.
Bu
iki kitap ve bu iki çeşit âyet, karşılıklı olarak biri diğerinin
işareti, öbürü
de onun işaret edip gösterdiği şeydir. Biri, diğerinin açıklaması ve
tefsiridir. Tam anlamıyla marifet; Allah tarafından indirilen kitabın
sözlü
âyetlerinden, yaratılış kitabının fiilî âyetlerini ve ondan Hak
Teâlâ'nın zat
ve sıfatlarını okuyup, anlamak, anladıktan sonra onun kanunlarına,
emirlerine
ve hükümlerine uyarak, doğru yoldan, "Râdıye" ve "Merdıyye"
makamlarını elde etmekle "bakâbillaha" ulaşmaktır.
İşte
Kur'ân'ın bu sözlü ayeti, bize birçok fiilî âyetleri özetleyip
göstererek bu
kâinat devletinin sınırsız ve sonsuz değişikliğini, sürekli ve herkesi
aciz
bırakan bir nizamla icad edip düzene koyanın, her şeyi düzenleyip
yönetenin
yüce yaratıcı olduğunu anlatır. Akıl ile ma'kulün; dış dünya ile zihnin
uyum
noktasında, her şeyin yöneticisi olan Allah, varlığını ve birliğini
ortaya
koyar. Allah, zatında ve sıfatlarında birdir. O'nun kudreti ve rahmeti
herşeyi
kaplamıştır. Bunun için O, bütün insanlara tam ve mükemmel olarak
yeterli olup,
ortağı ve benzeri bulunmaktan münezzehtir. İşte bu âyet, bu hususlara
delalet
eden birçok açık delili, gayet veciz ve bununla beraber gayet basit ve
açık bir
şekilde biraraya toplamıştır. Bunda açık ve kapalı olarak nice
ilimlerin ve
fenlerin konu ve gayeleri vardır.
Bunu
en değersiz ve en basit bir akıl duyar ve en yüksek akıllar, bunda
ebedî bir
tetkik ve müşahede gayesi bulur. Netice olarak hiçbir akıl bu karardan
dışarı
çıkamaz.
İşte
Kur'ân, en yüksek ilim ve fen meselelerinin bu şekilde özünü alarak
bütün
seçkin insanların ve halkın açıklıkla anlayacağı derecede basitleştirip
öğretiyor. Tereddüt ve hayalin, şiir edebiyatında hiçbir gerçeğe
uymayan ve
haksız yere "ibdâ" (icad) adı verilen hayal gücünün gelip geçici ve
yalancı bir bakışını okşayarak insanı bir an için ve bir daha
tekrarlanmamak
şartıyla çarpıp geçen boş mânâlarında bir teselli zevki aramaya alışmış
olan
ruhlar, Kur'ân'ın bütün yaratılışa ayna olan benzersiz nazmında
mucizeli bir
yükseklik duymazlarsa bunun sebebini, yaratılışlarındaki zevklerinin ve
akıllarının birtakım hevesler içinde iflas etmiş olmasında
aramalıdırlar.
Bu
gibiler, hakkı hep acı diye kabul etmişler ve aklı, hakka ulaşmak için
bir
vasıta tanıyacak yerde onu, hakkı red ve ibtal ile mağlub edebilecek
acımasız
bir silah gibi kullanmak isteyen zâlim müşriklerdir. Onlar hakkında
şöyle buyrulmuştur:
165-Allah'ın
birliği ve kudreti bu kadar fiilî ve
sözlü âyetleriyle açık ve parlakken buna karşı: insanlardan bazıları
vardır ki,
Allah'a karşı denkler, benzerler tutarlar ki, onları, Allah'ı sever
gibi
severler. Onların emirlerine, yasaklarına, arzularına itaat ederler de
Allah'a
isyan içinde bulunurlar.
Şüphe
yok ki böyle yapmak, gerek Allah'ı inkar ederek olsun ve gerekse
olmasın,
ilâhlık mânâsında onları Allah'a ortak yapmaktır. Bunların bir kısmı,
bu şirki
açıktan yaparlar. Firavunlara, Nemrutlara yapıldığı gibi onlara açıktan
açığa
ilâh, mabud adını vermekten çekinmezler. Onlara "Rabbimiz, tanrımız"
derler. Hatta ilâhlarının doğması ve doğurması görüşünü benimseyerek
onlara
aynı cinsten, mabut derecesinde oğullar, kızlar tasavvur edip
yakıştırırlar.
Diğer bir kısmı da açığa vurmadan aynı muameleyi yaparlar. Onları,
Allah'ı
sever gibi severler, onları nimet sahibi olarak tanırlar. Onların
sevgisini,
hareketlerinin başı kabul ederler. Allah'a yapılacak şeyleri onlara
yaparlar.
Allah rızasını düşünmeden onların rızalarını elde etmeye çalışırlar.
Allah'a
isyan olan şeylerde bile onlara itaat ederler.
Bu
âyet bize gösteriyor ki, ilâhlık mânasında son derece sevgi, bir
esastır. Ve
mabud, en yüksek seviyede sevilen şeydir. Böyle son derece sevilen
şeyler, ne
olursa olsun, mabud edinilmiş olur. Sevginin hükmü ise itaattır. Bunun
için
mabuda son derece itaat edilir. Her insanın tuttuğu yolda hareket
başlangıcı
onun mabududur. İnsanlar tarafından böyle sevgiyle mabud mertebesi
verilerek
Allah'a denk tutulan şeyler o kadar çeşitlidir ki, bir taştan, bir
maden
parçasından, bir ottan, bir ağaçtan tutun da gök cisimlerine, ruhlara,
meleklere kadar çıkar. Bununla beraber: "onları severler"
ifadesindeki akıl sahiplerine ait olan "onlar" zamiri bunların
özellikle akıllılar kısmını açıkça ifade etmektedir.
Bunun
içindir ki, değerli tefsirciler, denk, benzer mânâsına gelen "endâd"ı
"Allah'a isyanda itaat ettikleri liderleri, başkanları ve büyükleri"
diye açıklamışlardır. Bu zamirin, tağlib yoluyla diğer putları da
kapsamına
alması takdirinde bile bu mânâ açıktır.
Gerçekten
servet, büyüklük, kuvvet, makam, itibar, güzellik gibi herhangi bir
ümide sebep
sayılan dilberler, kahramanlar, hükümdarlar gibi insanları, Allah gibi
seven ve
onlar uğrunda her şeyi göze alan nice kimseler vardır ki bu, şirk
konusunun
putperestlik esasını, insanlığın en büyük yarasını teşkil eder.
Yunan,
Roma, Avrupa medeniyet ve edebiyatında böyle muhabbet mabudlarının
haddi ve
hesabı yoktur. Bu duygu, zamanına göre türlü türlü şekillerde ortaya
çıkar.
Hıristiyanlık da bu ruhla doludur. Hele Avrupa ruhunda, Avrupa
edebiyatında bu
tür şirk, o kadar ileri gitmiştir ki her eline bir kalem alan ve her
hangi bir
şiir söylemek isteyen kimse sevgilisine ilâh mertebesi vermeyi, en
ufacık bir
işi övmek için hemen yaratma kudretini yakıştırmayı bir hüner, bir
şeref sayar.
Yeryüzündeki insanlık kavgaları, bütün bu çeşitli ve birbirine zıt olan
mabudların mücadelesi yüzündendir. Bu anlaşmazlık ve ihtilaflar, her
birinin
arasındaki binlerce dalkavuk tarafından körüklenir ve insanlık günden
güne
ahlâkî düşüklüğe sürüklenir. İlimlerin, fenlerin, sanatların gelişmesi,
buna
çare bulamaz. Bilakis hepsi, bu şirk ocağını yakmak için gaz ve benzin
yerine
kullanır.
Bunlar,
gerçekte ne Allah tanır, ne peygamber. Her birinin gönlünde zaman zaman
bir
veya birkaç mahluk yer tutmuştur. Onları Allah gibi severler, onlara
mabud
muamelesi yaparlar. Onlara itaat etmek için Allah'a isyan ederler.
"Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesi, bütün bunları tasvir
etmektedir. Buna velileri ve peygamberleri mabud derecesine çıkaranlar
da
dahildir.
Bunun
için Allah'ın velileri, peygamberleri ve melekleri gibi sevgili
kullarını
severken âyet- kerimenin kapsamını iyi düşünmeli; sevgilerini, Allah
sevgisi
derecesine vardırmaktan kaçınmalıdır. Çünkü Allah için sevmekle,
Allah'ı sever
gibi sevmek arasındaki farkı bilmek gerekir. Allah'ı sevenler, Allah'ın
yolunda
giden sevgili kullarını da severler. Fakat Allah'ı sever gibi değil,
Allah için
severler ve bu sevgi ile Allah yolunda onlara uyarlar. "Ey Muhammed! de
ki: Eğer siz Allah'ı seviyorsanız bana tabi olunuz ki, Allah da sizi
sevsin." (Âl-i İmrân, 3/31).
Buna
göre Allah'ın sevdiği kullarını sevmek ve onlara uymak, günah ve şirk
değildir.
Tersine Allah sevgisine delil olur. Fakat bu sevgi, hiçbir zaman Allah
sevgisi
gibi olmamalıdır. Yani hıristiyanların Hz. İsa hakkında yaptıkları gibi
onları
mabud derecesine çıkaracak bir ibadet şekli olmamalıdır. Bunun en güzel
misalini, müslümanlığın iman anahtarı olan kelime-i şehadetinde ve
ibadetin
başı olan namazında buluruz. Bir müslüman "Ben şehadet ederim ki,
Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur. Yine şehadet ederim ki, Muhammed
O'nun kulu
ve peygamberidir." derken Allah'tan başka bütün mabudların hepsini
reddedip
atar da bu temiz kalb ile Peygamberi Hz. Muhammed'in O'na kulluk ve
peygamberlikle bağlılığını tasdik eder ve Allah için bu gerçeğe
şahitliğini arz
eder. Bu şehadette Allah'tan sonra Peygamber'e bir sevgi ilanı vardır.
İman bu
sevgi ile tamam olur. Fakat Allah sevgisi, yüce Mevlânın birliği ile
bunun
yanında Hz. Muhammed sevgisi, Allah'a kulluğu ve peygamberliği
cihetiyledir.
İşte Allah için sevmenin en büyük örneği!..
Bunun
gibi namazda Allah'tan başkasını çok cüz'î bir şekilde bile olsa niyete
karıştırmak
küfürdür. Namazı bozar. Namazda peygamberden ve Allah'ın salih
kullarından
hiçbir şey istenmez. Nihayet tahiyyatta onlar adına da esenlik,
salevât, rahmet
ve bereket niyaz edilir. Bu duada Peygambere ve salih kullara elbette
bir sevgi
gösterme vardır. Fakat namaz kılan kimse Allah'ın huzurunda onlardan
bir şey
isteme durumunda değil, onlara da derecelerinin yükselmesi için
Allah'ın
rahmetini isteme, hayatında onlara ikram etme durumunda olacaktır.
Müslüman
bütün ömründe bu hareket çizgisini hayatının esası sayacaktır.
Buna
karşılık velileri, peygamberleri veya ruhlarını ya da melekleri
müşriklerin
araya giren mabudları gibi bir ilâhlık payı vererek sevmek, onları
severken
Allah'ı ve Allah'ın emirlerini unutmak, onlar adına kurbanlar kesmek,
âyinler yapmak,
onların isimlerini "Bismillah" gibi işlerin başı kabul etmek,
"Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin tam anlamıyla şüphe
yok ki, bir şirk ve küfürdür. Ayrıca böyle yapmak, onlardan
uzaklaşmaktır.
Çünkü onlar ancak Allah'ı sevmişlerdir. Üzülmekle beraber müslümanlık
adına da
böyle batıl bir sevgi akidesine tutulan ve bununla dindarlık yapıyoruz,
zanneden birtakım gafil kimseler de ortaya çıkmıştır. Bunlar genellikle
din
ilminin iyi tahsil edilmediği ve dinî bilgilerin esası bilinmeden
ağızdan ağıza
bir efsane gibi dolaştırıldığı cahillik devirlerinde ve cahillik
bölgelerinde
ortaya çıkagelmiştir. Çünkü kulluk duygusu insanlarda yaratılıştan
geldiği için
gerçek ve gelişmiş din ilmi sönünce insanlar, ilk cahiliye devrindeki
efsanelerle gönlüne doğan acayip hevesler içinde ibadete çalışır.
Hurafelerle
boğulur, gider. Ölü veya diri, cansız veya canlı putlara bağlanır.
Bununla
beraber bu sapıklığın felsefe yoluyla ilim ve marifet adı altında
gelişip
yayılan kısmı da yok değildir. Bu elbette daha mühimdir. Burada Allah'ı
inkar
eden ta'tıl (batıl ve metruk, ateizm) felsefelerinden söz etmeye lüzum
görmüyoruz. En derin cehalete eşit ve hatta daha beter olan ta'til
(ateizm)
felsefelerinin kötülüğünü, çeşitli yönleriyle hatırlatmaya ihtiyaç
duyulmadığı
gibi bunların ilmi ve felsefî bakımdan kıymetleri de yoktur. Fakat
ilâhlık
felsefesi ve vahdet-i vücud adı altında gizlenen bir metrût (ateist)
felsefe
vardır ki, din ve ahlâk adına ilmî ve hikemî şekilde en büyük zarar
bundan
doğagelmiştir. Her nerede bir şirk varsa bununla az çok bir alakası
vardır.
Önce
şunu kaydedelim ki, "Sizin ilâhınız bir tek ilâhtır. Ondan başka hiçbir
ilâh yoktur." (Bakara, 2/163) âyetinde de açıkça belirtildiği üzere
İslam
dininde emredilen genel iman konusu: "Allah'tan başka hiçbir ilâh
yoktur." tevhidi, yani Allah'ı bir bilmektir. Yoksa "Allah"tan
başka hiçbir mevcud yoktur." diye ifade edilen mevcudu, varlığı bir
bilmek
değildir. Bu olsa olsa marifet yolunda merhaleler katetmiş olan seçkin
şahıslar
için bahis konusu olabilir.
Bizim
nazarımızda vücud birliği genel olarak olumsuz değil, belki keşif
yoluyla
olumludur. Fakat "Allah'tan başka mevcud yoktur." demekle "Her
mevcud Allah'tır." demek arasında pek büyük fark vardır. Birincisi sırf
tevhid olabilir, fakat ikincisi sırf şirktir. "Allah'tan başka mevcud
yoktur." dendiği zaman, Allah'tan başkasına isnad edilen varlığın
gerçek
olmayıp hayalde ve vehme bağlı, şuura akseden bir gölge işi olduğu ve
gerçek
varlığın ancak Allah'a mahsus bulunduğu ikrar edilmiş; âlemin zatı ile
ve zatı
için gerçek varlığı yok sayılmış olur ki bu vahdet-i vücuddur. Çünkü
keşif
yoluyla sabit olduğu üzere biz âlem adına ne biliyorsak hepsi,
hissettiklerimizden, hayâlimizden, zihnimizdeki şekillerden ve ruhî
izlenimlerimizden ibarettir.
Bunları
hakikat tasavvur etmemiz ve izafi olarak hak diyebilmemiz, zatında
mükemmel ve
tek olan Hak kavramının ezelî ve ebedî gerçekleşmesini tasdik sayesinde
mümkün
olabilir. Bunu Fâtiha'da açıklamıştık.
Bu
bakımdan vahdet-i vücud, varlık tevhidi; âlemdeki benzer şeylerin gölge
ve
hayal olduğunu görmek ve onları silip arkasındaki açık gerçeğin
varlığına iman
etmekle mümkün olur.
Nitekim
"Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur." dediğimiz zaman da birtakım
putların, birçok kimseler tarafından mabud edinildiğini inkar etmiş
olmuyoruz
da bunların hak olmadıklarını ilan ve ancak bir Allah'ı ispat ve kabul
etmiş
oluyoruz. Fakat "Her mevcud Allah'tır." dendiği zaman varlıkta gerçek
bir çokluk, kabul edilmiş ve hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş oluyor
ki,
bunda tevhid yoktur. Tersine Allah'ı çoğaltma ve ona ortak koşma
vardır. Bu bir
vahdet-i vücud değil, varlığın birleştirilmesi veya hulûl teorisidir.
Yahut da
Allah'ı inkar etmek suretiyle yalnız âlemi ispattır, "Bir"e
"her" demektir.
Ortağı
ve benzeri olmayan Allah'a sonsuz ortaklar isnad etmek, hayalî
varlıkları,
gerçek varlık saymaktır. Buna daha çok "panteizm" yani
"birleşmiş ilâhcılık" denir ki, bu teoride Allah ve varlık gerçekten
her şeyle birleşmiştir veya her şeyin içine girmiştir. Haşâ Ali ilâh,
Veli
ilâh, Firavun ilâh, Nemrud ilâh ilâh... her şey ilâhtır. Bunda âlemin
isbatı,
onu yapanın yokluğu vardır.
İşte
birtakım cahiller veya inkarcılar, Allah'ın hikmeti adıyla imkansız
olan bu
birleşmeyi veya hulûl ya da ta'tıl (ateizm, ilâhsızlık) teorisini
vahdet-i
vücud ve sırf tevhid diye ele alarak "O'ndan başka ilâh yoktur."
demek "O'ndan başka mevcud yoktur." demek olduğunda ısrar ederler.
Bunu da: "Her mevcud O'dur." mânâsıyla açıklarlar. Hatta külli mecmuî
ile külli ifradîyi birbirinden ayırmayarak "Hepsi O'dur." derler. Her
şeyden ötede Allah'ı görecek yerde, her şeyde ve hatta her şeyi Allah
görmek
isterler. "İlk ve son olan, açık ve gizli olan O'dur." (Hadid, 57/3)
âyetinin açıkladığı birleşme mertebesini ayrılma mertebesinde ayrı ayrı
söylerler ve böylece kendilerini Allah görmek ve göstermek için kâmil
insanları, bizzat Allah gösterirler. Artık erenler, veliler, bir
ilâhlar
topluluğu manzarasında hayal edilir, oysa bu görüşün esasına göre
şeytanların
velilerden, kâfirlerin müminlerden farkı kalmaması gerekir. Çünkü her
varlık O
sayılır. İşte: "İnsanlardan kimi de Allah'tan başka şeyleri O'na eşler
tutuyorlar da onları, Allah'ı sever gibi seviyorlar." âyet-i kerimesi
özellikle bunları da red ve iptal içindir.
Zaten
İsa'ya "Allah" veya "Allah'ın oğlu" denmesi de Mısır'dan,
Hind'den, Yunan'dan, Roma'dan gelen bu birleşme teorisinin bir koludur.
Bu
aşırılıktan ve meseleyi karıştırmaktan kaçınmak için son zamanlarda
İslâm
dünyasında Hanbelîler içinden Vahhabî mezhebi ortaya çıkmıştır. Bu
mezheb
Allah'tan başka her kim olursa olsun ona hürmet göstermenin ve muhabbet
beslemenin şirk olduğunu ilan etmiştir. Buna dayanarak kabirlere hürmet
etmeyi
bile şirk kabul etmiştir.
Bu
hürmet ve muhabbet "Onları, Allah'ı sever gibi severler" mânasına
uygun olacak derecede olursa, bizim de buna şirk gözüyle baktığımızda
şüphe
yoktur. Ancak bundan genel olarak hürmet ve muhabbetin inkârı mânâsını
çıkarmak
ve müminlerin kalbinden peygamberlerin ve salih kulların sevgisini
söküp almaya
çalışmak da bir aşırılık ve Allah sevgisiyle uyum sağlaması mümkün
olmayan
tehlikeli bir iştir. Bunun böyle olduğunda da şüphe etmeyiz.
Sünnete
uygun bir şekilde kabir ziyaret etmek, ölülere Allah rızası için hürmet
etmek,
ölülerin gerçek olan eserlerinden, fikirlerinden istifade etmek,
ruhlarını
hayır ile anarak memnun etmek, onlar için Allah'a dua etmek ve bu dua
ile feyiz
kazanmak, onları Allah'ı sever gibi sevmek değil, Allah için Allah'ın
kullarını
ve yaratıklarını sevmek olduğu açıktır.
Özellikle
kabir ziyareti, ölümü hatırlamaktır. "Lezzetlerin, tatların yıkıcısı
olan
ölümü çokça anın." hadis-i şerifi gereğince ölümü hatırlamak meşru
olup,
emredildiği gibi kabir sahibinin faniliğini de görerek tasdik etmek
demektir.
Kabir
ziyaretini, Allah ziyaretine benzetmekte Allah için haşâ kabir
düşünülmesini
caiz görmek gibi bir küfür şüphesi vardır.
Bir
de "Onları, Allah'ı sever gibi severler." ifadesinin kapsamı, ölü ile
diriyi ayırmamış ve belki de ölülerden çok dirilere işaret etmiştir.
Bundan
dolayı ölülere ve kabirlere hürmet ve muhabbeti kayıtsız, şartsız
kesmek
isteyenlerin, daha önce bütün dirilerle ilgilerini kesmeleri, meşru
veya gayr-i
meşru hiçbir yöneticiye hürmet etmemeleri gerekecektir. O halde İslâm
büyüklerinin kabirlerini yıkan ve ziyaretlerini engelleyen
Vahhabîlerin,
hayatta olan yöneticilerine de asla muhabbet ve hürmet göstermemeleri,
ziyaret
ve saygıda bulunmamaları gerekir.
Kısaca,
başkanlarını ve büyüklerini, Allah'ı sever gibi sevenler ve onların,
Allah'ın
emrine uymayan emirlerine itaat ederek Allah'a isyan edenler, bunları
Allah'a
eş ve ortak edinmiş olurlar ki, bütün putperestliğin esası, bu tarz
muhabbet
beslemektedir. Allah'ın birliğine karşı böyle yapan birtakım insanlar
vardır.
Bunlar, başkanlarını, kendilerine uydukları kimseleri Allah için değil,
Allah
gibi severler. : Halbuki mümin olanların Allah'a sevgisi, Allah için
sevmesi,
her şeyden çok ve o müşriklerin tapındıkları eş ve benzerlere ve hatta
varsa
Allah'a sevgilerinden daha çok ve daha kuvvetlidir. Çünkü müminler,
ancak
Allah'a yalvarırlar. Müşrikler ise pek sıkıştıkları ve muhtaç oldukları
zaman
Allah'ı hatırlarlar, ihtiyaçları kalmayınca da edindikleri eşlere
uyarlar.
Bundan
dolayı müminin gerek rahatlık zamanında ve gerekse sıkıntı anında,
gerek
darlıkta ve gerekse genişlikte Allah'a olan sevgisi devamlıdır.
Kâfir
ve müşrik ise bazan Rabbinden yüz çevirir, müşrikler tutarlar bir puta
taparlar. Sonra ondan daha güzel bir şey gördükleri zaman onu bırakır,
buna
taparlar. Hatta Bahile kabilesinin yaptığı gibi acıktıkları zaman
mabudlarını
yerler. Bu şekilde sevgi besledikleri şeyi ve mabudlarını değiştirir
giderler.
Bunun
için onların müminler gibi devamlı bir sevgileri olamaz. Müminler, tek
Allah'a
inandıkları için bütün sevgileri, bizzat Allah'da toplanır. Allah'ın
yaratıklarına olan sevgileri de bu başlangıç noktasından dağılır. Yani
sevdiklerini ancak Allah için, Allah rızası için severler.
Kâfirler
ve müşrikler ise bir mabudun veya bir putun karşılığında diğer
mabudları ve
putları da doğrudan doğruya sevdikleri ve bütün sevgilerini Allah
sevgisiyle,
Allah rızasıyla ölçmedikleri için sevgileri dağınık ve parçalanmıştır.
Şüphe
yok ki dağınık ve değişen sevgiler, toplu ve sabit sevgiye göre bir hiç
demektir.
Bunun
için mümin bir halk topluluğuna sahip olan ve sırf Allah için sevilen
başkanlar, kendilerine uyulan insanlar ne kadar mutludurlar! Şüphe yok
ki bu
bahtiyarlığa kavuşmak da hakkiyle tek Allah'a inanan bir mümin olmaya,
her
şeyden, hatta kendinden önce Allah'ı sevip, Allah'ın kullarına da Allah
için
muamele etmeye ve Allah için sevgi dağıtmaya bağlıdır. Başka türlü
aşırı gidenler
veya ihmal edenler, zulümden kurtulamazlar.
Böylece
Allah'a eşler edinmek suretiyle zulmetmiş, haksızlık yapmış olanlar,
yani
Allah'a karşı başkalarını eş ve ortak tutmak; onları, Allah'ı sever
gibi sevmek
ve Allah'a karşılık onları bizzat kendilerine uyulacak varlıklar
edinerek
emirlerine itaat etmek özellikle Allah Teâlâ'nın hakkı olan ilâhlık
sıfatına ve
mabudluğuna başkalarını da ortak etmek en büyük zulümdür. "Şüphe yok ki
şirk, büyük bir zulümdür." (Lukmân, 31/13) ve bunu yapanlar son derece
zâlimdirler. Çünkü göklerin ve yerin yaratıcısı, kainat saltanatının
mutlak
hâkimi olan Allah Teâlâ'nın hakkına tecavüz etmek cüretinde bulunanlar,
hangi
zulümden sakınırlar? Allah'ın kullarına, aciz yaratıklarına neler
yapmak
istemezler? Bundan dolayıdır ki, dilimizde "Kork, Allah'tan
korkmayandan." diye bir ata sözü vardır. Elbette böyle yapan zalimler,
birgün gelecek, Allah'ın azabını göreceklerdir. Bu zâlimler, işte o
azabı
gerçekten görecekleri vakit, Ne kadar kuvvet ve kudret varsa hepsi,
Allah'ın olduğunu,
ve Allah'ın azabının ne kadar şiddetli bulunduğunu bir görecek
olsalar!...
Burada
bu "onlar bir görecek olsalar" şart cümlesinin cevabı tehvîl
(korkutmak, uyarmak) için hazfedilmiştir, belirtilmemiştir. Nitekim
dilimizde
de bu gibi tehdit makamında: "başına geleceği bilsen..." deriz ve
cevabı gizli tutarız ki, bu gizlilikten maksat, bu cevapta anlatılması
mümkün
olmayan bütün tehlikeleri toplamaktır. Yani o gün bunların
uğrayacakları acı,
pişmanlık ve hasret, o kadar dehşetlidir ki, şimdiden anlatılması
mümkün
değildir. Neler olacak, neler çekecekler!..
166-Özellikle,
O Allah'ı sever gibi sevilip,
arkalarına düşülen ve kendilerine uyulan kimselerin, arkalarına düşüp
kendilerine tâbi olanlardan uzaklaştıkları, ve azabı görerek "Aman aman
bunlar bizden değil." diye reddedip kaçındıkları zaman, aralarındaki
bütün
bağlantı sebepleri kesilir.
167-Uymak,
uyulmak ve bunlara sevk eden iş ve gaye
gibi her türlü ilgi tamamen kopar, o arkadan giden ve öndekilere uyan
kimselerin: "Ah ne olurdu bizim için geçen dünyaya bir dönüş mümkün
olsaydı da onların bizden uzaklaştıkları gibi biz de onlardan
uzaklaşsaydık." diye feryat edecekleri gün, o son pişmanlık günü neler
olacak!.. İşte Allah onlara bütün amellerini böyle her taraflarını
kuşatmış
büyük hasretler, son derece acı ve faydasız pişmanlıklar halinde
gösterecektir.
ve onlar bu ateşten çıkacak değillerdir.
Bundan
dolayı insanlar, bütün bu kuvvet ve kudretin tek sahibi ve hükümranı
bulunan
bir Allah'tan başka mabud tanımamalı, O'nun emrinden başkasına itaat
etmemeli,
başkasına uymamalı ve bütün sevgisini Allah'a olan sevgisinde
toplamalıdır.
Cenâb-ı
Allah, akıllara kudret ve rahmet delillerini gösterip, hislere son
derece korku
ve sevgi telkin ederek müjde ve uyarı, teşvik ve sakındırma içinde
birliğini
aklî ve hissî bakımdan ispat ettikten ve bütün insanları her türlü
şirkten
sakındırmakla tevhid inancına davet ettikten sonra, ilâhlık ve
Rabblığının
eserlerini, ilerde açıklayacağı kanun koyma noktasından da göstermek
için
buyuruyor ki:
168-
Ey insanlar! Sizin hepiniz böyle bir Allah'ın
yaratığı ve kitabına layık gördüğü kullarısınız, kendilerine uyulan ve
uyan, hepiniz
yemeye, içmeye muhtaç acizlersiniz. Bunun için Allah'a kulluk edeceğiz
diye
kendinizi Allah'ın nimetlerinden mahrum ederek yormayınız. O Rahmân ve
Rahîm
olan Rabbiniz size şöyle izin veriyor: şu yeryüzünde bulunan şeylerden
yiyiniz.
Fakat nasıl rastgelirse ve her elinize geçeni değil, helali hoş ve
tertemiz
olarak yiyiniz. Yediğiniz şeyler pis, kirli, şunun bunun hakkı geçmiş,
yaratılış itibariyle ve dinî bakımdan yasaklanmış veya şüpheli şeyler
olmasın.
Helalinden kazanınız, haram, pis, şüpheli şeylerden sakınınız. Onlara
tenezzül
etmeyiniz. ve şeytanın adımlarına uymayınız. Yani onun arkasından
izinden
gitmeyiniz.
Çünkü
o sizin her halde açık bir düşmanınızdır. Kendisi her ne kadar
gözlerinize
görünmez, gizliden gizliye kanınıza, iliklerinize işleyerek kalb ve
fikirlerinize sokulursa da onun size düşman olduğunda ve telkinlerinden
hiç
birisinin hakka ve hayra yönelik olmayacağında şek ve şüpheye yer
yoktur.
169-Ağlam
bir yaratılış, olgun bir akıl ve temiz bir
kalb sahipleri için onun düşmanlığını ve telkinlerinin kötülüğünü
anlamak hiç
de zor değildir. Çünkü o size ancak kötü ve gayet çirkin şeyleri , ve
Allah
tarafından delili olmadan, kendi kendinize bilemeyeceğiniz şeyleri
Allah'a
karşı iftira olarak söylemenizi emreder. O, Allah'ın emirleri hakkında
hayal ve
kuruntularla, arzularla söz söylemeye teşvik eder.
Şeytanın
batılı gerçek, kötülüğü iyilik gibi süsleyerek insanın hayal ve
kuruntusuna
sunmakla heyecanlandırması ve teşvik etmesi, emre benzetilmiştir.
Nitekim
nefsin şiddetli arzuları hakkında: "Nefsim bana böyle emrediyor."
denir ki, "nefs-i emmâre" kötülüğü emreden nefis deyimi bundandır. Bu
teşbihte şeytanın vesvesesini kabul ile ona uyan insanların, şeytanın
memurları
ve uyduları yerinde olduklarına işaret buyurulmuştur.
Bilinemeyecek
şeyler başlıca ikidir:
1-
Allah'ın zâtı ve gerçek mahiyeti: Allah'ın gerçek mahiyetini insan
aklı, tam
olarak anlayacak şekilde bilemez. Bunun için Sıddîk-ı A'zam (Ebu Bekir)
hazretleri: "Allah'ın zatının sırrından bahsetmek, şirk koşmaktır."
buyurmuştur. Şeytan ise insanı bundan söz etmeye teşvik eder, kuruntu
ve hayal
ile nice sözler söyletir.
2-
Allah'a isnadı caiz olup olmayacak şeylerdir ki, Allah'ın emirlerinin
çoğu,
haram ve helal gibi fer'î ve şer'î hükümler bu türdendir. Çünkü şer'î
ve fer'î
hükümlerin ilgili bulunduğu sonuçların güzelliğini, menettiği şeylerin
gerektireceği fenalıkları anlamak için akıl ve şahsî tecrübe yeterli
değildir.
Amele ait teferruatla ilgili olan Allah'ın kanunlarında öyleleri vardır
ki,
sonuçlarını tamamiyle anlayıp, özetlemek için asırlar bile yetmez.
Bunların
Allah tarafından tayin edilip indirilmiş delilleri vardır.
Zaten
fenalık görmek istemeyen insanların, fenalığı denemeye kalkışmaları da
akıl işi
değildir. Fakat şeytan insanları, bunlar hakkında da gönlüne göre hüküm
vermeye
teşvik eder. "Adam sen de filan şeyi yemek neden haram olsun? Filan işi
yapmak neden yasak olsun?" dedirtir. Böylece insana Allah'ın emrini,
Allah'ın kanununu araştırtmadan, kendi kendine yalandan kanunlar
uydurtur.
Hakk'ın kanununa uymayan işler yaptırır ve nihayet başını belaya sokar.
İlmi,
yoluyla delilinden aramayan; Allah'ın emrini gösteren delili bulmadan
kendi
kendine bilemeyeceği şeyler hakkında şeytanın telkin ettiği hayal ve
kuruntusuna, gönüllerinin bozuk eğilimlerine göre söz söyleyen nice
insanlar
vardır ki, hep bunlar Allah'a karşı eş tutanlar cümlesindendir.
170-Nitekim
o insanlara Allah'ın indirdiği açık
delillere, parlak belgelere ve bunların hükümlerine tabi olup itaat
ediniz,
dendiği zaman, Hayır, biz ona değil, atalarımızı üzerinde bulduğumuz
eski
âdetlere uyarız, derler. Yani atalardan kalma eski adetlerin, Hakk'ın
emrine,
Allah'ın hükmüne uygun olup olmadığını aramazlar da sırf taassubla
onlara, ne
olursa olsun uyup taklid edeceklerini söylerler.
Hayret!
Ataları hiç bir şeye akılları ermez ve doğru yola gitmez olsalar bile
mi?
Onların bulunduğu hale uyacaklar, cehalet ve sapıklıkta da mı onları
taklid
edecekler?
Gerçekten
tarihin esasına, nakle ve ancak ilmî nakillerin tesbit edeceği birçok
asırların
deneylerine, daha doğrusu Allah'ın tayin edip indirdiği delillere bağlı
olan
hükümlerde geçmişi büsbütün atmak ve ondan habersiz olarak hep yeni
şeyler
aramak da doğru değildir. Bununla beraber körükörüne geçmişe
taparcasına sevgi
beslemek, ne olursa olsun atalar yolunu tutmak ve özellikle ilimden,
dinden
nasibi olmayan, hata ve sapıklıkları açık ve Allah tarafından
açıklanmış
bulunan ataları taassubla taklid etmek de onları, Allah'a eş ve ortak
gibi
tutmak, cehalet ve sapıklıkta boğulup kalmaktır.
Bu
konuda aranacak olan şey, hak ve batıl, menfaat ve zarar, iyilik ve
kötülük,
güzellik ve çirkinliktir. Menfaatin, hakkıyle menfaat; iyiliğin
hakkıyla
iyilik, güzelliğin hakkıyla güzellik olması için de Allah'ın hükmünü,
hakkın
delilini bulmak lazım gelir.
Bundan
dolayı bir şeye tabi olma sebebi; eskilik, yenilik veya atalar yolu
olup
olmaması değil, Allah'ın emrine ve Hakk'ın deliline uygun olmasıdır.
Allah'ın
emrine uyan ve yaptığını bilen atalara uyulur. Aksine hakkın emrini
tanımayan,
ne yaptığını bilmeyenlere -atalar bile olsa- yine uyulmaz. Bu durum,
eskilerde
böyle olduğu gibi yenilerde de böyledir. Bunun için fıkıhta "Zarar
kadîm
olmaz." diye bir genel kaide vardır. "Kadîm, kıdemi üzere terk
olunur." genel kaidesi de bununla kayıtlıdır.
Bu
bakımdan eski, hiçbir kayda bağlı olmadan eski olduğu için değil, açık
bir
zararı bulunmaması yönünden geçerli olduğu gibi, iyiliği ve güzelliği
ilmin
sebeplerinden biriyle bilinen ve hakkın deliline uygun olup sonradan
ortaya
konan yeni de geçerlidir.
Kısaca
hak ve iyilik ölçüsü, ne eski ve yeni, ne de bilgisizlik ve istekdir.
Allah'ın
emrine ve delile dayanan ilim gerçektir. Bunun için eski olsun, yeni
olsun
Allah'ın indirdiği delillere bakmayıp da ataların halini, yalnız ata
olduklarından dolayı taklid etmek, onları Allah'a eşler tutmak ve hakkı
bırakıp
hayal ve kuruntulara, şeytanın emirlerine uymak, izince gitmektir ki,
buna
tutuculuk denir.
Bu
âyet gösteriyor ki, kısaca veya genişçe bir hak (doğru) delile
dayanmayan
katıksız taklid, din hakkında yasaklanmıştır. Belli bir bilgisizliğe,
sapıklığa
uyup taklid etmek aklen batıl olduğu gibi, şüpheli olan hususta da
delilsiz
taklid, din açısından caiz değildir. Açıkça belli olmayan hususlarda
delilsiz
söz söylemek ve o yolda hareket etmek, bilmediği bir şeyi Allah'a
iftira olarak
söylemek ve şeytana uyup bilgisizce hareket etmektir.
Nitekim,
"Allah'ın indirdiği Kur'ân'a ve diğer açık delillere, parlak belgelere
ve
bunların hükümlerine uyunuz." dendiği zaman Arap müşrikleri, taassubla
böyle yapmış ve böyle söylemişlerdi ki, bu âyet bu sebeple inmiştir.
Bir
rivayette de böyle diyen ve âyetin inmesine sebep olanlar, yahudilerden
bir
gruptur. "Allah'ın indirdiğine uyun." dendiği zaman bunlar:
"Hayır, biz babalarımızı neyin üzerinde bulduksa ona tabi oluruz. Çünkü
onlar bizden hayırlı, bizden daha bilgiliydiler." demişler, yapılan bu
teklifteki âyet ve delilleri hiç düşünmeyerek taassuba sapmışlardır.
171-
Bu bakımdan böyle tutuculuk ve taklitçilik,
müşriklerin ve kâfirlerin belirtisidir. Bu kâfirlerin hali neye benzer
bilir
misiniz? bütün kâfirlerin hali, o hayvanın haline benzer ki, bağırıp
çağırmadan
başka birşey işitmeyerek haykırır, duyup dinlediği kuru ses, çıkardığı
yine
kuru sestir, mânâdan haberi yoktur. onlar, birtakım sağırlar,
dilsizler,
körlerdir. Bunun için hiç bir şey anlamazlar. Sadece hay! huy! kuru
gürültülere, çan seslerine, kaval sesine kulak verirler,haykırırlar.
Bunlara
söz söyleyecek, doğru yola davet edecek olanların hali de o hayvan
çobanının
haline benzer, o yolda çobanlık etmesi gerekir. Çoban onlara insan
gibi,
yiyiniz, içiniz, yayılınız derse anlamazlar, mânâsız seslerle ıslık,
düdük
çalar, bağırıp çağırarak azarlar, sürer, haylarsa bir şey duyarlar.
İşte
kâfirlerin durumu da böyledir. Bunlar, Allah'tan, peygamberden bir şey
anlamazlar, mânâlı sözleri duymazlar, çan ve düdük sesleri arkasında
dolaşırlar. Bunları işittikleri zaman haykırırlar, höykürürler. Yiyip
içmek,
yayılmak için yola gelirlerse, azarlama ile, haykırarak bağırıp çağırma
ile
gelirler. Allah daha iyisini bilir ya, yukarıda "Râinâ demeyiniz"
(Bakara, 2/104) buyurulmasında bu nükteye de işaret vardır.
172-
Ey müminler! siz o hayvanlar gibi olmayınız.
size kısmet ettiğimiz rızıkların maddi ve manevi temiz olanlarından
yiyiniz.
Çünkü yaratılış âleminde rızkın haramı da var, helali de; pisi de var,
temizi
de. Fakat siz, bunların temizlerinden ve kimsenin hakkı geçmeyerek
meşrû
şekilde kazanılan helallerinden insanca yiyiniz. Hem hayvanlar gibi pis
boğaz
olmayınız, hem de bir takımlarının yaptığı gibi helal, hoş ve temiz
şeylerden
kendinizi mahrum etmeyiniz. Temiz temiz, helal helal yiyiniz.
Onları
yaratan, veren Allah'a şükrediniz. O helal ve temiz rızıklarla beslenen
vücudunuzu, görünen ve görünmeyen organlarınızı, ne için
yaratılmışlarsa onda,
yani yaratılış gayelerinde kullanınız.
Çünkü
yukarda da açıklandığı üzere şükrün gerçek bir şekilde yerine
getirilmesi,
nimeti ihsan edene bu suretle karşılık vererek saygı göstermektir.
Vücudun
organlarından her birinin bir yaratılış hikmeti vardır. Bunun bir kısmı
genel
olarak herkes için bellidir. Diğer kısmını da "Organların faydaları
bilimi" (Fizyoloji) denen ilimle yavaş yavaş, ard arda tetkik etmek
mümkündür.
Mesela
neslin devamı için verilmiş olan bir organı, nesli kaybetmek için
kullanmanın,
yine aynı şekilde gerçekleri keşfedip, Allah'ı tanımak için bahşedilmiş
olan
aklı, bozgunculuğu körüklemek ve hukuku iptal için sarf etmenin, nimete
karşı
büyük bir nankörlük olduğu ne kadar açıktır.
İnsanlığın
kıymetini bilmeyerek pis ve haram şeyler yiyenler, böyle nimete karşı
nankörlüğe düşecekleri gibi, nimete nankörlük edenler de maddî ve
manevi
pislikten kurtulamazlar. Birinden korunsalar, diğerine mutlaka
bulaşırlar.
Tefsir
bilginleri diyorlar ki, birinci "yiyiniz" emri mutlak oluşuna göre
ibaha, (mübah kılmak) ikinci "şükrediniz" emri vücûb içindir. Çünkü
usûl ilminde açıklandığı üzere, yeme, içme gibi sırf kulların iyiliğine
meşru
bir şekilde yararlanma imkanı bahşeden emirler, vazife değil, birer hak
teşkil
ederler. Bunlar vazife gibi vacib kabul edilecek olursa, yapılmadığında
ceza
lazım gelir. Bu ise lehte olduğu açık olan bir emrin aleyhe dönmesini
gerektirir. Buna, "konuyu tersine çevirme" denir ki, bir çelişki
olur. Bundan dolayı helalinden yemek bir hak, fakat haramdan kaçınıp
Allah'a
şükretmek bir vazifedir.
Ancak
"yiyiniz" emrinin mutlak oluşuyla mubah için olması, içindeki bazı
kısımların vacib olmasına engel değildir. Çünkü mübah vücûbdan daha
geniştir.
Bunun için de yemenin çeşitli mertebeleri bulunabilir. Gerçekten
fıkıhta uzun
uzun açıklandığı üzere yemenin farz olan ve vazife bulunan kısmı da
vardır. Bir
insanın ölmeyecek kadar yemesi farzdır. Mümkün iken yemez de açlığından
ölürse
intihar etmiş, kendi canının katili olma günahıyla günahkar olmuş olur.
Sonra
ölümden koruyacak miktardan fazla olarak ibadete kuvvet kazanmak için
yemek
mendubdur. Tam doyacak kadar yemek mübah, ondan fazlası haramdır.
İşte
"yiyiniz" emri mübah mertebesine kadar yeme şekillerini içine
almaktadır. İbahaya yormakla birlikte farzı da kapsamına almaktadır.
Ey
müminler! Böyle temiz temiz yiyiniz de Allah'a şükrediniz. Eğer siz
gerçekten
yalnız Allah'a ibadet ve kulluk ediyorsanız böyle yaparsınız. Gerçekten
tek
Allah'a inanmış mümin olanlar, böyle yaparlar.
173-Şimdi
siz haram kılınan şeyleri de kısaca
belleyiniz: Allah Teâlâ sizlere ancak şunları haram ve yasak kılmıştır:
ölü
hayvan yani kesilmesi gerektiği halde kesilmeden kendi kendine veya
boğazlama
yerine geçmeyecek diğer bir sebeple ölen herhangi bir ölü hayvan. Hatta
balık
kesilmeye ihtiyacı olmadığı halde ölüp de su üstüne çıkmış olan ölü
balık
(semek-i tâfî) bile haramdır. Kan yani dem-i mesfûh denen akar kan,
domuz eti
yani gerek ölü olsun ve gerekse boğazlanmış olsun kayıtsız şartsız
domuz eti
ki, bunun baştan başa murdar ve her şeyinin pis olduğunu göreceksiniz.
Bir de
Allah'tan başkası adına kesilen hayvanlar. Âyette geçen "ihlâl"
aslında sesi yükseltmek demektir. Müşrikler mabudlarına kurban
kestikleri
zaman, Lât adına, Uzza adına diyerek onların isimlerini yüksek sesle
söylerlerdi. Böyle sesi yükseltme ile kesmeye de "ihlâl" denirdi.
Sonraları ihlâl, isterse sessizce olsun, mutlak olarak kesme anlamında
kullanılmıştır ki, âyet de bu mânâyadır.
Buna
göre gerek gizli, gerek açık olarak Allah'tan başkası adına kesilen
kurbanların, hayvanların yenmesi haramdır. Mesela, filan türbede Allah
için
kurban kesmek caiz ve yenmesi helal olursa da, filan türbe için ve onun
adına
kesilen kurbanın eti yenmez. Bunlar haramdırlar. Bunların yenmesindeki
zararlar
saymakla bitmez. Bunun için son derece hayatî bir zaruret bulunmadıkça
bunlardan yemek, kesinlikle yasak ve günahtır.
Bununla
beraber Her kim mecbur kalır ve yemediği takdirde öleceği muhakkak
bulunursa,
bu zaruret içinde bulunan kimse, başkasının hakkına tecavüz etmediği,
yani
kendi gibi zaruret içinde bulunan diğer birinin, ölümünü önleyecek
kadar elinde
bulunana saldırarak, kendini kurtarmak için onun ölümüne sebep
olmadığı, ve
taşkınlık yapmadığı, yani ölmemek için gerekli olan zaruret ölçüsünden
fazlasına geçmediği takdirde, ona günah yoktur. Böyle zaruret içinde
kalmış bir
kimse için bunlardan hangisini bulursa zaruret miktarı, yani ölmeyecek
kadar
yemeye ruhsat vardır. O da bu ruhsatı terk ederse günahkar olur.
Fıkıh
ilminde "Zaruretler, haram olan şeyleri mübah kılar." ve
"Zaruretler, kendi miktarınca takdir olunur." genel kaidesi de bu ve
benzeri âyetlerin mânâsıdır.
İşte
şimdilik haram olan şeyler kısaca bunlardan ibarettir, ilerde daha
fazla
açıklama gelecektir. Müminler, böyle pis ve haram olan şeyleri
bıraksınlar da
helalinden temiz temiz kazanıp yesinler. Allah'ın emrine uymayarak
kendi
kendilerine mahrum etmesinler, Allah'ın emirlerini saklamasınlar. Çünkü
kesin
olarak biliniz ki:
174-
Allah'ın indirdiği kitabı, yahudi bilginlerinin
yaptığı gibi gizleyenler, ve bu gizleme sebebiyle az bir değer, yani ne
kadar
çok da görünse, işin aslında az olan bir dünya menfaati, para, mal veya
makam
satın alanlar, kısaca dünya muradına ermek için Allah'ın kitabını veya
o
kitabın hükümlerini gizleyen ve gerçekleri değiştirenler yok mu? işte
onlar,
karınları dolusu ateşten başka bir şey yemezler. Bu yüzden aldıkları
bedeller,
yedikleri şeyler, içlerinde gerçek bir ateş olacak, onları yakacak ve
devamlı
yakacaktır. Çünkü şer'î gerçeklerin aksine yapılan her işte manevi bir
ateş
kıvılcımı vardır. Onu gizlemek suretiyle elde edilen dünya menfaati,
elbette
ateşten başka bir şey olmayacaktır. ve kıyamet gününde Allah, onlara
söz
söylemeyecek, yani rahmetle iltifat etmeyecektir.
Çünkü
"Bir kötülüğün cezası, onun gibi bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40).
Bunlar ise Allah'-ın kelâmını gizlediklerinden, ahirette rahmet
sözünden mahrum
kalacaklardır. onları tezkiye etmeyecek ve günahlarından
temizlemeyecektir.
Mümine yapacağı gibi affından hissedar kılmayacak, oldukları gibi bütün
kirlilikleriyle mahşer yerine getirecektir. ve bunların hakkı acı veren
devamlı
bir azabdır.
175-Çünkü:
Bunlar hidayeti sapıklığa, mağfireti
azaba satmış, hidayet yerine sapıklığı, mağfiret yerine azabı almış
kimselerdir. Artık sapıklık ve azab, onların ebedî olarak kazandıkları
malları
olmuştur. Bunlar, ateşe karşı ne sabırlı şeyler? Hayır ve sevaplara,
iyiliklere,
doğruluğa, hak ve hakikati açıklamaya, dünya zevklerinden birini feda
etmeye
asla sabredemeyen bu adamlar, ateşe götürecek ameller yapmakta ne
sabırlar
gösteriyorlar! Ve ebedî olarak ateşte yanmak için neler neler
yapıyorlar!
176-İnsanın
yaratılışı gereğince tahammül edilmesi
mümkün olmayan ateşe karşı böyle sabır isnadiyle bir hayret ortaya
koymak,
Allah tarafından bir alaydır.
Bu
sabır, sonu selamet olan bir sabır değil, ebedî bir felaket olan
çaresizliktir.
bu ateş azabı, sebepsiz ve haksız da değildir. Çünkü Allah kitabını
şüphesiz
hak ile, hakla ilgili, hakkı söyler olarak indirdi. Bunun için kitabını
yalanlayanın veya gizleyenin hakkı ateş olur.
Bir
de Kitap hakkında ihtilafa düşenler, Allah'ın indirdiği kitapların
hepsine
inanmayıp da, kimi Tevrat'a, kimi İncil'e inananlar ve sonra kitabın
bir
kısmına inanıp bir kısmına inanmayanlar, elbette haktan, doğrudan çok
uzak bir
ayrılık ve anlaşmazlık içindedirler. Haktan bu kadar uzak bir ayrılık
içinde
koşan batıl ehlinin hakkı da ebedî bir azabdır.
İşte
bu sebeple onlar, o ateş azabını hak etmişlerdir.
Bu
âyet bize şunu anlatıyor ki, aralarında kendisiyle amel edilen ve
anlaşmazlığa
düştükleri zaman hakem kabul edilecek hak bir kitaba iman etmemiş
olanlar,
tartışmadan ve anlaşmazlıktan kurtulamayacakları gibi, kitapları ayrı
ayrı olan
insanlar arasında birleştirici bir bağ bulunamayacağından ihtilaf ve
anlaşmazlıkları ebedî olur. Bağlı göründükleri kitabın tamamına
gerçekten
sadakatle inanmayarak, onu kendi gönüllerine, heveslerine göre anlamak
isterler. Kitaplarının bir kısmına inanırlarsa, diğer kısmına
inanmazlar ve
böylece birinin inanır göründüğünü diğeri inkar eder. bunlar da
heveslerinin
değişikliği ölçüsünde ihtilaf ederler. Bunun neticesi de kitapsızlığa
ve en
büyük münakaşa ve mücadeleye götürür. Haktan uzaklaştırır. Bu da
toplumları
perişan eder ve ebedî azaba sürükler.
Her
ne yapılırsa yapılsın, insanlar için haktan başka birleşme yolu ve
hakka
uymaktan başka mutluluk sebebi yoktur.
Kitabın
aslında ihtilaf etmeyerek, onu isteğine göre dünya menfaati nedeniyle
inkar,
te'vil ve değiştirmek suretiyle gizlemeye kalkışmayarak hüsn-i niyetle
ve tam
dürüstlükle anlamaya çalıştıkları halde insan olmaları bakımından
kavrayışları
farklı olanların ise asıl beraberliklerine zarar gelmez. Bunların
anlaşmazlıkları haktan uzak bir anlaşmazlık olmaz.
Herhalde
nâsih ve mensûhiyle Allah'ın kitaplarına inanmamak ve hak kitabın bir
kısmını
tanımamaya çalışmak felaketin başıdır. Allah'ın bütün kitaplarına iman
etmek ve
kitab hakkında ihtilafa düşmekten kaçınmak, imanın ve İslâm'ın
şartlarındandır.
Mümkün olan bütün gayretini sarfederek gerçek ilmî ictihatlar yoluyla
meydana
gelen ihtilaflar ise, ihtilaf icad etmeyi gaye edinmemek şartıyla
muaftır.
Hatta bir hadiste işaret buyurulduğu üzere kolaylaştırıp genişletme
bakımından
rahmet sebebi de olur. O şartla ki, bunlarla amel edecek olanlar,
ihtilafı
değil, ittifak yönünü araştırma vazifesini unutmasınlar.
Bunun
için bir ferdin, sıkıntılı bir zamanda hakkında ihtilaf edilen bir
görüşle amel
etmesinde bir sakınca yoksa da, sosyal konularda ittifak edilen yön
araştırılmadan böyle ferdî bir görüşle fetva verilmesi tevhid
prensiplerine
aykırı ve bu âyetin uyarısına dahil olur.
Özellikle
kalem ve söz sahibi olanlar, yazı ve te'lifle meşgul olanlar, emir,
yasak, eğitim
ve öğretim üzerinde bulunanlar, bu âyetleri dikkat nazarlarından asla
uzak
tutmamalı, hakkı gizlemenin, ihtilafın, anlaşmazlığın ne kötü bir
sonucu
olduğunu düşünmelidirler.
Ka'b
b. Eşref, Ka'b b. Esed, Mâlik b. Sayf, Huyey b. Ahtab ve Ebu Yâsir b.
Ahtab
gibi ve Tevrat'taki Hz. Muhammed'in sıfatları hakkındaki âyetleri ve
diğer bazı
hükümleri gizleyen ve bu sebeple hemcinslerinden hediyeler alan Yahudi
reisleri
hakkında inen bu gizleme âyetleri ve yukardaki benzeri, müslümanlar
için de pek
ibretli bir ahlâk dersini kapsamaktadır.
Kısaca
insanın mutluluğu ve hakka yakınlık; şirkte, küfür ve nankörlükte,
cahilce
taklit ve taassubda, hayvanlıkta, hayvan gibi helal ve haram
tanımamakta, pis
pis şeyler yemekte, şeytana uyup çirkin şeyler yapmakta, bilir bilmez
ağzına
geleni söylemekte, hakkı gizlemekte, kitab hakkında ihtilafa düşmekte,
hakka
karşı ayrılık ve anlaşmazlık çıkarmakta değil, tam mânâsıyla hayır ve
ihsanda,
bol iyiliktedir. O halde asıl hayır ve iyilik nedir?
177-KIRÂET:
Hamza ve Âsım'dan Hafs, rânın
fethasıyla; diğerleri rânın zammesiyle okurlar ki, birincisinde , 'nin
haberi;
ikincisinde ismidir. Nafi ve İbnü Âmir "nûn"un tahfif ve kesresi,
rânın zammesiyle, ; diğerleri nûnun teşdid ve fethası ve rânın da
fethasiyle
okurlar. "Gerçek iyiliğe ulaşamayacaksınız." (Âl-i İmrân, 3/92)
âyetine bak!
NÜZUL
(İNİŞ) SEBEBİ: Âyetin inmesine Kitap ehlinin, kıblenin değiştirilmesi
meselesinde dedikoduyu ileri götürmeleri, yahudi ve hıristiyanlardan
her
birinin, kendi kıblelerine yönelmenin daha hayırlı olduğunu iddiada
ısrar
etmeleri sebep olmuştur.
Bunun
için onlara ve bu vesile ile bütün insanlara hitaben buyuruluyor ki: Ey
İnsanlar! Yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz, işin aslında
istenen
erginlik ve hayır değildir. -Diğer kırâete göre- Asıl istenen erginlik
ve
hayır, yüzlerinizi doğuya ve batıya doğru çevirmeniz değildir.
Bir
kere doğu ve batının kıble edinilmesinin hükmü kaldırılmıştır.
İkincisi, doğuya
ve batıya dönmek zaten ısrar edilmesi gereken bir erginlik ve hayır
zannedilmemelidir. Kıble meselesinin ve hatta Kâ'be'ye bile yönelmenin
önemi,
kendisi için istenen bir erginlik ve hayır olduğundan değildir. Fakat
işin
aslında erginlik ve hayır sahibi, gerçekten iyiliğe eren, Allah'a ve
sorumluluk
günü olan ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman etmiş,
ve
helalinden mal kazanıp, seve seve herhangi bir yakınlığa sahip bulunan
akrabalarına, muhtaç olan yetimlere, fakirlikten kımıldanamayacak halde
bulunan
yoksullara, yol oğluna, yani uzun yoldan gelmiş misafire, ihtiyac ve
zaruretin
zorlamasıyla dilenme zilletine düşmüş dilencilere -ki bir hadis-i
şerifte:
"Dilenene, at üzerinde bile gelse veriniz." diye rivayet edilmiştir-.
Rikâb, rakabe' nin çoğuludur. Rakabe sözlükte boyun kökü demek olup,
mecazen
insanda ve şer'an hürriyetini kaybetmiş olan insanda kullanılır ki,
burada bu
mânâyadır. Yani, esirler uğrunda; köleliğe düşmüş insanların kurtulup
âzâd
olması hususunda, Mükâtebeye kesilmiş olanların kurtuluş için
ödeyecekleri
bedele yardım etmek veya satın alıp âzâd etmek veya esasen esirlikten
kurtarmak
üzere hediye veya sadaka olarak mal vermiş, farz namazlarını doğru
dürüst
kılmış, dininin direğini dikmiş, zekatını da ayrıca vermiş, İslâm
köprüsünden
geçmiş olan kimse, bir hususta andlaşma yaptıkları, kesin söz
verdikleri zaman
sözlerini yerine getiren vefakârlar, ve özellikle fakirlik, sıkıntı,
hastalık
ve kötürümlük gibi zaruret durumlarında ve bir de düşmana karşı savaş
zamanında, savaş alanlarında sabreden sabırlı kimselerdir.
Aslında
erginlik ve hayır, gerçek iyilik, bütün bu sayılan kimselerin
erginliği,
bunların iyilikleridir.
Arap
dilinde övgü şeklinde meydana gelen saymalarda i'râbın merfu ve mansub
olarak
değişmesi, övgüye dikkat çekmek için bir adettir. kelimesi bu türden
olmak
üzere "yâ" ile mansub olmuştur ki, mukadder medih (övgü) fiilinin
mef'ûlüdür. İşte bu güzel sıfatlarla vasıflanmış olan kimseler, öyle
kimselerdir ki, dinde, hakka uymada, iyiliği ve hayrı aramada, doğruluk
ve
vefakârlık yapmışlar, doğruluklarını ispat etmişlerdir. İşte,
müttakiler
bunlardır, bu iyilik ve doğruluk sahipleridir. Allah'a şükür de böyle
doğruluk
ve sadakatle yapılır.
Görülüyor
ki, bu âyet-i kerime açıkça veya delalet yoluyla, insanlığın bütün
üstün
vasıflarını içinde toplamıştır. Buna işaretle Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz de:
"Her kim, bu âyet ile amel ederse, imanını kemale erdirmiş olur."
buyurmuştur.
Bunun
üzerine, amelî hükümleri genişçe açıklamak suretiyle, hayat hakkı ve
canı
koruma ile ilgili olmak üzere buyuruluyor ki:
178-
İNİŞ SEBEBİ: Hz. Muhammed'in peygamberliğinden
önce adam öldürmeye karşı hıristiyanlar, yalnız affın vacib olduğunu
söylüyorlardı. Yahudilerin hükümlerinde de af yok, yalnız öldürme
vardı.
Bununla birlikte Buharî ve Nesaî'nin rivayetlerine göre İsrailoğulları
diyeti,
öldürmeden önde tutuyorlardı.
Araplar
ve onlarla beraber yahudilerin bir kısmı bazan öldürmenin vacib
olduğuna, bazan
da diyetin vacib olduğuna hükmediyorlardı. Fakat bu iki hükümden her
birinde
haksızlık yapıyorlardı. Şöyle ki: Öldürmede: Biri, diğerinden daha
şerefli olan
iki kabile arasında bir öldürme olayı meydana gelince, daha şerefli
olanlar;
herhalde bizden bir köle karşılığında onlardan bir hür, bir kadın
karşılığında
bir erkek ve bir erkek karşılığında iki erkek öldüreceğiz derlerdi.
Kendi
yaralarını hasımlarının yarasının iki katı sayarlar ve bazan daha da
ileri
giderlerdi.
Rivayet
ediliyor ki; bir kere birisi, ileri gelenlerden bir insan öldürmüştü.
Katilin
yakınları, öldürülenin babasının yanında toplandılar ve "ne
istersin?" dediler.
O
da: "Üçten biri!" dedi. "Nedir onlar?" diye sordular.
Cevaben: "Ya oğlumu diriltirsiniz veya evimi semanın yıldızlarıyla
doldurursunuz yahut da bütün kavminizi bana teslim edersiniz, hepsini
öldürürüm. Sonra da oğluma bir karşılık aldığım görüşünde bulunmam."
demişti.
Diyete
gelince; onda da zulmedenler, çoğunlukla ileri gelenlerin diyetini,
diğerlerinin birkaç katı yaparlardı. İşte böyle Arap kabilelerinden
Ensar'ın
iki kabilesi arasında cahiliye devrinden kalma kan davaları vardı. Bir
taraf,
şeref ve kuvvetine güvenerek diğerine karşı ileri gidip bizden bir köle
karşılığında sizden bir hür, bir kadın karşılığında bir erkek
öldüreceğiz diye
yemin etmişlerdi. Müslüman olduktan sonra Resulullah (s.a.v.)'a gelip
muhakeme
olmak istediler. Bu sebeple, bu âyet indi.
Kısasın
vacib oluşunu, bu vacibliğin ancak öldürülenin ehlinden birinin affı
ile
düşebileceğini, bu affın daha iyi ve daha uygun olacağını, bununla
beraber af
sırasında mal üzerine anlaşmanın da caizliğini tesbit etti.
Yahudilerin, affın
meşru olmadığına ve diyetin kısastan önde bulunduğuna dair olan
hükümlerini ve
kısas yoluyla öldürmenin asla meşru olmadığını söyleyen hıristiyan
hükümlerini
ve insanlık eşitliğine riayet etmeyip, şeref davasıyla haksızlığa ve
tecavüze
giden Arab âdet ve hükümlerini ortadan kaldırdı. Yaşama hakkındaki
eşitliği
kurup ilan etti. Gelelim mânâsına:
KISAS:
Sözlükte ayniyle karşılık vermek, herhangi bir hakkı dengiyle takas
etmek
demektir. "katlâ" kelimesi "katîl"in çoğuludur.
"Katîl" de maktûl, öldürülmüş kimse demektir. "öldürülenler
hakkında" ifadesindeki "fî" harfi, sebebiyet içindir. Ey iman
edenler! zulmedilerek öldürülenler hakkında, yani bunların
öldürülmesinden
dolayı karşılık olarak katillerine kısas uygulanması üzerinize yazıldı,
yazılmış bir kanun oldu, farz kılındı.
Bundan
dolayı kasden bir insan öldürmenin asıl gereği kısastır. "el-katlâ"
kelimesi çoğul ve başında lâm-ı tarif bulunduğundan, kasden ve haksız
yere
öldürülenlerin hür, köle, erkek, dişi, müslüman ve müslümanların
himayesinde
bulunan diğer din mensuplarının hepsini kapsamaktadır. Her birinin
katili kim
olursa olsun, karşılığında kısas yapılır. Açıklanacağı üzere, kısası
düşürme
sebebi olan af veya anlaşma olmadıkça bu kısasın uygulanması, bütün
iman
edenlere farzdır.
Özellikle
hür hüre, köle köleye, dişi dişiye, yani bir hür bir hürü, bir köle bir
köleyi,
bir dişi bir dişiyi öldürdüğü zaman, öldürülen hür karşılığında o katil
hür,
öldürülen köle karşılığında o katil köle, öldürülen dişi karşılığında o
katil
dişi, kısaca her öldürülen kimsenin karşılığında kendi katili aynı
şekilde
öldürülür. Bu öldürme yeterli bir kısas olur. Cahiliye devri âdeti gibi
şeref
ve kıymet davasıyla katilden başkasının öldürülmesine kalkışılmaz.
Bu
kayıtlar, âyetin nüzul sebebi olan olayda olduğu gibi, katilden
başkasının
öldürülmesinden kaçınılması içindir. Bundan başka bir mefhûm-i muhalifi
kastedilmiş olmadığında ittifak vardır.
Biz
Hanefilerce zaten mefhûm-i muhalif delil yerinde geçerli değildir.
Ancak siyak
gibi açık bir karine bulunursa o başka. O zaman da mefhûm-i muhalif,
kelime-i
tevhidde olduğu gibi, mânâ sayısına dahil olur. Burada da bu türden
olmak üzere
nüzul sebebi karinesi ile katilden başkasının öldürülmemesi hakkında
mefhûm-i
muhalifi geçerli olabilirse de başkası hakkında söz söylenmemiş olur.
Geçmiş
usule göre amel edilir. Bundan dolayı âyetin başındaki genel ifadeyi
özelleştirmez. Hürün köleye, erkeğin dişiye karşılık ve bunun aksi
olarak kısas
edilebilmelerini yasaklamaz. Bunun için dişinin erkek, erkeğin dişi
karşılığında kısas yoluyla öldürüleceği imamlar arasında üzerinde
ittifak
edilmiş bir husustur. Bunu teyid ve açıklamak üzere Mâide sûresindeki
kısas
âyetinde "Cana can " (Mâide, 5/45) buyurulmuş ve bununla kısasta
aranan benzerlik ve eşitliğin nefis ve can benzerliği olduğu
gösterilmiştir.
Yaşama hakkı herkes için eşittir. Kısas bu eşitliğe dayanmaktadır.
Öldürülen
kim olursa olsun, onun katili veya katilleri, o öldürülenden daha fazla
bir
yaşama hakkına sahip değildir. İşte bu şekilde âyetin başı genel, "hüre
hür, köleye köle, dişiye dişi" ifadesi de "cana can" benzemesiyle
can eşitliğini beyan ile tecavüzden kaçınmak içindir. Bununla beraber
İmam
Malik ve İmam Şafiî hazretleri, erkek ve dişi arasında fark olduğu
görüşünde
bulunmadıkları ve öldürülen bir hür karşılığında katil köleyi kısas
yoluyla
öldürmeyi yeterli gördükleri halde, öldürülen bir köle karşılığında bir
hürün
ve öldürülen bir gayri müslim karşılığında müslümanın öldürülmesini
caiz
görmemişlerdir. Fakat bunu, bu âyetin mefhûm-i muhalifinden de
çıkarmamışlardır.
Çünkü
"dişiye dişi"nin mefhûm-ı muhalifine mutlak olarak, "köleye
köle"nin mefhûm-i muhalifine bir yönden itibar etmediklerinde söz
yoktur.
Buna
karşılık "Hüre hür"ün mefhûm-i muhalifinin geçerli olması da çelişki
olur. Ancak her iki İmam da bu hususta Hz. Ali'den rivayet edilen şu
hadislere
dayanmışlardır.
Buyurmuştur
ki:
1-
"Bir adam kölesini öldürmüştü. Resûlullah ona celde vurarak bir yıl
sürgüne gönderdi. Kaved yani kısas yapmadı."
2-
"Müslümanların himayesinde olan bir gayri müslim karşılığında
müslümanın,
bir köle karşılığında hür kimsenin öldürülmemesi sünnettendir."
Bir
de, "Hz. Ebu Bekir ve Ömer, köle karşılığında hürü öldürmezlerdi,
ashabdan
buna itiraz eden de olmamıştır." diye delil ileri sürmüşler ve bunu
organ
kısasına kıyas etmişlerdir. Fakat biz Hanefilerce köle karşılığında,
onun
sahibi olmayan hür katil, aynı şekilde müslümanların himayesinde
bulunan kâfir
karşılığında müslüman katil de kısas yoluyla öldürülür. Çünkü "cana
can" buyurulmuştur.
Birinci
hadis, kölenin sahibi hakkında özeldir. Diğerleri de bu nassı
neshedecek derecede
kuvvetli değildir. Peygamber (s.a.v.) Efendimiz'in bir zimmî
karşılığında bir
müslümanı kısas etmiş ve "Taahhüdünü yerine getirmeye en layık olan
benim." buyurmuş olduğunu da Evzâî, senediyle Ebu Hüreyre'den rivayet
etmiştir. Bu hususta başka haberler de vardır.
Kısas,
yaşama hakkında, masumlukta, eşitliğe dayanır. Bu masumluk da din ve
yurtta
sabit olur. Onlar ise bu konularda eşittirler. Burada şu da anlaşılır
ki, vasıf
gibi sayıda farklılık da masumlukta eşitliği bozmaz. Bunun için bir
şahsı, birçok
kimseler birlikte öldürürlerse, hepsi de ittifakla kısas yoluyla
öldürülürler.
TENBİH:
1-
Önce İsrâ sûresindeki: "Her kim haksız yere öldürülürse, biz onun
velisine
bir yetki vermişizdir. Ama o da kısas yoluyla öldürmede aşırı
gitmesin."
(İsrâ, 17/33) âyeti gereğince buradaki "öldürülenler"den maksat,
kısası gerektiren bir cinayet işlememiş olduğu halde haksız yere
öldürülenlerdir. Bunun için şer'î bakımdan tayin edilmiş olan
sebeplerden
birisiyle öldürülmeyi hak etmiş olan kimsenin veya harbînin
öldürülmesine kısas
gerekmez.
2-
Kısası gerektirecek bir cinayet işlememiş olanlar hakkında da ilerde
gelecek
olan âyetler gereğince, hata ile öldürme, kısastan müstesna olarak,
ayrıca
hükümlere tabidir.
3-
"Had cezalarını şüphe ile yok ediniz." hadisi şerifinin mânâsı,
meşhurdur ve üzerinde icmâ vardır. Kısas da hadlere dahil olduğundan,
şüphe ile
ortadan kalkar. Bunda da icma vardır.
Bu
bakımdan çocukları karşılığında ana ve baba, yukarıdaki birinci hadis-i
şerifin
delalet ettiği üzere, kölesi karşılığında sahibi kısas yoluyla
öldürülmez,
ta'zîr cezası verilir.
İşte
bu şekilde kısas uygulamak, ümmete ve imama farzdır. İmamın kendisi de
haksız
yere birini öldürürse, o da bu hükümden müstesna değildir. O da aynı
şekilde
kısas edilir. İslâm yurdunda gerek müslümanların ve gerekse andlaşma
ile duran
gayr-i müslimlerin yaşama hakları, böyle eşit olarak saygın ve canları,
eşit
olarak suçsuz ve korunmuştur.
Şimdi
buna kasten tecavüz eden katile kısas yapılması, adam öldürmenin asıl
gereği
olarak yazıldığı anlaşıldıktan sonra; herhangi bir katil için
öldürülenin
kardeşi tarafından küçük bir şey bağışlanmış bulunursa, kısas hemen
düşer de,
iş artık o katil hakkında öldürülenin velisi tarafından, akıl ve din
açısından
örf haline gelmiş olan iyiliğe tabi olmak, katil tarafından da örfte
belirlenen
miktarı, öldürülenin velisi olan kardeşine güzellikle ödemek
hususlarından
ibaret kalır.
Eğer
af, hürde diyet, kölede kıymet gibi az veya çok mal üzerine bir şart
ileri
sürülmeksizin mutlak olarak meydana gelmiş ise varisin, bu iyiliğe
kayıtsız
şartsız uyması ve affa karşılık diyet ve benzeri bir şey istemeye
kalkmaması
gerekir.
Eğer
tamamen veya kısmen diyet ve kıymet, yahut diğer bir mal verilmek
şartıyla
anlaşma tarzında bir af ise, katilin de bunu kabul edip, güzellikle
ödemesi
gerekir.
Nefsin,
canın parçalanması mümkün olmadığından, isterse bir kılının veya binde
birinin
affı gibi en küçük bir af bile tamamını affetmektir. Yine aynı şekilde
varislerden birinin affı, hepsinin affıdır.
Burada
"kardeşinden" ifadesindeki kardeşten maksat, "Her kim haksız
yere öldürülürse, biz onun velisine bir yetki vermişizdir. Ama o da
kısas
yoluyla öldürülmede aşırı gitmesin." (İsrâ, 17/33) âyeti gereğince
öldürülenin varisi olan velisidir. Katilin hasmı olan, bu öldürülenin
velisi
burada katilin kardeşi olmakla vasıflandırılmıştır ki, bu kardeşlikten
maksat,
din veya vatan kardeşliğidir.
Bundan
dolayı bu vasıflandırmada, İslâm yurdu içinde bulunan hür veya köle,
erkek veya
kadın, müslüman veya müslümanların himayesinde bulunan gayr-i müslim
insanların
hepsinin kanlarının, canlarının, yaşama haklarının kardeş gibi masum ve
saygın
bilinmesi lazım geleceğine ve bunların birbirini öldürmesinin,
kardeşini
öldürmek gibi kötü bir şey olduğuna işaret edilmektedir. Bununla
beraber aynı
zamanda öldürülenin velisini insanî, ahlakî ve ictimaî derin bir mânâ
ile affa
teşvik ve rağbet ettirmek için ifade buyurulmuştur.
"Öldürülenin
velisi tarafından, bilinen iyiliğe tabi olmak da," bu kardeşlik
mânâsını
takdir ederek affedecek olan, öldürülenin velisine, müsamaha ve affına
karşılık
isteklerinde sertlik göstermeyip, nihayet alışılagelen âdet çerçevesi
içinde
güzellikle diyet taleb etmesini tavsiye eder.
"Katil
tarafından o bilinen diyetin öldürülenin velisi olan kardeşine
güzellikle
verilmesi" de affedilen katili, bu affın ve kardeşlik takdirinin
kıymetini
bilerek, karşılığında borcunu zorluk çıkarmaksızın güzelce, ihsan
karakteri
içinde ödemeye mecbur etmektir.
Af
ve diyet hakkındaki bu hüküm, Rabbinizden bir hafifletme ve rahmettir.
Bunun
için, Bundan sonra her kim bu hüküm ve emirlere uymayarak haddini aşar,
katil
olmayanı öldürür veya affettikten ya da diyeti aldıktan sonra katili
öldürürse,
onun için acı veren bir azab vardır. Dünyada kısas edilir, ahirette
cehennem
ateşine atılır. Yani "size kısas farz kılındı" nassından da
anlaşıldığı üzere adam öldürmede asıl hak ve gerekli olan aslî hüküm
kısastır.
Katilin bilmesi gerekir ki, öldürdüğü insan hür veya köle, erkek veya
kadın kim
olursa olsun, o da kendi gibi bir can ve saygın bir hayat hakkına
sahip, ilâhi
bir yapı idi.
Hem
Allah'ın hakkı, hem de kulun hakkı olan bu saygın ve masum yaşama
hakkına
saldırmak ve bu yapıyı öldürüp yıkmak; kanun, adalet ve dengenin gereği
olan
"bir kötülüğün cezası onun gibi bir kötülüktür."
(Şûrâ,
42/40) hükmünce kendini de yaşama hakkından mahrum etmektir. Yaşama
hakkına
saldırı, hakkın yaşamasına saldırıdır. Bu ise saldırıdan korunmuş
bulunduğu
için, bunun ilk eserinin, saldırganın kendinde ortaya çıkması lazım
gelir. Bu
bakımdan adam öldürmenin hakkıyla verilecek asıl hükmü, kısas yoluyla
katilin
kendisini öldürmektir. Öldüren, öldürülmeyi hak etmiştir.
Kararlı
bir şekilde düşünüldüğü zaman adam öldürmenin bundan başka hükmü ve
gereği
olmaması gerekir. Nitekim önceleri Tevrat'ta da yalnız kısas meşru
kılınmıştı.
Fakat hayatın aslı sırf Allah'ın ihsanı olduğu ve kısasta kul hakkından
başka
bir de Allah'ın hakkı bulunduğu cihetle Cenab-ı Allah, Muhammed
ümmetine kısası
yazarken, bir hafifletme ve rahmet olmak üzere af ve diyeti de meşru
kılmıştır.
Bu affı da, hak sahibi olan öldürülenin varisi ve velisinin eline
vermiştir.
Kısasa
göre bu meşruluğun katil hakkında ne kadar bir hafifletme ve rahmet
olduğu,
şüpheden uzaktır. Çünkü ondan kısası affetmek, yaşama hakkını iade
ederek,
yeniden diriltmek demektir. Bu aynı zamanda öldürülenin velisi hakkında
da bir
hafifletme ve rahmettir. Çünkü her ne olursa olsun, bir insan öldürmek,
her
gönlün ve özellikle iman ehlinin arzu edeceği, seve seve yapacağı bir
şey
değildir. Kısasın kendisi, düşünüldüğü zaman kendi nefsinde ağır bir
hükümdür.
Bununla beraber mutlak olarak af mecburiyeti de genellikle bu taraf
hakkında
kısastan daha ağır bir teklif olur. Kısasın, aslî bir hak olduğu
bilinmedikçe
affın mânâsı olmaz.
Bu
bakımdan ne Tevrat'ta olduğu gibi yalnız kısasta, ne de İncil'de olduğu
gibi
yalnız afta ısrar edilmeyerek, duruma ve menfaatin gereğine göre,
ikisinden
birinin tatbikine imkan bırakılması için öldürülenin velisine bir seçim
hakkı
verilmiştir. Bundan başka, af karşılığı diyet ve benzeri gibi örfe göre
malî
bir karşılık almaya da meşru bir yol gösterilmiş bulunmaktadır. Bunun,
her iki
taraf hakkında da bir hafifletme ve aynı zamanda dünya ve ahiretle
ilgili
birçok faydaları içine alan ilâhî bir rahmet olduğunda da şüphe yoktur.
Affın,
daha faziletli ve daha uygun olması, kısasın aslî hüküm olmasına engel
değildir. Bu konuda öldürülenin velisine verilen seçme hakkı bile, aslî
hükmün,
kısas ile diyet arasında tereddütlü bulunan muhayyer bir vacib olmasını
gerektirmez.
Çünkü
önce "Kısas, size farz kılındı." buyurulmuş, sonra da af, "Her
kim için bir af yapılırsa..." diye "fâ-i takîbiye" ile ifade
edilmiş ve diyet üstü kapalı bir şekilde gösterilmiştir. Üçüncü olarak
da
bunun, bir hafifletme ve rahmet olduğu da ilave edilmiştir. O halde
aftan önce
kısasa karşılık diyetin sabit bir hükmü yoktur. Mutlak olarak affeden
varisin,
Şâfiî'nin dediği gibi diyet istemeye hakkı kalmaz. Ancak affetmeyen
diğer
varisler var ise, onlar diyet alabilirler. Yine aynı şekilde diyet veya
diğer
bir bedel karşılığı affeden varis de bunu alabilir.
Kısaca
kısas, aslî bir hak ve ilk borçtur. Af ise bunun üzerine gerekebilecek
bir
fazilettir. Bu fazilet, ya tam olarak kayıtsız ve bedelsiz veyahut
eksik olarak
diyet ya da başka bir bedel karşılığında yapılır.
Bu
şekilde kısas, aslî bir vacib olarak meşru olmasaydı, af bir fazilet
değil,
insanları öldürme cinayetini mübah bırakacak olan bir ihmal olurdu.
Daha
doğrusu kısas, meşru olmasaydı, söylediğimiz gibi affın hiçbir mânâsı
kalmazdı.
Buna göre Tevrat'taki kısas borcunun icrası yürürlükte bulunmasaydı
İncil'deki
affın hiçbir mânası kalmazdı. Bu affın, insan öldürmeyi mübah kabul
ettirecek
bir cinayet şüphesi halini almaması için, İncil'in hükmünün, Tevrat'ın
hükmü
ile beraber düşünülmesi şartıyla meşru kabul edilmesi lazım gelir. Bu
da affın,
hıristiyanların zannettiği gibi bir vacib olamayacağını ispat eder.
İşte
Kur'ân, bu gerçeği tesbit ederek kısası, öldürülen kimse için bir hak,
kamu
için aslî bir görev, affı da öldürülen kimsenin velisi için bir
fazilet,
"iyilik ve ödeme" kelimeleri altında diyet almayı da bir ruhsat olmak
üzere meşru kılmıştır.
Şu
halde anlaşılıyor ki, af ve diyetin bir hafifletme, bir rahmet
olabilmesi,
kısasın aslî bir vacib olarak meşru bir şekilde devamına bağlıdır. Buna
göre
"Madem ki af bir rahmet ve fazilettir, o halde kısasın büsbütün neshi
ve
kaldırılması ile yalnız affın vacib kılınması, daha fazla bir rahmet
olurdu." gibi bir soru mümkün değildir. Böyle bir düşünce ile İncil'in
hükmünün, Kur'ân'ın hükmünden daha ahlâki olduğu zannedilmemelidir.
Çünkü affın
ahlâkî oluşu, kısasın aslî bir hak olarak meşruluğunun devamına
bağlıdır.
179-Bunun
için kısasın güzelliklerini açıklama
hususunda buyuruluyor ki: Size kısas yazıldı ve sizin için kısasta
büyük bir
hayat vardır, ey akıl sahipleri!. Bu bakımdan kısası, Allah'ın
adaletine ve
merhametine yaraşmayan kötü bir şey zannetmeyiniz de "Kısasta büyük bir
hayat vardır." beliğ vecizesini aslî kanun tanıyınız.
Bunu
böyle tanıdıktan sonra af ile muamele ederseniz çok büyük bir fazilet
olur.
Aksi halde Araplar'ın yaptığı gibi kısas hududunu aşarak öldürmekle
karşılık
vermek ve diğer işkence ve azaba başvurmak, nasıl bir zulüm ve cinayet
ise,
adam öldürmeye karşı, Allah'ın hükmü yalnız aftır, demek de insanlıktan
hayat
hakkını çekip alacak büyük bir cinayet olur.
Kısas,
hayat hakkının ve canı korumanın gereğidir. Kısasın meşru oluşunda akıl
sahibi
olan insanlar için büyük bir hayat vardır. Affın kıymeti de buna
bağlıdır.
Gerçi kısasın kendisi, bir hayatı yok etmektir ama, aynı zamanda haksız
yere
bir hayatı yok etmeye karşı, hayatın zıddı olan kısasın meşru oluşu da
hayatın
ve yaşama hakkının en büyük müeyyidesidir. Şöyle ki:
1-
Önce bu, hem katil olmak isteyecek kimse, hem de öldürülmesi istenen
kimse
hakkında kuvvetle hayatı korumaya sevketmektedir. Çünkü katil olmak
isteyen
kimse, öldürürse ve öldürdüğünde kendisinin de öldürülmeyi hak
edeceğini
bilirse akıl gereği olarak, öldürmekten vazgeçer. Böylece hem kendisi
hayatta
kalır, hem de karşısındaki.
2-
Bunda, ikisinden başka genel toplumun yaşama hakkını da güvenceye alma
vardır.
Çünkü bu şekilde öldürmenin önüne geçilmesi, bu ikisinden başka,
bunlarla
uzaktan yakından ilgili olması düşünülen insanların da hayatlarının
devamına ve
güvenliğine bir garantidir. Zira bir öldürme olayı, öldürenle
öldürülenin yakınları
arasında düşmanlık ve fitneye, bu da büyük çarpışmalara (kan
davalarına) sebep
olabilir.
Akıl
sahipleri için, bu öldürmeye engel olacak olan haklı kısasın meşruluğu,
bütün
bu fitnelerin ve heyecanların önüne geçeceği için, toplumun yaşamasına
sebep ve
yaşama hakkına garanti olur. Bu faydalar ise, haklı bir kısas şeklinde
olmayan
saldırgan öldürmelerde ve affın mecburiyeti takdirinde mevcud değildir.
İşte
kısasın meşruluğu, bu kadar önemli bir yaşama sebebi olduğu gibi, bu
"Kısasta büyük bir hayat vardır." vecizesi de belağatın en yüksek
derecesine ulaşmış, özlü bir îcâz ve îcâz kanunudur. Bunun, büyük bir
mânâ
topluluğunu, son derece özlü bir şekilde ifade edivermiş olduğunda Arab
edebiyatçıları ve Beyan ilmi âlimleri ittifak etmişlerdir. Çünkü bundan
önce
Araplar'ın bu konuda bazı vecizeleri vardı. Bunlardan bazıları
şunlardır:
a)
"Bir kısım insanları öldürmek, toplumu diriltmektir." Yine:
b)
"Öldürmeyi çok yapınız ki, öldürme azalsın." derlerdi. Bu gibi
vecizeler arasında en güzel saydıkları da şu idi:
c)
"Öldürme, öldürmeyi yok eder. Yani öldürmeyi en çok ortadan kaldıran
şey,
yine öldürmedir."
Halbuki
"Kısasta büyük bir hayat vardır." prensibinin bundan da birçok
yönlerden daha fasih (fesâhatli) ve daha beliğ (belağatlı) olduğu açık
ve üzerinde
ittifak edilmiş bir husustur. Şöyle ki:
1-
Önce, hepsinden daha kısa ve özlüdür.
2-
Tekrardan uzaktır.
3-
Bunda Bedî' ilminde "tıbak" denen tezat sanatı, "kısas" ve
"hayat" kelimeleriyle en güzel ve makul bir tarzda tatbik edilmiş
olduğu halde, diğerleri görünürde makul olmayan, imkansız bir çelişki
suretindedir.
Öldürmenin
yokluğu, öldürmeye; öldürmenin çokluğunun, öldürmenin azlığına sebep
gösterilmesi, görünüş itibariyle, bir şeyi kendi yokluğuna sebep
göstermek
demektir. Bunda ise bazı zevklere göre bir şiir havası olsa bile hiçbir
hikmet
yoktur.
4-
Kısas, öldürmeden bir yönüyle daha genel, diğer yönüyle daha özeldir.
Geneldir;
çünkü yaralamaları da içine almaktadır. Özeldir; çünkü her öldürmede
kısas
yapılmaz ve öldürmelerin her çeşidi, öldürmeye engel olmaz. Bilakis
saldırı
şeklindeki öldürmeler, fitneyi şiddetlendirerek karışıklığa sebep olur.
O
halde "öldürme" kelimesi, ahd lâmı ile öldürmenin bir çeşidine yani
kısasa tahsis edilmedikçe vecize sahih olmaz. Böyle olunca da kısasın
yaralar
kısmı haric kalır. Bu bakımdan "Kısasta büyük bir hayat vardır."
ifadesi, bu açıdan üç yönden daha beliğdir. Çünkü her yönüyle sahihtir,
açıktır, daha kapsamlıdır.
5-
Yokluk, menfi bir gayedir. Hayat ise istenen müsbet bir gayedir.
Öldürme işinin
yokluğu, hayatın varlığını içine aldığından, tabii ki arzu edilir.
Bundan
dolayı âyet, asıl maksat olan müsbet gayeye delalet ettiği ve dikkati
ona
çevirdiği için pek yüksektir.
6-
"hayat" kelimesi nekire (belirsiz isim) olarak ifade edilmiş
bulunduğu için "tenvin-i tazim" ile hayatın bir nevi büyüğüne, yani
kamu hayatına, ahiret hayatına ve hayat hakkının büyüklüğüne işareti
kapsamaktadır. Diğerleri ise pek ilmî olan bu hukukî ve dinî sırdan
mahrumdur.
İşte
bunlar gibi daha birçok yönden bu Kur'ân vecizesinin, diğerlerine
üstünlüğü, bu
kadar geniş mânâsıyla i'câz haddindeki özlü ifadesiyle, Arap
edebiyatçılarını
büyüleyen sebeplerden biri olmuştur. Kısasın meşru oluşunun
güzellikleri de
Allah tarafından bu prensiple beyan buyurulmuştur.
İşte
böyle içine almış olduğu hayatî güzellikler ve maksatlar itibariyle çok
önemli
olan kısas, size farz kılınmıştır ki, korunabilesiniz, öldürmeden,
kısası ihmal
veya kötüye kullanmadan sakınıp, hayatınızı ve yaşama hakkınızı
muhafaza
edebilesiniz. Bu hayatta kötülükten sakınmakla ahiret hayatında
kurtuluşa
kavuşasınız.
Şimdi
öldürme hükümleri münasebetiyle mutlaka herkesin başına gelmesi takdir
edilmiş
bulunan ölüm zamanındaki dinî vazifelerden olmak üzere şunu da biliniz
ki:
180-Ey
müminler! Herhangi birinize ölüm geldiği,
yani yaklaşıp, işaretlerini gösterdiği zamanda, ölüm hastalığı anında,
eğer bir
hayır bırakırsa; ölümünden sonra mal bırakacak, hatta çok bir mal
bırakacak
olursa, anası, babası ve yakın akrabası için meşru bir şekilde, yani
aşırılıktan, ihmalden ve ürküp kırılmayı gerektirecek haksızlıktan
uzak,
adaletli bir şekilde vasiyet yapmak, üzerinize yazıldı. Bunun
uygulanması ve
yerine getirilmesi, müttakiler üzerine bir hak olarak vacib oldu.
VASİYYET:
Sözlükte, masdar yani vasiyet etmek ve tavsiye mânâsına bir isimdir.
Sonra
"vasiyet edilen şey" mânâsına isim olmuştur. Arapçada "îsâ"
ve tavsiye" sözlük itibariyle bir kimsenin hayatı veya ölümü ile
ortadan
kaybolması halinde, diğerlerinden, bir şey yapmasını istemektir ki,
Türkçe'de
buna ısmarlamak denir.
Dinî
bakımdan, îsâ, "filan için" gibi (Lâm) ile veya "filan'a"
gibi (ilâ) ile kullanılmasına göre iki mânâya gelir. "Lâm" ile
kullanıldığında, öldükten sonra malına başkasını mâlik kılmak, "ilâ"
ile kullanıldığında da "öldükten sonra malında ve çocuklarının
menfaatleri
hususunda tasarruf yetkisini başkasına havale etmek" mânâsınadır.
Bu
âyette ise "lâm" ile kullanılmış olduğundan birinci mânâyadır. Sonra
bu âyetteki "hayır" kelimesinin, mal mânâsına olduğunda ittifak
edilmiştir. Çünkü sözlükte hayır; "faydalanılan herhangi bir şey"
demektir. Mal da böyledir. Kur'ân'da: "Musa; ey Rabbim! Ben gerçekten
senin bana indirdiğin hayra muhtacım dedi." (Kasas, 28/24) âyet-i
kerimesinde olduğu gibi hayrın özellikle malda kullanımı da vardır.
Burada da
böyle olduğunda rivayetler birleşmiştir.
Ancak
burada "hayır" denen mal, azı da çoğu da içine alan mutlak mal mıdır,
yoksa çok mal mıdır? bunda ihtilaf edilmiştir. Zührî'den rivayet
edildiği üzere
mutlak maldır, diyenler çoktur. Fakat Hz. Ali'den rivayet ediliyor ki,
o bir
gün azatlı bir kölesinin ölüm hastalığında yanına gitmişti. Altı yüz
veya yedi
yüz dirhem malı varmış. "Vasiyet etmeyeyim mi?" diye sormuş. Hz. Ali:
"Hayır, Allah Teâlâ: "Eğer bir hayır bırakırsa" buyurmuştur.
Senin ise çok malın yoktur." demiştir. Yine böyle Hz. Ali'den rivayet
edilmiştir ki: "Dört bin dirhem ve daha azı nafakadır." demiştir.
İbnü Abbas hazretleri de : "Sekiz yüz dirhemde vasiyet yoktur."
demiştir. Hz. Aişe (r.anha) de, vasiyet etmek isteyen, fakat çocuğu
var, malı
da az diye ailesi tarafından engellenen bir kadın hakkında "Kaç çocuğu
ve
ne kadar malı var?" diye sormuş. "Dört çocuğu ve üç bin dirhem malı
var." demişler. Bunun üzerine: "Bu malda fazlalık yok." demiştir
ki bunlar hayrın, çok mal mânâsına olduğuna delalet etmektedirler.
Gerçekten
böyle olmasaydı "eğer bir hayır bırakırsa" şartı pek faydalı olmazdı.
Çünkü bir ekmek veya avret yerlerini örtecek bir bez parçası olsun, az
bir mal
bırakmadan çırılçıplak ölen insan, yok denecek kadar azdır.
Böyle
hayır, maruf gibi takdire, görüşe ve ictihada dayalı olan bazı
şartlardan
dolayı bu vasiyetin vacib değil, mendub olduğu görüşünde olanlar
bulunmuş ise
de doğru değildir. Çünkü kelimelerinden her biri vacibe delalet eder.
Bu
bakımdan mal sahiplerinin, ana, baba ve yakınlarına meşru bir şekilde
ve uygun
bir tarzda mal vasiyeti yapması, dinî bir farz olarak meşru kılınmıştı.
Bu
vacibliğin sebep ve hikmeti ise doğum ve yakınlık, daha doğrusu
akrabalık hakkı
ve akrabalık topluluğunun kuvvet ve derecesine göre bozulmaktan
korunması
olduğu da "lâm"ın mânâsından anlaşılmaktadır. Ancak bu hakkın meşru
şekilde tayini, miktarı, vefat edecek kimsenin görüşüne ve vasiyetine
bırakılmıştı.
Sonra
Nisâ Sûresinde gelecek olan miras âyetleriyle Cenab-ı Allah, bu hakkın
miktarlarını bizzat tayin etmiş ve kullarını son nefeste buna ait görüş
ve
vasiyet mecburiyetinden ve sorumluluğundan, akrabalar arasında bu
yüzden
çıkması düşünülen kırgınlık tehlikesinden kurtarmıştır.
Böylece
burada vacibliği te'kitli bir şekilde gösterilen akrabalık ve ana baba
hakkı,
daha fazla takviye edilmiş, fakat varis olacak akraba hakkında vasiyet
neshedilmiş (kaldırılmış)tir. Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz,
veda
haccı senesindeki hutbesinde: "Muhakkak biliniz ki, Allah Teâlâ, her
hak
sahibine hakkını verdi. Bundan sonra varise vasiyet yoktur."
buyurmuştur.
Bu hadis-i şerif ümmette meşhur ve müstefîz olduğundan dolayı mütevatir
hükmündedir. Ümmet bunu ittifakla kabul edip alarak kendisiyle amel
etmiştir.
Yine
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Diğer varisler icazet (izin) vermedikçe
hiçbir varis için vasiyet caiz olmaz."(2) buyurmuştur.
"Ahkâmu'l-Kur'an"da açıklandığı üzere bu hadisi de sahabeden bir
cemaat rivayet etmiştir. Bu bakımdan varise vasiyet, miras âyetlerinin
işareti
veya bu hadislerin ibaresiyle kaldırılmıştır.
Acaba
varis olmayan diğer akrabalar hakkında vasiyet görevi şimdi yürürlükte
değil
midir? Yani bu âyetteki vasiyetin vacib oluşu tamamen mi
neshedilmiştir, yoksa
kısmen mi? Ancak bu noktada selef âlimlerinin ihtilafı vardır.
Müfessirlerin
çoğuna ve muteber fakihlere göre yürürlükte değildir. Nesih geneldir.
Seleften
bazı müfessirlere ve fakihlere göre ise vasiyetin vacib oluşu, varis
olan
akraba hakkında neshedilmiş, varis olmayan akraba hakkında
yürürlüktedir.
Nesih, tamamen değil, kısmidir. Hasan-ı Basrî, Mesrûk, Tavûs, Dahhâk,
Müslim b.
Yesâr, Alâ b. Ziyad bu görüştedirler. İbnü Abbas'tan da biri
çoğunlukla, biri
azlıkla beraber olduğuna dair iki rivayet vardır.
Hatta
meşhur tefsir bilgini Dahhâk demiştir ki: "Akrabasına vasiyet etmeden
vefat eden kimse, amelini günahla tamamlamış olur."
Tâvûs
da: "Bir kimse akrabasını bırakıp da yabancılara vasiyet ederse,
yabancılardan alınır, akrabasına iade edilir." demiştir.
Bunların
iki delili vardır:
1-
Bu âyet, genel olarak akrabaya vasiyetin vacib olduğuna delalet
etmektedir.
Varis olan akraba hakkında miras âyetleri veya "Varis için vasiyet
yoktur." hadisi veya icmâ ile bu vacibin yerine getirilmesi terk
edilmiş ise
de, varis olmayan akraba hakkında bu hükmün neshedildiğine dair bir
delil
yoktur. Bu bakımdan "akrabalar" şeklindeki umumî lafız altında varis
olmayan akrabaya vasiyet görevi kaldırılmamış olup, bakîdir.
2-
Bir hadis-i Nebevîde: "Malı bulunan bir müslümanın vasiyeti yazılmış
olarak yanında bulunmadıkça, bir iki gece yatması caiz değildir."
buyurulmuştur. Yabancılara vasiyetin vacib olmadığı hususunda icma
bulunduğundan bu vacib vasiyetin, akrabaya mahsus olması lazım gelir.
Bu
vasiyetin vacib oluşunda sünnet Kur'ân'ı desteklemektedir, demişler.
Çoğunluğun
ileri sürdükleri delillere gelince, bu da çeşitlidir:
1-
Burada: "Ana baba ve yakın akrabalar" buyurulduğu gibi, miras
âyetlerinin başında da: "Ana ve baba ile yakın akrabanın
bıraktıklarından
erkeklere bir pay vardır. Yine kadınlara da ana ve baba ile yakın
akrabanın
bıraktıklarından bir pay vardır. Bu, azından da çoğundan da farz
kılınmış birer
hissedir." (Nisâ, 4/7) buyurulmuştur. "Ana ve baba ile yakın
akrabalar" ünvanı, her ikisinde de eşittir. Bunların, az veya çok,
bırakılan maldan birer farz nasibleri bulunduğu, önce özlü bir şekilde
gösterilmiş, sonra genişçe açıklanarak, tayin edilmiştir. Bundan
dolayı,
vasiyetin vacib olduğuna dair bulunan âyetin konusu olan ana ve baba
ile
akrabalar, aynı anlam ve kapsamı ile zikredilmiştir. Farz ve farîza
fazlalık ve
eksiklik kabul etmeyeceğinden hak, vasiyetten mirasa çevrilmiştir ki
bu, tam
bir neshi ifade etmektedir. Sonra da mirasla ilgili açıklamalar, bunu
açıklamaktadır.
2-
Vasiyet gerektiren akrabalık hakkını, miras âyetleri tayin etmiştir.
Bununla,
mirasta dahil olmayan uzak akrabanın, hak sahibi olmadığı da ortaya
çıkmıştır.
O halde bu vasiyetin vacibliği ile ilgili âyet varislerden başkasını
içine
almıyor ki, varise vasiyet etmenin neshinden sonra bâki kalsın. Diğer
bir
deyimle: "akrabalar" kelimesi, ismi tafdil olup, izafî bir mânâ ifade
ederek, en yakın akrabayı gösterir. Miras da bunlar hakkındadır. Bu
bakımdan
uzak akrabanın esasen vasiyetin vacib oluşuna dahil bulunduğu kabul
edilmiş
değildir ki, kısmî neshe bir yol kalsın.
3-
"Akrabîn" kelimesi, akraba demek olduğuna göre miras âyetlerinde
"Bu hükümler, yaptığı vasiyyetten veya borcundan sonradır." (Nisâ,
4/11) buyurulmuştur. Bu "vasiyet" kelimesi "nekire"
belirsiz olduğundan dolayı bundan maksat, burada vacib olan
"vasiyyettir" denemez. Bu bakımdan şer'an vasiyet bulunmayabilir. Bir
vasiyet bulunmadığı takdirde bırakılan bütün mal, varislerin meşru
hakkı
olacaktır. İşaret ise, işaret yoluyla, diğerlerinin bir hakkı
bulunmadığını, dolayısıyle
bunlar hakkında da vasiyetin vacib olmadığını kaçınılmaz bir şekilde
ifade
eder.
Bunu
Fahreddin Razî, kıyas olmak üzere nakletmiş ise de, bu bir kıyas değil,
nassın
işaretidir. Nassın işareti ise neshi ifade eder. Bu görüş, hepsinden
daha
uygundur deniyor. O halde varis olmayan akrabaya vasiyet, yabancılara
vasiyet
hükümlerine tabi olarak caiz ve malın üçte biri için geçerli olur.
Fakat vacib
olmaz.
4-
Zikredilen hadis-i şerif de bu âyet gibi miras hükümlerinden önce varid
olmuştur, vacibliği neshedilmiştir. bununla beraber, bu ihtilaftan şu
sonuca
ulaşırız ki, varis olmayan akrabaya vasiyet, en azından mendubdur.
Tefsirciler
arasında yalnız Ebu Müslim Isfahanî icmaa muhalefet ederek, bu âyetteki
vasiyetin vacibliği hükmünün neshedilmediği görüşüne sahip olmuş ve
demiştir
ki: Bu âyet, miras âyetlerine kesinlikle muhalif değildir:
a)
Bu âyetin mânâsı, başka değil, ana ve baba ile akrabalar hakkında
"Allah
size çocuklarınız hakkında miras taksimini şöyle emrediyor." (Nisa,
4/11)
âyetindeki ilâhî vasiyet olan mirastır. Yazılan budur. Yahut da ana ve
baba ile
akrabaya ilâhî bir vasiyet olan miras hisselerinin tam ve eksiksiz
olarak
verilmesi, yani terikeden mal kaçırılmaması hususunu vasiyet etmesi,
ölmek
üzere olan kimseye farz kılınmış demek olur.
b)
Miras ile vasiyetin birleştirilmesinde bir çelişki yoktur. Miras,
Allah'ın
ihsanı, vasiyet de ölmek üzere bulunan kimsenin ihsanı olur. Varis de
iki âyet
hükmünce bunların ikisini de alabilir.
c)
Çelişki bulunduğu farz edildiği takdirde miras âyetini bunun
neshedicisi değil,
tahsis edicisi yapmak mümkündür. Çünkü bu âyet, akrabaya vasiyeti vacib
kılıyor. Sonra miras âyeti, varis olan akrabayı çıkarır, varis olmayan
akraba
da bu âyetin hükmü altında kalır.
Çünkü
ana ve babanın mirasçısı olanlar bulunduğu gibi din değişikliği,
kölelik,
öldürme gibi verasete engel olan sebepler dolayısıyla varis olamayanlar
da
bulunabilir. Akrabanın da farz hisse sahibi oldukları halde bu
engelleyici
sebeplerden dolayı varis olmayanları bulunabileceği gibi, bazı
durumlarda sabit
ve bazı durumlarda kendisinden önce ve daha ileri olan birisi bulunduğu
zaman
sakıt olanları yine aynı şekilde zevi'l-erham gibi farz hisseden mutlak
olarak
sakıt olanları da vardır. Bunun için, bunlardan varis olanlara vasiyet
caiz
olmasa da varis olmayanlara, yakınlara bir ilgi gösterilmesi için
vasiyet vacib
olur.
Aslında
Allah Teâlâ: "Adına birbirinizden dilek dilediğiniz Allah'tan ve
akrabalık
bağlarını kesmekten sakınınız." (Nisa, 4/1) ve "Şüphesiz ki Allah
size adaleti, ihsanı ve akrabaya vermeyi emrediyor." (Nahl, 16/90)
âyet-i
kerimeleriyle bunu te'kit de etmiştir.
İşte
Ebu Müslim mezhebinin görüşü budur. Bu üç şekilde neshi inkâr etmiştir.
Görülüyor ki bu zat en sonunda kısmen neshedildiği görüşünde olan
ekalliyet
mezhebini (azınlığın görüşünü) savunmuş, fakat buna nesih demeyip,
"tahsis" deyimini kullanmıştır. Halbuki tahsis, tarih itibariyle
birbirine yakın, yahut da tarihleri bilinmediğinden birbirine yakın
olduğu
kabul edilen iki delil arasında düşünülür. Miras âyetlerinin inişinin
ise bu
âyetten daha sonra olduğu ittifakla bilinmektedir. Bu durumda ise
tahsis değil,
kararlaştırılmış olan bir hükmün kısmen neshi gerçekleşmiş olur ki, bu
ekalliyet mezhebidir.
İkinci
görüşünde "Mirasın sabit oluşu ile vasiyetin sabit oluşu arasında
çelişki
yoktur, birleştirilmeleri mümkündür." demesi de mutlak olarak doğru
değildir. Miras hakkında "Farz kılınmış hisse" (Nisa, 4/7) ve
"farz" (Nisa, 4/11) buyurulmuş olması, eksiklik ve fazlalığı
kesinlikle engellediğinden yalnız mirasın vacib oluşu, vasiyetin vacib
oluşuna
aykırıdır. Bunun için "Varis için vasiyet yoktur." buyurulmuştur.
Diğer varislerin izin vermesi şartına bağlı olan, ikisini
birleştirmenin caiz
oluşu ise, mutlak anlamdaki aykırılığa engel değildir. Bunun için
kendisi de
bunu farzetmeye lüzum görmüştür.
Birinci
görüşüne gelince bu da, bu âyetin, miras âyetlerinden başka hükmü ve
mânâsı
yoktur, demektir. Böyle demek ise, bu âyeti nesihten kurtararak amel
ettirmek
değil, ihmal etmektir. Çünkü münakaşa konusu olan hüküm ve mânânın
tamamen
neshedildiğini itirafa eşittir. Bu sebeplerden dolayıdır ki, Ebu
Müslim,
nihayet akalliyet mezhebine dönmeye mecbur olmuş, ancak buna "nesih"
demeyip, -haksız yere- "tahsis" demiştir.
Ebu
Müslim'i buna sevkeden asıl sebep "Biz, herhangi bir âyetten neyi
neshedersek..." (Bakara, 2/106) âyetinde sabit olan neshi siyak (sözün
gelişi) karinesiyle geçmiş kitaplara ve şeriatlara tahsis ederek,
Kur'ân'da
hükmü mensuh (kaldırılmış) âyet bulunmadığını bir genel kaide halinde
iddia
etmiş olmasıdır ki, zamanımızda Mısır yazarlarından bazısının buna
uymak
istediğini gördüğümüzden yukarda bunun, nassın zahirini inkâr demek
olduğunu
kaydetmiştik. Böyle bir fikir, usûl ilminde açıklanan nass ile zâhiri
ayırd
edememekten kaynaklanan bir taassub olur.
"Biz
herhangi bir âyetten neyi neshedersek..." nazmı, ifadesinde zahir,
kendisi
için sevk edildiği konuda nasstır. Nassın gelişi, zahirini tahsis edip
kayıtlamaz. Bunu söylemek, Kur'ân'da neshi inkâr etmek için, "Biz
herhangi
bir âyetten neyi neshedersek..." âyetinin ifadesinde sebepsiz bir
neshin
olduğunu söylemektir ki, bu da taassub sebebiyle düşünülmüş bir
çelişkiden
başka bir şey değildir.
Tefsir
bilginlerinden ve Hanefî fakihlerinin büyüklerinden Cessas Ebu Bekr
Râzî
hazretleri, "Ahkâmü'l-Kur'ân" tefsirinde bu zat hakkında der ki:
"Fıkıh ehli olmayan müteahhirinden bazısı şöyle bir zanda bulunmuştur
ki;
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.) şeriatinde nesih yoktur. Burada
nesih
adıyle zikr edilenlerin hepsinden maksat, cumartesi gününü kutsal
saymak,
doğuya ve batıya doğru namaz kılmak gibi geçmiş peygamberlerin
şeriatlarının
neshidir. Çünkü Peygamberimiz, peygamberlerin sonuncusudur. Şeriatı da
kıyamete
kadar bâkîdir, demiştir. Bu zanda bulunan bu adam belağattan ve lügat
ilminin
çoğundan nasib almış olmakla beraber, bunun fıkıh ve fıkıh usulü
ilminden bir
nasibi yoktu. Bununla beraber itikadı sağlamdı. Durumu açık olmamakla
birlikte,
kötü zanla da itham edilmemişti. Fakat ortaya böyle bir söz atmasında
isabetli
olmamış, ilâhî yardımdan uzak kalmıştır.
Böyle
bir söz, bundan önce kimse tarafından söylenmemiş, bilakis ümmetin
selefi ve
halefi, Allah'ın din ve şeriatında birçok hükümlerin neshine akıl
erdirmiş,
bize nakletmiş ve bu konuda şüpheye düşmemiş, neshin te'vilini
(yorumunu) caiz
de görmemişlerdir.
Kur'ân'da,
âm, hâs, muhkem ve müteşabih bulunduğunu nasıl şüpheden uzak olarak
kesinlikle
bilmiş, anlamış, bellemişlerse neshi de tıpkı böyle anlamış
bellemişlerdir.
Bundan dolayı Kur'ân'da neshin varlığını reddeden, tıpkı Kur'ân'ın âm
ve
hâssını, muhkem ve müteşabihini reddeden gibi olmuştur. Çünkü hepsinin
gelişi
ve nakli aynı tarzdadır.
Bu
adam ise mensûh ve nâsih âyetlerde ve bunların hükümlerinde ümmetin,
üzerinde
ittifak ettiği görüşlerinden hariç birtakım şeyler irtikab etmiş ve
bununla
beraber ileri sürdüğü mânâlarda zorlamaya düşmüş, tatsız tuzsuz bir
şeyler
yapmıştır. Onu, buna sevkeden neydi bilmiyorum? Ancak çoğunlukla zannım
şudur
ki, bu adam bunu -ilmin şartlarından olan tarihî cereyanına bu konudaki
âlimlerin nakillerine dair bilgisinin azlığından ve selefin söylediği,
ümmetin
naklettiği asıl malumatı bilmeksizin hemen görüşünü kullanıvermesinden
dolayı
yapmıştır. Böylece "Kur'an hakkında sadece kendi görüşüyle söz
söyleyen,
isabet de etse hata etmiş olur." hadis-i Nebevisinin mânâsı altına
girmiştir. Allah mağfiret eylesin. Neshin şekilleri hakkındaki tafsilat
içinde
fıkıh usûlündeki kitabımıza müracaat oluna..."
Genel
olarak fıkıh usûlü kitaplarında ve tefsirlerde görüldüğü üzere önceden
ve
sonradan İslâm âlimleri içinde bu şekilde neshi inkâr eden, Ebu Müslim
Isfahanî'den başka bir kimse yoktur. Bunun görüşüne göre de mirası
hesaba
katmadan yalnız bu âyetle amel etmeye imkan yoktur.
Kısaca,
İslâm'ın başlangıcında bu âyet gereğince ya miras hiç yoktu da, evlad
da dahil
olmak üzere ana ve baba ile akrabaya meşru bir şekilde vasiyet farz
kılınmıştı,
yahut miras yalnız evlada mahsustu. Evlattan başka ana ve baba ile
akrabaya
meşru bir şekilde vasiyet farz kılınmıştı ki, bu durumda ana ve baba
gibi evlad
da akraba kavramına dahil değildir, örf de böyledir.
Yukarıda
Hz. Ali ve Hz. Aişe'den rivayet edilen sözler de bunu
kuvvetlendirmektedir.
Herhalde evlad ile varis olmayan uzak akrabanın, "akraba" genel
kavramına dahil oluşları, kesin değil, şüphelidir veya zanna
dayanmaktadır.
Miras âyetleri gereğince verasetin, evlattan başkasına da şamil
kılınmasıyle,
bu âyette kesin olan vasiyetin vacibliği neshedilmiş ve bununla beraber
akrabalık hakkı daha fazla kuvvetlendirilmiştir. Bu âyette tamamen
neshedildiği
açıklanan hüküm de yalnız bir yönden malî vasiyetin vacib oluşuna ait
bulunan
ve âyetin ibaresiyle sabit olan hükümdür. Diğer işaretleri ve
delaletleri ile
usûl kaideleri içerisinde amel edilebilir. "hayır" kelimesi, sonradan
"mal" ile tefsir edilmiş olmakla beraber işaret veya delaletiyle daha
geniştir. Dinde kul hakkı ve Allah hakkı ile ilgili borçlar ve
emanetler ile
diğer hakların kazasına dair bazı vasiyetlerin vacib olduğu durumlar ve
şahıslar da vardır. Bu bakımdan, bu âyet, mutlak olarak vasiyetler
hakkında
bazı fıkhî hükümlerin çıkarılmasına da kaynak olmuştur.
Bilinmektedir
ki vasiyet bir iş, yapılan bir vasiyeti yerine getirip yürütmek, diğer
bir
iştir. Aslı gerek vacib ve gerekse mendub veya mübah olsun, belli bir
şekilde
yapılmış olan meşru bir vasiyetin yerine getirilmesi, vasiyet edenden
başka
diğer ilgililer için bir borç teşkil eder. "gereğince korkanlar üzerine
icrası vacib bir hak olarak" ifadesiyle buna işaret de edilmiştir.
181-
Bu itibarla gerek vacib olsun, gerek olmasın
bilinen bir şekilde meşru bir vasiyet yapıldıktan sonra onu değil
iptale,
değiştirmeye bile kimsenin yetkisi yoktur. Bundan dolayı vasiyet
edilenlerden
veya şahitlerden, yahut da hakimlerden ve diğer kimselerden her kim
onu, o
meşru vasiyeti bizzat işittikten veya işitmiş gibi bildikten sonra
değiştirir
ve başkalaştırırsa, o değiştirmenin günahı ve vebali ancak, onu
değiştirenlerin
boynunadır. Bunlar, Allah'ın hükmüne karşı gelmiş olurlar. şüphesiz ki
Allah
her şeyi işitir ve bilir. O vasiyeti de işitmiştir. Onu değiştirenleri
ve
bunların gizli veya açık sözlerini, fiillerini bilir. Ona göre her
birinin
layık olduğu cezasını verir.
Vasiyeti
değiştirenler hakkında böyle belağatlı bir ilâhî uyarı vardır. Şu halde
şahit
bulunmasa bile vasiyet edilen zatın bizzat vasiyet edenden işittiği
meşru
vasiyeti, hükümsüz olarak yerine getirmesi caizdir. Seçilip vasiyet
edilen
kişinin özel veliliği, hakimin genel veliliğinden daha kuvvetlidir.
Vasiyet
edilen kişinin, ölenden işittiği diğer hususlarda da hüküm böyledir.
Mesela
ölen bir kimse vasisi yanında, muayyen bir şahsa borcu olduğunu ikrar
etmiş
olsa, o vasinin, imkan bulunca bu borcu varisin, hakimin ve
diğerlerinin
bilgisi ve icazeti olmaksızın ödemeye yetkisi vardır. Dinî bakımdan ise
bu, ona
bir vazife olur. Çünkü imkan varken vasiyeti terk etmesi, işittikten
sonra
değiştirmek demektir. Bununla beraber delil yoksa böyle yapmak, vasi
için
sonradan kazaen (hüküm bakımından) kefalet zararını gerektirebilir.
Varisler,
bundan haberdar olur, ölenin böyle bir vasiyet ve ikrarını inkâr
ederlerse,
vasînin yalnızca bilgisi isbata kafi gelmez de talepleri üzerine
ikrariyle
bağlanıp ödemeye mahkum edilir.
182-Bu
gibi incelikler dolayısıyle vasî olmak, dinî
açıdan önemli ve zor bir iştir. İşte birinci âyetteki vasiyetin vacib
oluşu
neshedilmiş olmakla beraber, bu âyette nesih yoktur. Yerine
getirilmesinin
vacib oluşu bâkîdir. Fakat bu da meşrû olan vasiyetler hakkındadır. Bu
bakımdan
meşru olmayan ve iyiliği değil, zulmü içine almış bulunan vasiyetlerin
yerine
getirilmesi vacib değildir. O halde: Âsım'dan Şu'be, Hamza, Kisâî,
Yakub ve
Halefi Âşir kırâetlerinde "vav"ın fethası ve "sad"ın
şeddesi ile "müvassın" okunmuştur. Her kim, yani herhangi bir veli
veya vasî, vasiyet eden birinin hata ile veya bile bile haktan
saptığını,
adalet ve iyilikten ayrıldığını bilir, mesela vasiyetin vacib oluşunun
neshedilmesinden
önce yakın akrabasını bırakıp uzaklarına veya akrabasını bırakıp
yabancılara
vermek ve nesihten sonra, varis olan akrabasından bazısına mirasından
fazla bir
vasiyet yapmak veya varisten mal kaçırmak gibi hakka uymayan bir
vasiyet
yapıldığına veya yapılacağına vakıf olur, kısaca bir kötülükten korkar
da,
ilgililerin aralarını düzeltir, zulmü, adalete çevirmekle aradaki
kötülüğü
kaldırırsa, böyle bir değiştirmede, onun üzerine günah ve vebal yoktur.
İbnü
Abbas hazretlerinden "Vasiyette zarar vermek, büyük günahlardandır."
Mevkuf hadisi ve arkasından da "Bunlar, Allah'ın sınırlarıdır, onları
aşmayın." (Bakara, 2/229) âyetinin kırâeti rivayet edilmiştir.
Aynı
şekilde Ebu Hüreyre'den bir nebevî hadiste: diye rivayet edilmiştir ki
anlamı:
"Bir adam yetmiş sene cennet ehli ameli yapar, sonra vasiyet ettiği
zaman
vasiyetinde haksızlık eder de kötü ameli ile ölür ve bu sebeple ateşe
girer.
Bir adam da yetmiş sene cehennem ehli ameli yapar, sonra vasiyetinde
adalet
icra eder de iyi ameliyle ölür ve böylece cennete girer." demektir.
Yine
aynı şekilde "Bu hisseler, zarar verici olmamak üzere yapılan bir
vasiyetten veya borçtan sonra verilir." (Nisa, 4/12) âyetinde de zarar
verircesine yapılan vasiyet muteber tutulmamıştır. Bu bakımdan bunu
değiştirmede de günah yoktur. Çünkü Allah çok bağışlayıcıdır, çok
merhamet
edicidir.
Böyle
güzel bir maksatla vasiyeti değiştirerek, ilgililerin arasını düzelten
kimsenin, bu değiştirmeden kaynaklanacak günahını Allah bağışlar. Belki
de
sevab verir. Önceki değiştirme ise böyle değildir.
Görülüyor
ki, Cenab-ı Allah, o kimse bu vasiyeti hakka çevirmekle ilgililerin
arasını
düzeltsin diye emretmiyor veya "sevabdır" demiyor da, "böyle
yaparsa günah yoktur" buyuruyor. Çünkü değiştirme işi esasen sevab
cinsinden olmadığı, bir de düzeltme maksadı, görüş ve kuvvetli bir zan
üzere
yapılabileceği için, ancak bir ruhsat olarak meşru kılınmıştır. Demek
ki
başarılı olmadığı takdirde böyle bir müdahale bile tehlikelidir.
İşte
vasiyeti yerine getirmek bu kadar önemli ve iyi bir maksatla da olsa
değiştirilmesi,
tehlikeden uzak değildir. Bu iki âyette hiç nesih yoktur.
Şunu
da hatırlatalım ki vakıflar, ölümden sonraya kaldıkları için bir
vasiyet mânâsı
taşımaktadırlar. Hatta İmam-ı Azam, vakfı ancak vasiyetin bir bölümü
saymıştır.
Bunun için "her kim onu değiştirirse..." âyetinin uyarısı, lazımı
(gereği) olan vakıfları da içerir. Bu sebeple vakfiyelerde bu âyetin
işlenmesi
adet haline gelmiştir. Vakıfların değiştirilmesi ve vakıfların şartları
meseleleri de "her kim bir kötülükten korkarsa..." âyetine bağlıdır.
Caiz olanların sevab olarak değil, nihayet bir ruhsat olarak
yapılabileceği
unutulmamalıdır.
Şimdi
bu gibi şer'î hükümlere, Allah'ın emir ve yasaklarına güzelce riayet
edebilmek,
iyi bir nefis terbiyesine bağlıdır. Bu ise, insanda sabır ve nefs-i
emmareyi
zabt ile Allah'ın emirlerine boyun eğme melekesini meydana getirecek
etkili bir
ibadete, bedenî ve ruhî bir riyazata ihtiyaç gösterir.
İşte
Cenab-ı Allah da "yiyiniz ve şükrediniz" emirleriyle başlayan şer'î
hükümlerini hayattan ölüme kadar özlü bir şekilde beyan ederken, tam bu
noktada
müminlere yeni bir ruhî hayatı üfleyecek olan orucu farz kılarak
buyuruyor ki:
183-Oruç,
dinin en büyük rükün (esas)lerinden ve
güçlü şeriatın en kuvvetli kanunlarındandır. Nefs-i emmare, bu cihadla
terbiye
edilir. Kötülüğe olan hırslar, bununla sakinleştirilir. Oruç, bir kalb
işi,
bütün gün yiyecek, içecek ve cinsî münasebet gibi isteklerden nefsi
alıkoymaktan oluşan kutsal bir cihaddır. Hayatın lezzetini, iradenin
kıymetini
tattıracak en güzel bir özelliktir. Fakat insan nefsine, ilâhî
emirlerin en
meşakkatlisi görünür.
Bunun
için, Allah'ın hikmeti, derece derece, önce şer'î emirlerin en hafifi
olan
namazın, ikinci olarak ortası olan zekatın, üçüncü olarak da en zoru
olan
orucun emredilmesini gerektirmiş ve böylece mükelleflere bir alıştırma
yapılmıştır. Bunun için "Mütevazi erkeklerle mütevazi kadınlar, sadaka
veren erkeklerle sadaka veren kadınlar, oruç tutan erkeklerle oruç
tutan
kadınlar..." (Ahzab, 33/35) âyetinde övgü makamında bile bu tertip
gözetildiği gibi, İslâm'ın binası hadisinde de "Kelime-i şehadet, Namaz
kılmak, zekat vermek, Ramazan orucu tutmak, Kâ'be'yi haccetmek" diye bu
tertib gösterilmiştir.
Peygamberimizin
Medine'ye hicretinin ilk zamanlarında Hz. Peygamber tarafından ayda üç
gün, bir
de aşûre gününde oruç tutmak, bir nafile olmak üzere emredilmişti ki,
buna ilk
oruç denir. Hicretten birbuçuk yıl sonra kıblenin değişmesinden sonra
Şaban
ayının onunda Ramazan orucu farz kılınmıştır.
Bazıları
bu âyetlerin ve buradaki sayılı günlerin, ilk oruc hakkında olduğu ve
bunun
Ramazan âyetiyle tamamen neshedildiği görüşüne sahip olmuşlarsa da,
doğrusu bu
âyetler hep Ramazan orucu hakkında inmiştir. Şöyle ki: Ey iman ile
sorumlu
bulunup da iman etmiş olanlar! Ey akıllı ve büluğ çağına ermiş iman
ehli!,
Sizden önceki peygamberlere ve ümmetlerine yazıldığı gibi sizin
üzerinize de
oruç yazıldı, yani farz kılındı. Bundan dolayı oruc meşakkatinin sadece
size
yüklendiğini zannedip de gocunmayınız. Oruç, öteden beri tatbik
edilegelen
ilâhî bir kanundur. Buna insanlığın, terbiye ve düzen bakımından büyük
bir
ihtiyacı ve tatbikinde hesapsız menfaati vardır.
Dilimizde
oruc demek olan "sıyâm, savm", sözlükte nefsi meylettiği şeylerden,
isterse bir söz olsun alıkoymak yani kendini tutmaktır. "Ben Rahmân'a
bir
oruç adadım." (Meryem, 19/26) âyetinde bu mânâyadır. Mutlak olarak
tutmak
mânâsına da gelir. "Tutulan atlar ve tutulmayan atlar" gibi.
Bu
konudaki âyetlerden ve Peygamberimizin öğrettiklerinden anlaşıldığına
göre
şeriattaki mânâsı ise, nefsin en büyük istekleri olan yeme, içme ve
cinsel
ilişki gibi bilinen zaruri ihtiyaçlardan, niyet ederek bütün gün
kendini
tutmaktır. Tam anlamıyla tarif edilmek üzere: Ehliyetli bir insanın
sabahın
başlangıcından güneşin batışına kadar karın hükmünü taşıyan, içine
herhangi bir
şeyi sokmaktan ve cinsî ilişkiden, ibadet niyetiyle nefsini alıkoyması
yani
kendini tutmasıdır.
Buna
göre ağzına veya burnuna bir şey giderse bozmaz. Fakat dimağına ve
bedenin
içine bir şey girerse bozar. Demek ki bedene şırınga ve aşağıdan lavman
yapılması da orucu bozar. Söz orucu bozmaz. Fakat nefisle cihad için
susmak,
zikir ve fikirle meşgul olmak mendub ve daha uygundur.
Niyetsiz
ve yalnız geceleyin kendini tutmaya oruc denmez. Bu şekilde şer'î oruç,
sözlükteki orucdan daha özeldir. Burada geçmiş ümmetlere benzetmekten
maksadın,
vacib oluşunun aslında, oruçun sıfatında veya sayısında veya vaktinde
olması
muhtemeldir.
Bir
rivayete göre Ramazan orucu ve aynı miktar oruç yahudilere ve
hıristiyanlara da
farz kılınmıştı. Yahudiler, bunu terk etmişler ve yılda bir gün oruç
tutmaya
başlamışlar ve bu günün, Firavun'un suda boğulduğu gün olduğu
iddiasında
bulunmuşlardır. Oysa bunda da yanılmışlardır. Çünkü Firavun'un
boğul-ması,
aşûre gününde olmuştu.
Hıristiyanlara
gelince, onlar da Ramazan'da oruç tutarlarmış. Nihayet pek şiddetli bir
sıcağa
tesadüf etmişler. Bunun üzerine yaz ile kış arasında mutedil, sabit bir
mevsim
tayin edilmesinde âlimlerinin görüşü toplanarak orucu bahara tahsis
etmişlerdir. Bu değişikliğe keffâret olmak üzere de on gün daha ilave
etmişler.
Böylece oruçları kırk güne çıkmıştır. Sonra hükümdarları hastalanmış
veya
aralarında salgın ölüm olayı meydana gelmiş, bunun için de on gün daha
ilave
etmişler ve orucu elli güne çıkarmışlardır. Daha sonraları, şeklinde de
değişiklik yaptılar ki, buna perhiz denir.
İşte
burada bu değişikliği dikkate almadan esas itibariyle, orucun
sıfatında, veya
sayısında yahut da vaktinde olmak üzere üç noktadan biriyle benzetme
yapılmış
ve bu kanunun eskiliği gösterilmiştir. Fakat bu benzetme, mücmel
olduğundan
açıklamaya muhtaçtır. İlerde geleceği şekilde sırasıyla açıklanacaktır.
İşte
ey müminler! Size de oruç farz kılındı ki, korunabilesiniz. Oruç
sayesinde
nefsinize ve şehvetlerinize hakim olma alışkanlığını elde ederek
günahlardan,
tehlikelerden sakınıp takva mertebesine erebilesiniz.
Çünkü
oruç, şehveti kırar, nefsin heveslerini mağlub eder. Azgınlıktan,
kötülükten
meneder. Dünyanın âdi lezzetlerini, makam ve yükselme davalarını küçük
gösterir, hayatın lezzetini tattırır, kalbin Allah'a bağlılığını
artırır, ona
bir meleklik zevki ve saflığı bahşeder. Çünkü, "Kişi, karnı ve tenasül
organı olmak üzere iki deliği için koşar." darb-ı meseli hükmünce
insanları her derde sokan şehvetlerin esası, karın ve tenasül organı
şehvetidir. İnsanın insanlığı da bunlara hakim olmasındadır.
Oruç
ise ilk önce bu ikisini kırar, düzene koyar. Onların mecbur ettiği
şeyleri,
zarurilikten kurtarıp, isteğe bağlı bir hale çevirir. Öyle ki, oruç
tutmayan
insanlar, şehvetli arzularının önünde bir oyuncak gibi yuvarlanıp
kıvrandıkları, akıl ve iradelerine sahip olmayarak gelişi güzel
günahlara
sürüklendikleri halde, oruç tutanlar, tersine bunlara hakim olur.
Kendini
zaptetmesini ve nefsinin arzularını da ihtiyacına göre kullanmasını
bilir.
Bunun için Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, nefisleri azgın olanlar
hakkında
"Oruç tutsun, çünkü orucun güzel bir tesiri vardır." buyurmuştur.
Oruç
tutmayan, sabretmesini bilmez, nefsini normal şekilde kullanma
yollarını
gözetmez. Hele refah içinde yaşayanlar, hiç oruç tutmazlarsa, bütün
hürriyetlerini şehevi arzularına kaptırırlar. Şunun bunun ırzına ve
malına
tecavüzden kendilerini alamazlar, haram helal seçmezler. Hatta
vicdanları da
istemeye istemeye, rezaletlere atılırlar. Nihayet nefislerine de
zulmederler,
kendilerini akıl ve vicdanın, din ve imanın aksine telef ederler.
"Kimi
vicdana dokundu kimi cism ü cana
Zevk
namına ne yaptımsa peşiman oldum" diyerek inlerler giderler.
Böyle
şehvet esiri olanlar, o kadar sabırsız ve o kadar aç gözlü olurlar ki,
bir gün
aç kalmakla hemen ölüvereceğiz zannederler. Bu zanla da orucu
zararlıymış gibi
kabul ederler. Halbuki oruç, gerek fert ve gerekse toplum açısından
büyük bir
ruh terbiyesini içerdiği gibi, aynı zamanda midenin ve bedenin
dinlenmesiyle
sıhhî ve tıbbî vücuda ait birtakım faydaları bulunan bir beden
eğitimini de
içine almaktadır.
Oruc,
"Çaresiz sizleri biraz korku ve biraz açlıkla imtihan edeceğiz."
(Bakara, 2/155) âyetinde işaret buyurulan "biraz açlık"tan bir
hissedir ki, bu sayede uzun uzadıya ahiret açlıklarının önüne geçilecek
ve
büyük sabır müjdelerine erişilecektir.
İnsanlık
tarihinde öyle zamanlar olur ki, günlerce açlığa dayanmayı alışkanlık
haline
getirebilecek bir beden terbiyesinin, hayatın ayrılmaz parçalarından
birisi
olduğu takdir edilir.
Bu
cümleden olarak, büyük savaş devirlerinde böyle bir melekenin gerekli
olduğu
daima hissedilegelmiştir. Bu bakımdan "Oruç, ateşten koruyan bir
kalkandır." hadis-i şerifi ifade buyurulmuştur.
Orucun
bu şekilde bedene kuvvet, dayanıklılık nefsin arzularına ölçü bahşeden
birtakım
ruhî ve bedenî faydaları; hayatın ve insanlığın tadını tattıran ve
fakirlerin
hallerini hissettiren, sosyal ve ahlâkî yönden güzel menfaatleri
bulunmakla
beraber bunların hepsi birer fayda olup, vacib (farz) oluşunun sebebi
ve
hikmeti değildirler. Orucun vacib (farz) oluşunun asıl hikmeti,
Allah'ın emrine
boyun eğmekle kulluk zevkini tatmak; ruhu, riyâ eserlerinden
temizleyerek
kuvvet ve ihlası artırmak ve kendini bizzat Allah'ın korumasına teslim
etmek
için nefisle cihad etmektir.
Nitekim
Cenâb-ı Allah, bir kudsî hadiste "Oruç, benim içindir. Onun mükafatını
ancak ben veririm." buyurmuştur. Böylece "gerek ki sakınasınız"
ifadesi, orucun hikmet ve menfaatlerini, faydalarını ve yararlarını,
sebep ve
maksatlarını bütün genişliğiyle ifade eden ilâhî bir beyandır ki
hepsini maddî,
manevi, din ve dünyaya ait maksatları içine alan "sakınma"
özelliğinde toplamıştır.
184-İşte
güç gibi görünecek olan oruç, bu kadar
güzel bir ibadettir. Hem bu, her zaman olmadığı gibi, çok bir müddet de
değildir.
Size
farz kılınan oruç, sayılı günlerdedir. Yani senenin günlerine oranla az
ve
sınırlı günlerdedir. Hem de sizin sağlığınızı bozmayacak ve gücünüzü
tüketmeyecek bir şekilde, mazeretlerinizi de gözeterek meşru
kılınmıştır. Şimdi
bu günlerde sizden herhangi biriniz, oruçtan zarar görecek derecede
hasta olur,
yahut bir yolculuk üzerinde bulunursa, bunların farzı, diğer günlerden,
yani
iyi olduğu ve yolculuktan geldiği günlerden, aynı miktardadır. Bu
şekilde
hastaya veya yolcuya eda farz değil, yemeye ruhsat vardır. Bunlar
yerlerse,
iyileştikten veya ikamet ettikten sonra kaza ederler. Edanın vacib
oluşu,
sağlık ve ikamet üzerine gerekli olur.
SEFER:
Esasen keşif, açmak mânâsı taşımaktadır. Bunun için "isfâr", yüzünü
açmak ve parçalamak mânâsınadır. Uzak bir yere gitmek de yolcunun her
türlü hal
ve ahlâkını meydana çıkardığı için, ona da sefer denmiştir. Bu ise bir
gün, iki
gün gibi az bir zamanda ortaya çıkamaz. Gerçekten âdet olarak da yakın
mesafeye
sefer denmez. Ancak üç günlük yolun, şer'î bakımdan sahih sefer
olduğunda
ittifak edilmiştir. Her gün için normal bir yürüyüşle altı saatlik
mesafe ölçü
alınmıştır. Öyle ise bundan daha az yolculukta sefer ismi kesinlikle
sabit
değildir. Kara ve deniz binitleri gibi vasıta ile gidenler için de âdet
olarak
umumî ve orta halli olan vasıtaların tabiî ve normal seyri ölçüdür.
Çok
süratli ve çok yavaş olan özel vasıtalara itibar yoktur. Çünkü hüküm ve
hikmet
fertte değil, cinste muteber sayılır. Bunun için karada yaya veya deve
yürüyüşü, denizde de mûtedil rüzgarla giden gemi yürüyüşü ölçü
olmuştur.
Bu
sebeple sonradan tren ve vapur süratleri de çok süratli vasıtalardan
sayılmıştır. Gerçekten eski atlar ve bugünkü uçaklar gibi bunların
fevkalade
vasıtalardan olduğu zamanlar olmuştur. Fakat zamanımızda birçok
yerlerde bunlar
çoğalıp yerleşerek toplum için normal vasıtalar haline gelmiş ve
diğerlerini
bastırmış olduğunda da şüphe yoktur.
O
halde yelken gemisi yerine vapurla, kara vasıtaları yerine trenle
yolculuk,
çoğunlukla ve alışılmış olan yerler için bunların ölçü alınmalarının,
nassın
sefer hakkındaki mânâsına daha uygun olduğu açıktır. Bu bakımdan trenle
veya
vapurla yolculuk yapanların on sekiz saatini, vapur veya trenin orta ve
normal
yürüyüşü ile hesap etmek gerekecektir. Bunların, nassın mânâsı
değişmeksizin,
zamanların değişmesi ile değişen hükümlerden olduğu inkâr edilemez.
Çünkü
nassın hükmü "sefer" kelimesindeki alışılmış mânâ üzerine
kurulmuştur.
Şüphe
yok ki asıl sorumlu, yolcunun kendisidir. Onun, kendi mazeretinin
derecesini,
kendisinin takdir etmesi lazım gelir. Ölçü göstermek ise, dinin ona
tanıdığı
bir kolaylıktır.
Tren
ve vapurun alışılmış vasıtalar haline geldiğini inkâr etmek ise,
bunları ve
zamanını bilmemektir. Mesela Eskişehir ile İstanbul arasında gelip
giden tren
yolcularıyla, diğer yolcular mukayese edilirse, trenin ne kadar
çoğunlukta ve
alışılmış bir vasıta olduğu ortaya çıkar. Fakat uçak ve otomobil böyle
değildir. otomobil, bugün geçmiş zamanın koşan atları mesabesindedir.
Uçak da
henüz umumi nakil vasıtalarından değildir.
Böyle
olmakla birlikte bunun, denizdeki eski gemiler gibi hava yolunda tek
muteber
bir vasıta sayılması da kıyas ve ihtiyata uygundur. Bunlarla beraber
tren ve
vapurun mûtad (alışılmış) olduğu yerlerde de yaya ve yelken ile giden
yolcunun
durumu geçmişteki gibi kabul edilmekten düşürülmez. Çünkü bunlar, bir
kere
şeriatın itibar ettiği, gerçek olan tabiî ve normal ölçülerdir.
Diğerlerinin,
normal vasıtalar hükmiyle, sözlük mânâsında çok kullanılmakla bunlara
katılması, bunların asıl olmalarını iptal edemeyecektir.
Hasta
ve yolcu gibi geçici özürlüler böyledir. Devamlı özürlü olan ikincisine
gelince: gerek eda ve gerekse kaza olarak oruca zor dayanabilen, orucu
güçsünen
yani oruç, takatlerini tüketecek olanlar, mesela pek ihtiyarlamış veya
iyileşme
ümidi olmayan müzmin bir hastalığa yakalanmış bulunanlar üzerinde,
yedikleri
her oruç yerine bir fidye, yani bir yoksul yiyeceği farzdır.
Nâfi'
ve Ebu Cafer kırâetlerinde ve İbnü Âmir'den İbn Zekvan rivayetinde
kelimesine
izafetle kelimesi tenvinsiz ve meksur şeklinde okunur. Böyle olunca,
lâm
mânâsında "izafet-i beyâniye" ile, "bir yoksul yiyeceği
fidye" demek olur. Yine Nâfi, İbnü Âmir ve Ebu Cafer kırâ-etlerinde
çoğul
siğasiyle okunur ki, "yoksullar yiyeceği fidye" demektir.
Birincisinde her orucun fidyesi, ikincisinde ise toplam orucun fidyesi
anlaşılır.
Bir
yoksul yiyeceği şer'î bakımdan sa' denilen ölçekle buğdaydan yarım
ölçek; arpa,
hurma, kuru üzüm ve benzerlerinden bir ölçektir. Bir sa', şer'î
dirhemle bin
seksen dirhemdir. Şer'î dirhem, onu yedi miskal gelen ve "yedi tartı"
denen dirhemdir ki, bizim şimdiki dirhemlerimizden iki kırat kadar
küçüktür.
Buna göre yarım sa' buğday, on altı kıratlık örfî dirhemle bir okka,
yetmiş iki
buçuk dirhem demektir. Demek ki, İslâm şeriati nazarında en fakir bir
kimsenin
iki öğün itibariyle bir günlük yemeği budur.
Bu
ölçü, fıtır sadakası ve diğer bütün keffaretlerde esastır. Ancak bu
hesap,
fıtır sadakası gibi fakirin eline aynen veya kıymet olarak teslim
edilmesi
takdirindedir. Çağırıp fiilen mübah olmak üzere yedirilmek istendiği
zaman, bir
fakirin iki öğünde doyabildiği kadar yemesi muteberdir ki, adamına göre
daha az
veya daha çok olabilir. Bu fidyede ise ibaha caizdir. Fidye, bir şeyin
yerini
tutmak üzere verilen bedel demektir. Bu kelime ve mânâsındaki bedellik
durumu
olmasaydı bu yoksul yiyeceğinin fıtır sadakası olması hemen akla
gelirdi. Fakat
fidye kelimesi, bunun fidyeden başka ve oruç yerine verilecek bir bedel
olduğuna ve orucun asıl olduğuna delalet etmektedir.
"alâ"
harfi de vücûb ifade eder. Demek burada oruç asıl, fidye onun tezahürü
takdirinde vacib bir bedeldir. Yani hasta ve yolcunun, diğer günlerde
orucu
kaza etmesi gibi kaza mânâsında bir bedeldir. Bununla beraber fidyenin
asıl
vacibde bir ruhsat olması ve bundan dolayı oruç daha evla olmak üzere
bir
muhayyer vaciblik ifade etmesi de mümkündür. Birçok tefsirciler, bu
muhayyer
vücub şeklini kabul etmişler ve ileride gelecek olan: "Sizden her kim
bu
aya şahit olursa onda oruç tutsun." (Bakara, 2/185) âyetinin mutlak
oluşu
ve neticesiyle bu muhayyer vücubun her halde neshedildiğini
söylemişlerdir.
Her
iki durumda da âyetin, hasta ve yolcu ifadesinde özür sahipleri için
bir ruhsat
olmak üzere sevkedilmiş olduğunda şüphe yoktur. Hasta ve yolcuda yalnız
eda
mazereti söz konusu iken bunda mutlak oluşuyla orucun hem eda, hem de
kaza
mazereti nazar-ı itibara alınmıştır. Çünkü fidye, mutlak oruc bedeli
olunca,
eda ve kazayı içine alan bir mazeret zamanında verilebilmesi lazım
gelecek ve
bununla beraber onda bir nevi eda mânâsı da bulunacaktır.
Bundan
dolayı muhayyer vücub muhtemel olmakla birlikte, birinci şık tercih
edilmektedir. Yani bu fidye durumu, bir mazeret dolayısıyle eda ve
kazaya tam
imkan bulunmadığı takdirde kaza ve kısmen de eda mânâsında olmak üzere
meşru
kılınmıştır ki, "oruca dayanıp kalanlar" bu mazeretin daima sahibidir
ve bunda nesih yoktur. Şimdi bunu izah edelim:
YUTÎKÛNE:
İf'al babından ve "itâka" mânâsından muzari bir fiildir.
"İtaka", takat ve tavk kökündendir. Tavk, ""nın fethasıyle
takat, ""nın zammesiyle de boyna takılan gerdanlık veya ağır bir
demir mânâsınadır. Takat, kuvvet ve güç yetirme mânâsına bilenmekteyse
de
esasen aralarında bir fark vardır. Vüsu', dediğimiz kuvvet, takatın
üzerindedir. Çünkü vüsu', bir şeye kolaylıkla güç yetirmek, takat ise
zorluk ve
meşakkatle güç yetirmektir. Bundan dolayı "itâka", gücü yetmek,
dayanmak mânâsına gelirse de esasında güç yetişmek, güç tükenmek, zor
dayanmak,
hatta dayanamamak mânâsınadır. Bunlara Arapça olarak sırasıyle tatvik,
tatavvuk, tatayyuk ve ichad denir.
Bu
bakımdan "itâka", burada ya "istitaa: gücü yetmek" veya
"tatvik: güç tükenmek" mânâsına olacaktır. İstitaa mânâsına olursa
gücü yetenler, oruç tutmadıkları takdirde fidye versinler demek olur
ki,
muhayyer bir vücub ifade eder ve oruç tercih edilir. "İtâka"ya bu
mânâ verilirse "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun."
emrinin mutlak olarak sonucu ile birlikte neshedilmiş olduğunda şüphe
yoktur.
Bunun için bu tefsiri yapanlar, bunun neshedilmiş olduğunda da ittifak
etmişlerdir. Halbuki bu mânâ, zahir bile olsa, iradesine engel olacak
karine
vardır. Çünkü kelimesindeki "hû" zamiri, her halde "oruç" kelimesine
aittir. Kendisinden sonra gelen fidyeye gönderilmesi caiz değildir.
Gerçi bunda
rütbe itibariyle zikredilmeden önce zamir getirme işi yoktur. Fidye,
muahhar
(geri bırakılan) mübteda olduğu için rütbe itibariyle mukaddem (önce
getirilmiş)dir. Fakat "fidye" kelimesi müennes olduğundan buna
müzekker zamiri gönderilemez. Ondan sonraki "yiyecek" kelimesine
göndermek ise nazmın güzelliğini bozacak bir kusurdur. Kendisine uyulan
şeyden
uyana geçerek fidyenin bedellik mânâsını unutturmaktır ve zikredilmeden
önce
bir kelimeye zamir göndermek mânâsındadır. Zamirin, fidye ve taâma
gönderilmesi
caiz olmadığından mânâ: "Fidyeye gücü yetenlere fidye vacibdir."
demek olamaz. Zamirsiz: "Gücü yetenlere fidye vacibdir." gibi
anlaşıl-ması ise hiç caiz olamaz.
"o
fidyeye gücü yetenler" buyurulmadığı gibi, sadece "gücü
yetenlere..." de buyurulmamıştır. Eğer maksat bu olsaydı, bunlardan
birinin söylenmesi gerekirdi ve zamirin hazfi daha veciz olurdu.
Şimdi
zamir "sıyâm"a râci olduğu halde "itâka"yı "vüsu':
kuvvet" ve "istitaat: gücü yetmek" mânâsına yoracak olursak,
mânâ şöyle olacaktır: "Oruca gücü yetenlere fidye vacibdir." Böyle
demekse akla uymayan bir çelişki teşkil eder. Çünkü oruca gücü
yetenlere fidye
vacib olunca "oruç size farz kılındı" ifadesi gereğince, oruç tutması
lazım gelenler, oruca gücü yetmeyen acizlerden ibaret kalacaktır.
Buna
karşı, "Fidyenin vücubu, orucun vücubunu kaldırmıştır." da denemez.
Çünkü nazmın gelişinin, mazerette varid olması, yine fidye gelişinin,
mazerette
varid olması, yine fidye kelimesi, sonra neshedenle neshedilen bir
arada
toplanamazken "ve o kimselere..." ifadesinde toplanmaya delalet eden
"vav" buna engeldirler.
Hasta
ve yolcuya kaza vacib olduğu halde sağlıklı ve mukim olanın muhayyer
olması da
diğer bir çelişki demektir. Belağatlı bir sözde böyle makul olmayan
çelişkiler,
öyle kesin ve engelleyici bir karinedir ki, bununla "itâka"nın güç
yetmek mânâsına olmadığı kesinlikle ortaya çıkar. Bundan başka,
kastedilen
mânâyı gösterecek bir de tayin edici karine vardır. Çünkü bunun gelişi,
mazeret
ve ruhsat gelişidir. Zira kendisinden önce hasta ile yolcu hakkındaki
ruhsat
zikr edilmiştir. Demek ki, bundan maksat, onlardan başka, fakat onlara
benzer,
bununla birlikte diğer günlerde kaza ümidi bile bulunmayan bir sınıf
olacaktır.
İşte o engelleyici karine ve bu tayin edici karine ile burada
"itâka"nın tatvik ve ichad gibi, son derece gücsünmek, güç tükenmek,
zor dayanmak, hatta dayanamamak mânâsına olduğu tayin edilir ki, bu
mânâ mecaz
olsaydı yine zaruri olacaktı.
Gerçekten
dirayet yönünden böyle olduğu gibi rivayet yönünden de bunun "orucu çok
güçsünür, yani dayanamazlar" diye tefsir edilmiş bulunduğunu görüyoruz.
Sonra
şâz kırâet olarak: diye beş kırâet daha varid olduğunu ve bunların her
biri,
kırâet itibariyle şâz olmakla beraber hepsinin, tefsir bakımından mühim
bir
kuvvet ifade ettiğini de anlıyoruz ki, bunun sonucu ve tefsir olmak
üzere
rivayet edilen "orucu çok güçsünür, yani dayanamazlar" demektir. Bu
mânânın da neshedilmemiş olduğunda ittifak vardır. Kelimenin böyle bir
olumsuzluk
mânâsı taşıması, elde edilen mânâ itibariyledir. "Bizzat mahfuzdur"
demek, zaruri değildir. Nitekim dilimizde de: "Filan buna zor
dayanır." demek "dayanamaz" demektir. Daha açıkçası, dilimizdeki
"dayanmak" kelimesi de aynı şekilde hem olumlu, hem olumsuz mânâya
gelir. Mesela "Filan buna dayanır." demek, tahammül eder demek olduğu
gibi "dayandı, dayanacak, dayandı kaldı, dayanıp kalacak" tahammül
edemedi, tahammül edemeyecek demektir. İşte bu âyette "itâka"
kelimesi de buna benzer.
Anlatılan
karineler muvcutken "dayanıp kalanlara...", "gücü
yetenlere..." demek olamaz. Örfen bunların eş anlamlı gibi
kullanıldıkları
inkar edilemezse de esasta farkları vardır. Özellikle karine bulunduğu
zaman bu
farkı aramak zorunludur. Kur'ân'da güç yetmek mânâsında hemen hemen
genellikle
"istitâa" kelimesi kullanıldığı halde burada "güç
yetirirler" buyurulmayıp da "ona dayanıp kalırlar" buyurulması
da ayrıca bir karine demektir.
Bu
kavramı anladıktan sonra şimdi de bunların konusunu, yani hasta ve
yolcudan
sonra bu çeşit özür sahiplerinin kimler olduğunu tetkik edelim:
1-
"Asam" tefsirinde bunun da hasta ve yolcu hakkında olduğu
gösterilmiştir. Çünkü denilmiş, hasta ve yolcu, başlıca iki kısımdır.
Bir kısmı
hastalık ve yolculuk halinde oruç tutabilir, bir kısmı tutamaz. Önce
tutamayacak olanlar hakkında: "diğer günlerde tutamadığı günler
sayısınca..." diye kaza farz kılınmış; sonra tutabilecek olanlara da
muhayyer bir vacib olarak tutmak veya fidye vermek arasında bir ruhsat
verilmiştir. Buna göre "size farz kılındı" ifadesi, sağlıklı ve mukim
olanlara tam bir vücûb ifade eder. de iki türlü hastalık ve yolculuk
mazeretlerine aittir. Bunda "itâka" hali, mazerette edaya
"istitâ" ile tefsir edilmiş, fakat zikredilen karineden dolayı bu
mazeret hasta ve yolcuya tahsis edilmiştir. Bu görüş muteber değildir.
2-
İmam Mâlik hazretleri, bunun "Ramazan geldiği halde üzerinde geçen
Ramazan'dan oruç borcu kalmış ve bu müddet içinde kazaya gücü yettiği
halde
kaza etmemiş bulunan kimseler" hakkında olduğunu söylemiş ve "Çok
yaşlı olana fidye vacib değil, fakat verirse güzel görürüm." demiştir.
Demek
oluyor ki, İmam Malik, bunun mazeret olduğunu düşünmekle kelimesindeki
zamiri
yalnız kaza orucuna göndererek tevil etmiş ve bu sayede "itâka"yı
"kazaya güç yetirme" mânâsına yorabilmiştir. Bunun zamanında ikinci
Ramazan'ın gelişi ile sene içinde kazaya imkan kalmamış olduğunu da
düşünmüş
olması yönünden "itâka"nın güç yetirememe mânâsını da göz önünde
bulundurmuş demektir.
Böyle
olunca da bu tahsisin hangi yönden yapıldığı açık olmaz. Bir de bunun
mânâsı
"Diğer günlerde, tutamadığı günler sayısınca tutar." ifadesindeki
mutlak olan "diğer günler"i, o senenin günleri diye sınırlayarak
senesi içinde kazanın vacib olduğuna hükmetmiştir ki, bizce doğru
değildir.
Çünkü mutlak'ın hükmü, mutlak oluşu üzerine akıp gitmesidir.
Kayıtlamak, ancak
neshedici bir delil ile olabilir. Bu ise yoktur. Öyle ise kazanın vacib
oluşu
belirli bir vakitte sınırlı değildir.
3-
Birçok tefsirciler burada oruca "itâka"nın, güç yetme mânâsıyla
tefsirini ve muhayyer bir vücubla sağlıklı ve mukim olana yorulmasını,
mümkün
görmüşler, fakat bunun: "Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç
tutsun." âyetiyle tamamen neshedilmiş olduğunu söylemişlerdir.
Bunlar,
neshedildiği hususunda ittifak etmekle beraber nüzul sebebinde ihtilaf
etmişlerdir. Bazıları "Oruç size farz kılındı." ifadesinin Ramazan
hakkında olmayıp, sayılı günlerin hicretin başındaki aşûre günü ile
"eyyâm-ı bîz" olduğu ve Ramazan ayı ile tamamen neshedilmiş bulunduğu
görüşüne sahip olmuşlardır. Çokları ise o günlerin, Peygamberin emri
ile
tutulduğuna ve "size farz kılındı" ifadesinin Ramazan orucu hakkında
olduğuna, ancak Ramazan orucunun önce muhayyer olarak vacib kılınıp,
sonra
"Sizden her kim o aya şahit olursa, onda oruç tutsun." âyetinin inişi
ile muhayyerliğin ve fidyenin neshedilerek orucun genel olarak farz
kılındığına
ve buna göre "Ona takat getirenlere bir fidye gerekir." ifadesinin,
neshedilen muhayyerlik halini anlattığına hükmetmişlerdir.
Bu
iki görüşte en açık görünen nokta, "itâka"nın muhayyer vacib üzerine
güç yetirme mânâsıyla tefsirine bir imkan görülebilmiş olmasıdır. Fakat
bu
mânâ, diğer taraftan birçok yönden zahire aykırıdır. Şöyle ki:
a)
Bu mânâda çok yaşlı kimsenin girme şekli açık olmaz. Halbuki çok yaşlı
kimse
hakkında fidyenin vacib oluşu, üzerinde icma edilmiş gibidir. "Her kim
şahit olursa" ifadesindeki nesh bunu içine almadığında ittifak vardır.
b)
"Size oruç farz kılındı. Nitekim sizden öncekilere de farz
kılınmıştı." âyeti "mücmel" olmakla beraber orucun mutlak olarak
kesin bir vacib oluşunda "zahir"dir.
Yine
aynı şekilde "Sizden her kim hasta olur veya yolculukta bulunursa diğer
günlerde tutamadığı günler sayısınca tutar." âyeti hasta ve yolcu
olanlar
hakkında yalnız orucu göstermiş ve ancak eda ve kazaya bir ruhsat
vermiştir. Fidyeye
cevaz bırakmamıştır.
Buna
karşı sağlıklı ve mukim olan güçlü kimselere fidye ile muhayyerlik, iki
yönden
çelişki ve imkansızlık ifade eder. Zamir fidyeye gönderilebilseydi, bu
mânâ
mümkün olurdu. Halbuki zamirin buna gönderilmesi caiz görülememiş ve
ittifakla
"oruç" kelimesine gönderilmiştir.
c)
Bunun hasta ve yolcu gibi mazeret makamında olduğu açık iken sağlıklı
olma
haline yorulması zahire aykırıdır.
Daha
sonra nesih rivayetinin kaynağı şudur: İbnü Ebî Leylâ Muaz b. Cebel
(r.a.)'den
rivayet etmiştir ki: "Peygamber (s.a.v.) Efendimiz Medine'ye teşrif
ettiği
zaman aşûre günü ve bir de her aydan üç gün oruç tutmuştu. Sonra Allah
Teâlâ
Ramazan orucunu farz kıldı, "Ey iman edenler! Oruç size farz
kılındı." âyetini indirdi. Râvi âyeti: "ona dayanıp kalanlara bir
yoksul yiyeceği fidye gerekir." ifadesine kadar okudu. Bunun üzerine
dileyen oruç tutuyor, dileyen bir yoksul doyuruyordu. Daha sonra
sağlıklı ve
mukim olanların hepsine oruç farz kılındı. Yoksul doyurmak ancak oruca
gücü
yetmeyen çok yaşlı kimseler hakkında sabit kaldı da Allah Teâlâ "sizden
her kim hasta olur veya yolculukta bulunursa..." âyetini indirdi.
Yine
İbnü Ebî Leylâ rivayet etmiştir ki; "Resulullah (s.a.v.) Medine'ye
teşrif
buyurduğu zaman her aydan üç gün nafile olarak ve farz olmayarak oruç
tutmalarını emretmişti. Sonra Ramazan orucu nazil oldu. Halbuki o zaman
toplum
henüz oruca alışmamıştı. Oruç kendilerine pek zor ve pek güç geliyordu.
Bu
yüzden tutamayan, bir yoksul doyuruyordu. Bundan sonra "Sizden her kim
o
aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyeti nazil oldu. Bundan dolayı
ruhsat
ancak hasta ve yolcu olanla sınırlı kaldı, hepimiz oruç tutmakla
görevlendirildik."
Bunlarda
bir nesih işareti vardır. Fakat bunun çok yaşlı kimseden başkasında
olduğu
birincisinde açıktır. Aynı zamanda bunlardan da: "oruç kendisine güç
gelen, yani dayanamayanlar" demektir. Ancak bu güç gelmek, dayanamamak
kavramı, hastalık, ihtiyarlık gibi bir özür ile eda ve kazaya gerçekten
dayanamayanlara daima şâmil olduğu gibi, sağlıklı ve mukim oldukları
halde sırf
alışkın olmadıklarından dolayı halen dayanamayanlar veya pek çok
zorlukla
dayanabilenleri de geçici olarak kapsadığı gösterilmiştir.
Buna
göre Cenab-ı Allah, sağlıklı ve mukim olanların, alışkın
olmadıklarından dolayı
dayanamamalarının, gerçek olmayıp, bir vehimden ibaret bulunduğunu,
kısa ve
belirli bir müddet içinde herkese tecrübe ile ispat buyurduktan sonra:
"Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetiyle farz
oluşunu mutlak olarak genelleştirmiş, ancak hasta ve yolcu için yemeye,
sonradan
kaza etmeye ruhsat vermiştir. Çok yaşlı olup, normalde günden güne
zayıflamakta
olan erkek veya kadınlar ve bunlar hükmünde olan dertliler de "ona
dayanıp
kalanlara bir fidye gerekir" ifadesinin gerçek muhatapları olarak bâki
kalmışlardır. Dolayısiyle, bunun mensuh olduğundan söz edildiği zaman,
bu
neshin çok yaşlı ve benzerinden başkası hakkında olduğunun unutulmaması
ve
bunun çok yaşlı kimselere ne kadar uygun olduğunun da düşünülmesi
gerekir.
4-
"Oruca dayanıp kalanlara" ifadesi, son derece ihtiyarlığa ulaşmış
olan çok yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın hakkında nazil olmuştur.
Bunlara
fidyenin kaldırıldığı hakkında ashabdan hiçbir rivayet yoktur. Tersine
bu
âyetin neshedilmediği açıkça rivayet edilmiştir.
Buharî'nin
de rivayet ettiği şekilde İbnü Abbas hazretleri: "Bu âyet, nesh
edilmemiştir. Bu, oruca güç yetiremeyen yaşlı erkek ve çok yaşlı kadın
hakkındadır.
Bunlar,
her gün için bir yoksul doyururlar." diye açıkça beyan etmiştir. Bu,
Hz.
Ali'den, İbnü Ömer'den ve diğer sahabeden de rivayet edilmiştir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da,
Fahreddin Razî'nin tefsirinde ve İbnü Hümam'ın Fethu'l-Kadir'inde
zikredildiği
üzere çok yaşlı olan kimse hakkında bu mânâ, ashabdan aksi rivayet
edilmeyen
bir icma olmuştur. Ashab-ı kiramdan Peygamberimizin hizmetçisi olan Hz.
Enes de
yüz yaşını aşan ömrünün son zamanlarında bununla amel eder, orucu
tutamaz,
yoksul doyururdu.
Kısaca
bu âyetin iniş sebebi, çok yaşlanmış kimselerdir. Bu bakımdan
"itâka"nın mânâsı güç yetmek değil, edâ ve kaza, her ikisi itibariyle
oruca zor dayanmak veya dayanamamaktır. Bu mânâ çok yaşlı erkek ve çok
yaşlı
kadın gibi zayıf ve müzmin hastaya da şâmildir.
Bu
ikisinde zorluk ve dayanamama zannı, senede dayanmış olduğundan vehim
değildir.
Alışkın olmadığından dolayı dayanamama zannı ise vehimdir. Eda ve kaza
itibariyle devamlı olan özür mânâsında dahil değildir. Bu mânâ üzerinde
ittifak
edilmiştir. İşte doğru görüş budur. Hanefî mezhebi de bunun üzerinedir.
Bizim
tercihimize göre burada ve özellikle bu noktada asla nesih yoktur.
Şafiî
hazretleri, daha da genişleterek, gebe ve emzikli olan kadınları da
kendi
hesaplarıyla değil, çocuklarının telef olmasından korkarak oruçlarını
yedikleri
zaman buraya dahil etmiş, fidyeye tabi tutmuştur.
Hanefilere
göre ise bunlar, yaşlılara kıyas edilemez, hasta hükmüne tabidirler.
Gerek
kendileri ve gerekse çocukları korkusuyla oruçlarını yerlerse hasta
gibi yalnız
kaza lazım gelir. Keffaret ve fidye vacib olmaz. Çünkü fidye, misli
gayri makul
(dengi akılla belirlenemeyen)dur. Çok yaşlı kimse, bu nass ile kıyasa
aykırı olarak
sabit olduğundan, kendisine başka bir şey kıyas edilemez ve aynı
zamanda çocuk
hesabına fidyenin mânâsı yoktur. Çünkü ihtiyarlar esasen "Ey iman
edenler!.." gibi genel ifade içinde oruç hitabına dahildir. Fakat
çocuk,
dahil değildir.
Özetle,
burada "itâka", "istitâat güç yetmek" ve "vüsu'
kolayca yapabilmek" mânâsına değil, oruca zor dayanmak, yani hem eda ve
hem de kaza durumuna göre devamlı bir mazeret sebebiyle dayanamamak
mânâsınadır. Bunu, fidyeye gücü yetmek mânâsına yorumlamaya da imkan
yoktur.
Gerçi oruca zor dayanana fidyenin vacib olması için, fidyeye gücü
yetmesi şart
ise de bu şart, "ona dayanıp kalırlar" ifadesinin mânâsı değil,
"bir yoksulun yiyeceği fidye" ifadesinin malî sorumluluğunun gereği
olarak sabittir. Âyetin mânâsı: "Oruca, eda ve kaza bakımından zor
dayananlara, eğer fidye vermeye güçleri yeterse, bir yoksul yiyeceği
fidye
gerekir." meâlindedir.
Sırf
alışkın olmadıklarından dolayı oruca dayanamayacaklarını zannedenler,
oruç
farzından fidye ile kurtulamazlar. Bunlar, bir azimle kendilerini oruca
alıştırıverdikleri halde göreceklerdir ki, çocuklar için bile mümkün
olan oruca
pek alâ tahammülleri vardır. Gelecekten ümitsiz olmaya hakları yoktur.
Bugün
tutamadıklarını diğer gün kazaya güçleri yetmektedir.
İslâm'ın
başlarında bunu Allah tarafından isbat için geçen geçici bir tecrübe
devresini
tekrar tekrar tecrübeye kalkışmaya hak yoktur. "Her kim tecrübe edilmiş
bir şeyi tekrar tecrübeye kalkışırsa, ona pişmanlık gelir." "Ramazan
ayı ki..." âyetinin inişinden sonra böyle bir düşünceye sahip olan
müslüman yoktur ve olamaz. Ancak özür sahipleri başka.
Cenab-ı
Allah, bunları, bir kısmı hasta ve yolcu gibi geçici özür, bir kısmı da
gücü
tüketen devamlı özür sahibi olmak üzere iki sınıfa ayırmış; birine
kaza, birine
de fidye ruhsatını göstermiştir. Bu bakımdan oruç mazereti, önemli
hastalık,
uzak yolculuk, devamlı bir zayıflıktır. Bu mazeretler içinde de orucun
zarar
vereceği zannedilen hastalıktan başkası, kıyasa aykırı bir izindir.
Önemli
olmayan ve oruçla zarar değil, tersine menfaat görecek olan hastalıklar
kelimesinin tenvininden hariçtirler.
Oruca
gerçekten zararlı olan hastalıklar ise esaslı bir mazeret ölçüsüdür. Bu
bakımdan gebelik, emzirme gibi hastalık hükmünde bulunan özürler,
hastalığa
benzemektedir. Fakat yolculuk ve fidye üzerine kıyas cereyan edemez.
Bunlar
benzersiz mazeretlerdir.
İşte
zor gibi görünen oruç, insanların böyle gizli ve açık ciddi ve meşru
mazeretleri gözetilerek farz kılınan; insanlara hayatın ve insanlığın
lezzetini
tattırarak onlara birçok faydalar temin edecek ve ebedi tehlikelerden,
fenalıklardan koruyacak olan eski bir ilâhî farz, dinî bir esastır.
Şimdi
Her kim kendi gönlüyle nafile olarak herhangi bir hayır yaparsa ve bu
cümleden
olarak fidye vermek lazım geldiği halde fidyeyi yoksul yiyeceğinden
daha fazla
verirse yahut hem fidye verir, hem oruç tutarsa, bu kendisi için daha
hayırlıdır. ve zor da olsa oruç tutmanız sizin için fidye vermekten
veya kazaya
bırakmaktan hayırlıdır. Eğer orucun faziletini bilirseniz böyle
yaparsınız.
Tutmamak caiz olan zamanlarda bile tutarsınız.
Şimdi
bu sayılı günler hangi günlerdir?
185-ŞEHR:
Esasen şöhret kökünden masdar olup bir
şeyi açığa çıkarmak mânâsınadır. denir ki, kılıcı kınından çıkarıp
gösterdi,
demektir. Nitekim dilimizde de "silah teşhir etmek" denir. Bu mânâdan
alınarak:
1-
Gökte görülen aya,
2-
Bu ayın görünüp, ışık verir bir hale gelmesi ve nihayet kaybolup,
tekrar
doğması suretiyle bir devrinden ibaret olan zaman süresine şehr
denmiştir ki,
yirmi dokuzla otuz gün arasında dönüp dolaşır. Gök bilimcileri bunu,
"ayın
güneş ile iki kavuşumu arasında geçen süre" diye tarif ederler. Fakat
bu
tarif, ilimde ileri gelenlere mahsus olup, halk için şehr kelimesine
uygun olan
meşhur mânâ, hilalin iki görünüşü arasındaki süredir. Lügatın yapısı da
budur.
3-
Hilal nazar-ı itibara alınmayarak sırf gün hesabıyla otuz günlük süreye
de adet
olarak şehr denir. Güneş yılının bölümlerinden her birine ay, şehr, mâh
denmesi
de bu mânâdan alınmıştır.
Ramazan
kelimesinde iki görüş vardır:
1-
Mücahid'den rivayet edildiği üzere Allah'ın isimlerinden bir isimdir.
Ramazan
ayı demek "Allah'ın ayı" demektir. Bir hadis-i Nebevî olmak üzere
şöyle rivayet edilmiştir: "Ramazan geldi, Ramazan gitti, demeyiniz.
Ramazan ayı geldi, Ramazan ayı gitti, deyiniz. Çünkü Ramazan Allah'ın
isimlerinden bir isimdir." Bununla beraber Beyhakî, bu hadise zayıf
demiştir.
2-
Receb, Şaban gibi belirli bir ayın ismidir.
Birincisine
göre "şehr" dahil olmak üzere: "Ramazan ayı" terkibinin
tamamı bir özel isimdir. İkincisine göre isim yalnız Ramazan olup,
"Şehrü
Ramazan" genel olanın, özel olana izafeti cinsinden bir izafet-i
beyâniyedir.
Gerçekten
Kamerî aylardan üçü: Şehr-i Ramazan (Ramazan ayı), Şehr-i Rebiu'l-evvel
(Rebîu'l-evvel ayı), Şehr-i Rebîü'l-âhir (Rebîü'l-âhir ayı) şehr
kelimesiyle
beraber özel isimdir. Şu kadar ki, kolaylık için "şehr" kelimesinin
söylenmediği zamanlar da vardır.
Ramazan'dan
şehr kelimesinin hazfedilmesinin tenzîhen mekruh olduğu İmam
Muhammed'den
rivayet edilmiş ise de, kötü bir vehme sebep ve karışıklık olmayacak
yerlerde
kolaylık için sadece Ramazan demek mekruh değildir. Nitekim Hadis-i
Nebevî'de
de: "Her kim inanarak ve mükafatını Allah'tan bekleyerek Ramazan'da
oruç
tutarsa, onun geçmiş günahları bağışlanır." buyurulmuştur. Geri kalan
dokuz ayın isimleri: Muharrem, Safer, Cumadelûlâ, Cumadelâhire, Receb,
Şaban, Şevval,
Zilkade, Zilhıcce, Şehr'siz olarak özel isimdir. Yalnız Receb ayının,
Ramazan
gibi olduğu da söylenmiştir.
Ramazan
isminin türetilmesine gelince, bunda da dört yol zikredilmiştir.
1-
İmam Halil'den nakledildiği üzere yaz sonunda güz mevsiminin başında
yağıp
yeryüzünü tozdan temizleyen yağmur mânâsına 'den alınmıştır. Bu
yağmurun
yeryüzünü yıkadığı gibi Ramazan ayı da iman edenleri günahlardan
yıkayıp
kalblerini temizlediği için bu adla anılmıştır.
2-
Çoğunluğun görüşüne göre Ramazan 'dan alınmıştır. Ramaz; güneşin
hararetinin
şiddetinden taşların son derece kızmasıdır ki, böyle pek kızgın yere de
Ramdâ
denir. Bu bakımdan Ramazan, "Ramdâ"dan yanmak mânâsına fiilinin
masdarıdır. Yani kızgın yerde yalın ayak yürümekle yanmak demektir. Bu
mânâda
"Kızgın yerde ayağı yandı." denir.
Baş
tarafına "şehr" kelimesi eklenerek "şehrü Ramazan" bu
mübarek aya özel isim yapılmıştır. Çünkü bu ayda açlık, susuzluk
hararetinden
ıztırab çekilir. Yahut orucun harareti ile günahlar yakılır.
Bir
de deniyor ki, Araplar ayların isimlerini, eski dillerinden
değiştirdikleri
zaman, her ayı rastladığı mevsime göre isimlendirmişlerdi. Eski dilde,
"Nâtik" ismiyle anılan bu ay da o sene şiddetli bir sıcağa
rastladığından buna "şehrü Ramazan" adını verdiler.
3-
Ezherî'den nakledilen görüştür ki, Ramazan, fiilinden alınmıştır ki,
kılıcın
namlusunu veya ok demirini inceltip keskinletmek için iki kaygan taş
arasına
koyup döğmektir. Bu aya bu ismin verilmesi de Araplar'ın bu ayda
silahlarını
bileyip hazırladıklarından dolayıdır.
4- Ramazan
isminin esmâ-i hüsnâ (Allah'ın güzel isimlerin)'dan olduğu sahih ise
Ramazan
ayı bizzat bununla isimlendirilmiş ve bunda özellikle Allah'ın rahmeti
ile
günahların yanması dikkat nazarına alınmıştır. Bu mânâ ile oruç ayı,
"Allah'ın ayı" olmuştur.
Kısaca
Ramazan'ın sözlük mânâsında temizlik, yanmak, keskinlik mânâları
bulunduğu
gibi, dinî bakımdan günahların yanması, Allah'a izafe mânâları etken
olmuştur.
Bir
hadis-i Nebevî'de: "Başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ateşten
kurtulmaktır." diye anlatılan Ramazan ayının en mübarek gecesi,
Kur'ân'ın
inişine de başlangıç olmuştur. Bu âyette de özellikle bu sıfatla
vasıflandırılmıştır.
el-KUR'ÂN,
Peygamberimiz Muhammed Mustafa (s.a.v.)'ya özel bir şekilde indirilip,
bize
tevatürle nakledilen Allah kelamının adıdır ki, mushafların iki kapağı
arasında
yazılıdır.
Bu
isimde iki kırâet vardır. İbnü Kesir kırâetinde vakıf ve vasılda, Hamze
kırâetinde yalnız vasılda hemzesiz olarak, diğer kırâetlerde hemze ile
okunur.
Hemzelisi, "kırâet"den, hemzesizi "karn" maddesindendir.
Hemze ile yani tilavetle okunan; hemzesizi de parçaları ve mânâsı
birbirine
yakın, birbirini tasdik eden ve birbirine uygun olan demektir. İmam
Şafiî
hazretleri bunun hemzesiz olarak Tevrat, İncil gibi herhangi bir
maddeden
türemeyip Allah'ın kitabının ismi olduğunu söylemiştir.
Katâde
ve Atâ yukardaki "sayılı günler"in Ramazan olmayıp, ilk oruç yani her
aydan üç gün veya bunlarla beraber "Aşure" gününden ibaret bulunduğu
görüşüne sahip olmuş ve bunun başlangıçta nafile, sonra farz kılınmış
olmasında
ihtilaf etmekle beraber daha sonra bu âyetle Ramazan orucu farz
kılınarak
kendisinden öncesinin tamamen neshedilmiş olduğunda ittifak
etmişlerdir. Hz.
Muaz'ın görüşünün de bu olduğu söylenmiştir. Bunlara göre Ramazan
orucunun farz
oluşunun delili: "Ey iman edenler! Oruç size farz kılındı." âyeti
değil, " O Ramazan ayı ki...", "Her kim o aya şahit olursa onda
oruç tutsun..." ilâhî emri olmuş olur.
Fakat
âlimlerin çoğunluğuna göre ilk oruç, sünnet ile sabit olmuş ve Ramazan
orucunun
farziyeti de yukardaki şekilde "oruç size farz kılındı" âyetiyle
başlamıştır. "sayılı günler"den maksat da Ramazan'dır. "O
ramazan ayı ki..." âyeti de bunu beyandır. O halde mânâ:
Size
orucu farz kılınan sayılı günler, O mübarek Ramazan ayıdır ki,
âyetleri, furkan
ve hidayetten ibaret deliller, tamamı bütün insanlara hidayet olmak
üzere
Kur'ân bu ayda indirildi.
İNZAL,
bir defada, TENZİL de parça parça indirmek demektir. Kur'ân yirmi üç
senede
parça parça indirilmiş olduğu halde burada Ramazan ayında inzalinin
beyan
buyurulması dikkate değer. Bunda üç mânâ vardır:
1-
Tefsircilerin çoğundan vârid olan rivayetlere göre Kur'ân Ramazan
ayının kadir
gecesi denen mübarek bir gecesinde dünya semasına, Beyt-i Mamur'a bir
defada
indirilmiş, sonra yirmi üç senede tedricen, parça parça yeryüzüne
indirilmiştir. Demek ki Kur'ân'ın gerçekleri, yeryüzüne inişinden önce
kâinat
âleminde ve yeryüzüne en yakın olan gökte bir Ramazan gecesi toptan
tecelli
etmiş ve yeryüzüne inişi onu takib etmiştir.
2-
Kur'ân bu ayda inmeye başladı, demektir. "Zikr-i Kül, İrâde-i Cüz"
cinsinden mecaz olmakla birlikte Muhammed b. İshak'tan rivayet edilmiş,
zahir
gibidir.
Bu
durumda Hira mağarasında "Rabbinin adıyla oku!" (Alak, 96/1) âyetinin
inişi Ramazan-ı şerifin kadir gecesine tesadüf etmiştir.
Hira
mağarası, Ramazan'ın sıcaklığı, gecenin sıkıntısı, pek büyük bir ilâhî
gelişmenin başlangıcı olmuş ve bundan itibaren Hz. Muhammed'in büyük
kadir ve
kıymeti, apaçık âyetler ve açık seçik hak mucizelerle bütün varlık
âlemine
açıklanıp ilan buyurulmuştur.
Bunda:
"Mübtelâ-yı
gama sor kim geceler kaç saat?" diyecek gamlı kimselere: "Ey iman
edenler! Sabır ve namazla yardım isteyin. Şüphesiz ki Allah,
sabredenlerle
beraberdir." (Bakara, 2/153) mânâsı üzere ne büyük bir müjde vardır! Bu
şekilde gönül ehline Allah'ın huzurunda kanlı göz yaşları döktüren nice
ıztırab
gecelerinin, pek büyük müjdelere, saadetlere başlangıç olduğu bir
gerçektir. Ne
ilâhî hikmettir ki saadet nurları, gündüzlerin ışıklı alnından çok,
gecelerin
hüzünlü yüzünden doğar. Çok gülenler ağlamaya namzed olurken,
ağlayanlar hele
hak yolunda ağlayanlar da gülmeye hak kazanırlar.
3-
Hakkında bu şekilde Kur'ân indirilmiş bulunan Ramazan ayı demektir.
Gerçekten
Kur'ân-ı Kerim'de bu mübarek aydan başka Allah'ın övgüsüne mazhar
olarak ismi
açıkça söylenmiş bir ay yoktur. İşte Ramazan ayı, böyle mübarek bir
aydır.
Bunun için orucun farz oluşu da bu aya tahsis edilmiştir. Adı geçen
sayılı ve
sınırlı günler, işte bunun günleridir. Bu bakımdan siz müminlerden her
kim bu
mübarek ayda şahit ve hazır veya bu mübarek aya şahit olursa bunda oruç
tutsun.
Şühûd, esasen "gıyâb" karşılığı huzur demektir ki şehadet ve müşahede
de bu huzur cümlesindendir. Şehrin, zaman süresi olarak bunun mefûlü
fihi veya
mef'ûlü bihi olması muhtemeldir. Birincisine göre, bu ayda bilfiil
hazır olan
yani vatanında mukim olup yolcu olmayan, demektir. İkincisi de şehri,
açık ilim
ile müşahede eden demektir. Zaman ise müşahede edilemeyeceğinden buna
şühûd,
aklî bakımdan hazır demek olan kesin bilgi veya hilalin görünmesi
mânâlarından
birini ifade eder. Bunun da iki mânâya ihtimali vardır:
a)
Her kim hilâli görürse tutsun, demektir. Bunda göremeyenler hakkında
bir şey
söylenmemiştir.
b)
Herhangi biriniz hilali görürse her biriniz tutsun, demektir. Bunda da
şühûd ve
şehadet ilmin sebepleri olarak sabit ve muteber bir şahit ile de
Ramazan'ın
tutulabilmesi caiz olur.
Buna
göre ifadesinin şu mânâlara ihtimali vardır:
1-
Sizden her kim Ramazan'da mukim ise onu tutsun.
2-
Sizden her kim Ramazan'ı kesin olarak bilirse onu tutsun.
3-
Sizden her kim Ramazan'ın hilâlini görürse onu tutsun.
Birinci
ve ikinci mânâya göre "şehr" hakikatiyle bütüne sarf edilecek olursa,
vücub tamamında yöneleceğinden Ramazan'da oruç tutmak mümkün olmaz.
Halbuki
farz olan budur. Bundan dolayı aya şahit olmak, ayın bir kısmına şahit
olmak
mânâsınadır. Bu iki mânâya göre ilmin sebeplerinden söz edilmemiştir.
İkinci ve
üçüncüde gelecek yolcu bölümü tahsis edici, birincisinde ise adîl
(denk)dir.
Fahreddin
Râzî der ki: "Vâhidî ve Keşşâf sahibi gibi birçok muhakkikler
(kritikçiler)
birinci mânâyı almışlardır. Fakat bana göre ikincisi daha evlâdır.
Çünkü
haziften uzaktır.." Kısaca burada "hilâli görmek mânâsı" zaruri
değil-dir. O halde ilmin sebepleri söylenmemiştir. Bunu araştırmak
lazım
gelecektir.
Bu
meselede ilmin sebepleri için ictihada cevaz (izin) var mıdır? Şühûd,
(şahid
olmak), hazar (mukîm, seferde olmamak) ile veya aklın huzuru demek olan
kesin
bilgi ile tefsir edildiği takdirde, araştırmadan sonra bu konuda
başkaca bir
nass (dinî delil) yoksa ilim sebepleri hakkında ictihada cevaz olması
lazım
gelir. Bunun için bazıları başka nass yok zannıyla gök bilimi
hesaplarıyla da
amel olunabileceğini söylemişlerdir. Fakat selef âlimlerinin
çoğunluğuna göre
başka nass mevcut olduğundan bu mesele ictihat konusu değildir. Çünkü
bu âyet,
bu tefsire göre herhangi bir şey söylememiş ise de bu konuda kitab ve
sünnetten
müteaddit nasslar vardır.
Önce
Kitab'dan "Ey Muhammed! Sana hilâlleri soruyorlar. De ki o insanlar
için
vakitlerdir." (Bakara, 2/189) âyeti gelecektir. Bu bize kesinlikle
gösterir
ki, şer'an vakti tayin eden delil, hilaldir. Hilal ise göreceğimiz
üzere
görünenin adıdır. Bundan başka hilâlin nasıl bilineceğini hadis-i
şerifler
göstermiştir.
1-
"Ay yirmi dokuzdur. Görmedikçe tutmayın ve görmedikçe yemeyin. Eğer
üzeriniz bulutlanırsa miktarını hesab ediniz." Acaba bu miktarı hesap
ne
demektir? Bunu da şu hadisler göstermiştir:
2-
"Hilâli görünceye kadar oruç tutmayın. Üzeriniz bulutlanırsa otuz günü
ölçü yapınız."
3-
"Hilâl görüldüğü için tutunuz ve görüldüğü için bozunuz. Eğer sizinle
hilalin manzarası arasına bir bulut veya pus girerse otuzu sayınız."
4-
"Ramazan'ı göründüğü için tutunuz. Eğer aranıza bir bulut veya sis
girerse, Şaban ayının sayısını otuza tamamlayınız. Ramazan'ı, Şaban'dan
bir gün
oruç tutmakla karşılamayınız."
5-
"Yani ay kâh otuz ve kâh yirmi dokuz olur. Görürseniz tutunuz,
görürseniz
bozunuz. Eğer bulutlu olursa otuzu sayınız."
İşte
bunlar ve benzeri sahih hadisler, "Ey Muhammed! Sana hilalleri
soruyorlar.
De ki: Onlar vakitlerdir..." (Bakara, 2/189) âyetine uygun olarak
"Sizden her kim o aya şahit olursa onda oruç tutsun." âyetindeki aya
şahit olmanın geçerli şer'î sebeplerini beyan etmişlerdir. Bundan
dolayı bu
meselede içtihada yer yoktur. Bu husus gösteriyor ki, şer'an bir
hilalden itibaren
ayın en yüksek ölçüsü otuz gündür. Otuzun tamam olduğu bilinince
başkaca hiçbir
delile ihtiyaç yoktur. Fakat ay bazan yirmi dokuz da olur. O zaman
delile
ihtiyaç vardır. Bu delil, hilalin görülmesidir. Yani delil getirerek
bilmek
değil, görerek bilmektir. Görerek bilmek mümkün olan yerlerde ehlinden
buna
dayanan şahitliğin de genel olarak geçerli bir delil olduğunda şüphe
yoktur.
Nassların araştırılmasına göre, görmeyi duymakla amel etmek, görmeye
dayanan
bilgi ile ameldir.
Bundan
başka Ey İman edenler!.., her kim..., sizden.. ifadeleriyle oruç
hitabı, genel
bir hitaptır. Bu gibi şer'î hükümlerde ve ilâhî hukukta fert üzerine
hüküm,
toplum üzerine hükümdür. "Bir kişi üzerine hükmüm, cemaat üzerine
hükmümdür." Bunun için herhangi bir mümin üzerine hilalin görülmesiyle
orucun vacib olduğu sabit olunca, delalet yoluyla diğerlerine de vacib
olur. Bu
vücûb ve sabit olma durumu ise ancak o müminin görüp şahit olmasıyla
olur. Bu
şehadet, ferdî şekilde ise vücûb yalnız işitenlere sirayet eder. Yok
eğer
toplum halinde ise ve bir mahkeme huzurunda sabit ise o zaman da umûma
sirayet
eder. O halde sözü şahit olmaktan şahitliğe nakledelim:
Oruç,
"sırf Allah'ın hakkı", iftar ve bayram, kulların hakkıdır. Şer'î
kaideye göre kul hakkı ile ilgili hususlarda amel, en az iki adil
şahide
bağlıdır. Fakat kul hakkı bulunmayan ve yalnız Allah'ın hakkı olup,
sırf dinî
mahiyette bulunan hususlarda âdil ve şahidin tek olarak verdiği haberle
de amel
etmek caizdir. Buna göre bayram için bir kişinin şahitliği asla kafi
gelmez ise
de Ramazan için bunun cevaz ifade edebilmesi mümkündür. Ancak bunun
açık bir
durumla tekzib edilmemesi (yalanlanmaması) de şarttır. Açık bir halin
tekzib
edebileceği habere sahih haber gözüyle bakılmaz. Bu yüzden Hanefî
imamları
ittifakla demişlerdir ki, gökte bir illet bulunduğu, yani hava açık
olmadığı
zaman Şevval ve Zilhicce için en az iki âdil şahidin, Ramazan için
yalnız adil
bir kişinin şahitliği kabul edilebilirse de, gökte illet bulunmadığı
zamanlar,
ihbarlar için, ilim ifade edebilecek kalabalık bir topluluğun şehadeti
lazımdır. Bunun dışındakiler kabul edilmez. Çünkü ayın yirmi dokuzuncu
günü
hilali araştırmak bütün müminlere farzdır. Bu bakımdan bunu birçok
insanlar
layıkiyle arayıp gözettiği ve gökte bir engel de bulunmadığı halde
birkaç
kimsenin görüp de diğerlerinin gözleri sağlam ve engelden uzak
bulunmakla
beraber görememiş olmaları âdet olarak mümkün olmaz. Bu yüzden, bu
halin
zahiri, "gördük" diyen birkaç kişinin şahitliğini yalanlar. Bunların
hatasına veya bir hayal görüp, hilal sandığına yahut da aklî
imkanlarına
dayanarak yalan söylemiş olduklarına ihtimal verilir.
"Ahkâmü'l-Kur'ân"da der ki: "Bu, sahih bir asıldır. Akıllar
sahih olduğuna hükmeder, şeriatin emrinin kuruluşu da bunun üzerinedir.
Bunda
hata, büyük zarara sebep olur. Bu yüzden halka şüpheler vererek
dinlerini
karmakarışık edebilirler. Bunun için Hanefi imamları, şer'î hükümlerden
bütün
insanların bilmeye ihtiyacı olan hususların sabit olmasının yolu, feyiz
alma ve
ilmin gereği olan haberler olabileceğini ve bu gibileri ahad haberle
isbatın
caiz olmadığını söylemişlerdir."
Fakat
gökte illet bulunduğu zaman böyle görünür halin yalanlanması
olamayacağından
Allah'ın hakkı olan Ramazanda bir, kulların hakkı olan bayramlarda iki
âdil
kimsenin şahitliğini yalanlamaya da kimsenin hakkı yoktur.
Bundan
şu da anlaşılır ki, görünür durumun yalanlanması, müminlerin farzı
yerine
getirmek için grup grup hilali aramaya çıktıkları zamandır. Yoksa bu
vazife
ihmal edilir de araştırma tek tük birkaç kişiye kalırsa, gökte illet
bulunmadığı halde vazifeyi yerine getirmeyenlerin, getirenleri
yalanlamaya
hakları kalmaz. Halin görünüşü, o birkaç kişiyi yalanlayıcı olmaz.
Müteahhir
(sonraki) âlimler, bu dereceye düştükleri için büyük bir kalabalık
şartından
vazgeçerek diğer mezheblerde olduğu gibi mutlak olarak iki âdil şahit
ile
yetinmeye lüzum hissetmişlerdir.
Kısaca
oruç, herkese farz-ı ayn olduğu için şer'an ayın sabit olma sebebi de
herkes
için mümkün olan hilâli görmeye, olmadığı halde otuz gün ölçüsüne
bağlanmıştır.
Bu yüzden ayın yirmi dokuzunda hilâli aramak herkese en azından farz-ı
kifaye
olarak farzdır.
Gök
bilimi hesaplarına gelince:
1-
Bu hesap üzerine ay genel olarak ne yirmi dokuz, ne de otuzdur. İki
kavuşum
veya iki hilâl arasındaki gök bilimi ayı, yirmi dokuzla otuz arasında
daima
kesirlidir. Ortalaması ise yirmi dokuz buçuk gün eder. Halbuki oruç,
sabit
olması için gün ölçüsüne bağlıdır. Şu halde gök bilimi hesabı, esas
ölçüden
hariçtir.
2-
Gökbilimi hesabı ile hilâli bilmek, görmeye dayanan bir ilim değil,
delil
göstermeye dayanan bir ilimdir. Bu bakımdan delil gösterme yerlerinde
geçerli
olsa da, görme mevkiinde olamaz.
3-
Bu delile dayanan ilim, fen ehli olan ileri gelenlere mahsustur. Bu
esas
alındığı takdirde halk taklide zorlanmış, oruç farzlarını eda için
ibadetinde
mutlaka ileri gelenlerin aracı olmasına mecbur kılınmış ve görerek
bilme
zevkinden mahrum edilmiş olur.
Böyle
olmaması içih hilâl hesabını anlayacak kadar gök bilimi tahsilinin de
müslümanların hepsine farz-ı ayın kılınması lazım gelir ki, bu da umumi
olan
İslâm dininin kolaylık esasına aykırı bir teklif olur.
4-
Ay ve güneşin bir araya gelmesi, gizli ve izafi işlerdendir. Bunun açık
delili,
ayın görülmesidir. Şer'an gizli işlerde bir şeyin delili, o şeyin
yerine
konulacağından, görmeye itibarın zaruri olması lazım gelir. Halbuki
hesap esas
alındığı takdirde ölçünün, hilalin görülmesine değil, kavuşumun meydana
gelip,
bitmesine bağlı olması lazım gelir. Bu bakımdan hesap açısından hilalin
görülmesine itibar etmenin ne fen açısından, ne de din açısından bir
mânâsı
olmaz. Bu gibi hikmetlere dayanarak, gökbilimi hesabına itibar hakkında
bir
nass varid olmamıştır.
Bu
da fennin mutlak kıymetsizliğinden değil, belki oruç konusu nokta-i
nazarından
genel olamayacağı içindir. Gök bilimi tahsili, herkese farz kılınacak
ilk
derecedeki tahsillerden olamayacağı için buna karşılık senenin bazı
mukaddes
günlerinde müslümanlara hilâli aramayı öğretecek rasathaneler yaparak
herkesin
bu zevkleri tatması için teşviklerde bulunmak, elbette daha güzeldir.
Görülüyor
ki muteber olan haber, görmeye dayanan bilgiyi nakil demek olan ve
zahiren
tekzib edilemeyecek bulunan adil kimsenin şahitliğidir. Yoksa hiç kimse
şüphe
etmez ki, para için din ve vicdanını satıp, yalan yere şahitlik
edebilecek
birkaç fasıkın ihbarına itimat etmektense hesapla amel etmek daha
evladır.
Peygamberimiz,
Şaban'ın son günü orucu ile Ramazan karşılamayı da yasakladığı için,
Şaban
olduğu bilinen bir günde yalan bir haber ile oruç tutmak veya Ramazan
olan bir
günde yalan bir haber ile bayram yapmak da günah olacağından bu konuda
ihtiyat
lazımdır. Bundan dolayı büyük bir çoğunluğun şahitliği bulunmadığı
zaman
dinlenecek şahitler hakkında gök bilimi hesabını, halin zahiri gibi
muteber
tutmak, zamanımızın durumuna uygun olacaktır. Müslümanlar, her halde
hilâli
arama farîzasını unutmamalıdırlar.
Özetle
orucun vücubunun sebebi, hilâli görmektir. Daha doğrusu ayın bir
bölümünü
görmektir. Yirmi dokuzda hilali görmekle, bu olmadığı takdirde otuza
tamamlamakla hazar halinde Ramazan ayına girmiş olan her mükellef
mümine bu
ayda oruç tutmak farzdır.
Her
kim mühimce hasta, yahut bir yolculuk üzerinde ise, bunların orucu da
Ramazan'dan başka günlerden tutamadıkları günler sayısıncadır.
Yani
bunlara Ramazan'da ruhsat vardır, tutmayabilirler. Tutmazlarsa diğer
günler
adedi adedine kaza etmeye borçludurlar. Kaza ettikleri takdirde
günahkâr
olmazlar. Fakat mukim ve sağlıklı olanlara bu ruhsat yoktur. Onlar
kazaya
bırakırlarsa, farzı terk etmekle günahkâr olurlar. Bilerek bozdukları
takdirde
kazadan başka keffaret de lazım gelir. İşte yazılmış orucun sayılı
günleri,
Ramazan ayı ile beyan ve farziyeti kesinlikle te'kid edildikten sonra
mazeretlerin itibardan düştüğü zannedilmemesi için hastalık ve yolculuk
mazeret
ve ruhsatları da tekrar zikredilmiştir.
Bu
tekrar dolayısıyla, yukardaki âyetlerin Ramazan orucu hakkında olmadığı
ve olsa
bile, ilk duruma ait olan muhayyer vücub hakkında olup bu kesin ifade
ile
neshedilmiş bulundukları ve bu yüzden, "Ona dayanıp kalanlara bir fidye
gerekir." fıkrasının tekrar edilmediği cihetle tamamen neshedilmiş
olduğu,
"itâka"yı güç yetmek ile tefsir eden birçok müfessirler tarafından
ortaya atılmıştır.
Fakat
burada "itâka"nın mânâsı, zor dayanmak olup, bunun neshedilmediği ve
en azından çok yaşlı ve iyileşme ümidi kalmayan hasta haklarında
neshedilmediği
sabittir. Şâfiî'ye göre gebe ve emzikli kadına da şamil ve hatta çok
yaşlı
olana fidyeyi vacib görmeyen İmam Mâlik'e göre bu nass, kaza borcu olup
da gücü
yeterken senesi içinde kaza etmeyenler hakkında sabit olduğu yukarda
izah
edilmişti. Burada tekrar edilmemesi, neshedildiğinden değil edaya
mahsus geçici
mazeret olan hastalık ve yolculuğun zikri ile eda ve kazayı içine alan,
devamlı
mazeret olan güç zayıflığının daha evla bir yolla sabit olduğunun
anlaşılmasından dolayıdır.
Bu
noktayı şu da kuvvetlendirir: Allah böyle orucu farz kılmakla sizi
zora,
sıkıntıya sokmak istemez, tersine size kolaylık vermek ister.
Hastalık
ve yolculukta ise bazen zorluk olabilir.
Bunun
kolaylığı da yemeye ruhsattır. Buna göre zararı gerektiren ve zorluk
olacak
mazeretler hakkında ruhsatlar vermiştir. Bu hikmetten dolayıdır ki,
oruca niyet
edip de oruçlu olduğunu unutarak yiyip içen veya karı koca ilişkisinde
bulunan
kimsenin orucunun bozulmayacağı nebevî hadiste beyan buyurulmuş ve buna
"Allah'ın ziyafeti" denmiştir.
Yine
bu kolaylık esasından dolayı bunama, delilik gibi teklife engel bir
hali
bulunmayan ve az çok genel hitapla mükellefler arasında dahil bulunan;
aklı
başında, fakat edâ olsun kaza olsun oruca zor dayanabilecek, oruç bütün
gücünü
tüketip zarar verecek olan ve normalde günden güne yıpranıp kötüye
giden çok
yaşlı erkekler ve kadınlar, aynı şekilde genç olduğu halde iyileşmesi
ümitsiz
bir müzmin hastalıktan dolayı ihtiyarlar gibi güçsüz bulunan zayıflar
hakkında
da malî kudretleri bulunmak şartıyla yukardaki fidye ruhsatı haydi
haydi
sabittir. Çünkü bunlar için kaza da bir zorluk alacağından kolaylık
fidye
şeklindedir.
Kısaca
Cenab-ı Allah, zor gibi görünen orucu farz kılmakla esasen mümin
kullarını
hayat mücadelesine, zorluktan kurtarıp, kolaylığa ve rahatlığa
kavuşturmayı dilemiştir.
Oruçla kolay kolay nefisle cihad etmeye alışılacak, lüzumunda sabır
yolları
öğrenilecek, hayatın zorlukları yenilecek, ahiret saadetine
erişilecektir.
Fakat
böyle zorlukları, kolaylığa çevirecek olan oruç; hastalık, yolculuk ve
ihtiyarlık gibi bazı durumlarda kolay olmaz da zor olabilir. İşte o
zaman da
kaza veya fidye kolaylığı ve ruhsatı meşru kılınmıştır. Hatta
zahirîler, bu
âyetlerin zahirine bakarak yolculukta dört rekatlı namazları iki rekat
kılmak
gibi, orucu yemenin vacib olduğunu bile söylemişler, yolcu olana başka
günlerde
oruç tutmak farzdır, demişlerdir. "Yolculukta oruç tutmak iyilikten
değildir." hadisini de delil getirmişlerdir. Ebu Hüreyre (r.a.) de buna
dayanarak "Yolculukta oruç tutana yine kaza lazım gelir." demiştir.
Fakat bundan başka bütün sahabe, tâbiîn ve fıkıh âlimleri yolculukta
orucun
namaz gibi olmayıp, caiz olduğunda ve tutarsa kaza lazım gelmeyeceğinde
ittifak
halindedirler. Bu konuda Ebu Hüreyre şâzdır. Çünkü Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz'in yolculukta oruç tuttuğu, müstefîz haberle sabittir.
Ebu
Saîd el-Hudrî, Enes b. Malik, Cabir b. Abdullah, Ebu'd-Derdâ, Seleme b.
Muhabbık ve İbnü Abbas (r.anhüm) yolculukta Peygamberimiz'in oruç
tuttuğunu
rivayet etmişlerdir. Bundan başka Hamze b. Amr el-Eslemî (r.a.)
Resulullah'a: "Ben
yolculukta oruç tutarım." dediği zaman Peygamber efendimiz'in:
"Dilersen oruç tut, dilersen ye." buyurduğu da sabittir. Adı geçen
Hamze, Urve b. Zübeyr ve Ebu Meravih ikamet halinde ve yolculukta dehir
(sene)
orucu tutarlardı.
Bu
âyetlerde ise hasta ve yolcuya orucu yemenin vacib olduğuna dair bir
işaret
yoktur. Bu bakımdan "Yolculukta oruç tutmak iyilikten değildir."
hadisi de bazı özel durumlara mahsustur. Nitekim Mekke'nin fethi
yılında
Peygamber'le ashab, Ramazan'da oruç tutmuşlardı. Sonra Resûlullah
(s.a.v.):
"Düşmanınıza yaklaştınız, yemek sizin için daha kuvvetlidir. O halde
iftar
ediniz." buyurdu. Ebu Saîd el-Hudrî: "Vallahi ben bu emirden önce
görüyordum ki Resûlullah ile beraber tutuyordum." demiştir.
Bu
sefer, Ramazan'ın onu geçtikten sonra vâki olmuş ve yeme emri "Usfan"
ile "Emeç" arasında "Kadîd" denen yerde verilmiştir. Demek
ki, "iyilikten değildir..." hadisi bu gibi özel sebeplere mahsustur.
Bundan dolayı yolculukta oruç yasak değil, belki "Oruç tutmanız sizin
için
daha hayırlıdır." mutlak ifadesiyle daha faziletlidir bile.
Hz.
Enes de: "Biz "her kim hasta veya yolculukta olursa..." âyeti
nazil olduğu vakit yolculuklarımızda aç acına gider ve konakladığımız
zaman da
karnımız doymazdı. Fakat bugün tok olarak gidiyoruz ve tok olarak
konaklıyoruz."
demiş ve uşağına yolculukta orucu emretmişti.
Cenab-ı
Allah'ın bu ruhsatı, kolaylaştırmak içindir. Yolculuktaki namaz gibi
azimet
mânâsında değildir. Hasta için yemenin vacib olmadığı üzerinde ittifak
edilmişken zahirîlerin yolculukta yemeyi vacib saymaları doğru olamaz.
Zaman
olur ki, hasta ve yolcu için, vaktinde herkesle beraber eda olarak
tutmak, daha
sonra yalnız başına kaza olarak tutmaktan daha zor olabilir. Bu da
kolaylık
dileğine aykırı olur.
Kısaca
Allah, kolaylık ister. Bir de: Ayın günlerinin sayısına göre eda veya
kaza
olarak orucun sayısını tamam etmenizi, -Âsım'dan Ebu Bekir Şube
rivayeti ve
Yakub kırâetinde "kâf"ın fethası ve "mim"in teşdidi ile
okunduğuna göre: sayıyı tamamlamanızı, ve size hidayet etmesine veya
hidayet
ettiğine hamd ederek Allah'a tekbir ve tazî-minizi, ve sizin gibi
müminlerden
beklenen şükrünüzü ister.
Bu
bağlamaya göre tamamlamanızı, tamamlamanızı ister demektir ki,
"lâm"lar tâ'lil olmayıp, "sizi temizlemek ister" (Maide,
5/6) "Söndürmek istiyorlar" (Saff, 61/8) âyetlerindeki
"lâm"lar gibidir. Fakat "lâm"ları talile yorarak âyetin
sonunda "Allah bütün bunları böyle meşru kıldı." ifadesinin takdir
edilmesi,ince ve hoş bir leff ü neşri içine almakla daha beliğ olduğunu
Keşşâf
sahibi beyan eder.
Bu
durumda mânâ :"Allah kolaylık ister,zorluk istemez.Sayıyı tamamlamanız
için,Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim
etmeniz için
ve birde şükredesiniz diyedir ki,Cenab-ı Allah bütün bunları,böyle
meşru
kıldı." ifadesinin takdir edilmesi, ince ve hoş bir leff ü neşri içine
almakla daha beliğ olduğunu Keşşâf sahibi beyan eder. (2)
Bu
durumda mânâ: "Allah kolaylık ister, zorluk istemez. Sayıyı
tamamlamanız
için, Allah'ın size hidayetine hamdederek kendini tekbir ve tazim
etmeniz için
ve bir de şükredesiniz diyedir ki, Cenab-ı Allah bütün bunları, böyle
meşru
kıldı." Yani şahide ayın orucunu, hasta ve yolcuya yemenin mübah
oluşunu
ve yedikleri takdirde aynı sayıyı gözeterek kazayı meşru kıldı. Sayıyı
tamamlamak, sayıyı gözetmenin; tekbir, öğrettiği kaza şekli ve fıtır
sorumluluğundan çıkışın; şükür de ruhsat ve kolaylığın illeti olur. Her
iki
mânâya göre Ramazan orucunun günlerin sayısı ile tamamen tutulması ve
bayram
ayı görülmedikçe otuzun tamamlanması, Allah'ın isteğidir.
Kazada
sayıyı gözetmenin istenmiş olması, edada sayıyı tamamlamanın istenmiş
olmasından dolayıdır ve kazanın vücub sebebinin, edanın vücub
sebebinden ibaret
bulunmasından kaynaklanmaktadır. Sayı, her günün kendi orucuna sebep ve
ölçü
olduğunu gösterir. O halde ayın görülmesi, icmâlî sebeb olmakla beraber
tafsilî
sebeb, günlerdir. Bunun için oruç, ilk önce sayılı günler olmak üzere
farz
kılınmış, ay, bunun beyanı olmuştur. "sayıyı tamamlamanız için..."
sözü, 'ay'ı günlerin sayısına bağlamıştır. Bundan dolayı Ramazan'da
birkaç oruç
yiyen kimsenin, bütün ayı kaza etmesi gerekmez.
Yukarıda
"sayılı günler", sonuçta "sayıyı tamamlamanız için"
denilmeyip de sadece "ayı tamamlamanız için..." denilseydi böyle
olması lazım gelirdi. Hatta gecesiyle, gündüzüyle bütün ayın bir oruç
olması
gerekirdi. Demek ki, Ramazan'ın içinde mükellefiyetin değişmesi,
muteberdir.
Ortasında büluğa erenler sorumlu olduğu gibi, sorumluluk şartlarını
kaybedenlerden de düşer. Yine aynı şekilde Ramazan'ın başında ikamet
halinde
olan bir kimse, Ramazan içinde yolculuğa çıkarsa yine ruhsata kavuşur.
Ancak
oruçlu olarak çıktığı günü, bu ruhsata dahil olmaz. Çünkü "veya bir
yolculuk üzerinde olursa..." buyurulmuştur. Sayı da gün üzerine
kurulmuştur.
Vücûb
sebebi, yalnız başından ayın görülmesi olsaydı, bunlar caiz olmazdı.
Bununla
beraber başından tamamına bir niyetle de oruç sahih olabilir. Çünkü
ayın
görülmesi, icmâlî bir sebeptir.
ALLAH'I
TEKBİR (Allah'ı Ululama): Esasen Allah'ı tazîm ve saygı demektir ki, üç
mânâ
ile olur:
a)
Akd-i kalb (kalbin bağlanması),
b)
Söz,
c) Amel.
a)
Akd-i Kalb (kalbin bağlanması) Allah'ın birliğine, adaletine itikatla
marifetin
sağlamlığı ve şüphelerin yok oluşudur.
b)
Söz, Allah'ın yüce sıfatlarını ve güzel isimlerini ikrardır.
c)
Amel de namaz, oruç ve diğer farzlar ve şer'an caiz görülmüş şeyler
gibi kulluk
amelleriyle ibadet etmektir.
Bu
söz ve amelin makbul olması da, kalbin itikadına yani imana bağlıdır.
Çünkü:
"Her kim mümin olarak ahireti ister ve onun için çalışmasını da
yaparsa,
işte onların çalışmaları makbul olur." (İsrâ, 17/19) âyetinde
çalışmanın
makbul oluşu, mümin olmak durumuyla kayıtlanmıştır.
İtikat
ve iman oruca mahsus olmayıp, her ibadette geçerli olduğu ve diğer
ibadetler,
çeşitli sebeplere bağlı olup Ramazan orucuna dayalı bulunmadığı cihetle
bu
âyete uygun olan mânâ, bu tekbirin, Ramazan'ın sayısını tamamlamaya
bağlı
olarak bayrama işaret olması ve buna layık olan da tekbir lafzının
açıkça
söylenmesidir. Tekbir lafzı, "Allahü Ekber" demektir. Bunun en
mükemmel bir şekli de tehlil ve hamdi de içine alan: 'dir ki "tekbir"
adıyla bilinmektedir.
Bu
âyette tekbirin ile sılalanma (ulanma)sı da hamd mânâsının kapsamına
dayalı
olduğundan buna pek uygundur.
Bu
tekbirin ise, insanın Şevval hilalini gördüğü zaman kendi içinden
yapacağı
tekbir olması caiz olduğu gibi, selef âlimlerinden birçoğunun anladığı
şekilde
bayram namazına çıkarken yapılan tekbir veyahut bayram namazının
tekbirleri
olması da caizdir. Yani her biri muhtemeldir. Bunlardan birine özel bir
delalet
yoktur. Bu bakımdan bunların biri, âyet ile vacibdir, denilemez. Açık
veya
gizli olması vacibdir, hiç denilemez.
İbnü
Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki: "Müslümanlar, Şevval hilâline
baktıklarında bayramlarını bitirinceye kadar tekbir almaları,
üzerlerine
haktır. Çünkü "sayıyı tamamlamanız için ve size hidayet etmesi üzerine
Allah'ı tekbir etmeniz için..." buyurulmuştur."
Hz.
Ali, Ebu Katâde, İbnü Ömer, Saîd b. Müseyyeb, Urve, Kasım, Harice b.
Zeyd, Nâfi
b. Cübeyr b. Mut'ım ve diğer ashab-ı kiramdan rivayet edilmiştir ki,
bayram
günü musallaya (bayram namazgahına) çıktıkları vakit tekbir alırlardı.
Ebu
Bekr Râzî "Ahkâmü'l-Kur'ân"da bunları nakl ederken derki: "İbnü
Abbas'ın azadlısı Şu'be şöyle demiştir: "Ben İbnü Abbas'ı musallaya
(cemaatle namaz kılınan yere) yedip götürürdüm. İnsanların tekbir
aldığını işitir;
"İnsanlara ne oluyor? İmam tekbir mi aldı?" derdi. Ben:
"Hayır!" derdim. O da: "İnsanlar deli midirler?" derdi.
Bundan
anlaşılıyor ki, İbnü Abbas musalla yolunda tekbiri hoş görmemiştir. Bu,
delalet
eder ki, O'na göre âyetteki tekbirden maksat, imamın hutbede aldığı o
tekbirdir
ki, insanlar da beraber alabilirler. Hilal tekbiri rivayetinde de
açıkça
söylemenin vacib olduğuna dair bir delalet yoktur.
Bu
delillerin özü olmak üzere Hanefî mezhebinde tercih edilen şudur ki, bu
tekbirlerin hiç biri vacib değildir. Bayram hilalini görünce gizlice
genel
mânâsıyla tekbir müstehabtır. Peygamber (s.a.v.)'den ve sadr-ı evvelden
(ilk
asır müslümanlarından) rivayet edildiği için bayramlarda musallaya
giderken ise
tekbir sünnettir. Ancak Ramazan bayramında gizlice ve kurban bayramında
açıktan
almak müstehabdır.
Âyetteki
tekbir, mutlak olduğu için bütün bunları kapsamına alırsa da hepsinin
vacib
olduğunu ifade etmez. Nihayet bayramın gelişi ile mutlak bir tekbirin
vacib
olduğunu ifade ederse, o da bayram namazı ve ondaki tekbirler olabilir.
Şu
halde mânânın özü: "Ramazan'ı tamamlayıp, tekbir alarak bayram namazını
kılınız." demek olur. "Gerek ki şükredersiniz" ifadesi de bayram
sevincini ve bayramın bir şükran tarzı ile yapılması hususuna özel bir
işareti
içerir. Bu şekilde oruç farizasının ta yukarıdaki "yiyiniz.. ve
şükrediniz" (Bakara, 2/172) emirlerine uygunluğu ne kadar anlamlı
olmuştur. Bu cümlelerle, bu âyette Cebriye mezhebini iptal edecek
deliller
vardır.
Rivayet
edildiğine göre Arabinin birisi, Resûlullah (s.a.v.)'e: "Rabbimiz yakın
mıdır, gizlece münacat mı edelim? Yoksa uzak mıdır, bağıralım mı?"(2)
diye
sormuştu. Bu sebeple Cenab-ı Allah, tekbir ve şükrana layık olan ilâhî
zatını
tarif edip vasıflandırarak, duanın oruçla kuvvetli ilgisini anlatmak ve
hükümlerinin
icrasına riayet edilmesini emretmek için, hitabı değiştirmekle Resulüne
buyurmuştur ki:
186-*}
Kullarım, sana benden sorduklarında cevabı
şudur: Ben, gerçekten yakınım, yani bana dua ettiği vakit, dua edenin
duasını
kabul ederim, onu her halde bir cevab ile karşılarım. Demek ki,
Allah'ın
yakınlığının mânâsı, bu şekilde çabucak kabul etmektir. Yer yakınlığı,
cihet
yakınlığı demek değildir.
Allah'ın
zatının bu şekilde vasıflandırılmasında ve tarifinde:
1-
Kâinatın yaratıcısı olan Hak Teâlâ'yı bilmez, işitmez, kör, sağır bir
kuvvet
farz ederek namaz, oruç, dua gibi ibadetleri, müracaatları faydasız,
lüzumsuz
gibi zanneden cahil tabiatçıları, yine kaderin başlangıcı olan Allah'ın
ilmini,
kazanın başlangıcı olan Allah'ın iradesini de bir kadere tabi tutarak
Allah'ın
seçip dilemesini inkâr eden icabiye mezhebini şiddetli bir şekilde red
vardır.
Yaratıcı kudreti inkar etmek, sırf cahillik olduğu gibi, hakkın ilminin
yaratıcılığını inkar etmek de aynı şekilde sadece bilgisizliktir.
2-
Allah'ı zor bilir, zor işitir gibi zannedip de dua ve ibadetinde
bağırıp
çağıranlara, gürültü, patırtı edenlere red vardır. Nitekim bu âyetin
iniş
sebepleri arasında rivayet edilmiştir ki: Bir savaşta ashab-ı kiram,
seslerini
yükselterek tekbir, tehlil, dua ediyorlardı. Peygamber (s.a.v.)
Efendimiz
"Siz sağıra veya gaibe dua etmiyorsunuz. Her halde işiten ve yakın olan
birine dua ediyorsunuz." buyurmuştu. Yukarda zikredilen nüzul
sebebinden
de anlaşıldığı üzere bu âyet, Allah'ı uzak zannedip de dualarında
bağıranları
ve icabiyeyi reddetmesi, bunun gereği olarak haydi haydi sabittir.
Bunun için
duanın şartlarından biri de alçak gönüllülük ve boyun eğmektir. Zira
insanlar,
Allah'tan uzak olsalar da "Allah yakın"dır. Bize şah damarımızdan
daha yakındır. "Biz o insana, şah damarından daha yakınız." (Kâf,
50/16) âyeti bunu açıklamaktadır. Hatta bize, bizden çok yakındır.
İmam
Fahreddin Râzî der ki: "Bu "Ben yakınım" ilâhî sözünde aklî bir
sır vardır. Şöyle ki: Mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin,
varlıklarıyla
vasıflandırılması, ancak Allah'ın var etmesiyledir. Bundan dolayı
Allah'ın
icadı, mümkün olan şeylerin mahiyetleriyle varlıkları arasına girmiş
gibidir.
Bu yüzden Allah Teâlâ, her mümkünün mahiyetine o mahiyetin varlığından
daha
yakındır. Hatta bu konuda daha yüksek bir kelam vardır: "Yaratıcı, o
yüce
zattır ki, mümkün olan şeylerin mahiyetlerinin mevcud olması O'nun
içindir. Bu
böyle olduğu gibi cevherin cevher, karaltının karaltı, aklın akıl,
nefsin nefis
olması da O'nun içindir. Mahiyetlerin var olması O'nun tesir ve
yaratmasıyla
olduğu gibi, her mahiyetin, o mahiyet olması da O'nun tesir ve
yaratmasıyladır.
İşte bu bakımdan Allah Teâlâ her mahiyete kendinden daha yakındır.."
Râzî'nin
birinci ifadesi, mahiyetlerin yaratılmamış olmasına, ikinci ifadesi de
yaratılmış olmasına göredir. Bunda varlıkla mahiyetin farkı yoktur.
Felsefeciler ve tasavvufçular, birincisini; kelamcılar, ikincisini
kabul
etmektedirler. Birincisinde ilmin iradeye; ikincisinde iradenin ilme
itibarla
bir önceliği var demektir. Çünkü Allah'ın sıfatları zatı ile (ma'î)
beraber
olmakla birlikte nisbî açıdan bir ilgi bulunabilir.
Şunda
hiç şüphe yoktur ki, Allah Teâlâ, bütün zarurilerin zarurisidir. Mümkün
olan
şeylerin varlıkla vasıflandırılmasının zaruri olmadığı herkesçe kabul
edilmektedir. Fakat isterse mümkün olsun herhangi bir şeyin, kendi ile
yorumlanması o şeyin, o şey olmakla vasıflandırılması, zarurî şeylerin
en
kuvvetlisi görünür. Bunun bizzat bir zaruret olduğunda da şüphe yoktur.
Bunun
içindir ki mahiyetler, o mahiyetler olmak mânâsına yaratılmamış
zannedilmiştir.
Fakat bunun zat için ve zattan dolayı bir zaruret olduğu iddia
edilemez. Böyle
bir iddia, bi zatihî (zatı ile) ve li zatihî (zatı için) zaruret
başlangıcının,
zatı için varlığı vacib olanın müteaddid (birden fazla) olduğunu
söylemektir.
Halbuki bi zatihî (zatı ile) ve li zatihî (zatı için) sebeplerin sebebi
birdir,
o da Allah Teâlâ'dır. Allah'ın varlığını ispat eden illiyet
(sebeplilik,
nedensellik) kanunu gereğince ilk sebep olan hakkın zatı üzerinde bir
kader
farz etmeyi gerektirecek yaratılmamış, ezelî mahiyetlerden bahsetmek,
aynı
şekilde Allah'ın zatı üzerinde ifade icab edecek bir başlangıç olmak,
icabiyenin ilimde dayandıkları illiyet kanununa dönüp bozmak demektir.
Hakikatte her şeyin, o şey; bir mümkün mahiyetin, o mahiyet olması
hakkındaki
zaruri hüküm, hakkın zatının, zatı ile ve zatı için vacib olduğu
düşüncesine
bağlı bir zarurettir.
Önce
zatı için hakkın vacib oluşu düşünülmemiş olsaydı, "insan insandır",
hükmü zaruri olarak kabul edilemezdi. Bu şekilde her işin aslının
tasdiki,
vacibin tasdikine bağlıdır. Bundan dolayı bütün vaciblerin,
zaruretlerin
kaynağı Cenab-ı Hak'tır. Mümkün olan şeylerin varlıkları, vacib olan
varlıktan
istifade etmiş olduğu gibi, bütün işler ve mümkünlerin mahiyetleri de
hakkın
varlığından alınmıştır. Allah'sız varlık olamayacağı gibi, Allah'sız
mantık da
olamaz.
Bu
bakımdan Allah'ın, bu âyet gereğince yakın olduğunda şüphe olmadığı
gibi
"biz daha yakınız." (Kâf, 50/16) âyeti gereğince, bize bizden daha
yakın olduğunda da aklen ve naklen tereddüt edilmemesi lazım gelir. Biz
kendimizin ve başkalarının arzu ve temennilerini duyup, bilebiliyor ve
onlara
işittiğimiz zaman cevap da verebiliyorsak, bize bizden daha yakın olan
Allah
Teâlâ'nın dualarımızı, yalvarmalarımızı daha önce işiteceğine iman
etmek
kaçınılmaz olur.
DUA:
Esasen davet gibi çağırmak mânâsına masdardır. Sonra küçükten büyüğe,
aşağıdan
yukarıya meydana gelen talep ve niyaz mânâsına âdet olmuş ve isim
olarak da
kullanılmıştır ki dua dinledim, dua okudum denir. Duanın hakikati,
kulun, şanı
yüce olan Rabbinden mütevazi bir şekilde medet, ihtimam ve yardım
dilemesidir.
İlimden
dem vuran bazı cahiller, duayı faydasız bir şey zannetmişlerdir.
Bunların
başında yaratıcı kudreti, bir kör kuvvet zanneden kör kuvvetçiler
vardır. Fakat
bunlardan başka "icab" veya "cebir" nazariyelerine
saplananlardan da bu konuda birtakım şüpheler ileri sürmeye kalkışanlar
olmuştur. Şöyle ki:
1-
Dua ile istenen, Allah yanında ya olacağı bilinmektedir veya
bilinmemektedir;
olacağı bilinmekteyse, olması vacibdir, duaya hacet yoktur. Olacağı
bilinmemekteyse olması imkansızdır, yine duaya hacet yoktur.
2-
Bu âlemdeki bütün olayların, ezelî olan bir müessir (etken)e
dayandığında şüphe
yoktur. O halde bu ezelî etkenin, ezelde varlığını gerekli kıldığı
şeyin olması
vacibdir. Gerekli kılmadığının da olması imkansızdır. Bunlar ezelde
sabit ve
takdir edilmiş olunca duanın da elbette tesiri olamaz. Bu nokta değişik
deyişlerle de ifade edilir.
Derler
ki kaderler, geçmiş; kazalar yakındır. Dualar bunu ne artırır, ne de
eksiltir.
O halde duanın faydası ne?
Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz bile: "Allah kaderleri, halkı yaratmadan şu kadar ve
şu
kadar sene önce takdir etti." Yine: "Olacak şeylerde kalem
kurudu." buyurmamış mıydı? "Dört şeyden ferağat hasıl olmuş, onlar
bitirilmiştir; ömür, rızık, yaratma ve huy." hadisi de rivayet edilmiş
değil midir? O halde duadan ne fayda?
3-
Allah, gaybları bilmektedir. Gözlerin hain bakışını, kalblerin gizli
tuttuğu
niyetleri bilir. O halde duaya ne hacet? Cebrail (a.s.) bile bu
meâldeki kelâm
ile ihlas ve kulluğun en yüksek derecesine ermiş, Hz. İbrahim ateşe
atılırken:
"Bana o kimse yeter ki isteğim, O'nun, hâlimi bilmesidir." demekle
dostluk makamını kazanmıştır diyorlar. Aklî deliller ve sahih
hadislerle sabit
olduğuna göre, doğru kimselerin makamlarının en yükseği, Allah'ın
kazasına razı
olmak değil mi? Dua ise nefsin isteğini, Allah'ın isteğine tercih ve
insanlık
hissesini talep ve aramak demek olduğuna göre buna ters olmaz mı?
Fâtiha
sûresinde açıklandığı üzere bir kudsî hadiste: "Her kimi, benden
istemekten benim zikrim meşgul ederse, ben ona, isteyenlere verdiğim
şeyin en
üstününü veririm." buyurulmamış mıdır? Bundan dolayı duayı terk etmenin
daha evla olduğu bu yönleriyle sabit olmaz mı demeye kadar varanlar
olmuştur.
Bunlara karşı aklı başında olanların ve âlimlerin büyük çoğunluğu,
duanın,
kulluk makamlarının en önemlisi olduğunda şüphe etmemişlerdir. Bu
hususta aklî
ve naklî pek çok deliller vardır:
1-
Görülüyor ki yukardaki şüphelerin başı, kader meselesinden "cebir" ve
"icab"a dayanmaktadır. Halbuki bununla duayı inkara kalkışmak çelişki
olur. Çünkü bu durumda insanın dua etmesi ve duaya iman etmesi, ezelde
olacağı
bilinen bir şey ise, o dua her halde yapılacaktır. Buna şüphe atarak
iptale
çalışmak, cebir ve kaderden bahsetmek mânâsızdır. Eğer olmayacağı
biliniyorsa
inkara kalkışmaya hacet yoktur. Dua zaten yapılmayacaktır. Ezelde duaya
bağlı
olarak takdir edilen taleblerin de her halde dua şartıyla olacağının
bilinmiş
olması lazım gelir.
Meselâ
yemek yemek şartıyla doyması takdir edilmiş olanın, istemek ve azmetmek
şartıyla muvaffak olacağı takdir edilmiş olanın doyması, muvaffak
olması,
yemeye, istemeye ve azme bağlı olduğu gibi, dua da öyledir.
Bundan
dolayı birinci ve ikinci şüphelerde mutlak olmak üzere yapılan tekrar
etme
eksiktir. Taleb ile, dua ile kayıtlı olarak, olacağı bilinen takdirler
vardır.
2-
Cenab-ı Allah her şeyden öncedir. Bu mânâ iyi düşünülünce anlaşılır ki
kadere
mahkum olan Allah değil, yaratıklardır. Kaderler önce ise, Cenab-ı
Allah da
kaza ve kaderden öncedir. Dua, bu önceliği ikrar ve itiraf olduğu için
kulluk
makamlarının en önemlisidir. Bize gelince, Allah Teâlâ'nın ilmi, kaza
ve
kaderin niteliği, akıllarımızın dışındadır. Kaderin sırrı, meydana
gelmesinden
önce bilinemez. Bu şekilde Allah'ın hikmeti, kulun ümit ile korku
arasında
koşup korunmasını gerekli kılmıştır. Ümit ve arzu, başarının sebebi;
korku ve
çekinme, başarının düzenleyicisidir. Yaşamak, bu iki özelliğin
dengesidir.
Varlıkla yokluk arasında dönüp dolaşan mümkinin mahiyeti de budur.
Bunun için Allah'ın
ilmi, hepsini kuşatmıştır. Allah'ın kaza ve kaderi herkes için geçerli
olmakla
beraber sorumluluk da doğrudur. Biz, hem kanunsuz yaşamadığımızı
biliriz; hem
de iradenin ve azmin bir kanun olduğunu biliriz. Ümit ve korku, talep
ve azim
kanunlarının birisi de duadır. Bütün olaylar sebeplere bağlı ise, dua
da o
sebeplerden biridir.
3-
Ashab-ı Kiram, Resulullah'a cebir ve kader meselesini sormuşlar: "Ey
Allah'ın Resûlü nasıl görürsün? bizim amellerimiz, bitirilmiş bir şey
midir,
yoksa yeni başlayan bir iş midir?" demişler. "Bitirilmiş bir
şeydir." buyurulunca: "O halde amel nerede kalır?" sorusunu
sormuşlardı. Bunun üzerine: "Çalışınız, herkes kendisi için yaratılmış
olan şeye kolaylıkla ulaşır." buyurulmuştu. Hem kaderin geçtiğini, hem
de
kolaylığa kavuşmuş olmak için çalışıp amel etmenin lüzumunu göstererek,
işin ne
cebir ve ne sırf icab, ne de mutlak hürriyet olmadığını; belki ikisi
arasında
orta bir yol ve icab ile seçimin toplamı "iki iş arasında bir iş"
olduğunu göstermiş, boyun eğdirmemiş, kolaylığa erdirmiştir.
Şaşıranlar, bu
orta noktanın ya aşırısına veya ihmaline düşenlerdir.
4-
Duadan maksat bildirmek değil, kulluk göstermek; tevazu ve alçak
gönüllülük arz
ederek müracaatta bulunmaktır. Maksat bu olunca, kaza ve kaderine rıza
ile
beraber Allah'a dua etmek, insanlık hissesini tercih değil; Allah'ın
kudretine
her şeyden fazla saygı duymaktır. Bu da en büyük makamdır. Cebrail'in
ve Hz.
İbrahim'in zikredilen sözleri de yerine göre duanın en beliğ olanıdır.
İstenenin açıkça ifade edilmesi, duanın zaruretlerinden değildir. Zaman
olur ki
edep ve yerini bilen huzur ehli için hâl, sözden daha edepli olur. "Ey
Rabbim huzurundayım, hâlim sana malum." demek, söyleyenin makamına,
kalbinin doğruluk ve ihlas derecesine göre, en belağatlı dualardan daha
belağatlı
olur. Daha doğrusu dua açık olduğu gibi kinaye ve ima ile de olur. Bu
bakımdandır ki ikram sahibi ve çok cömert olan Allah'a karşı hamd ve
övgü arz
etmek, duayı da içine alır. Bu sebeple: "Duanın en üstünü, Allah'a hamd
olsun, demektir." buyurulmuştur.
5-
Dua hakkında naklî deliller o kadar çoktur ki, bunları ancak kâfirler
inkar
edebilirler. Bu cümleden olarak bu âyetten başka: "Bana dua ediniz ki
size
icabet edeyim." (Ğâfir, 40/60), "Rabbinize yalvara yalvara ve için
için dua ediniz." (A'râf, 7/55), "Yoksa sıkıntıya düşen kimseye,
kendisine dua ettiği zaman icabet eden mi?" (Neml, 27/62), "De ki:
Duanız olmasa Rabbim size ne kıymet verir?" (Furkan, 25/77), "Hiç
olmazsa böyle şiddetimiz geldiği zaman bari yalvarsaydılar. Fakat
onların
kalbleri katılaşmıştır." (En'âm, 6/43) gibi nice âyetler vardır.
Bunların
sonuncusu gösteriyor ki Allah, dua edip istemeyenlere gazab eder. Daha
önce
Fâtiha sûresinin, dua ve mesele ta'limi sûresi isimlerini de taşımakta
olduğu
ve bununla dua âdâbının öğretildiği geçmişti.
Duanın
önemini anlamak için, yalnız konusu üzerinde bulunduğumuz âyeti
düşünmek
yeterli olacaktır. Çünkü Cenab-ı Allah, kitabının on dört yerinde soru
ve
cevabı zikretmiştir ki bunların bazısı: "Ey Muhammed! Sana ruhtan
soruyorlar. De ki..." (İsrâ, 17/85), "Ey Muhammed! Sana dağların
kıyametteki halini sorarlar. De ki..." (Tâhâ, 20/105), "Ey Muhammed!
Sana kıyametten sorarlar, ne zaman kopacak? diye. De ki..." (A'râf,
7/187)
gibi itikatla; bazısı da: "Ey Muhammed! Sana neyi infak edeceklerini
soruyorlar. De ki..."
(Bakara,
2/215), "Ey Muhammed! Sana içkiden ve kumardan soruyorlar. De ki..."
(Bakara, 2/215) gibi ibadetle ilgilidir.
Bunların
cevapları da üç şekilde gelmiştir: Çoğunda yerinde buyurulmuştur ki, bu
da
cevabın çabukluğuna ve hemen tebliğine tenbih vardır.
Üçüncüsü
de dua hakkındaki bu âyettir ki burada: "Kullarım sana benden
sordukları
zaman..." âyetinde veya diye açıkça söylenmeyerek cevabında doğrudan
doğruya "Ben yakınım." buyurulmuş, vasıta kaldırılmış, yakınlık da
duaya icabetle açıklanmıştır ki bunda büyük bir incelik vardır. Cenab-ı
Allah,
duada kulu ile kendisi arasına bir vasıtanın girmesini istemiyor ve
sanki diyor
ki: "Kulum, vasıtaya dua vaktinden başkasında muhtac olabilirse de, dua
vaktinde benimle onun arasında vasıta yoktur."
"Ben
yakınım" buyurulup "kullarım bana yakındır" buyurulmaması da
gayet anlamlıdır. Çünkü kul, varlığı mümkün olduğundan, kul olması
yönüyle
yokluğun merkezinde ve faniliğin en aşağı noktasındadır. Bunun Hak
Teâlâ'ya
bizzat yaklaşması mümkün değildir. Bu bakımdan yakınlık kul tarafından
değil,
Allah tarafındandır. Şimdi bu iki nükte düşünülürse, şu gerçeğe erilir
ki dua
eden kimsenin gönlü, Allah'tan başkasıyla meşgul olduğu müddetçe
gerçekten dua
etmiş olmaz. Allah'tan başka şeylerin hepsinden uzak olduğu vakit de
Hakk'ın
birliğinin marifetine dalar. Bu makamda kaldıkça kendi hakkını düşünme
ve
insanlık nasibini talepten kaçınır, bütün vasıtalar kaldırılır ve o
zaman
Allah'ın yakınlığı hasıl olur. Çünkü kul, kendi arzusuna yönelik olduğu
sürece
Allah'a yaklaşamaz, o arzu engelleyici bir vasıta olur. Bu,
kaldırıldığı zaman
ise: "Ben işimi Allah'a bırakıyorum. Şüphesiz ki Allah kullarını
görür." (Ğâfir, 40/44) âyetindeki havale, tam bir samimiyetle ortaya
çıkmış bulunur. Göz, Hakk'ın gözü olarak görür; kulak, Hakk'ın kulağı
olarak
işitir; kalb Hakk'ın aynası olarak bilir, duyar, ister. O zaman
milyonlarca
sebeplerin, asırlarca zamanların yapamadığı şeyler, Allah'ın dilemesi
hükmüyle,
"ol" demekle oluverir.
İşte
dua, böyle bir yakınlık vasıtasıdır ve dolayısıyla ibadetlerin en
üstünüdür.
Nitekim Peygamber (s.a.v.) Efendimiz: "Dua, ibadetin iliğidir."
buyurmuştur. Diğer bir hadis-i şerifte ise: "Dua ibadetten
ibarettir." diyerek: "Bana dua ediniz ki, size icabet edeyim."
(Ğâfir, 40/60) âyetini okumuştur.
Dikkat
edilirse görülür ki duayı önemsemeyenler, ibadeti önemsemeyenlerdir.
Bunlar ise
Allah'ın yakın olduğunu ve duaya cevap verdiğini bilmeyen ve hatta
Allah'a
ortak kabul edenlerdir. Bunlar, Hakk'a yalvarmaktan kaçınırlar da
yaratıkların
takdirine kavuşmayı cana minnet bilirler.
İşte
Cenab-ı Allah bu konudaki bütün şüpheleri defetmek ve kullarını irşad
için
duanın önemine ve oruç halinin, buna en uygun bir hal olduğuna işaret
ederek
oruç emrinden sonra Peygamberine buyuruyor ki:
Kullarım
sana benden sorarlarsa ben yakınım, bana dua ettiği zaman, dua edenin
duasına
cevap veririm. Öyle ise onlar da benim emirlerime candan icabet edip,
tutunsunlar. ve bana inansınlar, orucun faziletleri hakkındaki
açıklamalarımı
tasdik etsinler ki rüşdlerine ersinler, doğruca arzularına
kavuşabilsinler.
Bilinmektedir
ki dua ile emirler, aynı sîga (kip) ile yapılan birer taleptirler. Bir
düşkünün: "Aman yetiş!" diye bağırışı, bir dua; buna karşı yardım
edecek birinin: "Haydi kalk!" demesi bir icabet ve bir emirdir.
Küçüklerin yardım istemesine yardımla cevap vermek, büyüklüğün alâmeti
olduğu
gibi; büyüğün emrine itaat de edep gereği olmasından başka küçüklerin
menfaatleri icabından, akıl ve hikmet gereğinden olan bir görevdir.
Aklın
gereği üzere harekete ise rüşd (erginlik) denir.
Büyüklerin
büyüğü, âmirlerin âmiri, hâkimlerin hâkimi olan Allah Teâlâ ise,
ululamaya ve
şükretmeye en layık olan mutlak büyüktür. Bilinmekte olan deyiş ile her
yerde
hâzır ve nâzır, yaratıklarının her türlü ihtiyacını çabucak yerine
getirmeye
kâdir ve onlara, kendilerinden daha yakındır. "Bana dua ettiği vakit
dua
edenin duasına icabet ederim." diye ayrıca bir icabet vadinde de
bulunmuştur.
İşte
o büyük Allah'tır ki kullarına ve sırf kullarının menfaati hesabına
birtakım
hükümler koymuş ve bu konuda oruçla ilgili emirler vermiştir. Allah, o
yücelik
ve büyüklüğü ile kendini kullarından uzak tutmaz ve taleplerine icabet
ederse,
acizlik ve yokluk içinde koşan kulların, O'nun emirlerine icabet ve
candan
sarılıp itaat etmelerinin lüzumu, edep ve ahlâk açısından öncelikle
sabit
olacak bir farz teşkil eder. Hatta sadece ahlâk değil, akıl ve
menfaatin gereği
olan bir rüşd ve doğruluk olur.
Bu
bakımdan ancak Allah'a ve hükümlerine iman ile icabet ve itaat
edenlerdir ki
akıl ve rüşdlerini ispat etmiş olurlar ve arzularına doğruca
erebilirler. Bu
şekilde âyet, oruç hükümlerinin icrasına riayeti ilan için belağatlı
sebepleri
ve hikmetleri kapsayan kuvvetli bir buyruk olmuştur. Bu kuvvetli
buyruk, mutlak
oluşu ile bütün emir ve hükümleri kapsamakta ise de özellikle oruç
emrini takip
etmesi dikkate değer. Oruç, nefsin arzularına aykırı bir yükümlülük
olarak
göründüğü için diğerlerinden daha zor ve zahmetli kabul edileceğinden,
bu özel
pekiştirme ile, ihmal edilmesinden sakındırılmıştır. O halde dua
hakkındaki
geniş açıklamayı, gelecek olan diğer âyetlere bırakarak oruca devam
edelim.
Rivayet
ediliyor ki başlangıçta müslümanlar oruç tutacakları zaman ancak
akşamdan yatsı
namazını kılıncaya veya uyuyuncaya kadar yiyip içebilirler ve karı koca
ilişkisinde bulunabilirlerdi. Yani imsak, yatsı namazından veya uykudan
itibaren başlardı. Bir gün Hz. Ömer yatsıdan sonra hanımıyla ilişkide
bulundu
ve hemen pişmanlık duyup Peygamber'in huzuruna geldi, özür beyan etti.
Derken
orada hazır bulunanlardan bir takım kimseler de yatsıdan sonra aynı
şeyi
yaptıklarını aynı şekilde itiraf ettiler. Bunun üzerine şu âyet nazil
oldu:
187-Ey
müminler Oruç gecesi kadınlarınıza yaklaşmak,
size helâl kılındı. Gecenin hangi saatinde olursa olsun herkes eşiyle
karı koca
ilişkisinde bulunabilir. Önceden olduğu gibi yatsıdan veya uykudan
sonra
geceleyin cinsî temas oruca engel olmaz. Buna aykırı olarak "Sizden
öncekilere farz kılındığı gibi." (Bakara, 2/183) ifadesinden çıkarılan
geçmiş şeriatlerin hükmü, yine ilk oruçta Peygamberin sünnetinden
alınmış olan
eski hüküm bundan sonra kaldırılmıştır. Böylece Ramazan orucu, önceki
oruçları
kaldırmıştır ki bundan kitabın, sünnetin hükmünü kaldırmasının caiz
olduğu da
anlaşılır.
REFES:
Çirkin söz, yani kinaye olarak söylenmesi gereken şeyi açık söylemektir
ki
kinaye olarak cinsî birleşmeye de denir. Burada bu mânâda olduğu
üzerinde
ittifak edilmiştir. Yani sözlü refes değil, fiilî refestir.
Cenab-ı
Allah, Muhammed ümmetine kolaylık dilediğinden orucun vaktini
kısaltmış,
geceleri neshetmiş, cinsi birleşmeyi helal kılmıştır. Çünkü onlar sizin
elbiseniz, örtünüz, siz de onların elbisesi, örtüsüsünüz.
Bu
açık bir istiaredir. Açıklanacak olursa mânâ şu olur. İki noktadan
böyle
birbirinizin elbisesi durumundasınız:
a)
Bir taraftan elbise gibi birbirinize sarılır, sarmalaşırsınız,
b)
Diğer taraftan elbisenin ayıpları örtmesi, soğuk ve sıcaktan koruması
gibi, her
biriniz, diğerinin hâlini gizleyip örter, namusunu muhafaza edip,
günahlardan
korur. Aranızda böyle bir beraberlik ve ilişki vardır. Allah
bilmektedir ki,
bundan önce muhakkak siz, kendinize hiyanet ediyordunuz. O beraberlik
dolayısiyle sabredemiyor, nefislerinizi, se vabın eksiltilmesine ve
azaba maruz
kılarak kendinize haksızlık ediyordunuz. Bundan dolayı Allah, sizin
yüzünüze
baktı, tevbenizi kabul, ve sizden oruç gecesi cinsî münasebet günahını
af edip
sildi. şimdi onlara yaklaşın, ve Allah'ın sizin için ezelde yazdığı,
takdir
ettiği, Levh-i Mahfuz'a nakşettiği nesli isteyin. Diğer bir mânâ ile
Allah'ın
meşru kıldığı üreme yolunu arayın. Üçüncü bir mânâ ile Kadir gecesini
arayın.
MÜBÂŞERET:
Beşere, beşereye gelmek, yani çıplak deri, deriye dokunmaktır. Bu
münasebetle
cinsî ilişkide mübâşeret denir ki burada maksadın bu olduğu üzerinde
ittifak
edilmiştir. Bu "Mübaşeret ediniz, yaklaşınız!" emrinin,
"yiyiniz" gibi ibâha (mübahlık bildirmek) üzerinde de ittifak
edilmiştir. Yani, "Mübaşerette bulununuz." demek, "Cinsî
münasebette bulunabilirsiniz, yasak değildir." demektir. Bunun
arkasında
"Allah 'ın sizin için yazdığı nesli isteyin." ifadesi, şunu
gösteriyor ki birleşmeden maksat çocuk olmalı, yalnızca şehevî arzuyu
tatmin
peşine düşülmemelidir. Çünkü şehvetin yaratılmasının ve nikahın meşru
kılınmasının
hikmeti, üreme ve cinsin devamıdır. Sadece şehveti tatmin değildir. Bu
"isteyin" emrinin, azli yasaklamak olduğu da söylenmiş ise de,
"ibtiğa" fiilinin mef'ulü olan açık olmadığından kesin değildir.
Ancak hadislerden de anlaşıldığı üzere mekruh olduğuna işaretten de
uzak
kalamaz.
Kısaca
oruç gecesi, o şekilde cinsî münasebette bulunun, ve yiyin, için ta
siyah
iplikten beyaz iplik size seçilinceye kadar bunlar helal ve mübahtır.
Fakat
yanlış anlamayınız, hangi beyaz iplik bilir misiniz? Fecirden olan,
fecr-i
sadıktan bir parça bulunan beyaz iplik. Yani sabahleyin şafak
sökünceye, tan
yeri iplik gibi ağarıncaya kadar, bütün gece bunlara izin vardır. İmsak
vakti,
sabahın bu beyaz ipliğin ortaya çıkacağı andır. Burada kelimesinin
sonrası,
öncesine; ıstılahî tabiri ile gaye mugayyâda dahil olmadığı için, beyaz
iplik
seçildiği zaman imsakın da başlamış bulunması farzdır. Şüpheli olursa
yememek
müstehabdır. Yenirse kaza lazım gelmez. Çünkü seçilip ortaya çıkmak
kesin bilgi
demektir.
Bu
"fecirden ibaret" kaydının, sonradan nazil olduğu rivayet edilmiştir.
Şöyle ki: Bundan önce bazı kimseler biri beyaz, biri siyah iki iplik
alır;
bunlar birbirinden seçilinceye kadar imsak yapmazlarmış. Bu hadise
üzerine
"fecirden ibaret" açıklaması nazil olarak, kastedilen mânâ
açıklanmış; beyaz iplik hakikat olmayıp, bilinen bir mecaz olan fecrin
başlangıcı olduğu ve şer'î günün buradan başladığı anlaşılmıştır.
Bunun
için usûl ilminde bu beyanın, ihtiyaç vaktinden sonra olup olmadığı
münakaşa
edilir ki doğrusu değiştirme beyanının, ihtiyaç vaktinden geri
bırakılması caiz
değildir. Bu rivayete göre ihtimalin kalkması, değişme beyanı değil;
tebdil
beyanı, yani nesih sayılması gerekir. İmsakın hakikati, fecr-i sadık
(doğru
fecir)tır. Fecr-i kâzibe ancak "kâzib, yalancı" kaydıyla fecir denir.
Bunun için günün başlangıcının ve imsakın vacib oluşunun, fecr-i
sadıkın
başından başladığına dair icma (ittifak) vardır. Böyle olmakla birlikte
buna
şöyle bir soru yönetilmiştir: Beyaz ipliğe benzeyen sabah beyazlığı,
fecr-i
kâzibin beyazlığı olmalıdır. Çünkü bu, dik ve uzun olduğundan ipliğe
benzer.
Fecr-i sadıkın be yazı ise ufukta daire şeklinde olur. Bu yüzden
imsakın,
fecr-i kâzibden başlaması lazım gelmez mi? Cevab: Lazım gelmez. Çünkü
yemenin
haramlığını gösterecek olan beyazlık miktarı, fecr-i sadıkın başlangıcı
ve ilk
anıdır. Fecr-i sadık, ilkin yayılmadan önce küçük ve ince olur. Ufukta
daire
şeklinde olması, ipliğe benzetilmesine engel değildir. Hatta fecr-i
kâzib ile
fecr-i sadık arasında şöyle bir fark vardır: Fecr-i kâzib incecik
doğar, fecr-i
sadık önce incecik görülür ve uzayarak yükselir. Beyaz iplik burada
bilinmektedir. Bundan dolayı öyle bir soruya asla yer yoktur.
Ebu
Hüreyre hazretleriyle Hasen b. Salih b. Cinnî, cünüb olup da
gusletmeden
sabahlayanın orucunun sahih olmayacağı görüşüne sahip olmuşlardır.
Fakat bu
âyette fecrin açılmasına kadar cinsî münasebet caiz kılınmış olunca,
guslün
sabaha ertelenmesi de zaruri olarak caiz kılınmış olacağından âlimlerin
çoğunluğuna göre vaktinde imsak eden kimsenin cünüb de olsa orucu sahih
olur.
İşte
bu izin içinde fecrin, beyaz iplik gibi doğu ufkunda görülmeye
başladığı anı
aşmamak şartıyla gecenin sonuna kadar yiyip içiniz, cinsî münasebette
bulununuz, sonra o andan itibaren tutup, ertesi geceye kadar orucu
tamamlayınız, orucu tam olarak tutmuş bulununuz. Yani yalnız yiyip
içmekten ve
cinsî münasebetten değil, bunlara ilave olmak üzere, bedeninizin iç
kısmına
herhangi bir şeyin girmesinden oruç niyetiyle kendinizi menediniz. İşte
meşru
olan oruç, böyle niyetle fecrin başlangıcından günün sonuna kadar, tam
olarak
kendini oruca mani olacak şeylerden alıkoymaktan ibarettir. Orucun
şer'î
mânâsı, bu tafsilat ve buna bağlı açıklamalar çerçevesinde sözlük
mânâsına
ilave edilen kayıtlar ve şer'î sınırlarla sözlükteki imsaktan, özel bir
türdür.
Bu kayıtlar da imsak vaktinin ölçüleridir. "orucu tamamlayınız" sözü,
oruç niyetini gerektirdiği gibi "sonra" sözü de bu niyetin, gündüzün
de olabileceğini gösterir. İbadetler, isteğe bağlı birer fiil olmaları
bakımından istemek demek olan niyetle beraber olmaları, mahiyetlerinin
gereğinden bulunduğu gibi, "Ameller ancak niyetlere göredir." hadis-i
şerifi gereğince, şeriatin genel kaidelerinden olduğu da bilinmektedir.
Bu
bakımdan orucun farzları üçtür: a) vakit, b) niyet, c) imsak. Bu âyet
gereğince
orucun vakti, fecrin doğuşundan güneşin batışına kadar olan şer'î
gündür.
Güneşin doğuşundan batışına kadar olan örfî veya astronomik gün
değildir.
Niyetin de, günün çoğuna eklenmiş olması gerekir. Fakat kendini oruca
mani
şeylerden çekme işinin, günün başından sonuna kadar bütün günde tamamen
bulunması farzdır.
Beyaz
ipliğin görülmesinden itibaren tutulmazsa oruç sahih olmaz. Gecenin
başından
sonuna kadar hiçbir bölümü, orucun vakti değildir. Bunda orucu bozan
şeylerin
hepsi mübahtır. Bazı kimseler, fecirden güneşin doğuşuna kadar sabah
vaktinin,
şer'î güne dahil olmasına dayanarak, güneşin batışından kızıllığa
kadar, yani
akşam vaktinin de kıyasen gündüzden sayılması lazım geleceği ve hatta
yıldızlar
doğuncaya kadar orucun devam etmesi gerekeceği görüşüne sahip
olmuşlarsa da bu
kıyas fasiddir. Çünkü günün başında "fecirden" buyurulmuş, sonra
tamamlamaya: "geceye kadar" ile son verilmiştir. Güneşin batmasından
sonra, doğu tarafından karanlık ortaya çıkar çıkmaz da akşam olmuş,
örfî gece girmiştir.
Burada gayenin mugayyaya dahil olmasının ihtimali yoktur. Bunu sabaha
kıyas
etmek nassı değiştirmek demektir. Zaten nüzul sebebinden anlaşıldığı
üzere
akşamdan yatsıya kadar olan zaman, gecelerin oruca dahil olduğu geçmiş
zamanda
bile dahil değildi.
Bununla
beraber Caferiye mezhebinde bulunan Acemler, yıldızı görmeden iftar
etmezler.
"sonra orucu geceye kadar tamamlayınız" emrine dikkat edilir ve
orucun sözlük mânâsının da kendini çekip tutmak demek olduğu
düşünülürse; şer'î
orucun, sözlükteki tutmak mânâsından hiçbir eksiği olmaması, sırt ve
karın
bütün organların oruç üzere bulunmasının gereği anlaşılır. Mesela,
dilin orucu,
yalandan, dedikodudan, gereksiz sözlerden onu tutmak; gözün orucu,
şüpheli
yerlere bakmaktan onu alıkoymak; kulağın orucu, çalgı ve oyun aletleri
gibi
şeyleri dinlemekten uzak durmak olduğu gibi; nefsin orucu, şehvet ve
arzulara
karşı kendini tutmak; kalbin orucu, dünya sevgisinden uzak durmak;
ruhun orucu,
nimetlerden ve ahiret lezzetlerinden kendini tutmak; sırrın orucu,
Allah'tan
başkasını görmekten kendini uzak tutmaktır. Tamamlama emri, bütün
bunlara
delalet ederse de hepsinin vücub yoluyla olduğu iddia edilemez.
Öncesinde
özellikle yeme, içme ve cinsî münasebetten söz edilmiş olması
karinesiyle farz
olan imsak, bunlardan ve bunlara ait olan şeylerden bedenin içi hükmünü
taşıyan
iç kısmını tutup alıkoymaktır ki bu da gusülde yıkanmayan yerlerdir.
Bunun
dışındakiler mendub ve fazilet cinsindendir, orucun adabındandır. Bu
şekilde
İslâmî oruçta geceler, vakitten hariç tutulmuş ve başka zaman helâl ve
mübah
olan şeyler, oruç gecelerinde de helâl kılınmış olduğundan, ey
müslümanlar!
gündüzleri oruç tutmakla beraber, geceleri bunları yapabilirsiniz.
Fakat siz
mescitlerde itikaf halindeyken ne gece, ne de gündüz kadınlarınızla
asla cinsî
temasta bulunmayınız.
Sözlükte
itikaf, bir yerde kendini hapsederek durup beklemektir. Dinî açıdan bir
mescitte itikaf niyetiyle durmaktır. Buradaki mescit kaydı, işte bu
dinî mânâyı
tayin eder. Başka bir kayıt bulunmadığı için bu bekleyiş, bir saat bile
olsa,
şer'î itikaf bulunabilecek gibi görünür. İmam Muhammed'in zahir
rivayeti de
böyledir. Bu durumda itikafta orucun şart olmaması lazım gelir. Buna
nafile
itikaf denir ki oruçlu oruçsuz sahih olur. Fakat âyetin gelişine
bakılırsa
itikafın, orucu gerektirdiği anlaşılır. Zira, "Onlarla cinsi
münasebette
bulunmayınız." yasağı, oruç gecelerindeki cinsî münasebetin mübah
olduğu
hükmünü tahsis yerinde olmakla, itikafta orucun şart olduğuna ve bundan
dolayı
itikaf müddetinin bir günden daha az olamayacağına delalet eder ki bu
da asıl
şer'î itikaftır. "Oruç olmadıkça itikaf yoktur." hadisi de bunu teyid
eder.
İmam-ı
Azam'dan bunun ancak büyük bir camide olabileceği ve en azından beş
vakit namaz
kılınan bir mescitten başkasında sahih olamayacağı rivayet edilmiştir.
"Câmi bir mescitten başkasında itikaf olmaz." hadis-i şerifi
gereğince mescit, mükemmeline yorumlanmış demektir. Ancak kadınlar için
evlerindeki mescitten başkasında itikaf caiz olmaz. Peygamber (s.a.v.)
bunu
yasaklamıştır. İtikaf, şarta bağlı veya kesin adakla vacib olur.
Ramazanın son
on günü içinde, yani yirmisinden sonraki günlerde müekked sünnet,
diğerleri
müstehabdır. Çünkü Buharî ve Müslim'de de rivayet edildiği üzere
Peygamber
(s.a.v.) Efendimiz, Medine'yi teşriflerinden vefatına kadar Ramazanın
son on
gününde itikafa devam etmiştir. Ancak bir defasında temiz eşlerinden
Hz. Aişe,
Hz. Hafsa ve Hz. Zeyneb'in de sonradan gelip Mescid-i Şerif'te birer
çadır
kurarak itikafa girmeleri üzerine bunları menetmiş ve kendisi de o sene
Ramazanda itikafı terk edip ta Şevval'in ilk on gününde itikafa
girmiştir. Bu
ise hiç terketmemeye denktir. Bunun için Zührî demiştir ki: "Acaba
insanlar itikafı nasıl terk ediyorlar? Halbuki Resulullah, bazı şeyleri
yapar,
terkederdi. İtikafı ise vefatına kadar terketmedi." Bu kadar devamın,
vacib olduğuna delil olması lazım gelirdi. Fakat ashabdan itikaf
yapmayanlar da
bulunuyordu ve Resulullah, bunlara bir şey demiyordu. Onların bu hâlini
reddetmemekle beraber devam etmek ise vücub delili değil, sünnet delili
olur.
Bununla beraber bir Ramazanda bırakmış olması da vacib olmadığına
delalet
edebilir. Fakat Şevvalde yine yapmış olması da itikafsız hiçbir sene
geçirmediğini ispat eder. Bundan dolayı yapmayanları hoş görmesi yönü
olmasaydı, hiç olmazsa senede bir itikaf vacib olurdu.
İtikaf,
eski şeriatlerdendir. Katâde'den rivayet edilmiştir ki önceleri bir
adam
itikafa girerdi ve arada çıkar, eşiyle yatar, yine dönerdi. Bu nass
ile, bu
durum yasaklanmıştır. Bu yüzden İslâm şeriatinde kadınlarla cinsî
münasebette
bulunmak itikafı bozar. Önceki gibi burada geçen "mübaşeret"
kelimesinden maksat da cinsî münasebettir. Fakat İmam Şafiî
hazretlerinden bir
rivayette bu ikincisi, cinsi münasebetten daha geneldir ve iki cildin
birleşmesi mânâsınadır ki buna göre şehvetle kadına dokunmak da itikafı
bozar. İşte
anılan hükümler, Allah'ın koyduğu kanunlardır, yahut yasak sınırlardır.
Bu
yüzden onları aşmak öyle dursun, onlara yaklaşmayın bile. Nitekim bir
hadis-i
şerifte de: "Her hükümdarın bir korusu vardır. Allah'ın korusu da
yasakladığı, haram kıldığı şeylerdir. Koru etrafında otlayanlar da
içine düşme
tehlikesiyle karşı karşıyadır." buyurulmuştur. Böylece haram ve
yasaklara
yaklaşmaktan sakındırılmıştır ki fıkıh ilminde bundan sedd-i zerîa
(zararı
önleme) kaideleri çıkarılmıştır. Görüyorsunuz ya Allah insanlara,
koyduğu
hükümleri gösterecek âyetlerini böyle edebî bir beyan ile açıklıyor. Ki
korunabilsinler, emir ve yasaklarına aykırı davranmaktan sakınıp,
Allah'ın
korumasına kavuşmuş olsunlar.
Şimdi
ey müminler! Bu sayılı günlerin oruçlarını ikmal edip tamamladıktan ve
Allah'ın
yasak sınırlarına yaklaşmama terbiyesini aldıktan sonra siz yine,
"yiyiniz" iznine dönerek, bayram yaparak yiyip içeceksiniz. Yiyin,
fakat:
188-Bu
âyet, çok büyük bir hukukî ve sosyal esası
içine almaktadır. Bu öyle bir sosyal hayat tesisinin başlangıcıdır ki
buna
riayet eden insanlar, mahkûmluk bağından kendilerini kurtararak
mutlulukla
yaşarlar, zalimlerin zulüm pençesine düşmezler. Ancak bunu hakkiyle
tatbik
edebilmek, oruç gibi nefsî terbiye ettirecek ibadetlerin kıymetini
bilmek ve
onu güzel bir şekilde eda edip "nefs-i mutmainne" makamını elde etmekle
mümkün olur. Buna işaret için bu âyet, oruç âyetlerini takib etmiştir.
Şöyle
ki:
Ey
müminler! Yiyin, fakat birbirinizin mallarını aranızda batıl bir
şekilde (meşru
bir sebep olmaksızın) yemeyin.
Bir
malın haram olması, ya kendisindeki bir mânâdan veya kazanma şeklinden
dolayıdır.
Birinci
kısım: Malların aslı, ya madenlerden, ya bitkilerden veya
hayvanlardandır.
Madenler yerin parçalarıdırlar. Bu yüzden zehir gibi, yiyenlere zararlı
olma
yönünden başka bir şekilde haram olmazlar. Bitkilerin de hayatı,
sağlığı veya
aklı yok edenlerden başkası haram olmaz. Hayatı yok edici olanlar,
zehirler;
sağlığı ortadan kaldırıcı olanlar, tedavi dışında kullanılan ilaçlar;
aklı yok
edici olanlar da sarhoşluk verenlerdir. Hayvanlara gelince, bunlar
yenen ve
yenmeyen kısımlarına ayrılır. Yenmesi helâl olan da şer'î usûl ile
kesilmedikçe
helâl olmaz. Kesilenin de bütün parçaları helâl değildir. Hayvanın
işkembesinde
bulunan yem kalıntısı ve kan haramdır ki tafsilatı fıkıh
kitaplarındadır.
İkinci
kısım: Elde edilmesi yönündeki bozukluktan dolayı haram olanlardır.
Şimdi bir
malı almak ya irade dışı bir sebeple olur, miras gibi. Yahut da alanın
isteğiyle olur. Bu da ya sahibinden alınmış olmaz, kazanıp elde etme
gibi.
Yahut da sahibinden alınmış olur. Bu da ya zorla alınır, veya
karşılıklı rıza
ile. Zorla alınan, ya mülkiyetin masumluğu düştüğünden dolayı alınır,
ganimetler gibi. Yahut da alanın, o şeyi hak etmiş olmasından dolayı
alınır,
zekat vermekten kaçınanların zekatı ve vacib olan nafaka gibi.
Karşılıklı rıza
ile alınan da ya bir karşılıkla alınır, alış-veriş, mehir ve ücret
gibi. Yahut
da karşılıksız olarak alınır, hibe ve vasiyet gibi. Böylece kazanma ve
elde
etme için altı kısım, ortaya çıkar ki, tafsilatı, fıkıh
kitaplarındadır.
Düşününüz,
Ramazan günleri, lezzetlerinden ve kendi öz malını bile yemekten
Allah'ın
emrine uyarak nefsini yasaklayan insanlar, sonra başkalarının malını
haksız
olarak nasıl yerler? Elin malına nasıl göz dikerler? Elbette bunlara
yaraşan
daima helâl yemektir. Sakın haksız mal yemeyin. Yiyip de insanların
mallarından
bir kısmını günahla, günahkârlıkla yiyesiniz diye, mallarınızla
hakimlere,
hükümetlere düşmeyin. Halkın mallarından yemek için hakimlere,
hükümetlere
bağlanmayın, rüşvet vermeyin, yani bunları bile bile yapmayın.
Muamelelerinizde
birbirinizin malına ve hukukuna iyi riayet ederseniz, yaptığınız
anlaşma ve
sözleşmelerde haksızlıktan, tartışmaya sebep olacak ve işi mahkemelere
düşürecek bozuk şartlardan sakınırsanız; hakimlere, hükümetlere boyun
eğmekten
kurtulursunuz. Her nasılsa mahkemeye düştüğünüz zaman, gerek hakimi ve
gerek
birbirinizi yalan dolan, şarlatanlık ve rüşvet gibi batıl sebeplerle
ikna ve
bağlamaya uğraşmazsanız; hakimlerinizi bozmamış, zulme meydan vermemiş,
haksız
yere birbirinizin malını yememiş, yedirmemiş olursunuz. Hatta mahkemede
lehinize hüküm verilmiş olsa bile sırf bundan dolayı kendinizi haklı
sanmamalısınız, hakkın aslını gözetmelisiniz. Nihayet hüküm ve
hükümeti, yeme
yeri sayarak halkın malını yemek için hükümeti vasıta edip bağlanmaktan
sakınırsanız; hükümetiniz yükselir, hâkimiyetiniz artar. Vazifeler
hakkiyle
görülür. Allah'ın kullarının işi hakkiyle düzeltilir, haksızlığa sed
çekilir,
bunun sonucunda siz mutlu bir hayat yaşarsınız.
BATIL:
Sözlükte zâil, yani varlıkta durmayan, yok olan demektir. Bundan dolayı
"batıl sebeplerle": yok yere, haksız, gerçek sebep olmaksızın,
itibara değer meşru bir sebep olmaksızın demek olur.
Haksız
yere mal yemeye kalkışmak bütün kötülüklerin başıdır. Bundan
sakınmanın, dinî
terbiyenin istenen en büyük neticesi olduğu, bu âyetin, oruç âyetlerini
takib
etmesinden anlaşılır.
Rivayet
edilmiştir ki Abdân el-Hadremî, İmrü'l-Kays el-Kindî'den bir parça yer
dava
etmişti ve delili yoktu. Bundan dolayı Resulullah İmriü'l-Kays'a yemin
ettirmeye karar verdi. O da yemin etmek istedi. Hemen Peygamber
(s.a.v.):
"Gerçek şu ki, Allah'a olan ahidlerini ve yaptıkları yeminlerini az bir
para karşılığı satanlar..." (Âl-i İmrân, 3/77) âyetini okudu. Okuyunca
İmrü'l-Kays yeminden çekindi ve adı geçen araziyi Abdan'a teslim etti.
Bunun
üzerine, işte bu, "yemeyiniz" âyeti nazil oldu.
Bir
de iki hasım, Peygamberimizin huzuruna muhakeme olmaya gelmişlerdi.
"Resulullah buyurdu ki: "Ben de sizin gibi bir insanım, siz ise bana
muhakeme için geliyorsunuz. Olabilir ki bir kısmınız delilini
diğerinden eksik
ifade eder. Ben de dinlediğime göre hüküm veririm. Bundan dolayı her
kimin
lehine, kardeşinin hakkından bir şeye hüküm verirsem, ona bir ateş
parçasını
hüküm vermiş olurum.' Bunun üzerine taraflardan ikisi de ağladılar ve
her biri:
'Benim hakkım arkadaşımın olsun.' dedi. Resulullah da: 'Haydi bakınız,
araştırınız, sonra kur'a atınız. ondan sonra da birbirinizle
helâlleşiniz'
buyurdu. "
Yukarıda
kıble meselesi münasebetiyle hacc ile ilgili söz geçmiş ve tavaftan
bahsedilmişti. Fakat henüz müminler için engeller ortadan kalkmamış
bulunduğundan haccın hükümlerinin açıklanmasına sıra gelmemişti. Şimdi
orucun
farzından sonra İslâm binasının beşincisi olan haccın hükümlerine geçme
sırası
gelmiş ise de, bu hususta daha bazı hazırlıklara ihtiyaç bulunması ve
bunların
vakit ve zaman ile de ilgili olması sebebiyle şer'î bakımdan bir zaman
ölçüsü
tayini, hikmet ve menfaat gereği olduğundan; oruç ve yeme için ayın
görülmesi
meselesi münasebetiyle bir yönden eksiği tamamlama, diğer yönden
hazırlık olmak
ve aynı zamanda başlı başına bir terbiye kânunu olacak pek mühim
öğütleri de
içinde taşımak üzere buyuruluyor ki:
189-EHİLLE:
Hilâlin çoğuludur. Hilâl: "Ayın
insanlara ilk göründüğü sıradaki hâlidir." Bu tariften anlaşılır ki
hilâl
kelimesi, görme mânâsını taşımaktadır. Hatta görülmesi üzerine
haykırıldığından
dolayı, bu isimle adlandırıldığı beyan olunuyor. Zira bu maddenin
mânâsının
esası, sesi yükseltmektir ki dilimizdeki "ay!.. sesi de buna uygundur.
Bundan dolayı henüz görünmesi mümkün olmayana gerçek olarak hilâl
denmez. Ayın
başından iki gece hilâl adını alır. Çünkü ilk görünüşü bunlardan
birinde olur.
Sonra ay adını alır. Ebu'l-Heysem demiştir ki: "Kamere, ayın başından
iki
gece, yine ayın sonundan da iki gece hilâl denir. Arasında da "kamer
(ay)" adı verilir."
"Mevâkît"
kelimesi, vakit maddesinden "mikat"ın çoğuludur. Va'd, miad gibi
vakit, bir iş için farz kılınan zamandır. Zaman geçmişe, hâle, geleceğe
ayrılan
müddettir. Mutlak müddet de bütün hareketin uzamasıdır. Mikat, belirli
bir yer
mânâsına da gelir ki Mekke'ye dışardan gelenlerin ihramsız geçmesi caiz
olmayan
yerler demek olan ihram mîkatları bu mânâdadır. Buna göre mîkat
müşterek bir
lafızdır. Bununla beraber ihram mîkatları, mekanlardan olmakla beraber;
bunlara
ulaşma, ihramın vacib olduğu zamanı göstermesi itibariyle bir vakit
alâmeti
sayılabilirler. Mîkat, vakit nişanesi diye tarif edilirse manevi
müşterek
olması da mümkündür.
Ey
Muhammed! Ramazan ayı dolayısıyla sana hilâllerden sorarlar, yahut
soruyorlar.
İbnü Abbas, Katâde, Rebi' ve diğerlerinin nakline göre müslümanlardan
bazıları:
"Hilâlin eksilmesinin, tamamlanmasının, güneşe aykırı oluşunun faydası
ne?" diye sormuşlar ve rivayet edilmiştir ki bunu Ensardan Muaz b.
Cebel
ile Sa'lebe b. Ğunm: "Ey Allah'ın Resûlü! Bu ne hâldir?
Hilâl,
iplik gibi incecik beliriyor, sonra artıyor, tamamlanıyor, sonra da
eksile
eksile önceki hâline dönüyor." diye sormuşlardı.
Bundan
başka yine rivayet olunuyor ki:
1-
Cahiliye devrinde bir erkek bir şeye niyet eder de zor gelirse, evine
kapısından girmez, arkasından girermiş ve tam bir sene böyle kalırmış.
2-
Ensardan bir kısmı umre yaptıkları vakit gökle aralarına bir engel
sokmazlar,
bundan sakınıp zahmete girerlermiş. Bu yüzden ihrama girdiklerinde eğer
acil
bir ihtiyaçları varsa eve, bağa, çadıra kapılarından girmezlermiş. Bina
sahibi
olan mahalle halkı evin arkasından bir delik deler, oradan girer çıkar
veya
arkadan bir merdiven atar, damdan aşarlar; çadır halkı olan göçebeler
ise
çadırlarının arkalarından dolanırlarmış ve bu cahiliye adetini
"iyilik" sayarlarmış.
3-
Cahiliye halkı ihrama girdikleri zaman evlerinin veya çadırlarının
arkalarını
delerler, oradan girer çıkarlarmış. Ancak dinî gayretlerinden dolayı
"humûs = kahramanlar" denilen kabileler, yani Kureyş, Kinâne, Huzâa,
Sekif, Haysem, Amir ibn Sa'saa oğulları, Nasr ibn Muaviye oğulları
ihramlı
oldukları zaman dinî işlerde kuvvetlilik davasıyla evlerine girmezler,
çadırda
gölgelenmezler, tere yağı ve keş yemezlermiş.
Bir
gün Resulullah ihrama girmiş. Bir de ihramlı birisi varmış. Resulullah
ihramla
harab bir bağın kapısından girmiş. O adam da görüp arkasına düşmüş. Ona
"Çekil!" denmiş. O da "Niçin?" diye sormuş. "Sen
ihramlı olduğun halde kapıdan girdin." buyurmuşlar. O adam durmuş da
"Ey Allah'ın Resulü! Ben senin sünnet ve irşadına razıyım. Sen girdin,
ben
de girdim." demiş. İşte zikredilen soru ile beraber, bu hadiselerden
biri
bu âyetin inmesine sebep olmuş; bu adetler, bu şiddetler, bu aksilikler
de
kaldırılmıştır. Bu soruya cevap olarak de ki : O hilaller, insanlar
için ve hac
için mîkatlardır, vakit işaretleridir. İnsanlar, vakte ihtiyacı olan
işlerinin
ve özellikle haccın vakitlerini bunlarla tayin ederler ki bu mânâ:
"Allah
aya menziller tayin etti ki yılların sayısını ve vakitlerin hesabını
bilesiniz."
(Yunus, 10/5), "Biz, geceyi ve gündüzü iki alâmet yaptık. Sonra gece
alâmetini giderip gündüz alâmetini gösterici kıldık ki Rabbinizden
lütuf talep
edesiniz, yılların sayısını ve vakitlerin hesabını bilesiniz." (İsrâ,
17/12) âyetlerinde de ayrıca açıklanmıştır.
Açıklaması:
Aylarla
zaman takdirinde, yani ayın bir zaman ölçüsü kabul edilmesinde
insanlara
birtakım faydalar vardır ki bunların bir kısmı dine, bir kısmı da
dünyaya
aittir.
Dinî
olanlar:
1-
"O Ramazan ayı ki, Kur'ân onda indirildi." (Bakara, 2/185).
2-
Hac: "Hac, belirli aylardadır." (Bakara, 2/197).
3-
a) Ölüm iddeti: "Kocaları ölen kadınlar, kendi kendilerine dört ay on
gün
beklerler." (Bakara, 2/234).
b)
Âdetten kesilmiş olan kadınların iddeti: "Onların iddeti üç aydır."
(Talâk, 65/4).
4-
Vakitlere bağlı adaklar ve hilâl ile bilinebilecek mendub bir oruç.
Dünyaya
ait olanlar da ödünç alıp verme, kiralar, vaadler, hamilelik ve emzirme
müddeti
ve bunlara benzer şeyler olmak üzere pek çoktur. Günler ve günlerin
bölümleri
olan saatler için, namaz vakitlerinde olduğu gibi, günün de bir mîkat
olduğunda
şüphe yoksa da pek çok işler için ay hesabı daha lüzumludur. Ayın
değişiklikleri, yaratılış itibariyle bu hususta güneşin durumundan
vakit
hesabına daha çok elverişli ve halk için kolaydır. Ay yaratılış
itibariyle
başlı başına bir ölçü olmalıdır. Güneşin hacminde bir değişme
görülmediğinden
dolayı yeryüzüne göre doğuş yerlerindeki değişiklikleri ve burçlar
üzerindeki
hareketleri gizli işlerden olmakla ay denmesine münasip olmayacağı
gibi, güneş
yılında ay, açık bir ölçü değil; nihayet dört mevsime veya seneye göre
itibarî
ve gizli bir ölçü bölümüdür. Halbuki ay, dörtlükleriyle, haftaların da
gerçekten ölçüsüdür. Dünyanın her tarafında hafta hesabının birliği de
bu
ölçünün yaratılışa uygunluğundan dolayıdır. Nihayet ay, geceleri
itibariyle gün
hesaplarına da açık bir alâkaya sahiptir. Buna göre günlerin isimleri
genellikle buna tatbik edilerek yedi olmuştur.
İşte
insanların faydası açısından ayın değişmesinin açık hikmeti, vakit
hesabı için
böyle bir ölçü olmasıdır. Bunun için güneş yılı hesabında uydurma
suretiyle de
olsa bir ay hesabına mecburiyet vardır ki buna tabi olmak, insanlara
gerçekten
çok, kuruntu ve varsayımlara sapma alışkanlığı verir.
Bunlardan
başka ayın cisminde her gün görülmekte olan bu değişiklik, gök
cisimlerinin de
değişikliğe uğramakla karşı karşıya bulunduğuna ve yok olmasının mümkün
olacağına açık bir misal teşkil eder. Bu itibarla Allah'ın kudret ve
birliğinin
büyük alâmetlerinden olan göklerin yaratılışı içinde ayın,
düşünürlerden başka
en basit insanlara bile âlemlerin Rabbi olan Allah'ın iradesini anlatan
seçkin
bir mucize ve O'na kulluk etmek için vakit tayinine delâlet edecek
ilâhî bir
işaret olduğunda da şüphe yoktur. "Gökte burçlar yaratan, orada bir
kandil
ve aydınlatıcı bir ay yapan Allah'ın şanı ne yücedir." (Furkan, 25/61).
Bütün bu mânâlar "O hilâller, insanlar için vakit ölçüleridir."
cevabında toplanmış ve oruçtan sonra sözkonusu olan hacca dikkat çekmek
için
özellikle "Hac" kaydı da zikredilmiş, anılan soruya böylece bir
hikmet cevabı verilmesi emredilmiştir.
Bu
soru ile, adi sebepleri, gök bilimi gereğince astronomik sebeplerin
açıklanmasını isteyenler de bulunabileceğinden, soranlara bu cevabı
söyle, şunu
da ilave et: Bununla beraber, iyilik ve hayır denilen özellik, evlere
arkalarından, sırtlarından gelmek değildir.
Bu
ifadenin bir gerçek mânâsı, bir de kinaye mânâsı vardır. Gerçek oluşu
itibariyle, cahiliye halkının ihramda yaptıkları bu aksilik bir ibadet
olmadığı
gibi; kinaye mânâsı itibariyle de Resulullah'a gök bilimi sorusu
sormak,
hikmeti ve Allah'ın hükümlerini açıklayıp tebliğ etmek için gönderilmiş
olan
Peygamberi -hâşâ- bir gök bilimci ve Kur'ân'ı bir astronomi kitabı
yerine
koymak ve normal bilgilerin maksatlarıyle peygamberlik ilminin istediği
şeyleri
birbirinden ayıramamak, işe tersinden başlamak demektir. İşlere böyle
tersinden
başlamakla hayra erilemez, iyilik ve hayır, böyle aksilikle değildir.
İyilik
sahibi, ancak Allah'tan korkup, korunandır. Yani Yukarıda: "Yüzünüzü...
çevirmeniz iyilik değildir." âyetinde: "Fakat hayır ve iyilik,
Allah'a, ahiret gününe, meleklere, kitaba ve peygamberlere iman
edenlerin
davranışlarıdır." ifadesinden "İşte takva sahipleri onlardır."
(Bakara, 2/177) ifadesine kadar vasıfları anlatılan kimselerdir. Bu
cümleden
olarak peygamberin arkasına düşerek bağın kapısından girip gölgelenen
kimsedir.
Bunu bilin. Ve evlere kapılarından gelin. İşlere doğru yoluyla, uygun
şekilde
girişin, eksiklik etmeyin, bir soru sorarken de halinizi bilin,
gereksiz
şeylerle uğraşmayın. Bu cevap ve bu emir, çok anlamlı bir darb-ı mesel
şeklinde
kulağınıza küpe olsun da peygambere hilâlin değişmesinin astronomik
sebebini
sormaktan şimdi vazgeçin. Önce kavminizin cahiliye adeti olan şu
aksiliğin
ortadan kaldırılmasıyla kurtuluşunuzu düşünün ve onun sebeplerini
sorun.
Kurtuluşa ermeniz için de Allah'tan korkun ve yukardaki takva
özelliklerini
kazanarak Allah'ın koruması altına girin ve şu emri dinleyin:
190-Baştaki
olduğu ve Resulullah'ın, o zaman
savaşanla savaşır, elini çekenden de el çeker bulunduğu ve Berâe
(Tevbe)
Sûresindeki: "Müşriklerle topyekün savaşın." (Tevbe, 9/36) diye genel
olarak savaş emredilinceye kadar böyle yaptığı, Rebî' b. Enes
(r.a.)'den
rivayet edilmiştir.
Müslümanlar,
önce müdafaa şeklinde de olsa savaştan menedilmişler ve her ne olursa
olsun
sabır ve anlaşmaya memur kılınmışlar, daha sonra savaş âyetleriyle bu
yasaklama
kaldırılmıştır. Fakat savaş âyetleri iki çeşittir: Bir kısmı sadece
izin ve
cevaz ifade eder; bir kısmı da savaş ve cihadı emrederek vücub ifade
eder. Bu
âyet ise sadece savaş âyeti değil, savaşmayı emreden âyettir.
Hz.
Ebu Bekr es-Sıddîk, Zührî ve Saîd b. Cübeyr gibi birçok kimselerden
savaş
hakkında nâzil olan ilk âyetin Hac Sûresindeki: "Kendilerine savaş
açılan
müminlere savaş için izin verildi. Çünkü onlara zulmediliyordu."
(Hac,
22/39) âyeti olduğu da rivayet edilmiştir. Bu bakımdan Rebî'
rivayetinin
mânâsına göre, bu "savaşınız" âyetinin, ilk savaş emri âyeti olması
gerekir. Tefsir alimlerinin çoğunun görüşü de budur.
Bu emir:
"Allah'ın emri gelinceye kadar siz onları af ediniz, onlara
aldırmayınız." (Bakara, 2/109) âyetinde vaad edilmiş olan emirdir. Bu
savaş emirleriyledir ki son peygamberin, kılıç ve cihadla emredileceği
hakkında
geçmiş kitaplarda özel vasıfları da ortaya çıkmış, bu şekilde de ilâhî
mucize
gerçekleşmiştir.
Bu
âyetin, kendisinden sonra gelen kısımla veya Berâe (Tevbe) Sûresindeki:
"Müşriklerle topyekün savaşınız." (Tevbe, 9/36) âyetiyle neshedilip
edilmediğinde ihtilaf edilmiştir.
Birincisinin,
düşman hücumuna karşı savunma harbine mahsus bir emir olduğuna taraftar
olanlar
neshedildiğine; doğrudan harb ilanına da ihtimali olduğunu anlayanlar
da muhkem
olduğuna kânidirler. Gerçi Berâe (Tevbe) Sûresindeki âyetlerde,
doğrudan Allah
yolunda harb ilanının ve taarruz savaşının da meşru ve icabına göre
vacib
olduğunda ihtilaf yoksa da; mesele birinci emrin, bugün mensuh mu,
yoksa
kendisiyle amel edilir mi olduğunu tayin etmektir.
Peygamberimizin,
Medine'ye ilk hicret senesinden itibaren seriyyeler tertib edip etrafa
gücünü
büyük gösterdiği; fakat bunların sırf emniyet ve huzurun teminini
sağladığı,
etraftaki düşmanların hâl ve durumlarını keşfetmek için gönderilmiş
karakollardan başka bir şey olmadığı ve düşman tarafından savaşa
girilmedikçe
bunlara harb ve öldürme emri verilmediği bir gerçektir. Hatta Bedir,
Uhud,
Ahzab, diğer ismiyle Hendek savaşlarının hep müdafaa zaruretiyle
yapılmış
harbler olduğu ve bu hâlin birçok zaman devam ettiği de muhakkaktır.
Ama savaş
hakkında ilk varid olan izin ve ilâhî emirler, yalnız müdafaa harbine
mahsus
olup peygamberi, doğrudan harp ilanı ve taarruzdan dinen ve şartsız
olarak men
mi ediyordu? Yoksa bu hususu, siyasetin gereğine tabi tutarak sonraki
emirler
gibi, icabına göre taarruza da müsait olduğu halde, tatbikini bugünkü
gibi
görüş ve siyasete mi bırakıyordu? Kısaca bu konudaki sonradan gelen
naslar,
esas itibariyle neshedici midir? Yoksa beyan edici ve açıklayıcı mıdır?
İşte
mesele budur. Rebî' rivayetinin zahirine göre neshedildiği, Hz. Ebu
Bekr
rivayetinin zahirine göre de muhkem olduğu anlaşılıyor. Halbuki ihtimal
sabit
ve kullanılması mümkün iken neshedildiğine hükmetmek caiz
olamayacağından
birçok müfessir muhkem olduğu görüşüne sahiptir ki biz de buna
taraftarız.
Râğıb
der ki: "Önce özellikle yumuşaklık, öğüt ve güzel mücadele ile
emredilmiş,
sonra savaşa izin verilmiş, sonra haktan kaçana karşı harp ve çarpışma
ile
emrolunmuştur ki bunlar derece derece siyasetin icabına göre varid
olmuş
emirlerdir."
Bu
noktada Avrupalıların, İslâm dini hakkında iki çelişkili fikir yaymakta
olduklarını görüyoruz:
1-
Bir kısmı, doğrudan harp ilanının kararlaştırılmış, caiz bir mesele
olduğunu
bahane ederek İslâm'ın, saldırgan ve sırf kılıç kuvvetiyle yayılmış bir
din
olduğunu iddia etmek suretiyle onun ilmî, edebî, hukukî, ahlâkî, sosyal
bakımdan müsbet olan manevî nüfuzunu inkar etmek istiyor. Bu fikir,
İslâmî
delillerin ilmî kuvvetine karşı koyma imkanı göremediklerinden dolayı;
İslâm'ın
hiç bir dinde görülmemiş olan yayılma mucizesini, sırf kılıç kuvvetine
dayandırarak onu Hıristiyanlık taassubuyla hissî bir yoldan vurmak
isteyen eski
Hıristiyanların neşriyat kalıntılarıdır. Halbuki bunlar, bu saldırı ile
kendi
davalarını iki yönden çelişkiye düşürmektedirler. Çünkü bir taraftan
Hıristiyanlığın emrine aykırı olarak, Haçlılar devrinden beri
Hıristiyanları
hep silaha ve tecavüze sevketmişler; diğer taraftan da genel olarak
harbi, din
fikrine ters göstermekle hem kendilerini, hem de mensub oldukları
geçmiş ilâhî
kitapları yalanlamışlar; aynı zamanda bununla son Peygamber'in cihad
ile görevlendirileceği
hakkında geçmiş kitaplardaki mucizeleri gizlemek istemişlerdir.
İslâm'ın
sırf kılıçla yayıldığı iddiası, tarihe ve İslâm'ın hükümlerine karşı
iftiradır.
Gerçek şu hadis-i şerifin içindedir: "Allah Teâlâ, Kur'ân ile
defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder."
İlmî
ve aklî deliller söz anlayan, ilme saygı duyan, insafı olanlar içindir.
Bunları
tanımayan ve fırsat bulduğu zaman her hakkı ve her çeşit mukaddesatı
çiğneyen
ve çiğnemek için bekleyenlerin bozgunculuğunu önlemek, ancak kılıçla
mümkün
olur. Bunun için aslında iyi bir şey olmayan harp, ilim ve akıl, öğüt
ve irşad
dinlemeyen ve sırf şehvetlerden, garazlardan doğan büyük büyük
fitnelere göre
şerrin en zararsızı olur. Böylece itibarî bir güzellik kazanır. İcabına
göre
müdafaa, icabına göre taarruz harplerine girişmek, dini bir vazife ve
güzel
görünen bir şey bile olur. Böyle olması için de bunun ancak Allah
yolunda, hak
yolunda, hak uğrunda yapılması ve bu niyetle hareket edilmesi lazım
gelir.
Çünkü başka maksat takib edenler, fitneyi defetme bahanesiyle daha
büyük
fitneler icad ederler. Zulme boyun eğmek, zulmü desteklemek olduğu
zaman, dinin
gereğine aykırı olacağı gibi; hak ve hayrı genelleştirmeye çalışmamak
da din
fikrine aykırıdır. Fitneler hem bastırılmalı, hem önüne geçilmelidir.
Hak ve
hayra engel olan şeyler ortadan kaldırıldığı zaman İslâm, her hâlde
bütün
insanlığın koşarak geleceği tek ilâhî dindir.
2-
Buna karşılık ikinci kısma gelince bunlar: "İslâm dininde harb yalnız
müdafaa halinde meşru kılınmış, müdafaa mecburiyeti olmadıkça harb caiz
görülmemiş ve İslâm silahla değil; silahı terk etme teorisiyle, ilim ve
akla,
hak düşünceye verdiği önemle, ikna gücü ve diliyle yayılmıştır."
diyorlar.
Bunlar İslâm'ı savunur gibi görünerek Kur'ân'daki bütün savaş
emirlerinin, müdafaa
harbine mahsus olduğunu ve müslümanlıkta doğrudan harp ilanına ve
taarruza
cevaz olmadığını iddia ediyorlar. Bunlar da Avrupa ve Hıristiyanlık
açısından
daha ince ve derin bir siyaset fikri takib eden, bazı yeni kalem
sahiplerinin
fikirleridir. Bu zatlar, pek alâ bilirler ki harbin caiz olmasının
müdafaa hali
ile sınırlı olması, netice itibariyle müdafaa imkanının da çekilip
alınmasına
sebeptir. Gerektiğinde düşmanın önüne geçebilmek için doğrudan taarruz
edebilme
hakkından mahrum olanlar, her zaman denemezse de çoğunlukla müdafaa
gücüne de
sahip olamazlar. Bu ise müdafaa hakkının da alınması demektir.
Bunu
bildikleri için işgalleri altına aldıkları müslümanları maddi ve manevi
bakımdan, silahtan soyutlamak için görünürde İslâm dininin lehinde
görünen telkinlerle
yine İslâm aleyhinde ince bir tertib yapmış oluyorlar.
Birinciler:
"Müslümanlık ne fena şey! Çünkü silah emrediyor." diyorlar. Berikiler
de: "Müslümanlık ne iyi şey! Çünkü silahı bırakmayı emrediyor."
diyorlar. Bu iki fikir, netice itibariyle müslümanların silahını almak
maksadında birleşiyor. Yeni olan, bu ikinci fikri gerçekten insanlık ve
İslâmiyet lehinde ilmî bir fikir zannederek bu sayede İslâm'ın
yayılmasına
hizmet edeceğiz hayaliyle desteklemeye ve yukarıdaki nesih meselesini
aksine yorumlamaya
çalışan bazı İslâm yazarlarını da işitiyoruz. Bunlar da, onlara uyarak
ilk
nazil olan ve neshedildiği rivayet olunan savaş âyetlerinin, hem
müdafaaya
mahsus olduğunu, hem de neshedilmemiş bulunduğunu iddia ettikleri gibi;
sonra
nazil olan ve müdafaaya mahsus olmadığı açık ve üzerinde ittifak
sağlanmış
bulunan âyetleri de aksine sırf müdafaaya mahsus göstermek istiyorlar.
Sonradan
gelenin, öncekinin açıklaması veya hükmünü kaldırıcısı olması lazım
gelirken
önceki, sonrakinin beyanı veya neshedicisi imiş gibi idare-i kelâm
ediyorlar.
Bunlar, İslâm'ın asıl ruhu olan hak ve hakikat fikrini bırakıp yanlış
bir ümid
için aksini desteklemek demektir.
Doğrusu
İslâm dininde ilk emirlerden itibaren müdafaa hakkı meşru olduğu gibi,
ihtiyaç
hâlinde, Allah yolunda olmak üzere taarruz hakkı da meşrudur. Hatta
gerektiğinde bir vazifedir. Ancak bu mânâ iledir ki bu ilk emir
neshedilmiş
değildir, denebilir. Allah yolunda olma kaydı, her harbin esasıdır. Bu,
düşünülmedikçe harp ve çarpışmaya asla cevaz yoktur.
Bundan
dolayıdır ki Avrupalıların düşündükleri mânâ ile, "Saldırgan harbin,
İslâm
dininde yeri yoktur." demek caiz olabilir. Din fikrine ters düşecek
harp
de ne müdafaa, ne taarruzdur. Allah yolunda ve hak bir iş uğrunda
olmayan,
tağut fikri ve sırf saldırma maksadiyle olandır. Halbuki İslâm'da harp
halinde
bile, harbi güzel gösterebilecek gayeye aykırı olarak saldırma
haramdır. Bunun
için taarruz harbinde de riayet edilmesi gereken harp hukuku vardır.
Bunu,
insanlık tarihinde ilk önce İslâm dini ortaya koymuştur. "Haksız yere
taarruz etmeyiniz. Çünkü Allah, haksız taarruz edenleri sevmez."
(Bakara,
2/190). Bu bakımdan, "İslâm dini sırf silah kuvvetiyle yayılmış bir
saldırı dinidir." demek, sırf iftira olduğu gibi, "İslâm'ın
yayılmasında silahın hiç hizmeti yoktur." demek de Kitap ve Sünnete
aykırı
bir yalan olur.
İslâm,
sırf silah kuvvetiyle yayılmış olsaydı, o silahı tutan ellerin, az bir
zaman
içinde nasıl toplanıverdiğini, Kisraların, Kayserlerin silahlarına
nasıl galip
geldiklerini izah etmek mümkün olmazdı. Bu, kesinlikle gösterir ki
dinin
kendisi ve peygamberlik mucizeleri, silahtan önce başlı başına
üstünlüğünü
yürüten yegane faktördür. Bununla beraber, İslâm'ın feyzi, silahsız
olarak
yalnız maneviyatla sınırlı olsaydı, Resulullah'ın silah kullanmasına ve
Kur'ân'ın
savaş emirleri vermesine hiç de lüzum kalmazdı. Bu da kesin olarak
gösterir ki
din işinde silahın da önemli bir yeri vardır. Bütün gerçek, "Allah
Teâlâ,
Kur'ân ile defetmeyeceği bazı kötülükleri kılıç ile defeder." hadis-i
şerifinde toplanmıştır. Dinin ruhu, bunların sınırlarını önce ayırd
edip, sonra
tatbik etmektir. "Görüş, şecaat sahiple rinin cesaretinden önce gelir.
O
ilktir, öbürü ise ikinci sıradadır."
Rivayet
edildiğine göre Hudeybiye senesi müşrikler, Resulullah'ı Kâbe
ziyaretinden
menetmişler, gelecek sene gelmesi ve Mekke-i Mükerreme'nin üç gün
süreyle
boşaltılması şartıyla bir antlaşma da yapmışlardı. Ertesi sene (Hicrî,
7)
Resulullah, bu antlaşma gereğince kaza umresi için döndüğünde
müslümanlar,
müşriklerin verdikleri sözde durmayacaklarından endişe etmişler,
Harem-i
Şerif'te ve haram ayda muharebe etmeyi de hoş görmemişlerdi ki bu âyet,
bunun
üzerine nâzil olmuştur.
Bunların,
haccın hükümlerini açıklama hususunda sevk olunmuş bulunması, bunu
teyid
etmekte ve tilavet tarzı, kendisinden sonraki kısmın da beraber nâzil
olduğunu
bildirmektedir. Bu âyetlerin, bu gelişi düşünülünce anlaşılır ki bu
savaş ve
öldürme emirleri, İslâm kıblesinin selameti, antlaşma hükümlerinin
muhafazası
ve hac farizasının edasının sağlanması açısından engelleri kaldırma
gereğine
dayanmaktadır. Bunlar da Hz. Ebu Bekir rivayetinin mânâsının kuvvetini
bildirmektedirler. Gelelim mânâya:
Evlere
kapılarından girin ve Allah'tan korkun.
191-Allah
yolunda savaş da edin, o kimselerle ki,
sizinle fiilen savaşıyor veya savaşacaktır.
Allah
yolunda savaş, hak din uğrunda sırf i'lâ-yı kelimetullah (Allah
kelâmını üstün
getirmek) için cihad demektir ve bu husus, savaşın meşru olması için
"Allah yolunda" olmak üzere iyi bir niyetin lüzumunu ifade
etmektedir. "Müfâ'ale babı" fiilin önce fâil, sonra mef'ûlden meydana
geldiği hususunda açık olduğu için, "sizinle savaşanlar" sözü harp ve
öldürmeye taarruzun, düşman tarafından olmasını bildireceğine göre, bu
emrin,
yalnız müdafaayı meşru kıldığı ve bundan dolayı, "Onları nerede
yakalarsanız
öldürün." (Bakara, 2/191), "Onları nerede bulursanız öldürün."
(Nisa, 4/89), "Kafirlerin size yakın olanlarıyla savaşın." (Tevbe,
9/123), "Müşriklerle topyekün savaşın." (Tevbe, 9/36) emirleriyle
neshedilmiş bulunduğu, yukarıdaki şekilde nakledilmişse de "savaşın"
fiili de aynı babdan olduğu için bu noktada bir çelişki şüphesi
bulunacağından
birini veya her ikisini sırf iki kişi arasında müşareket mânâsına
yorumlamak
gerekir. Bu mânâ ile bilfiil çarpışmak, taarruz ve müdafaadan daha
genel olur.
Nitekim Ebu Hayyân tefsirinde "sizinle savaşanlar" ifadesinin zâhiri,
"Doğrudan veya müdafaa şeklinde haklı olarak savaşı yerine getirmek
demektir." diye taarruz veya müdafaadan daha genel olduğu
gösterilmiştir.
Bir de muzari fiilin geleceğe de ihtimali vardır. Bu durumda savaşa
ehliyet ve
kudreti olup da harp edecek halde bulunanlar demektir. Bu mânâ, Hz. Ebu
Bekir'den ve Ömer b. Abdülaziz'den rivayet edilmiştir. Bunda birincisi,
öncelikle sabit olur. Genel mânâda müştereklik veya genel mânâda mecaz
lazım
gelmez. Birincisinde kuşatanlar veya harp ilan edenler hariç kalır.
İkincisinde
bunlar da girer. Harp ilan etmeyen veya kadın, çocuk, çok yaşlı,
manastırdaki
rahibler gibi çoğu zaman harb etme kudretine sahib olmayanlar hariç
kalır.
Bunlarla savaş caiz olmaz. Son emirlerde de durum böyledir. O halde bu
iki
mânâya da ihtimali olan bu âyet mensuh değildir.
Bu
şekilde savaşın, fakat gerek savaşta ve gerekse diğer hususlarda
Allah'ın
emirlerini ve tayin ettiği sınırları aşmayın. Taarruzda haksızlık
yapmayın.
Yani bu arada harbe kalkışmayanları, kadınları, çocukları, rahipleri,
harb
zamanında zayıflığından ve acizliğinden dolayı genel durumuna göre
savaşacak
bir halde olmamakta bunlar gibi olanları da öldürmeye kalkışacak kadar
ileri
gitmeyin. Yine aynı şekilde öldürme işinde "müsle" yapmayın. Yani
öldürdüğünüz kimselerin burnunu, kulağını ve diğer organlarını kesmeye
kalkmayın.
Nitekim
çocukları, kadınları, manastırlarda bulunanları öldürmekten ve yine
"müsle"den Resulullah'ın menettiği, geniş eserlerle sabittir.
Resulullah'ın
halifesi Hz. Ebu Bekr es-Sıddîk'ın da kumandan Yezid b. Ebi Süfyan'a
harb
hukukunu içine almış olarak yazdığı vasiyetlerde bunları ve yine çok
yaşlı olan
kimseyi öldürmekten, imar edilmiş bir şeyi tahribden, yemekten başka
bir maksat
için sığır ve koyun kesmekten, meyveli ağacı yakmak ve diğer bir
suretle
bozmaktan menetmişti. Bu arada bazı müfessirler, harb ilanı haberi
ulaşmadan,
birden bire basmanın da sınırı aşma cümlesinden olduğunu
söylemişlerdir.
Bazıları da yukarıda zikredilen "mukâtele" (çarpışma) mânâsından
dolayı bu sınırı aşmayı bizzat taarruza yormuşlar ve bu sebeple
neshedildiğine
de hükmetmişlerdir ki bu Rebi'in görüşüdür. Buna göre,
"neshedilmiştir", denmenin mânâsının, doğrudan taarruz mutlak olarak
sınırı aşma değil; durumun gereğine göre meşrudur demek olduğu
unutulmamalıdır.
Kısaca, açıklandığı üzere sınırı aşmayınız, Çünkü Allah, sınırı
aşanları
sevmez, onları sevaba değil, azaba layık görür.
Allah
yolunda savaşın ve onları nerede yakalarsanız öldürün. Hıll (harem
dışı) ve
harem demeyin, onlar taarruz etsin diye beklemeyin, böyle yapın ve sizi
çıkardıkları yerden, yani Mekke'den onları çıkarın, vatanınızı onların
elinden
kurtarın.
Burada
bu çıkarma emri, temkinle ilgili bir emirdir. Bu vaad Mekke'nin fet-hi
ile
yerine getirilmiştir. Gerçi öldürme, aslında fena bir şeydir. Fakat
fitne de
öldürmeden daha şiddetlidir, daha ağırdır. Çünkü öldürmenin zahmet
olması çabuk
geçer, fitneninki devam eder. Öldürme, insanı yalnız dünyadan çıkarır.
Fitne
ise hem dinden, hem dünyadan eder. Bunun için fitneye tutulmaktan ise o
fitneyi
çıkaranları öldürmek veya ölmek, yahut da çıkardıkları fitneyi kendi
başlarına
yıkmak elbette daha iyidir. "Ehven-i Şerreyn" (iki şerrin en
zararsızı) tercih edilir." kaidesi de bu gibi naslardan çıkarılmıştır.
FİTNE:
Aslı, sözlükte, karışığını almak için altını ateşe koymaktır. Bundan
sıkıntı ve
belaya sokmak mânâsında kullanılmıştır ki burada bu mânâyadır. Yani
vatandan
çıkarmak gibi, insanları azaba uğratacak bela ve sıkıntı öldürmekten
daha
ağırdır. Ölümden daha ağır ne vardır, demeyiniz. Çünkü ölümü temenni
ettiren
durum, ölümden daha ağırdır. Bu sözün gelişinde insanı vatanından
çıkarmanın da
ona, ölümü temenni ettirecek fitne ve sıkıntı cümlesinden olduğuna
işaret
vardır. Şirk küfrü yaymak, dinden dönmek, Allah'ın yasaklarını
çiğnemek, genel
sükuneti bozmak, vatandan çıkarmak hep birer fitnedirler. Müminin
-Allah
korusun- dönüp kâfir olması, öldürülmesinden ağırdır. Doğru yola girmiş
olan
müminlerden bazı kimseler, Mekke müşrikleri tarafından küfre
döndürülmek için
azaba uğratılıyor, onlar da, "Allah yolunda öldürülenlere 'ölüler'
demeyin. Hayır onlar diridirler." (Bakara, 2/154) ilâhî emri gereğince
ölmeyi göze alıp Allah'ın izni ile dayanıyorlardı. Bu şekilde haram
ayda
ashabdan bazılarını müşrikler öldürmüşler, bu da müslümanların gücüne
gitmişti.
İşte bütün bunlar "Fitne öldürmeden daha ağırdır." prensibinde
özetlenerek harb ilânının sebebi kısaca ifade buyurulmuş ve müslümanlar
fitneyi
ortadan kaldırmak için Allah yolunda ya gazi veya şehid olmaya teşvik
edilmiştir.
Nüzul sebebi özel ise de söz, fitnenin mahiyetinin, öldürmenin mahiyeti
ile
karşılaştırılmasını ifade ettiğinden hüküm geneldir.
Bununla
beraber, Mescid-i Haram yanında, Mekke içinde önce onlar sizinle savaşa
başlamadıkça, siz de onlarla savaş etmeyiniz. Fakat, Onlar sizinle
savaşır da
sizleri öldürürlerse, siz de onları öldürünüz. Kafirlerin cezası
böyledir.
Hamze,
Kisaî, Halef-i Âşir kırâetlerinde: okunur ki, "Mescid-i Haram yanında
onlar sizden birini öldürmedikçe siz de onları öldürmeyiniz, eğer onlar
sizi
öldürürse siz de onları öldürünüz." demektir.
Bundan
anlaşılır ki Kâbe haremi ve Mekke-i Mükerreme içinde taarruz suretiyle
öldürmek
caiz değildir. İlk vazife yalnız çıkarmaktır. Fakat orada öldüren,
öldürülür.
Hatta Mekke içinde bir öldürme yapan kimse Kâbe haremine sığınırsa
orada yine
öldürmek caiz değildir. Çıkarılır da kısas yapılır. "Hani biz Kâbe'yi,
insanlar için sevab yeri ve her türlü düşman taarruzundan emin bir
sığınak
yapmıştık." (Bakara, 2/125), "Ona giren her türlü tecavüzden emin
olur." (Âl-i İmran, 3/97). Fakat Harem-i Şerif içinde öldürme yapan
orada
öldürülür. Bu emir, kendinden önceki kısmı tahsis etmektedir.
"Ahkâm-ı
Kur'ân"da denilir ki: "Bir hitapta nâsih ve mensûh bulunamayacağı,
tilavet birliği ve iniş nizamı da bu iki âyetin bir hitapta nazil
olduğunu
bildirdiği ve aksine sahih bir nakil mevcut olmadığı cihetle, 'Onları
nerede
bulursanız öldürün.' ifadesi kendinden önceki kısmın hükmünü kaldırıcı
olmayıp
açıklayıcı olduğu gibi bu nehiy (yasaklama) de 'Onları öldürün.'
emrinin
tamamını neshedici değil, tahsis edici olur. Sonra bu nehiy de hiçbir
emirle
neshedilmiş değildir, muhkemdir. Gerçi, 'Müşrikleri nerede bulursanız
öldürün.'
(Tevbe, 9/5) emrinin sonra nâzil olduğunda ihtilaf yoksa da bunun,
'Mescid-i
Haram yanında onlarla savaşmayın,' yasağına bağlı olarak amel
ettirilmesi
mümkün olduğuna göre neshe delâleti yoktur. İbnü Abbas, Ebu Şüreyh,
Huzâî ve
Ebu Hüreyre hazretlerinden rivayet olunduğu üzere Mekke'nin fethi günü
Peygamber (s.a.v.) irâd buyurduğu hutbede:"Ey insanlar! Allah Teâlâ
gökleri ve yeri yarattığı gün, Mekke'yi hürmetli kıldı ve o benden önce
kimseye
helâl kılınmadı. Benden sonra da kimseye helâl kılınmayacaktır. Bana da
ancak
bir günün bir saatinde helâl kılındı ve yine kıyamet gününe kadar
hürmetli oldu."
buyurmuştur ki bu bir saat de müşrikler tarafından orada öldürme
olayının
meydana getirildiği saat demektir. Bu hadis-i şerif, bu âyetteki
mukayyed
(şartlı) yasaklamanın muhkem olduğuna delâlet eder. Buna karşı Rebi' ve
Katâde'nin, Peygamber'den bir rivayet olduğu bilinmediği halde buna
mensûh
demeleri, kendi ictihadları olmak üzere kabul edilebilir..." Bu şekilde
bu
hüküm bakîdir, nesih sabit değildir.
192-
Eğer onlar küfürden vaz geçerlerse, Allah da
çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. "Sizi çıkardıkları yerden,
onları çıkarın." kaydının delâletiyle, bu âyetin, Kitab ehli hakkında
olmayıp, Arap müşriklerine mahsus olduğu anlaşılır. Kitab ehlinin vergi
ile
boyun eğmesi de makbul olabildiği halde, Arab müşrikleri ya İslâm'a
girmeye
veya kılıca mahkumdurlar. Bu nokta şu âyetle delillendiriliyor:
193-
Onlarla o şekilde savaşın ki, hatta fitne, yani
şirk ve ayrılık olmasın da, din hep Allah için olsun, yalnız Allah'a
boyun
eğilip, itaat edilsin. Halbuki, "Allah katında gerçek din İslâm'dır."
(Âl-i İmrân, 3/19). Bu bakımdan, bunlarda gerçek tevhid dini olan
İslâm'dan
başka bir din bulunmasın. Fitnenin başı olan şirk kalksın. Bunun için
Peygamber
(s.a.v.): "Ben bu insanlarla "Lâ ilâhe illallah" diyecekleri ana
kadar savaşmakla emredildim. Onu dedikleri zaman benden canlarını
kurtarırlar." buyurmuştur.
Diğerleri
cizye ile de kanlarını korumaya sahip olabilecekleri halde, bunlara bu
izin
verilmemiştir. Bundan başka özellikle Mekke'de müslümanlardan
başkasının
ikametine de izin verilmemiştir. Bundan dolayı, küfürden vaz geçip,
İslâm'ı
kabul ederlerse, artık zalimlerden başkasına savaş düşmanlığı yoktur.
194-
İyi ama bu savaş, âdete göre muharebenin yasak
olduğu haram aya tesadüf ederse ne olacak? Haram ay, haram aya;
hürmetler,
hürmetlere kısastır. Burada hürmet, muhafaza ve saygı gösterilmesi
vacib olan,
el uzatılması caiz olmayan şey demektir ki malları da içerir. Bu atıfta
tahsisten sonra genelleştirme vardır. Bu bakımdan: Her kim size
saldırır,
hürmet ve masumluğunuzdan bir şey bozarsa, onun size saldırdığı kadar,
yani
aynısı olmak şartıyla siz de ona, karşılık olarak saldırınız. Çünkü,
"Bir
kötülüğün cezası, ona denk bir kötülüktür." (Şûrâ, 42/40) Bir tecavüze
karşı ayniyle karşılık vermek tecavüz değil, tecavüzün cezasıdır.
"Kötülüğe
ilk başlayan daha zalimdir." Buna tecavüz ve sınırı aşma denilmesi,
fiilin
kendisindeki benzerlik dolayısıyla bir müşâkeledir.
Aslında
çirkin olan bir şey, böyle bazı şartlar altında itibarî bir güzellik
kazanır.
Bundan dolayı ilk başlayanın fiili, gerçekten ve hükmen çirkin ve sırf
zarar
olduğu halde, onun tepkisi demek olan karşısındakine bir hak vermiş
olur. Böyle
olabilmesi ise benzeri olma şartına bağlıdır. Benzerine riayet mümkün
olmayan
hususlarda kısas yapılmaz. Kıymetli şeyler birbirine takas edilmez.
Hukukun derecelerine
uymak gerekir. Mesela: gasbedilen bir şey mevcud ise aynen alınır.
Misliyat
(aynı şeyler)tan ise, aynı cinsten misli ile; değil ise malî misli olan
kıymeti
ile ödettirilir.
Kısaca
meşru olan, kayıtsız şartsız karşılık vermek değil, ayniyle karşılık
vermektir.
Misle riayet edilmeyince, doğrudan bir zarar meydana getirilmiş ve
zarara zarar
ile karşılık verilmiş olur. Halbuki İslâm'da, "Doğrudan zarar vermek
caiz
değil, zarara zararla karşılık vermek de caiz değildir." Fakat zararı
ortadan
kaldırmak lazımdır. Zarar ise zarurî olarak misli ile takas edilerek
ortadan
kaldırılabilir. Yoksa diğer bir zarar ortaya atılmış olur. Takas demek
olan
kısas kelimesi, bu aynı olma mânâsını taşıdığı halde yanlışlık
yapılmaması ve
hükümde asıl maksat olduğu gösterilmemesi için sonuç olarak ayrıca da
delil
getirilmiştir.
İşte
aynı ile olması şart koşulan, "Hürmetler, hürmetlere kısastır." genel
kaidesi gereğince, haram ay da aynı haram aya takas edilir. Düşmanlar,
geçen
Hudeybiye senesi Zilkâde ayında müslümanlara taş ve ok atarak savaşa
kalkışmakla bu haram ayın hürmetini çiğnediler. Bu sene de bunu bahane
ederek
antlaşma hükmünün yürütülmesine engel olacakları zannında bulunuyorlar.
Siz de
buna aynıyla karşılık vererek aynı Zilkâde ayında savaştan
sakınmazsınız. Hasen'den
rivayet edildiğine göre, Arab müşrikleri Hz. Peygamber'e: "Haram ayda
savaşı yasaklasan!" demişler. "Pek iyi!" buyurmuş. Müşrikler,
bunu fırsat bilip, haram ay içinde sözleşmeyi değiştirmeyi kurmuşlar.
Bunun
üzerine bu âyet inmiştir.
Fakat
İbn Abbas, Rebi' b. Enes, Katâde ve Dahhâk'ten rivayet edildiğine göre
Kureyş,
Hudeybiye senesi Resulullah'ı ihramlı olarak haram ay olan Zilkâde
ayında,
haram belde olan Mekke'den geri çevirmişlerdi. Cenâb-ı Allah da ertesi
yıl yine
Zilkâde'de Resulünü Mekke'ye soktu da umresini kaza ettirdi. Bunu,
geçen
Hudeybiye senesi meydana gelen men ve engellemeye takas etti. Nüzul
sebebi de
bu oldu ki birincisine göre âyet, Mekke'ye girmeden önce inmiş olup
görünürde
emir ve inşa ve zımnen (kapalı şekilde) geleceğe ait vaad ve haberdir.
İkinciye
göre de girdikten sonra inmiş ve müşriklere: "İşte bu geçen senekine
kısastır." diye açıkça ihbarı (haber vermeyi) ve bununla beraber haram
ayda doğrudan başlama şeklinde olmaması şartıyla savaşı mübah kılma
emrini içine
almış bulunmaktadır. Âyetin gelişi birincisine daha uygundur. Her halde
bu
âyetler, "kaza umresi yılı" diye söylenen hicretin yedinci yılında
Kâbe ziyareti esnasında inmiştir. Ancak daha sonra "haram ay âdeti"
mutlak olarak neshedilmiş olduğundan, bu âyetin, haram ayda doğrudan ve
ilk
olarak harp ilanına izin vermeyen hükmü, berâe" âyetleriyle
kaldırılmıştır. Bunda ittifak vardır. Bundan başka ayniyle karşılık
verme
hakkındaki genel hükümleri ise ittifakla bakîdir.
Bunları
yapınız, kendinizi koruyunuz, ve biliniz ki, her halde Allah,
korunanlarla
beraberdir. Ayniyle karşılık vermek caiz ise de kayıtsız olarak
korunmanın
gereklerinden değildir. Tatbikinde aynını geçmemek için iyi dikkat
ediniz,
Allah'tan korkunuz ve en iyi şekil hangisi ise onu yapınız ve her halde
korununuz,
müttakî olunuz, korunma âyetlerini unutmayınız. Bundan anlaşılıyor ki:
"Doğrusu Allah sabredenlerle beraberdir." (Bakara, 2/153) âyeti
mutlak değildir. Sabır, sakınma şartına bağlıdır ve yerine göre
dereceleri
vardır. Meydana gelmiş musibetlerle henüz olmamış musibetlere karşı
sabrın
farkı vardır. Defedilip kaldırılmasında mümkün olduğu kadar sürat
gösterilecek
hususlar vardır. Korunurken de korunma âyetlerinde: "Sıkıntılı ve geniş
zamanlarında ve savaş anında sabrederler." (Bakara, 2/177) ifadesinin
kapsamı unutulmamalıdır. Evlere kapılarından girilmelidir. Şu da
hatırda
tutulmalıdır ki, harp ve çarpışma denilen şey, parasız ve malsız olmaz,
masraf
da ister.
195-Bunun
için: Allah yolunda infak da yapın. Mal
hazırlayıp harp ihtiyaçlarına sarfedilmek üzere vergi, yardım verin.
Fakat
yalnız mal kazanmak sevdasına düşüp de, Kendi kendinizi tehlikeye de
bırakmayın. Sadece para kazanma ve istirahat etme sevdasının,
insanları,
esirlik istilası ve mahkûmluk gibi büyük tehlikelere düşüreceğini, bu
tehlikenin
önüne geçmenin ancak Allah yolunda harbetmek ve harbe alışmakla mümkün
olacağını unutmayın.
Bu
âyetin gelişi ve nüzul sebebi, Allah yolunda harb ve çarpışmadan ve o
uğurda
mal harcamadan kaçınmanın bir tehlike olduğunu hatırlatmak içindir.
Tirmizi ve
Ebu Davud'da da tahric olunduğu üzere rivayet ediliyor ki: "Emeviler
devrinde Abdurrahman b. Velid kumandasında bir İslâm ordusu,
Kostantiniye yani
İstanbul şehrine gaza etmişti. Ebu Eyyub el-Ensarî hazretleri de bu
askerler
arasındaydı. Rumlar şehrin surlarına arkalarını dayamışlardı. O sırada
müslümanlardan bir zat, kaledeki düşman üzerine açıktan hücum etmiş,
bunu gören
İslâm cemaati: 'Bırak, bırak! Lâilahe illallah, kendi kendini tehlikeye
atıyor.' demişlerdi. Bunun üzerine Hz. Ebu Eyyûb el-Ensarî: 'Ey
müslümanlar! Bu
âyet biz Ensar topluluğu hakkında nazil oldu. O vakit ki Allah
Peygamberine
yardım etti ve dini olan İslâm'ı galibiyete mazhar kıldı. O zaman biz
artık
mallarımızın başında durup onların ıslahı ile meşgul olalım mı?
demiştik. Allah
Teâlâ: 'Allah yolunda sarfediniz. Kendi kendinizi ellerinizle tehlikeye
bırakmayınız.' (Bakara, 2/195) âyetini indirdi. Bundan dolayı kendini
tehlikeye
atmak, mallarımızın başında durup, onları ıslah ile uğraşmamız ve
cihadı
terketmemizdir.' demiştir. Bunun üzerine hiç durmayıp Allah yolunda
cihada
girişmiş ve nihayet şehid olup, İstanbul'da defnolunmuştur."
Ebu
Eyyub el-Ensarî böylece kendini tehlikeye atmanın, Allah yolunda cihadı
terketmek demek olduğunu ve âyetin bu hususta nazil olduğunu haber
vermiştir.
İbnü Abbas'tan, Huzeyfe'den, Hasen, Katâde, Mücâhid, Dahhak'tan da
böyle
rivayet edilmiştir. Bera' b. Âzib ve Ubeyde es-Selmanî hazretlerinden,
"Elleriyle kendini tehlikeye atmak, günah işlemekle mağfiretten ümidi
kesmek" demek olduğu da rivayet edilmiştir. Bunun, infak karinesiyle:
"Harcamada israf edip, yiyecek, içecek bulamayacak dereceye vararak
telef
olmak" mânâsına olduğu da söylenmiş, "Düşmana tesir etmeyecek bir
şekilde harbe atılmak" demek olduğu da belirtilmiştir ki Ebu Eyyub'un
itiraz
ettiği ve nüzul sebebini söylediği cemaatin görüşü de bu idi.
"Sebebin
özel oluşu, hükmün genel oluşuna engel olmayacağından" ve bu mânâların
toplanmasında da çelişki ve terslik bulunmadığından âyetin tamamına
şamil
olması da caizdir. Bunun için İmam Muhammed, "Siyer-i Kebir"inde der
ki: "Tek başına bir adam, bin kişiye hücum edecek olsa, eğer kurtulma
veya
düşmanı kırma ve tesir etme ümidi varsa, sakınca yoktur. Kurtulma veya
düşmanı
kırma ümidi yoksa mekruhtur. Çünkü müslümanlara bir faydası olmaksızın
kendini
ölüme atmış olur. Bunu yapacak olan kimse ya kurtulmak veya
müslümanlara bir
faydası bulunmak ümidi olursa yapmalıdır. Kurtulma ve düşmanı kırma
ümidi
olmadığı halde diğer müslümanlara cesaret versin ve böylece düşmanı
tepelesinler diye misal gösterilecek bir örnek olmak üzere yaparsa
sakınca
yoktur..."
Bu
yasaklama sahihtir. Bundan dolayı dine veya müminlere hiçbir menfaati
olmaksızın kendini öldürmek uygun değildir. Fakat kendini öldürmede
dine ait
bir menfaat varsa; o zaman da bunu yapmak, pek şerefli bir makam olur
ki
Ce-nab-ı Allah, Resulullah'ın ashabını bununla övmüştür: "Allah,
müminlerden canlarını ve mallarını kendilerine cennet vermek üzere
satın aldı.
Onlar Allah yolunda savaşırlar da öldürürler ve öldürülürler." (Tevbe,
9/111). Yine: "Allah yolunda öldürülenleri sakın ölüler sanma. Bilakis
onlar diridirler. Rableri yanında rızıklanırlar." (Âl-i İmrân, 3/169)
buyurmuştur. Ebu Eyyûb el-Ensarî hazretleri de bu makamı göstermiştir.
Bundan
dolayı sırf huzura düşkünlükte tehlike bulunduğu gibi, harp bakımından
da
tehlike bulunabilir. O da düşmana tesir icra etmeyecek, boş yere bir
müslümanı
yok edecek olan husustur.
Müslümanlara
faydası olmadığı gibi aksine zararı bilinirse, o zaman harbe atılmak ve
kendini
öldürmek hiç caiz olmaz. Fakat insanlık gafleti, harbi, mutlak bir
tehlike
zannedebileceği için; bu âyet mal kazanacağız, rahat edeceğiz diye
dalıp,
cihadı terketmenin tehlike olduğunu hatırlatma hususunda nâzil olmuş ve
o
şerefli makamı göstermiştir. Demek ki barış tehlikesi, ibare ile; savaş
tehlikesi de işaret ile hatırlatılmıştır.
Ey
müminler! Bunlara dikkat edin, ve her hususta iyilikle muamele edin,
yaptığınızı güzel yapın, sizden asıl istenen, iyiliktir. Çünkü, Allah
hep
iyilik edenleri sever. Bunun için harcamayı da en güzel şekilde yapın
ve
herhangi bir kötülüğü, en güzel biçimde ortadan kaldırın. Aynı ile
karşılık
vermeyi, daha güzeli mümkün olmadığı zaman yapın. Kötülüğün cezası
kötülük ise
de, "Sen kötülüğü en güzel iyilikle bertaraf et." (Müminûn, 23/96)
emri gereğince kötülüğü de en güzel şekilde savın. Harbi de en güzel
sebep, en
güzel vasıta kabul edip en güzel şekilde yapın ve ancak Allah yolunda
yapın.
Yapın da:
196-Bu
âyet de kendisinden önceki kısım gibi kaza
umresi yılı denilen, hicretin yedinci yılında nazil olmuştur.
HACC:
"Hâ"nın fethası ve kesresiyle önceden de zikredildiği üzere sözlükte
kastetmek demektir. Fakat mutlak kasıt değil, büyük ve önemli bir şeyi
kastetmektir. Dînen: Tahsis edilen bir zamanda, tahsis edilen bir yeri
özel bir
şekilde ziyarettir ki hac niyetiyle, tahsis edilen yer ve zamanda
ihrama girip,
Arafat'ta vakfe, sonra Kâbe'yi ziyaret tavafından ibaret olan mahsus
(özel)
fiillerdir. İhram, vakfe, tavaf, bu üç fiil, gerek farz ve gerek nafile
haccın
farzlarıdır. İhram şart, vakfe ve tavaf da rükündür. Tahsis edilen yer
ve zaman
da şartın şartı olan şartlar cümlesindendir. Buna göre haccın şartları,
rükünleri ve bunlardan başka vacibleri, sünnetleri, müstehabları,
yasakları
vardır. Şöyle ki:
A)
Rükünleri: Vakfe ve tavaftır.
B)
Şartları: Sahih olmasının şartı ve vücûbunun şartı olmak üzere iki
çeşittir:
1-
Sahih olmasının şartı: Müslüman olmak, niyet ile ihram, tahsis edilen
yer ve
zamandır. Hac aylarından önce hiç biri sahih olmaz.
2-
Vacib olmasının şartı: Bu da ikidir:
a-
Vacib olmasının kendi şartıdır ki İslâm, hürriyet, akıl, büluğ, hacca
gitme
gücü, vakit, İslâm yurdunda bulunmak veya düşman yurdunda ise haccın
farz
oluşunu bilmiş olmaktır.
b-
Edasının vacib oluşunun şartıdır ki vücut sağlığı, hissî engeller
bulunmaması,
yol güvenliği, kadın hakkında iddet bekleme durumu olmaması, kocası
veya bir
mahreminin, yanında beraber bulunmasıdır.
C)
Vâcibleri:
1-
İhramı mîkattan veya bir sakıncası yoksa daha önceden giymek,
2-
Arafat'ta vakfeyi, güneşin batışına kadar uzatmak,
3-
Müzdelife'de de vakfe yapmak,
4-
Safâ ile Merve arasında yedi şavt sa'y etmek,
5- Sa'yi,
ona hazırlık olan bir tavaftan sonra yapmak.
6-
Tahsis edilmiş olan yerde taş atmak,
7-
Halk veya taksîr, yani başını kazıtmak veya saçlarını kısaltmak,
8-
Mekke'ye dışardan gelenler için "tavaf-ı sader" denilen veda tavafı
yapmak,
9-
Tavafa Hacer'ül-Esved'den başlamak,
10-
Tavafı sağdan yapmak,
11-
Özrü yoksa tavafta yürümek,
12-
Tavafta, cünüblükten ve abdestsizlikten temizlenmiş olarak bulunmak,
13-
Avret yerlerini örtmek,
14-
Tavafın yedi şavtından son üçünü yapmak (ilk dördü farzdır).
15-
Sa'ye Safâ'dan başlamak,
16-
Kıran ve temettu' haccı yapanlar için kurban kesmek,
17-
Her yedi tavaftan sonra iki rekat namaz kılmak.
18-
Şeytan taşlama ile tıraş olma arasındaki tertibe riayet etmek.
19-
Kurban kesme günlerinde kurban kesmek.
20-
Tıraşı yerinde ve zamanında olmak.
21-
Ziyaret tavafını, kurban bayramının ilk üç gününde yapmak. Bu
vâciblerden biri
terk edilirse kurban kesmek gerekir.
D)
Sünnetleri:
1-
Kudûm tavafı yapmak, yani Mekke'ye girince Kâbe'yi tavaf etmek.
2-
Kudûm tavafında veya farz tavafta "remel" yapmak, yani tavafın üç
şavtında -devrinde- harp meydanında savaşa çıkmış pehlivan gibi
omuzlarını
titreterek yürümek.
3-
Safâ ile Merve arasındaki iki yeşil direk arasında koşmak.
4-
Tahsis edilen günlerde geceleyin Mina'da yatmak.
5-
Mina'dan Arafat'a güneş doğduktan sonra, Müzdelife'den Mina'ya da güneş
doğmadan önce hareket etmek.
Bunlardan
başka daha birtakım hususlar ki müstehabları ve edepleri ile beraber
tafsilatı
fıkıh kitaplarındadır.
E)
Haccın Yasakları: Bu da iki çeşittir:
1-
Şahsın kendinde yapmaktan men edildiği şeylerdir ki cinsi münasebet,
saç ve kıl
kesmek, tırnak kesmek, koku sürünmek, başını ve yüzünü örtmek, dikişli
bir şey
giymektir.
2-
Başkasına yapmaktan men edildiği şeylerdir ki birisini tıraş etmek;
gerek Harem
ve gerekse Hıll bölgesinde av yapmaktır.
İhramdan
çıkıncaya kadar bunların hiç biri yapılamaz, yapılırsa ceza lazım
gelir. Gerçi
Haremin ağacını kesmek dahi yasak ise de bu yasaklık, hacca ve ihrama
mahsus
değildir. Şâfiî mezhebinde Safâ ile Merve arasında sa'y ve bir görüşe
göre
tıraş veya saçları kısaltmak da haccın farzlarından ve hatta
rükünlerindendir.
Haccın
şer'î sebebi Beytullah'tır. Çünkü hac, ona muzaf olur da "Beytin
haccı" denir. Beyt ise bir olup tekrar edilmediğinden hac, müslümana
ömründe bir kere fevren, yani ilk imkan senesinde farz olur. Sonraya
bırakma
yoluyla farz olup acele edilmesinin daha faziletli olduğu da rivayet
edilmiştir. Bu âyetlerin nâzil olduğu kaza umresi yılında Peygamber
efendimiz,
Zilkâdede umre suretiyle Kâbe'yi ziyaret etmiş ve bir yıl önce
müşriklerin
engellemeleriyle tamamlayamadığı umreyi bu şekilde kaza ettikten sonra
antlaşmaya göre üç günden fazla Mekke'de kalamayacaklarından hacdan
önce geri
dönmüştü.
Ertesi
yıl, hicretin sekizinci yılında Hudeybiye antlaşmasının müşrikler
tarafından
bozulmasından dolayı, Ramazan-ı Şerifte hareket edilmiş ve Ramazanın
son on
gününde Mekke fethedilmiş; Şevval içinde Huneyn savaşı, Taif kuşatması
yapılmış, Resulullah, yine bir umre yaparak hac vaktinden önce
Medine'ye
dönmüştür. O sene Mekke'de vali bırakılan Attab b. Üseyd, Arab
geleneğine göre
insanlara hac yaptırmıştı. Daha ertesi hicretin dokuzuncu yılında Hz.
Ebu Bekir
es-Sıddîk (r.a.) Hz. Peygamber tarafından hac emiri tayin buyurulmuş,
ilk
olarak bu yıl İslâmî hac yerine getirilmişti. Bundan sonra Beyt-i
Şerif'in
(Kâbe'nin) çıplak olarak tavaf edilmemesi ve müşriklere hac
yaptırılmaması ilan
olunmuş ve nihayet hicretin onuncu yılında bizzat Resulullah, ilk ve
son olarak
haccı eda etmiş ve hac ibadetini tamamen öğretmişti... Bu seneye
"Haccetü'l-vedâ" denilmiş ve ertesi yıl Peygamberimiz vefat etmiştir.
Bundan dolayı Resulullah'ın yaptığı bu son haccın, farzı eda için
olduğunda
şüphe yok ise de öncekilerin farz olduğu sabit değildir. Bu, "Hac ve
umreyi
Allah için tamam yapın." (Bakara, 2/196) emri, haccın aslının farz
olduğunu kesin olarak ifade etmeyip, başlanmış olan herhangi bir hac ve
umrenin
tamamlanmasının vacib olduğunu ifade ettiğine göre hac, daha sonra:
"Yoluna gücü yeten her kimsenin, o beyti haccetmesi, insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) delili ile farz kılınmış ve
Peygamber tarafından da ilk imkân senesinde ertelenmeden yerine
getirilmiştir.
Bununla
beraber haccın daha önce bu âyetlerle kaza umresi senesinde farz
kılınmış olması
düşünülmekte ve bu takdirde Peygamber tarafından gecikmeli olarak eda
edilmiş
olması da muhtemel bulunduğundan haccın farz oluşunun fevrî (tehirsiz)
olup
olmaması imamlar arasında ihtilaflıdır. İmam-ı Azam'dan iki rivayet
vardır.
Birini İmam Ebu Yusuf, diğerini İmam Muhammed tercih etmiştir. Daha
sahih
olanı, Ebu Yusuf rivayeti olan fevrîdir. İmam Mâlik'ten tercih edilen
rivayet
ise İmam Muhammed gibi sonraya bırakmadır.
Haccın
hikmetine gelince, bunun, dini ve dünyevi birçok faydayı kapsadığı her
türlü şüpheden
uzaktır. Bu cümleden olarak kıble işinde açıklanan, "Nerede
bulunursanız
bulunun, Allah hepinizi bir araya getirecektir." (Bakara, 2/148)
ifadesinin yüce kapsamındaki sosyal birliği fiilen tecelli ettirecek
olan en
büyük ve en geniş bir kulluk nişanesidir ki bunun şümûlünün
genişliğini, yer
küresi üzerindeki hiçbir yerde bulmak mümkün değildir. Zira Kâbe-i
muazzama
kadar kutsallığı eski olan hiçbir tevhid mabedi yoktur. Kâbe'nin,
İbrahim
milletiyle ilgisi, bütün semavî dinlerce kabul edilmiş; hatta Hz.
Adem'e kadar
ulaştığı da rivayet edilegelmiştir.
Mekke'nin
hürmeti, (saygınlığı) ta yeryüzünün yaratılmasıyla mevcuttur. Kâbe'yi
haccetmek, insanlığı bütün esas kökeninden birleştirmeye yönelik ve
buna
yardımcı olduğu halde; ondan sonra ortaya konan mabedler ve yerler
nispeten
özel oluşlarından dolayı böyle herkesi birleştirmeye uygun değildir.
Hatta
bizzat Peygamber'in kabrinin toprağı Kâbe'den efdal olduğu halde, Kâbe
için
mevcud olan haccın sebepleri ve özellikleri bunda bile tasavvur
olunamaz. Şu halde
Allah nezdinde hacca en layık olan birlik kıblesinin, herhalde "eski
ev" yani Kâbe olduğunda hiç şüphe yoktur. Bundan başka Kâbe arayanlar,
tevhide değil; şirk ve ayrılığa çalışmış olurlar.
Sonra
hac, bir taraftan namaz gibi bedenî, diğer taraftan zekat gibi malî
yönleri
içeren toplayıcı bir ibadettir. Aynı zamanda cihad mânâsını da
taşımaktadır.
Nitekim bir hadis-i şerifte vârid olduğuna göre: "Hac, bir cihaddır,
umre
tatavvu (nafile)dur." Yine bu münasebetledir ki burada hac meseleleri,
cihad emirleriyle beraber nâzil olmuştur.
UMRE:
Sözlükte ziyaret mânâsınadır. Dinî bakımdan ihram, tavaf, sa'y, sonra
da tıraş
olmak veya saçları kısaltmaktan ibaret olan özel bir ziyarettir. Umre,
küçük
bir hac demektir ki ihram şartı, tavaf ve sa'y rükünleri, tıraş olmak
veya
saçları kısaltmak vacibidir. Demek ki bunun hacdan mahiyet itibariyle
farkı;
vakfe rüknünün bulunmaması, sa'yin rükün olmasıdır. Hüküm itibariyle
farkı da
hac farzdır; umre ise farz değil, nafile bir ibadettir. Bununla beraber
göreceğimiz üzere bunun da farz olduğunu söyleyenler vardır. Şimdi bir
senenin
hac aylarında, hac ile umrenin birlikte yapılması veya yapılmamasına
göre
haccın üç çeşidi vardır: bunlar da ifrad haccı, temettu' haccı ve kıran
haccıdır.
a)
İfrad haccı: Mekke'ye dışardan gelenlerin, mikattan yalnız hac
niyetiyle ihrama
girip, kudûm tavafını yaptıktan sonra hacla ilgili fiiller bitinceye
kadar
Mekke'de ihramlı olarak kalmalarıdır. Bunda umre bulunmayıp bir tek hac
yapılmış olduğundan buna müfrid haccı veya ifrad haccı denir. Mekke'ye
dışardan
gelenlerin, ihramsız geçmeleri caiz olmayan mikat yerleri beştir:
Zülhuleyfe,
Zati ırk, Cuhfe, Karn, Yelemlem'dir.
b)
Temettu' haccı: Mikattan umre niyetiyle ihrama girip, umre için tavafı
ve sa'yi
yaparak tıraş olup ihramdan çıkmak; sonra Mekke'de bir Mekke'li gibi
kalıp,
nihayet terviye gününde hac için haremden ihrama girerek haccı
tamamlamak ve
kurban kesmektir. Uzun süre ihramda kalmamak için umreden bu şekilde
istifade
edildiğinden dolayı buna temettu' haccı adı verilmiştir.
c)
Kıran haccı: Mikattan hem umre ve hem de hac, ikisine birden niyet ile
ihrama
girip, Mekke'ye varınca önce umre için tavaf ve sa'y, sonra hac için
kudûm
tavafı ve sa'y etmek, daha sonra ihramdan çıkmaksızın sonuna kadar hac
fiillerini yapmak ve kurban kesmektir. Cahiliye devrinde umre ile
haccın, hac
aylarında birlikte yapılması caiz değildi. Bu âyet, bunların meşru
olduğunu
açıklamak için nazil olmuş ve şükranesi olmak üzere kurbanı da vacib
kılmıştır.
Şöyle ki:
Yukardaki
emirleri yerine getirin. Allah için hac ve umreyi de tamamlayın. Yani
isterse
nafile olsun, hac ve umreden birine veya ikisine başladınız mı
tamamlayın,
eksik bırakmayın. Yahut da tamam olarak icra edin. Ne başından, ne de
sonundan
hiçbir eksik bulunmasın.
Geçen
Hudeybiye senesi umreye başlanmış, fakat müşriklerin harbe kalkışmaları
üzerine
tamamlanamamıştı. Onun için bu sene hem onun tamamlanmasiyle kazası
emredilmiş,
hem de bu münasebetle inkişafa hazır bulunan haccın meşru kısımlarına
da işaret
buyurulmuştur. "Amellerinizi iptal etmeyin!" (Muhammed, 47/33)
yasağında da açıklanacağı üzere genel olarak nafileler bile başlamakla
farz
olur ve eksik bırakılırsa kazası lazım gelir. Bundan anlaşılır ki bu
tamamlama
emrinde henüz haccın veya umrenin doğrudan vacib olduğuna dair kesin
bir delil
yoktur. Hac, bundan sonra "Beyt (Kâbe)i haccetmek, insanlar üzerinde
Allah'ın bir hakkıdır." (Âl-i İmrân, 3/97) nassı ile farz kılınmış ise
de,
umrenin doğrudan vacib olduğuna dair bir nas yoktur. Fakat birçok
âlimler ve
tefsirciler umrenin de vücûbunu, yani farz olduğunu söylemişlerdir.
Hz.
Âişe, İbnü Abbas, İbnü Ömer, Hasen-ı Basrî, İbnü Sîrîn, umre vacibdir
demişlerdir. İmam Şâfiî de bunu tercih etmiş ve tamamlamanın vacib
oluşunun,
aslın vacib oluşunu gerektireceği görüşüne sahip olmuştur. Bunun
tersine Abdullah
b. Mes'ud, İbrahim Nahaî ve Şa'bi'den umrenin "nafile" olduğu rivayet
edilmiştir. Mücâhid de: "Allah için hac ve umreyi tamamlayın." ilâhî
sözünde "Biz hac ve umre ile emrolunmadık." demiştir. Aynı zamanda
tamamlamanın mânâsında da seleften çeşitli rivayetler vaki olmuştur.
Hz.
Ali'den, Said b. Cübeyr'den ve Tavus'tan rivayet edilmiştir ki:
"Tamamlanmaları, ehlinin evinden bunlar için ihram etmektir."
demişlerdir. Mücahid: "Tamamlanmaları, bunlara girdikten sonra
sonlarına
ermektir" demiştir. Said b. Cübeyr ile Atâ: "Tamamlanmaları, bunları
sonlarına kadar Allah için yerine getirmektir. Çünkü ikisi de
vacibdir."
demişlerdir. İbn Ömer ile Tavus'tan: "Tamamlanmaları, ifradlarıdır."
diye rivayet edilmiş, Katâde de: "Umreyi tamamlamak, umreyi hac
aylarının
dışında yapmaktır." demiştir.
Görülüyor
ki, bunların aslı ilk plânda iki mânâya yöneliyor: Birinde
"Başladığınızı
tamamlayın." demek, diğerinde de gerek başından ve gerekse sonundan tam
yapın demek oluyor. Bir de tam yapmanın şeklinde ihtilaf edilmiş
bulunuyor.
Birinci mânâda doğrudan vücub ihtimali yoktur. Fakat ikinci de vacib
olması da
olmaması da muhtemeldir. Halbuki farziyet yani kesin vücub, ihtimal ile
sabit
olamayacağından, bu âyetten hac ve umrenin farz olduğunu anlamak mümkün
olamaz.
Bunun için Hanefi mezhebinde umre ayrıca farz olan bir ibadet değildir.
Hac da
dahil, hayır ve nafile kabilinden bir ibadettir. Her nafile gibi
başlamakla
vacib olup tamamlanması lazım gelir. Gerçekte umreye "hacc-ı asgar"
(küçük hac) denir. Böyle olduğu halde büyük hacda dahil olmayan
müstakil bir
hac farz olsaydı iki hac farz olması gerekirdi. Halbuki Akra b. Habis:
"Hac her sene midir, yoksa bir kere midir, ey Allah'ın Resulü?"
sorusuna cevaben Resulullah'ın: "Bir keredir, fazlası nafiledir."
buyurduğu sabittir. Yine Câbir hadisinde: "Umre kıyamet gününe kadar
hacda
dahildir." ve "hac, cihad, umre nafiledir." diye rivayet
edilmiştir. Bundan dolayı umrenin doğrudan vücubuna kesin delil
bulunmamakla
beraber, vacib olmadığına dair sahih haber de vardır.
Fakat
gerek hac ve gerekse umreye nafile olarak da başlanmış olsa, bütün
nafilelerde
olduğu gibi başlamak ve gerekli kılmakla vacib olacaklarından
tamamlanmalarının
farz olduğunda da şüphe yoktur. Bu bakımdan: İhramdan sonra ihsar
meydana
gelir, zorlayıcı bir engele tutulup, hacdan veya umreden kalırsanız ,
kurban
cinsinden kolayınıza gelen bir şey lazımdır.
HEDY
( ): Deve, sığır, davar cinsinden Beytullah'a hediye edilen
kurbanlıkların
ismidir ki en azı bir koyun veya keçidir. "Büyük baş hayvan"ın yedide
biri de yeterli olur, ... ve gibi tekiline de "hedye" denir.
İhsar,
sözlükte mutlak men (yasaklama) mânâsınadır. Dini bakımdan, ihramdan
sonra
şer'î bir özürle haccın vakfe ve tavaf iki rüknünü de yerine
getirmekten veya
umreden menedilmiş olmaktır. Âyette ihsar, mutlaktır. Bundan dolayı
gerek
düşmanın engellemesi, gerekse kırıklık gibi bir hastalık ve topallık
gibi bir
sakatlık veya harcanacak malın kayboluşu yahut da kadın hakkında
mahreminin
bulunmaması engellerinin alıkoyması da ihsardır.
Fakat
İmam Şâfiî, nüzul sebebi dolayısıyla yalnız düşmanın engellemesine
tahsis
etmiştir. Başlanmış olan hac ve umrenin tamamlanmaları vacib olunca,
ihramdan
sonra ihsara uğrayanların, bunları tamamlamadıkça en azından bir sene
ihramdan
çıkamamaları gerekeceği, bunun ise pek zor bir iş olacağı için
kolaylaştırma
bakımından ihsar halinde meşru olarak ihramdan çıkabilmek üzere kurban
göndermek vacib kılınmıştır. Fakat, kurbanlık, varacağı yere ulaşıncaya
kadar
başlarınızı tıraş etmeyiniz. Yani ihramdan çıkmayınız. Bundan dolayı
ihsara
uğrayan ihramlı bir kimse, ihramdan çıkmak isterse Harem-i Şerife
kolayına
gelen bir kurban gönderir. Gönderdiği kimse ile bir gün kararlaştırır.
O gün
gelip de kurbanının kesildiği zannı hasıl olduğu zaman başını tıraş
edip
ihramdan çıkabilir. Çünkü kurbanın varacağı yer, "Kâbe'ye ulaşacak bir
kurbanlık." (Maide, 5/95) ifadesinin delaletince Harem'in içidir.
Abdullah
b. Mes'ud, İbn Abbas, Atâ, Tavus, Mücâhid, Hasen, İbn Sîrîn bu
görüştedirler.
Hanefilerin ve Süfyân-ı Sevrî'nin görüşleri de budur. Fakat İmam Mâlik
ve
Şâfiî, ihsara tutulan kimse için kurbanın varacağı yerin, ihsar yeri
olduğunu
ve yerine ulaşmasının da o mevkide kesilmesinden ibaret bulunduğunu
söylemişlerdir. Kur'ân'ın zahirine aykırı olan bu mânâya gitmelerinin
sebebi de
Hz. Peygamber'in Hudeybiye ihsarında kurbanını bulunduğu yerde kesmiş
olmasıdır. Hudeybiye mevkii ise Harem'in dışında Hıll kısmındadır.
Fakat
Hudeybiye'nin bir tarafı Hıll, bir tarafı Harem'dir. Resulullah'ın
konak yeri
Hıll'de, namazgâhı da Harem tarafındaydı. Yani ihsar yeri,
Hudeybiye'nin Mekke
altına doğru olan tarafıydı ki burası Harem bölümündendir.
Resulullah'ın
kurbanını Harem'de boğazlamış olduğu da Zühri'den açıkça
nakledilmiştir. Bu
bakımdan âyetin nassını, zahirinin aksine yorumlamaya gerek yoktur.
Demek ki her
iki takdirde kurban kolay gelmezse, kolay gelinceye veya tavaf edinceye
kadar
ihsara tutulan kimse, ihramında kalmaya mecbur olacaktır. Kurbanlık
gönderen de
yerine ulaşmadan önce tıraş olamayacaktır. Ancak, ihramda bulunan
sizlerden
gerek ihsara tutulmuş ve gerekse tutulmamış herhangi biriniz tıraşa
muhtac
olacak derecede hastalanır, yahut başında kehle (bit) ve yara gibi bir
eziyeti
bulunur da vaktinden önce başını tıraş ederse, ona da oruç veya sadaka
yahut da
kurban, bu üç çeşidin birinden bir fidye vacib olur.
Bunun
nüzul sebebi, Ka'b b. Ucre hadisesi olmuştur. Meşhurdur ki Hudeybiye
senesi
Resulullah Ka'b b. Ucre'ye uğramış, başının bitlendiğini görmüş,
"Galiba
bitlerin sana eziyet veriyor?" diye sormuş. "Evet, ey Allah'ın
Resulü" deyince: "Tıraş ol da üç gün oruç tut veya altı yoksula bir
fark hurma tasadduk et yahut da bir koyun kurban kes." diye emretmişti.
Bir fark, üç sa'dır. Bu hadisin bir rivayetinde altı sa' tabiri vardır
ki bu
daha uygundur. Nüzul sebebi ihsar ve kehle (bit) eziyeti olmakla
beraber,
âyetin mânâsı ihsara tutulan, tutulmayan, her türlü hastalık ve eziyet
hususunda geneldir. Hastalık ve eziyet, baş tıraşına muhtaç
kılabileceği gibi,
elbiseye ve koku kullanmaya da ihtiyaç duyurabilir. Bu şekilde hüküm,
ihram
hâlindeki hac yasaklarının hepsini içine alarak fidye şartıyla ruhsatı
kapsar
ki geniş açıklaması fıkıh kitaplarındadır. Sonra ihsardan emin
olduğunuz, yahut
güven ve genişlik içinde bulunduğunuz zaman, her kim hac zamanına kadar
umre
ile istifade etmek, yani umreyi hacla birleştirerek kıran haccı yapmak
veya
umre ihramından çıkmakla hac ihramına kadar serbest kalmak ve ihram
yasaklarından yararlanmak suretiyle temettu' haccı yapmak isterse, bu
temettu'
sebebiyle kurban çeşitlerinden kolayına gelen bir şey vacibdir. Yani
kıran
haccı veya temettu' haccı yapanların, kurbanlık gönderip, sonunda bir
kurban
kesmeleri vacibdir.
Bu
kurban, İmam Şâfiî'ye göre zorlama kanıdır, sahibi yiyemez. Çünkü ona
ve İmam
Mâlik'e göre ifrad haccı, temettu' ve kırandan daha efdaldir. Onun için
bu kurban,
umre ile haccın birlikte yapılmasından doğan eksikliği telafi içindir.
Fakat
biz Hanefilere göre bu kurban şükür kanıdır. Çünkü aslında kıran,
temettu'dan;
temettu' da ifraddan daha efdaldir.
Böyle
cahiliye adetini nesheden kıran veya temettu' suretiyle iki ibadetin
birden
edasına muvaffak olmak, ayrıca şükrü gerektiren bir nimettir ve kurban
bunun
içindir. O halde bundan sahibi de yiyebilir. Bu ihtilafın sebebi de
"veda
haccı"nda Resulullah'ın haccının, hangisi olduğu hakkındaki
rivayetlerin
farklı oluşudur.
Bu
konuda en büyük, en güzel ve en kapsamlı esas, Sahih-i Müslim'de, İbnü
Ebî
Şeybe, Ebu Davud, Neseî, Abd b. Hamid, Bezzar ve Dârimî Müsnedleri gibi
diğer
hadis kitaplarında rivayet olunduğu üzere Cafer-i Sadık hazretlerinin
babası
vasıtasıyla Cabir b. Abdullah (r.a.) hazretlerinden gelen sahih
rivayettir.
Geniş bilgi için yerine ve bu cümleden olarak Hanefi fıkhından Hidaye
şerhi
Fethü'l-Kadir'e müracaat edilebilir.
Bundan
dolayı her kim kurbanlığı bulamazsa, üç gün hacda, yedi de döndüğünde
oruç
tutması gerekir. Hacdaki hac ayları içinde tutulur ki müstehab olan
Zilhiccenin
yedinci, sekizinci ve dokuzuncu günleridir. Dönüşteki de hac fiillerini
bitirince ve Şâfîi'ye göre ailesine kavuştuğunda tutulmalıdır. İşte
kurban
yerine geçecek olan bu oruçlar, toplam itibariyle tam ondur. Sakın
ikisine de
ihtimali vardır veya muhayyer bırakılmıştır, şeklinde üç veya yedi gün
yeter
zannedilmesin. Anlatılan temettu' veya Şâfiî'ye göre kurban hükmü ve
oruç,
ailesi Mescid-i Haram civarında oturanlardan olmayan kimseler içindir.
Bunlar,
oturdukları yer mikat dışında olan ve Mekke'ye uzaktan gelmiş
bulunanlardır.
Çünkü mikat halkı ve onlardan beridekiler, Mekke'ye ihramsız
girebildikleri
için Mekke halkı hükmündedirler. Mekke'den çıkanlar da mikatı
geçmedikçe, Mekke'ye
yine ihramsız dönebilirler. Bundan dolayı Mescid-i Haram civarında
oturanların
gerçekten ve hükmen dışında bulunanlar, mikatın gerisinde bulunan
âfâkiler
demek olur.
Fakat
İmam Şâfiî bunları, Mekke'de namazları seferi kılacak kadar bir
yolculuk mesafesinden
gelenler; Tavus, Mekke haremi dışından olan Hıll halkı; İmam Mâlik de
Bizzat
Mekke halkının dışındakiler diye anlamışlardır.
Kısaca
kıran ve temettu' haccı, mikat dışında oturan halktan bulunan ve
Mekke'ye
ihramsız girmeleri caiz olmayan âfâkiler hakkındadır. Âfâki olmayan
Harem ve
Hıll halkı ancak ifrad haccı yapmalıdırlar.
İşte
hac ve umreyi böyle Allah için tamamlayınız, ve Allah'a isyandan
sakınınız,
özellikle hac işinde son derece takva sahibi olunuz, ve biliniz ki,
Allah'ın
azabı pek şiddetlidir.
Gelelim
haccın vaktine:
197-
Hac bilinen aylardır. Yani haccın vakti öteden
beri insanlar arasında belli olan aylardır. İslâm şeriatı, bu belli
ayları
değiştirmemiş, fakat cahiliye devri Arapları "Nesî" dedikleri usûl
ile bazan hac mevsimlerini değiştirdiklerinden dolayı, bilinen vaktin
aslını
tesbit edip iyice yerleştirmiştir. Bu bilinen aylar, Şevval ve Zilkâde
ayları
ile Zilhicce ayının onuna kadar olan süredir. İbnü Abbas, İbnü Ömer,
Nehaî,
Şa'bî, Mücâhid ve Hasenü'l-Basrî hazretleri, onuncu gününün de dahil
olduğunu
açıklamışlardır ki Hanefî mezhebinin görüşü de budur. Haccın son bir
rüknü olan
ziyaret tavafı bu gün yapılır. Bununla beraber İmam Şâfiî, Zilhiccenin
ancak
dokuzunu saymış; Arafat'ta vakfeye yetişemeyenin, kurban kesme günü
olan onuncu
günü, imsak vaktinin girişi ile, haccının geçmiş olacağını düşünerek bu
günü
hac vaktinden saymamıştır.
İmam
Malik hazretleri de cem'in (çoğulun) en az miktarı üçtür diye
Zilhiccenin
hepsinin, hac aylarına dahil olduğunu söylemiştir ki Urve b Zübeyr'in
görüşüdür. Fakat gerek bu ve gerekse Şâfiî'nin görüşü, örf ve adete
aykırıdır.
Şu hâlde haccın vakti, bilinen bu iki ay on gündür. Üçüncü aydan bir
kısmının
hac vaktinde dahil olması, cem'i kıllet ile "eşhür aylar" denmesine
yeterli görülmüştür. Hac fiilleri, bir taraftan namaz vakitleri gibi
zarfa, bir
taraftan da oruç vakti olan gün gibi ölçüye benzeyen bu vakit içinde
yapılır.
Cahiliye devri Araplarının yaptığı gibi bu vakti değiştirmek caiz
olamaz. Acaba
haccın önceki şartlarından birine, yani ihrama da bu vakitten önce
başlanamaz
mı? Şâfiî: "Hayır, böyle bir ihram, ancak umre olur." demiştir. Fakat
bütün Hanefiler, İmam Mâlik, Sevrî ve Leys b. Sa'd, hac vaktinden önce
gerek
umre ve gerekse hac için ihramın caiz olduğu ve ancak gerek ifrad,
gerek
temettu' ve gerekse kıran şekillerinde geri kalan fiillerin, bu aylar
içinde
yapılmasının lazım geldiği görüşündedirler. Yani hac vaktinden önce hac
ihramı,
haram değil; sünnete aykırı olduğundan mekruhtur. "Ey Muhammed! Sana
yeni
doğan aylardan soruyorlar. De ki: Onlar, insanların vakitle ilgili
işleri ve
hac için zaman ölçüleridir." (Bakara, 2/189) âyetinde bu izne işaret
vardır ki geniş açıklaması, "Ahkâm'ül-Kur'ân"da ve fıkıh
kitaplarındadır.
Şimdi
hac vakti, bu bilinen ve kararlaştırılmış olan aylar olunca, Her kim bu
aylarda
haccı farz kılar; yani ihram, telbiye veya kurbanlık göndermekle
kendine
gerekli kılarsa, artık hac günlerinde ne cinsel ilişki veya cinsel
ilişki ile
ilgili sözler, ne yasak şeyleri işlemekle şer'î sınırlardan çıkmak, ne
de
hizmetçileri veya arkadaşları ile mücadele ve tartışma, hiç biri
yoktur. Sadece
aslında yasak ve çirkin olan şeylerden başka normal durumlarda mübah
olan
şeylerin bir kısmı da hacda yasaktır. Hac böyle tam bir temizlik, tam
bir
bağlılık ve eşitlik üzere bir uyum ve düzen içinde yapılmalıdır. Burada
haccın
ahlâkî gereklerine kapsamlı bir tenbih vardır ki geniş açıklaması,
fıkıh ve hac
ibadeti ile ilgili kitaplarda aranmalıdır. Böylece hacda namaz, oruç ve
zekatta
bile bulunmayan ferdî (bireysel) ve sosyal bir nefis terbiyesi, bir
ahlâkî
alıştırma hikmetleri bulunduğu unutulmamalıdır.
Bu
temizliklerle beraber, gücünüzün yetebildiği herhangi bir hayır
yaparsanız,
Allah onu bilir. Yani ecrini ihsan eder. Fakat hiçbir kötülüğünüzü
görmek
istemez. O halde, bütün hazırlığınızı görün. Azığınızı, yol
ihtiyaçlarınızı
iyice hazırlamış bulunun da takva sahibi olun. Çünkü en hayırlı azık
takvadan
ibarettir.
Âyette
geçen "zâd" kelimesi, yiyecek, içecek, giyecek, binecek ve diğer
ihtiyaçlara harcanacak mal demektir ki dilimizde "levazım" denir.
Bunun azık diye tercemesi bilinmektedir. Gerçi azık daha çok yiyecek ve
içeceğe
denmektedir. Fakat "zâd" da bu şekilde
kullanılmaktadır. Çünkü bunlar en zorunlu olanlarıdır. Deniliyor ki
Yemenliler
hacca azıksız olarak gelirler ve "Biz Allah'a tevekkül ediyoruz, O'na
güveniyoruz." derler, neticede halka yük olurlardı. Bu bölüm onlar
hakkında inmiş, dilencilikten ve halka yük olmaktan korunup sakınmaları
için
azık edinme emri verilmiştir. Bu şekilde bu âyet-i celile gösteriyor ki
takva,
istenilen şeylerin en özelidir. Her fenalıktan korunup takva
mertebesine ermek
için de azığını ve gerekli şeylerini hazırlamak lazımdır. Bunu
hazırlamayan ve
hazırlamak için çalışmayanlar, ihtiyacın sevki ile kötülüğe
düşebilirler. Aynı
zamanda insanların diğer azıkları ne kadar bol olsa, takva hisleri
bulunmadıkça
yine mutlu olamazlar, kötülükten korunamazlar, helak edici şehvetlere
bir
ihtiyaç gibi atılırlar. Şu halde azık hazırlamak, takvaya sebep olacağı
gibi,
takva hissi de azık hazırlamak için en büyük bir etkendir. Buna göre
hayırlı
azık takva ve takva en hayırlı azık demektir. Bu âyet-i celile, bu
şekilde şunu
da anlatıyor ki insan için iki yolculuk kararlaştırılmıştır. Birisi
dünyada
yolculuk, birisi de dünyadan yolculuktur. Dünyada yolculuk için
yiyecek,
içecek, binecek ve gerektiğinde harcayacak azık ve yiyecek lazım olduğu
gibi,
dünyadan yolculuk için de azık lazımdır. Bu da Allah'ı bilmek ve
Allah'ı
sevmekle Allah'ın koruması altına girmek ve Allah'tan başkasından yüz
çevirmekle, Allah'tan başkasına ihtiyaç arzetmemekledir ki bu takva
azığı,
öbüründen daha hayırlıdır.
Bunu
bilip her iki yolculuk için hazırlığınızı iyi görün, ve benim
emirlerime aykırı
davranmaktan sakınıp, benden korkun. Ey
temiz ve tam akıllılar!
198-Böyle
takva hissi ile ihtiyaçlarınızı iyi
hazırlamak, ilâhî emir ve tam akıl gereği olduğu için, Rabbinizin
herhangi bir
lütuf ve ihsanını istemenizde size hiçbir vebal ve günah yoktur. Yani
isterse
hac aylarında olsun, kazanç ve ticaretle rızıklarınızı, ihtiyaçlarınızı
kazanmaktan yasaklanmış değilsiniz. Geçen emirlere uymak şartıyla hac
ticarete,
kazanca engel değildir.
Deniliyor
ki Araplar cahiliye devrinde hac mevsimlerinde Ukaz, Mecenne, Zülmecaz
gibi
pazar ve panayırları açarlar ve onlardan geçimlerini sağlarlardı. İslâm
dini
gelince hacda bunlardan sakınmaya başlamışlar, bu âyet de bunun
hakkında
inmiştir.
Sonra,
Arafat'tan akıp gittiğinizde, yani arefe günü Arafat dağında cemaatle
birlikte
vakfeden boşanıp aktığınızda, Meş'ar-i Haram yanında yani Müzdelife'de
Allah'ı
zikredin ki bu gece, akşam ve yatsı namazlarının burada birlikte
kılınması, bu
zikir emrinin yerine getirilmesidir. Çünkü
namaz en büyük zikirdir. Bundan başka, ve Allah size böyle güzel
hidayetler
bahşettiği gibi, siz de orada vakfe yapıp, telbiye, tehlil ve dualarla,
bilebildiğiniz güzel güzel zikirlerle O'nu anın. Bilirsiniz ya siz
bundan önce
sapıklıklar içindeydiniz. İman ve ibadetten haberiniz yok, ne yaptığını
bilmez
şaşkınlar topluluğundandınız.
ARAFAT:
Arefe günü hacıların vakfeye durdukları dağın adıdır ki Mekke'ye on iki
mil
mesafededir ve oradaki dağların en yükseğidir. Zilhiccenin sekizinci
gününe
"terviye günü" dendiği gibi, dokuzuncu gününe de "arefe
günü" denir ve bu gün Arafat'ta vakfeye çıkılır. Esas itibariyle
"arefe" kelimesinin çoğulu veya çoğulu gibi olan "Arafat"
isminin, bu dağa ne sebeple özel isim olduğu ve bunun doğrudan konulmuş
bir
isim mi, türetilmiş veya nakledilmiş mi olduğu hakkında çeşitli
görüşler
vardır. Türetilmiş olduğu görüşünde bulunanlar da tanımak mânâsına
"marifet"ten veya "itiraf"tan, yahut da güzel koku mânâsına
"arf"tan türetilmiş olduğunda ihtilaf etmişlerdir. Bu ihtilaflar
sebebiyle isimlendirilme şekli kesin olarak tesbit edilmiş değilse de
her biri
Arafat dağının bir özelliğini göstermiş olması itibariyle isimden çok o
ismin
sahibinin anlatılmasına yararlı olmuştur.
Hz.
Âdem ile Havva'nın burada karşılaşıp birbirlerini tanımış olmaları; Hz.
İbrahim'in, burayı görünce geçmiş vasıflarla tanıması, yine onun,
Cebrail'in
hitabı ile hac ibadetini burada tanımış olması; Hz. İsmail'in,
annesinden bir
müddet ayrılıp sonra burada karşılaşarak tanışmış olmaları; hacıların
burada
birbirleriyle güzel bir şekilde tanışmaları; burada vakfeye duranların,
Hak
Teâlâ'nın, Rabliğini ve yüceliğini, herkesin O'na muhtaç oluşunu ve
O'nun
hiçbir şeye muhtaç olmayışını ve insanlığın miskinlik ve ihtiyacını
itiraf
etmeleri; nihayet hacıların, günah pisliklerinden temizlenerek Allah
katında
cennetlere layık olan güzel manevi bir koku kazanmaları gerçekten
Arafat
dağının özelliklerindendir. Arefe ve Arafat, ikisi de bu dağın adıdır.
"Arefe günü" buna bağlıdır, bunun günüdür. "Kâfirleri ümitsizliğe
düşürme günü", "dini tamamlama günü", "nimeti tamamlama
günü", "Rıdvan -rıza- günü" isimleri de Arefe gününün özel
isimlerindendir.
MEŞ'AR-İ
HARAM: En sahih rivayete göre Müzdelife'de "Kuzah dağı" adı da
verilen ve üzerinde "Mîkâde" denen, "hürmet edilen alamet"
demek olan silindir şeklinde bir taş bulunan tepedir. Önceleri
odunlarla
ocaklar, Harun Reşid zamanında büyük mumlar, daha sonra büyük kandiller
yakılırdı. Nihayet üzerine bina yapılmıştır. Asıl Meş'ar-i Haram bu,
Meş'ar-i
Haram'ın yanı da Müzdelife'dir. Arafat'ın "Urene" vadisinin içinden
başka her tarafı vakfe yeri olduğu gibi Müzdelife'nin de "Muhassir"
vadisinden başka her tarafı vakfe yeridir. "Meş'ar-i Haram'ın
yanında" buyurulması, Muhassir vadisinin istisnasıyla Müzdelife'ye ve
meş'arin yakınında zikrin daha faziletli olduğuna işarettir. Gerek
Arafat ve
gerekse Müzdelife vakfeleri hakkında birçok hadis-i şerifler vardır. Bu
cümleden olarak, Resulullah: "Hac, Arefe demektir; Arefe'ye yetişen,
hacca
yetişmiş olur." Yine aynı şekilde Müzdelife'de: "Bizimle beraber bu
namazı kılan ve bizimle beraber şu vakfe yerine duran ve ondan önce
gece veya
gündüz Arefe'de vakfe yapmış olan kimsenin haccı tamam olur ve tavaf
yapıp
ihramdan çıkması zamanı gelir." buyurmuştur.
199-Herkes
Arafat'ta vakfe yaparken Kureyş ve onların dindaşları
olanlar,
yani yukarılarda açıklandığı üzere dinî kahramanlık iddiasıyla
"humûs" adıyla anılanlar, Arafat'a çıkmazlar da cemaatleriyle
Müzdelife'de dururlar ve: "Biz Allah'ın dostlarıyız, Haremin
hizmetçileriyiz." diye diğer insanlardan öne geçmek ve üstün olmak
isterler, onlarla vakfe yerinde eşitliğe razı olmazlardı. Bu sebeple şu
âyet
inmiş ve Arafat'ta bulunmanın vacib olduğuna işaret için buyurulmuştur
ki:
Bundan sonra insanların öteden beri akıp geldiği yerden, yani
Arafat'tan akıp
geliniz, yalnız Müzdelife ile yetinip eşitliği bozmayınız. ve şimdiye
kadar
yaptığınız muhalefetten dolayı da Allah'tan bağışlanma dileyiniz. Şüphe
yok ki
Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. Siz bağışlanma
dilerseniz,
rahmetiyle O, günahlarınızı bağışlar da muhaliflere mahsus olan
azabından
korur. Şüphe yok ki, genel olarak akıp gelmenin Arafat'tan yapılmasının
lüzumlu
oluşu, hacda herkesin Arafat'ta bulunmasına bağlıdır ve Arafat'a
yetişmeyen,
hacca yetişmemiş olur.
200-
Sonra hacla ilgili ibadetlerinizi bitirdiğinizde, önceden
atalarınızı
anıp, zikrettiğiniz gibi şimdi de öyle ve hatta daha kuvvetli bir
şekilde
Allah'ı zikrediniz. Bu zikir emri de haccın arkasından Mina günlerine
işarettir. İslâm'dan önce Araplar, âdetleri üzerine hac ibadetlerini
bitirdikten sonra Mina'da mescid ile dağ arasındaki yerde dururlar,
atalarının
övgülerini ve özel günlerini anıp hatırlarlardı. Bunun yerine şimdi
Mina'da
Allah'ın zikri ile meşgul olmak emredilerek o adetin kaldırılmasına ve
bundan
başka hacdan alınan kutsal uyanışın devamının gerektiğine işaret
buyuruluyor ki
şeytan taşlamak ve tekbirler almak, bunun son ve seçkin bir hatırasıdır
ve bu
şekilde kelime-i tevhiddeki şirki kaldırma mânâsı, bütün amelî
gerekleriyle
yapılarak gösterilmiş olmaktadır.
Bu
âyetle gösteriliyor ki haccın elde edilen sonuçları, yalnız atalar
hatırası
gibi dar bir sahada durarak onları hatırlama hayaliyle gururlanmak
değildir.
Aile ve yakınlarından, vatanından ayrılıp mallar harcayarak,
sıkıntılara
katlanarak hac yolculuğuna dayanan, gurbetin, ihram ve vakfenin ruha ve
bedene
ait tesirleri altında bütün bir sosyal denize dalıp, eski ve mukaddes
bir
tarihin yüce prensipleri arasında insan hayatının uğradığı
değişiklikleri,
âlemin ince safhalarını seyreden, fanilerin acizliklerini, bakî olanın,
ebedîlik sırrını sezen akıllı ve olgun insanların, bu ibadetten
alacakları ruhî
uyanış, her türlü şirk eserlerini atıp tam birliğe doğru yürümek,
nefsin şahsî,
ailevî ve kavmî gururunu, tabiatın şehevî arzularını, ruh levhasının
batıl ve
yok olucu nakışlarını silip Allah'a dua ve yalvarış ve istiğfarla ve
başka
şeylerden ilgiyi kesmekle daimî zikir içinde duyguları arz etmek ve
kalblerde
tek olan Allah'ın nurunun tecellisini (ortaya çıkışını) görmek gibi
güzel bir
sonuç ile sonuçlanmalıdır.
Böyle
ama, insanların hepsi, bu gayeye ermek için zikir ve dua eder mi
dersiniz?
Hayır, Şu insanların bir kısmı vardır ki, Ey Rabbimiz! Bize vereceğini
dünyada
ver, der, ve bunun ahirette hiçbir nasibi veya isteyeceği bir payı
olmaz. Göreceği
bütün yardım ve lütuf dünyaya mahsustur.
İmam
Fahreddin Razî tefsirinde der ki: "Mutlulukların mertebeleri üçtür:
Ruha
ait, bedene ait ve dışarıya ait. Ruha
ait mutluluk ikidir. Birisi ilimle görüş kuvvetinin tamamlanması, biri
de üstün
ahlâk ile amel kuvvetinin tamamlanmasıdır. Bedene ait mutluluk da
ikidir. Sağlık, güzellik. Dış
mutluluk da ikidir.
Mal, makam. 'Bize dünyada ver.' talebi de bu kısımlardan her birini
içine
alır." Çünkü ilim, dünyada süslenmek ve emsalinden öne geçmek için
istenirse dünyadan olur. Yine aynı şekilde üstün ahlâk da dünyada başa
geçmek
ve dünya menfaatlerini zapt ve idare etmek için istenirse bu da
dünyadan olur.
Öldükten sonra dirilmeye ve kâinatın sonuna imanı olmayanlar da gerek
ruha ve
gerekse bedene ait herhangi bir fazileti isterlerse ancak dünya için
isterler.
201-
Yine insanlardan diğer bir kısım vardır ki, "Ey Rabbimiz!
Bize hem
dünyada hasene (iyilik), hem ahirette hasene (iyilik) ver ve bizi ateş
azabından koru!" der, böyle dua eder.
HASENE:
İnsanın nefsinde, bedeninde, durumlarında kavuşmakla sevineceği her
nimettir ki
isim mânâsıyla güzel ve güzellik demektir. Esasen hasen yani güzel,
sevince
sebep olan ve arzu edilen herhangi bir şey demektir ki hüsün, güzellik
onun
nefsinde etkili olan özel bir hâldir. Buna göre hüsün (güzellik),
aslında
ortada bulunan bir iş olmakla beraber, kıymeti sübjektif tesirleri
itibariyledir. Yani hüsün, istihsan (güzel saymak)dan önce gelir. Fakat
ortaya
çıkışı onunladır. Bunun için güzel üç çeşittir: Ya akıl ve basiret
yönünden güzel
bulunmuş, veya heves yönünden güzel bulunmuş, yahut da hüsün yönünden
güzel
bulunmuş olur. Halk güzelliği hissiyle ve genellikle gözüyle arar.
Kur'ân'da
bulunan hüsünler (güzellikler) ise genellikle basiret yönünden güzel
bulunmuş
olanlardır.
Hasen,
hasene ve hüsnâ arasında fark şöyledir: Hasen, hem zatlara hem mânâlara
söylenir. Hasene de sıfat olduğu zaman böyle ise de isim olunca manevi
şeylerde
bilinmektedir. Hüsnâ ise ancak manevi şeylerde söylenir. Kavuşulması,
başlangıçta sevince sebep olan hasenelerin bir çoğu, sonu ve neticesi
itibariyle felakete de sebep olabilir. Bu bakımdan asıl hasene, akıl ve
basiret
açısından güzel olan, sonucu iyi hasenelerdir (iyiliklerdir). Bunun
için yalnız
başlangıcı dikkate alarak dünya hasenesi (iyiliği) istemek, akıl işi
değildir.
Bunu isteyenler, o güzellik sevincinin her hâlde rahatsızlığını,
belasını
görürler. Önceki kısımdan olan insanlar, istediklerinin başlangıçta
olsun bir
hasene olup olmadığını da hesaba katmayarak sadece "ver ve dünyada
ver" diyorlardı. Buna karşılık olan basiret sahipleri ise başı ve sonu
gözeterek "Ey Rabbimiz! Hem dünyada hasene, hem ahirette hasene ver!"
derler. Hatta bu kadarla da yetinmeyip, ateş azabından mutlak bir
korunma da
talep ve dua ederler.
Ehl-i
Hakk'ın hâli lezzet, kâli lezzettir bütün.
Böyle
bir hüsnün peşinden koş da mağmûm (kederli) olma hiç.
O halde
böyle dünya ve ahiret haseneleri nelerdir? Tefsirciler diyorlar ki:
Dünyada
sağlık, geçinecek rızık, hayırda başarılı olmak, ahirette de sevabdır.
Hz.
Ali'den bir rivayette: "Dünya hasenesi, saliha bir kadın, ahiret
hasenesi
huridir, ateş azabı da kötü karıdır." diye vârid olmuştur ki misal ile
açıklamadır.
202-Kısaca
insanların bir kısmı yalnız dünyayı, bir kısmı da hem
dünya ve hem
ahiret güzelliğini ister, işte bu iki kısım insanlar yok mu? bunların
ikisinin
de istek ve dua şekillerine göre kazançlarından bir nasibi vardır.
Öncekiler
yalnız dünyada bir nasib alır, ahiretten mahrum kalır. Berikiler de hem
dünyadan hem ahiretten nasib alırlar. Allah da hesabı çabuk görendir,
bütün
bunların hesabını bir anda görebilir. Tefsircilerin çoğu "onlar"
ism-i işaretinin ikinci kısma ait ve nasîbin onlara mahsus olduğunu
göstermişlerse de Ebu Hayyan'ın açıkladığı üzere her iki kısmı içine
alması,
"Her kim ahiret kazancını isterse, onun kazancını artırırız. Her kim de
dünya kazancını isterse ona da ondan veririz. Ama onun için ahirette
hiçbir
nasib yoktur." (Şûrâ, 42/20) âyetine pek uygundur.
Şimdi
bunları dikkat nazarına alıp, niyetinizi iyice düzeltin:
203-
Ve özellikle sayılı günlerde Allah'ı tekbirle zikredin. Ki,
bu günlere
teşrik günleri denir. Hacla ilgili âyetlerde bir "sayılı günler", bir
de "bilinen günler" vardır. "bilinen günler" Zilhiccenin
ilk on günü veya "eyyâm-ı nahir" (yani Zilhiccenin on, onbir ve on
ikinci günleri), "sayılı günler" de ittifakla "Eyyâm-ı
teşrîk" (yani Zilhiccenin onbir, on iki ve on üçüncü günleri) ile
tefsir
edilmiştir. Teşrîk, yüksek sesle tekbir almaktır. Hz. İbrahim'e nisbet
edilen
ve yüksek sesle alınan ve bilinmekte olan hususî tekbire teşrîk tekbiri
denir.
Arefe günü sabahından kurban bayramının dördüncü günü akşamına kadar
tekbir ve
zikir günleridir ve "sayılı günler" bunun beşine de muhtemeldir.
Böyle olmakla birlikte birincisi arefe, üçü eyyam-ı nahir, beşincisi
yalnız
teşrîk günüdür. Fakat "teşrîk günleri" deyimi, özellikle Zilhiccenin
on birinci, on ikinci, on üçüncü, yani Kurban bayramının ikinci,
üçüncü,
dördüncü günlerine denir ki bu günler Mina'da tekbir alıp taş atma
günleridir.
Aynı zamanda bu günler, kurban etlerini serme günleridir ki teşrîkin
bir mânâsı
da budur. Şu halde tekbir günleri, beşe kadar ulaşıyorsa da, arefe ve
bayram
günü zikir ve tekbiri "eyyâm-ı malûmata" yani bilinen günlere dahil
olduğundan hac ibadetlerinin yapılmasından sonrası ile ilgili olan
"eyyâm-ı
ma'dudât" yani sayılı günlerin zikredilmesi, özellikle "teşrîk
günleri" denen bu üç gün demek olur. "Kim dönmek için acele
ederse" ifadesinin gelişi de bunu teyit etmektedir. Hacdan sonra şeytan
taşlamak, Kur'ân'da açıkça anlatılmamış, fakat bunun ayrıca Allah'ı
tekbir
etmeye (Allah'ı büyüklemeye) bir sebep olduğuna işaret buyurulmuştur.
Rivayet
edildiğine göre bu günler, Hz. Ömer (r.a.) çadırında tekbir alır ve
etrafındakiler de alır, hatta yolda ve tavafta bulunan bütün halk
tekbir
alırlardı. Kısaca yukarıdaki, "Atalarınızı andığınız gibi, şimdi de
Allah'ı anın." (Bakara, 2/200) âyeti, mutlak zikri; ona atfedilen,
"Sayılı günlerde Allah'ı zikredin." ifadesi ise teşrik tekbiri ile
özel zikri emretmektedir ki özetle mânâ şudur:
Arefe
ve nahir (Kurban bayramı günün)de bilinen zikirlerden başka, hac
ibadetinin
bitişiyle hacıların dönmesi için sayılı olan üç teşrîk günleri içinde
de,
namazların arkasında ve taş atmak gibi diğer sebeplerle açıktan
tekbirler
alarak Allah'ı zikrediniz ve bunu yapmadan dağılmayınız. Şu halde bu
arada her
kim iki gün içinde işini bitirip yani vatanına hareket için acele
ederse onun
üzerine günah yoktur. Fakat bir gün içinde değil. Bu sebeple, bu iki
günün
birincisine yani "karar günü" denir ki bu günde Mina'da bulunulur.
İkincisine de "birinci hareket günü" denir ki hacıların bazıları bu
gün Mina'dan hareket eder. Bu iki gün, bayramın ikinci ve üçüncü
günleri olup
hem eyyâm-ı nahirden, hem eyyâm-ı teşrîktendirler. Ve Her kim geri
kalıp da
şeytan taşlamasını "ikinci hareket günü" denilen ve son teşrik günü
olan üçüncü güne bırakırsa ona da günah yoktur. Acele etmek ve geri
kalmak
muhayyerdir. Fakat bu muhayyerlik ve günah olmayışı, mutlak değil,
takva sahibi
olan hacı içindir ve onun kalbine heyecan düşürmemek, ilâhî bir
taleptir. Çünkü
takva sahipleri, en küçük bir kusurdan sakınır ve aslında Allah katında
hacı,
böyle takva sahibi olanlardır. Bu sebeple, hepiniz de Allah'tan
korkunuz. ve
biliniz ki, siz ancak O'nun huzuruna toplanacaksınız.
204-Böyle
iken, insanlardan bazısı vardır ki, onun dünya hayatı
hakkındaki
sözleri, senin hayretini celbeder ve çok beğenecek olursun. O,
kalbindekine
Allah'ı şahit de tutar, kalbime, vicdanıma Allah şahittir ki bu böyle,
şu şöyle
gibi yeminler ederek, tatlı tatlı diller dökerek seni kandırmak için
parlak
parlak sözler söyler. Halbuki, gerçekte onun düşmanlığı yamandır ve
aslında
murdar olan kimselerin düşmanlığı pek yaman, pek gaddar olur.
205-
Senden ayrılınca veya bir iş başına gelince, yeryüzünde
bozgunculuk
çıkarmak ve ekinleri, nesilleri mahvetmek için koşar, dolaşır. Allah da
bozgunculuğu sevmez, fesada razı olmaz.
206-Buna
göre, o bozguncuya: "Allah'tan kork", denilince de ,
onu
izzet-i nefsi tutar, daha fazla günaha sokar. Ona da cehennem yetişir.
Bu
cehennem de ne kötü yataktır.
CEHENNEM:
Azab yurdu olan ateşin özel ismidir ve müennes (dişi) dir. Arapça
"Cehman" kelimesinden alınmış olup bu da "cehm"den
türetilmiştir. Cehm, sert ve çirkin olmak; cehman dibi görünmez derin
kuyu
demektir. Şu halde vezninde cehennem, alem (özel isim) ve müennes
olduğundan
dolayı gayr-ı munsarıf olmuştur. Bunun "Kehennam"dan
Arapçalaştırılmış, yabancı bir kelime olduğu ve gayr-ı munsarıf
oluşunun, ucme
ve alem olmasından kaynaklandığı da söylenmiştir.
Bu
âyetler, Sekîf Oğullarından Ahnes b. Şerîk hakkında inmiştir. Bu
münafık, Zühre
Oğullarının kendisiyle andlaşma yaptığı bir kimseymiş. Hz. Peygambere
gelmiş,
müslüman olduğunu açıklamış. Diller dökerek muhabbetten söz etmiş,
yeminler
etmiş, sonra Peygamberin huzurundan çıkınca müslümanların bir
çiftliğine
uğramış, ekinleri yakmış, hayvanları telef etmişti. Nüzul sebebi bu
olmakla
beraber, âyetin mânâsının, bu gibi vasıflarla vasıflanmış olan
münafıkların
hepsini kapsadığını, tefsircilerin birçok araştırıcıları
açıklamışlardır. Bu
münasebetle âyet, bir iş başına geçirilecek insanların, dillerine
bakılmayıp
durumlarının incelenmesi gerektiğini bildirmek için, insanlardan üçüncü
bir
kısmın özelliklerini göstermiştir.
207-Bununla
beraber insanların, bütün bunlardan başka seçkin
bir kısmı vardır.
Şöyle ki: İnsanlardan bazısı da vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için
canını
bile verir, yahut Allah rızası için dünyasını ve hatta canını bile
verir de
kendini ebedî olarak satın alır. O bilir ki mülk kendisinin değil
Allah'ındır.
En üstün gaye mal değil, Allah'ın rızasıdır. Allah rızası için canını
veren,
kendini ebedî acılardan kurtarmış ve en büyük ticarete ermiş olur.
Bunlar,
Allah'ın hâs (seçkin) kullarıdır. Din ve ibadet uğrunda sıkıntılara
katlanırlar, Allah yolunda harp ve cihad alanlarında canlarını ortaya
atarlar
veya öldürüleceğini de bilse iyiliği emredip, kötülükten menederler.
Bunların,
bütün gözettikleri nokta, Allah rızasıdır. Yaptıklarını Allah için
yaparlar,
istediklerini Allah için isterler. Bunlar, kendilerini ne dünyaya, ne
ahirete
değil; ancak Allah'a satarlar ve Allah'ın rızasını almakla da
kendilerini,
Allah'tan başka bütün şeylerden ve nefs-i emmârelerinden (kötülüğü
emreden
nefislerinden) satın almış, âzâd etmiş olurlar. Bunlar, "Ey Rabbimiz!
Bize dünyada bir iyilik,
ahirette de bir iyilik ver ve bizi ateş azabından koru!" (Bakara,
2/201) diyenlerden daha mutludurlar. Nefs-i râdiye
(Allah'tan
razı olan nefis) makamından da geçip, nefs-i merdıyyeye (Allah'ın,
kendisinden
razı olduğu nefse) ererler. Allah da kullarına çok şefkatlidir. Büyük
şefkatinden dolayıdır ki onlara takvayı teklif ve tavsiye etmektedir.
Kulların
kendi rızaları, onları Allah'ın rızası kadar esirgemez. Kendi rızasını
Allah'ın
rızasında, kendi iradesini Allah'ın iradesinde fâni kılmış (yok etmiş)
olanlar,
selamet ve saadetin en yüksek derecesine ererler. Fakat şurası da
unutulmamalıdır ki bazı insanlar, şeytanî bir gururla kendi
gönüllerinin
eğilimlerini, sırf Allah'ın rızası zannederek taassub ve cahiliye
gayreti ile
Allah'ın şeriatının aksine hareket eder ve kendilerini faydasız yere
tehlikeye
atarlar. Allah'ın emrettiği yerde ölmeyi istemez yasakladığı yerde
gönlünün
zorlamasına uyarak intihar etmeye kalkışır. Bu iki durumu ayırd etmek
için
Resulullah'ın ashabının hâlleri ile hâricîlerin hallerini
karşılaştırmak
yeterlidir. Meselenin ruhu, sırf Allah rızası için olmaktır ki bu da
Allah'ın
şeriatına bakarak, hareketleri Allah'ın emirlerine uydurmakla olur.
"Kendinizi, ellerinizle tehlikeye atmayınız." (Bakara/ 2/195) âyetine
bak.
Bu
âyetin nüzul sebebi hakkında üç rivayet vardır:
Birincisi:
İbnü Abbas'tan Süheyb b. Sinanı Rûmî hazretleri hakkında indiği rivayet
edilmiştir. Mekke müşrikleri bu zatı tutmuşlar, dininden döndürmek için
işkencelerle azab etmişlerdi. Suheyb, Mekkelilere karşı: "Ben ihtiyar
bir
adamım, malım ve servetim de var. Benim sizden veya düşmanlarınızdan
olmamın
size hiç zararı olmaz. Ben bir söz söyledim, ondan caymayı iyi görmem.
Malımı
ve servetimi size veririm, dinimi sizden satın alırım." demişti. Onlar
da
buna razı olmuşlar, salıvermişlerdi. Oradan kalkıp, Medine'ye gelirken
bu âyet
inmişti. Medine'ye girerken Hz. Ebu Bekir rast gelmiş: "Alışverişin
kârlı
olsun ey Suheyb!" demişti. O da: "Senin alışverişin de zarar
etmesin." demiş, "O ne?" diye sorduğunda: "Allah Teâlâ,
senin hakkında bir âyet indirdi." deyip, bu âyeti okumuştu.
İkincisi:
Hz. Ömer ve Ali'den iyiliği emredip, kötülükten meneden bir zat
hakkında
inmiştir, diye rivayet edilmiştir.
Üçüncüsü:
Hicret gecesi Resulullah'ın yatağında yatan Hz. Ali hakkında indiği
rivayet
edilmiştir.
208-
Geçen açıklamaları dinledikten sonra şu hitaba dikkat
ediniz:
Ey iman
edenler! Hepiniz böyle tam bir teslimiyet ve bütün varlığınızla barış
ve
selamete giriniz, kâmil bir müslüman olunuz. Şeytanın adımlarına,
insanları
yoldan çıkaran kâfirlerin ve sapıkların söz ve hareketlerine uymayın,
isyan,
bölücülük ve şeytanlık yollarına sapmayın. Çünkü o şeytan size gizli de
gelse
her halde açık bir düşmandır. İkinci bir mânâ ile: O, sizin Allah ile
ve
birbirinizle aranızı açacak ve sizi perişan edecek bir düşmandır.
Üçüncü bir
mânâ ile: O, sizi şaşırtmak için beliğ (belagatlı) ve parlak söz
söylemesini
bilen büyük bir düşmandır.
ES-SİLM
: Nâfî, İbn Kesîr, Kisâî, Ebu Ca'fer kırâetlerinde "sîn"in
fethasiyle, şeklinde, diğerlerinde kesresiyle şeklinde okunur ki, mânâ
birdir. İkisi de barış ve selamet demektir. Bu da aslında İslâm'ın,
boyun eğme
mânâsıyla ilgilidir. İslâm, Allah'a boyun eğmek ve ihlas demek olduğu
gibi, bir
de buna dayanmakla selamete girmek mânâsını ifade ediyor. Şu halde bu
âyet ile
iman ve İslâm'ın manası, dünya ve ahirette, barış ve selamete girmek
demek
olduğu anlatılarak bütün iman edenler, İslâm'ın kemaline davet
olunuyor.
Nitekim bir hadis-i şerifte olgun müslüman: "Müslüman odur ki
müslümanlar,
onun dilinden ve elinden selamet bulur." diye tarif edilmiştir. Bu ise
müslümanın elinden ve dilinden diğerlerini gücendirecek hiçbir zarar ve
eziyet
çıkmayıp, aksine selamet ve menfaat sebepleri çıkması gerektiğini
bildirmektedir ki, "Kim iyilik yaparak kendisini ihlas ile Allah'a
teslim
ederse..." (Bakara, 2/112) âyetinin yüce mânâsının, tam olarak
tatbikiyle
bütün hukukî ve ahlakî kânunlara riayeti emretmektedir.
Savaş
ve hac âyetlerinden sonra ruh halleri bakımından insanları dört sınıfta
özetledikten sonra müminlere bu âyetle hitap edilmesi, haccın, sosyal
uyanıştaki önemine ve tevhid inancı ile cihad ve haccın istenen
sonucunun,
genellikle barış ve selamet temini olduğuna ve bu konuda üstün ahlâkı,
hukukî
ve sosyal incelikleri içeren geniş bir amelî şeriatın bütün kapsamıyla
tatbikinin gerekliliğine dikkat çekmektir.
Bundan
dolayı ey müminler! Allah'ın emirlerine boyun eğmekle öyle mükemmel bir
sosyal
görünüm ve öyle muntazam bir İslâm yurdu meydana getiriniz ki aranızda
isyandan, kavga ve anlaşmazlıktan, birbirinize eziyetten, eğrilikten,
Allah'ın
haklarına ve kulların haklarına tecavüzden, kısaca Allah rızasına
aykırı
hareketlerden eser bulunmasın da, herkes, güven ve karşılıklı sevgi,
rahatlık
ve tam bir huzur içinde vazifeleriyle meşgul olsun, geleceğine ve
ahiretine tam
bir sevinçle yürüsün ve bunu bozacak fesatlara meydan verilmesin. Dünya
hayatı
hakkında parlak sözler söyleyip de kalbleri en merhametsizce
düşmanlıklarla
dolu olan, şeytanca hareket edenlerin arkasından gidilmesin.
209-
Size beyyineler, aklınızı erdirecek açık deliller
geldikten sonra da
kusur eder, barışa ve selamete girmekten ayrılırsanız, biliniz ki,
Allah,
gerçekten aziz ve hakimdir, çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir.
Benzeri
bulunmaz, yenilmeyen gâlib, güç ve kuvvet sahibidir ki hükmüne karşı
gelinmez,
dilediğini yapar, emrini derhal yerine getirir. Bununla beraber hikmet
sahibidir, her hikmeti bilir, yaptığını hikmetle sağlam olarak yapar.
İnsanların barış ve selametle, İslâm nizamı ile yaşaması da
hikmetindendir. Azîz
olan Allah, bu nizama karşı gelen ve şeytanlık yollarına sapıp, tevhid
hükmünü
ve barış hükümlerini bozmaya çalışan günahkârların haklarından gelir,
belalarını verir, eğer tehir ederse (geriye bırakırsa) o da
hikmetindendir.
210-Böyleleri,
başka bir şeye bakmazlar, ancak beyaz buluttan
gölgelikler,
örtüler, tüller içinde Allah'ın ve meleklerin onlara gelivermesine, ve
işin
bitirilivermesine bakarlar.
Ebu
Cafer kırâetinde olduğu üzere üzerine atfedilerek esre ile şeklinde
okunduğuna
göre: "Bunlar, artık başka bir şeye değil, ancak beyaz buluttan
gölgelikler ve melekler içinde Allah'ın onlara gelivermesine ve işi
bitirip,
akıl ermez, ümit edilmez bir şekilde kendini ve Allah'lığını onlara
gösterivermesine bakarlar." Allah, "Kendisinin benzeri gibi bir şey
yok." (Şûrâ, 42/11) olduğundan cisim şeklinde gelip gitmekten münezzeh
(uzak)tir. Şu halde bu âyet, birçok vecih ve mânâlara muhtemel ve
müteşabihtir
(mânâsı açık değildir). Bunun, muhkemlere (mânâsı açık ve kesin olan
âyetlere)
müracaatla tevilinde başlıca iki mânâ vardır: Allah'ın gelmesi,
Allah'ın emir
ve iradesinin, tam bir kudret ve şiddetle ortaya çıkmasından kinayedir.
Sadece
buna bakmak da bu günahkârların cezalandırılmaları hususunda her türlü
sebep ve
vasıtalar bitmiş, tükenmiş ve ancak her şeyi bitirecek olan Allah'ın
emir ve
iradesinin ortaya çıkışı kalmış olması demektir ki bakmak, durup
beklemek demek
olur. Buluttan yağmur umulursa da, beyaz buluttan yağmur yağmayacağı
için
bunlar, o sırada Allah'tan rahmet ümit etseler bile âdete aykırı bir
ümit
olacağından, böyle rahmet ümit ederken yağmur yerine ateş çıkması gibi
birden
bire belalarını buluvermeleri düşünülmüş olur. İkinci olarak, Allah'ın
gelmesi,
muhal (imkansız) olduğundan bunların, Hakk'ın emrine imanlarını
imkansız bir
şeye bağlamış oldukları ve doğru haberler ve delillerin yol
göstermesiyle
meydana gelen uyarıya ortaya çıkmasından önce inanmayacakları ve
dolayısıyla
hiç ihtimal vermedikleri bir anda belalarını bulacakları ifade edilmiş
olur.
Her iki takdirde bu mânâların müteşabih olarak ifade edilmiş olması,
bunların,
âlemin nizam ve intizamını bozma yoluna sapmalarından dolayı, işleri
son derece
çığırından çıkaracaklarını ve artık akıl ve insan kudreti içerisinde
işleri
düzene koyma ihtimali kalmayacağını ve kendilerinin de akıl ermez bir
şekilde
belalarını bulacaklarını anlatmış olur. Hakikat ile kinayenin
birleştirilmesi
mümkün olacağına göre özetle mânâ şu olabilir: Böyle günahkârlar, "Bize
Allah'ı açık bir şekilde göster." (Nisa, 4/153) diyen Musa kavmi gibi
Allah'ı görmedikçe akıl ve nakil yolundan doğru haberler ve açık
deliller ile
iman etmek istemez ve meydana gelişinden önce hiçbir uyarıya kulak
asmaz,
Allah'a ve Allah'ın korkutup uyarmalarına inanmak için, Allah'ın
kendisini
bütün kudretiyle açıktan gösterivermesini ve gelecek musibetlerin
fiilen
başlarına gelivermesini gözetirler. Bunun için ilim ve imana önem
vermezler de
şeytanlık peşinde koşarlar. Barış
ve selameti bozarlar; dinden, imandan faydalanıp da felâketten
kurtulmak
istemezler. Böyle olduklarından dolayı işler, insan akıl ve kudreti
içersinde
düzenlenebilmekten öyle çıkar ve durumları o kadar bozulur ki
belalarını
bulmaları için yalnız Allah'ın emir ve iradesinin ortaya çıkması kalır.
Çünkü
onsuz da hiçbir şey olmaz. O zaman da her iş biter, kıyametler kopar
insanlara
geçmişte kazandıklarından başka birşey kalmaz.
Önce ve
sonra bütün işler, zorunlu olarak Allah'a döndürülür veya ancak Allah'a
döner.
Çünkü İbnü Âmir, Hamza, Kisâî ve Halef'ül-Âşir kırâetlerinde daima
"tâ"nın fethası ve "cîm"in kesresiyle okunur.
İşlerin
Allah'a döndürülmesi ve dönmesi zorunlu olunca da O'nun emirlerine,
isteklerine
karşı gelmeyip hep birlikte barış ve selamete girmek gerekir.
211-Aksine
hareket edenlerin durumuna misal ararsan, İsrail
oğullarına sor.
Biz onlara ne kadar açık âyetler verdik. Onlar, bu âyetleri
dinledikleri zaman
ne oldular, dinlemeyip durumlarını değiştirdikleri zaman ne oldular?
Allah'ın
nimetini (bunlar gibi) her kim değiştirir, bozar da zarar ve
bozgunculuk
peşinde koşarsa, Allah'ın onlara cezası da her halde pek şiddetlidir.
212-Bu
gibi bozgunculukları da dünya debdebesine
tutkunluklarından dolayı
kâfirler yapar; çünkü dünya hayatı, kâfirler için çok süslenmiş,
gözlerine
güzel gösterilmiş ve kalbleri, bu alçak hayatın sevgisiyle dolmuştur.
Bu
sebeple bunlar, dünyadan başka birşey istemezler. Ve Resulullah'a iman
edip,
dünyaya iltifat etmeyen müminlerden bir kısmını ve özellikle sabreden
fakirleri
küçümserler. Takva sahibi olan o müminler ise kıyamet gününde onların
üzerindedir.
Dünyadan
başka bir şey istemeyen o kâfirler, cehennemin en aşağı tabakasında
inleyecekler; bu takva sahipleri de cennet-i âlâda salına salına, nazlı
nazlı
dolaşan kimseler olacaklardır. Bu, Allah'ın bir kısmetidir. Ve Allah,
gerek
dünyada ve gerekse ahirette dilediğine hesapsız rızık verir.
Ebu
Cehil ve arkadaşları, Allah'ın bahşettiği servetlerle zevk ve safaya
dalarlar
da ahireti inkar ederler ve Ammar, Suheyb, Ebu Ubeyde, Salim, Âmir b.
Fihr,
Habbâb, Bilal hazretleri gibi müminlerin fakirleriyle, "O, bizim
peygamberimiz olsaydı O'na bizim ileri gelenlerimiz tâbi olurdu." diye
eğlenmek isterlerdi. Abdullah b. Übey ve arkadaşları da zevk ve safaya
dalarlar
ve müminlerin zayıflarıyla alay etmek isterler, "Şunlara bakın!
Muhammed,
bunlarla gâlip geleceğini zannediyor." derlerdi. Kurayza Oğulları,
Nadir
Oğulları, Kaynuka Oğulları Yahudilerinin âlimleri de muhacirlerin
fakirleriyle
eğlenmek isterlerdi. İşte bu âyetin nüzul sebebi, bu olaylardan birisi
olmuştur
ve bu konuda bu şekilde üç rivayet vardır.
İşte
ahireti ve dünyanın sonunu düşünmeyip, sadece dünya hayatına meylederek
sevgi
beslemek; öteden beri insan cinsinin asıl yaratılıştaki birliğini
bozan, barış
ve sükuneti ihlal eden, gelip geçici bir sebep ve bir hatanın başıdır.
Aslında:
213-Hatırlatma:
"İnsanlar tek bir milletti. Ve
Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak üzere
Peygamberler
gönderdi" âyeti, "İnsanlar tek bir milletti sonra görüş ayrılığına
düştüler de Allah rahmetinin müjdecileri ve azabının habercileri olmak
üzere
Peygamberler gönderdi." demektir. Çünkü âyetin daha öncesi ve daha
sonrası
bunu gösterdiği gibi, "İnsanlar ancak bir tek milletti. Sonra görüş
ayrılığına düştüler." (Yunus, 10/19) âyetinde bu kayıt açıkça yer
almaktadır. Bundan başka Abdullah b. Mes'ud kırâetinde, bu âyette de
"görüş ayrılığına düştüler" şeklinde yer almaktadır ki bu kırâet
mütevatir değilse de meşhur olduğundan gereğince amel etmek vaciptir.
İlk başta
bütün insanlar bir tek ümmetti. Hz. Adem hikâyesinden de anlaşılacağı
üzere,
insanların hepsi bir kökten türemişlerdi. Yaratılmış oldukları ilk
yaratılış
gereğince, hak olan ilâhî kânuna göre hareket ediyorlardı. Bir tek
toplum ve
bir tek millettiler. İnsanlar yeryüzünde var oldukları daha ilk andan
itibaren
dinsiz ve toplumsuz yaşamış değillerdir. Hayvanların yaşantısı bile
gözden
geçirilirse görülecektir ki dünyaya ilk gelişinde anasının koynunda
dahi olsa
toplumsal bir ortamda yetişmeyen hiçbir hayvan yoktur. Her doğan bir
tabiat
üzere doğar. İnsanlar da yaratılışları gereği yaratılışın başında bir
tek
toplum idiler. Sonradan görüş ayrılıklarına düştüler de, Allah hakka
itaatin ve
ona uymanın sevabını müjdeleyen, hakka aykırı davranmanın ve karşı
gelmenin
cezasını anlatarak korkutan peygamberler gönderdi. Ve bunlarla birlikte
hakka
dair kitap da indirdi ki, insanlar arasında görüş ayrılıklarına
düştükleri
konularda hakim olsun, çekişmeyi ve haksızlığı ortadan kaldırıp hakkı
yerine
getirsin. Ebu Cafer kırâetinde "Ya"nın zammesi ve "kâf"ın
fethasiyle meçhul kipi üzere okunur ki, "İnsanlar arasındaki görüş
ayrılıklarında Hak kitap ile hüküm olunsun, yürütme yapılsın." demek
olur.
Her iki halde de hüküm ve yürütmenin sebeb ve amacı sadece hakkı orta
yere
koyup tanıtmak değil; hakka uygun olarak görüş ayrılıklarının
giderilmesi ve
barış ortamının kurulması olduğu anlaşılır. Sonra insanlar bu
indirilmiş kitap
hakkında da görüş ayrılıklarına düştüler. Kitapta görüş ayrılıklarını
çıkaran
da başkaları değil, ancak o kitaba nail kılınmış olan Kitap ehlidir.
Hem bunlar
bu görüş ayrılığını, kendilerine açık âyetler, anlamı açık ve kesin
hüküm
bildiren deliller geldikten sonra aralarındaki azgınlık ve
kıskançlıktan, ileri
gitmek ve peygamberlerle bile yarış etmek iddiasından dolayı
çıkardılar. Eğer
bu görüş ayrılığı açık ve kesin hükümlü âyet ve delil bulunmayan,
âyetlerde
değinilmeyen noktalarda açıklanmamış delilleri ve hakkı araştırmak için
olsaydı, insanların görüş ayrılıklarını olabildiğince azaltacak
şeriatın izin
verdiği bir ictihat olabilirdi. Ancak bunlar böyle yapmadılar. Deliller
geldikten sonra hakkında nas bulunan konularda görüş ayrılığına
düştüler. Oysa
nassın bulunduğu konularda ictihada izin yoktur. Bu gibi âyetlerden
dolayıdır
ki bu kaide, fıkıh ilminin, her konuya uygulanabilecek genel
kurallarından
birini oluşturmuştur. Hakkında açık ve kesin hüküm bildiren âyet
bulunan
noktalarda ictihat etmek, insanlar tarafından hak kânuna aykırı olarak,
kendi
kendine kânun koymaktır. Bu ise hakka uygun olarak görüş ayrılıklarını
ortadan
kaldırmak değil, karşı ve zıt görüş ileri sürmektir. Böylece Kitap
ehli,
insanların dünya sevgisi ile çekişmelerine ve görüş ayrılıklarına tam
anlamı
ile hakim olmak için bahşedilmiş bulunan hak olan kitabın âyetlerine ve
delillerine
karşı azgınlıkla ve haddi aşmakla yeniden görüş ayrılıkları çıkarmak
suretiyle
insanların akıllarını karma karışık ettiler. Hukuk ayaklar altında
çiğnendi,
ahlâk ve toplum düzeni bozuldu, nimetler sona erdi, bunun sonucu olarak
da
hatır ve hayale gelmez belalara düştüler. Sonra, Allah bunların görüş
ayrılığına düştükleri hakka, Hz. Muhammed'i göndererek ve Kur'ân'ı
indirerek
kendi izni ile iman edenlere doğru yolu gösterdi. Ve işte Allah böyle
dilediğine doğru yolu gösterir ve doğrultur.
İnsanlığın
yeryüzüne geldiği ilk andan Hz. Muhammed'in gönderilişine kadar geçen
insanlık
tarihinin bir özeti olan bu âyet-i kerime insanlığın yaratılışını,
peygamberlik
olayını, hukukun kaynaklarını, kanun koymanın nedenlerini, hükümetin
yürütülmesinin sırlarının aslını kapsayan büyük bir sosyoloji ilminin
temellerini içermektedir. Bu nedenle tefsir bilginlerinin bu noktadaki
ilmî
görüşlerini özetlemek yararlı olacaktır:
Yukarda
"Vasat Ümmet" (Orta yolu benimseyen ümmet) de görmüştük ki ümmet,
insan gruplarının uyup izledikleri topluluk diye tanımlanmıştı. Ancak
bu mânâ,
daha çok "ümmet-i vasat" (orta yolu benimseyen ümmet) ismini vermeye
yaraşan özel bir anlamdır. Oysa bu "vasat" (orta yolu benimseme)
kaydından soyut olarak ümmet, "Bir şey üzerine toplanıp birbirine uyan
topluluk" demektir ki "uymak" anlamına gelen
"itimam"dan alınmadır. Bu âyet ise, geçmişte insanların bir tek ümmet
olduklarını açıklıyor. Dolayısıyla bu nokta araştırmaya değer bir
noktadır. Ve
bu noktada tefsir bilginleri görüş ayrılığına düşmüşlerdir.
1-
Gerçeği arayıp ortaya çıkaran bilginlerin çoğunluğu, ilk insanların,
Allah'ın
birliğine iman ettikleri ve insanların bir tek din üzere bir araya
gelmiş bir
tek millet oldukları görüşündedirler. Âyetin devamında,
"Peygamberlerin,
görüş ayrılıkları üzerine gönderilmiş olduklarının açıklanması da bunu
gösterir." diyorlar. Ve zaten, insanların yaratılışında "Tevhid"
temel kural, şirk, küfür ve görüş ayrılığına düşmek kural dışıdır.
Kayıtsız ve
şartsız olarak, "Vahdet" ve "görüş ayrılığı olmaması"ndan
söz edildiği zaman, Hakk'ın tevhidi ortaya çıkar. İlk insanların
birliklerini,
şirk, küfür ve görüş ayrılıkları üzerine birleşme şeklinde yorumlamak
için
ortada haklı bir delil yoktur. Kesin olarak yaratıcının birliği duygusu
ve
düşüncesi, insanın içindeki duygularda, birçok ilâhın var olduğu duygu
ve
düşüncesinden önce gelir. Müşriklik, tevhidden sonra, ilâh üzerinde
görüş
ayrılıklarından ortaya çıkan çekişmenin ifadesidir. Buna göre dinler
tarihinde,
daha önce geçmiş insan topluluklarında eski gibi görünen şirk ve küfür,
temel
ve yaratılıştan var olan birliğin bozulmasından kaynaklanan gelip
geçici ikinci
bir durumdur. Her doğan çocuk Hakk'a karşı samimi olarak doğar;
nankörlüğü,
yalancılığı sonradan öğrenir. İnsanlık ailesinin fertleri çoğaldıkça,
insanların
amel ve arzularının birbiri ile çelişmesi çoğalmaya başlamış, bundan da
görüş
ayrılıkları ve şirk ortaya çıkmıştır. Yüce Allah'ın ilâhî irşadı ile,
insanların akılları ilerledikçe tevhid yoluna dönülür olmuştur.
Dolayısıyla
barış ve İslâm'ın temeli olan Hakk'ın tevhidi (Allah'ın birliği)
inancı,
insanlığın ilk yaratılışında var olan ve Hz. Adem'den itibaren Adem
oğullarının
hislerine aşılanmış bulunan ezelî ve mutlak bir temeldir.
Bu
görüşü ileri sürenler, bu "tek ümmet"in kimler olabileceğinde çeşitli
rivayetler nakletmişlerdir: Mücahit'ten, "Bu tek ümmet, yalnız
Âdem'dir." dediği nakledilmiştir. Buna göre Ümmet, "Muhakkak ki
İbrahim başlıbaşına bir ümmet idi. Tek bir hanif olarak Allah'a itaata
koyulmuştu." (Nahl, 16/120) âyetinde olduğu gibi, bir topluluğun yerine
bedel bir tek kişi veya "önder" anlamı ile mecaz olarak bir tek
kişiye de "ümmet" denildiği açıklanıyor. "Adem" sözcüğü bir
özel isim olmayıp da, cins ifade eden bir özel isim olsaydı o zaman
mecâz
olmazdı. Ancak bu mânâ, yani Adem'in cins ifade eden bir özel isim
olması
öteden beri bilinen anlama aykırıdır.
Âyette
yer alan "Bir tek ümmet", Adem, Havva ve ruh olarak onun sırtından
çıkarıldıkları sırada "Adem oğulları"ndan ibarettir ki bunlar fıtrat
(bozulmamış yaratılış) üzere idiler. (Übeyy ve İbn Zeyd'den.)
Hz.
Adem'in devrinden Hz. Nuh'un devrine kadar geçen on asrın insanları hak
üzere
idiler, görüş ayrılıklarına düşmeleri üzerine Hz. Nuh gönderilmiştir.
(İbnü
Abbas ve Katâde'den).
Görülüyor
ki bu rivayetlerde, birlik yönünün, Hak kânun olduğunda görüş birliği
bulunmakla birlikte, bunun bal arıları gibi bazı hayvanlarda olduğu
üzere
sadece bir yaratılış olarak içgüdü hâlinde bir tercih sözkonusu
olmaksızın
zorunlu olan bir araya geliş mi? Yoksa aklî ve fikrî gelişmelerle
ilgili,
öğretmeye ve tercihe dayalı bir birleşme midir? Yani insanlığın bir
araya
gelmesi, başlangıçta tabii ve zorunlu mu? Yoksa sun'î ve iradeye bağlı
mıdır?
Bugün bu görüş ayrılığı, Avrupa'nın Hukuk ve Sosyoloji bilginleri
arasında hâlâ
geçerlidir. Bizim tercih ettiğimiz görüşe göre, insanlığın yeryüzüne
geldiği
ilk zamanlarda insanların bir araya gelmeyi düşünmesi ve bunu
hissetmeleri yüce
Allah'ın bunu gerekli kılması ile zorunlu, fiilî tatbikatı ve gelişmesi
ise
insanların seçimi ve tercihi ile olmuştur. Çünkü peygamberlik, çalışıp
çabalamakla elde edilemeyen zorunlu bir ilimdir ve Hz. Adem
peygamberdir.
2-
İkrime ve Katâde gibi bazı tefsircilerin görüşlerine göre, söz konusu
bir tek
ümmet, küfür ve batıl din üzere idiler. Ve bir deyimle hayvanlar
gibiydiler.
Peygamberler geldiler, bu insanlara iman ve hak aşıladılar. İman
edenler etti,
etmeyenler etmedi. Bu şekilde mümin ve kâfir olmak üzere çeşitli
milletler
meydana geldi. Bunlar âyette, "görüş ayrılığına düştüler" şeklinde
bir ifadenin var sayılmasına gerek görmemişlerdir. Bu görüşe göre, bu
bir tek
ümmet, "Küfür, bir tek millettir." kavramı uyarınca,
"İmansızlıkta ortak, hak tanımaz, insan suretinde bir sürü
hayvanlardır." demek oluyor, fakat bu şekilde şu üç soru ile
karşılaşırız:
Birincisi:
Âyetin daha sonraki ifadesine göre, peygamberlerin, görüş ayrılıklarını
ortadan
kaldırmak ve yeryüzünde hakkı yerleştirmek için gönderilmiş oldukları
anlaşıldığı hâlde, eğer, "görüş ayrılığına düştüler" hükmünü orda var
saymazsak, peygamberlerin görüş ayrılıkları çıkarmak için gönderilmiş
oldukları
gerekecek ve gönderilmelerinin geri bırakılması anlamsız olacaktır. Bu
itirazı
tefsirciler önemli saymışlardır. Buna cevap olarak denilebilir ki:
"İnsanlığın yeryüzüne geldiği ilk zamanlar tıpkı çocukluk dönemi gibi
idi.
Ve bunlarda küfrün anlamı, henüz ilâhî yükümlülük mevcut olmadığından
dolayı
'iman etmemek' demekti. Peygamberler terbiye kânunu gereğince, derece
derece
aklın gelişip ilerlemesi sürecinin başında gönderilmişlerdir. Ve
ayrılıklar
çıkarmak için değil, ilerleme ve gelişme sağlamak için gönderildiler.
Bunun
üzerine ayrılık, iman etmeyenlerden çıktı, peygamberlerden değil." Bu
cevap, zamanımızın Avrupasının görüş ve anlayışına uygun düşmektedir.
Fakat o
ilk durumlarını koruyanlara "ayrılık çıkardı" demek doğru
olmayacağına göre, herhalde bu anlayış ve yaklaşıma göre, peygamberlere
bir
"ayrılık çıkarma" isnadı gerekir. Bu hüküm ise, âyetin ilerde gelecek
ifadesine ve mazmumun ruhuna aykırıdır. Bundan dolayı tefsircilerin bu
itiraza
önem vermeleri yerindedir.
İkincisi:
Hz. Adem, insanlığın babası ise, peygamber olmaması; peygamber ise
insanlığın
babası olmaması gerekecektir. Çünkü hem peygamber hem insanlığın babası
olduğuna göre, evlatları küfür ile ona aykırı davranmış olacaklar; bu
şekilde
teklif (yükümlü kılmak) varsa da ilk insanlar "ümmeti vâhide" (tek
ümmet) olmamış, görüş ayrılıklarına düşmüş olacaklardır. Oysa Hz.
Adem'in
insanlığın babası ve ilk peygamber olması üzerinde görüş birliği olan
bir
noktadır. Bu soru, birinci görüşe karşı sorulamaz. Çünkü Hz. Adem'in
çocukları
başlangıçta ona uymuşlar ve hak üzere "ümmeti vâhide" (tek bir
millet) oluşturmuşlar, sonra görüş ayrılıklarına düşmüşlerdir. Bunun
üzerine
sayısız peygamberler gönderilmiştir. Ancak bu takdirde, "Peygamberler"
kelimesinde sonradan gelme durumu, Hz. Adem'den başkasına sarfedilmeyi
zorunlu
kılmaktadır. Arapçada başında "elif-lam" olan çoğul bir kelime en
azından, üçten başlayacağı için, birden çok peygamberin gönderilmesi
sonradan
ortaya çıkan görüş ayrılıkları üzerine gerçekleşmiş olacaktır. Ve Hz.
Adem'in
gönderilmesi bu hükme dahil olmaz. Bu ise Hz. Adem'in insanlığın babası
olmasına engel olmaz. Ancak bu mânâ, ikinci görüşe yeterli değildir.
Üçüncüsü:
Bu görüşte, "ümmet" kelimesinin sosyal mânâsı da olumlu olarak
gerçekleşmez
ve bu durumda üçüncü bir görüşü benimsemek gerekir. Şöyle ki:
3-
Burada "tek bir ümmet" demek, bir tek cins veya bir tek sınıf
demektir. Yani bu ilk insanların üzerinde emirler ve yasaklar yoktu.
Onlar
hiçbir şer'i kânuna tâbi değildiler, herşeyin serbest olduğu bir dönemi
yaşıyorlardı. "Allah gönderdi" ifadesi gösteriyor ki şeriatler daha
sonra peygamberler ile gelmiş ve bilinen anlamı ile din ve insanların
sosyal
bir görünüm alması o zaman başlamış, iman ve küfür ayrımı o zaman
ortaya
çıkmıştır. O halde öncekiler, hayvanlar veya çocuklar gibi mükellef
olmaktan
bağımsız ve ilâhî hükümlerle yükümlü olmaktan uzak olmak itibariyle bir
"cins" idiler veya bir cevherden ve bir babadan gelmiş olmaları
açısından bir "sınıf" idiler. Çeşitli sınıflar, ırklar, milletler
ayrılmış değildi, vatandaş ve yabancı yoktu. Dolayısı ile bunlara "bir
tek
ümmet" denilmesi, gerçek anlamı ile, din ve şeriatte bir araya gelmiş
insan topluluğu demek değil; tek bir cins, veya tek bir sınıf demektir.
Bu
görüş Ebu Hayyan'da İmam Mâturidî hazretlerinin görüşü olarak ileri
sürülmüştür. Buna göre demek olur ki: İnsanlar ilk zamanlar,
Avrupalıların
"doğal durum" dedikleri gibi, kayıtsız ve şartsız bir bağımsızlık
içinde bulunuyorlardı. Hiçbir yükümlülüğe ve hiçbir yasaklık durumuna
boyun
eğmiyorlardı ve üzerlerinde hiçbir âmir ve hâkim tanımıyorlardı. Henüz
insanlar
az, yeryüzü geniş, araziden elde edilen ürünler geçimlerine yeterli
idi.
Serbest serbest yaşıyorlar, yalnız insanların dışındaki hayvanlara
karşı
mücadele ediyorlardı. İnsanlar arasında mücadele ve mücadele ihtiyacı
yoktu.
Yaratılışları, durumları bir, fıtrî eğilimleri bir, hareket tarzları
birdi. İlk
babadan gördükleri gibi gidiyorlardı, hep böyle hareket edebilselerdi
kânuna,
hükûmete muhtaç olmayacaklardı. Ancak nesilleri çoğaldıkça,
bulundukları yerler
darlaştıkça yığılma ve karşılıklı engellemeler meydana geldi. Cahillik
ve hayat
sevgisi yüzünden görüş ayrılıklarına düştüler. Sınıf sınıf, grup grup
oldular.
İşte o zaman bu ayrılıkları ortadan kaldırmak için içlerinde yüce
Allah'ın
katından, geleceği gören, acı-tatlı haberler veren, iyiden, kötüden,
helal ve
haramdan, görev ve yasaklama kurallarından söz eden peygamberler
gönderildi.
Peygamberlerin dediklerine uygun davrananlar iman ile birleşti, aykırı
davrananlar da bunlara karşı koymak için bir araya geldiler. Böylece
"mümin" ve "kâfir" olmak üzere çeşitli milletler ortaya
çıktı. Sonunda peygamberlerin sonuncusu evrensel tevhid için
gönderildi. Bu
açıklama, "ayrılığa düştüler" ifadesini var saymaya ve âyetin
devamına da uygun olabilir. Ancak bu takdirde, kelimenin söylendiğinde
hemen
akla geliveren ilk anlamına aykırı iki nokta ortaya çıkar:
Birincisi:
Ümmet kelimesi, açık olan sosyal anlamında kullanılmamış olur.
İkincisi:
Çocukluk devri gibi de olsa insanın her türlü kânundan uzak bir
hürriyet ve
kayıtsız şartsız herşeyin mübah sayıldığı bir devir yaşamış olduğu
kabul
edilemez. Bir yandan bütün hayvanlar, çoğalma prensiplerinde yaratılışa
ait bir
ana kucağı ve terbiye dönemi yaşamış, her canlı organ bile bir görev ve
yasaklık
kânununa tabi bulunmuş olduğu; diğer taraftan, "Hani Rabbin: Adem
oğullarının bellerinden zürriyetlerini alıp da onları kendilerine 'Ben
sizin
Rabbiniz değil miyim?' diye şahit tuttuğu zaman, 'Evet, Rabbimizsin'
dediler." (Â'râf, 7/172) ezelî hitabı ile de bu nokta temelinden
takviye
edilmiş bulunduğu halde; insanın yaratılışını, dünyaya geldiği ilk
zamanlarda
basit bir biçimde bile olsa medeni ve sosyal prensiplerden ayrı olarak
kabul
etmek, hem istishap (geçmişte var olan bir hükmü aleyhinde onu çürüten
bir
delil olmadıkça şu anda da var kabul etmek, şu anda olan bir durumu
hakkında
bir delil olmadıkça geçmişte de var kabul etmek) deliline, hem de
naklin
delâletine aykırı olur. Dolayısıyla Hz. Adem'den itibaren bir
mükellefiyet,
yükümlülük sırrı kabul etmek zorunludur. "Şu ağaca yaklaşmayınız."
(Bakara, 2/35, Â'râf, 7/19) yasağı, yükümlü kılmanın ezelî olduğunu
ifade
ettiği gibi, Hz. Adem'in peygamberlik meselesi de bunu gerektirir.
Nitekim
insan yaratılış itibariyle medenidir ve "insan" sözcüğü "müâneset"ten
türemiştir. Deniliyor ki bu da sorumlu tutulma ve sosyal bir varlık
olma
sırrının insan yaratılışında yerleştirilmiş bulunduğunu ifade eder. Bu
ise bir
hak kânundur ve imanın ve şeriatların prensibi ile ilgisi olan bir hak
kânundur. Ve bunun mutlak olarak şuursuz bir olay olduğunu iddia etmek
doğru
değildir. Bu bir zorunlu duygudur. Bununla birlikte şuursuz da olsa
yine hak
kânundur. Bunu inkâra değil imana başlangıç olarak almak gerekir.
4-
Mûtezile mezhebinden Kadı Abdülcebbar ve ona tabi olanlar demiştir ki:
Peygamberlerin gönderilmesinden önce insanlar aklî şeriatlere sarılma
bakımından bir tek ümmet idiler. Aklî şeriat yaratıcı olan Hak
Teâlâ'nın
varlığını ve sıfatını kabul ve nimetine şükürle hizmetinde bulunma;
zulüm,
tecavüz, yalan, cehalet, saçmalık ve benzerleri gibi aklın kötü gördüğü
davranışlardan kaçınma esasına dayanmaktadır. Çünkü bunlar aklen
kavranırlar.
Madem ki ayette, "Allah, peygamberler gönderdi" ifadesi,
peygamberlerin gönderilişinin, zamanda daha sonralık ifade eden "fâ"
ile sonradan olduğunu göstermiştir. Demek ki bunlardan önce yaşamış tek
ümmetin
birliği, peygamberlerden yararlanılmış olmayan bir şeriattır; böyle bir
şeriat
ise, aklın ürünü bir şeriat olabilir. Fakat Hz. Adem ilk insan ve
peygamber
değil miydi? O hâlde peygamberlerin gönderilmesinden önce, sırf akıl
ile
yükümlü olan insanlar varsayımı nasıl doğru olur? Kâdî Abdülcebbar bu
soruyu
kendine sormuş ve cevap olarak demiştir ki: Herhalde Hz. Adem
başlangıçta
çocukları ile, akıl ürünü olan şeriatta bir araya gelmişlerdir,
sonradan
Cenâb-ı Allah, kendisini çocuklarına Peygamber olarak göndermiştir. Ve
herhalde
onun peygamberliğinin ilk şeriatı ortadan kalkmış da insanlar akıl
ürünü
şeriatlara uymuşlar ve daha sonra diğer Peygamberler gönderilmiştir.
Ebu Müslim
Isfahânî de Kâdî'nin bu görüşünü tercih etmiştir. Bunlara göre akıl,
Peygamberlerden önce "İlahî bir elçi" olmuş oluyor. Peygamberlik de
akılları, kendi kendilerine kavrayamayacakları yararlı şeylere ve
mükemmelliklere ulaştırmış oluyor. Fakat bu görüşte de isbatı mümkün
olmayan
iki nokta vardır. Birincisi: Aklın, hükümlerin dayanağı olan hüsün
(güzel) ve
kubuh (çirkin) ta bizzat hakim olup olmayacağı ve aklen vacip olan
şeyin, amel
açısından da vacip olmasını gerektirip gerektirmeyeceği meselesidir ki
bu, "Usûl
ilmi" ile "Akâid ilmi"nin önemli konularındandır. İkincisi:
Başlangıçta insanların, adalet ve zulmü rakib bilecek ve üzerine
muamele
kuracak derecede aklen hüküm çıkarmaya güç yetirip yetiremeyecekleri ve
bu
kadar derin bir şuur ile hareket edip edemeyecekleri meselesidir. Bu
iki nokta
bu gün bile kesin değildir.
5- Bazı
tefsir bilginleri de demişlerdir ki, âyet ilk başta bir tek ümmeti
açıkça beyan
ediyor. Fakat bunun iman üzere mi, yoksa küfür üzere mi olduğunu
açıklamıyor.
Bu nokta delile muhtaçtır. Dolayısıyla bu konuda hüküm vermeyip, "İlim
Allah katındadır." diye durmak gerekir.
6-
"Burada dan maksat, ilk yaratılıştan bu yana bütün insanlar değildir.
Bu
'tek ümmet' Hz. İbrahim ve Hz. Musa'nın kavmidir. Peygamberlerden
maksat da
bunlardan sonraki Peygamberlerdir" diyen tefsirciler de vardır. Ve bu
son
görüş âyetin kendisinden önceki kısma bağlantısı açısından uygun
gibiyse de,
âmm lafzını tahsis (fertlerinin tümünü kapsayan genel anlamlı
"insanlar" kelimesini, fertlerinin bir bölümünü ifade eder biçimde
özel anlamlı kılmak) zahire aykırı olduğu gibi; âyetin mânâsında genel
görünen
yüksek sosyal bir varlık olma sırrına da yeterli değildir. Biz de şunu
hatırlatmak isteriz ki: Aklın en önemli değeri, illiyet (sebeplilik)
kanunu gereğince,
sebebden neticeye ve neticeden sebebe intikaldedir. Bu ise, içgüdü,
yaratılış
veya içgüdüsel akıl ve "bedihî = açık akıl" denilen, zorunlu
prensiplere ve tecrübelere bağlıdır. Peygamberlik ise, teorilerin
gayelerini
bile zorunlu ilimler halinde kavrayan ve aşılayan ilâhî bir kuvvettir.
Ve
incelendiğinde, insanlığın sapıklıklarının, aklî ilerlemeler ile
şehvete ait
ilerlemelerin içiçe girmesinden ve akılların şehvet için
kullanılmasından
kaynaklanır. İlk yaratılış bu sapıklıktan uzak olduğu gibi,
peygamberlik de
gerek ilmî ve gerek amelî olarak bundan uzaktır. Mesela bal arılarının
sanatı,
şaşmak bilmeyen içgüdüsel bir sanattır. Ve bütün peygamberlikler de
böyle
şaşmak bilmeyen ilâhî bir vahiydir ki, "Rabbin bal arısına vahyetti."
(Nahl, 16/68) âyeti ile buna işaret buyurulmuştur. Dolayısıyla bir
yaratılış
meselesi olan peygamberlik, bir taraftan akılların ve iradelerin
başlangıcı,
diğer taraftan sonudur. Bunun için bir "ilk peygamberlik", bir
"ikinci peygamberlik" vardır. Kitap, ikinci peygamberliktedir, bu
ikisi arasında hak tanımayan, azgınlık ve zorbalık üzere hareket eden
bir küfür
hâli vardır ki hak, kendi kudret ve iradesinden ibaret zanneder, genel
barış
ortamını bozar. İnsan ilk yaratılıştan itibaren insandır. Din, dil ve
biraraya
gelmenin başlangıcı o zamandandır. Hz. Adem'in peygamberliği ilk
peygamberliktir, yeryüzüne ilk gelenlerin akılları bununla ilerlemiş;
dünya
sevgisi, çeşit çeşit şehvetler ve insanlığın görüş ayrılıklarına
düşmeleri
üzerine ikinci peygamberlik olayı meydana gelmiş ve kitaplar inmiştir.
Dolayisıyla ilk görüşte olduğu üzere, ilk insanların ilk yaratılış ve
ilk
peygamberliğe dayalı, fıtrî iman ile hak kânun üzere bir tek ümmet
olduklarını
kabul etmek gerekir. Ve âyetin devamı, bize Hakk'ın birliğinin bu
şekilde ezelî
olduğunu ve toplumsal sırrın başlangıcını, ilahî irşadların yapılış
şekillerini, hukukun ve kânun koymanın ilk şartlarını ve
peygamberlerden sonra,
onlarla yarış ederek açık naslara karşı görüş ayrılıkları çıkaran ve
hukukun
kurallarını zulüm ve zorbalıkla çiğnemeye kalkışanların ortaya
çıktığını
açıklamaktadır. O halde "nâs" (insanlar) kelimesini, genel anlamından
ve "ümmet" kelimesini açık anlamından çıkarmaya bir neden yoktur.
Mâturidî hazretlerinin görüşü olarak ileri sürülen bu görüş de bunun
bir çeşit
açıklaması olarak kabul edilebilir. Bu âyetten şu da anlaşılıyor ki her
peygamber,zamanında gönderildiği insanlar arasında üzerinde görüş
ayrılığı olan
Allah'ın emrini açıklayarak ayrılıkları ortadan kaldırmış ve tevhidi
öğretmiştir. Bu konuda açık naslar ve kesin deliller getirmiştir. Bu
nedenle
müminlerin ve âlimlerin görevi, hakkında nas olan bir konuda görüş
ayrılığı
çıkarmak değil; nasların hüküm getirmediği hukuki olaylarda
açıklanmayan
delillerden hak ve gerçekleri araştırmakla görüş ayrılıklarını ortadan
kaldıracak hükümleri çıkarabilmek ve böylece "icmâ-ı ümmet"in
yollarını ilmen ortaya koymaktır. Kısacası, kişisel görüş ayrılıkları
olmasaydı, insanlar hakime, hükme ve ceza hükümlerine muhtaç
olmayacaklardı. Ve
çeşitli milletler ortaya çıkmayacaktı. Savaşa, vuruşmaya, hükme,
hükûmete gerek
kalmayacak, fıtratın (yani yaratılışın) kânunları yeterli olacaktı.
Mademki
görüş ayrılığına düştüler ve ferdî anlaşmazlıklardan millî anlaşmazlığa
da
geçtiler. O hâlde Hak düşmanları ile boğuşmaya mecbur olacaklardır.
Bununla
boğuşabilmek için de kendi aralarında Hakk'a iman ve ona uymakla
yardımlaşma ve
Hakk'ın koruması sayesinde dünyada ve ahirette korunmak ve genel bir
barış
ortamını kurmakla yükümlüdürler.
Ve Hz.
Muhammed'in peygamberliği ile Kur'ân-ı Kerim, insanlığı bu şekilde
başlangıcından sonuna kadar paralel bir biçimde Hakk'ın tevhidi
(birliği)ne ve
genel barışa erdirmek için gelmiştir.
214-
Şimdi bu hidayet gelmekle ey Muhammed ümmeti!
Siz, sizden önce geçen ümmetlerin durumu sizin başınıza hiç gelmeden,
meşakkatler, sıkıntılar, çekmeden, bütün ilâhî hükümleri amelî
ibadetler ile
tatbik etmeden, sırf iman ile "dâr-ı selâm" (barış yurdu) olan
cennete girivereceğinizi mi zannettiniz? o geçmiş ümmetlerin başına
nice
sıkıntılar ve çaresizlikler geldi de, sarsıldılar, o kadar sarsıldılar
ki ,
hatta başlarında bulunan peygamber ve onunla beraber iman edenler
"Allah'ın yardımı ne zaman?" diyecek dereceye vardılar. Ancak iyi
biliniz ki, Allah'ın yardımı mutlaka yakındır. Siz bu iman ve
hidayetten ayrılmadıkça,
yakında o yardımı görecek, muradınıza ereceksiniz. Resulullah, Mekke'de
müşriklerin karşı gelmesinden sonra, muhacirler ile yurtlarını ve
mallarını
bırakarak Medine'ye hicret ettiği zaman, öncelikle Yahudilerin
düşmanlıklarıyla
karşılaşmıştı. Bu sebeple bu âyet indi. Uhud veya Hendek savaşları
nedeniyle
indiği de rivayet edilmiştir. Bu âyet gösteriyor ki "Ittırat" (düzgün
bir biçimde olayların birbirini izlemesi) kanunu gereğince, Muhammed
ümmeti,
bütün eski milletlerin geçirmiş olduğu birtakım durumlarla yüzyüze
gelecek,
ayrılıklar görecek, karşı koymalara uğrayacak, sıkıntılar ve zorluklar
geçirecek; sarsılmayıp dayananlar, sonunda başarılı olacaklardır. İlk
yaratılışta olduğu gibi, Hz. Muhammed'in peygamber olarak
gönderilmesinden
itibaren de insanlığın yaratılışı hakkın gerçekleştiği noktada yeni bir
gelişme
sağlamaya başlayacak, "Gerçekten zaman, Allah'ın yeri ve gökleri
yarattığı
günkü şekline dönmüştür." hadis-i şerifinin anlamına göre Hz.
Muhammed'in
asrı bütün ölçülere bir başlangıç olacaktır. Bundan sonra da dünyada
hakka
karşı yine azgınlık ve düşmanlık ortaya çıkacak, geçmiş milletler gibi
gruplar
meydana gelecek ve bütün bunlar içinde Peygamberin ve ashabının yoluna
giden ve
kitapla, sünnetle ve cemaat ile korunmasını bilip, Allah'ın birliğine
imanı amellerin
en özeli kabul eden hak taraftarları fırka-i naciye (kurtuluşa eren
grup),
"İnsanların içinden kimi vardır ki, Allah'ın rızasına ermek için
kendini
feda eder." (Bakara, 2/207) âyetinin delalet ettiği mânâya uygun
hareket
ederek sabır, sebat ve çabalarla, ilâhî yardıma erecek, hakkın üstün
geldiğini
görecek ve genel barışı kuracaklardır. Ve başarılı olmak için tarihten
ibret
alıp ona göre korunmalıdır.
Ayrılıklardan
korunmak ve bu yardıma ermek için:
215-Ey
Muhammed! Neye harcayacaklarını, yani ne gibi yerlere
harcama
yapacaklarını sana soruyorlar. Uhud savaşında şehit olan çok yaşlı ve
malı çok
birisi olan Amr b. Camuh, Resulullah'a, "Mallarımızı nelere
harcayacağız
ve nerelere vereceğiz?" diye sormuştu. Bunun üzerine bu âyet indi.
Cevap
olarak de ki, az veya çok hayır cinsinden, yani çeşit çeşit mallardan
vacip
veya nafile olarak Allah rızası için harcadığınız veya harcayacağınız
mal önce
ana-babanız, ikinci olarak en yakın akrabanız, üçüncü olarak ihtiyaç
içindeki
yetimler, yoksul fakirler, yolda kalmış yolcular içindir. Babalarınıza
dedelerinize bakmak ilk
görevinizdir. Diğer yakınlarınız onları izler ve bu şekilde, "Yakınlık
derecesi daha yakından uzağa doğru" kuralına göre, harcama yapmak vacib
olur. Bunlardan başkasına da zekât ile vacip olarak ve diğer
sadakalarla nafile
olarak mal harcanır. Bunlardan başka, herhangi bir hayır daha
yaparsanız ,
elbette onu Allah pek iyi bilir ve karşılığını verir.
216-Bu
hayır cinsinden olmak üzere, genel barışı
kuracak ve hakkı birleştirecek olan savaş üzerinize farz kılındı. Yani
Allah
yolunda savaşmak üzerinize yazıldı, gerektiğinde bazen farz-ı ayn ve
bazen de
farz-ı kifaye olur. Oysa o sizin hoşunuza gitmez, bazı şeyler sizin
için sırf
hayır ve yarar olduğu halde, siz ondan hoşlanmayabilirsiniz, savaş da
böyledir,
diğer bazı şeyler de sizin için kötü ve zararlı olduğu halde, siz ondan
hoşlanıp sevebilirsiniz. Hoşlanıp hoşlanmamak sadece bir duygudur.
Sadece
bununla iyilik ve kötülük, yarar ve hayır belirlenemez; bunlar gerçeği
ve
işlerin sonuçlarını bilmeye dayanır. Bunu da
Allah bilir. Siz bilmezsiniz. İnsanlar ne kadar bildiklerini iddia
etseler,
yine bilmedikleri bildiklerinden çoktur. Uzun bir gelecekle ilgili olan
bütün
iyiliklerini ve kötülüklerini bilmezler. İnsan aklı, güzel ve çirkine
tam
olarak hakim olamaz. Bunlara
hakim olan Allah'tır. Bu nedenle size yararınız için emirler verir,
kötülükten
korunmanız için yasaklar koyar. İnsanlar işin başında duygulara
bağlıdırlar. O
anda duyguları ile karşı karşıya gelen hoş ya da kötü şeylerin etkisine
kapılırlar. Oysa bunların iyilik veya kötülük olması ilerde bunların
sonucu
olacak yararlara veya zararlara bağlıdır. Bu ise duygu anında
bilinemez. Bazen
uzun bir deneyime muhtaç olur. Ve çoğunlukla deneyimi de mümkün olmaz
ve deneye
kalkışma durumunda iş işten geçmiş olur. Allah, bunları kitabıyla ve
tarihî
örnekleriyle bildirir. Yukarıda kısaca özetlendiği gibi, insanlık
tarihî
azgınlık tecavüz ve ayrılık ile dopdolu olduğundan dolayı; genel barış
ortamı
sağlanıncaya kadar bu durum üzere savaş ve çarpışma, kaçınılması mümkün
olmayan
bir zorunluluktur. Allah, hakka bağlı olanların iyiliklerinin onların
korunmalarında olduğunu bildiği için savaşı size farz kılmıştır.
Gerektiğinde
siz onu yapacak, Hakk'ın tevhidi ile tam bir barış ortamına
gireceksiniz. Şehit
olmalar, zaferler, ganimetler size "hayır" olacaktır.
217-Bu
âyette savaş için zaman belirlenmediğinden
dolayı, ey Muhammed! sana haram ayları, o haram aylarda savaş etmeyi
soruyorlar. Resulullah Bedir savaşından iki ay önce ve "İlk Bedir
Savaşı"ndan döndükten sonra, amcasının oğlu Esed kabilesinden Abdullah
b.
Cahş'ı, Sa'd b. Ebi Vakkas, Ukâşe b. Muhsın, Ukbe b. Gazvan, Ebu
Huzeyfe b.
Utbe b. Rebîa, Süheyl b. Beyzâ, Âmir b. Rebiâ, Vakıd b. Abdullah, Halid
b. Bekr
(Allah kendilerinden razı olsun) den oluşan bu sekiz kişi ile beraber
müfreze
olarak göndermiş ve kumandan olan Abdullah'a bir mektup vermiş ve iki
gün
gitmedikçe bu mektuba bakmamasını, sonra bakıp içindeki emri yerine
getirmesini
ve arkadaşlarından hiç birine zorlamada bulunmamasını emretmişti.
Abdullah iki
gün yol gidince, mektubu açıp baktığında, "Bu mektubuma baktığın zaman,
hemen Mekke ile Taif arasındaki 'Batnı nahle' isimli yere varıncaya
kadar yürü.
Orada Kureyş'i gözetle ve haberlerini bize bildir." diye yazılı
olduğunu görünce,
"Sem'an ve Taaten" (başüstüne) dedi. Sonra arkadaşlarına,
"Resulullah bana, Nahle'ye varıp, Kureyş'i gözetlememi, haberlerini
almamı
emretti ve sizden herhangi birinize zorlamada bulunmayı, yani sizi
zorlamayı
bana yasak etti. Dolayısıyla hanginiz şehit olmak ister ve şehitliği
arzularsa
gelsin, istemeyen dönsün; bana gelince, ben Resulullah'ın emrini
yapacağım." dedi ve hareket etti. Arkadaşları da beraber hareket
ettiler,
hiçbiri geri kalmadı, Hicaz'a doğru gittiler. Necran denilen bir madene
vardıklarında, Sa'd b. Ebî Vakkas ile Utbe b. Gazvan'ın bir gün birbiri
arkasına bindikleri binitleri kayboldu. Aramak için bu ikisi kaldılar,
Abdullah
ile diğerleri gittiler, Nahle'ye indiler. Derken oraya Kureyş'in kuru
üzüm ve
başka yiyecekler ve ticaret malları yüklü kervanı geldi. Kureyş'ten Amr
b.
Hadramî, Osman b. Abdullah b. Muğire ve kardeşi Nevfel b. Abdullah b.
Muğire ve
Hişam b. Muğire'nin kölesi Hakem b. Keysan vardı. Bunlar onların
yakınlarına
indiler, Ukâşe b. Muhsin bunlara yanaşıp baktı, başını da kazıtmış idi.
Bunu
gördükleri zaman emin oldular, "Bunlar bize birşey yapamaz." dediler.
O gün Cumadelâhirenin sonu ve ertesi günü Receb idi, bu da Haram aydı.
Bundan
dolayı müslümanlar Receb girmeden çarpışmayı gerekli gördüler. Teym
kabilesinden Vakıd b. Abdullah, Amr b. Hadramî'yi bir okla öldürdü.
Osman b.
Abdullah ile Hakem b. Keysan esir oldular. Nevfel b. Abdullah kaçtı,
onu
yakalayamadılar.Abdullah b. Cahş ve arkadaşları kervanı ve bu iki esiri
alıp
Medine'ye Resulullah'a getirdiler. Bu ganimet İslâm'da ilk ganimet ve
bu
öldürme müşriklerden ilk öldürme idi. Abdullah arkadaşlarına: "Bu
ganimetin beşte biri Resulullah'ındır." demişti ve oysa o zaman daha
"beşte bir" farz kılınmamıştı. Geldikleri zaman Resulullah: "Ben
size haram ayda savaşı emretmemiştim." diye buyurdu. Abdullah: "Ey
Allah'ın Resulü! İbnü Hadramî'yi öldürdük, akşam Recep hilâlini gördük;
bilmiyoruz Recebde mi yoksa Cumadelâhirde mi bunu yaptık." dedi. Bundan
dolayı Resulullah o ganimetten hiçbir şey almadı. Bunu görünce, bu
kişiler
mahvolduklarını zannettiler ve "Tevbelerimiz hakkında birşey inmedikçe
kımıldamayız." dediler. Müslümanlardan bunlara: Bu hususta
emrolunmadığınız bir şeyi yaptınız, size savaş emredilmediği halde
haram
aylarda savaş mı ettiniz?" diyenler oldu. Kureyş de "Muhammed ve
arkadaşları halkın geçinmeleri için gerekli şeyleri tedarik etmek üzere
çalıştıkları ve korkuda bulunanların güvencede bulunduğu haram ayları
helâl
saydılar, Recep ayında kan döktüler." diye yaygara yaptılar. Mekke'de
bulunan müslümanlar da "Bunlar bunu Cumâdelâhirede yaptılar." diye
suçlamayı reddediyorlardı. Yahudiler de bununla, Resulullah aleyhine
kendi
hesaplarına "tefe'ül" ediyorlar (hayra yoruyorlar); Amr b. Hadramî'yi
Vâkıd b. Abdullah öldürmüş, Amr: "Harb mamurlaştı, (imar edildi)",
Hadramî: "Savaş hazırlandı", Vâkıd b. Abdullah: "Savaş
ateşlendi" diyorlardı. Kısacası söz çoğaldı ve tefsircilerin
çoğunluğuna
göre, bu âyet, bunun üzerine indi.
Ey
Muhammed! Cevaben de ki bu ayda savaş, büyük bir günahtır, fakat Allah
yolundan, hak olan dinden alıkoyma ve Allah'ı inkar ve Mescid-i
Haram'dan
yasaklama Mescid-i Haram halkını, Muhammed ve arkadaşlarını ondan
çıkarmak da
Allah katında o savaştan ve diğer büyük günahlardan daha büyük bir
günahtır.
Fitne de savaşmaktan daha büyüktür. Öyle halkı dışarı çıkarmak, şirk ve
küfür,
insanları daha baştan veya daha sonra İslâm'dan menetmek, dinsizliği
yaymakla
herkesi belaya sokmak, İbn-i Hadramî'nin öldürülmesinden, daha fecîdir,
daha
acıdır. Oysa fitne taraftarı olan düşmanlar güçleri yeterse sizi
dininizden çevirinceye
kadar sizinle savaşıp duracaklardır. Ve siz müslümanlardan herhangi
biriniz
dininden döner de kafir olarak mürtetlikten tevbe etmeyerek giderse,
artık bu
nitelikle nitelenmiş olanların bütün amelleri, İslâm halinde yaptıkları
iyiliklerin, güzel amellerin hepsi dünyada ve ahirette boşa gider,
telafisi
mümkün olmayacak bir biçimde tutulur, yaşama hakkı kalmaz. Uğraşıp
didinmeleri
boşa gider. ve bunlar cehennemliktirler. O ateşte ebediyen, kalırlar.
Acaba o
günah olan savaşı yapan müfrezeyi oluşturan kişiler nevolacak dersiniz?
219-Ey
Muhammed! Sana şarap içmeyi ve kumar
oynamayı, şarabı ve kumarı soruyorlar. Bunu
soranlar Hz. Ömer ve Muaz ile birlikte sahabeden birtakım kişilerdi.
"Ya
Resulallah şarap hakkında bize bir fetva ver, çünkü aklı gideriyor."
dediler ve bu âyet indi.
HAMR:
Âyet metninde yer alan "hamr" kelimesi, örtmek anlamına masdar olduğu
halde, çiğ üzüm şırasından keskinleşmiş ve köpüğünü atmış olan şaraba
isim
olmuştur. Çünkü şarab aklı bürüyüp örter ve bir deyim ile, kafayı
dumanlar ki
buna "humar" denilir. "Hamr" kelimesinin bu üzüm şarabına
isim olarak verilmesi özel bir isimlendirmedir. Bu nedenle "hamr"
kelimesi bir de genel olarak akla humar veren, yani "kafayı
dumanlandıran
şey" anlamına kullanılır ki bu mânâya göre sarhoşluk veren şeylerin
hepsi
"hamr"dır. İbnü Ömer hazretlerinden rivayet edilmiştir ki şarabı
haram kılan âyet indiği gün, şarap beş şeyden: üzümden, hurmadan
buğdaydan,
arpadan, darıdan idi. Ve hamr, aklı bürüyüp örten demektir. Ebu
Davud'da Numan
b. Beşir'den rivayet olunduğu üzere, Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur
ki:
"Üzümden bir şarap, hurmadan bir şarap, baldan bir şarap, buğdaydan bir
şarap, arpadan bir şarap vardır." demektir. Buna dayanarak İmam Mâlik
ve
Şâfiî ve bunlardan önce veya sonra gelmiş bir çok âlimler ve
fıkıhçılar,
Kur'ân'daki hamr (şarab)ın genel anlamı ile mutlak olarak sarhoşluk
verici
demek olduğuna ve dolayısıyla her çeşit sarhoşluk verici nesnelerin
Kur'ân
âyeti ile aynen haram bulunduğuna ve her birinin yalnız sarhoşluk verme
derecesi değil, damlalarının bile içilmesinin ve kullanılmasının,
alınıp
satılmasının asla caiz olamıyacağına hükmetmişlerdir. Çünkü bundan
sonra Maide
Sûresinde: "İçki, kumar, putlar ve fal okları hep şeytanın işinden olan
murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının." (Maide, 5/90) buyurularak
aynen
"rics", yani pis olduğu beyanı ile kaçınma emri buna
dayandırılmıştır. Fakat İmam-ı A'zam Ebu Hanife hazretleri ile beraber
sahabe
ve tabiinden birçok alimler ve fıkıhçılar "hamr" kelimesinin açık ve
kesin olan anlamı, özellikle üzüm şarabı olduğundan; inkarı, insanı
küfre
sokacak biçimde Kur'ân âyeti ile "li aynihi" (bizzat) haram olan
şarabın bu olduğuna ve diğer sarhoşluk verici nesnelerin aynen ve
bizzat değil,
sarhoşluk verici olmalarından dolayı Kur'an'ın bu âyetine kıyası uygun
düşerek,
"Her sarhoşluk verici şey haramdır." gibi hadis-i şeriflerle haram
olduklarına ve dolayısıyla hamrın aynen necis olması yüzünden bir
damlasının
bile içilip kullanılması kesinlikle haram ve müslüman için alınıp
satılması
caiz olmadığına; ancak üzüm şarabı bulunmayan ve ondan yapılmış olmayan
diğer
sarhoşluk verici nesnelerin haramlığı, ancak sarhoşluk verme niteliği
ile sabit
olduğundan, içilmekten başka bir şekilde kullanılmaları için, alınıp
satılmasının da caiz olabileceğini söylemişlerdir. Demek olur ki Kur'ân
âyeti,
üzüm şarabının aynen, haramlığında kesin hüküm ifade eder. Bu âyetin
diğer
sarhoşluk verici nesneleri kapsamına alması sözcük olarak değil
haramlığın
hikmeti olan "sarhoşluk verme" sebebi dolayısıyla ve hadisi şeriflerin
açıklamaları iledir. Kur'ân'daki sözcüklerin genel anlam ifade etmesi
muhtemel
ise de, özel anlamda olduğu gibi kesinlik ifade etmez. Buna göre, İslâm
dininde
genel olarak sarhoşluk veren şeylerin, sarhoşluk verici olarak
kullanılmaları
haram; fakat üzüm şarabı aynen ve mutlak olarak haramdır. Ve bunu inkar
eden
kâfirdir. Üzüm şarabının ve bundan yapılmış olan sarhoşluk verici
şeylerin,
bizzat kendisi necistir. Öbürlerinin
ise necis olması şüphelidir. Mesela üzerine şarab, şampanya, rakı,
konyak
dökülmüş olanlar, her halde yıkamadıkça namaz kılamazlar. Fakat üzüm
şarabından
yapılmış olmayan ispirto, bira ve diğer sar -hoşluk verici şeyler
içilemezse de
elbiseye veya bedene sürülmesi de namaza engel olur diye iddia
edilemez. Ebu
Hanife hazretleri bu şekilde şaraptan başka sarhoşluk veren şeylerin
bizzat
kendisinin ve damlasının necis ve haram olmadığına ve dolayısıyla
sarhoş etme
derecesine varmaksızın, fasıklara ve kâfirlere benzeme kastı da
bulunmaksızın,
kuvvet için az bir miktarda içilmesinin caiz olabileceğini söylemiş ise
de,
"Fethu'l-Kadîr" de "Kitabu'l-Eşribe"de açıklandığı üzere,
üç mezheb ile Hanefi mezhebinde dahi tercih edilen, "Çoğu sarhoşluk
veren
şeyin azı da haramdır." hadis-i şerifi gereğince, çoğu sarhoş edenin
azının da haram olmasıdır. Şer'an içme açısından bütün sarhoş edici
şeyler,
âyetin genel anlamı ile hamr (içki)dır. Günümüzün fen bilimcilerinin,
Kimya
ilmine göre düşünceleri de "ihtimar" (kendiliğinden köpürüp kabarma,
ekşiyip mayalanma) denilen kimyasal bir olay olma itibarıyla, her çeşit
sarhoşluk
vericinin hamr özelliğinde ortak olmasıdır ki buna Arapça "el-kuhl"
kelimesinin frenkleştirilmişi olan "alkol", "el-küûl" veya
sadece "küûl" derler. Bu, hamrın genel anlamına uygun ise de, aynı
zamanda özel anlamının esas olduğuna da işaret etmektedir. Doktorluk ve
tedavi
açısından konuya bakınca, bu açıdan konu, "Kim mecbur kalırsa,
diğerinin
hakkına tecavüz etmemek ve zaruret miktarını geçmemek şartı ile..."
(Bakara, 2/173) ruhsatına uyarak, zaruret ve zaruret hükmünde bulunan
ihtiyaç
meselelerinden birisi olur.
İslâm
dininde şarabın ve sarhoşluk verici nesnelerin yasak edilmesi tedricen
(aşama
ile) olmuştur. İslâm'ın geldiği ilk zamanlar, henüz şarap mübahtı. Bu
konuda
derece derece dört âyet inmiştir. Önce Mekke'de, "Hurma bahçelerinin ve
üzüm bağlarının meyvelerinden de, hem bir sarhoşluk verici şey
çıkarırsınız,
hem de bir güzel rızık." (Nahl, 16/67) âyeti inmişti. O zaman
müslümanlar da içerler, Hz. Peygamber ses çıkarmazdı. İkinci olarak
yukarıda geçtiği
üzere Hz. Ömer,
Muaz ve diğer bazı sahabelerin, "Ey Allah'ın Resulü, şarap hakkında
bize
bir fetva ver, çünkü o aklı gideriyor." diye hükmünü sormaları üzerine
bu
âyet indi ve ilk haram kılma bununla başladı. Bu âyette yasaklık açık
olmakla
birlikte caiz olma ihtimali de yok değildi. Bunun üzerine hemen terk
edenler bulunduğu gibi,
henüz terk etmeyenler de vardı. Sonra bir namaz olayı üzerine, "Ey iman
edenler! Sarhoş iken namaza yaklaşmayın." (Nisa, 4/43) âyeti indi.
Bunun
üzerine içenler pek azaldı ise de yine vardı. Bir gün İtban b. Mâlik,
Sa'd b.
Ebi Vakkas ile beraber birkaç kişiyi davet etmiş, içki içmişler, sarhoş
oldukları zaman, övünmeye ve şiir söylemeye başlamışlar. Bu sırada
Sa'd,
Ensardan birinin hicvini (şiir yolu ile yerme) konu alan bir şiir
okumuş, o da
bir çene kemiği ile ona vurup başını yarmıştı. Bundan dolayı Sa'd, Hz.
Peygambere giderek şikâyet etmiş, bunun üzerine Resulullah'ın:
"Allahım!
Şarap hakkında bize yeterli beyanda bulun!" diye, dua etmesi üzerine
Mâide
Sûresindeki: "Ey iman edenler! İçki, kumar, putlar ve fal okları hep
şeytanın işinden olan murdar bir şeydir. O halde ondan kaçının ki
kurtuluşa
eresiniz. İçki ile kumarda şeytan sırf aranıza düşmanlık ve kin
düşürmeyi ve
sizi Allah'ı anmaktan ve namaz kılmaktan alıkoymayı ister. Artık vaz
geçiyorsunuz değil mi?" (Maide, 5/90,91) âyetleri inmiş ve bununla
şarabın
haramlığı son derece şiddetli bir şekilde yasaklanmıştır. Hz. Ömer bunu
dinleyince, "İnteheynâ ya Rabbî" yani tamamen vazgeçtik ya Rabbî
demiştir. Hz. Ali'nin: "Bir kuyuya bir damla şarap düşse, sonra oraya
bir
minare yapılsa, o minarede ezan okumazdım ve bir damla şarap bir denize
düşse
sonra o deniz kuruyup da yerinde otlar bitse orada hayvan gütmezdim."
dediği, Abdullah b. Ömer hazretlerinin de: "Bir parmağımı şaraba sokmuş
olsam, o parmak bende kalmazdı, yani keser atardım." dediği
nakledilmiştir
ki ilâhî emir üzerine Resulullah'ın ashabının, ne büyük iman ve
takvaları
bulunduğunu anlamalıdır. Allah cümlesinden razı olsun.
MEYSİR:
Meysire gelince yüsür veya yesardan mimli masdar olarak kumar oynamak
anlamınadır.
Kumarda ya kolaylıkla zahmetsiz mal çarpmak veya çarptırmak vardır.
Kumar demek
de zar gibi ne olacağı belli olmayan tehlikeli bir şeye bağlanarak mal
vermek
veya almak demektir. Cahiliye devrinde Araplar gerek kendilerine ve
gerekse
Acemlerden ve diğerlerinden belledikleri "nerd" yani tavla,
"satranç" ve diğerleri gibi oyunlarla kumar oynarlardı. Kısacası
frenklerin piyango dedikleri tarzda bölüşme yolu ile bir kumarları
vardı ki
bunu "hayır" bile sayarlar ve övünerek yaparlardı. Şöyle ki: Zar
yerinde "ezlâm ve aklâ" denilen on adet okları vardı. Bunlara: Fezz,
tev'em, rakib, hils, nafis, müsbil, muallâ, menih, sefih, vağd
derlerdi. Menih,
sefih, vağddan başka diğerlerinin bir hissesi bir payı olurdu. Meselâ,
piyango
çekilmek üzere, bir deve kesilir, yirmi sekiz hisseye ayrılır; fezze
bir,
tev'eme iki, rakibe üç, hilse dört, nefise beş, müsbile altı, muallaya
yedi,
hisse ayrılır. Menih, sefih vağd okları boş ve mahrumdur. Bu on kalemin
hepsi
"rebâbe" denilen bir torbaya atılıp adaletli kişinin önüne konulur, o
da torbayı çalkalayıp elini sokar, katılan herkes adına bir ok çeker,
hissesi
bulunan ok çıkanlar belirlenmiş olan hisseyi alırlar, boş ok çıkanlar
da mahrum
kalırlar ve fakat devenin bedelini öderler. Hisse çıkanlar da da
paylarına
çıkan hisseyi fakirlere verirlerdi. Böylece meysir öncelikle diğer
kumarlara
göre ehven-i şer (şerrin en hafifi) görünen ve hayır zannedilen böyle
dağıtım
ve bölüşme; yani piyango tarzına denilmiş ve bundan, bütün kumarlara da
"meysir" denilmiştir. Hatta bir hadis-i şerifte, çocukların aşık ve
ceviz oynamalarının bile meysirden olduğu beyan edilmiştir. İki kişiden
biri
diğerine şu kadar yumurtayı yiyebilsen şu senin olsun demişti. Bunlar
Hz.
Ali'ye hüküm vermesi için başvurdular. Hz. Ali bu kumardır diye izin
vermedi. Zaten
hayır namına piyango haram olunca diğer kumarların haydi haydi haram
olacağı
anlaşılır. Şarap ile kumarın bir soruda bir araya getirilmesi de
sarhoşluk
veren şeylerle kumarın beraber bulunduklarına işarettir.
Cevaben
de ki: bunlarda büyük bir zarar ve günah vardır. Genel olarak ikisi de
malları
telef ve insanları perişan eder. Çoğu zaman bunlar birbirini sürükler.
Önce
şarap aklı giderir ; akıl ise hem dinin, hem dünyanın dayanağıdır.
Artık
sarhoşlukla öyle cinayetler yapılır ve kumarbazlıkla öyle fenalıklara
düşülür
ki bunlar saymakla bitmez, ancak "büyük günah" adı ile anlaşılır.
Bununla birlikte, bunlarda insanlara bazı yararlar da vardır. Bu
cümleden
olarak biraz neşe ve lezzet duyulur, birçok ticareti yapılır.
Korkaklara
cesaret ve mizaca kuvvet gelir. Kumarda , bazıları bedavadan mal ele
geçirir.
Günahları da faydalarından, zararları yararlarından çok büyüktür.
Şu
halde yararları gerçek ve sağlam bir yarar değildir. Verdikleri neşe
humar
(aklı örtmek)a dönüşür. O gelip geçici cesaret, felaket nedeni olur. O
gelip
geçici mizaç kuvveti, sağlığı bozar; kazanılan malın hayrı olmaz, bir
kâr yüz
zarar getirir. Buna tutulanlar yakalarını zor kurtarır. Kısacası neşe
ve
lezzetleri kişisel ve gelip geçici olduğu halde; zararları, ortaya
çıkardıkları
kötü sonuçlar, hem kişisel ve sosyaldir, hem bedensel ve hem de
ahlâkidir.
Bulaşıcı hastalıklar gibi herkese geçicidir. Cezasını başında
çekmeyenler
sonunda çekerler. Hayali olan bir parça kâr için, kesin ve genel bir
zarara
düşmek de akıl işi değildir. Zararı gidermek, yarar sağlamaktan önce
gelir. Şu
halde bunların aklen haram olması gerekir. Bu âyet de böyle delâlet-i
iltizamiye (dolaylı bir delaletle) şer'an bunların haramlığını ifade
etmiş
olur. Kur'ân'da şarap hakkında başka bir âyet olmasaydı, sadece bununla
şarabın
haramlığı sabit olurdu. Ancak bu haram kılma, bizzat ifadenin kendi
kelimesinden açıkça anlaşılan bir haram kılma olmazdı; aklına güvenerek
zararlarını sınırlayıp ve yararlarından istifade edeceğini zannedenler
bulunabilirdi. Bunun için, ashabı kiram arasında bu akla dayanan
haramlıktan,
şer'i haramlık anlamayan kişiler olmuş, daha sonra, "Murdardır, ...
ondan
kaçının" (Maide, 5/90) emri ile açık ve mutlak bir şekilde şer'i
haramlık
meydana gelmiştir.
Kısacası,
şarap içmeyiniz veya sarhoşluk veren şeyleri kullanmayınız, kumar
oynamayınız,
piyango ile hayır yapılır zannetmeyiniz; bunların, kötülüğü hayrından,
günahı
yararından çok büyüktür. Buna karşı, hayır olmak üzere sana ne
harcayacaklarını
yine soruyorlar, iki anlama gelir. Birisi nereye harcama yapılacağını
sormak,
diğeri de ne verilerek harcama yapılacağını sormaktır ki birincisinde,
yani
nafaka verilecek, mal harcanacak kimseler ve yerler, ikincisinde de
verilecek
mal, yani bizzat nafakanın kendisi sorulmuş olur. Yukarda birincisinin
cevabı verilmişti.
Şimdi kumarın yasak edilmesinden sonra, ikincisine cevap olarak, de ki
fazlasını harcayınız. Yani malınızın gerekli ihtiyaçlarınızdan
fazlasını infak
ediniz. Piyango, kumar gibi gayri meşru araçlarla değil, meşru
nedenlere
sarılarak mal kazanınız. Ve bu maldan kendinizin aile ve çocuklarınızın
gerekli
ihtiyaçlarına yeterli olanından fazlasını yukarda açıklanan yerlere ve
hayır
yerlerine harcayınız. Diğer ayetlerde de görüleceği üzere küçük
çocuklar, eş,
muhtaç olan ana-baba ve bunlarla aynı hükümde olan usul (dedeler,
nineler),
kişinin ailesinden ve bakmakla yükümlü olduğu kimselerdendir ve
bunların
nafakası, kişinin kendi nafakasından sayılır. Dolayısıyla hayır
yapacağız diye
kendinizi ve bakmakla yükümlü olduğunuz ailenizi (ehl ü ıyal) nafakasız
bırakmak
caiz olmaz. Hayır yerlerine harcama bunların fazlasından yapılır. İşte
böyle
Allah sizin için şer'i hükümlerine delalet eden, onları gösteren
âyetler,
nasslar, deliller açıklayacaktır ki, siz bunları düşünesiniz, düşünüp
te
bunların amaçlarını öğrenesiniz ve gereğince amel edesiniz.
220-Şu
kayda dikkat etmelidir ki, O âyetleri hem
dünya ve hem ahiret hakkında olmak üzere açıklayacaktır. Böylece din ve
İslâm
şeriatı ne yalnız dünyaya ve ne de yalnız ahirete mahsus olmayacak, hem
dünyayı
ve hem ahireti kapsayacaktır. Ve bunda, "Ey Rabbimiz! bize dünyada bir
güzellik ver, ahirette de bir güzellik ver. Bizi ateş azabından koru."
(Bakara, 2/201) diye dua edenlerin duasına cevap bulunacaktır. Böyle
olunca bu
şeriattan yalnız dünya isteyen kâfirler de büsbütün mahrum kalmayacak,
ahiretten payları olmamakla beraber dünyaları için yararlanacaklardır.
Ve
böylece Hz. Muhammed'in Peygamberliğinin "Rahmeten li'l- âlemin"
(âlemlere rahmet) olduğu ve İslâm dininin herkesi kapsayan bir Tevhid
dini
olduğu ortaya çıkacaktır. Ve bununla birlikte ahiret sevabı
isteyenlerin
sevapları artacak, bunlar iyiliği emir ve kötülüğü yasaklamayı
yüklenerek
"Vasat Ümmet" (orta yolu benimseyen ümmet) olacaklardır. Açıklanacak
deliller ve onların hükümleri böyle dünya ve ahireti kapsamakla, sana
yetimleri
soruyorlar. Rivayet olunduğuna göre, Nisa Sûresindeki, "Yetimlerin
mallarını haksızlıkla yiyenler, karınlarına sadece ateş yiyip
doldururlar ve
yarın çılğın ateşe girerler." (Nisa, 4/10) âyeti inince insanlar
yetimlerle bir arada olmaktan ve onların mallarına bakmayı üstlenmekten
sakınır
oldular. Bu iş onlara zor göründü ve Resulullah'a bu durumu arz
ettiler, bunun
üzerine bu âyet indi. Cevaben de ki yetimlerin durumlarını düzeltmek
onları
ihmal edip bırakıvermekten daha hayırlıdır. Şu halde düzeltme amacıyla
durumlarına karışıp mallarına el sürmek, onların yararlarını,
geleceklerini
gözeterek işlerine bakıp kendilerini eğitmek ve terbiye etmek ve
mallarını
artırmak her halde bunlardan kaçınmaktan daha iyidir. Ve eğer siz
onlardan
kaçınmaz da onlara karışırsanız, onları yanlarınıza alır, onlarla
birlikte
yaşar, onlarla birlik olur, onları evlendirmek suretiyle içinize alır,
işlerine
bakarsanız, onlar sizin (dinde) kardeşlerinizdir, din kardeşliği ise
kan
kardeşliğinden aşağı değil daha güçlüdür. İnsan olan kardeşini
atamıyacağı
gibi, müslüman olan da din kardeşini atamaz, kardeşlik hukukunu
gözetir.
"Müminler
ancak kardeştirler, onun için iki kardeşinizin arasını düzeltin."
(Hucurat,
49/10) âyetinden anlaşılan mânâ uyarınca kardeşliğin gereği ise,
kardeşin
durumunu düzeltmek ve onun yararına çalışmaktır. Aksi halde onlar size
kardeş
değil, bir yabancı veya bir düşman olarak yetişebilirler. Bu ise sosyal
hayatımızda büyük gedikler açar. Bunun için evlenme yoluyla birilerine
karışacak olursanız bu, din kardeşlerinizle olsun. Allah da işleri
bozucu olanı
ve düzeltici olanı bilir ve bunları birbirinden ayırır ve ona göre
mükafatlarını ve cezalarını verir. Bunu bilmeli ve düzeltme adı altında
işi
bozmaya kalkışmamalıdır. Allah dileseydi, sizi zorluklara koşar, ağır
yükümlülüklerle zahmetlere sokardı, aciz bırakır, yetimlere hiç
karıştırmazdı.
Kendi derdinize düşer, onlara ne düzeltme ve ne de bozma, hiç bir şey
yapmaya
gücünüz yetmezdi. Bunun için Allah'ın verdiği güç ve kuvvete şükür
olmak üzere,
yetimlere ve güçsüzlere bozma ile değil, düzeltme ile davranınız.
"Canım
filan kimse yetimin hakkını yedi de ne oldu..." demeyiniz. Herhalde
Allah
Aziz ve Hakimdir (çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir) O'nun emri
mutlaka
yerini bulur. Mühlet verir, hemen yerine getirmezse de, bu
hikmetindendir ve
hikmeti siz bilmezsiniz. Bu konuda nice hadis-i şerifler de vardır. Bu
cümleden
olarak: "Yetimin ağlamasından Arş titrer."(1) Yine bunun gibi,
"Ben ve yetimin bakımını üstlenen kimse, Cennette şu iki parmak
gibiyiz."(2) buyrulmuştur.
Din
kardeşlerinizden olan yetimlerle birbirinize karışma olayını tamamlayan
şeylerden biri de nikâ h ve nikâ h akrabalığı yoluyla karışmadır. Bu
münasebetle mutlak olarak nikâh hakkındaki şer'i hükmü dinleyiniz:
221-Nikâh,
sözlükte bir şeyi birşeye eklemek, katmak
anlamından alınma olarak sözlük örfünde, sifah'ın yani zinanın zıddı
olan ve
cinsel birleşmeyi meşru kılan sözleşme anlamlarında kullanılır. Şer'an
ise,
"kadının kadınlığından yararlanma üzerine kurulan bir sözleşme" diye
tanımlanır ki burada da söylenmek istenen budur.
Müşrik,
Kur'ân dilinde iki anlama gelir ki biri zahirî, diğeri hakikîdir.
Zahirî
müşrik, açıktan açığa Allah'a ortak koşan, birden fazla ilâh olduğu
kanaatinde
olanlardır. Bu anlama göre, Kitap ehline müşrik denmez. Hakikî müşrik
de
gerçekten tevhidi ve İslâm dinini inkar edenler, yani mümin olmayan
gayr-i
müslimlerdir. Bu anlama göre, kitap ehli olan Yahudiler ve
Hıristiyanlar da
müşriktirler. Çünkü bunlar, dıştan tevhide inandıklarını ileri
sürmelerine
rağmen, gerçekte Allah'ın çocuğu olduğu kanaatindedirler.
Hıristiyanlar,
teslise (Allah'ın baba, oğul ve Rûhu'l-Kudüs olmak üzere üç olduğuna)
inanırlar. Ve "Mesih, Allah'ın oğludur." derler. Yahudiler de
"Üzeyr Allah'ın oğludur." demişlerdir. Böyle demekle birlikte onlar
tevhide inandıklarını da iddia ederler. Demek ki her ikisi de dıştan
dışa
müşrik değillerse de, gerçekte müşriktirler. Bunun için mutlak olarak
müşrik
denildiği ve özellikle iman karşılığında söylendiği zaman, mutlak
anlamı üzere
kullanılmış demektir ve genel olarak kâfirleri kapsar. "Ne kitap
ehlinin
kafirleri ve ne de müşrikler Rabbinizden size her hangi bir iyilik
inmesini
istemezler." (Bakara, 2/105) gibi, mutlak küfürle karşılıklı olarak
söylendiği zaman da müşrik kâfirden daha özel olarak, Kitap ehlinden
başkalarına ait olur. Bu âyette de, "Müşrikat" (müşrik kadınlar) ve
"Müşrikin" (müşrik erkekler) mümin karşılığı olarak mutlak ve
elif-lam'lı olarak içine aldığı fertleri daha çok kapsayan, genellik
ifade eden
bir sözcükle söylenmiş bulunduğundan zahirî ve gerçek, bütün müşrikleri
yani
bütün kâ firleri içine alır. Şöyle ki:
Ey
iman ehli, gerek dıştan dışa ve gerekse gerçek müşrik olan yani mümin
olmayan
kadınlardan hiç birini nikâhınıza almayınız. Onlarla evlenmeyiniz.
Nihayet iman
etsinler, o zaman evlenebilirsiniz.Ve şunu mutlaka biliniz ki mümin
olan bir
cariye, müşrik olan bir kadından daha hayırlıdır, isterse o müşrik
kadın sizi
büyülemiş ve hayran bırakmış güzelliği, hâl ve tavırları, terbiye ve
nezaketi
son derece hoşunuza gitmiş olsun. İmanlı bir kadın evli bir cariye bile
olsa,
mümin olması bakımından, nikâh ve evlenmeye kendisi ile aile
kurulmasına
gerekli olan iffet, dürüstlük, sadakat ve bağlılık açısından, hür ve
pek güzel
görünen imansız bir kâfir kadından çok yüksektir. Bunun için imansız
kadınlarla
evlenip de aile kurmaya kalkışmayınız. Burada müşrik kadından mümin
kadın
karşılığı söz edilmesi, müşrik kadınlardan maksadın iman etmeyen tüm
kâfir
kadınlar olduğunu ayrıca gösteren bir nassdır (delildir). Gerek zahirî,
ve
gerekse hakikî müşrik olsun ve gerek Kitap ehli olsun, gerekse olmasın
mümin
olmayan kâfir erkeklerin hiç birine de nikâh etmeyiniz. Onları sizden
hiç bir
kız ve kadınla evlendirmeyiniz. Nihayet o imansızlar, iman etsinler o
zaman verebilirsiniz.
Ve hiç kuşkusuz mümin olan köle herhangi bir müşrikten, imansız
kâfirden
hayırlıdır. İsterse o kâfir sizi büyülemiş, kendisine hayran etmiş
olsun,
hürriyeti, güzelliği veya serveti veya makam, mevki ve dünya talihi
veya öteki
halleri ve davranışı ile pek fazla gözünüze girmiş bulunsun.
Böyle
bile olsa mümin olmayan kimseye hiçbir mümin ve müslüman kadını nikâ
hlamayınız. O imansızlar erkek olsun, kadın olsun çıraları insan ve taş
olan o
belalı ateşe davet ederler, durumları ve sözleriyle ona çağırırlar.
Allah ise,
izni ve emri ile cennete ve bağışlanmaya çağırıyor. Âyetlerini ve
hükümlerinin
delillerini gafil insanlara açıklıyor ki, onları kafalarında
canlandırıp
akıllarını başlarına alsınlar. Ve mümin olmayanların mutlaka müşrik
olduklarını
ve bunlarla nikâhlanma ve onları nikâ hlamanın zina ve şirk ile
sonuçlanacağını
anlasınlar, bu nokta derinden derine düşünmeye muhtaç değildir, bunu
hatırlayıp
zihinde canlandırmak yeterlidir. O halde ey iman edenler! Allah'ın
emrini,
çağrısını bırakıp da o erkek veya kadın kâfirlerle evlenmek veya onları
evlendirmek suretiyle kendinizi ateşe atmayınız.
İslâm'ın
geldiği ilk zamanlarda, müslümanlar gerek kitap ehli ve gerekse
kitapsız genel
olarak müslüman olmayanlarla kız alır verirlerdi. Bu arada Abdullah b.
Revaha
(r.a.) müslüman bir cariyesini hürriyetine kavuşturmuş ve onunla
evlenmişti.
Şereflerine düşkünlüklerinden kâfir kadınlarla evlenmeyi arzu eden
insanlar,
bir cariye ile evlendi diye onu yermişlerdi. Bir de aralarında Haşim
Oğulları
ile dostluk anlaşması olan Ebu Mersed Ganavî, Kennaz b. el-Husayn veya
Mersed
b. Ebi Mersed, Kureyş'ten Anak adında müşrik olan, ancak güzellikten
payını
almış bir kadınla evlenmek için, Resulalluh'tan izin istemiş, "İnneha
tu'cibunî
Ya Resulallah (o benim hoşuma gidiyor, Ya Resulallah!)." demişti. Yine
bunun gibi, Huzeyfe b. el-Yeman, Velidei Sevda Hasna adındaki
cariyesini azad
edip onunla evlenmişti. Bu olaylardan birisi veya hepsi nedeniyle bu
âyet indi,
kâfirlerle evlenme ilişkisi içine girmek, yani gerek almak ve gerek
vermek,
ikisi de kesin bir biçimde yasak ve haram kılındı. Bunun haramlığının
şiddetine
bir uyarı için, genel olarak inanmayanlara "Müşrik" denmiş,
"Onlar gerek sana ve gerekse senden önce indirilen kitaplara inanırlar
ve
ahirete de kesin olarak iman ederler." (Bakara, 2/4) âyetinin anlamı
gereğince Hz. Muhammed'in tebliği uyarınca tek Allah'a inanan bir mümin
olmayanların hepsinde, zahirî olmasa bile, hakikî bir müşriklik
bulunduğu ve
bunlarla nikâh yapmanın ateşe atılmak demek olduğu da özellikle
hatırlatılmıştır ki haramlığın ne kadar şiddetli olduğuna bir uyarıdır.
Ancak
Maide Suresinde, " sizden önce kitap verilen ümmetlerin hür ve iffetli
kadınları da iffetlerinizi koruyarak, zina etmeksizin, gizli dost
tutmaksızın,
kendilerine mehirlerini verip nikâhladığınız takdirde size helâldir"
(Maide, 5/5) âyeti uyarınca bu âyetin birinci fıkrasından Kitap ehlinin
kadınları istisna olunarak, Kitap ehlinden kız almaya mekruh olarak
ruhsat
verilmiş; fakat ikinci fıkra muhkem olarak kalmış ve kız vermeye hiçbir
şekilde
izin verilmemiştir. "Erkekler, kadınları yönetmeye yetkilidirler."
(Nisa, 4/34) ilâhi kânunu gereğince kadınlar kocalarının yönetimi
altında
bulunurlar. Dolayısı ile, bir mümin kadını, bir kâfir ile evlendirmek
onu, o
kâfirin yönetimi altına bırakmak ve onun davasına mahkûm etmek
olacağından, o
mümin kadını kesinlikle ateşe atmaktır. Ancak bu ilâhî kânunu bilen ve
kendini
ona göre idare edebilecek olan erkekler hakkında bu yönetim altına
giriş ve
çağrıya mahkûm oluş zorunlu ve kesin değildir. Bu şartlar altında,
müslüman
erkekler için ihtiyaç hâlinde bir ruhsata imkân vardır. Bunun için bu
âyetle
yol gösterme ve hatırlatmadan sonra, "Kitap verilen ümmetlerin hür ve
iffetli kadınları" (Maide, 5/5) âyetiyle gereğinde yalnız Kitap
ehlinden
kız almaya ruhsat verilmiş ve zururetler kendi miktarlarınca takdir
olunacağından, bunun dışındakiler yine haramlıkta bırakılmıştır. Şunu
da
hatırlayalım ki, "O yerde ne varsa hepsini sizin için yaratandır. Sonra
semaya doğrulmuş iradesini göklere yöneltmiştir." (Bakara, 2/29) âyeti
gereğince mallarda ve eşyada asıl kural, onların mübah olduğu ve
haramlığına
dair delil bulunmadıkça mübahlık ile amel olunacağı; fakat "sizin
için" buyrulduğundan dolayı bu mübahlıkta insanların canlarının ve
ırzlarının dahil olmadığı ve aksine mallardaki asıl kural olan mübahlık
insanların canlarını, ırzlarını, haklarını ve yararlarını korumak için
bulunduğudur. Kısacası can ve ırzda haramlık asıl kural olunca bir
mübahlık ve
izin delili bulunmadıkça can gibi ırzda da tasarrufta bulunmak haram
olacağından nikâh kıyma izni, mutlaka bir delile dayalı olacaktır.
Mübahlığına
delil bulunmayan yerlerde nikâh kıymak haramdır. Yani o nikâh, nikâh
değil
zinadır. Bu nokta üzerinde iyi düşünülünce anlaşılır ki bu âyetteki
kadın ve
erkek müşrikler, kadın ve erkek müminlerin karşılığı olmasaydı da,
zahirî
müşrik anlamında olabilseydi, o zaman da müslüman kadınlarının diğer
kâfirlere
nikâh edilmeleri aslî haramlıkla haram olacaktı. nkü "hür ve iffetli
kadınlar"
ifadesiyle müslüman erkeklerin Kitap ehlinin kadınlarıyla evlenmelerine
izin
verilmiş olduğu halde; müslüman kadınların Kitap ehlinin erkekleriyle
evlenmelerinin caiz olacağına dair ne âyet, ne hadis hiçbir mübahlık
delili
gelmemiştir. Özet olarak, yakında geleceği üzere müslümanların
kadınları, İslâm
tohumları için şerefli bir tarladır. Ve müslümanlar genellikle
tarlalarından ve
ekin ektikleri yerlerden hiçbirini yabancılara çiğnetmemek, cinsel
birleşmelerine izin vermemekle yükümlüdürler.
Mal
tarlası olan vatan toprağını yabancılara çiğnetmek büyük bir felaket
olduğu
gibi, can ve din tarlası olan İslâm kadınlarını başkalarına çiğnetmek
de
felaketlerin felaketidir. Bunlar nikâh değil, onların çağrısına uyup
canları
ateşe atmaktır. " Onlar sizi ateşe davet ederler, Allah ise -izni ile-
cennete ve mağfirete davet ediyor ve âyetlerini insanlara açıklıyor.
Umulur ki
onlar hatırda tutup, öğüt alırlar." (Bakara 2/221).
Şimdi
nikâh dolayısıyla:
222-MAHÎZ:
Mimli masdar, mekan ismi veya zaman ismi
olabildiğine göre; hayız, (aybaşı kanı) hayız yeri, veya hayız zamanı
demek
olur. Hayız, aslında dilde seyelan (akmak) anlamında alınmış olarak
kadınların
âdeti olan kan akıntısının ismidir, rahimden zaman zaman gelen kirli
bir tabii
salgı olup kişilere ve durumlara göre süresi farklılık gösterir.
Bununla
birlikte en azı üç, en çoğu on gündür. İmam Şâfiî, en azı bir, en çoğu
on beş
gün olduğu ve İmam Malik, en az ve en çok müddetin belirlenmesinin
mümkün
olmadığı kanaatine varmışlardır. İki hayız arasındaki temizlik süresine
"tuhur" denilir. Hayzın şer'î hükümleri, namaz ve oruca engel olması,
mescide girmekten, Kur'an okumaktan ve mushafa dokunmaktan kaçınılması,
kadının
bununla bülüğa ermesi ve bu halde cinsel birleşmenin haram olmasıdır ki
burada
açıklanan da budur. Şöyle ki:
Sana
hayız hakkında soru soruyorlar. Burada ve daha önceki âyette atıf
(ulama) vavı
ile buyrulması dolayısıyla bu soruların şarap ve kumarla birlikte
sorulmuş
olması ihtimal dahilindedir. Veya bu atıf, bu soruların müslümanlar
tarafından
sorulmuş olduğuna işarettir. Cahiliye Arapları hayızlı kadınlarla
birlikte
durmazlar, beraber yemek yemezlerdi. Yahudilerin ve Mecusilerin
âdetleri de
böyleydi. Hıristiyanlar ise hayza önem vermezler, cinsel birleşmede
bile
bulunurlardı. Nihayet ashabdan bir kaç kişi ile birlikte Ebüddehdah -
Allah
hepsinden razı olsun Peygambere sordular, ifrat (aşırı gitme) ve tefrit
(ihmalkâr davranma) arasında orta bir yol olmak üzere şu cevap indi:
De
ki, o bir kirlilik, bir pisliktir. Yani yaklaşana tiksinme ile eziyet
verecek
murdar bir şeydir. Kokusu fena, rengi bozuk, karışımı kirli, pis,
değersiz bir
salgıdır. Dolayısıyla kadınlardan hayız zamanına veya hayız yerine özel
olmak
üzere çekilin, temizleninceye, temizlik haline girinceye kadar o
kadınlara
yaklaşmayın, yani cinsel birleşmede bulunmayın veya dizlik altına
(göbekle diz
kapağı arasına) yanaşmayın. Temizlik sonunda temizlendikleri, yani boy
abdesti
alıp iyice temizlendikleri zaman, onlara Allah'ın emrettiği yerden
gidin, şüphe
yok ki Allah insanlık gereği meydana gelebilecek kusurlardan dolayı çok
çok
tövbe edenleri sever. Ve tertemiz olmağa çalışanları, terbiye ve ahlâka
aykırı
davranışlardan ve pislikten sıyrılıp pampak olanları sever. O halde siz
de
Allah'ın sevdiği gibi olun ve Allah'ın sevdiklerini sevin.
223-Rivayet
olunduğuna göre Yahudiler, bir kimse
karısının önüne arkasından yaklaşarak cinsel birleşmede bulunursa,
doğacak
çocuğu şaşı olur derler ve bunun Tevrat'ta olduğunu söylerlermiş,
Resulullah'a
bu aktarılmış, "Yahudiler yalan söylüyorlar." buyurmuş ve şu âyet
inmiş: Ey erkekler kadınlarınız sizin tarlanızdır.
HARS:
aslında ziraat gibi ekin ekmek demek olup ekin yeri, ekilecek tarla
anlamına
isim de olur ki burada bu mânâdadır. Bu ifade ile kadının kadınlık
organı bir
yere, erkeğin spermi tohuma, doğacak çocuk da bitecek ürüne
benzetilerek bir
istiâre yapılmış ve bununla Allah'ın emrettiği ekin yeri açıklanmıştır
ki anlam
şu olur: Kadınlar sizin ekinliğinizdir, siz onlara insan ve müslüman
tohumları
ekip ürün olarak nesil, döl yetiştireceksiniz. Öyle ise tarlanıza
(tarla anlamı
unutulmamak ve ekin yerinden olmak şartıyla) dilediğiniz taraftan,
hangi
pozisyonda isterseniz gidiniz. Ve bununla birlikte kendiniz için
ilerisini gözetip
ona göre ihtiyatlı bulununuz, sadece şehvetinizi söndürmekle meşgul
olmayıp
geleceğiniz için salih ameller ile hazırlık görünüz. Ve Allah'a
isyandan
sakınınız da eğri yola gitmeyiniz. Ve biliniz ki, siz mutlaka Allah'a
kavuşacak, O'nun huzuruna çıkacaksınız. Dolayısıyla yüzünüzü güldürecek
şeyler
kazanın da rezil olacağınız şeylerden kaçının.
Ey
Muhammed! Bu hükümleri ve irşadları tebliğ et, ve bunları gönül hoşluğu
ile
kabul edip uygulayacak olan müminleri de müjdele.
224-
URDA: Gergi ve engel veya açıktan hedef gibi
bir şeyle karşı karşıya olup duran demektir.
YEMİN:
Aslında güç ve sağlamlık demektir. Bu nedenle sağ ele "yemin"
denildiği gibi, "Bir sözü, Allah'ın adını özel bir biçimde anarak
güçlendirmeye" de şeriate göre yemin denilir ki söylediği sözü Allah
huzurunda Allah'ı şahit tutarak O'nun büyüklüğü adına söylediğini
göstermek
suretiyle bir yüklenme ifade eder. Bunun için yalan yere yemin etmek,
sonu pek
tehlikeli ve korkulu bir günahtır.
ÎLÂ
da aslında yemin etmek anlamınadır. Şeriate göre, karısı ile cinsel
birleşmede
bulunmamak üzere yemin etmektir.
TALÂK:
Boşamak anlamına bir isimdir. Selâm, teslim gibi...
TATLÎK:
Dil açısından boş bırakmak, salıvermek gibi bir şeyin bağını çözüp
salıvermektir veya saldırıvermektir. Şeriate göre, nikâh bağını ortadan
kaldırmaktır, dilimizde buna boşamak denilir.
MA'RUF:
Marifet kelimesinden, aslında tanınmış anlamına sıfat olup bu kelimeden
(akıl
veya şeriat ile iyi tanınan her fiile isim ) olmuş kapsamlı bir
kelimedir ki
bunun karşıtı münkerdir. Adaletli ve ölçülü olmak, hakkı gözetmek,
iyilik
etmek, cömertlik, tatlı dil, iyi davranış ve benzerleri gibi iyi
görülen
mânâlara ve güzel âdetlere hep "ma'ruf" denilir.
Ey
müminler! Bir de Allah'ı yeminlerinize, maruz (engel) kılıp durmayınız,
ki
sözünüzde durasınız, kötülükten sakınasınız, halkın arasını
düzeltesiniz...
Yani Allah'a çok yemin etmezseniz itaatkâr, müttaki, düzeltici
olabilirsiniz
veya iyilik takva ve dargınlıkları barıştırmak için de olsa Allah'a çok
yemin
etmeyiniz. Veya yeminleriniz bahanesiyle iyilik etmenize, fenalıktan
korunmanıza, dargınlıkları barıştırmanıza Allah'ı ortada bir engel, bir
sed
gibi tutmayın. Yani bu gibi güzel işleri yapmayacağınıza yemin edip de
Allah'ı
bunlara engel tutmaya kalkışmayın. Önce böyle yeminler etmeyin; ikinci
olarak,
böyle hayrı terke dair olan yeminlerinizde durmak, Allah rızasına
uygundur
sanmayın. Nitekim bir hadis-i şerifte de yer almıştır ki: "Bir kimse
bir
şeye yemin eder de sonra ondan başkasını daha hayırlı görürse, o
hayırlı şeyi
yapsın ve yeminine keffaret versin." Rivayet olunduğuna göre Abdullah
b.
Revaha bir kırgınlık yüzünden eniştesi Bişr b. Numan'ın yanına
gitmeyeceğine ve
onunla konuşmayacağına ve kız kardeşi ile aralarını düzeltmeye
çalışmayacağına
yemin etmiş ve bunun üzerine, "Allah'a yemin ettim, artık yeminimi
bozmam
câiz olmaz." demişti. Bu âyet, bunun veya Hz. Ebu Bekr'in bir yemini
hakkında inmiştir. Hz. Aişe demiştir ki bu âyet, Allah'a yemini tekrar
etmenin
aleyhinde inmiştir. Buna göre doğru yemin etmek yasaklanmış olunca,
artık
eğrisinin nasıl olacağı bir düşünülsün. Allah semi'dir, yapılan
yeminleri
işitir, Alîmdir, niyetlerinizi bilir.
225-O
halde her yemine karşılık sorumlu tutar mı?
Yeminleriniz içindeki lağv kısmı ile Allah sizi sorumlu tutmaz.
LAĞV:
Önem verme seviyesinden düşük olan söz demektir. Lağv yemini de içinde
bir
kararlaştırma ve kasıt bulunmayan yemindir. Bu da bir şeye kanaatine
göre yemin
etmek ve sonra onun aksine olduğunun anlaşılmasıdır ki bunda yalan
kastı
yoktur. Fakat İmamı Şafii, lağv yeminini, konuşurken "hayır vallahi,
evet
vallahi" gibi sırf pekiştirme için söylenip yemin anlamı akla gelmeyen
yemin sözcüklerine katmış ve bunda keffaret lazım gelmeyeceği kanaatine
varmıştır. Ancak bu âyetteki sorumlu tutmadan maksat, ahirette sorumlu
tutma
olup dünya sorumluluğu olan keffaret demek olmadığı açıktır, o nokta
En'âm
Sûresinde gelecektir. Demek oluyor ki Allah yalan kastı bulunmayarak ve
doğru
zannedilerek yapılıp da gerçeğe aykırı olarak ortaya çıkan boşuna
yeminlerden
sorumlu tutmaz. Ancak, kalplerinizin kazancı ile, yalan kastıyla bile
bile
yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar. Buna "yemin-i gamûs"
denilir ki keffareti yoktur, bunun günahından keffaret ile dahi
kurtulunmaz.
Oysa Allah'ın bağışlaması çok, hilmi (yumuşak muamelesi) çoktur. Ve
lağv
yeminlerden, aslında günah olmadıkları için değil, bağışlamasının ve
hilminin
çokluğundan dolayı sorumlu tutmaz. Fakat Allah böyle bağışlayıcı ve
halim
olduğu halde kalblerin kazancı ile kasten yalan yere yapılan
yeminlerden sorumlu
tutar. Yemin çeşitlerinden bir de "yemin-i mün'akide" vardır ki
bununla gelecekte bir şey yapmağa veya yapmamağa karar verilir ve bu
şekilde
taliki (ilerdeki zamana yönelik) bir söz verme işlemi yapılır." Filan
şeyi
yaparsam şöyle olsun, şunu vallahi yapacağım veya vallahi
yapmayacağım."
tarzında yapılan yeminler, yemin-i mün'akidedirler.
226-Bu
çeşitten olmak üzere, kadınlarından kaçınarak
îlâ yapanlar, yani eşi ile, cinsel birleşme yapmamak üzere yemin
edenler için,
dört ay bir süre vardır. Dolayısıyla, bu süre içinde, fey yapanlar,
yani yemini
bozup davranışları ile yeminlerinin aksini yaparak dönerlerse, şüphesiz
ki
Allah, çok bağışlayıcıdır, çok merhamet edicidir. İlerde açıklanacak
keffaret
ile onları bağışlar.
227-
Ve eğer fey yapmazlar (dönmezler) da îlâ ile
boşamaya karar verirlerse, mutlaka Allah (semi) işiten ve (alim)
bilendir.
Karar verilen boşama işidir ve onların niyetlerinin ne olduğunu bilir.
Îlâ
ile, fey yapmayıp (dönmeyip), boşamaya karar vermek konusunda selef
bilginleri
görüş ayrılığına düşmüşlerdir. İbnü Abbas demiştir ki, îlâ yapanın
eşine
dönmemesi ve dört ayın geçirilmesi boşamaya karar vermek demektir.
İbnü
Mes'ud ve Zeyd b. Sabit ve Osman b. Affan hazretlerinin görüşleri de
budur.
Bunlar bu dört ayın sonunda bâin bir talak (kesin bir boşama) meydana
gelir
demişlerdir. Hazreti Ali, İbnü Ömer ve Ebüdderda'dan iki rivayet vardır
ki biri
öncekiler gibidir. Biri de o süre geçtikten sonra ya eşine dönmesi veya
boşaması seçeneklerinden birisini tercih etmek üzere koca tevkıf edilir
ki Hz.
Âişe'nin görüşü de budur. Üçüncü görüş Said b. Müseyyeb, Sâlim b.
Abdullah, Ebu
Bekr b. Abdurrahman, Zühri, Ata ve Tavus'un görüşüdür ki dört ay
geçince bir
ric'î talâk (boşama) meydana gelir. Hanefiler birinci, Şafiî ve
Mâlikîler de
ikinci görüşü benimsemişlerdir. Boşama sözcüğü sarih (açık) olup biraz
sonra
görüleceği üzere ric'î boşama ifade ederse de, "azimet-i talak"
(boşama kararı)nın kinâye sözler gibi beynunet (kesin boşama) ifade
edeceği
açıktır. Sonra azim (karar), kalbin bir fiili olduğu için ayrıca dil
ile
telaffuz edilmesi gerekli değildir. Îlâ yemini buna yeterlidir. Bir de
bu
âyette îlâ için eşine dönmek veya onu boşamak arasında başka bir şık
yoktur.
Dolayısıyla bu yemini bozmamak, onu boşamaya karar vermek demektir. Bu
karar
ile îlâ boşamaya niyet edilen kinâye sözlerinden olmuş olur ki bunlarla
da bir
bâin talâk meydana gelir. Îlâda artık koca başkaca bir de boşama yapsın
diye
beklenerek, bir üçüncü şık ortaya çıkarılamaz.
228-Şimdi
yemin talâk sonucunu doğurunca, boşanmış
kadınlara gelelim:
Genel
olarak boşanmış olan kadınlar, kendilerini üç kurû' tutup beklerler.
Herhangi
bir nedenle kan görmeyenler, hamile olanlar, bir erkekle zifafa
girmemiş
olanlar, küçükler ve cariyeler başka âyetlerle burdaki genel hükmün
dışında
özel hükümlere tâbidirler. Kurû' ve akra', kelimesinin çoğuludur ki zıt
anlamlı
sözcüklerden olarak, hayız ve tuhur (temizlik) anlamlarıına gelen ortak
bir
sözcüktür. Bu bakımdan mücmeldir. Bu sözcüğün anlamının belirlenmesi,
anlamı
bakıp araştırma ile açıklamaya bağlıdır. İmam Malik ve Şâfiî, bunu
tuhur
(temizlik) ile tefsir etmişler de Ebu Davud ve Tirmizî'de tahriç
olunduğu
üzere, Hz. Âişe'den rivayet olunan, "Cariyenin boşanması iki kez ve
iddeti
iki hayzdır." hadisi ve buna uygun olarak İbnü Ömer'den İmam Şâfiî
hazretlerinin
de rivayet ettiği diğer hadisi şeriften anlaşılan iddette, "kar'"ın
hayız demek olduğu açıklanmış ve sayısında fark varsa da bu açıdan
cariye ile
hür olan kadının iddetinde fark bulunmadığı üzerinde görüş birliği olan
ve
âyetin ilerdeki ifadelerinden anlaşıldığı üzere beklemekten amacın
rahmin
temizliğinin ortaya çıkması olup bu temizliğin hayız ile
anlaşılacağının açıkça
belli olmuş bulunmasına ve fıkıh kitaplarında açıklanan daha bazı
destekleyici
delillerin ışığı altında Hanefi imamları bunu hayız ile tefsir
etmişlerdir ki
Raşit halifeler, Abdullah'lar (abadile) Übeyy b. Kab, Muaz b. Cebel,
Ebüdderda,
Ubâde b. es-Sâmit, Zeyd b. Sâbit, Ebu Musa el-Eş'arî ve Ma'bedilcühenî
(Allah
hepsinden razı olsun) hazretlerinin görüşleri de budur. Buna göre hür
ve bâliğe
olan boşanmış kadınlar tam üç âdet görünceye kadar kendilerini tutup
bekleyeceklerdir.
Ve
onlara Allah Tealâ'nın rahimlerinde yaratmış olduğu hayız veya cenin
her ne ise
onu gizlemeleri câiz olmaz ve saklamakla yararlanmaya kalkışmaları
helâl
değildir. Eğer onlar Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorlarsa bunları
saklamazlar, olduğu gibi söylerler, bu konuda söz kendilerinindir.
BÜULE;
"ba'l"in çoğuludur. Ba'l bir zamanlar tapılan bir putun ismi olduğu
gibi yükseklik anlamı ile seyyid ve mâlik yani efendi, koca ve karı
anlamlarına
da gelir. Erkeklerin ba'li denilince, onların hanımları; hanımların
ba'li
denilince onların kocaları demek olur ki burada böyledir. O halde
âyetin meâli:
Ve o boşanmış kadınların efendileri, yani onları boşayan ve fakat ric'î
boşama
(talâk) ile boşayıp henüz efendiliğini koruyan kocaları, onları bu süre
zarfında ric'at ile (dönerek) yine nikâhlarına almaya herkesten daha
çok hak
sahibidirler. Hatta iddet süresinde erkek söz veya fiil ile ric'at
(dönüş)
yapmak ister de, kadın razı olmazsa söz erkeğindir. Eğer o efendiler
aile
arasında bir düzeltme (yani anlaşmazlığı ortadan kaldırmak) isterler,
ona zarar
verme ve ayrılmaları fikrinde bulunmazlarsa bunu yapabilirler. Bu da
hukuk
açısından, yaptıkları boşamayı, bâin olarak yapmayıp ric'î olarak
vermeleri ile
anlaşılır. Buna rağmen içten içe amaçları geçinmek olmayıp kadının
iddetini
uzatarak ona zarar vermek gibi bir kötü niyyet ile ilgili olursa, sırf
kalbî
olan bu nokta da, "Ancak kalplerinin kazancı ile, yalan kasdı ile, bile
bile yalan olarak yapılan yeminlerden sorumlu tutar." (Bakara, 2/225)
âyeti gereğince ilâhi sorumluluğu hak ederler. Ve kadınlar için
erkekler
üzerinde, erkekler için kadınlar üzerinde bulunan haklara benzer,
ma'rufa uygun
olarak, yani tanınması ve korunması vacip (gerekli) hukuk mevcuttur ki
bunlar
birçok âyetlerde açıklanmıştır. Bu âyetlerden olmak üzere, "Onlarla
güzel
geçinin..."
(Nisa,
4/19), "Ya iyilikle tutmak ya da güzellikle salmaktır..." (Bakara,
2/229), "Çocuk kendisine ait olana da, emzirenlerin yiyecekleri,
giyecekleri uygun şekilde üzerlerine yükümlülüktür..." (Bakara, 2/233),
"Erkekler, kadınlar üzerinde yöneticidirler. Çünkü bir kez Allah birini
diğerinden üstün yaratmış, bir de erkekler mallarından
harcamaktadırlar..."
(Nisa, 4/34), "Ve aldığnız kadınlara mehirlerini gönül hoşnutluğu ile
verin..." (Nisa, 4/4), "Ve eğer bir kadını bırakıp da yerine diğer
bir kadın almak istiyorsanız, öncekine yüklerle mehir vermiş bulunsanız
da
içinden bir şey almayın..." (Nisa, 4/20), "Kadınlarınız arasında her
yönden âdil davranmaya ne kadar düşkünlük gösterseniz de yine güç
yetiremezsiniz. Bari (birine) büsbütün meyledip de ötekini askıda
kalmış gibi
bırakmayın..." (Nisa, 4/129)... Şimdi bu hükmün geneli içinde şu da
anlaşılıyor ki nikâh esnasında mehir belirlenmemiş ise mehr-i misil de
gerekir.
Bununla birlikte, erkekler için kadınlar üzerinde fazla bir derece
vardır.
Evlenme amacında erkekler kadınlara ortak olmakla birlikte üzerlerinde
bulunurlar, onları ve ellerindekini gözetir, muhafaza ederler, onları
yönetir
ve harcamada bulunurlar. Ailenin yükünü erkekler çekerler. Erkeklerin
bu gibi
yönlerden yerine getirecekleri fazla yükümlülüğe karşılık üstünlük ve
dereceleri de fazladır; fakat bunu kötüye kullanmamalıdırlar. Allah
azizdir
(çok güçlüdür), hakimdir (hüküm ve hikmet sahibidir). Hükümlerine karşı
gelenlerden intikamını alır ve onun hükümleri hikmetlerle ve yararlı
şeylerle
doludur.
229-
Şer'î bakımdan nikâh bağının ortadan
kaldırılması demek olan talak (boşamak), iki kezdir. Boşamanın ardından
hüküm
de ya dönüp iyilikle yaşamak ve iyi muamele ile tutmaktır-Demek ki,
boşamak
için açık bir irade beyanı olan boşama sözcüğü iki kez ric'î boşama
ifade eder
veya dönmeyip iyilikle, güzellikle salıvermektir. Ve önceden nikâh için
onlara
vermiş olduğunuz mehirlerden boşama karşılığında bir şey almanız size
helâl
olmaz. Bu helâl olmazsa diğer mallarından hiç olmaz. Erkekler buna
tenezzül
etmemeli, kadınlara baskı yapıp boşama bahanesiyle verdiklerini geri
almaya
veya onlardan yararlanmaya kalkışmamalıdır, böyle bir şey kesinlikle
haramdır.
Ancak o karı koca Allah'ın belirlemiş olduğu sınırlarda
duramayacaklarında
endişe ederler, sevişemeyip karı-koca hukukunu gözetemeyecekleri, meşru
olmayan
bir duruma düşecekleri zannında bulunurlarsa hüküm böyle değildir. O
zaman ey
hakimler! Bu ikisinin Allah'ın belirlediği şer'î sınırlarda
duramayacaklarından
korkar, bunu bazı belirtilerden anlarsanız, o zaman kadının nikâh
bağından
kurtulmak için boşamaya karşılık, gerek mehir ve gerek diğer başka
şeylerden
verdiği bedelde ne veren karı ve ne de alan koca, ikisine de günah
yoktur. Bu
şekilde mal karşılığı nikâhtan sıyrılmak caizdir. Ve bu, bir bâin talak
(boşama) olur. Ve boşamanın da böyle, kadına dönülmesi caiz olmayan
bâin diye
bir çeşidi vardır.
Rivayet
olunur ki Abdullah b. Übeyy b. Selûl'ün kızı Cemile, kocası Sabit b.
Kays'i
sevmezmiş. Resulullah'a gelmiş de, "Ya Resulallah! Ne ben, ne Sabit,
başlarımızı hiç bir şey bir araya getiremeyecek. Vallahi dininde,
ahlâkında bir
ayıbını görmüyorum. Ancak İslâm'dan sonra küfre düşmeyi çirkin
görüyorum; ona
da buğzumdan, nefretimden (kinimden) tahammül edip dayanamıyorum. Bir
gün
perdenin bir tarafını kaldırıp baktım, karşıdan bir kaç kişi içinde
gördüm; ne
göreyim içlerinde en siyahı, en kısası en çirkin yüzlüsü o." demiş,
sonra
bu âyetin inmesi ile Sabit'ten mehir olarak aldığı bahçeyi ona verip
hul' olmuş
(mal karşılığında boşanmış)tu.
İşte
bu hükümler, Allah'ın belirlediği sınırlardır. Artık bunları aşmayınız.
Ve her kim
Allah'ın koyduğu sınırları aşmaya kalkışırsa, işte onlar zalimlerden
ibarettirler. Bu aşma ile kendilerini ilâhî gazap ve cezaya hedef
kılacaklarından bu zulmü de en önce kendilerine yapmış olurlar. Âyette
zamir
ile yetinilmeyip de yüce Allah'ın isminin tekrar ortaya çıkarılıp
zikredilmesi,
ilâhî azameti hatırlatmak içindir.
230-
Sözü edilen iki boşamadan sonra koca, o
boşanması yapılmış kadını ona döndükten sonra veya iddet içinde iken
bir daha
boşarsa, artık üç boşamadan sonra o kadın, o erkeğe hiç bir şekilde
helâl
olmaz. Bu açık hükme karşılık ona helâl demek küfür olur. Bu haramlık,
o kadın
kendini diğer bir kocaya tam anlamı ile nikâh edinceye kadar, Rifâa'nın
hanımı
hakkındaki, "Sen onun, o da senin balcığını tadıncaya kadar..." hadisi
şerifi ile açıklandığı üzere, balcağızını tadıncaya kadar devam eder.
Öyle
aralarında üç boşama meydana gelmiş olan erkekle kadının samimi bir
aile
kurmaları normal olarak ihtimal dahilinde değildir. Aralarında bir
parça cazibe
bulunsaydı, herhalde bir veya iki boşama ile yetinilir ve o zaman
durumun
düzelmesine kadar beklenebilirdi. Karı-kocalık ilişkisi ve ruhsal
durumların,
çok ince ve derin bir şey olması bakımından hakkıyla
değerlendirilemeyip bazı
arızalar yüzünden öfkelenme ve köpürme ile kesilmesine yönelindiği
halde, çok
geçmeden ruhun derinliklerinden pişmanlık kaynayabileceği gözönüne
alındığından
dolayı, Cenab-ı Allah üçe kadar boşamaya müsade etmiş ve bunların da
kadının
temiz bulunduğu "tuhur" zamanlarında yapılması sünnet kılınmıştır.
Dolayısıyla birinci ve ikinci boşama birer deneme dersidir. Bu
denemeler
yapıldıktan sonra üçüncü kez boşamaya gerek gören ve Hakk'ın bahşettiği
bu
tecrübe dersinden yararlanmayı hiç de takdir etmeyen bir erkekle o
kadın
arasında ciddi bir aile hayatı olacağına ihtimal verilemez. Fakat o
kadının
elden çıkıp başkasının yatağına girmesi gibi acı bir ayrılıktan sonra
bile,
ruhlarının derinliklerinde önce hissedemedikleri bir evlenme ilgisi
bulunduğunu
takdir ederlerse, o zaman bunun ciddiyetine inanılabilir. Bu durumda,
bu nikâhtan
sonra bu ikinci koca şayet o kadını boşarsa, bu kadın ile önceki
kocanın
birbirlerine tekrar dönüp her ikisinin hoşnutluğu ile nikâh
olunmalarında bir
sakınca yoktur. Allah'ın şer'î sınırlarında duracaklarını zannederler,
öyle bir
ayrılıktan sonra, böyle birbirlerine bir ilgi duyarlarsa bunu
yapabilirler. Ve
işte yukardan beri sıralanan bütün bu hükümler, Allah'ın, değiştirme ve
aykırı
davranmaktan korunmuş bulunan, belirlenmiş kesin hükümleridir ki, Allah
bunları, anlayıp bilecek olan ilim adamları zümresi için açıklar.
Sorumluluk
yüklemek, mükellef kılmak herkese, anlamak ve açıklamak ilim ehlinedir.
Kitap
ve sünnet ile bunlara bazı açıklamalar daha katılacak ve bütün bunların
ince
yönlerini Peygamberlerin varisleri olan din âlimleri ve müctehid
imamlar
anlayacak, dallarını ve zaman zaman parça sonuçlarını onlar çıkarıp
açıklayacaklardır. O halde ilimde derinliği olmayanlar bunları kendi
kendilerine çözmeye kalkışmayıp âlimlere başvurmalıdırlar.
Siz
şimdi şu açıklamalara dikkat ediniz:
231-
Kadınları boşadınız, onlar da bekleme
sürelerini doldurdular mı, yani yukarda açıklandığı gibi bekleyecekleri
müddetlerinin sonuna yaklaştılar mı boşamak için irade beyanını açıkça
ifade
eden bir sözcükle, "tallâktüha" (onu boşadım) demek bir ric'î talak
ifade edeceğine göre, geçen hükme uygun olarak, ya o süre bitmeden
derhal
karılarınıza dönüp, onları marufa uygun olarak güzelce tutunuz, veya
marufa
uygun olarak salıveriniz. Haklarına tecavüz ve düşmanlık etmek için,
mesela
hul' yapmaya (mal karşılığı boşamaya) mecbur edip ellerinden bir bedel
kapmak
için onları zararla karşılayıp, kendilerine zarar vermek kastıyla
tutmaya
kalkışmayınız. İyice geçinmek amacınız ve ümidiniz yoksa ilk boşamada
güzelce
salıveriniz de bir iddetle kurtulsunlar. İddetlerinin (bekleme
sürelerinin)
sonlarına doğru onlara dönüp, tekrar boşamak suretiyle iki veya üç kez
iddet
beklemeye mecbur etmeyiniz. Bunu, bu zarar verme tutmasını her kim
yaparsa,
mutlaka kendine zulmetmiş olur. Bir de Allah'ın âyetlerini eğlence gibi
tutmayınız. Özellikle nikâh ve boşama hakkında çok ciddî olunuz. Çünkü
ilâhî
âyetleri hafife almak küfürdür.
Deniliyor
ki bazıları nikâh, boşama ve köle azadı yapar, sonra: "Canım ben şaka
yapıyorum." dermiş, bu nedenle bu âyet-i kerime inmiş ve bunun için
Peygamber efendimiz, "Üç şeyin ciddîsi ciddî, şakası da ciddîdir:
Nikâh,
boşama ve köle azad etmek." buyurmuştur.
Buna
göre ey müslümanlar! Bu konuda şakadan, işi hafife almaktan son derece
kaçınınız da Allah'ın üzerinizde olan nimetlerini hatırlayınız.
Özellikle size
nasihat ve irşad olarak üzerinize indirdiği kitap ve hikmeti hatırda
tutunuz.
Bu konuda Allah'tan korkunuz. Biliniz ki kuşkusuz ve şüphesiz Allah her
şeyi
bilendir. Yaptığınız, yapacağınız, terk ettiğiniz ve edeceğiniz
şeylerden hiç
biri ona gizli kalmaz. Bu bakımdan siz O'nun nimetlerini unutur, bu
kitabın ve
hikmetin değerini bilmez, hukukuna saygılı olmaz, hükümlerini
gözetmezseniz;
düşünemeyeceğiniz çeşit çeşit cezanın başınıza geleceğini bilmelisiniz.
Bu âyet
Sabit b. Yesar hakkında inmiştir, buna Sinan-ı Ensarî de denilir. Bu
adam,
karısını boşamış, iddetinin çıkmasına iki üç gün kala, karısına dönmüş;
yine
boşamış, yine dönmüş, yine boşamış; böylece kadının zararına yedi ay
geçmiş. O
zaman henüz boşama sayısı sınırlanmamıştı.
ECEL:
Hem süreye, hem de sürenin bitimine denilir.
BÜLUĞ
da bir şeye erişmek demek olup kapsamı genişletilerek son derece
yaklaşmak
anlamına da gelir. Dolayısıyla ecelin büluğu, iddetin sonuna erip
bitirmek veya
sonuna yaklaşmak anlamlarına gelebilir. Oysa yukarda, "Kocaları da
barışmak istedikleri takdirde o süre zarfında onları geri almaya daha
layıktırlar." (Bakara, 2/228) buyurulmakla ric'at (dönme) hakkının
iddet
içinde olma şartının bulunduğu anlaşılmıştı. Burada ise, "Onları
tutunuz"
ifadesi, dönüş hakkını ifade ettiğinden bu karine ile bu âyette ecelin
büluğu,
iddetin sonuna yaklaşmak demek olduğu ortaya çıkar.
232-Şimdi
de iddetin bitmesinden sonraki hüküm
açıklanmak üzere buyuruluyor ki: Bir de ey veliler veya ey müminler!
Kadınları
boşadığınız ve dolayısıyla onlar da ecellerine erdiği yani iddetlerini
bitirdiği zaman, eski kocalarıyla kendilerini evlendirmelerine,
aralarında örfe
uygun olarak karşılıklı rıza, hoşnutluk bulunduğu takdirde engel
olmayın.
Kısacası iddet bittikten sonra ilk kocanın kendiliğinden dönme hakkı
(ric'at)
kalmaz, ancak kadının hoşnutluğu ile yeniden evlenilebilir. Buna da
ma'rufa
uygun olmak şartıyla hiç kimsenin ve hatta velilerin bile engel olmaya
hakları
yoktur. Mesela: şahitsiz veya mehr-i misilden daha az bir mehir ile
razı olmak
gibi marufa uygun olmayan biçimde olursa, o zaman kadının velisi engel
olmaya
yetkilidir. Buna göre iki boşamada hoşnutlukla iki kez nikah yenilemek
caizdir.
Fakat üçüncüsü yukarda açıklandığı şekilde başka bir kocaya varmadan
helâl
olmaz. Rivayet olunduğuna göre Ma'kıl b. Yesar, kız kardeşi Cüml'ü,
Ebülvelid
Asım b. Adiyy b. Aclan ile evlendirmiş, o da sonra bunu boşayıp
bırakmış,
iddeti çıktıktan sonra pişman olmuş, yeniden istemeğe gelmiş, kadın da
razı
olmuş; bunun üzerine, Ma'kıl de kız kardeşine "O seni boşadı sen yine
ona
varmak istiyorsun, eğer tekrar ona varırsan yüzüm yüzüne haram olsun."
demişti. Yine bunun gibi Cabir b. Abdullah da amcasının kızını
yasaklamıştı. Bu
âyet bunlardan biri veya her ikisi hakkında inmiştir. Resulullah
Ma'kıl'i
çağırmış, bu âyeti okumuş; Ma'kıl da "Rabbımın emriyle burnum sürtüldü,
Allah'ım, razı oldum ve emrine boyun eğdim." demiş ve kızkardeşini
kocasına nikâh etmiş. Hz. Cabir de "Bu âyet benim hakkımda indi."
dermiş. Ancak âyetin iniş sebebi bunlar olduğuna göre, boşayanlara
başka, engel
olmaktan yasaklananlara başka olması lazım geleceğinden, bu da
"boşadınız" hitabı ile, "engel olmayın" hitabının, ayrı
ayrı kişilere yöneltilmesi ile ifadelerin birbirinden ayrılmasını
gerektireceğinden âyetin ifade akışına (nazmına) uymayacağı
düşüncesiyle âyete
şu anlam verilmiştir: Ey kocalar! kadınlarınızı, boşadığınız ve bunu
üzerine
onlar da iddetlerini bitirdikleri zaman, onlara baskı yapıp da başka
kocaya
varmalarını engellemeyiniz. İki tarafın razı olması ile meşru şekilde
bir nikah
ile gerek siz ve gerekse başkası, dilediklerine varsınlar. İbnü Abbas,
Zühri,
Dahhak demişlerdir ki bu âyet kadınlarını boşadıktan sonra onların
başka bir
kocaya varmalarına engel olan kocalar hakkında inmiştir. Çünkü
cahiliyet
taassubu ile bazıları boşadıkları kadınlara zulmederek baskı yaparlar,
evlenmelerine meydan vermek istemezlerdi. Rivayetin güçlü olmasından
dolayı
çoğu tefsirciler birinci görüşe taraftar olmakla birlikte, dirayet
açısından bu
görüşü daha uygun görenler de vardır. Aslında bu iki anlam birbiri ile
çelişik
değildir, biri diğerini gerektirir. Fakat her birinde bir açıdan daha
fazla
yarar vardır. Âyetin geliş gayesi bakımından ikinci tefsire göre, bu
âyetteki
kocaların boşadıkları kadınların evlenmelerine engel olmalarının yasak
edilmesi, öbür âyetteki kadına zarar vermek amacıyla onu tutma
yasağının
kapsamında dahil, bir bakıma onun tamamlayıcısı olacak, birinci tefsire
göre
ise buna karşılık başlı başına bir hüküm ifade etmiş bulunacaktır.
İlâhî hitabın
parçalanması sakıncası ise üç şekilde ortadan kaldırılmıştır:
Birincisi,
hitapta telvin (ifadeyi tek düzelikten çıkarıp çeşit çeşit ifade biçimi
kullanmak) de bir çeşit iltifat olarak belağat çeşitlerindendir.
İkincisi,
"tatlîk" (boşama), sebebine isnad etmek suretiyle boşatmak anlamına
da gelebilir. Ve böylece muhataplar değişmemiş, ikisi de "velilerden
ibaret" olmuş olur. Ancak bunun Ma'kıl ve Câbir olaylarına uygun düşüp
düşmeyeceği üzerinde durulması gereken bir noktadır. Üçüncüsü, diğer
hitapların
yalnız kocalara veya velilere ait olmayıp bütün ümmete yönelik
olmasıdır ki
böylece boşama, "hukukullah"ı, bir başka deyimle kamu hakkını
ilgilendirdiğinden, toplumdan bir kaç kişinin yaptığı, toplumun tümüne
nisbet
edilmiş olur. Ve böyle isnat, gerek Arapların sözlerinde ve gerekse
Kur'ân'da
yaygın ve pek çoktur. Şahsî hukuk açısından boşayan kocalar, eşlerin
yeniden
evlenmelerine engel olanlar diğerleri olduğu halde, kamu hukuku
açısından ikisi
de bir topluma aittir. Ve bundan dolayı çoğu tefsircilerin görüşü,
rivayet
açısından kuvvetli olduğu gibi, dirayet yönünden de çok incedir. Ve
gerçekten
boşamada Allah hakkı bulunduğu da kabul edilmiştir.
Ey
bütün muhataplar! Şu açıklanan ve önemli olan, kadınlara baskı yapmanın
yasaklığı hükmü, siz insanlardan Allah'a ve âhiret gününe iman eden her
kişiye
öğüt ve nasihata yaraşan bir hükümdür. Ey müminler! Bu yok mu sizin
için en
feyizli ve en temiz, pek çok temizliği ve nezih olmayı gerektiren bir
hükümdür.
Şer'an
ve insanlık açısından güzel olan, ma'rûfa uygun olarak kadının rızası
ile
nikahlanmasına engel olmamak bu konuda zorluklar çıkarmamak, baskı
yapmamak,
önce bunu yapabilecekler için ilâhî emre sarılmak olacağından bir
hayır, bir
sevaptır; sonra, karı ve koca için namus ve iffet açısından pek çok
temizliği ve
nezih olmayı gerektiren bir husustur. Çünkü nikahlanmalarına engel
olunduğu
takdirde -Allah göstermesin kuşku altında kalmalarından korkulur. Çünkü
kadınlarla erkekler arasındaki ilişkiler gizli bir şeydir. Bütün
bunların
içyüzlerini ve insanlığın durumunun düzelmesiyle ilgili hükümlerin ve
şer'i
kanunların nasıl bir şey olduklarını Allah bilir: Siz ise bunları
bilmezsiniz,
dışarda dolaşırsınız.
Boşanmış
kadınlar hakkında nikâhın sonuçları olan ve dolayısıyla nikâhlı
kadınlarda da
var olan ırda' (süt emzirme) ve nafaka gibi bazı hükümler daha vardır
ki bunlar
da aşağıda olduğu gibi açıklanır:
233-
Nikâh altında olsun, boşanmış olsun bütün
anneler çocuklarını tam iki sene emzirirler, emzirmeleri gerekir, ilâhî
hükme
göre annelerin durumu budur. Bu hüküm, emzirmeyi tamamlamak isteyen
içindir. Şu
halde tam iki sene emzirme süresi, en çoğu olup, âyette açıklanacağı
üzere bu
sürenin azaltılması caizdir. "Mevludünleh" yani çocuk kendisi için
doğmuş ve onun doğmasına sebeb ve nesebine sahip bulunmuş olan baba
üzerine de,
o annelerin ücretleri başta olmak üzere yiyecekleri ve giyecekleri
onlara
vaciptir. Fakat kayıtsız ve şartsız değil, mar'uf kadar, yani babanın
imkanına
göre, iki tarafın durumuna uygun olarak bir hakimin uygun görebileceği
ölçüde
vaciptir. Çünkü hiçbir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla yükümlü
olmaz,
"teklîfi mâlâ yutak", insanı gücünün yetmediği şeylerle yükümlü
kılmak mümkün olsa da yapılmaz. İbn Kesir, Nafi'den Verş ve Yakup
kırâetlerinde
"râ"nın şeddesi ve ötresi ile şeklinde; Ebu Ca'fer kırâetinde
şeddesiz olarak "râ"nın sükunu ile şeklinde, Aşere'nin kalanlarında
"râ"nın şeddesi ve fethi ile şeklinde okunur ki şeddelilerde dan ve
müfaale babandan malum veya meçhul nehy-i hazır, sakin okunan kırâette,
den
meçhul nehiydir. Ne çocuğu yüzünden anneye, ne de çocuğu yüzünden
babaya zarar
verilmeye kalkışılmaz. Zarar vermeye kalkışılmasın, hiçbirine zarar
verilmesin.
"Zarara, zararla karşılık vermek yoktur".
Baba
yaşıyorsa rızık ve elbise böyle, ölmesi durumunda, varis üzerine de
onun gibidir.
Bu varis ya babanın varisi veya çocuğun varisidir. Önce ölen babasına
varis
olan çocuğa, yeterli mal kalmış ise, o rızık ve nafaka ona; kalmadığı
takdirde
de o çocuğa o sırada varis olabilecek durumda bulunan "zi-rahim-i
mahrem" yakınına (kendisine nikahı haram olacak derecede yakın olan
akrabasına) veya asabesine (baba tarafından yakınlarına) vacip olur.
Şimdi
ana ile baba iki seneden önce memeden kesmek isterlerse ikisinin biri
düşünüp,
görüş alış verişinde bulunup hoşnut olmaları şartıyla, ikisine de bunda
bir
günah yoktur. Ana ile baba birlikte görüş alış verişinde bulunurlarken
her
halde yavrularının yararını gözetirler. Böyle ikisinin görüş ve
düşünceleri
birleşip de hoşnut oldular mı, artık hata ihtimali pek az olur. Olsa
bile, iyi
niyetle işin ehlinden ve yerinde meydana gelen içtihattaki hata
bağışlanmıştır.
Fakat taraflar birbirleriyle görüş alış verişinde bulunmazlar veya
birinin
rızası olmadan yapılmış olursa, günah olur. İşte yukarda "emzirmeyi
tamam
yapmak isteyen kimse", bu görüş alış-verişinde emzirmeyi kesmeye razı
olmayandır.
Ey
babalar! Bir de siz çocuğunuzu süt ana tutup emzirtmek isterseniz
vermek
istediğiniz ücreti veya İbnü Kesir kırâetinde medsiz (uzatmadan)
okunduğuna
göre İhsanı (ikramı) örfe uygun ve şer'an güzel görülen bir tarzda
güzelce
teslim ettiğiniz takdirde, size bir günah yoktur. Demek ki baba,
çocuğuna süt
ana tutup gerçek anneyi emzirmekten alıkoyabilecektir. Fakat süt anayı
memnun
etmelidir ki çocuğa iyi baksın. Dikkat ediniz, ve Allah'tan korkunuz ve
biliniz
ki her ne yaparsanız Allah onu mutlaka bilir. Dolayısıyla size ona göre
ceza
veya mükafat verir.
Nikâh
hükümleri boşamaya; boşama iddete ve nikâhın sonucu olan doğuma,
emzirmeye ve
nafakaya; nafaka da "varise düşen de aynen onun gibidir" fıkrasında
ölüme ve en sonunda âhiret hükümlerine ulaşmakla, şimdi de ölüm iddeti
(kocası
ölen kadının bekleyeceği süre) ve bu nedenle yeniden bazı âdâb
(edepler) ve
nikâh hükümlerinin açıklanması için buyuruluyor ki:
234-
Bilindiği gibi bu doğuşun bir de ölümü vardır.
İçinizden vefat edip de geriye eşler bırakan kimselerin hanımları da,
kendi
başlarına dört ay on gün beklerler, diğerlerine nikâh edilmezler,
süslenmezler,
görücüye çıkmazlar. Sonra bekleme sürelerinin sonuna erdikleri zaman,
artık
kendi haklarında örfe göre, yani şeriatın reddetmeyeceği bir şekilde
yaptıkları
hareketlerde, mesela süslenmek, evlenmeye namzed olacaklara görünmek
gibi iddet
(bekleme süresi) içinde yasaklı bulundukları kadınlık arzularını meşru
şekilde
açığa vurmalarında size bir günah yoktur. Gerek toplum ve gerekse
idareciler
iddetten sonra bunları, bu gibi meşru hareketlerden menetmeye
kalkışmamalıdırlar.
İddetten
sonra bunlar, tercih hakkına sahiptirler. Ancak gayri meşru hareketler
başka, o
zaman iş değişir ve siz gizli, açık, iyi, kötü her ne yaparsanız, Allah
ondan
haberdardır. Amellerinizin iyisine iyi, kötüsüne kötü karşılık
görürsünüz.
İddetin
hikmeti, "Allah'ın, rahimlerinde yarattığını gizlemeleri kendilerine
helâl
olmaz." (Bakara, 2/228) âyeti celilesinden açıkça anlaşıldığına göre,
rahmin temizliğinin ortaya çıkmasıdır ve bunda asıl olan da âdettir. Üç
âdet,
çoğunlukla üç ayda meydana gelebileceği gibi, her kadın da âdet görür
bir
durumda olmaz. Boşanmada kadının âdet görüp görmemesi de düşünmeye
değer bir
sebep olur. Bunun için boşanmada, âdet görenlerin iddetinin "kurû'"
(temizlik veya âdet hali) ile, âdetten kesilmiş olanların da ona bedel
aylar
ile olması, sırf hikmet olur. Fakat ölüm, herkes için eşit bir
sebeptir. Bundan
kaynaklanan ayrılıkta kadının âdet görüp görmemesinin hiç hükmü yoktur.
Bundan
dolayı vefat iddetinin herkes için eşit ve peşipeşine olması da sırf
hikmettir.
Âdetten kesilme gibi bunun üç ay ile takdiri, bu eşitliğe yeterli
değildir.
Bütün âdet görenler açısından da eşitliği temin için daha fazlasına
lüzum
olabilir. Aynı zamanda ölüm iddetinin, boşanmadan daha fazla bir yas
mânâsı
taşıması da yaraşır. Kadın için nikâh nimetinin yok oluşu, her halde
sevinçle
karşılanacak bir olay sayılmamalıdır. Bununla beraber boşanmada teselli
sebebi
olacak bir nimet yönü de düşünülmektedir. Ölüm ise, hiçbir kimse için
ferahlık
ve sevinç sebebi değildir. Bunun tek tesellisi, "Biz Allah'ın
kullarıyız
ve gerçekten yine ona döneceğiz." (Bakara, 2/156) imanıdır. Ölüm
sebebiyle
nikâh nimetinin yok oluşu, hassasiyeti ince ve iffet endişesi daha
fazla olan
kadın için boşanmadan daha çok bir yas sebebi olması gerekir. Bu
hikmetlere
dayanarak denilebilir ki ölüm iddetinin aylarla takdiri, âdet
görenlerle
görmeyenler hakkında eşitlik teminini ifade ettiği gibi; bunun dört ay
on gün
olması da çoğunlukla üç ayın, üç âdete denk, geri kalan bir ay on gün
de en
azından rahmin temizliğinin ortaya çıkması için bir ihtiyat ve durumu
ortaya
çıkarma olmakla beraber, ölüme ait yas mânâsını ifade etmiş olma
hikmetiyle de
ilgili görünmektedir. Bu müddetin, ceninin tam teşekkülü ve ruh
üflenmesiyle
ilgili bulunduğu da Eb'ü'l-Âliye'den ve Hasan el-Basrî'den rivayet
edilmiştir.
Bununla beraber bu iddet müddeti, Fıkıh bakımından "muallel" (bir
sebebe bağlanmış) değil müteabbed"dir (kulluk ve Allah'ın emri gereği
yapılacaktır).
235-
Vefat iddeti bekleyen kadınlara, isteme yani
nikâh namzedliği cinsinden kinayeli sözler söylemenizde veya ne kinaye
yoluyla
ne de doğrudan doğruya açıklamayıp, gönlünüzde gizlediğiniz arzu ve
nikâh
fikrinde de size bir günah yoktur. Gönlünüzden geçirebilirsiniz, "ne
hoşsun, ne güzelsin, beğendim, iyi kadınsın"; hatta "evlenmek
istiyorum" gibi kinaye yoluyla ifade edebilirsiniz. "Seninle evlenmek
istiyorum, nikâhına talibim." gibi açıkça söylemeyerek kinaye ile
anlatmak
caizdir. Allah müsaade etmiştir. Çünkü: Allah biliyor ki iddet bitince
siz
onları anacaksınız, açıktan açığa nikâhlarına talip olacaksınız. Bundan
dolayı
iddet içinde de düşünmenize veya sabretmeyip kinaye yoluyla
arzularınızı açığa
vurmanıza izin vermiştir. Fakat bu izni görüp de onlarla bir sırra,
yani cinsel
birleşmeye vaadleşmeyiniz. Ancak güzel ve meşru bir söz söylemeniz,
yani kinaye
ile istemeniz veya diğer meşru konular hakkında konuşmanız başka. Farz
olan
iddet, sona erinceye kadar nikâh düğümünü pekiştirmeyiniz. Yani nikâh
akdini
iddet çıkmadan yapma azminde bulunmayınız. İddet içinde nikâh haramdır,
yapmayınız. Ve biliniz ki her halde Allah, gönlünüzdekini bilir. Bundan
dolayı
öyle harama azmedip, karar vermekten sakınınız. Fakat iddetten sonra
nikaha,
iddet içinde niyet "veya gönlünüzde gizlemenizde bir sakınca yoktur,
Allah
biliyor ki (siz onları anacaksınız). " ifadesi gereğince helâldir. Şunu
da
biliniz ki, her halde Allah'ın bağışlaması ve hilmi (yumuşak muamelesi)
çoktur.
Eğer öyle olmasaydı yukardaki şekilde kinaye ile anlatmaya izin
vermezdi. İddet
beklemekte olan bir kadına kinâye ile namzedlik ve hatta susup gönül
bağlamak
bile bir çeşit kusur, bir sabırsızlık olduğu halde, iddetten sonrasına
ait olan
samimiyet ve menfaatinizi gözeterek onlara müsaade etmiştir. Bunlardan
anlaşılır ki kocalı veya ric'î talâk (dönüş yapılabilecek bir boşama)
ile
boşanmış bulunan kadınlara gerek açıktan ve gerekse üstü kapalı olarak
hiçbir
şekilde söz atmak caiz değildir. Ölüm iddeti beklemekte olan kadınlara
üstü
kapalı olarak evlenme teklifi caiz olmakla beraber; bütün iddet
bekleyen
kadınların ve kocalı kadınların, evlenme teklifi yapacak bir durumda
bulunmaktan kaçınmaları vacibdir. Aksi takdirde dulların hukukuna
tecavüzle
zulmetmiş ve kendilerini de tehlike ile karşı karşıya bırakmış olurlar.
Boşama
ve iddet meseleleri, böyle evlenme arz ve talebi ile ilgili, ince bir
takım
sosyal vazife ve adaba dayalı olunca, hukuk bakımından da bazı
açıklamalara
ihtiyaç duyulur. Nikâhlı kadınlar ilk plânda iki kısımdır: Mehir takdir
edilmiş
olan, olmayan. Bunlardan herbiri de iki kısımdır: Nikahtan sonra
gerdeğe
girilmiş olan, olmayan. Buna göre boşanmış kadınlar da bu şekilde dört
kısımdır: Birincisi kendisiyle zifafa girilmiş ve mehir takdir edilmiş
olan ki
bunların hükmü yukarıda anlatılmış; boşama üzerine haksızlıkla hiç bir
şey
alınmayıp, mehirlerinin tam olarak ödenmesi ve üç "kur' " (âdet veya
temizlik süresi) kadar iddet beklemeleri gerektiği açıklanmıştı.
İkincisi
kendisiyle zifafa girilmiş olup mehri takdir edilmemiş bulunandır.
Bunlara da
aynı şekilde, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru hakları gibi,
kadınların da hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti kerimesi gereğince
mehr-i misil (emsaline ödenen mehir miktarı) gerektiği bildirilmiştir
ki
bununla ilgili daha bazı açıklamalar gelecektir. Üçüncüsü, kendisiyle
zifafa girilmemiş
ve mehir de kesilmemiş olan; dördüncüsü de kendisiyle zifafa
girilmemiş, fakat
mehir kesilmiş bulunandır ki bu ikisi de aşağıda gelecek iki âyet ile,
bir de
Ahzâb Sûresinde: "Sizin için (dokunmadan boşadığınız) kadınlar hakkında
sayacağınız bir iddet yoktur." (Ahzab, 33/49) âyetiyle açıklanacaktır.
Şöyle ki:
236-Mehirsiz
nikâh veya zifafa girmeden önce boşamak
caiz olabilir mi? Çok bağışlayıcı ve yumuşak muamele edici olan Allah
Teâlâ
nezdinde bunların hükmü nedir denirse, (Hamza, Kisâî ve Halefü'l-Âşir
kırâetlerinde eklindedir. Nikâhlınız olan kadınlara ne temas, ne de
onlar için
nikâhta farz olan bir mehir takdir edip söylemediğiniz; yani ne zifaf,
ne de
mehir takdiri, hiç birini yapmadığınız müddetçe onları boşamanız
caizdir. Sırf
bundan dolayı size bir günah yoktur. Mehri söylemeden nikâh sahih
olabileceği
gibi, zifaftan önce boşamak da caiz ve geçerli olur. Fakat buna da dînî
bir
vecibe gerekli olur: Bundan dolayı onlara meşru şekilde bir mal verip
yararlandırınız; öyle ki bu mal, durumu geniş olana kudretince, dar
olana da
kudretince olsun. Bunu bahşetmek, iyilere gerçekten vacibdir. İsterse
mehir
söylenmemiş bulunsun, her nikâhın kadına mali bir menfaatle
sonuçlanması
gerekir. Mehir söylenmeden nikâhın sahih olması, mutlak olarak hiç bir
şey lazım
gelmez demek değildir. O zaman, "Erkeklerin kadınlar üzerindeki meşru
hakları gibi kadınların da hakları vardır." (Bakara, 2/228) âyeti
mânâsız
kalmış olurdu. Buna göre mehir kararlaştırılmadığı halde zifafa
girilmiş
olsaydı mehr-i misil gerekecekti. Zifaftan önce boşanmış olunca bu
mahrumiyete
karşılık bir bağış olsun verilmesi gerekir. Bu da fıkıhta açıklandığı
üzere en
az baştan başa bir kat elbisedir ki bunun da en az ölçüsü bir baş
örtüsü, bir
entari, bir çarşaf veya bunların bedelidir.
Ensardan
bir zat, bir hanifiyye ile (İslâmdan önce Allah'ın birliğine inanan ve
Hz.
İbrahim'in dininden olan bir kadını) mehir takdir etmeksizin evlenmiş,
sonra da
henüz gerdeğe girmeden boşamıştı. Bu âyet, bunun hakkında inmiş ve
Resulullah
(s.a.v.) buna, "Külahını satarak bile olsa o kadına bir mal (bağış)
ver!" buyurmuştur.
KADERUHU
: Nafi, İbnü Kesir, Ebu Amr, İbn Amir'den Hişam, Asımdan Ebu Bekir
Şu'be, Yakub
kırâetlerinde "dal"in sükunu ile şeklinde, geri kalanlarda fethasiyle
okunur.
CÜNÂH
: Aslında bir şeyi basıp meylettiren ağırlık demek olup zorluk, sıkıntı
ve
genel olarak günah ve vebal mânâsına da gelir ki "günah" kelimesinin
aslı budur.
KADINA
MESS: Temas, dilimizde dokunmak dediğimiz gibi cinsel ilişkiden
kinayedir. Bu
bir sır olduğundan açık delili bulunan halvet-i sahiha ile, yani
engelden uzak
olarak tenhaca beraber bulunmakla bilinir ve buna duhul (gerdeğe girme)
denir.
Bu şekilde gerdeğe girmeden önceki boşamada mehir kararlaştırılmamış
bulunduğu
takdirde talak-i bâin (yeni bir nikâh olmadan kadının tekrar
alınamayacağı
boşama) meydana gelir ve kadına bir mal verilmesi gerekir.
237-
Ve eğer onlara dokunmadan önce boşar, ve bir
mehir takdir edip kararlaştırmış bulunursanız , borcunuz, takdir
ettiğiniz
kararlaştırılmış olan mehrin yarısıdır. Ancak o kadınlar bunu
bağışlayıp
düşürürlerse veya nikâh düğümü elinde olan, akdedilmiş nikâha ve onu
çözmek
hakkına sahip bulunan kimse, yani boşayan koca fazlasını verirse o
başka.
Burada bu ifade ile muhataptan gıyaba iltifat olunması (ikinci şahıstan
üçüncü şahsa
dönülmesi) bu özellikle fazla teşvik içindir. Rivayet edilmiştir ki
ashabdan
Cübeyr b. Mut'ım hazretleri böyle tamamını vermiş: "Ben bağışlamaya
daha
layıkım." demiştir. (Allah ondan razı olsun). Bununla beraber ilk
bakışta
bu kimseden maksat veli gibi görünür, veya kadın küçük olduğundan
dolayı
evlendirme yetkisine sahip olan velisi o yarıyı affetmiş bulunsun demek
olur.
Fakat önceki mânâyı desteklemek üzere buyuruluyor ki: Ve affetmeniz
(bağışlamanız) takvaya daha yakındır. Belli ki küçük bir kızın hakkını
düşürmekte bir takva ilgisi bulunamayacağından bunun mânâsı şudur:
Kadının
affetmesinden, sizin fazla vermeniz takvaya daha yakındır. Aranızda
iyiliği de
unutmayın, birbirinize karşı iyilik ve faziletle muamele etmeyi elden
bırakmayın. "Erkekler için kadınlar üzerinde fazla bir derece
vardır." (Bakara, 2/228) âyetinin mânâsını hatırdan çıkarmayın. Çünkü
her
ne yaparsanız Allah onu görür. Yaptığınız iyilik ve ikramı zayi etmez.
Kadın
affederse bu fazileti o elde etmiş olur; erkek fazlasıyla tamamını
verirse,
iyilik ve üstünlüğünü ispat etmiş bulunur. Bu bakımdan evlenme, boşama
ve mal
derdiyle dünyaya dalıp iyilik ve fazileti unutmamalıdır.
238-
Böyle olabilmek için de bilinen namazları ve
hele orta namazı üstlerine düşerek muhafaza ediniz. Her birini dikkatle
gözetip
vaktinde eksiksiz olarak yerine getirmeye devam ediniz. Ve Allah için
ayağa
kalkıp divan durunuz, yani Allah için kalkıp, önünüze bakarak,
ellerinizi güzel
bir şekilde tutup oynatmayarak sessiz ve sakin ve bir boyun eğme tavrı
içinde Allah
diyerek namaza durunuz.
KUNUT:
Bir şeye öyle devam edip durmaktır ki taat, huşu, sukünet ve ayakta
durmak
mânâlarını içerir ve dilimizde buna "divan durmak" denir. Bunun için
kunut taattir, kunut uzun süre ayakta durmaktır, kunut susmaktır; kunut
huşu ve
tevazu kanatlarını indirmek ve azaların sükuna kavuşmasıdır diye
çeşitli
bakımlardan tarif edilmiştir. Bir hadisi şerifte "Namazın en
faziletlisi
kunutu (kıyamı) uzun olandır." buyurulmuştur ki kıyam demektir. Buna
göre
namazda kıyam ve kırâeti, duayı veya huşû ve süküneti uzatmaya da kunut
denir.
Nitekim, "Hazreti Peygamber bir ay kunut yaptı, bunda Arap
kabilelerinden
biri aleyhine dua ederdi." diye rivayet olunan Peygamber fiilinde
kunut,
duaya kıyamı (dua için ayakta durmayı) uzatmak demektir. İşte bu "Allah
için kunut yaparak ayakta durunuz." emriyle namazda özellikle Allah
için
niyetin ve iftitah (başlangıç) tekbirinin, kıyamın ve huşû ile dünya
kelâmından
sükut etmenin farz oluşu anlatılmıştır. Bu şekilde kıyam (ayakta duruş)
namazın
ilk rüknüdür (temelidir). "Okuyunuz", "Rüku ediniz",
"Secde ediniz" emirleri gereğince kırâet, rükû, secdeler, kâde
(oturma), sıralamada bundan sonradır. Her namazda önce divan durmak
vardır. Bu
sebeple namaz aslında bir kunuttur. Fakat vitir namazı gibi bazı
namazlarda
kıyam (ayakta durma) esnasında bir tekbir ile daha dua için kıyamı
uzatmaya da
özel mânâsıyla kunut denir ki kunut içinde kunut demek olur. Bundan
dolayı,
"kânitîn" namaz kılanlar, huşû içinde bulunanlar, susanlar demek
olur. Asıl kıyam, "Allah için ayakta durun." ifadesinden açıkça
anlaşıldığı için "kunut yaparak" ifadesi, daha çok Allah'ın zikri ile
durup huşû ile susmak mânâsına yorumlanmıştır. Ebu Amr eş-Şeybanî'den
rivayet
edilmiştir ki: "Biz başlangıçta Resulullah zamanında namazda
konuşurduk.
Allah için kunut yaparak ayakta durun." âyeti indi, bize susmak
emredildi." demiştir. Abdullah b. Mes'ud da demiştir ki: Biz
Habeşistan'a
gitmeden önce Hz. Peygamber'e namazda olduğu halde selâm verirdik, O da
bize
karşılık verirdi. Habeşistan'dan geldiğimde selâm verdim, karşılık
vermedi,
sonra bunu kendisine arz ettim. "Cenab-ı Allah dilediği emri yaratır,
namazda konuşmamanızı da kesinlikle emretti." buyurdu. Ebu Said
el-Hudrî'den rivayet edilmiştir ki: Bir adam Hz. Peygambere namazda
selâm
verdi. O da işaretle aldı. Selâm verdikten sonra buyurdu ki: "Biz
namazda
selâm alırdık, ama ondan menedildik. Muaviye b. el-Hakem es-Sülemî
hadisinde de
Peygamber (s.a.v.) buyurmuştur ki: "Bizim şu namazımız yok mu, bunda
insan
kelâmından hiç bir şey yaraşmaz. O tesbih, tekbir ve Kur'an kırâetidir.
Bu
âyetin inişinden sonra ashab-ı kiramdan her hangi birisi, namaza
durduğu zaman,
Allah korkusu ile uzağa bakmaktan, sağa sola dönmekten, bir çakılı
itmekten,
gönlünde dünya işleriyle ilgili bir kuruntu yapmaktan sakınırdı.
Kelimesinde,
elif-lâm ahdi harici içindir ki maksat, günde beş vakit bilinen farz
namazlardır. Bu ahd olmasaydı, bilinen bütün namazların farz olması
gerekecekti
ki buna güç yetmezdi.
VUSTÂ
: Evsat ın müennesi (dişili) olarak ism-i tafdildir ki orta veya en
faziletli
demektir. Bunun için salat-ı vüstâ anlam itibarıyla orta namaz veya
efdal (en
faziletli) namazdır diye ancak iki görüş vardır. İsm-i tafdil, fazlalık
ve
eksikliği kabul eden şeylerden yapıldığı cihetle "mevt (ölüm)"ten
"emvet (daha çok ölüm)" denmediği gibi; bir şeyin vasat (orta) olması
da fazlalık ve eksikliği kabul etmeyeceği için, "evsat" ve
"vustâ" kelimesinin tafdil mânâsında kullanılmasının doğru olmayacağı
ve bu bakımdan "evsat" en hayırlı, en mütedil demek olup, salatı
vüstanın da "efdal namaz" (en faziletli namaz) mânâsına olması
gerekeceği de hatırlatılmıştır. Bununla beraber ism-i tafdilin, fiilin
asıl
mânâsına gelmesi de inkâr edilemeyeceği gibi, tavassutun (ortada
olmanın) izafî
veya hakikîsini düşünmek de mümkündür. Şu halde salât-ı vustâ
"namazların
en ortası" veya "ortası" demek de olabilir.
İşin
aslına gelince, atıf, tegayür (başkalık) gerektireceğinden "orta
namaz", "essalevat"tan yani bilinen namazlardan başka bir namaz
gibi görünürse de aslında "namaz", "namazlar" da dahil
olduğundan bu atfın, fazla itina göstermek için hassı âmma (özel olanı,
genel
olana) atıf cinsinden bulunduğu en küçük bir düşünce ile anlaşılır ki
genel
olarak tefsircilerin rivayetleri de böyledir. Şu halde bu atıf, "ve
melâiketihî ve Cebrail" (Allah'ın melekleri ve Cebrail) diye meleklere
Cebrail'i atıf gibidir ve farz namazlar içinde salat-ı vüstâ (orta
namaz)
melekler içinde Cebrail'e benzer. Acaba bu hangi namazdır? Bunu kesin
bir
şekilde tayin etmek mümkün değildir. Tabiin'in büyüklerinden Said b.
Müseyyeb
hazretleri, salat-ı vüstâ hakkında Resullullah'ın ashabı şöyleydi,
demiş ve
parmaklarını birbirine geçirmiştir. Bu konudaki görüşlerin özeti
şöyledir:
1-
Bu, ikindi namazıdır. Bu görüş, Hz. Ali'den, İbnü Mes'ud'dan, Ebu
Ey-yub'dan,
bir rivayette İbnü Ömer'den, Semre b. Cündeb'den, Ebu Hüreyre'den,
Utayye
rivayetinde İbnü Abbas'tan, Ebu Said el-Hudri'den, bir rivayette Hz.
Âişe'den,
Hz. Hafsa'dan (R. anhüm), birçok tabiînden, İmamı Azam Ebu Hanife'den,
bir
kavlinde İmam Şafiî'den, Ahmet b. Hanbel'den ve Malik'in bazı
arkadaşlarından
rivayet edilmiştir ki Resulullah Efendimiz "Ahzab" savaşı günü,
"Bizi, orta namazı olan ikindi namazından meşgul ettiler. Allah
kalblerine
ve evlerine ateş doldursun." buyurmuştur. Çünkü düşmanların savaş için
hücumlarından dolayı "korku namazı" şeklinde olsun vaktinde
kılamamışlar, güneşin batışından sonra kılmışlardı. Hz. Ali de "Biz
orta
namazı sabah namazı zannederdik. Nihayet Resulullah söyledi de bunun
ikindi
namazı olduğunu öğrendik." demiştir. Ebu Malik Eş'ari ve Semre b.
Cündeb
hazretleri de Resulullah'ın, "Orta namaz, ikindi namazıdır."
buyurduğunu rivayet etmişlerdir. Bunun sebebi ve hikmeti olarak
denilmiştir ki
ikindi namazı vakti, herkesin ticaret ve geçim için en çok meşgul
oldukları bir
vakittir. Gece ve gündüz meleklerinin toplanma zamanıdır. Bir de şer'î
günle,
iki gündüz iki gece namazlarının ortasındadır. Bu bakımdan her iki
mânâsıyla
ortadır.
2-Sabah
namazıdır. Bu da Hazreti Ömer'den, bir rivayette Hz. Ali'den, Ebu Musa,
Muaz,
Cabir, Ebu Ümame ve bir rivayette İbnü Ömer hazretlerinden ve
Mücahid'den ve
İmam Malik'ten ve bir kavilde İmam Şafiî'den rivayet edilmiştir. Bunun
hakkında
da Resullullah'ın, bir gün sabah namazını kılıp rukudan önce kunut da
yaptığı,
elini kaldırıp dua ettiği ve sonunda: "İşte bu, içersinde kunut yaparak
(boyun eğerek) kılmamız emredilen orta namazıdır." buyurduğu Ebu Reca
Utaridî hazretlerinden rivayet edilmiş ve Fahreddin Razî, tefsirinde
daha çok
buna atıfta bulunup delil getirmiştir.
3-Öğle
namazıdır. Bu da İbn Ömer, Zeyd, Üsame, Ebu Said, Aişe hazretlerinden
ve bir
rivayette İmam-ı Azam'dan rivayet edilmiştir. Zeyd b. Sabit (r.a.)
şöyle
rivayet etmiştir ki: "Hazreti Peygamber, öğle sıcağında namaz kılar,
insanlar da kendilerini sıcaktan koruyacak barınaklarında bulunurlar,
Cemaate
gelmezlerdi. Resulullah, bu hususta söylendi. Cenab-ı Allah: 'orta
namazı'
âyetini indirdi ki maksat öğle namazıdır." Yine rivayet olunmuştur ki o
zaman öğleyin Hz. Peygamberin arkasında ancak bir iki saf cemaat
bulunurdu.
Resulullah: "Vallahi şu namaza gelmeyen kavmin üzerlerine evlerini
yakayım, diye gönlüme geldi. buyurmuş, bunun üzerine bu âyet inmiştir;
bir de
öğle namazı, Resulullah'ın ilk defa Cebrail'in imamlığı ile kıldığı ilk
namazdır. Bundan başka cuma namazı bu vakittedir. Bunun fazileti ise
bilinmektedir.
4-
Akşam namazıdır. Bu da Ebu Ubeyde es-Selmanî ve Kubeysa b. Züveyb (r.
anhüma)dan rivayet edilmiştir. Çünkü bu namaz, ikâmet halinde ve
yolculukta hep
üç rekat olarak sabittir.
5- Yatsı
namazı olduğu da bazı zatlardan nakledilmiştir.
6-
Beş vakit namazın tamamıdır ki Muâz b. Cebel (r.a.) bu görüştedir.
Gerçekte
namaz, imanın aslı ile diğer ameller arasında ortada bulunan bir
ibadettir. Bu
itibarla "vüstâ" (orta oluşu) sıfat-ı kâşifedir (açıklayıcı bir
sıfattır). Diğer taraftan namazda tertip sahibi olmanın, daha faziletli
olduğunda söz yoktur. Bu ise, her gün beş vakit namazın tamamı
itibariyledir.
7-
Beş vakit namazdan, belirsiz olarak bir tanesidir. Tabiînin
büyüklerinden Said
b. Müseyyeb ve Ebu Bekir Varrak bu görüşe sahip olmuşlardır. Cenab-ı
Allah,
Ramazan ayında kadir gecesini, Esmâ-i Hüsnâ'sında (en güzel isimleri
içersinde)
İsm-i Azam'ını (en büyük ismini), cuma gününde icabet saatini gizlediği
gibi;
namazlar içinde de orta namazını gizlemiş ve bununla beraber
muhafazasını
emretmiştir ki; namazların hepsine devam ve muhafazasına itina
gösterilsin.
Böyle
olduğunu Nafi, İbn Ömer'den rivayet etmiş, Rebi' b. Heysem de bu görüşe
sahip
olmuştur. Bir de bu âyet önce, "orta namazını, ikindi namazını..."
diye inmişti. Hz. Hafsa'nın, kölesine yazdırdığı ve bu âyete gelince
özellikle
imla suretiyle yazdırdığı mushafta ve yine Hz. Aişe'nin mushafında
böyle ve bir
rivayette: "o ikindi namazıdır" şeklinde olduğu, fakat bunun daha
sonra neshedilip (kaldırılıp) yalnız, kırâetınin kaldığı mütevatir
kırâetlerle
sabit ve Bera' b. Âzib hazretlerinden de özellikle rivayet edilmiş
bulunduğu
cihetle anlaşılıyor ki bu önce ikindi namazı olmak üzere tayin edilmiş
olduğu
halde, daha sonra tayini neshedilip kapalı bırakılmıştır. Tefsirci
Kurtubî
demiştir ki, sahih olan budur; çünkü deliller, birbirine zıt ve tercih
şekli de
yoktur.
Meşhur
olan görüşler bunlardır. Bunlardan başka:
8-
Cuma günü cuma namazı, diğer günlerde öğle namazıdır. Bu da Hz. Ali'den
rivayet
edilmiştir.
9-
Yatsı ve sabah namazlarıdır ki Ebu Hayyan'ın anlattığına göre Hz. Ömer
ve Hz.
Osman bu görüşe sahiptirler.
10-
Sabah ve ikindi namazlarıdır ki Malikî fıkıhçılarından Ebu Bekir
Ebherî'nin
görüşüdür.
11-
Özellikle cuma namazıdır.
12-
Farz namazların hepsinde cemaattir.
13-
Korku namazıdır.
14-
Vitir namazıdır. Ebu'l-Hasan Ali b. Muhammed es-Sehâvî bunu tercih
etmiştir.
15-
Kurban bayramı namazıdır.
16-
Ramazan bayramı namazıdır.
17-
Kuşluk namazıdır.
Tefsirci
Ebu Hayyan Endelûsî, bunları özetleyerek der ki: "Bu görüşlerden her
biri
söylediği namazın fazileti hakkında vârid olan hadislerle, bir de
bazısının, şu
ve şu arasında ortada bulunmasıyla tercih edilmesi istenilmiştir.
Halbuki bu
bir delil değildir. Belirli bir namazın özel bir faziletinin bulunması;
ne
hepsinden faziletli olmasına, ne de orta namazdan Allah'ın muradının, o
namaz
olduğuna delâlet etmez. Bütün bu rivayetler arasında itimada en uygun
olan
görüş; Hz. Peygamberin salat-ı asır (ikindi namazı) diye
açıklamasıdır..."
İbn
Cerir Taberî de tefsirinde bunu doğru göstermiştir. Hanefîlerin de en
çok
taraftar olduğu görüş budur. Böyle olmakla beraber, bu kadar ihtilaf
içinde
bunun kesin bir tefsir olduğu iddia edilemez. Çünkü âyetten
"salâtü'l-asr" (ikindi namazı) açıklamasının, okunuşunun neshedilmiş
olarak kalması, belirleme hükmünün kaldırılmış olmasına yorumlanır.
Yalnız
okunuşun neshedilmiş olması, orta namazın bilinmesinin, beş vakit namaz
gibi
yerleşip tevatürle bilinmesine ve tayin edilmiş olmasına bağlıdır.
Halbuki
görüldüğü üzere beş vakit namaz, kesin olarak bilindiği halde bu öyle
değildir.
Bu ancak genel anlamı ile bilinmektedir. Gerçi "Ahzab" günü (Hendek
savaşı günü) hadisi, en kuvvetli bir açıklamadır. Fakat bunun, o günkü
ikindi
namazına mahsus olması da muhtemeldir. Çünkü en çok engelle karşılaşan
o
olmuştur. Ve çok meşguliyet hikmetine bakılarak orta namazın,
çoğunlukla ikindi
namazı olduğunun söylenmesi, insanların çoğu için ikindi namazının,
meşguliyetin çok olduğu bir zamana rastlamış olmasından ve böylece
ortada
kalmasındandır. Halbuki genel duruma bakılırsa, meşguliyetin çokluğu ve
engeller, diğer namazlara da rastlayabilir. Bu bakımdan denilebilir ki
her
şahıs için engellerin çokluğu sebebiyle kılınması zor ve en çok ortada
kalıp
geçmesi muhtemel olan namaz hangisi ise, onun hakkında namazların en
faziletlisi ve orta namazı da odur. Ve yukarıdaki şekilde her namaz
hakkında
rivayet bulunması, bu şekilde izah edilebilir ve ilk inişteki
"salâti'l-asr" (ikindi namazı) açıklamasının, neshedilmiş bulunması
da bunu teyid etmektedir. O halde orta namazı hakkında en sahih ve en
itidalli
söz, beş vakit namazdan herhangi birisinin olmasıdır.
239-
Bütün namazlara itina gösterilmesini temin
için, orta namazı kesin olarak tayin edilmemiş, ancak açık ve kesin
buyurulmuştur
ki:
Namazların
hepsini ve hele orta namazı muhafaza ediniz ve Allah için kalkıp divana
durunuz, eğer korkarsanız; düşman veya yırtıcı hayvan gibi bir sebepten
ötürü
şiddetli bir korkuya düşerseniz, yaya veya binekli, nasıl
durabilirseniz öyle kılınız.
Yani durum neyi gerektiriyorsa ona göre nasıl ve ne tarafa durmak
mümkünse
öylece, isterse hayvan üzerinde ima ile olsun tek başınıza kılınız ve
her halde
mümkün olduğu kadar kılınız, terk etmeyiniz.
Bu
şekilde gelişine göre namaza, "korku namazı" denir ki en şiddetli
korku zamanındadır. Korku namazının, cemaatle kılınabilen diğer bir
şekli
vardır ki Nisâ sûresinde gelecektir. Onda korku, bundan azdır. Fakat
düşmanla
fiilen savaş sırasında bunların hiçbiri yapılamaz; hareket namazı
bozduğundan,
o zaman namazı kazaya bırakmak zorunlu olur. Nitekim Hendek savaşında
"Ahzab" günü güneş batıncaya kadar böyle olmuş da Resulullah:
"Bizi orta namazı olan ikindi namazından meşgul ettiler..." buyurmuş,
dört namazı kazaya bırakmış ve güneş battıktan sonra sırasıyla kaza
etmişti.
Artık
korkuyu atıp emniyet ve selâmete çıktınız mı, size o bilmediğiniz
hükümleri ve
bu arada namazın hükümlerini nasıl öğrettiyse, öylece Allah'ı
zikrediniz,
namazlarınızı yine tam olarak kılınız ve diğer hükümlerini de yerine
getiriniz
ki şükretmiş olasınız. O hükümler içinde namazlara devam, bu üstünlük
ve
fazileti unutturmaz. Demek ki namazlar içinde orta namazı nasılsa,
bütün şer'î
hükümler içinde namazlar da öyledir ve bunu anlatmak için nikâh ve
boşama
meseleleri henüz bitmeden arada özellikle bu emirler verilmiştir.
Ölümün ve
boşamanın bahis konusu olduğu ve olacağı bir sırada fazilete sevk ve
namazı
emretmek ve korku ve güvence ile cihadı hatırlatmak ne kadar beliğ
(belagatlı)dir! Bu uyanışla o hükümlerin geri kalan kısmını dinleyiniz:
240-
KIRÂET: Ebu Amr, İbnü Âmir, Hafs rivayetiyle Âsım
ve Hamza kırâetlerinde mansub şeklinde, diğerlerinde ise merfu şeklinde
okunur.
Abdullah b. Mes'ud kırâetinde de şeklindeydi.
Tefsircilerin
büyük çoğunluğu bu, âyetinin inişinin, evvelki âyetten daha önce
olduğunu,
fakat okunuşta geri bırakıldığını söylemişlerdir. Bununla beraber tarih
açıklanmış değildir. Önceki iddet, bu da nafaka içindir.
Yine
içinizden vefat edip de acıklı hanımlar bırakanlar, eşleri için
senesine kadar
evden çıkarılmayarak geçinecekleri bir malı vasiyet edip bırakırlar.
Bunların,
hanımları için böyle bir vasiyet hükmü vardır ki vasiyet yapılmasa bile
hüküm
verilir. Bunun üzerine o hanımlar, kendiliklerinden çıkarlarsa, o zaman
kendi
haklarında meşru bir şekilde yaptıkları hareketlerde size bir günah
yoktur.
Nafaka haklarını, kendileri düşürmüş olurlar. Allah azizdir, hakimdir
(çok
güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir); meşru olanın aksine hareket
edenleri veya
meşru olan harekete müdahale edenleri hesaba çeker.
Burada
nekre (belirsiz) olarak "ma'ruf", öncekinde (belirli bir kelime
olarak) "bi'l-ma'ruf" buyurulması; bunun inişinin önce, öbürünün
inişinin ise daha sonra bulunmasından dolayı olduğunu tefsirciler
açıklıyorlar.
Çıkış halinde günahın olmayışı gösterir ki bu bir sene tamamen iddet
değildir.
Çünkü iddet olsaydı, çıkışları günah olurdu. Şu halde bu âyet,
birincisinden
inişte de önce olsaydı, dört ay on gün iddet müddetiyle çelişkili
olmazdı. O
halde önce olduğundan dolayı nafakaya ait olan bu müddetin, iddet
müddetiyle
neshedilmiş veya tahsis edilmiş olması gerekmezdi. Fakat şurasını
unutmamak
gerekir ki bu bir sene kadar intifa hakkı, vasiyet veya vasiyet
hükmünde olarak
sabittir. Halbuki ileride görüleceği üzere karı da kocasına dörtte bir
veya
sekizde bir hisse ile varis olacaktır. Bu şekilde miras âyetlerinin
inişinden
sonra varise vasiyet neshedilmiş (kaldırılmış) olduğundan, bu vasiyet
de
neshedilmiştir. Bundan dolayı kocası vefat eden eşlere kendi miras
paylarından
başka bir de nafaka vacib değildir. Bu âyet, İslâm'ın başlangıcında
karıya
miras yokken inmiş ve daha sonra miras ile hükmü kaldırılmıştır. Ve bu
hükmün
kaldırılması, karının aleyhine değil, lehine (yararına) olmuştur. Bir
sene de
iddet mânâsı düşünenler, bu neshin, sonradan inen iddet âyetiyle
olduğunu da
söylemişlerdir. Demek ki her iki takdirde neshedilmiştir. Ancak
Mücahid'den
mesken hakkında neshedilmediğine dair ayrı bir görüş vardır. İmam Şafiî
de o görüşü
benimseyerek, bunlara nafaka yoktur, fakat bir sene meskende oturma
hakkı
vardır demiştir. Mesken de nafakadan sayıldığı için, bu düşünce rivayet
ve
dirayet bakımından zayıftır.
241-
Kocası vefat edenlerin nafakaları böyle. Bu
açıklamanın sonunu, baş tarafına bağlamak için bu hususta ilk bahis
konusu olan
boşanmış kadınlara gelince: Boşanmış kadınlar için de şer'î bakımdan ve
gelenekler açısından uygun şekilde bir mal, bir intifa hakkı
(faydalanma hakkı)
vardır ki, verilmesi, Allah'tan korkanlara, takvanın en geniş mânâsıyla
müminlere vacibdir. Koca onu vermeli; vermezse, müslümanların hakimleri
alıvermelidir. Bu mal, gerdeğe girmiş olanlar için iddet nafakası,
girmemiş
olanlar için de bir bağıştır (müt'adır). Fakat müt'a, yukarda geçmiş
bulunduğundan burada asıl konunun iddet nafakası olacağı açıktır. Bunun
geleneklere uygun olanı da kocanın gücüne göre, karının durumuna uygun
olmasıdır. "Hiç bir kimse, gücünün yettiğinden başkasıyla mükellef
tutulmaz." (Bakara, 2/233), "Eli geniş olan kendi gücüne göre, eli
dar olan da kendi gücüne göre" (Bakara, 2/236).
242-
İşte böyle Allah, hükümlerine delil olan
âyetlerini size açıklıyor ki, aklınız ersin, akıl ve anlayış sahibi
olasınız.
Allah'ın hükümlerini güzelce anlayıp lâyıkıyla tatbik edesiniz de
"ölüm" denince, akıllarını kaçıranlar gibi olmayasınız:
243-
denildiği zaman bakmak veya ulaşmak mânâsını
ifade eder ki, "Bakıp görmedin mi? Görmüş gibi bilmedin mi? İlmin, bu
bilinen şeye daha yetişmedi mi? Ne garip. Hayır, sen onu bilirsin."
yahut
"Haberin yok mu baksana ne acayip!" demek olur.
Görmedin
mi? Haberin yok mu? Ne acayip, baksana şunlara ki, binlerce kişi
oldukları
halde ölümden kaçınmak için yurtlarından çıktılar. Allah da onlara
"ölün!" dedi sonra bunlara yeniden hayat verdi. Öldükten sora
dirilmeye erdiler. Ölmeyelim diye kaçtıkları zaman korktukları
başlarına geldi,
öldüler fakat ölüm içine düşüp âdete göre "öldük!" dedikleri bir anda
akla ve hayale gelmez bir şekilde tekrar hayat buldular. Demek ki
Allah'ın
hükmünden kaçılmaz ve hiç bir zaman Allah'tan ümit de kesilmez. Rivayet
olunmuş
ki vaktiyle Irak'ta Vasıt tarafında (Dâverdân) denilen bir kasaba
varmış. Orada
veba hastalığı ortaya çıkmış, halk bundan kaçmak için memleketlerinden
çıkmışlar fakat hep telef olmuşlar, sonra Allah yine hayat vermiş. Bir
de
İsrail oğullarından, kendilerine cihad emredilmiş olan bir kavim
savaştan
korkup vatanlarından çıkmışlar, kaçmışlar. Fakat yine ölmüşler, perişan
olmuşlar. Nihayet Allah, onlara tekrar hayat vermiş, Allah yolunda
savaşmalarını emretmiş. Bir gün Hz. Ömer namaz kılarken geride iki
yahudi
varmış. Hz. Ömer rükûa varırken hava yapar, yani rükûda kollarını
bögürlerine
kısmayıp serbest ve aralıklı tutarak dizlerine kor ve karnını çekkin
tutar ve
bu şekilde rükûda mertçe ve güçlü bir vaziyet alırmış. Bunu gören
yahudilerin
biri, diğerine "Bu o mu?" der. Hz. Ömer, namazı bitirince birisinin
"Bu o mu?" dediğini söylemiş. Yahudiler: "Biz kitabımızda
Allah'ın izniyle ölüleri dirilten Hazkil'in verdiğini verecek demirden
bir
boynuz (karn) buluyoruz demişler. Ömer'in: "Biz kitabımızda Hazkil ve
İsa'dan
başka Allah'ın izniyle ölüleri dirilten bulmuyoruz." demesi üzerine,
"Biz, Allah'ın kitabında sana nakletmediği peygamberler buluyoruz
demişler. Ömer de "evet" der. Bunun üzerine Yahudiler, ölüleri
diriltmeye gelince, "Sana şunu söyleyeceğiz ki İsrail oğullarında veba
meydana gelmişti. Bunlardan bir kavim çıktılar, bir mil gider gitmez
Allah,
bunları öldürdü. Bunlara bir duvar çevirdiler. Kemikleri çürüdüğünde
Cenab-ı
Allah, Hazkil'i gönderdi, üzerlerinde bir müddet durdu, Allah da
bunları bu
yüzden ölümden sonra tekrar hayata kavuşturdu." dediler diye de rivayet
edilmiştir.
İşte
bu âyet, bu kıssaların biri veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Ve
deniliyor ki
Hazkil, Zülkifl (A.S.)dır. Âyetin gelişi, savaş kıssasına daha münasip
gibi
görünürse de âyette ölüm korkusu mutlak olduğu için gerek taun ve veba,
gerekse
savaş, her hangi sebeple olursa olsun, ölüm korkusuyla Allah'ın
hükmünden
kaçmak isteyenlerin hepsini içine almaktadır. Taun ve veba gibi
salgınlarda
herkes bulunduğu yerden kaçmaya kalkışmamalı, savaş gerektiği zaman da
binlerle
halk korkup vatanlarından kaçmamalıdırlar. Ölüm korkusuyla vatanlarını
müdafaa
ve Allah'ın emrini yerine getirmekten kaçınarak, sürü sürü yurtlarını
terk eden
binlerce kavimlerin, çok geçmeyip mahvoldukları, perişan oldukları ve
sonradan
Allah'ın izniyle yine hayat buldukları hakkında insanlık tarihi
örneklerle
doludur. Burada Cenâb-ı Allah, bütün bunları hatırlatırken ölümden,
Allah'ın
hükmü olan vazifeden kaçıp kurtulmanın imkanı bulunmadığını ve böyle
yapanların, korktuklarına daha çabuk ve daha feci bir şekilde
uğrayacaklarını
ve hatta Allah'ın, dileyince hükmünü yerine getirmek için ölüleri bile
dirilteceğini ve dolayısıyla, ölmekle kurtulacaklarını zannedenlerin de
kurtulamayacaklarını anlatmış kısaca Allah'ın hükmünden kurtulmak için,
ne
ölümden kaçmanın, ne de ölüme koşmanın akıl işi olmadığını
bildirmiştir.
Şüphe
yok ki Allah'ın insanlara lütuf ve ikramı çoktur. Böyle her türlü
sebeplerin
kesilmiş, artık hayata imkan kalmamış zannedildiği bir sırada bile
yeniden hayat
verir. Fakat insanların pek çoğu şükretmezler. O'nun emirlerine karşı
gelir ve
kaçmakla kurtulacağız zannına düşerler. Ne budalalık! Ey müminler! Siz
böyle
olmayın:
244-
KIRÂET: Nâfi', Ebu Amr, Hamza, Kisâi, Halefi Âşir
kırâetlerinde nın zammesiyle şeklinde, İbnü Kesir ve Ebu Cafer
kırâetlerinde
nın zammesi ve "ayn"ın şeddesiyle elifsiz , İbnü Âmir ve Yakub
kırâetlerinde "fa"nın nasbı ve "ayn"ın teşdidiyle , Asım
kırâetinde ise, râ'nın nasbı ve elif ile okunur. Nâfi', Bezzî, Ebu
Bekir Şu'be,
Kisâî, Ebu Cafer ve Ravh kırâetlerinde "sin" yerine "sâd"
ile okunur.
Siz,
bunlardan ibret alıp şükredin ve Allah yolunda savaşın, vazifenize
bakın.
Anlaşıldı ki korkunun ecele faydası yok. Kesinlikle takdir edilmiş
olanın da
reddine çare yok. Ecel geldiyse Allah yolunda ölmek, gelmediyse
kıymetli
zaferler elde edip sevablar kazanmak var ve biliniz ki, Allah mutlaka
işitir,
bilir. Gidenlerin ve kalanların ne söylediklerini işitir, kalblerinde
neler
gizlediklerini bilir.
245-
Şimdi kimdir o yiğit ki, Allah'a bir karz-ı
hasen, yani gönülden koparak iyi niyet ve ihlâsla dişinden, tırnağından
güzelce
kırpıp bir ödünç versin, Allah yolunda mal harcasın da, o da yarın ona,
birçok
defa katlayarak kat kat fazlasıyla versin, yahut her kim öyle ödünç
verirse,
Allah da ona böyle kat kat verir. Bu katların miktarını ancak Allah
bilir.
Bununla beraber, "...bir tanenin hâli gibidir ki yedi başak bitirmiş,
her
başakta yüz tane var..." (Bakara, 2/261) hesabıyla bire yedi yüz de
denilmiştir.
Rivayet
olunuyor ki Ebu'd-Dehdah (r.a.): "Ya Resulallah! Benim iki bahçem var,
birisini tasadduk edersem bana cennette iki misli var mıdır?" demiş.
"Evet" buyurulmuş, "Dehdah'ın anası da yanımda mı?" demiş,
"Evet" buyurulmuş, "Sabiyye de beraberimde mi?" demiş,
"Evet" buyurulmuş. Bunun üzerine bahçelerinin en güzeli olan
Huneyniyye adındaki bahçesini tasadduk etmiş, dönüp çoluk çocuğuna
gelmiş,
onlar da o bahçede bulunuyorlarmış. Hemen bahçenin kapısına durmuş,
hanımı Ümmü
Dehdah'a bunu nakletmiş. O da "Satın aldığın bahçeleri Allah mübarek
etsin!" demiş. Çıkmışlar, bahçeyi teslim etmişler, bu âyet inmiş.
Resulullah, "Ebu Dehdah için Cennette nice hurma ağaçları saçak
atıyor." buyurmuş.
Bu
ne lütuftur ki Allah kullarına böyle bir ödünç alma işi ilan ediyor ve
bu
bereketin, ihlas ve iyi niyetle kulun iradesine bağlı olduğunu da
gösteriyor.
Buna talip olunuz. Allah bu katlı ihsanı önceden niye yapıvermiyor,
demeyiniz.
Çünkü, Allah sıkar ve açar, gerek fertlere ve gerekse toplumlara bazen
darlık
verir, bazen de genişlik. Darlıkta ümitsizliğe düşmemeli, genişlikte
azıtmamalı
her iki takdirde herkes hâline göre iyiliğe rağbet göstermelidir.
Dişinden,
tırnağından güzelce kesip Allah'a mal ve bedence isterse sıkıntılara
tahammül
etmek ve hiçbir şey bulamazsa "Allah'ı tesbih ederim, Allah'a hamd
olsun,
Allah'tan başka hiç bir ilâh yoktur. Allah büyüktür." demek suretiyle
olsun karz-ı hasen yapılmalı "Allah'a güzel bir ödünç verilmeli" dir
ki sonu genişlik olsun. Ve siz ne kadar kaçınsanız, sonunda o Allah'a
döndürüleceksiniz. Mükafat veya cezanızı mutlaka bulacaksınız.
Bunların
gelişmesini aydınlatmak için:
246-KIRÂET
: Nâfi, "sin"in kesresiyle
şeklinde, diğerleri fethasiyle şeklinde, okurlar. Nafi', İbnü Kesir,
Ebu Amr,
Ebu Cafer "gayın"ın fethasiyle , diğerleri zammesiyle okurlar. :
Nafi', Ebu Cafer, Yakub, şeklinde okurlar.
MELE'
: Kavim, raht (cemaat, topluluk) gibi tekili olmayan bir çoğul isimdir
ki
toplandıkları zaman göz veya yer dolduran bir cemaat veya cemiyet
anlamıyla
insanların eşrafına; yani ileri gelen, görüş, fikir ve itibar sahibi
olan,
işleri bitirip, çözüm ve sonuca bağlayacak nitelik ve yetkiye sahip
bulunan
heyete denir. İbnü Atiyye demiştir ki: kelimesinin asıl kullanılışı,
kavmin
tamamınadır.
İleri
gelenlere denilmesi, benzetme yoluyladır. Yani ileri gelenlere, bütün
bir kavmi
temsil edebilmeleri bakımından onlar gibi mele' denir. Onun için ilerde
göreceğiz ki sözler, fikir ve görüş sahiplerine nisbet edilmekle
beraber,
sorumluluk tamamına yöneliktir. Kısaca iki bakımdan kavmin büyük
çoğunluğu
demektir. Ferrâ açıklıyor ki bütün Kur'an'da kelimeleri erkekler
demektir,
içlerinde kadın yoktur.
Ey
görüş ve fikir sahibi! Görmedin mi, baksana, Musa'dan sonra İsrail
oğullarından
o kalabalık topluluğa. Bir vakit bunlar bir peygamberlerine bize
kumanda edecek
bir emir (kumandan) gönder, Allah yolunda savaşalım, dediler. O
peygamber, size
savaş farz kılınırsa yapmamazlık etmeyesiniz dedi, damarlarına bastı,
gerçeği
gördü, tesbit etmek istedi. Cevap olarak bütün topluluk, biz niye Allah
yolunda
savaş etmiyelim? Halbuki yurtlarımızdan çıkarıldık ve çocuklarımızdan
olduk,
dediler.
İntikam
duygusu ve Allah'tan zafer ümidiyle savaş sebeplerinin fazlasıyla
mevcut
olduğunu söylediler. Bu sırada Mısır ile Filistin arasında yerleşmiş
bulunan
Amalika'nın başında Imlîk oğullarından Calut adında zorba bir hükümdar
bulunuyormuş. Bunlar İsrail oğullarına galip gelmişler, vatanlarının
birçoğunu
zaptederek çocuklarını, hatta şehzadelerinden dört yüz kırk kişiyi esir
edip
götürmüşler, kalanlara vergiler bağlamışlar ve Tevratlarını bile
almışlar. Bu
sırada İsrail oğullarının bir peygamberleri yokmuş. Nihayet Allah'a
yalvarmışlar. Allah Teâlâ bunlara peygamber sülâlesinden kalma tek bir
kadından
bir çocuk vermiş ve buna peygamberlik ihsan etmiş; bu sayede
ümitlenmişler,
bir taraftan onun peygamberliğini imtihan, bir taraftan da zafer
ümidiyle
savaşmak arzusuna düşmüşler. Bu sebeple ondan bu talepte bulunmuşlar ve
böyle
söz vermişler. İmam Kuşeyrî, bu noktada demiş ki, fakat iyi niyetlerine
mal ve
evlad endişesini karıştırarak hareket etmiş ve sırf Allah yolunda tam
bir
samimiyetle ilâhî emre boyun eğmeyip, yiğitlik göstererek harbe
coşturmak için
ayaklanmış bulunduklarından, maksatları tamam olmamış ve çoğunlukla
rahata
alışmış kimselerin âdeti olduğu üzere başlangıçta intikam duygusuyla
yiğitlik
göstermişler ve sonra iş sıkıya gelince davranışları sözlerine
uymamıştır.
Gerçek
şu ki, ne zaman ki savaş yazıldı, emir verilip iş kesinlik kazandı,
geri
döndüler. Hareketleri, sözlerine uymadı, sözlerinde durmadılar, emre
riayet
etmediler. Savaş alanına gelirken yüz çeviriverdiler. Ancak içlerinden
birazı
müstesna bir makâm kazandılar ki yakında görüleceği üzere bunlar, bir
avuç su
ile yetinenlerdi. Azlıklarına bakmadılar, sebat ettiler ve muzaffer
oldular.
Bir
hadisi şerife göre bu azınlıkta olanlar, "Bedir" ashabının sayısı
kadardılar ki üç yüz on üç kişilermiş, demek olur. Sözlerinde duran ve
başarıya
ulaşan bu azınlıktan başkaları, başlangıçta harbe çoşturdular da savaş
alanında
bunları yalnız bırakıp çekiliverdiler. Allah da böyle zalimleri bilir,
dolayısıyla onlara yapacağını da bilir. Bu tezyîl (ilave) cümlesi,
sözlerinde
durmayan ve özellikle savaşa talip olup da sonradan dönenler hakkında
büyük bir
uyarıyı içermektedir. Burada "Benim ahdim (vadim) zalimlere ulaşmaz."
(Bakara, 2/124) ilâhî sözünü hatırlamak gerekir.
247-Harbin
nasıl kesinlik kazandığına gelince:
Onlar
öyle söylediler, o peygamberleri de onlara, Allah size Talut'u emir
(hükümdar)
olarak gönderdi, dedi. Buna karşı o topluluk, o bize karşı nerden
hükümdar
olacak? Yahut bizim üzerimize onun hükümdar olması nasıl olur? Halbuki
biz,
hükümdarlığa ondan daha layıkız, hükümdar olmak, ondan daha çok bizim
hakkımız,
ona bir mal genişliği, bolluğu da verilmiş değil, diye itiraz ettiler.
Cevap
olarak o peygamber dedi ki: Allah onu seçip ayırarak üzerinize kesin
bir
şekilde tayin etti ve ona ilimde ve vücutta, maddi ve manevi bir çok
gelişmeler
ve güç verdi. Vücutca iri, güçlü, kuvvetli, güzel; manevi bakımdan da
din ilmi,
siyaset, idare tekniği ve savaşta sizden yüksek yarattı. Fiilen
hükümdarlık ve
kumandanlık için esas olan şartlar da bunlardır. Yoksa varislik ve soy,
asıl
şart değildir.
Deniliyor
ki İbrâni olan "Talut" ismi, Arapça maddesiyle de ilgili olarak
kuvvet ve uzunlukta mübalağa mânâsını içermektedir. Bu bakımdan ilim ve
vücut
kuvvetine bir ünvan gibidir. Aslında ucme (yabancı) bir özel isimden
ibaret
olsa da Kur'ân, Arapça açısından mânâsına işaretle bunu bir genel kural
hâlinde
tarif ve tesbit etmiştir. Talut'un ismi Süryanice Sayil ve İbranice
Savil b.
Kays imiş. Demek ki Talut lakaptır.
Şimdi,
biz dururken Allah bunu niye böyle yapmış mı denecek? Allah, mülkünü
dilediğine
verir. Mülkün sahibi o, asıl mülk (hükümranlık) O'nundur. Hükümranlığa
kavuşanlar, asaleten değil, ondan vekaleten kavuşurlar. Hem Allah'ın
rahmeti
geniştir, o her şeyi bilir. Rahmet ve ihsanı çoktur, dilediğini yapar.
Daraltmasını, genişletmesi takip eder. Fakiri, zengin kılar, mülksüze
mülk
verir, vereceğini vermek için de hiç bir kayıt ve şarta tabi değildir,
bilgisizlikten münezzehtir, yücedir. Hükümdarlığa layık olup
olmayanları,
kimlere niçin ve ne kadar müddet vereceğini de bilir. Buna karşı, "Biz
dururken mülkünü Talut'a niye verdi? denemez. Ancak habere itimat
edemeyecek
kimseler, mantık açısından bu davanın önermesi (suğra) olan seçme
meselesini
(kaziyye), "ne malum?" diye reddedip, delil isteyebilirler. Bunu
tamamlamak için, Bir de peygamberleri onlara dedi ki:
248-
Talut'un hükümdar olmasının görünürdeki alâmeti
ve peygamberliğin mucizesi, size tabutun gelmesidir.
TÂBÛT:
Sandık demektir. Bununla birlikte müracaat demek olan "tevb"
maddesinden mübalağa sığası (kipi) olması bakımından dönüp dolaşıp
gelinecek
olan herkesin dönüş yeri meâlinde bir anlam da ifade eder. Bu tabuttan
maksat
da Tevrat sandığıdır ki Hz. Musa'dan sonra İsrail oğullarının isyanıyla
ellerinden çıkmış, (Allah tarafından) kaldırılmıştı. Haberciler
demişlerdir ki:
"Allah Teâlâ, Hz. Âdem'e bir tabut indirmiş, içinde çocuklarından
gelecek
peygamberlerin suretleri (resimleri) varmış. Şimşir ağacından eni boyu
üç iki
(3x2) kadarmış. Âdem (a.s.)in vefatına kadar yanında kalmış, ondan
sonra birer
evladı miras yoluyla devralmışlar, nihayet Yakub (a.s.)'a intikal
etmiş. Sonra
İsrail oğullarının elinde kalmış, Musa (a.s.)'ya kadar gelmiş. Hz.
Musa,
Tevrat'ı buna kor, savaş yaptığı zaman öne geçirir, İsrail oğullarının
gönülleri bununla huzur bulurdu. Vefatına kadar yanındaydı. Ondan sonra
İsrail
oğulları arasında elden ele geçti. Bir hususta muhakeme olacakları
zaman buna
müracaat ederler, aralarında hakim olurdu. Savaşa gittiklerinde
önlerinde
götürürler ve bununla teberrük ederek (bereket umarak) düşmanlarına
karşı zafer
ümid ederlerdi. Melekler bunu askerin başında tutar, savaşa girişirler,
sonra
tabuttan bir ses işittikleri zaman gâlip geleceklerine kesin bilgi
edinirlerdi.
Ne zaman ki İsrail oğulları isyana başlamışlar, fesada düşmüşler,
işleri
çığırından çıkmış; Allah, başlarına Amalika'yı musallat etmiş, bunlar
galip
gelmişler, tabutlarını da almışlar, götürmüşler, bir pisliğe, bir
helaya
bırakmışlar. Cenab-ı Allah, Talut'u hükümdar yapmak isteyince
Amalika'ya bir
bela vermiş, hatta tabutun yanında abdest bozanlar basura tutulur
olmuş, diğer
taraftan ülkelerinden beş şehir de mahvolmuş, kâfirler bu belânın tabut
yüzünden olduğu kanaatine varmışlar, onu çıkarmışlar, iki öküze
yükletip
koyuvermişler. Allah da bunun için dört melek görevlendirmiş,
sürmüşler,
Talut'un evine getirmişler. İşte İsrail oğulları, Talut'un
hükümdarlığına delil
istedikleri zaman peygamberleri, onun hükümdarlığının alâmetinin,
tabutun
gelmesi olduğunu söylemiş..."
Demek
oluyor ki İsrail oğullarında tabut, mukaddes emanetlerden olup
Hıristiyanlıktaki "haç" gibi bir mevkide tutulurmuş. Nitekim
Hıristiyanların büyük haçları da buna benzer bir olay geçirmişti.
Tabutun ta
Hz. Âdem'den beri gelmesi, içi resimli bir sandık olması, bunun
insanların
babası olan Hz. Âdem olmasıyla uyumu güçtür; aynı zamanda bu yaygın
haberleri
düşünmeksizin hemen yalanlamak da haksız olacağından İbnü Abbas
hazretlerinden
rivayet olunduğu üzere bunun zayi olmuş "Tevrat sandığı" olmasıyla
yetinmek ve şu kadar ki bunu Hz. Musa yaptırmış olmayıp, daha eski
tarihi bir
sandık olduğunu da kabul etmek uygun olacaktır. Bununla beraber
Ragıb'ın naklettiği
gibi, "Tabut, kalb, Sekîne (huzur) ise ondaki ilimden ibarettir." de
denilmiş. Çünkü kalbe: "İlmin düşüp biriktiği yer", "hikmet
evi", "ilim tabutu", "ilim kabı", "ilim
sandığı" isimleri de verilir. Gerçi bu, meşhur ve zahir olan görüşlere
aykırı görünürse de onun gereği olan önemli iş'arî (işaret yoluyla
çıkarılan)
bir mânâ olduğu da inkar edilemez. Buna göre meâlin özeti: Onun
hükümdarlığının
gerçek alâmeti, isyan ve gururla zayi olmuş ve sizi perişan etmiş olan
kalbinizin yerine gelmesi ve hakikate iman ederek huzur ve sükünete
ermenizdir.
Gerçek delil, objektif olmaktan çok sübjektiftir. Siz, bozgunculuk
düşüncesiyle
zayi olmuş kalbinizi bulup, davayı bırakarak ona biat ettiniz mi
(uydunuz mu)
mesele biter. Aksi halde Allah'ın ona verdiği kudret ve vereceği
başarı, size
hükümdarlığını, karşısında aciz bırakarak kabul ettirir. İşte onun
hükümdarlığına kesin delil, bu zahirî (açık) ve batınî (gizli) tabutun
gelmesidir. O tabutta veya gelişinde Rabbinizden bir sekine, Musa
ailesiyle
Harun ailesinin bıraktıklarından bir kalıntı vardır.
SEKÎNE:
Aslında sukûnet gibi (sukûn) kökünden ve vakar, sebat, güven, gönül
rahatlığı
demektir ki dilimizde de sekinet (huzur) denir. Hafifliğin ve telaşın
zıddıdır.
Bir de tanınan ve kendisiyle huzur ve rahatlık hissedilen herhangi bir
işarete,
bir alâmete "sekine" denir. Mesela bir ordu için sancak bir
sekinedir. Burada bunun ne olduğu hakkında çeşitli rivayetler vardır ki
bazıları maddî ve bazıları manevîdir: Özel bir resim, hoş bir rüzgar,
konuşan
ilâhî bir ruh, cennetten altın bir tas ki, içinde peygamberlerin
kalbleri
yıkanır, rahmet, levha kutusu, belirli bir âyet. Bunların özeti başlıca
şöyle
toplanmıştır:
1-
Sekine, İsrail oğullarında zebercedden veya yakuttan iki kanatlı ve
kedi gibi
başı ve kuyruğu bulunan bir resimmiş, bir inilti yaparmış, inledikçe
tabutu
alıp düşmana doğru giderler, durdukça dururlarmış.
2-
Hz. Ali'den: insan yüzüne benzer yüzü olan bir "rih-i heffafe = hoş,
hafif
bir rüzgar."
3-
Sekine, Hz. Musa ve Harun ile onlardan sonraki İsrail oğullarının
peygamberlerine inmiş kitaplardan Cenab-ı Allah'ın, Talut ve
askerlerine yardım
ihsan edip, düşmanları savacağına dair bazı müjdeler.
4-
Ne olduğu bilinmeyen bir şey.
BAKİYYE'YE
GELİNCE: Diyorlar ki bu da levhaların kırıkları, Musa'nın asası ve
Tevrat'tan
bir parça idi. Birinci mânâ üzere tabut'un, bir sakinlik sebebi olduğu
da
rivayet edilmiştir.
Mânânın
özü: O tabutta veya gelişinde size Rabbinizden bir sukûnet, bir gönül
rahatlığı
ve Musa ailesiyle Harun ailesinden kalma kutsal şeylerden bir kalıntı
vardır ki
siz bununla huzur bulur, güven ve gönül rahatlığına erer, onlar gibi
amel
edersiniz, demek olur. Bu durumda tabut, içindekilerle kendisi bir
sekinedir
(rahatlıktır). "Peygamberler ne bir altın, ne bir gümüş miras
bırakmamış,
ancak ilim miras bırakmışlardır." hadis-i şerifi gereğince
peygamberlerden
kalma yadigâr kalıntısı ise ilme, din ve şeriata ait şeyler olur.
Fakat
bu kalıntıyı ve o sekine ve huzuru içeren tabut nasıl gelir? Onu
melekler,
Allah'ın elçileri, kuvvetleri getirir. Yerden getirir, gökten getirir,
nasıl
getirirse getirir, siz o tarafı düşünmeyin de gelirse bilin ki Talut
hükümdardır. O tabutun gelişinde sizin için mutlaka bir gerçek alâmeti,
ilâhî
bir delil vardır. Eğer siz iman etmiş kimseler iseniz veya iman
şanınızdan ise
bu böyledir. Bu bölüm, şunu da gösterir ki iman ehline yaraşan,
hafiflik değil,
vakar (ağır başlılık) ve sakinlik, kararlılık ve gönül rahatlığıdır.
Bunda da
peygamberlerin mirasının, ilim ve dinin büyük önemi vardır. Mukaddes
emanetlerin de kalbin kuvveti için bir feyiz ve bereketi bulunduğu
inkar
edilmemelidir.
249-
Ne zaman ki bunlar tamam olup, Talut askerleriyle
hareket etti, askerlerine hitaben şöyle dedi: Allah sizi mutlaka bir
ırmakla
imtihan edecektir. Dolayısıyla ondan her kim içerse benden değil, ve
her kim
ona ağzını sürmezse o şüphesiz bendendir, benim askerlerimden veya beni
sevenlerdendir. Ancak eliyle bir avuç alan içlerinden müstesna, bu
kadarına
ruhsat vardır. Doğrudan doğruya ağızla içmeye izin yoktur. Talut bir
hükümdar
sıfatıyla bu emri, bu talimatı vermişken ırmağa gelince askerlerin
birazı
hariç, hepsi de ondan içtiler, emri dinlemediler.
Rivayet
olunuyor ki, bir adam bir avuç alır, kendine ve hayvanına yetermiş,
fakat
saldırıp içenlerin dudakları morarır, hararetleri artarmış. Bu bakımdan
onlar
ırmağın berisinde dökülüp kaldılar da Talut ile iman eden beraberindeki
kimseler ırmağı geçince kalanlar geriden bu gün bizim Calut ve
askerleriyle
savaşacak gücümüz yok dediler. Yahut bunlar değil de ırmağı geçmiş olan
müminlerin zayıf kısmı düşmanın çokluğunu görünce, ümitsizliğe düşüp
birbirlerine böyle söylediler. Çünkü müminlerin de imanda dereceleri
farklıdır.
Söylediler de ne oldu? Her halde Allah'a kavuşacaklarını bilen ve bunu
bekleyenler, yani ölümden kaçmanın mümkün olmadığını, bugün bu savaşta
ölmezse
diğer bir gün mutlaka öleceklerini ve nihayet Allah'ın huzuruna
varacaklarını
bilen, bundan dolayı da sözünde duran veya zafer ümidiyle ya şehid veya
gazi
olmaya karar veren kesin iman sahipleri, nice defalar azıcık bir bölük,
birçok
bölüklere Allah'ın izniyle galip geldiler. Allah sabır ve sebat
edenlerle
beraberdir, dediler. Zayıfların kalplerine de kuvvet verdiler.
250-
Ne zaman ki Talut ve beraberindeki bu müminler,
Calut ve askerlerine karşı savaş alanına çıktılar ve düşmanın çokluğunu
ve
hazırlığını gördüler, hepsi birden kalb kuvvetiyle Allah'a yalvarıp
şöyle
dediler: Ey Rabbimiz! bize sabır yağdır, bizi sabit kıl, ayaklarımızı
denk ve
yerinde tut, titretme, kaydırma, azim ve hedefimizden şaşırtma ve o
kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım ve zafer ihsan et.
251-Bunun
üzerine, çok geçmeden o kâfirleri Allah'ın
izniyle bozdular ve Davud, Calut'u öldürdü ve Allah ona -yani Davud'a-
hükümdarlık, hikmet ve peygamberlik ihsan etti. Talut kendisine kızını
vermiş
ve daha sonra Arz-ı mukaddesin (Filistin ve Kudüs civarı) doğusunda ve
batısında büyük bir devlete kavuşmuştu. İsrailoğulları, Davud'dan önce
hiçbir
hükümdarın etrafında bu kadar toplanmamıştı. Bunlardan başka ona daha
dilediği
bazı şeyler de öğretti. Bu cümleden olarak, demirleri yumuşatıp zırhlı
elbiseler yapma sanatını ve başkalarının bilmediği kuş dilini, güzel
nağmeleri
ve diğerlerini öğretti ve işte o zalimlerin zulmüne rağmen bir
azınlığın azim
ve imanı, gayret ve duasıyla Allah Teâlâ böyle ümit edilmez büyük
başarılar
ihsan etti.
Şimdi,
buna karşı, iyi ama Allah savaşa hiç meydan vermese ve hükümetin
baskısına
müsaade etmese daha iyi olmaz mıydı, dememeli. Çünkü Allah insanların
bazısını,
bazısıyla savmasa veya müdafaa etmese, bozguncu ve saldırganları, ıslah
ediciler ve mücahitlerle savıp barış ve düzen taraftarlarını, çocukları
ve
kadınları korumasaydı, yeryüzü bozulurdu, dünyanın menfaat ve düzeni
dağılır,
çoluk çocuktan, ilim ve sanattan, din ve imandan eser kalmazdı. Çünkü
uzaklaştırıp karşı koyma kanunu olmasaydı, insanların çoğu, uyum
içinde,
itaatkar ve boyun eğmiş bile olsa, saldırganların devamlı olarak
hücumuna
uğrarlar, çiğnenir, mahvolurlardı. Sosyal eşitlik bulunmaz, nihayet
herkes
saldırgan olur; herkes saldırgan olur da, direnme de varsayılmazsa
hepsi
mahvolur. Cenab-ı Allah, insanları irade sahibi olarak yaratmıştır ve
böyle
yaratması, sırf rahmet ve kudrettir. Fakat bu iradeler mutlak bırakılır
da
birbirleriyle ölçülü hâle getirilmez ve hiçbir direnişle
karşılaşmazlarsa,
çalışma zahmetine katlanmaz, önüne geleni çiğnemeye çalışır. Savunma ve
karşı
koyma olmayınca da saldırı, yolların en kısası ve doğru yol olmuş olur;
o zaman
da insan adına bir şey kalmaz, yeryüzünün düzeni bozulur. Fakat Allah,
bütün
âlemlere ve bu arada özellikle akıl sahipleri âlemine bütün bir lütuf
ve rahmet
sahibidir. Bu fesada razı olmaz, o yeryüzünü imar edecek, üzerinde
insanları
lütuf ve ikramıyla yaşatacak, ebedî mutluluklara, yüksek mertebelere
erdirecektir. Şu halde sonradan gelen fesat batıldır. Allah'ın istediği
düzendir. Bu bakımdan düzenin, fesadı ortadan kaldırması için; düzen ve
hayır
sahiplerinin, bozgunculuk ve kötülük çıkaranları defetmesi lazımdır ve
zaten
karşı koyma ve savunma, bütün dünyada hak olan bir kanundur. İradeden,
akıl ve
şuurdan nasibini almayan yaratıklar, bu direnişlerini, Hakk'ın
zorlamasıyla
mecburen ortaya koyarlar. İstediğini, dilediğini yapanlarda bunun
tatbikinin de
akıl, irade ve imanlarıyla yapılması gerekir. İşte Allah, savaşı ve
hükümeti bu
hikmetle meşru kılmış ve insanların bozguncu ve saldırgan kısmını,
ıslahatçı
kısmıyla defetmek ve güzel bir şekilde çalışacak korumak için
emretmiştir.
Düzen ve fazilet sahipleri, bu noktayı göz önünde tutmayıp ve savunma
kaydıyla
meşgul olmayıp da saldırganları serbest bırakacak olurlarsa, bütün güç
onların
eline geçer ve onlar da dünyayı ele geçrimek sevdasıyla yer yüzüne
bozgunluk
verecekler ve buna meydan verenler, sorumlu olacaklardır ki yukarda
buna bir,
"Ellerinizle kendinizi tehlikeye atmayın" (Bakara, 2/195)
hatırlatması geçmişti.
Şu
halde iki savaş vardır: Birisi ıslah savaşı, diğeri ifsad (fesat ve
bozgunculuk) savaşıdır. İman ehline emredilen de Allah yolunda ıslah
savaşıdır
ki, bu da zulüm ve bozgunculuğun ve zulmün kaynağı olan küfür ve şirkin
yok
edilmesi ve genel barışı sağlamaktır. Düzene ve İslâma sahip çıkanlar,
bunu
yapmazsa, küfür ve bozgunculuk ortalığı kaplayacak; o zaman da
insanlar,
kökünden kazınıp kıyamet kopacaktır.
252-
Ey Muhammed! Şunlar, binler kıssasından Davud
kısmına kadar olan şu kıssalar, Allah'ın ibret alınacak âyetleridir.
Biz bunları
sana her türlü şüphe ve hatadan, bozup değiştirme ve yanlış kuşkusundan
uzak,
sırf hak ve gerçek olarak okuyoruz, Cebrail ile sana devamlı bir
şekilde
okuyoruz. Sen de gerçekten mutlaka gönderilmiş olan resullerdensin, o
büyük
peygamberlerden birisin. Bunu bil, vazifeni yap.
O
gönderilen peygamberlerin makamlarını anlamak ister misin?
253-Ey
Muhammed! O peygamberler, o işaret olunan
peygamberler şunun bunun seçimi ve tayini ile değil, bizzat Allah'ın
gönderdiği
O Allah elçileri, içinde bulunduğun Peygamberler kafilesi yok mu, biz
onların
bir kısmını diğer bir kısmına üstün kıldık; evet hepsi peygamber,
peygamber
olmak bakımından hepsi eşit, fakat böyle olmakla birlikte bazısına ve
hatta her
birine bir üstünlük, özel bir fazilet, ayrı bir rütbe verdik. Kimisine
Allah
bizzat söz söyledi." Kelîmullah" (Allah ile konuşan) yaptı, nitekim
Musa Tur'da ve belirlenmiş gecelerde Allah'ın aracısız ve elçisiz
sözünü
dinledi. Bazısını da birçok derecelerle daha yükseklere çıkardı.
Sidre-i
münteha'dan (bütün varlıkların ilminin son bulduğu nokta) geçirip, "İki
yay kadar yahut daha yakın" (Necm, 53/9) sırrı ile, mutlak yakınlık
makamında âlemlere rahmet olarak herkese gönderilen peygamber, Allah'ın
sevgilisi en son peygamber yaparak, Makâm-ı Mahmud'a yüceltti. Biz şanı
yüce
olan Allah, Peygamberleri birbirlerine üstün kıldık, Bu arada
öbürlerinden
sonra ve senden önce, İsa b. Meryem'e dahi o delilleri, peygamberliğini
ve
faziletini ortaya koyan açık delilleri, yani İncil'i, İncil'deki o
öğütleri ve
etkileyici ikazları ifade eden âyetleri, bir diğer ifade ile (beşikte
iken)
konuşma, ölüleri diriltme ve anadan doğma gözü kör olanı iyileştirme
mucizelerini verdik. Ve kendisini Rûhu'l Kudüs ile destekledik kutsal
ve nezih
bir özelliği kendisine bahşettik. "Andolsun biz Musa'ya kitabı verdik.
Arkasından peygamberler gönderdik, Meryem oğlu İsa'ya mucizeler verdik
ve onu
Rûhu'l-Kudüs (Cebrail) ile destekledik." (Bakara, 2/87) Şimdi üstün
kılmanın biçimini açıklayan şu cümlelerin açıklama üslûplarında, üstün
kıldık,
onlardan, yükseltti biz verdik, diye çoğuldan tekile, tekilden çoğula,
üstünden
daha üstüne, daha üstünden üstüne, iltifat iltifat üzerine nasıl bir
çeşitleme
var, dikkat edilmelidir. Önce herbiri peygamberlikte ve dolayısı ile
hakkı
söylemiş olmakta bir; ikinci olarak genelde bazısı özel bir üstünlük
ile üstün
olarak, bir bakıma çeşitli ve çeşitli olmasına göre birer ümmete uygun;
üçüncü
olarak bu üstün kılmada, Musa ve İsa gibi, cem makamında karşılıklı
belirgin
iki sınır, ve ortada cem'u'l cem' makamında hepsini toplayan, sonu
başlangıç
başlangıcı son, peygamberlik dairesinin mutlak merkezi, peygamberler
topluluğunun en mükemmel kalbi ve bu bakımdan çeşitli ümmetlerin
birbirini
izleyen dereceler üzere, çokluktan tekliğe çevrilmesi için mutlak
yakınlığa
ulaşan tevhid önderi olarak en mükemmel sistem üzere bir peygamberler
zinciri
mevcuttur. Dikkat çekicidir ki İsa'nın fıkrasını bir taraftan geri
bırakıyor,
bu bakımdan derecelere yakın gösterilerek değeri yükseltiliyor. Diğer
taraftan,
"sahib-i derecât" (üstün dereceler sahibi) ile karışıklık olmaması
için ile, ta yukardaki cümlesine atfolunuyor da diye ya atfolunmuyor,
bu
şekilde "sahib-i derecât" (Hz. Peygamber)e değil, genel olarak
peygamberler
zümresine bağlanıyor. Bir de annesine nisbet edilerek ismi açıktan
söyleniyor
ki bunlarda, hem İsrailoğullarının çirkin suçlamalarının tam tersine
davranma,
hem de ona "ilâh" ve "Allah'ın oğlu" diyen hıristiyanların
iftiralarına açık bir red vardır. Ve aynı zamanda bu atıf şekliyle,
İsa'nın
"sahib-i derecat" (Hz. Peygamber)tan zaman açısından önce olduğuna da
işaret olunmuştur. Bundan başka bu peygamberler topluluğunun elde
ettikleri
makâmların ve derece derece üstünlüklerin, kendilerinde
kendiliklerinden ve çalışarak
elde etme olmayıp sırf Allah vergisi olduğu, iyice anlatılmak için, biz
üstün
kıldık Allah konuştu, yükseltti biz verdik, biz destekledik buyrulmuş
ve
bununla hem peygamberliğin anlamı açıklanmış, hem de bu konuda ifrat
(aşırılık)
veya tefrit (ihmalkârlık) ile şirk çukuruna düşülmemesi
hatırlatılmıştır ki,
âyetin daha sonra gelen ifadesi bu nokta üzerinde duracak ve sonu da
Âyetu'l-kürsi ile gerçek açıklığa kavuşturulacaktır. Kısacası
peygamberler
topluluğu, peygamber olmakta bir ve aynı, çeşitli üstünlüklerle üstün
kılınmış
olarak özel makamları ile yüksek ve muntazam, düzgün bir topluluk
oluştururlar.
Bu arada üçü özellikle dikkat çekicidir; ikisi yan, birisi orta ve
merkezdir.
Bir yanda Kelîmullah (Hz. Musa), bir yanda da İsa, Ruhullah vardır.
Ortada kendisi
tam olarak belli olduğundan dolayı ismini açıklamaya gerek olmayan
belli birisi
konulmuştur ki, diğerlerinin birçok derece üstünde yüksek bir Makâm-ı
Mahmud'u
elde etmiştir. Bu noktada Cenab-ı Allah, habibini kendini beğenerek
övünmekten
ve böbürlenmekten korumak için, İsa'dan önce ve Musa'dan daha yüksek
birine ve
mesela Hz. İbrahim'e işaret eder gibi, "bazısını da birçok derecelerle
daha yükseklere çıkardı." diye şereflendirmiş de, "O da sensin ey
Muhammed" diye açıkça belirtmemiştir, fakat açıkça söylemekten daha
beliğ
(belâgatlı) belirleme takısı ile (ahd) iltifat göstermiştir. Edebî
sanatlarda
(belâgatta) bu çeşit açıklamanın bir çok örnekleri vardır. Nitekim Arap
şairlerinden Hutey'e'ye: "En yüksek şair kimdir?" diye sorulduğu
zaman, Züheyr'i ve Nâbiğa'yı söylemiş de isteseydim üçüncüyü söylerdim
demiş ve
bununla kendini kastetmiştir ki, eğer, "Kendimi söylerdim." demiş
olsa idi büyüklüğü olmazdı. Âlemlerin Rabbı olan Yüce Allah, burada
peygamberlerin en üstününe bu çeşit açıklama ile makâmını bildirmiştir.
Bunun
için Allah'ın habibi Hz. Peygammer, "Ben âdem oğullarının efendisiyim,
fakat böbürlenme ve övünme yok." hadisi şerifi ile, bu gerçeği
açıkladığı
gibi, hem bu nükteye hem de, "Allahın peygamberlerinden hiçbirini
ayırmayız." (Bakara, 2/285) âyetindeki peygamberlerinin eşit tutulması
şeklindeki iman fıkrasına işaret için, "Beni Yunus b. Metta'dan üstün
tutmayın. Yani ben de peygamberim, o da peygamber." buyurmuştur. Şu
halde
Peygamberlerin isimlerini söyleyerek üstün tutmaya kalkışmamak, iman
terbiyesi
gereğidir. İbnü Abbas (r.a.)in şöyle dediği rivayet edilmiştir: Biz
mescidde
peygamberlerin üstünlüğünü konuşuyorduk, Nuh'u uzun ibadeti ile,
İbrahim'i
dostluğu ile, Musa'yı Allah'ın kendisi ile konuşma fırsatı vermesi ile,
İsa'yı
göğe yükseltilmesi ile andık. Fakat Resulullah hepsinden üstündür,
bütün
insanlara gönderilmiş, önü sonu bağışlanmıştır, peygamberlerin
sonuncusudur.
dedik. Derken Resulullah (s.a.v.) geliverdi. "Neden söz
etmektesiniz?" dedi. Biz de söyledik. "Hiçbir kimseye Yahya b.
Zekeriya'dan
hayırlı olmak gerekmez." buyurdu. Ve onun hiçbir şekilde günah
işlemediğini ve niyyet de etmediğini söyledi." phe yok ki bütün
peygamberler arasında Musa ile İsa'nın özellikle adlarının anılması bu
iki
peygamberin mertebelerinin büyüklüğüne dikkat çekmedir. Bu ise,
bunların derece
derece üzerinde gösterilen Resulullah'ın mertebesinin yüksekliğine
başka bir
delil teşkil eder. Zikrettiğimiz hadisi şerifler de bu mükemmelliğin
ortaya
çıktığı nezih ifadelerdir. Yâ Rab! Bizi de bu günahkârların
şefaatçısının
şefaati ile arzusuna ulaşanlardan eyle.
Şimdi
bu ifadenin mânâsı şuna varıyor: İşte peygamberlerin makâmları, bu
arada sen de
makâmını anla ve ona göre vazifeni yerine getir. Fakat şunu bilmeli ki,
bu
çeşitli üstünlükler ve yüksek dereceler sırf Allah vergisidir. Bu
yükseklik
kendi şahıslarında aslında var olan bir özellik değil, ilâhî ihsan ile
elde
ettikleri ilâhî bir bağıştır. Bunları Allah vermiş ve kendilerini Allah
göndermiştir. Asıl peygamberlik görevi, ilâhî emirlerin bildirilmesi ve
yerine
getirilmesine vekâlettir. Peygamberler ancak ilâhî emri temsil ederler.
Özel
üstünlükleri, kişisel iradeleri ve vekâletleri, ilâhî emirde yok
olmuştur.
Onlar kayıtsız ve şartsız kendi dilediklerini yapamazlar. Bizzat
kayıtsız
şartsız ve mutlak bir iradeye sahip ve bütün olaylara hakim, vücudu
zatının
gereği zat ve sıfatı ile ezeli olan, mutlak irade sahibi, yaratıcı ve
yoktan
var edici değildirler. Ne Musa'nın yüce Allah ile konuşmuş olması, ne
İsa'nın
çocuk iken beşikte konuşmuş olması, ve Allah tarafından bir ruh olması
ve
hatta, bunların derece derece üstünde olan Resulullah'ın makâmı,
peygamber olma
yakınlığının sınırından çıkıp rablık sınırına giremez. Asıl irade
Allah'ındır.
Allah murad etmeyince hiçbir şey yapamazlar, görmez misin, Allah
kesinlikle dilemiş
olsaydı, bu peygamberlerden sonra ümmetleri, kendilerine bu kadar hak
deliller
geldikten sonra, birbirlerinin kanına girmezler, savaş etmezlerdi.
Peygamberlerini tasdik ve ilâhî emri açık olarak beyan eden nasların
gereği ile
amel eder, kardeş olurlar da onlara aykırı hakeret edemezlerdi.
Özellikle
Musa'dan sonra, ne İsrailoğulları birbiri ile boğuşurdu, ne de
peygamberlerin
kanına girip, İsa'dan sonra hıristiyanlarla döğüşürdü. Hele İsa'nın
delillerinden sonra hıristiyanlar ne kendi aralarında, ne diğer
milletler ile
hiçbir savaş etmemeleri gerekirdi. Çünkü onlara: "Bir yanağına tokat
vurana öbür yanağını da çeviriver." diyen İsa'nın ifadesi, saldırıya
bile
karşılık vermekten yasaklama emrinde ne kadar samimi ve ne kadar
açıktı. Bundan
sonra hıristiyanlıkta her ne sebeble olursa olsun, birinin kanına
girmek değil,
hatta kimseye el kaldırmamak, hiç savaş yapmamak gerekmiyor muydu?
Onlara savaş
yapmak haramdı. Fakat böyle olmadı, ihtilâf ettiler, çeşitli fırkalara
milletlere ayrıldılar da kimi iman etti, peygamberlerin dinini
benimsedi; kimi
de yüz çevirip, kâfir oldu, olabildiğince birbirlerinin kanına
girdiler. Nice
savaşlar yaptılar ve hâla yapıyorlar. O peygamberlerden ve o
delillerden sonra
da bunlar olabildi. Hak söz, emirleri tebliğ ve peygamberlerin bunları
yerine
getirmeye yönelik kişisel iradeleri, bu ihtilâf, inkârı ve aykırı
davranmayı
imkânsız hale getirmedi, kaldırmadı; halbuki Allah dileseydi bunlar
olamazdı.
Demek ki her ilâhî emir, aksine hareket etme imkânını ortadan
kaldırmaz, her
emir aykırı davranmayı ortadan kaldırmayı irade eden tekvinî bir emir,
zorlayan
bir irade değildir. Eğer böyle olsaydı, aykırı davranmanın olmamasına
ilâhî
irade karışmış bulunur, Allah'ın peygamberlerine ve açıkladığı emre
dair
açıklamalarına karşı inkâr ve aykırı davranmak mümkün olamazdı. Oysa,
gerçek
böyle değildir. Demek ki Allah ihtilafın mutlak olarak meydana
gelmemesini
dilememiştir. Dikkat olunursa peygamberlerin, birbirlerine üstün
tutulması,
esasta bir olmak üzere, bir çeşitleme ifade eder ki, bu çeşitleme
bizzat yüce
Allah'ın iradesidir. Bunlarla çeşitli milletlerin meydana gelmesi de
yüce
Allah'ın iradesidir. Bu az çok bir ihtilâf anlamını içerir. İşte bu
çeşitleme,
genel bir ihtilâf gerektirmemek için, bunları derece derece
birleştirecek daha
yüksek peygamberler ve hepsinin üstünde herkese gönderilen "sahib-i
derecât" (yüksek derecelere sahip bir peygamber) gönderilmiştir ki, bu
şekilde milletler çeşit çeşit ve bir çok olmakla birlikte, mutlak bir
tevhidi,
(birliği) elde etsinler. Demek ki tevhid emri, tam olarak ihtilafa
engel
olmadığı gibi, muhalefet imkânını da ortadan kaldırmış değildir. Ve
bunların
hepsi ilâhî irade iledir. Çünkü ilâhî irade olmasa idi, hiçbir şey
olamazdı. Şu
halde iradenin kapsamı emrin kapsamından, hakkın kapsamı da hayrın
kapsamından
daha geneldir. Teklifî emir, zorlayan iradeyi değil, hayrı ve rızayı
hedefler.
Meydana gelme ve gelmeme ise mutlak iradeye ve yaratma işine bağlıdır.
Görülüyor ki ilmî olarak belli olma, aklen vacip olma ve yalnız teşri
ifade
eden emir, herkesin kişisel iradesi, yapmanın veya yapmamanın tam
sebebi
değildir. Ne kadar kesin ve açık olursa olsun mücerred emir, sırf ilim;
ne
kadar açık ve isabetli yerinde bulunursa bulunsun, sadece irşadlar ve
fikir
yönünden aydınlatmalar, isterse peygamberlerden gelsin herkesin kişisel
iradeleri, herkesi kötülükten, isyandan, tecavüzden, inkârdan,
ihtilâftan
engellemeye ve aralarında çarpışma ve savaşı kaldırmaya yeterli sebeb
değildir.
Herşeyde olduğu gibi bu hususta asıl etkili sebeb ve tam neden bizzat
ilâhî
irade ve yaratma emridir. Madem ki bu kadar açıklamalardan ve bu kadar
ilmî
ilerlemelerden sonra Allah'ın teklifî emirlerine ve peygamberlerine
karşı
ihtilâf ve ümmetler arasında çarpışma ve savaş yine meydana gelmiş ve
gelmektedir; o halde hepsi mümin olsun, ihtilaf ve savaş mümkün olmasın
diye
ilâhî irade taalluk etmemiştir.
Gerçi
Allah dilemiş olsaydı ümmetler hiçbir zaman iman ve inkar ile
birbirlerinden
farklı oldukları halde bile birbirlerinin kanına girmezlerdi,
giremezlerdi.
Allah savaş olmamasını dilemiş olsaydı, bazı durumlarda yaptığı gibi,
onu
yapacak insanlara irade ve kudret vermez veya irade ve kudretlerini
hükümsüz
bırakır da hepsini zorla ve mecburen barışa ve anlaşmaya sevk eyler,
çarpışma
ve savaşa dair hiçbir hareket yaptırmaz ve o zaman bunlar üzerinde
cebriye
mezhebi cereyan eder ve fiillerinde hür değil, mecbur ve zorlanmış
olurlardı.
Ve o zaman Allah'ın, dilediğini yapan (fail-i muhtar) olduğu da
bilinmezdi.
Fakat öyle değil, Allah ne dilerse yapar, dilediğine koruma, dilediğine
yenilgi
verir. Mutlak irade O'nun, tam tercih O'nun, mutlak kudret O'nundur.
İradesini
durduracak hiçbir kudret yoktur, kudretine karşı koyacak hiç bir şey
düşünülemez. O hiçbir hususta mecbur değil, tam mânâsı ile fiillerinde
hürdür
ve her tercihi hikmettir. Genel olarak yarattıklarında sırf eşitlik ve
benzerlik irade etmemiş, eşitlik içinde üstünlük ve çeşitlilik, çokluk
içinde
"birlik" murad etmiş ve insanlarda mutlak zorlama istememiş, teklif
(mükellef kılma) murad eylemiştir. Dolayısı ile çarpışma imkânını
ortadan kaldırmamış;
aksine bunun varlığını takdir buyurmuş ve peygamberlerin makâmlarında
görüldüğü
üzere, çeşitlilik içinde birlik, emreylemiştir. Bunun için iradeye göre
ihtilaf
ve çarpışma durumu meydana gelmiştir ve bunun hayır yönü de vardır,
kötülük
ciheti de. İkisi de Hakk'ın irdesinin dışında olmamakla birlikte, emir
ve
Allah'ın rızası hayır yönündedir. Bu suretle mümkün ve meydana gelmiş
bir iş
olan ihtilaf ve savaşın kötülüğünü, fesadını savmak ve gidermek,
saldırgan veya
saldırıya hazır, hak ve tevhid düşmanlarının tecavüzden engellenmesi
için Allah
yolunda cihad, büyük bir hayır ve ilâhî emir ile müminlere bir farz
olmuştur.
Şu halde cihaddan Allah'ın muradı, çeşit çeşit olma ve ihtilafın mutlak
olarak
ortadan kaldırılması değil, inkâr ve muhalefeti mağlup ederek ve
yenerek,
çeşitli ve muhtelif insanlar üzerinde Hakk'ın emrini galip kılmak,
Hakk'ın
tevhidine, genel barışa aykırı ihtilaflara ve tecavüzlere karşı Hakk'ın
hakimiyetini sağlamaktır. Tekvin (yaratma) konusunda savaş nasıl yer
alan bir
emir ise, teşri (kanun koyma) ve teklif (mükellef kılma) konusunda da
cihad
verilmiş bir emirdir. Ve artık cihadın hakkın delillerinden fiilî bir
delil
olduğunda şüpheye yer yoktur. Diğer delilleri dinlemeyen ve hiçbir söz
(ahid)
tanımayan kâfirlere, azgınlara, zalimlere bu fiilî delil uygulanır.
Fakat bunun
uygulanması için yukarlarda da hatırlatıldığı üzere daha önce bir
farzoluş
vardır:
254-
Ey Allah'a ve bütün peygamberlerine iman eden
Muhammed ümmeti! (İbn Kesir, Ebu Amr, Yakup kırâetlerinde 'nın ve
"ta"ların tenvinsiz üstün okunması ile okunur. Bir kıyamet günü
gelecek ki onda ne alım satım, fidye ve mübadele (değişme), ne dostluk,
ne
şefaat hiçbiri bulunmayacak o gün gelmeden önce alım-satım yapmak,
Allah için
kardeşlik ve dostluk sağlamak, şefaatçı ve yardımcı bulmak mümkün olan
dünyadaki günlerde gerekli hazırlıkları yapmak üzere size herhangi bir
sebeble
bölüştürdüğümüz mallardan Allah yolunda nafakalar veriniz. Yani
mallarınızın
üzerinize farz olan haklarını eda etmek için zekâtlarınızı yerli yerine
harcayınız,
kâfirler gibi mallarınızı keyiflere, arzulara göre harcamayınız ve
boşuna telef
etmeyiniz veya farz olan hakları gizleyip de kendinizi cezaya
uğratmayınız,
unutmayınız ki Allah'a, peygamberlerine ve dehşetli güne ve bu emirlere
iman
etmeyen o kâfirler hep zalimdirler. Hakk'ın emrine bakmaz, hakkı yerli
yerine
koymaz, ilâhî sınırları aşarlar, neye güçleri yeterse çiğnerler,
mücerred
(soyut) delilleri dinlemezler, fiilen bir engelle karşılaşmadıkça
hak-hukuk
gözetmez saldırırlar, verilen sözleri mi bozmazlar, canlar mı
yakmazlar,
ırzlara mı geçmezler, gönüllerinin hükmettiği kadar vergiler mi
almazlar,
ibadethaneleri, hayır kurumlarını tahrib mi etmezler kısacası fiili bir
direniş
görmedikçe her haksızlığı yaparlar. Siz ise haksızlığın, inkârın ve
zulmün giderilmesi
ile görevlisiniz. Öyle ittifaklarla, bunlara karşı gereken savunma ve
karşı
koymayı hazırlamalısınız. Bunu yapmayanlar kendilerini ilâhî ceza ile
yüzyüze
getirirler. Ceza gününden korunmazlar da nihayet zulmü kendilerine
yapmış
olurlar. O gün herhalde gelecek, o kâfirler o zaman alışveriş ile fidye
ve
mübadele ile hiçbir iş göremeyecekler; ne dostları bulunacak, ne şefaat
edenleri. Tapınıp sakladıkları ve Allah yolunda harcamadıkları
altınlar,
gümüşler ateşten damga olacak, alınlarını, böğürlerini dağlayacaktır.
"Allah'a saygı duyup kötülükten sakınanlar müstesna olmak üzere
(dünyada
iken kötülükte) dost olanlar o gün birbirlerine düşman kesilirler."
(Zuhruf, 43/67) âyetinin delâletince o gün bütün dostlar birbirlerine
düşman
kesilecek, şefaat kapıları kapanacak, bu felâketlerden ancak iman edip
görevini
yapan ve önceden korunan müttakiler müstesna olacaklardır. Bu bakımdan
bu
mertebe takvayı (korunmayı) elde etmek ve felâketten sakınmak için
müminler o
gün gelmeden önce görevlerini yapmalı; Allah yolunda harcamalar
yapmalı, seve
seve zekatlarını vermeli, kardeşliklerini güçlendirmeli, toplumlarını
düzene
koyarak hazırlanmalı, uyumayıp uyanık bulunmalı, kâfirler gibi Allah'ın
emrine
aykırı davranıp da kendilerine yazık etmemelidirler. Bakınız Allah
nasıl bir
Allah'tır:
255-
Allah o biricik hak mabuddur ki, gerçekte ondan
başka hak mabûd yoktur, çünkyok olmaktan ve ölümlü olmaktan uzak, hayy
ve
kayyûm (diri ve bütün kâinatın idaresini bizzat yürüten) ancak O'dur.
Ezelden
ebediyete (sonsuza) kadar bütün hayat ve ebedilik O'nun zatı ile
zatından
dolayı kaim, vâcibülvücuttur, (varlığı zatının gereğidir) ve her an tüm
varlık
âlemini idare eden ve herşeyi ayakta tutan ancak O'dur. O olmasaydı ne
hayattan
eser olurdu, ne de varlık âleminden. ilâhî hayat, ilim ve iradenin
başlangıcı
olan ezeli bir sıfattır.
KAYYÛM:
Kıyamdan "Fey'ul" vezninde (kalıbında) bir mübalağa kipidir ki, kendi
kaim, diğerleri mukim (ayakta tutan) ve mukavvim (yöneten) demektir. Ve
bunda
eşyanın ayakta durmasının ilâhî kıyamda fani olduğuna lafzında bir ima
(işaret)
vardır. İbni Sina bunun vâcibü'l-vücud kavramına eşit olduğunu söylemiş
ise de,
buna vâcibü'l-vücud kavramının, kendinden başka, ondan ayrılmaz bir
kavramı
olan, külli mucid (herşeyi yoktan var eden) külli müdebbir (herşeyi
idare eden,
yöneten) gibi diğer kemal kavramlarının hepsi de anlam itibariyle
dahildir.
Âyetin devamı bunun açıklamasıdır. Ve bu isimlerin "İsm-i A 'zam"
olduğu da söylenmiştir. O öyle bir hayy ve kayyumdur ki, O'nu ne gaflet
basar,
ne uyku; daima âlim, daima habir (her şeyden haberli)dir. Göklerde ve
yerde,
yukarılarda, aşağıda ne varsa O'nun; görünür, görünmez, bütün varlık
O'nun
mülküdür. Tüm sebeb O, tüm gaye O, herşeyin maliki olan O; Allah'ın
mülkü olan
bu yaratıklardan kimin haddi ki Allah'ın izni olmaksızın yüce huzurunda
şefaat
edebilsin, bu halde hangi budaladır ki Allah'ın emri olmadan bunların
birinden
şefaat dilenebilsin. Çünkü Allah yukarıların aşağıların, önlerindekini
ve
arkalarındakini, geçmişlerini, geleceklerini bildiklerini ve
bilmediklerini
bilir, O'nun ilminden gizli hiçbir şey yoktur. Bunlar ise O'nun
bildiklerinden
hiçbirini bilemezler. Ancak dilediği kadarını kavrayabilirler. Bu
bakımdan
bizzat O'nun izni ve emri olmadıkça herkes başından korkmadan nasıl
şefaate
kalkabilir. Herhangi bir şeyde ister bir parça tasarrufa kimin yetkisi
olabilir. Ancak bu, O'nun iznini ve emrini almış sevgililerinden
olabilir.
Bilindiği üzere şefaat hürmete layık birinin kendinden düşük bir diğeri
hesabına rica ve yakarma ile yardım ederek O'na katılması demektir ki,
bu bir
bilinmezi bildirmek veya bir isteği ortaya çıkarma ile bir beraberlik
anlamını
kapsar. Bunu da kendini ve kıymetini bilen ve şefaat olunan kimseye
şefaat
istenenden daha çok bir ilişkisi bulunan ve zarar getirmeyeceğinden
emin olan
kimseler yapabilir. Oysa Allah'ın mülkü olan şu yaratıklardan herhangi
biri ile
Allah'tan daha çok birlikte bulunmaya ve O'na bilgiçlik satmaya ve
ilerisini
gerisini tamamen idrak etmeden ve önünü ardını hesap etmeden ilâhî
huzurda
kendine bir mertebe verip de şefaate kalkışmak, gerek şefaat eden ve
gerek
şefaat olunan için ne kadar tehlikelidir? Eğer Allah bildirmemiş ise
şefaat
edecek olanın hâli, şefaat edilecek olandan daha çok endişeye değer
olmadığı
nereden bilinir? Bu hâl içinde, isterse melekler ve peygamberler olsun,
kimdir
o ki Allah'ın izni ve güç vermesi olmadan önünü ardını hesaplamayıp
Allah'ın
kullarına Allah'tan daha çok sahip çıkma, koruma yetkisini kendinde
görsün de
şefaate cesaret edebilsin. Ancak Cenab-ı Hak dilerse, özel veya genel
şefaate ilâhî
irade çıkar da kendilerine bildirilmiş bulunursa o başka... Demek ki
yüce
Allah'ın ululuğundan şefaat umulamaz değildir. Fakat şefaat da
herkesten önce
O'nun kendi elindedir ve O'nun izni ve emri ile gerçekleşebilir. O
zaman şefaat
kapısı açılır. Ve şefaat etmesine izin verilenler kendi dilediklerine
değil,
yine Allah'ın dilediklerine şefaat imkânını bulabilir. Bundan anlaşılır
ki
önce, hak tanımayan Allah düşmanlarının kendilerine şefaat etmesi
umulan bir
Allah dostu bulabilmelerine, bunun gibi müşriklerin putları gibi ilim
şanından
olmayanların şefaatçı olabilmelerine, asla ihtimal yoktur. Sonra
kendisine izin
verilebilecek her şefaatçinin şefaat sınırı da Allah katındaki derecesi
ve o
oranda elde edebileceği izin ve gücün kapsamı ile uyumlu olabilecektir.
Bu
bakımdan eninde sonunda izin çıktığı zaman en genel biçimde şefaat
sahibi,
yukarda peygamberlerin makâmları hakkındaki ilâhî açıklamadan
anlaşıldığı
üzere, hepsinin üstünde "sâhib-i derecât" (dereceler sahibi) olan
Resulullah, peygamberlerin en üstünü olabilecektir. Bu konudaki naslara
göre,
Cenab-ı Hak O'na şefaat için izin isteme yetkisini de bahşetmiş ve en
yüksek
peygamberlik makamı, "Şefaat-ı uzmâ" en büyük şefâat makâmı olmuştur
ki, Makâm-ı Mahmud'a şefaat hadisi gelecektir. Allah öyle bir ilim ve
saltanat
sahibidir ki, hükmünün tecelli yeri olan kürsüsü bütün gökleri ve yeri
geniş
geniş tutmuştur. Yerlerde ve göklerdeki bütün varlıklar ve cisimler
içinden,
dışından hep bu kürsü ile kuşatılmıştır. Herbirinin kıyamı (ayakta
durması)
onun içindedir. Bu arada hiçbir nokta bulunmaz ki, orada yüce Allah'ın
kürsüsünün hükmü geçerli olmasın. Yeryüzünün içinden çıkamayan insanlar
onun
yerleri, gökleri kuşatmış kürsüsünü nasıl kavrarlar. "Onlar Allah'ı,
gereği ve lâyıkı biçimde takdir etmediler. Halbuki kıyamet günü bütün
yeryüzü
O'nun tasarrufundadır. Gökler O'nun kudretiyle dürülmüş olacaktır. O
müşriklerin ortak koşmalarından yüce ve münezzehtir". (Zümer, 39/67)
Gökler
ve yeryüzü denince hapsedilmiş birisi gibi bunlarla her taraftan
kuşatılmış
olan insanlar madde ve kuvvetin, duygunun, hayalin, kuruntunun, aklın,
tasavvurun, hükmün ve bütün itibarî belirlemelerin içinden son sınırına
dayanır. Bunların ötesi deyince kayıtsız şartsız, kalbî bir merakla
sonsuz bir
ortama, sınırsız mutlak bir emel sahasına geçmek için çırpınırlar.
İnsanlar
kendilerince, yerkürenin küçük bir parçası üzerinde bile bir devlet ve
hükümet
ele geçirip idare ve muhafaza etmenin ne kadar zor bir iş olduğunu ve
asırlardan beri gelen nice nice devletlerin, milletlerin bu yüzden
memleketlerini
koruyamayarak yıkılıp gittiklerini görüp bildiklerinden nihayet
tasavvur
edemedikleri bu göklerin ve yerin bir kabza-i tasarruf (tasarruf
avucun)da
vahdet kürsüsünden bir saltanat ile idare olunur bir memleket olduğunu
düşündükleri zaman, "koruması ne kadar zor ve ağırdır" gibi bir zanna
düşebilirler. Fakat o ilâhî kürsü, bütün gökleri ve yeri tutmuş olmakla
birlikte, bu gökleri ve yeri o vahdet (birlik) kürsüsünden tasarruf
avucunda
tutup muhafaza etmek ve korumak Allah'a ağır da gelmez. O'nun için bu
hiçbir
şey değildir. O şanı yüce Allah pek yüksek, pek büyüktür. Biricik yüce,
biricik
ulu olan ancak O'dur. Bu bakımdan bundan başka gerçek bir ilâh nasıl
mümkün
olur? Ve buna karşı başkalarına tapılıp da şefaatleri nasıl umulur? Ve
böyle
yapan kâfirler ne kadar bedbahttır!
Bu
âyete " Âyetü'l-Kürsî" denilir ve bundan dolayı bu sureye
"Sûretü'l-Kürsî" de denilir. Görüldüğü üzere bu âyet, ilâhî
saltanatın ve hükümdarlığın son derece açık ve özet anlatımını ve Allah
Teâlâ'nın zatını ve sıfatını hem tarif ve hem gökler ve yeryüzünün ve
çevrelerinin yaratılması, ayakta durması ve düzeni, miktar ve
genişliğini
muhafazası, hayat sırrı, ilim sırrı, hakimiyet sırrı vb. gibi maddî ve
manevî
kuvvetlerinin son derece açık şahitliği ile isbat ederek bütün ilâhiyat
meselelerinin ana noktasını, Allah'ın kürsüsü gibi geniş bir kapsam ile
kapsamış bulunduğundan bütün Kur'ân âyetleri arasında konusu ile uygun
olmak
üzere en yüksek bir şeref ve kıymete sahiptir Nitekim Resulullah
(s.a.v.):
"Kur'ân'da en büyük âyet, âyetü'l-kürsidir. Bunu her kim okursa, Allah
o
saat bir melek gönderir, ertesi güne kadar iyiliklerini yazar ve
günahlarını
siler. Bu âyet bir evde okunsun da şeytanlar onu otuz gün bırakmasın,
olmaz ve
kırk gün ona ne sihirbaz kadın, ne sihirbaz erkek girmez, ey Ali bunu
evladına
ve ailene ve komşularına öğret, bundan büyük bir âyet nazil olmadı";
"Her kim farz namazların her birinin arkasında âyetü'l-kürsîyi okursa
onu
ölümden başka cennete girmekten engelleyecek hiçbir şey kalmaz. Yani
ölünce doğru
cennete gider ve ona ancak sıddık veya abid olanlar devam eder. Ve bunu
her kim
yatağına yatarken okursa Allah onu kendisine ve komşusuna ve komşusunun
komşusuna ve etrafındaki evlere emin kılar"; "Günlerin efendisi cuma
günü, sözlerin efendisi Kur'ân, Kur'ân'ın efendisi, Bakara Sûresi,
Bakara
Sûresinin efendisi de âyetü'l-kürsîdir." buyurmuştur.
KÜRSİ:
Sözlükte, üzerine tek başına oturulan belli bir şeydir ki, aslında taht
ve
şerefli ilmin ayni şekilde olan özel ve seçkin makâmı demektir. İlmin
kendisine
ve âlime de denir. Daha sonra iskemle ve sandalye gibi şeylere de bu
isim
söylenmiştir. Dilimizde en çok ilim makâmında kullanılmıştır. Herhangi
bir
şeyin aslına ve toplandığı yere de kürsi denir. Nitekim memleket
kürsisi,
"başkent" anlamına gelir. Bunun aslı olan "kürs"
kelimesinde bir araya toplanıp karışma ile keçe gibi giriftleşip
sağlamlaşmak
mânâsı vardır. Kısaca gerçek mânâsıyla kürsi, ancak bir kişinin
oturabildiği en
yüksek bir çeşit sandalyedir. Bundan dolayı, yerleri gökleri kaplamış
bir kürsi
düşüncesinin, bu bilinen mânânın aynı olmayacağı da şüphesizdir. Aynı
zamanda
bu kelimenin bize bir hakimiyet (egemenlik) ve saltanat, bir ilim, bir
şeref ve
büyüklük ve söz geçerliliği anlamı ifade ettiğinde de şüphe yoktur. Biz
bir
memlekette bir kürsi, bir taht düşündüğümüz zaman, önce bir memleket,
ikinci
olarak onun içinde bir başkent, üçüncü olarak o başkent içinde bir arş,
bir
saray, dördüncü olarak o saray içinde bir taht, beşinci olarak o taht
üzerinde
hükmü elinde bulunduran bir hükümdar, altıncı olarak bu hükümdardan
bütün
memleketi kapsayan bir nüfuz tasavvur ederiz ki, bunda hükümdar, zarf
zarf
içinde memleketle tamamen kuşatılmış ve aynı zamanda nüfuzuyla o
memleketi
kuşatmıştır. Bunda en çok hayrete değer nokta da, bir şeyin hem kuşatan
ve hem
de kuşatılan olabilmesindeki sırdır ki, ilmin kendisinde de vardır. Ve
bu nokta
insanlara, Allah'ın birliğini en güzel şekilde telkin edecek olan bir
işarettir. Âyetü'l-kürsî, bize bu mânâyı telkin etmekle beraber
gösteriyor ki,
Allah'ın mülkü göklerle yerdir. Fakat Allah'ın kürsisi, bunlarla
kuşatılmış
değil, onları kuşatmaktadır. Bizim kürsi düşüncemizin aksinedir.
Allah'ı
düşünürken hep kuşatılmış olanlardan, kuşatıcıya doğru geçmelidir. Taht
veya
başkent, göklerle yer memleketini kuşatmış; Arş, tahtı kuşatmış; Rahmân
olan
Allah, Arşın içinde değil, üzerinde ve Allah hiç kuşatılmış değil, hep
kuşatıcı
ve yöneticidir ve öbüründeki zıtlığı kaldıran budur. Şu halde Allah'ın
kürsisi,
bize ancak bir isim ve kuşatılandan kuşatana geçerek, nihayet gökler ve
yer tasavvurunun
ötesinden, kapalı ve tahayyülü imkânsız bir büyüklük kavramıyla
bilinebilir.
Bunun gerçek mahiyetini tayin edebilmemize imkan yoktur. Bununla
beraber
tefsirciler, bunun tarifinde birkaç şekil rivayet etmişlerdir. Şöyle
ki:
1-
Kürsi, gökleri ve yeri kaplamış büyük bir cisimdir. Buna "Arş'ın
kendisi" diyenler de olmuştur. Fakat sahih haberler, "Kürsi, Arşın
altında ve göklerin üzerinde bir cisimdir." diye gelmiştir. Kürsi, iki
ayak yeridir. Süddi'den nakledilmiş olduğu üzere, gökler ve yer
Kürsi'nin
içinde, Kürsi, Arşın altında ve iki ayağının yeridir. Burada iki ayak
yerinin,
Arş'ın ayağının yeri olduğu açıktır. Bunu en büyük Ruh'un veya hamele-i
Arş'tan
(Arşı taşıyan meleklerden) büyük bir meleğin iki ayağının yeri diye
gösterenler
de vardır. İşte bu iki ayak yeri tarifi, Kürsi'nin başkent, yani
hükümet
karargâhı mânâsıyla ilgili olduğunu açıkça gösteriyor. Gökler ve yer,
bilinen
bütün cisim âlemlerinin ifadesi olduğuna göre, bunları kaplamış olan
Kürsi'nin
içinin bir cisim olması, göklerde ve yerde bilinen cisimlerin,
cisimliklerinden
başka bir cisimlik demek olduğunu da unutmamak gerekir. Yani Kürsi,
boşlukta
yer tutan bir cisim değil, yerin kendisi olan bir cisim (bir boşluk)
demek
oluyor ki, bunun cisimliğinin, madde ile değil, mutlak uzunluk, diğer
bir
deyimle genel olarak yer ve mekân denilen soyut bir uzaklık ve bütün
bir
boşlukla tasavvur edilmesi mümkündür. Çünkü mutlak mekân denilen soyut
uzaklık,
feza, madde uzantısının mahiyetini ifade eden soyut bir uzantıdır.
Boyut ve
uzantı ise cisimliğin en genel mânâsıdır. Fakat maddî cisimler burada
yer
tuttuğu halde, bu başkaca bir yerde yer tutmuş değildir ve diğer
cisimlerle iç
içe bulunması mümkündür. Fakat şu madde âleminde görülen maddî güçler
ve
varlığa ait işlerin ortaya çıktığı yer de budur. Bütün yüksek cisimler
burada
yerleşmiş ve aralarındaki esirî âleme (fezada gök cisimleri arasında
ışık ve
sıcaklığı nakleden, havadan daha hafif cisimlere) varıncaya kadar bütün
toplu
dalgalar burada bulunmaktadır. Hareket ve sakinlik burada meydana
gelmektedir.
Ancak zaman ve ruhlar âlemi bundan daha geniştir. Bir zamanlar fen
bilgilerine
sabit bir kıymet isnad eden ve Allah'ın indirdiklerinin sınırının, fen
sınırlarından daha geniş bulunduğunu düşünmeyerek, Kur'ân âyetlerini
zamanının
fen bilgilerine göre açıklayıp yorumlamaktan zevk alanlar, o zaman
kâinatın
şekli hakkında Batlemyus'un astronomi ilminin, en yüksek fen bilimi
yerinde
bulunması ve kendilerinin de bu ilmin mütehassıslarından olmaları
dolayısıyla
gökleri ve yeri ona göre düşünüp yorumladıkları gibi, Kürsi'nin
cisimliği
hakkındaki haberleri de o fennin teorileriyle (varsayımlarıyla)
açıklamaya
çalışmışlar ve dolayısıyla "Kürsi, sekizinci gök olan sabit gök
cisimlerinin bulunduğu gök, Arş da dokuzuncu gök olan Atlas göğü (en
büyük gök)
dür." diye tevil etmişler (yorumlamışlar), "Kürside yedi gök, bir
kalkan içine atılmış yedi para gibidir.", "Arş'ta Kürsi, büyük bir
sahraya atılmış demir bir halka gibi bir şeyden ibarettir." meâlinde
rivayet edilmiş olan iki hadisi şerifi de buna delil gibi kabul
etmişlerdir.
Bugün görüyoruz ki, fennin bu dokuz gök varsayımı gücünü kaybetmiş
olduğu
halde, Kur'ân âyetleri ve Peygamberimizin hadisleri, gönüllerde yine
bugünkü
gökler ve yer gibi bütün kıymetiyle ortaya çıkıp durmaktadır. Şu halde
bunları,
mutlaka kendi bilgilerimizin çerçevesi içine alarak açıklamaya
çalışmak, ilmin
gereklerine de dinin gereklerine de uygun değildir.
Bu
iki hadisi şerif, bize Kürsi'nin, sekizinci gök veya sabit yıldızların
bulunduğu gök olduğunu değil, nihayet göklere ve yere göre büyük bir
yer, Arş'a
göre de pek küçük bir daire olduğunu misal yoluyla anlatmaktadır. Bu
yüzden
asrımızdaki fen bilimlerine göre buna bir mânâ vermek gerekirse,
Kürsi'yi
mutlak bir yer mânâsıyla tasavvur etmek, elbette daha uygundur ve bu
bizim
kendi düşüncemiz değildir. İmam Fahreddin Razi, bu âyette değil, fakat
Fatiha
tefsirinde Kürsi'yi mekân, Arş'ı da zaman teorileriyle ele almıştır.
Çünkü
mutlak mekân, gökleri ve yeri içine almış, kaplamıştır. Halbuki bütün
mekân
uzunlukları, şu andaki bir anlık zamanın içine sığmış, geçmişin ve
geleceğin,
aralıksız cereyanı içinde bu hâl dairesi (şimdiki zaman çerçevesi)
tıpkı büyük
bir sahrada küçük bir halka gibi kalmıştır. Bununla birlikte diğer
taraftan
Kürsi ve Arş'ın manevi değerleri hakkında da rivayetler vardır. İnsan
şu
görüşleri düşünürken bile farkına varır ki, gökleri ve yeri mekândan
başka
kuşatan, kuvvet ve kudret, akıl ve ilim ve bunların üzerinde ruh
vardır. Ve
hatta zaman, mekânı kuşatmış görünürken bunun da ruhta meydana gelen
bir durum
olduğu ve buna göre ilim ve ruh âleminin, zamanı da kaplayan bir deniz
olduğunu
takdir eder. Nitekim Kürsi, en büyük Ruh'un veya diğer büyük bir
meleğin iki
ayağının yeri denilmişti. Şu halde bunların aslı, Arş'ın sınırına dahil
ise de,
Kürsi'nin Kürsi olması, sırf cisimlikten ve bir uzantıya sahip
olmasından
değil, bu manevi kuvvetlerin de bir tesellisine sahne olmasındandır. Ve
Allah'a
nispet edilmesi de bundan olmalıdır. Buna göre:
2-
Kürsi, saltanat, kudret ve mülk demektir. Çünkü ilâhlık, ancak kudret
ve var
etme ile ortaya çıkacağı gibi, dilde de taht ve Kürsi dendiği zaman,
doğrudan
doğruya egemenlik gücünün kastedildiği vardır.
3-
Allah'ın kürsisi, Allah'ın ilmi demektir. Çünkü ilim Kürsisi, taht
mânâsından
daha çok bilinmektedir ve bu münasebetle ilmin kendisine de mecazî
olarak kürsi
denilir. Bu rivayet, İbnü Abbas hazretlerinden nakledilmiştir. İbnü
Cerir
et-Taberi gibi birçok tefsirciler, bunu tercih etmişlerdir.
4-
Bu sözden maksat, sırf Allah'ın yücelliğini ve büyüklüğünü anlatmaktır.
Cenab-ı
Allah, halka zat ve sıfatlarını tarif ederken, insanların hükümdarlar
ve
büyükler hakkında alışmış oldukları şekillerle hitap buyurmuştur.
Nitekim
Kâbe'yi kendine ev yapmış, tavaf ve ziyaretini emretmiştir. Çünkü
insanlar,
hükümdarlarının saraylarını ziyaret ederler. Hacerü'l-esved'in yer
yüzünde
"yeminüllah" (Allah'ın eli) olduğunu söylemiş ve öpme yeri kılmıştır.
Nitekim insanlar, hükümdarlarının ellerini ve eteklerini öperler. Yine
bu
türden olarak kıyamet günü kullarının hesaba çekilmesi hakkında,
meleklerin,
peygamberlerin, şehitlerin huzurda bulunacaklarını ve mizanlar
konulacağını
söylemiştir. İşte bunlar gibi kendisine de Arş isbat etmiş, "Rahmân
olan
Allah, Arş'ın üzerine hükmetti." (Tâhâ, 20/5) buyurmuş ve bunu
anlatarak,
"Meleklerin, Arş'ın etrafını kuşatarak Rablerini hamd ile tesbih
ettiklerini görürsün." (Zümer, 39/75), "O gün Rabbinin Arş'ını,
onların üzerinde sekiz melek taşır." (Hâkka, 69/17), "Arş'ı
taşıyanlar ve onun etrafında bulunanlar..." (Gâfir, 40/7) buyurmuş,
sonra
kendine Kürsi de isnad etmiş, "O'nun kürsisi gökleri ve yeri
kuşatmıştır" (Bakara, 2/255) buyurmuştur. Bundan anlaşılır ki, Arş ve
Kürsi gibi, benzetmeyi andıran lafızlar (sözler) Kâbe, tavaf ve
Hacerül-esved
hakkında daha fazlasıyla mevcuttur. Halbuki bunlar da mesela Kâbe'nin
"beytullah" (Allah'ın evi) olmasında, Allah'ın, geceyi orada
geçirmesi gibi bir benzetme ve cisim mânâsı kastedilmiş olmadığı
hususunda
nasıl görüş birliği varsa; Arş ve Kürsi hakkında da maksatın, Allah'ın
yücelik
ve büyüklüğünü anlatmaktan ibaret olduğunda tereddüt edilmemesi
gerekir.
"Kaffâl" ve "Keşşaf" tefsircileri gibi araştırmacılar da
bunu tercih etmişlerdir. Buna göre Kürsi'den maksat nedir, ve nasıl bir
şeydir,
diye düşünmeye lüzum yoktur. Bu açıklama Cenab-ı Allah'ı cisim olma
şüphelerinden
tenzih için pek güzel olmakla beraber, Allah'ın Kürsi'sinin gerçekle
delâlet
ettiği bir şeyin bulunmadığını kabul etmek de zahire (bu konudaki açık
ifadelere) aykırıdır. Evet bilinen gerçek mânâsıyla bir Kürsi, bir taht
kastedilmediği yukarda geçtiği üzere muhakkaktır. Bununla birlikte bir
beytullah (Allah'ın evi) bulunduğuna iman etmek gerektiği gibi Allah'ın
bir
Kürsisi bulunduğuna iman etmek de gereklidir. Bunun az çok cisimle
ilgili bir
kavramı içermesi Cenab-ı Allah'a -haşa- bir cisimlik isnadını gerekli
kılmaz. Meselenin
ruhu, Kürsi'nin Allah'a nisbetini lâyıkiyle düşünebilmekte, bunun bir
"oturma nisbeti" olmayıp bir "Rablık nisbeti" olduğunu
anlamaktadır. Âyetten anlaşıldığına göre Allah'ın Kürsisi, bir taraftan
maddî
cisimler toplamı olan göklerin ve yerin hepsini kaplayıp tutan,
cisimleri
kuşatan birşeydir. Biz bunun "Kürsi" ismiyle varlığına iman eder ve
gerçek mahiyetini idrak edip tam olarak bilemeyeceğimizi anlarız. Diğer
taraftan az çok bir tasavvur edinebilme gereğine kanaat getirirsek,
Allah'ın
Kürsisinde saltanat tahtı ile ilim kürsisi kavramlarındaki mükemmellik
içeriklerini bir araya toplama, kısaltma ve fani olma anlamlarını,
"Daima
diridir, evrenin yöneticisidir.", "O'nun misli gibi bir şey
yoktur." ifadelerinin delâletleri gereğince dürüp katlayarak onu mutlak
bir ilim ve saltanatın tecelli edeceği (ortaya çıkacağı) bir yer olmak
üzere
ele alıp düşünürüz. Ve bu bakımdan aslında yüce Allah'ın büyüklüğünün
soyut bir
tasavvuru değil, kudretinin ortaya çıkış biçiminin de bir ifadesini
içine almış
bulunduğunu tasdik ederiz. Bütün cisimler, yüksek ve alçak kütleler,
Kürsi'nin
içinde kaldığından, onun üzerinde hüküm yürüten ilim ve saltanat
sahibinin,
cisim olmanın üzerinde çok yüce bir varlık olduğunu da kesin olarak
anlarız. Ve
daha açık olması için Kürsi'nin büyüklüğünü anlatan haberlere bakarak
diyebiliriz ki, Allah'ın Kürsisi, göklerde ve yerde görünen bütün
maddelerin,
kuvvetlerin kaynaşıp durduğu mutlak bir boyut, yani ilim, irade ve
kuvvetten
soyutlanmış olan sadece mücerret feza değil, bunların tecelli ettiği
bir ayna
bulunması bakımından mekân ve her şeyin yeri olması muhtemeldir.
Burada
yerleşmiş olan Allah değil, gökler ve yer denilen cisimler ve yer işgal
eden
kütleler toplamıdır. Bunun üzerinde daha geniş olarak zaman uzantısı,
akıllar
ve ruhlar âlemini içeren ve mukarrep (Allah'a yakın) meleklerle
kuşatılmış olan
Arş vardır. Ve burası mekân üstüdür. Artık burada cisimlik mânâsı
yoktur. Ve
"Rahmân olan Allah Arş'a hükmetti." (Tâhâ, 20/5) ifadesinin delâlet
ettiği üzere Allah Teâlâ Arş'ın içinde değil, rahmânlık sıfatıyla
üzerindedir
ve bu üzerinde bulunma, mekânla ilgili olmayan bir üstünlüktür. "Ey
Rabbimiz sen her şeyi rahmetinle ve ilminle kuşattın. " (Gâfir, 40/7)
âyeti gereğince de Allah'ın kuşatması, rahmet ve ilim yönüyledir.
Kürsi, bu
ilim ve rahmetin, bizim âlemimize bir tecelli yeridir. Bu bakımdan ne
Kürsi'nin, ne Arş'ın Allah'la ilgisi bir yer tutma şeklinde değildir.
Hükümranlık
ve tasarruf, zapt etme ve emre hazır tutma, hüküm ve emir gibi
tecellilerle bir
rablık ilişkisidir. Bu ilgi, bu tecelli sayesindedir ki, ruhlarla
cisimler,
zihin ile dış âlem birleşerek gerçekleşme noktalarında Hakk'ın
varlığının bir
parıltısına ayna olurlar da yerlerin, göklerin, mekânların, zamanların,
Kürsi'nin, Arş'ın, kuşatamadığı Allah'ın varlığını, müminin kalbi,
eşyanın her
zerresinde, mekânın her noktasında, zamanın her anında marifete
(Allah'ı
tanımaya) yol bulur ve her şeyi anlamayı ancak bununla başarabilir. Hak
demeden
hiç bir şeyi bilemez ve Hakk'ın zatı ile ilgili en yüksek marifeti
(bilgisi) de,
""Seni gerçek bir şekilde tanıyamadık." ifadesidir. Bunun için
de sadece marifeti, iman olamaz. İmanın kapsamı, marifetin kapsamından
geniştir. Marifette bir kayıt vardır. İman ise kayıtsız, şartsız bir
teslimiyet, ilâhî bir ilgidir ve en büyük temaşa ondadır. Bunun yeri
olan
müminin kalbi de yerlerden göklerden geniştir. Bunun için mutlak
mekânın,
tecelli eden kuvvetleriyle beraber gökler ve yer cümlesinde dahil
olması daha
çok muhtemel bulunduğundan en sağlam iman, Allah'ın Kürsüsüne, Allah'ın
açıkladığı şekilde iman edip, marifet taslamamaktır. İşte gökler ve yer
ne
kadar açık ise, Allah ondan daha açıktır. Onları kuşatmış olan Kürsi ve
onun
ötesi ne kadar gizli ise, Allah ondan daha gizlidir. Bununla beraber O,
diridir, varlığı kendi zatiyle kaim olup her şeyi yönetmektedir; hem
evveldir,
hem sondur. O halde bundan başka mabud, bundan başka ilâh nasıl
düşünülebilir?
Seçme yeteneği ve irade gibi ilâhî bir lütfu kötüye kullanıp, o geniş
kalbi
daraltıp da Allah ve O'nun emirlerini inkâr edenler zalim olmaz da ne
olur?
Bunlardan çok kendilerine zulmeden nasıl düşünülebilir? Bunlar hep
mecburiyet
ve zorlamak isterler, dine davet edildikleri zaman, "Allah istiyorsa
bizi
zorla dindar yapsın." derler.
256-Fakat
dinde zorlama yoktur. Allah onu zorla
kimseye vermez. Dini, kişinin kendi tercihi ile dilemesi gerekir. Dinde
zorlama
kanunu yoktur. Bunu böyle anlamalıdır. Çünkü "fi'd-dîn" (dinde)
ifadesi, "ikrah"a müteallik değil (zorlama ile ilgili değil)
haberdir. Mânânın aslı "zorlama, dinde yoktur" demek olur. Yani sadece
dinde değil, her neye olursa olsun, zorlama cinsinden hiçbir şey, hak
din olan
İslâm dininde yoktur. Din çerçevesinde zorlama kaldırılmıştır. Dinin
konusu,
zorunlu fiiller, davranışlar değil; isteğe bağlı fiiller ve
davranışlardır.
Bunun için isteğe bağlı hareketlerden birisi olan zorlama dinde
yasaklanmıştır.
Kısaca kaldırılan veya yasaklanan zorlama, yalnız dinde zorlama değil;
herhangi
bir şeye olursa olsun, zorlama türünün hepsidir. Yoksa dinde dine
zorlama
yoktur, ama dünyaya zorlama olabilir demek değildir. Belki dünyada
zorlama
bulunabilir; ama dinde, dinin hükmünde, dinin dairesinde olmaz veya
olmamalıdır. Dinin özelliği, zorlamak değil, bilakis zorlamadan
korumaktır.
Bundan dolayı İslâm dininin gerçekten hakim olduğu yerde zorlama
bulunmaz veya
bulunmamalıdır.
Zorbalık
ve zorlama olursa onun dışında olur. Şu halde din, "zorlayınız"
demez, zorlama meşru ve muteber olmaz. Zorlama ile yapılan amelde dinin
vaad
ettiği sevab bulunmaz, rıza ve iyi niyet bulunmayınca hiçbir amel
ibadet olmaz.
"Ameller, ancak niyetlere göredir." Dinin isteklerinin hepsi,
zorlamasız, iyi niyet ve rıza ile yapılmalıdır. Zorlama ile itikat
(iman)
mümkün değildir. Zorlama ile gösterilen iman, gerçek iman değil,
zorlama ile
kılınan namaz, namaz değildir. Oruç da öyle, hac da öyle, cihad da
öyledir...
Bundan
başka bir kimsenin, diğerine saldırıp da her hangi bir işi zorlama ile
yaptırması da caiz değildir. Kısaca İslâm'ın hükmü altında herkes
görevini
isteyerek yapmalı, zorlama olmadan yapmalıdır. Cihad da bu hikmetle
meşrudur.
de zarflık değil, sebeblik mânâsı düşünülürse, mânâ şu olur: Zorlama,
din için
yoktur, yahut zorlama, din için, dine sokmak için yapılmaz. Çünkü
zorlama, bir
kimseye hoşlanmadığı bir işi fiili bir tehditle zorunlu olarak
yaptırmaktır.
Halbuki din, hoşlanılmayacak bir şey değildir. Dinin aslı olan imanın
kökü
tasdik ve kalbden inanmaktır. Bu ise sırf bir rıza ve seçenek işidir.
Bunu
"Dilediğini yapar." (Bakara, 2/253; Hac, 22/14) olan Allah'tan başka
kimse zorunlu hale getiremez. Allah'ın iradesiyle iman ve hatta iman
ile salih
amel, zorlamaya değil, güzel bir seçime ve gönül rızasına bağlı
bulunduğundan
din için zorlama mümkün olmaz. Ancak tebliğ ve teklif edilir. "Eğer
Rabbin
dileseydi, yer yüzünde bulunanların hepsi iman ederdi. Öyle ise sen,
iman etmeleri
için insanları zorluyor musun?" (Yunus, 10/99) Şu halde dine girmesi
için
kimseye zorlama yapılmamalıdır. Çünkü zorlanan kimsenin açığa vuracağı
iman,
Allah yanında gerçek iman olmaz. Zorlama ile gerçek bir dindar
kazanılmaz.
Bununla beraber kalbe Allah'tan başkasının bakışı, geçerli
olmayacağından ve bu
zorlama hâlinde olsun iman edene de, "Sen zorlama ile iman
açıklıyorsun,
yine kâfirsin." denilemez, kâfir muamelesi edilemez. Durumu ortaya
çıkıp,
şüphe ortadan kalkıncaya kadar bakılır. Çünkü o imanı açığa vurması da
az çok
bir irade eseridir. Hiç istemeseydi onu da yapmazdı. Demek ki imanın
zevkinden
bir zerre olsun tatmıştır. Bu bakımdan: Zeccac'ın dediği gibi savaşla
müslüman
olduğunu açıklayan, "kerahete" nisbet edilmez demek olabilir ki bu,
ikrahın (zorlamanın) bir sözlük mânâsıdır.
Zorlamaya
ne hacet? Zorlama beklemekte mânâ nedir? Akılların hepsinin, dine
sarılması
gerekmez mi? Çünkü doğru yolda bulunmak, azgınlıktan; doğruluk,
sapıklıktan
iyice ayrılmıştır. Bu kadar peygamberlerden ilim ve amel ile ilgili bu
kadar
delilller ve nihayet ilâhî saltanatın, bu kadar büyük tecellisinden
(ortaya
çıkışından) sonra, iman ve dinin insanlara kurtuluş ve mutluluk sebebi,
inkâr
ve dinsizliğin ise azab ve felaket sebebi olduğu kesin olarak ortaya
çıkmış; hak
batıldan, hayır şerden ayrılmıştır. Belli ki din ehli, muhakkak mutlu
olacak,
küfür (inkâr) ehli de muhakkak ceza ve azab görecektir. Bunlar her
nereden
gelse kendi istekleriyle, kendi kazançlarıyla olacak ve o zaman bu
mecburiyet,
bir zorlama mânâsını içermeyecektir. Bu özellikle şunu gösteriyor ki,
"dinde zorlama yoktur" deyince, hiç kimseye sorumluluk, ceza ve azab
yoktur, demek şeklinde anlaşılmasın; elbette doğruluğun sapıklıktan
kesin
olarak ayrılmış bulunması, dine aykırı hareketlerde muhakkak bir azabın
ortaya
çıkmış olmasındandır.
Bilinmektedir
ki zorlama, fiilden önce gelir de o fiil için iradeyi kaldırır veya
bozar ve o
fiil, böyle rızasız yapıldığı için fiilî sonucu, hayır veya şer,
yapanın
kazanılmış bir hakkı olmaz. Sorumluluğu, zorlayana ait olur, zorlayanın
elinde
zorlanan, bir alet olur. Artık kazanç, maksat zorlananın değil,
zorlayanındır.
Fakat zorlama olmadan yapılmış olan inkâr ve zulmün, fasıklık ve
isyanın,
isteyerek kazanılmış müktesep bir fiil olduğunda da şüphe yoktur. Artık
bu yapıldıktan
sonra onun gerekli bir sonucu olan ceza ve azab da yapanın kendi
kazancı, kendi
hakkıdır ki, bunda zorlama mânâsı düşünülemez, o kendi kendine
zulmetmiş olur.
Allah Teâlâ ise rahmetinin genişliğinden dolayı kullarının ne
kendilerine, ne
de başkalarına zulüm ve tecavüz etmelerine razı olmadığından, onları
korumak
için sınırlar tayin etmiş, din ve hükümlerini bildirmiş, "Dinde zorlama
yoktur." buyurmuştur. Bu delil gereğince zorlama, ehliyetin
engellerindendir. İslâm yurdunda zorlama yasaklanmıştır. Hatta hiçbir
kimseye
İslâm dinine girmek için bile zor kullanılamaz, herkes dininde serbest
ve seçme
hakkına sahiptir. İslâm hükümleri altında müşrik, kitap ehli, (yahudi,
hıristiyan), hepsi, din hürriyetleriyle yaşayabilirler. Mesela bir
müşrik,
dilerse yahudi veya hıristiyan olabilir; hiçbirine müslüman ol, diye
zor
kullanılmaz, ahdinde durmak ve vergisini vermek şartıyla dininde
bırakılır.
Fakat her kim olursa olsun, ahdinde (sözünde) durmayanlar da suçuna
göre
cezasını görür. Kendi rızasıyla İslâm'ı kabul ettikten, Allah'a ve
Peygamberine
söz verdikten sonra döner, irtidad eder (dinden çıkar) da tevbe etmezse
cezalandırılır ki, bu bir zorlama değil, verdiği sözden caymanın
zorunlu bir
sonucudur. Bu noktada İmam Şâfiî gibi bazı âlimler, müslüman olmaya söz
vermiş
bulunan mecusi veya hıristiyanlardan birisi, eski dininde kalmayıp da
mesela
yahudi olacak olsa, ben onu: "Ya eski dinine dön veya müslüman ol, diye
zorlarım." demiştir. Fakat Hanefiler ve diğerleri demişlerdir ki,
"Küfür, bir tek millettir." ifadesi gereğince o şekilde din
değiştirmede, verilmiş bir sözü bozma mânâsı yoktur. Buna göre, "Ya dön
veya müslüman ol!" diye zor kullanılmaz. Ancak İslâm dinine girdikten
sonra dönen, ahdini bozmuş olur ve yalnız bu, tevbe etmezse cezası
verilir.
Bundan başka ibadet ve diğer muameleler gibi rıza şart olan amel
dallarında da
zorlama geçerli değildir. Fiilin geçerliliğine engeldir. Ancak fiil,
şer'î bir
fiil olmayıp, hisse bağlı bir fiil olursa o başka. Ve herhalde zorlama
bir
saldırıdır, derecesine göre cezayı hak ettirir. İşte hak dinde vicdan
hürriyeti, ahd (söz verme), andlaşma ve hukuk bu kadar yüksektir. Hatta
bundan
dolayıdır ki, cihad ilanında bile düşmana ya hak dini kabul etmesi veya
mağlubiyeti kabul ederek dininde kalıp, hakları saklı olmak üzere İslâm
uyruğunda vergi vermesi arasında kendi arzusuna bırakılan bir teklif
yapılır.
Bunlardan birini kabul ederse, andlaşma ile ahdine riayet edilir; kabul
etmediği ve savaş yoluyla mağlub olduğu takdirde de yine din
değiştirmeye
zorlanmayıp, adalet ölçüleri içersinde bir vergiye, bir intizama mecbur
tutulur. Demek cihad, din değiştirmek için zorlayıcı bir vasıta değil,
hak
dinin yüceliğini fiilen ispat eden hak bir delildir. Çünkü zorlama ile
din
olmaz. Fakat aklî ve ilmî delilleri dinlemeyen kâfirlerin ve zalimlerin
saldırıları da böyle fiilî bir delil olmadan durdurulmaz, herkes her
türlü
haksızlık ve zorlama ile karşı karşıya gelir. Bununla beraber cihad ve
savaş,
bir zorlama değil, bir yarıştır. Hangi tarafın tehdidini yerine
getireceği
bilinmeyen bir imtihandır. Bir de cihad, dinin hükmü geçerli olan İslâm
yurdunun dışında cereyan edeceğinden zorlamanın kaldırılmış olduğu din
çevresinden dışardadır. Dâr-ı harb (kâfir yurdu) zaten zorlama
yurdudur. Böyle
iken yukarıdan beri Allah'ın beyanı dikkatle incelenirse anlaşılır ki,
"Dinde zorlama yoktur." açık ifadesi, cihad emrinin gayesini tesbit
etmektedir. Yani cihadın hikmeti, insanları zorlamadan korumak, zorlama
kabul
etmeyen dini hakim kılarak Allah'ın kelâmını yükseltmek, yani herkesi
mensub
olduğu inançtan zorla çıkarmaya çalışmayıp, hakkın isteyerek kabul
edilip
yayılmasına set çekmek isteyen ve gücünün yettiğince zor kullanan hak
düşmanlarının savulması ve engellerin kaldırılması ile sağlam bir kalb
ve güçlü
bir akıl için açıkça ortaya çıkmış bulunan doğruluk yolunu, hakkın
egemenliğini
herkese arz ve ilân etmek ve böylece Muhammed ümmetini, peygamberler
cemaati
arasındaki Hz. Muhammed'in makâmı ile uyumlu olarak çeşitli
milletlerden
teşekkül eden sosyal bir toplum üzerinde genel barışı üstlenen, kamunun
kalbi
gibi egemen ve orta yolu tutmuş bir ümmet yapmak ve peygamberlerin hiç
birini
ayırmayıp hepsine derecelerine göre iman etmekle Allah'ın birliğine
dayanan
İslâm dinini, bütün dinlerin genel bağlantısı ve ilerleme hedefi olan
genel bir
din olarak savunup açıklamaktır. Bunun için İslâm'da savaşın gayesi,
intikam,
öldürmek, din değiştirmeye zorlama değil; hasmı mağlub etmek ve
zorlayıcı
gücünü alıp, dininde serbest olarak hakkın hükmüne tabi tutmaktır ki,
Allah'ın
kelâmını yükseltmek bundadır. Bu sebeple her ne zaman müslümanlara bir
zayıflık
gelir, hak din savunulmazsa fitneler kopacak, zorlama çoğalacak, bütün
insanlık
allak bullak olacaktır.
Fakat
bu açıklamadan sonra bir soru kaldı. Yukarda, "Fitne ortadan kalkıncaya
ve
din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın." (Bakara,
2/193)
âyetinde görüldüğü üzere Mekke ve hatta Arap yarımadası müşriklerine
kitap ehli
gibi din hürriyeti verilmemiş, bunlar hakkında, "Bana, Lâilâhe illallah
(Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur) deyinceye kadar insanlarla
savaşmam
emredildi. Bu sözü söyledikleri zaman canlarını ve mallarını benden
korumuş
olurlar." hadisiyle ya İslâm, ya ölüm ilan edilmiştir. Bu ise, "Dinde
zorlama yoktur." hükmüne ters değil midir? Bunun cevabı şudur: Eğer
bunlar
birbirine zıt ise, iki âyet, birbirini nesh veya tahsis eder, onların
buraya
dahil olmadığı anlaşılır. Bununla beraber şu da bilinmelidir ki, onlara
din
hürriyeti verilmemesi özellikle, "Dinde zorlama yoktur." hükmünün
tatbiki içindir.
Bu
münasebetle tefsircilerden birkaç görüş vardır:
1-
Bu "Lâ ikrâhe" âyetinin önceden genel bir şekilde indiği, daha sonra
cihad ve savaş âyetleriyle neshedilmiş bulunduğu Zeyd b. Eslem'den
rivayet
edilmiştir. Fakat bu görüş genel olarak doğru görülmemiştir. Aslında
"Doğruluk, sapıklıktan ayırd edilmiştir." âyeti, bunun inişinin,
dinin tam olarak ayırd edilmesinden sonra olduğunu göstermekte ve böyle
bir
düşünceye engel görünmektedir. Bir de, görüldüğü üzere cihad meselesi
aslında
buraya dahil değildir ki, onunla nesih bahis konusu olsun. Fakat şunu
bilmek
gerekir ki, her nesih, neshedicinin alış derecesine göredir. Şu halde
bu, cihad
ile neshedilmiştir demek, diğer durumlarda muhkem (neshedilmemiş, hükmü
açık)
demektir. Ve bu sebeple zorlamanın, cihadı da içine aldığı görüşüne
sahip
olabilecekler için bu rivayet önemlidir. Demek oluyor ki bu âyette
böyle bir
ihtimal olursa, bu ihtimal neshedilmiştir. Ve nesih rivayeti ancak bu
yöne
mahsustur. Yoksa cihad âyetleriyle geri kalan kısmın neshedilmiş
olmasına imkân
yoktur. Âmm (genel hüküm), nesihten sonra geri kalan kısımda yine
kesindir.
Kısaca nesih âyetin tamamiyle ilgili değil, kısmîdir.
2-
Bu âyet kitap ehli hakkında inmiştir. Dolayısıyla müşrikler, bunun
genel
hükmünden hariçtir. Gerçi "şu peygamberler..." âyetinden başlayan
sözlerin gelişi, bunu teyid ettiği gibi, iniş sebebi hakkındaki
rivayetler de
bunu desteklemektedir. Rivayet ediliyor ki Hz. Muhammed'in
peygamberliğinden
önce Ensar'dan bazıları, çocuklarını Yahudiliğe veya Hıristiyanlığa
sokmuşlardı. İslâm dini gelince bunlara zor kullanmak istediler.
İslâm'dan önce
Ensar'dan bir kadının çocuğu yaşamadığı durumlarda, şayet çocuğu
yaşarsa onu
kitap ehli ile beraber ve onların dini üzere bulundurmayı adardı. Bu
sebeple
Ensar çocuklarının bir kısmı kitap ehlinin dininde bulunuyorlardı.
Dolayısıyla
İslâm'a geldikleri zaman dediler ki: "Biz vaktiyle bunların dinlerini,
bizim dinimizden daha üstün görürdük ve çocuklarımızı onun için o yola
sevkederdik, mademki İslâm dini geldi, her halde biz bunları zorlarız."
dediler. Bu cümleden olarak Salim b. Avf oğullarında Husayn adında
Ensar'dan
birinin iki oğlu vardı. Önceleri Şam tüccarlarının telkinleriyle
hıristiyan
olmuş gitmişlerdi. Hz. Muhammed'in peygamberliğinden sonra Medine'ye
geldiklerinde babaları bunlara: "Vallahi sizi bırakmam, mutlaka
müslüman
olmalısınız." diye sataştı. Onlar da çekindiler, üçü birlikte
Resulullah'a
müracaat ettiler. Bunun üzerine bu âyet indi, babaları da onları
bıraktı. Bu
olaylar, gerek cihada izinden önce olsun ve gerekse sonra, her iki
takdirde
nüzul sebebi, müşrikleri içine almamaktadır. O halde hükmünün genelliği
de
kitap ehline aittir ve neshedilmiş değil, muhkemdir (hükmü açık ve
geçerlidir).
Bu güzel! Fakat sebebin özel oluşu, hükmün genel oluşuna mani değildir.
"Dinde zorlama yoktur." hükmü ise daha geneldir. Sonra bu hüküm
yalnız kitap ehline mahsus olsaydı, dâr-ı İslâm'da (İslâm yurdunda)
kitap
ehlinden başkasına taahhüd ve güvence (emân) verilmemesi gerekirdi.
Halbuki
Arap yarımadası müşriklerinden başkasına bu muamele yapılmamıştır. Şu
halde bu
âyet, mutlak olarak neshedilmiş olmadığı gibi, genel hükmü kitap ehline
de
mahsus olmamalıdır. Nitekim Hz. Enes: "Nüzul (iniş) sebebi, Resulullah,
birisine 'Müslüman ol' buyurmuştu. O da 'kendimi hoşlanmaz buluyorum'
demişti.
Bu âyet bunun hakkında inmiştir." diye rivayet etmiştir ki, bu sebep
daha
mutlak olmakla hükmün genel oluşunda daha açıktır.
3-
Bilinmektedir ki Arap müşrikleri hakkındaki muamele, "Fitne ortadan
kalkıncaya ve din yalnız Allah'ın dini oluncaya kadar onlarla savaşın."
(Bakara, 2/193) emrine dayanmaktadır. "Dinde zorlama yoktur."
hükmünün ise "Arapların Müslüman oluşundan sonra dinde zorlama yoktur,
vergi yeterlidir." meâlinde olduğu Tefsir-i Kebîr'-de açıklanır.
Demek
ki doğruluğun sapıklıktan ayırd edilmesi o zamandır. Ve bu hüküm, daha
öncesini
kapsamaz, bu mânâca bu âyet, "Fitne ortadan kalkıncaya kadar onlarla
savaşın..." âyetinden sonra inmiş demek olur. Önce inen, sonra ineni ne
nesih, ne de tahsis edemeyeceğinden "Lâ ikrâha = zorlama yoktur"
hükmü genelliği üzere kalır. Bu durumda aralarında bir yönden çelişki
varsa,
sonradan inen, önce ineni neshetmiş olacaktır. Halbuki bunun, öncekini
neshettiğine dair hiçbir görüş yoktur ve olamaz. Çünkü bunun tarih
itibariyle
sonradan indiği açıkça belli değildir. Yukarda görüldü ki, aksine
rivayet bile
vardır. Bu bakımdan usûl itibariyle birbirlerine yakın olarak
yorumlanması
gerekir. Böyle olunca da birbirlerini karşılıklı olarak tefsir (izah)
ve tahsis
edebilirler. Şu halde İslâm'ın doğruluğunun ortaya çıkıp
ayırdedilmesini Araba
ve zorlamanın olmayışını ondan sonraya tahsis de doğru olamaz. Önce
İslâm'ın
başlangıcında zorlama değil, misliyle karşılık bile verilmediği
bilinmektedir.
Şimdi Arapların müslüman oluşundan sonra da zorlama olmadığı kabul
edilmiş, bu
arada müslümanlar arasında bulunan Arap müşriklerine de bu olaya kadar
hiç bir
zorlama yapılmadığı bilinmektedir. O halde, âyetinin bütün kapsamıyla
mânâsı,
"İslâm dininin, hüküm dairesinde zorlama yoktur." demek olur. Savaş
ve savaş hâlinde bulunan düşman meselesi, bu hükümden esas itibariyle
hariç
olduğu gibi, zorlamaya karşılık vermek ve suça ceza da bunun
dışındadır. Ancak
bu, "Fitne ortadan kalkıncaya ve din de yalnız Allah'ın dini oluncaya
kadar onlarla savaşın." (Bakara, 2/193) âyetiyle beraber düşünmek
lazımdır. Buna göre âyetin sonunun da delâlet edeceği üzere İslâm
dininin hüküm
dairesinde zorlama bulunmaması, tahsis yoluyla iki kayıt ile
bağlanmıştır ki;
biri fitne bulunmaması, biri de İslâm yurdunda diğer dinlere mensup
olanların
tebalığı (uyruğu) bozmamalıdır. Âmm (genellik ifade eden hüküm) ise
tahsisten
sonra zan ifade eder. Burada fitneden maksat da şirkti. Fakat genel
mânâsıyla
alınması da caizdir. Bu şekilde ikinci kaydı da içine alacağından, bu
bir
kayıt, diğerinden müstağni kalır (ona ihtiyaç duyurmaz). Demek ki
kısaca mânâ
şu olur: "Fitne yoksa dinde zorlama yoktur, çünkü doğruluk, sapıklıktan
iyice ayrıldı. Bunları karıştıranlar, belalarını bulurlar".
Bundan
dolayı, her kim tağuta, azgınlara veya azgınlıklara küfredip (inkâr
edip),
Allah'a iman ederse, yani samimi bir kalb ile, "Allah'tan başka hiçbir
ilah yoktur." diyerek önce o tağutları kökünden siler, sonra da bütün
varlığıyla Allah'a iman eder ve dolayısıyla Allah'ın gönderdiği
peygamberleri,
Hakk'ın indirdiklerini tasdik ederse, o mutlaka en sağlam kulpa
yapışmıştır ki,
kopmak onun için değil. Bu sağlam ipin kulpu, o tutamak ne kopar, ne
kırılır.
Ancak bırakılırsa fena düşülür. Bu ilmî ve amelî delillerden, hak ve
batılın bu
ortaya çıkışından sonra akıl ve doğruluğun gereği artık bugün var,
yarın yok,
gelip geçici olan fani, batıl, koyu gölge kırılıp dökülecek, nihayet
kendine
tutunanı düşürüp bırakıp gidecek olan tağutların, Firavunlar,
Nemrudlar,
sihirbazlar, kâhinler, şeytanlar gibi azgın, sahte mabudların çürük
kulplarına
yapışmak değil, "Ezelden sonsuza kadar dirisi, her şeyin yöneticisi"
şaşmaz, yanılmaz, uyumaz, ımızganmaz, göklerin ve yerin hükümranlığının
sahibi,
izni olmadan huzuruna yanaşılmaz, şefaate cesaret gösterilmez, büyüklük
sahibi,
gizli açık, cüz'î (kısmî), genel her şeyi bilen, her şeyden haberdar,
ilminin gerçek
mahiyetine erilmez, o bildirmedikçe bir şey bilinmez, büyüklük kürsisi
yerleri,
gökleri tutmuş, yerler, gökler kudret avucunda bir hiç kalmış o yüksek,
pek
yüksek kudretinin yüceliği, şanı, büyüklüğü sonsuz, kendisinden başka
hiç bir
ilâh bulunmayan Allah Teâlâ'nın kopmaz, kırılmaz, sağlam kulpuna iki
eliyle
seve seve canı gibi koruyup yapışmak, yani misal olarak o ilâhî
kürsiden
uzatılmış, kopmaz, kırılmaz sağlam bir ipin kulpuna, tutamağına
benzeyen ve
dinin başı olan Hakk'ın tevhidine (birliğine) güzelce inanmak, inanıp
gereğince
amel etmek ve onu hiç bırakmamaktır. İşte, bu imanı yapan, böyle bir
kulpa
yapışmış olur. Fakat bu iman ve itikat, yalnız sözde ve yalnız kalbde
kalmamalı, ağız, gönül bir, iç ve dış bir olmalıdır. Çünkü Allah her
şeyi
işiten ve bilendir. Hem sözleri işitir, hem de niyetleri bilir.
Ağzından,
deyip, içinde inkâr saklayan münafıkların ve aksine içinden hakkı
bilip,
ağzından küfür ve inkâr savuran kâfirlerin yaptıklarından Allah gafil
ve
habersiz değildir.
TAĞUT:
"Tuğyan" (azgınlık) kökünden mübalâğa kipiyle bir cins ismidir ki,
aslı "ceberût = zorbalık" gibi "tağavut" olup, yer
değiştirmekle "tavagut" yapılarak "vâv", "elif"e
çevrilmiştir; tekile, çoğula, erkeğe, dişiye söylenir. Tuğyanın
(azgınlığın)
kendisi kesilmiş, isyankâr, azgın, azman, azıtgan demek gibidir.
İbnü
Cerîr et-Taberî'nin tarif ettiği gibi, Allah'a karşı isyankâr olup
zorla,
zorlama ile veya gönül rızasıyla kendisine tapınılıp mabud tutulan,
gerek
insan, gerek şeytan, gerek put, gerek dikili taş ve gerekse diğer
herhangi bir
şey demektir. Bunun tefsirinde "şeytan veya sihirbaz, yahut kâhin ya da
insanların ve cinlerin, inad edip büyüklük taslayanları veya Allah'a
karşı
mabut tanınıp buna razı olan Firavun ve Nemrud gibiler veya putlar diye
çeşitli
rivayetlere rastlanır. Ebu Hayyan der ki: "Bunların birer örnekle
açıklanması gerektir. Çünkü tağut bunların her birine hasredilmiş
(mahsur)tir.." Yukardaki tarif, bunların hepsini içine almaktadır.
Bununla
birlikte Kâdî Beydavî bu hususa: "Allah yolundan menedenler" fıkrasını
da ilave etmiştir ki, daha genel bir tarifi içerir. Çünkü bunu
yapanlar, mabud
tanınmış olmayabilir. Şu kadar ki, bu da "Heva ve hevesini ilâh edinen
kimseyi gördün mü?" (Câsiye, 45/23) âyeti gereğince kendi hevasına uyup
kendi kendine mabut rütbesi vermiş sayılabileceği düşünülürse önceki
tarife
dahil olacaktır. Bu açıklamadan birkaç fayda elde edeceğiz: Önce,
tağutun
çeşitli tefsirleri (açıklamaları) örnek veya çeşitlerini
gösterebileceği gibi
"şeytan, sihirbaz, kahin, batıl mabud, insanların ve cinlerin büyüklük
taslayıp inad edenleri" kelimelerinin her biri tağut kelimesiyle tarife
benzer ve uygun düşecek bir tarzda ifade edildiğine göre bunların, mânâ
itibarıyla tam eş anlamlı değilseler bile pek yakın veya birbirini
gerektiren
şeyler olarak kullanıldıklarına da işaret edebilir. İkinci olarak demek
oluyor
ki, tağutun açığı da, gizlisi de, görünürü de, görünmezi de vardır.
Üçüncü
olarak, tuğyan (isyan, azgınlık) kavramından anlaşılıyor ki, putlar
ikinci
derecede tağutlardır. Bakılırsa akıl sahibi olmayan putların ve dikili
taşların
tağutlardan bile sayılmaması gerekirdi. Çünkü bunların kendileri
Allah'a karşı
bir azgınlığa sahip olamazlar ve azgınlığa rıza gösteremezler. Fakat
red de
edemezler. Bu sebeple nihayet bir azgınlık sebebi olabilirler. Bu
sebebi de
azgınlar bulurlar. Putlar, aslında erkek veya dişi tağutların hayalleri
ve
azgınların azmanlarıdır. Gizli veya açık azgınlar, bunlarla kendi
azgınlıklarını ileri sürerler. Bu yönüyle putlar, asıl tağut değil,
tağutların
temsilcileridirler. Böyle "Kim tağutu inkar ederse..." ifadesi şunu
bildirmiş oluyor ki, tevhid emrinde ilk iş, putlardan önce ona sevk
eden azgın
isyankârlara küfretmek (onları inkar etmek)tir. Dördüncü olarak,
Allah'a karşı
isyankâr olmayan ve şirke razı olma ihtimali bulunmayan ve bununla
beraber
birtakım isyankârlar tarafından ilâh diye kabul edilen Hz. İsa ve Üzeyr
gibi
büyük insanların kendileri tağutun tarifinden ve kendilerine tağut
denilenlerden hariçtirler. Tevhid emrinde, "başka hiçbir ilâh yok"
derken bunların ilâhlığını da olumsuz kılıp inkar etmek, ibadet etmemek
farz
olduğu halde, diğer taraftan bunları inkâr caiz olmayacak, bilakis
Allah'a
imanın gereklerinden olarak peygamberlere iman ve saygı da imanın
şartlarına
dahil bulunacaktır. Bu çok önemli nükteye işaret edilerek "kim tağutu
inkâr ederse..." buyurulmuş da diğerlerini inkâr şart koşulmamıştır.
Demek
ki tevhidin şartı Allah'tan başkalarını inkâr etmek değil, Allah'tan
başkalarından ilâhlık vasfını kaldırmak ve bu arada tağutları inkar
etmek, yani
onları hiç tanımamak, diğerlerinin de ilâhlık altındaki derecelerine
göre
haklarını tanımaktır. Çünkü hak Allah'ındır. Nihayet şunu da kesinlikle
ifade
ediyor ki, Allah'ın birliğine inanan bir mümin olmak için, Allah'a
imandan önce
küfre tevbe etmek şarttır. Ve bu tevbenin şartı da tağutları asla
tanımamaya
kesin karar vermektir. Bu durumda, "kim tağutu inkar eder de Allah'a
iman
ederse..." ifadesi, "Allah'tan başka hiçbir ilâh yoktur."
kelime-i tevhidinin bir tefsiri demektir. İşte böyle içi ve dışı ile
iman eden
mutlaka sağlam kulpa yapışmış olur ki, buna tutunanların Allah'ın
Kürsisine,
cennetin en yüksek tabakalarına doğru çekilip, götürülecekleri ve
giderken
bırakıverenlerin de dehşetli bir şekilde düşecekleri kelâmın mânâsından
anlaşılıyor. Şimdi hem bunu daha çok aydınlatmak, hem de acaba hiç
tutunmasak,
hiçbir kulpa yapışmasak ne lazım gelir, diyebilecekleri irşad için
buyuruluyor
ki:
257-
Allah iman edenleri, ezelî ilimde iman etmesi
kararlaştırılmış olanları sever, onların dostu ve kayırıcısıdır.
Onları,
hidayeti ve başarılı kılması ile karanlıklardan (zulümâttan) aydınlığa
(nura)
çıkarır. Burada, "zulümât"ın çoğul, "nur"un tekil
getirilmesi ne kadar dikkate değerdir. Demek ki dünyada çok "zulmet"
(karanlık) vardır. Bütün bu karanlıkları ortadan kaldıracak "nur"
(aydınlık) ise, birdir ki, o da, "Allah göklerin ve yerin nurudur."
(Nur, 24/35) hükmü gereğince, Hakk'ın nurudur. Herhangi bir konuda
Hakk'ın nuru
bulunmadı mı insanı her tarafından sayısız karanlıklar kaplar. Hakk'ın
nuru
ortaya çıkınca da o karanlıklar kalkar. Hakkın nuru bulunmadı mı,
yerler ve
gökler hiç, gündüz gece, güneşler zifir, gözler kör, kulaklar sağır
olur;
kalpler bin türlü hayal ile buhranlar içinde çırpınır kalır; aranan
bulunmaz,
ne aranacağı bilinmez; gönüllere kuruntular, acılar, azaplar çöker;
çevreyi
kuruntular, umacılar (öcüler) kaplar; cinler, şeytanlar, başa toplanır.
O zaman
insana var olmak bir belâ kesilir de, "Ah keşke ben de bir hiç
olsaydım!" diye haykırır, o sırada herhangi bir sebepten Hakk'ın nuru
ortaya çıkıverirse, gökler güler, yıldızlar doğar, baharlar açılır,
neşeler,
sevinçler sunulur, acılar silinir, sıkıntılar unutulur, gönüller
ferahlık ve
sevinçle dolar, var olmanın tadı duyulur. Ve zaten işte Hakk'ın nurunun
bu bir
zevk pırıltısıdır ki, insana: "hayat, hayat!" dedirtir. Bu tadı
sonsuza dek sürdürmek isteyen akıllı kimseler de kendini kendine
bırakmaktan
vazgeçip, Hakk'ın nuruna ermek için onun sağlam kulpuna yapışmalıdır.
Bilindiği
üzere her şeyin ancak bir doğru yönü vardır ve Allah'a ancak o yönden
gidilir.
Buna karşılık her şeyde batıl yönler sonsuzdur. Mesela bir şey
yitirdiniz, o
bir yerdedir ve ancak oradadır. O anda bu şey için doğru yön budur.
Fakat siz
bir kez onu bilmiyor ve hele o yeri bildiğiniz halde, o, orada yoktur
diye
inanmış bulunuyorsanız, oradan başka hangi taraf aklınıza gelse, oralar
hep
batıl olan yönlerdir, bulamazsınız. Bu bir şeye karşı dünyanın bütün
yönleri
batıl kesilir. Bu şekilde herhangi bir şeyde bir hak yöne karşılık,
sonsuz
batıl yönler vardır. Hakk'ın nuru olan marifet doğunca bu
karanlıklardan
çıkılır. Şu halde karanlıklar çok, nur birdir. Nur (aydınlık) var
olmaya, bütün
karanlıklar yok olmaya adaydır. Bir varlığa, sonsuz yokluk karşılık
olur. Bütün
varlıklar üzerinde idareci olan da ancak Allah Teâlâ'dır. Bunun için
Allah'a
iman, Hakk'ın nurunun, kuşkusuz bilginin, mutlak ferahlığın doğmaya
başlaması
ve şafağıdır. İman ve marifete karşı veya muhalif olan yokluk,
ümitsizlik,
küfür, kuşku, kuruntu, sapıklık, cahillik, eksik bilgi, fasıklık,
heveslere
uyma, terbiyesizlik, nankörlük, ahlâksızlık, haddini bilmemezlik ve
benzerleri
hep birer karanlıktır. Demek oluyor ki buradaki "zulümât"
(karanlıklar), küfür ve isyanların zulümâtından (karanlıklarından),
kuşku ve
şüphe zulümâtından, istidlâl (bir delile dayanarak bir şeyden bir sonuç
çıkarma, delil ile anlama) ilimlerinin güçlü mertebelerine nispetle
zayıf
mertebelerinden ve hatta "keşif" ve iyana (gözle görmeye) nispetle
fikir ve istidlâl ilimlerinin hepsini kapsar. "Nur" ise her birine
derece derece karşılık olan "marifet" ve "kuşkusuz inançtır"
ki, iman îkanı (kuşkusuz bilgisi)nden, ıyan îkanına (açıktan açığa
görürcesine
kuşkusuz imana) kadar gider.
İşte
Allah Teâlâ iman edenlerin ellerinden tutar, zulmetlerden
(karanlıklardan)
çıkarır, yakîn nuru (kuşkusuz imanın ışığı) ile işlerinde başarı,
ruhlarına
terbiye, gönüllerine huzur bahşeder. Doğru yolda sonsuz mutluluğa
erdirir. Buna
karşılık, o sağlam kulpa yapışmayan ve tağutları (doğru yoldan çeviren
azgınları) inkâr edecek yerde, Allah'ı inkâr eden, tevhid ile iman
kulpuna
sarılmayan kâfirler ise, (ki bunların bir kısmı) Allah'a az çok inansa
bile,
aynı zamanda tağutlara inanırlar. Bir kısmı Allah'a inanmaz, tağutlara
inanır,
bir kısmı da ne Allah'a inanır ne tağutlara, ancak kendine tutunmak ve
başka
hiçbir şey tanımamak ister ve tağutlar, çoğunlukla bu kısımdandır.
Artık
bunları yönetenler tağutlardır. Başlarına azgınlar çöker, zorlama,
dayatma ile,
hile ve aldatma ile her taraflarını kıskıvrak bağlar, yularlarını
ellerine
alırlar. Onları nurdan, Allah'ın yaratılıştan verdiği iman nurundan,
doğru
yoldan çıkarır, karanlıklara çekerler. Çünkü tağutlar dosdoğru
aydınlıkta iş
görmesini istemezler, her tuttuklarını aksine, tersine sürüklerler,
sürekli
karanlığa, gidilmedik yollara giderler, aklı, ilmi sevmez, fikirleri,
istekleri
fesada verir, ahlâkları bozar, Allah'a, Peygamberlere yarış etmek zan
ve
iddiasıyla yapılamayacak şeyler yapar, keyfini yerine getirmek için
nerde
Allah'tan korkmaz varsa peşine takar ve taktığını karanlıklara, içinden
çıkılmaz belalara sürükler. Sonra ne olur? Bunlar ortada kalırlar da
tağutlar
kurtulur mu? Hayır tağutları ile birlikte bütün kâfirler nur içinde
kalanlar
değil, nâr (ateş) içinde kalanlardır, Allah tarafından o sonsuza kadar
yanacak
olan ateşe mahkûmdurlar. Hepsi o cehennem ateşinde sonsuza kadar
kalırlar. Görülüyor
ki, Allah'a iman etmeyen kâfirler, tağutları inkâr etmiş bile olsalar,
yani
hiçbir kulpa yapışmak istemeyip, kendi kendilerine kalmak isteseler
bile, yine
tağutların sataşmasından, kurtulamayacak, her halde tağutlara takılmaya
mecbur
olacaklardır. Çünkü insanın toplumsuz, emirsiz, yasaksız, yaşaması
mümkün
olmadığından, Allah'ın teklifini (koyduğu yükümlülüğü) Allah'ın
emirlerini
dinlemeyenler, mutlaka tağutların emirlerine mahkûm olacaklardır.
"Zorlama
yoktur" diyen dini tanımayıp, zor kullanan zorba tağutlar da, sonuç
olarak
kendilerini kurtaramayacak, sonunda ebedî olarak ateşlerde
kalacaklardır. Şüphe
yok ki hak tanımayan kuduz nefislerin sürükleyeceği yer cehennem
ateşidir.
258-Bakınız
Allah'ın yardımı ile bir mümin bir
tağuta neler yapmış ve Allah müminlere ne gibi şeyler gösterebilir.
İşte tarihî
bir örnek: Görmedin mi Allah, kendisine 'mülk' yani devlet ve
hükümdarlık
verdiği için gururlanarak veya hükümdarlığının şükrünü tam aksine
olarak,
nankörlük ile yerine getirmeye kalkışarak, "Halîlullah" (Allah'ın
dostu) olan İbrahim'le Rabbi hakkında tartışmaya girişen, onu yenerim
zannı ile
tartışmaya çıkışan o tağutu (o Nemrud'a baksana!) O zaman İbrahim,
"Benim
Rabbim O en yüce ve en ulu olan varlıktır ki, hem hayat verir, hem de
öldürür."
demişti ki; hem hayatı yaratır, hem ölümü demekti. Rivayet olunduğuna
göre, Hz.
İbrahim putları kırdığı zaman Nemrud onu zindana atmış, bir süre sonra
çıkarıp,
"Sen kime davet ediyorsun?" diye sormuş. O da böyle söylemişti. Buna
karşı Nemrud, "Ben de hayat veririm ve öldürürüm" dedi. Rivayete göre
iki adam getirtmiş, birini idam edip, birini salıvermiş, işte gördün mü
demiş.
Bununla Hz. İbrahim'in anlattığı hayat verme ve öldürme deliline gereği
gibi
dikkat etmemiş, güya kendince bir yandan bir "üslûb-ı hakîm" (hikmetli
ve bilge kişinin üslûbu) yapmış, bir yandan da tehdid savurarak: "İşte
o
benim!" diye Rablık iddiasına kalkmıştı. Bu cahilce müşrik cevabına
karşı
derhal ona haddini bildirmek için tam yerinde bir bilge üslûbu,
"üslûb-ı
hakîm" ile, İbrahim: "Şu kesin ki, Allah güneşi doğudan doğduruyor,
sen de batıdan doğdur bakayım." dedi. Deyince "kâfir tutuldu
kaldı." Şaşkın ve yenik düştü. Buna kâfir azgınlık yapmayıp da Hakk'ı
kabul etseydi, hayat vermeyi ve öldürmeyi gerçek biçimi ile alıp, ilâhî
hidayeti reddederek zulmetmeseydi, bu zulmete (karanlığa) düşmezdi.
Fakat Allah
da zalimler zümresine hidayet etmez. Onları doğru yola iletmez.
Kendilerini
Hakk'ın ta kendisi varsayıp da hak ve hakikate karşı gelen böyle
zalimler
Hakk'ın nurundan nasıl yararlanabilirler? "Hayat" yaratmanın, güneşin
hareket yönünü değiştirmekten daha önemli, hayat olaylarının, mekanik
olarak
meydana gelen olaylardan daha yüksek bir kudret delili olduğunu takdir
etmeyen
ve onu oyuncak zannedip de hafife alan zalimler sonunda böyle gökten
inen
mekanik bir tokatla yenilirler. Ancak hakkı kabul etmek arzusunda
bulunmayan
azgınlar böyle şaşkın ve yenik olurlar da yine imana yanaşamaz,
karanlıktan
çıkamazlar; kişiler böyle olduğu gibi toplumlar da böyledir. Demek
oluyor ki,
tağut'un örneklerinden biri, böyle, "Ben hayat veririm ve öldürürüm."
diye Allah ile boy ölçüşmeye kalkışan kâfirdir ve işte bir mümin böyle
bir
azgına yağ çekmek şöyle dursun, ona gerektiği gibi haddini bildiriverir
ki, bu
Allah'ın bir lütfudur. Allah'a imanı olmayanlar, bunun yanında
korkusundan
tiril tiril titrerken bak İbrahim ona ne yapmış, ne hale getirmiştir.
Bununla
şu da ortaya çıkıyor ki kâfir, iktidar sahibi birisi olabilir ve fakat
bir
kimse iktidar sahibi olmakla hidayete ermiş olmaz, iktidarın nimeti
gereği onu kendi
gönlüne ve hevesine göre kötüye kullanmak değil, Allah'ın emrine ve
hakkın
gereğine göre idare ve takip etmektir. Yani Allah'ın hayat vermesi ve
öldürmesi
o kadar kesin ve açıktır ki, bunu pek değersiz, pek aşağı bir şey gibi
zannedip
kendilerine mal etmek isteyen kimseler bile bulunuyor. Fakat sözle
ifadesiyle
bu kadar sağlam ve sağlam yapılı olan bu gerçek ayrıntıya geçildiği
zaman kısa
akıllar, hayatın tekrar edip duran örneklerini göremezler de hayatın
aslına
inanırlarken, yeniden dirilmeyi ve mahşere gelmeyi inkâr ederler.
Kendilerini
hak kanununun üstünde tanımak isteyen, emirleri ve iradeleri ile hakkı
ve
gerçeği değiştirmek sevdasında bulunanlar mutlaka Hakk'ın sillesine
mahkûmdurlar. Kendilerine uyanlarla birlikte kendilerini de
karanlıklara sürüklerler
ve uçurumlardan yuvarlanır ateşin diplerine tıkılırlar. Elbette haktan
kaçan,
hakka karşı gelen, haksız olur, haksızın, hakka ermesi de bir
çelişkidir.
Kuşkusuz iktidar ve hükûmet pek büyük ilâhî bir nimettir. Fakat
insanlar
kendilerini bunun asıl ve gerçek sahibi değil, vekâleten ve mecazen
sahibi
bilmelidirler. Nemrud bunu böyle tanımadığı için ilâhî hidayetten
mahrum olan
zalimlerden oldu. Ve Allah'a dayanan İbrahim üstün gelerek Allah'ın
izni ile
onu şaşkın ve perişan eyledi.
Ayrıntılı
ve uzun tefsirlerde bütün ilmî yönleri incelenmiş olan bu ilmî münazara
(tartışma) örneği, Allah'ın iman edenlere yardımını ve bir müminin
tağuta karşı
davranışını bir iki kısa cümle içinde o kadar açık ve belîğ bir şekilde
ifade
etmiştir ki, ilâhî yardımın bu örneği bütün akılların kavrayabileceği
açık bir
gerçeği kapsamaktadır. Başka bir tabirle bu âyet, ifadesiyle muhkem
âyetlerden
olan apaçık bir âyettir. Bununla birlikte Cenab-ı Allah'ın gücü ve
hayat
vermesi bir defaya mahsus değildir. O mutlak gücü ile dilediği gibi
hayat verme
gücüne sahiptir. Yok olanı var edip hayat verdiği gibi, ölüyü de tekrar
diriltebilir ve hayat verebilir. Ve bu hayat vermenin ve öldürmenin
çeşitleri
vardır. Bunlar normal nedenlere dayalı olarak meydana gelebildiği gibi
olağanüstü biçimlerde de olabilir. Zaten "hayat verme" sırrı başlı
başına bir harikadır. Bunun gibi Allah'ın müminleri karanlıktan nura
çıkarması
da akılların kavrayabileceği derecelerden çok yüksektir. Onun öyle
incelikleri,
öyle gizli yönleri ve öyle olağanüstü şekilleri vardır ki, onlar
akılların,
tekniklerin kavrayamayacağı harikalara varır. Böyle olmakla birlikte
bunlar
akılların kabul edemiyeceği, reddine mecbur olacakları muhalâtdan
(meydana
gelmesi mümkün olmayan şeylerden) değildirler. Aksine hayatın akışından
elde
edilebilecek birer gerçektirler. Meydana gelmeden önce akılların tahmin
etmeleri ihtimali olmayan ve fakat meydana geldikten sonra da kabulünde
tereddüt etmeye imkan kalmayan öyle örnekler vardır ki, bunlar imanı
olmayanlar
için bir sır, müteşabih (karmaşık) bir iş olarak kaldığı halde, iman
edenler
için diğer bir muhkem (sağlam) delil oluştururlar. Cenab-ı Allah
bunları da iki
örnekle açıklayacaktır.
259-Birincisi:
Şöyle ki, o örneğe yahut şu kişi
gibisine baksana! Buradaki yukardaki 'ye atfedilmiş (ulanmış) olduğuna
göre
"Ya da şu kişi gibisini görmedin mi?" demek olur. Bu şekilde âyetteki
(kâf) da harf-i cer olursa, harf-i cerrin harfin başına gelmesi caiz
olmayacağından, âyette denilmesi gerekirdi. Bunun için bu kâfa yani
sözü
güzelleştirmek için gelmiş fazladan bir harf diyenler olmuştur. Fakat
bunun
(misil) anlamına isim olan "kâf" olarak "...o kimse gibisini
görmedin mi?" demek olduğu hatırlatılmış, ya da atıf anlamı ile "veya
buna benzer bir şey gördün mü?" anlamına geldiği de söylenmiştir. Ancak
atıf anlamı açısından düşünülürse ifadesinin meâli, "Bu, şunun gibi"
demek olacağından, de buna atfedilerek "veya şunun gibi" demek olur.
Bununla birlikte her ne olursa olsun burada "kâf"ın açıkça
getirilmesi öncekinden daha çok olayın kendisine, burada benzer ve
örneğine
dikkat çekilmiş, yani görülenden görülmeyene geçilerek (yaşanmış
olaydan
yaşanmamış olaya geçilerek) benzerlik kanunu gereğince önce "kıyas-ı
temsilî" (temsilî kıyas), ikinci olarak "kıyas-ı istikraî" yolu
ile daha özelden daha genele bir "istidlâl ilmi" gösterilmiş ve
imanın prensiplerinden olan "Allah'ın her şeye gücü yeter". gerçeği
yerleştirilmiş ve böylece imanla ilmin birleştirilmiş olduğuna dair bir
hatırlatmayı içermiştir. Yani müminlerin işlerini çekip çeviren
Allah'ın
onları, karanlıklardan, cehaletten, olayları çözemeyip şaşkınlık içinde
kalmaktan yakînin (kesin bilginin) nuruna nasıl çıkardığını ve O'nun
öldürme ve
hayat vermedeki sonsuz gücünü anlamak için şu üzgün ve kederli şahsın
olağanüstü olayını tek bir harika olarak değil, çeşitli açılardan ibret
verici
olaylarla dopdolu olan hikâyesini bir örnek olarak alıp benzerleriyle
düşününüz
ve bütün çeşitleriyle hayatın akışının her an öldürmeyi ve diriltmeyi
kapsayarak benzerlerinin tekrar edip durması içinde, herkese özgü ve
kişisel
bir olay olduğunu anlayınız ve her tümel (küllî) kanunun başlangıçta
bir tek
harikanın genelleştirilmesi bulunduğunu biliniz ki, o kişi bir köye,
bir şehre
uğramıştı, o sırada bu köy damlarının üzerine çökmüş, o dimdik ayaktaki
binaların tavanları çöküp inmiş, altındaki duvarlar onların üzerlerine
yıkılmış
altüst olmuş veya bağlarına, bahçelerine rağmen harap, bomboş,
kimsesiz,
ağlanacak bir durumda idi. Âyet metninde yer alan "Arş" kelimesi,
aslında tavan demek olup, üzeri damla örtülü olan yerlere ve her yana
gölge
veren şeylere de dendiğinden burada birkaç tasvir (bakış açısı)
mümkündür. Hz.
Ali, İbnü Abbas, İkrime, Ebü'l-Âliye, Said b. Cübeyr, Katâde, Rebi,
Dahhâk,
Süddî, Mükâtil, Süleyman b. Büreyde, Nâciye b. Ka'b, Sâlim el-Havâs
demişlerdir
ki: "Âyette kastedilen kişi Hz. Uzeyr idi." Fakat Vehb, Mücâhid,
Abdullah b. Ubeyd b. Umeyr, Bekr b. Muzar: "Hz. Ermiyâ idi."
demişler. İbnü İshak da Ermiyâ'nın Hızır olduğunu söylemiştir.
Bunlardan başka
Lût (a.s.)'ın kölesi veya Şa'ya dahi denilmiş. İlk başta bir kâfir kişi
ve
fakat dirildikten sonra mümin olduğu da söylenmiştir. Âyet metninde yer
alan
"KARYE"ye gelince, Vehb, Katâde, Dahhâk, İkrime, Rebi' buna
"İlya" yani "Beytü'l-Makdis" demişler, Dahhâk'tan
"Beyt-i Makdis"e iki fersah uzaklıkta, "Karyetü'l-İneb"
veya "Arz-ı Mukaddes", bazılarından Mü'tefike, İbnü Zeyd'den yukarda
sözü edilen ölümden kaçan "Binler şehri", İbnü Abbas'tan Dicle
kıyısında "Deyr-i Hirakl", Kelbî'den, "Şabur-âbâd",
Süddî'den Selâmâd diye de nakiller vardır. Bunların içinde en meşhuru
bu şahsın
Hz. Uzeyr b. Şerhiya, "Karye"nin de İsrailoğulları devletinin
yerleşip kurulduğu yer olan Kudüs şehri olmasıdır ki, Buhtünnassar'ın
savaşı
ile işgal edilmiş ve tamamen yıkılmış ve bütün İsrailoğulları üç bölüme
ayrılıp, bir kısmı baştan başa öldürülmüş, bir kısmı Şam'da
yerleştirilmiş, bir
kısmı da esir edilip götürülmüştü. Uzeyr bu esirlerin arasında olup,
daha sonra
kurtulmuş ve bir gün eşeği ile Kudüs'e uğrayıp Kudüs'ü bu hâlde
görmüştü. İbnü
Abbas'tan, âyetin iniş sebebinin bu olduğu tafsilatıyla rivayet
olunmuştur.
Bununla birlikte, yukarda açıklandığı üzere, diğerleri hakkında da
böyle birer
öldürme ve diriltme harikaları rivayet olunmuş ve hikâyenin genel
anlamının her
birine veya hepsine ihtimali bulunduğu gibi, hikâyenin konusunun bir
ümitsizlik
karanlığı üzerine gerçekleştirilmiş gibi görünmesine, "ümitsizliğin"
de bir "inkâr" olması nedeniyle bu olayı, inkâr karanlığından imanın
ışığına, "ümitsizlikten" başarıya ve ümide bir geçiş örneği gibi
değerlendiren müfessirler olmuş ise de, âyetin gelecek ifadesi bunun,
meşhur
anlamına uygun olarak "bir peygamberlik harikası'" olması daha yakın
bir ihtimaldir. Ve hikâyenin konusu, kâfirce bir ümitsizliğin değil,
mümince
bir üzüntünün ve kederin sonuçlarını ve olağanüstü bir ortaya çıkış
tarzını
kapsar. Her türlü hayat nedenlerini kökünden sökmüş görünen acıklı bir
yıkım
olayından acı bir ümitsizliğe düşerek, hayat vermeyi temenni, fakat
hayat verme
gücünü gözünde büyütme ve bunun yolunu bilmekte kendisinin yetersiz
olduğunu
itiraf edip, insan olarak güçsüzlüğü ile derin bir üzüntü ve kederle
yanıp
yakılma içinde kalan ve bu halde Allah ile ilişkisini (muamelesini)
kesmeyip
isterse hatalı bir dil sürçmesiyle olsun dertleşen bu acıklının
geçirdiği
imtihanı ve nihayet gizli ve ince harikaları dirilmeyi isbata ve
karanlıktan
ışığa çıkarmaya mükemmel bir örnek olarak almak için bir inkâr olan
"mutlak ümitsizlik" düşünmeye âyetin anlamı aykırıdır. Şu kadar ki
Nemrud gibi zalimce ve azgınca bir şekilde olmayan ve "Allah onların
kalplerini mühürlemiştir." (Bakara, 2/7) hükmü üzere inkârı huy
edinmemiş
olanlar hakkında küfürden imana çıkarma, imanı harikalara erdirmek de
"Allah'ın her şeye gücü yeter." (Bakara, 2/20) hükmüne dahil olarak
caiz olabilir. Ve kuşkusuz, "Allah iman edenlerin dostudur." ifadesinin
bu gibileri de kapsadığının düşünülmesi gerekir. O halde âyetin iniş
sebebi
Üzeyr veya Ermiya olayı da olsa âyetin mânâsı tahsis edilemeyerek
hikâyenin
birçok olaylara uygun düşmesi için "Karye" nekire (belirsiz) olduğu
gibi, de ahd-i zihnî (zihnen bilinen) ile düşünülmelidir.
Demek
olur ki -ismi gerekli değil o kişi uğradığı köyün bu acıklı durumunu
görünce,
bu dehşetli ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek
diyordu ki, bu
söz o şahsın durumuna göre şu anlamları ifade edebilir:
1-
Allah bu memleketi diriltecek ama, acaba nerden diriltecek? Nasıl
diriltecek,
ne zaman diriltecek?
2-
Ben buna çok hızlı bir hayat temenni ediyorum, fakat acizim, yolunu
bilmiyorum,
bilmem ki Allah bunu yapacak mı? Yaparsa da galiba geç yapacak, onu da
ben görmem,
ah ne felâket ne felâket!..
3-
Yapabilir ama, galiba yapmayacak.
4-
Ölen dirilir mi? Giden geri gelir mi? Buna hayat verilmesine, öldükten
sonra
dirilmesine imkân ve ihtimal yok, heyhat!.. Bu dördüncüsü tam bir
ümitsizlik,
bir inkârdır. Bunun için bu sözü söyleyen bu amaçla söylememiş olsa da,
bu
ilham dolayısıyla bir dil kayması, bir dil sürçmesi yapmış olur. Mümin
hiçbir
şeyden ümitsizliğe düşmez. Ancak basit nedenlerin etkisi ile insanlık
icabı,
ümit zayıflığı ile karşı karşıya gelebilir. Çünkü ümitsizlik inkâr
olduğu gibi,
kendi durumu hakkında tam bir güven duymak da inkârdır. O da Allah'a
gurur ile
ondan bir bakıma kopmak demektir. Bu nedenledir ki, "Ve şeytan Allah'ın
affına güvendirerek sizi kandırmasın." (Lokman, 31/33) buyurulduğu
gibi,
"Gönderdiğimiz Peygamberler, ümmetlerinden iyice ümit kestiklerinde ve
kesinlikle yalancı sayıldıkları sonucuna vardıklarında kendilerine
yardımımız
erişiverdi." (Yusuf, 12/110) buyurulmuştur. Demek ki ümitsizlik değil,
fakat ümitsizliğe doğru bir zan ve kuruntu ile ümit kırıklığı ve
böylece bir
keder ve acı, peygamberler hakkında bile mümkündür. Fakat peygamberler
ilâhî
ismet (koruma) de bulunduklarından öyle bir noktada derhal ilâhî yardım
kendini
gösterir. Müminlerin de böyle bir anda, "O'nun gücü herşeye yeter."
(Hûd, 11/4), "Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin." (Zümer,
39/53), "Allah'ın lütfundan ümit kesmeyiniz." (Yusuf, 12/87) diyerek
imanın kulpuna daha çok sarılıp sabır ve namazla yardım dilemesi,
ümitsizliği
andıran bir telâş ve sızlanma göstermemesi, Allah'ın ölümden sonra da
diriltmeye gücünün yettiğini bilmesi ve onu beklemesi gerekir. İşte,
"bu
ölümden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek," böyle üzgün,
yardım
isteyen bir ümit kırıklığı hâlinin ifadesi ise de, bunun az-çok bir
ümitsizlik havası
vermesinden uzak kalmamış olması, bir "zelle" (ayak sürçmesi)
olacağından, o anda hem ilâhî yardım başlayacak, hem de bu sürçmenin
bir
terbiyesi olmak üzere, arzu edilen şeye kavuşmak bir asırlık "betaet"
(hareketsiz kalma) ile ortaya çıkacaktır.
Bu
bakımdan, Allah hemen o kişiye yüz sene süren sürekli bir ölüm verdi.
Bu sürede
hayat namına bir şey tattırmadı. Rivayete göre o kişi bir uykuya dalmış
o
uykusunda ölekalmıştı. Ve henüz gençti. Sonra da o ölüyü tekrar hayata
salıverdi. Önceki gibi canlı, akıllı, anlayışlı; ilâhî bilgide,
düşünceye ve
delillere dayanarak sonuçlara varmaya (istidlâle) hazır bir ruh ile
yeniden
dirilmeyi nasip etti. Bazı rivayetlere göre, bu yüz senenin yetmişinci
senesi
"Yuşek" adında bir Fars (Acem) hükümdarı tarafından kalabalık bir
askerle Arz-ı Mukaddes fethedilip alınmış, Buhtünnassar yok olmuş,
İsrail
oğullarının geriye kalanları yine Beytülmakdis (Kudüs mescidi) ve
civarına
yerleştirilmiş, otuz yıl içinde Kudüs yeniden yapılmış ve işte "Bu,
ölümünden sonra Allah bu memleketi nerden diriltecek?" diyen Hz.
Uzeyr'i
de Allah bu sırada o karye (köy) gibi öldükten sonra diriltmiştir.
Diriltince,
"Ne kadar kaldın?" diye sormuştu. O da bir uykudan uyanırcasına,
"Bir gün veya bir günün bir kısmı kaldım." demişti. Belli ki ilk
kendine
geldiğinde, ruhuna bu soru yönelince, henüz gerçeği bilmediğinden ve
zaman
aralığı da kişiliğin sürekliliğine engel olmadığından önceki hayatın
uyku
hakkındaki hatıralarının kalıntısından yola çıkararak tahminen ve
yalandan
kaçınmak ve tedbirli olmak için böyle söyledi. Demek ki her gelecek,
geçmişin
hatırasına sahiptir. Gerek uyku ve gerekse ölüm bile, ilk kendine
gelmede
insana kısaca (icmalen) bir hatıra bırakıp da gidiyor. Öyle olmasaydı
kalkan
adam, o anda kendini geçmişe bağlayamaz, varlığının o anda başladığını
zanneder, "kalmadım yeni doğuyorum" derdi. Böylece nice zaman
aralıklarından sonra bile hayatın anlarını birbirine bağlayabilir de
geçmişte,
şimdi ve gelecekte yaşar. Bu bağı kurma o kadar hızlıdır ki, hayatta
geçen yüz
yıllık bir ömür bile, sonunda insana bir gün gibi gelir. Bütün bunlar
insanlara
ahireti ve dirilmenin sırlarını, gizli yönlerini anlatmak için canlı
örneklerdir.
Bu
müttakice itiraf üzerine, Allah gerçeği anlatıp buyurdu ki: Hayır yüz
sene
kaldın, şimdi yiyeceğine ve içeceğine bak, Allah'ın gücünü seyret ki,
hiçbiri
yıllanmamış yani bozulmamış, hep eskisi gibi tazece duruyor. Eşeğine de
bak,
onu da öyle bulacaksın. Ve seni ecelin geldiği için değil, sırf bir
ibret için,
seni insanlara bir delil, Hakk'ın gücünün görülen bir delili kılmak
için böyle
öldürüp dirilttik, bu harikaları yaptık. Sana bu kadar uzun bir ölümden
sonra
insanî, bitkisel, hayvansal, kişisel, sınıfsal (sınıf ve cinsle ilgili)
ruhsal,
bedensel hayatların tümünde diriltip hayat vermeyi gerçekten gösterdik
ki,
kuşkusuz bilginin tadına açıktan açığa eresin de insanlara peygamberlik
veya
velilikle bir Hak tanığı olasın. O halde sadece haberlerle kalma, ilâhî
gücü
açıkça anlamak için tekrar bak, o kemiklere yani kendinin veya eşeğinin
kemiklerine veya her ikisine veya genel olarak kemiklere de bak; hem
gözle, hem
de sezme gücü ile seyret ki, biz onları nasıl çıkarıp birbirine
bindiriyoruz ve
yerli yerine koyuyoruz. Nâfi', İbnü Kesir, Ebu Amr, Ebu Ca'fer, Yakup
kırâetlerinde noktasız "Râ" ile dan okunduğuna göre, bak o kemikleri
hayata nasıl atıyoruz da sonra onlara et giydiriyoruz. O kemikler
nelerden,
nerelerden çıkıp geliyor, düzenine giriyor ve etler nasıl oluşuyor,
yeniden
ortaya çıkıp gelişiyor, o kemikleri sarıyor da canlı bir cisim
oluşuyor?
Gerçekten öldürme ve hayat verme sırrını, her anındaki değişiklikler ve
o
değişiklikler içindeki kişiliğin değişmemesi ile gösteren bu etlerin,
kemiklerin ortaya çıkıp ayağa kalkmasına dikkat et. Şimdi her hayatta,
var olan
yoklukla varlığın, ölümle hayatın, yok olmakla yok olmamanın, aynılıkla
başkalığın bir çelişki gibi görünen anlayışlarını içeren bu olaylar, bu
harikalar akılla ve insan gücü ile ölçülecek olursa bunların meydana
gelmesine
imkân olur muydu? "Parçalar" değişsin, "bütün" değişmeden sabit
kalsın, bu nasıl şey? Demek ki bütün bunlarda değişmeyen ne o parçalar,
ne de
bütündür; ancak Allah'ın gücüdür. Bu bakışlarla şu gerçek ortaya çıkar
ki,
hayat her şeydir ve her şey, Allah'ın gücüyle ayaktadır. İnsan bunları
dalgınlıkla unutursa, gerçekten içinde bulunduğu halde bile, dirilmeyi
ve
canlanmayı anlayamaz da karanlıkta kalır. Bunlar ilk hayatta bile olup
dururken
bu gözlemi dikkatten kaçırıp bunları yapıp duran Allah'ın gücünden
şüphe etmek,
büyük bir sefilliktir. Dolayısıyla bu konuda asla tereddüt kalmaması
için,
içinde bulunduğun şu zamanda bunlara iyi bak da Allah'ın gücünün canlı,
bilinçli bir delili ol. Bu hitap üzerine, hakkı anlayınca, o kişi,
bilirim
Allah'ın her şeye gücünün yettiğinde şüphe yoktur dedi. Hamze ve Kisaî
kırâetlerinde emir kipi ile okunur ki, bu şüphe üzerine Allah o kişiye
bu kesin
emri ("Allah'ın herşeye gücünün yettiğini bil!" emrini) verdi demek
olur. Bu bilgiye erenler, ilmî ve aklî prensiplerinin başına ilmî
delillerin
tümünden daha açık olan bu gerçeği koyanların akılları, fikirleri,
gönülleri
göklerden ve yerden daha geniş olur. Hiçbir zaman karanlıkta kalmaz.
Kâmil
aklın, ilim ve teknikte, ikinci derecede sebeplerin ve normal
prensiplerin
itibarî olan hakkını vermek isterken, kâinatın saltanatına hakim,
herkesi
yöneten Allah Teâlâ'nın mutlak hakkını unutmaması gerekir. Bunu
unutanlar da
bir zihniyet içinde sıkışır kalırlar da akıl ve teknik adına hareket
ediyoruz
zannı ile bir yudum suda boğulurlar, imkân ve meydana gelme alanlarını
daraltır, ümitsizliklere ve gönül darlıklarına düşer, pek adi
sebeplerden
korkar, kuşkulanır, sabit harikaları inkâra kalkışır, "hurafe" der
geçer. Halbuki bunu derken, takıldığı sebebin kapsamına dahil olmayan
bütün
kâinat onun gözünde bir hurafedir. Sebebinin kendisi de zaten bir
bilmecedir.
Bunun için göklerin ve yerin nuru olan Allah'ın gücüne tutunmayanlar, o
sağlam
kulpa yapışmayanlar yakîn (kuşkusuz bilgi) ile aydınlanamazlar,
aydınlanmış
olamazlar; ışığa karanlık, karanlığa "ışık" derler giderler.
260-Allah,
"her şeye gücü yeter" olunca,
bizzat kendisi dilediği şekilde dirilttiği ve hayat verdiği gibi, bunu
kullarına da ihsan edebilir. Hayat ve nur (ışık) verdiği kullarına o
hayat ve o
nurdan diğerlerine dökecek bir hayat verme ve aydınlatma gücü de
verebilir ki,
bu da "nurun alâ nur" (nur üstüne nur) olur. Buna örnek olmak üzere
de bir zaman İbrahim: "Ey Rabbim! Bana göster, ölüleri nasıl
diriltirsin?" demişti. Şüphe yok ki, "Benim Rabbim hayat verir ve
öldürür." (Bakara, 2/258) diyen İbrahim "Ey Rabbim!" dediği zaman,
"Ey hayat vermeye ve öldürmeye gücü yeten Rabbim!" diyor,
"Ölüleri nasıl diriltirsin?" demekle de "Bilirim sen ölüleri
diriltirsin, fakat nasıl yaptığını tamamen bilmediğimden, hayat feyzi
gibi
diriltme feyzi de bende ortaya çıkabilir mi? Buna karar veremiyorum da
düşünüyorum, bana bunu göstermeni niyaz ediyorum." demiş oluyordu.
Rabbi,
İman etmedin de mi ki? Yani nasıl olduğunun ayrıntısını bilmiyorsan,
sırf
söylenmesi (ıtlakı) ile inanmadın da benim nasıl dilersem öylece hayat
vermeye,
diriltmeye gücümün yettiğini bilip iman etmedin mi? İman için görmek mi
lâzım
ki, "göster" diyorsun, dedi. Bunda herhangi bir nitelik özel bir
belirleme ifade eder. Mutlak ilâhî gücün ortaya çıkışı ise sonsuzdur.
Onlar
tamamen görünmez, ancak mutlak bir imanla bilinir. Sen ise mükemmel bir
müminsin,
o halde neden "göster" diyorsun ve hangi "nasıllığı" görmek
istiyorsun? Burada, elbette ben istersem sana da gösteririm, fakat
bütün
"nasıllıkları" değil, bazısını gösteririm gibi, uyarı cilvesini
andıran bir müjdeleme vardır. O zaman sorduğu sorunun nedenini ve
amacını
belirlemekle İbrahim, evet, ya Rabbi! İman ettim, sen dilediğin zaman
hayatı
bana, bende gösterdiğin gibi diriltmeyi de gösterirsin, ancak kalbimin
rahat
etmesi için, o imanın verdiği şevk ile kalbime düşen ümit heyecanını
dindirmek,
imandan bizzat görmeye, kesin bilgiden kesin müşahedeye, hayattan hayat
verilmesine geçmek için istiyorum, dedi ve asıl amacının her türlü leke
ve
kusurdan temizlenmiş ve sürekli bir kalp hayatı olduğunu ve bu şekilde
"makamı hullete" (içten sevgi ve dostluk makamına) erip sonsuza dek
Halilullah (Allah'ın dostu) olarak kalmaktan ibaret bulunduğunu ortaya
koydu.
Bu âşıkane niyaz üzerine, Allah hayatın uçup giden bir şey olduğuna
işaret
olsun diye buyurdu ki, öyle ise kuşlardan dördünü -rivayete göre
kelimesindeki
elif-lâm ahd için olmak üzere tavus, horoz, karga, güvercin veya kartal
tut da
bunları çevir, kendine meylettir, kendine bağla. Hamze kırâetinde
Sâd'ın
kesresi ile , diğerlerinde zammesiyle okunur. Zammelisi dan, kesrelisi
den
gelir ki, ikisi de, "imâle" (meylettirme, bir tarafa eğme) anlamına
birer lügat (sözlüktür) tır. Parça parça kesmek, biçim biçim kesip
ayırmak
anlamlarına da gelir. Zammeli okunuşu, "imale" (meylettirme),
kesrelisi (kesme) anlamına olduğu açıklanmış ve iki şekilde de tefsir
edilmiştir.
Fakat kesme anlamı âyetin daha sonrasından da anlaşılacağı için burada
"imale" yeterlidir. "İmale"nin ile kullanılması
(sılalanması) da kendine bitiştirme, katma anlamını verir veya bu
anlamı
gerektirir. Bunun için âyetin anlamı: Onları kendine meylettir, evir,
çevir,
kendine bağla, biçimleriyle, kendilerine özel gerçekleri (karekterleri)
ile
bil, tanı, demektir ki, bununla tutulacak kuşların, özelliklerini ve
kimliklerini oluşturan özel biçimlerini iyice düşünülerek, tasavvur
edilerek,
kavranarak hayat sırrını elde eden kendilerine özel gerçeklikleri ile
tanınıp
İbrahim'in ilmine katılması, gerçek biçimleri ve sabit olan varlıkları
ile
İbrahim'in nefsine zammolunmaları (katılmaları) diriltme gücü için bir
şart
olduğu gösterilmiştir. Bu şekilde tutulan kuşlar hayat şekilleriyle
İbrahim'in
ilminde sabit olarak (yer ederek) İbrahim'in nefsine katılacak,
İbrahim'in de
Allah'a kendi isteğiyle tam olarak dönmesi dolayısıyla bu nokta,
diriltilecek
ölülerin Allah'a dönmesi prensibine bir örnek oluşturacaktır. Bu
olduktan sonra
da ilim ile irade arasındaki ilginin ortaya çıkışından "ol" emrinin,
bir anda meydana gelişinden başka bir şey kalmayacağını anlamak kolay
olur.
İşte bu önemli kurallara dikkat çekmek için buyuruluyor ki: Onları tut,
kendine
meylettir, nefsine kat, özel varlıkları ile ilmine al, kendine bağla.
Sonra
nefsinde parça parça tahlil et, parça parça ayır ve her dağın başına
bunlardan
bir parça koy, sonra onları çağır, Allah'ın izniyle irade ve
diriltmenin hükmü
ortaya çıksın da, sana koşarak gelsinler, sen de şunu bil ki, Allah
mutlaka
azizdir, hakîmdir. Önce, bütün mümkinata (olabilen şeylere) gücü yeten,
hakîm
ve hiçbir nedene mahkûm ve mağlup olmayan bir izzet sahibidir. Bununla
birlikte
fiilleri ve bunların sonuçlarını birbirine bağlamış, onlara da bir
diğerine
sebeb olma ve onun sonucu olma özelliği vererek, aralarına bir düzen ve
tertip
koymuş ve dolayısıyla eşyanın parçalarını birbirlerine karşı da bağsız,
ilgisiz
bırakmamış, hepsinin arasında özel düzenlemeler ve sonuç
bağlantılarıyla da
gücünü göstermiş olan, işlerin sonuçlarını ve eşyanın amaçlarını bilen
bir
hikmet sahibidir. Böyle fiillerinin normal nedenlere, düzgün kanunlara
dayalı
olması, her birini olağanüstü yollarla meydana getirmekten aciz olduğu
için
değil, her fiilinde sonsuz hikmetler ve yararlar bulunduğu içindir.
Sebeplerin
yaratıcısı olan Allah, ilk sebep ve en yüce fail olduğu için, hiçbir
sebeb
yaratmayıp her fiilini doğrudan doğruya bir harika olarak yapmaya da
gücü
yeter. Ancak o zaman fiilleri arasında kendinden başka hiçbir bağlantı
yönü,
münasebet ve eşyada bu sanat ve sağlam yapı bulunmazdı. Kuşkusuz yalnız
illetlere ve sebeplere bağlı sonuçlar yaratmak başka, aynı zamanda o
sonuçları,
bir diğerine birbirini takib eden sebepler ve sonuçlar hâlinde
bağlayarak
yaratmak yine başkadır. "Hayat verir, öldürür, her şeye gücü yeter."
(Hadîd, 57/2) olan Allah'ın ne izzeti hikmetine aykırıdır, ne de
hikmeti
izzetine aykırıdır. Bütün sebeplere ve onların sonuçlarına hakim ve
onları
kontrolünde tutan (gâib) olan izzeti, onların hepsini durdurmaya da
kâdirdir.
Sebeblere yapışıldığı zaman, O dilemezse hiçbir şey olmaz. Hikmeti ile
sebeblere geçerlilik verdiğinden dolayı, izzetini, yaratılmış olan
sebeblere
bırakmış da değildir. İşte Allah böyle bir aziz ve hakim olduğundan,
ölüleri de
dilerse kendinden başka hiçbir sebebe bağlı olmayarak diriltir ve
dilerse
hikmetiyle bilinen sebeblere dayalı olarak diriltir. Her olayda hem
izzeti, hem
hikmeti ortaya çıkmaktadır. Bununla birlikte ilk yaratması izzetine,
ikinci
yaratması da daha çok hikmetine bağlıdır. Hikmetlerinden birisi de
kullarının
imanlarına ve tercihlerine bile özel bir sebeblik vermiş olmasıdır ki,
bu
sebeblik dirilmenin sırrına kadar çıkabilir. Ve bu sayede, insanlar,
mecburi
bir dönüş ve mecburi bir dirilme ile ergeç zorunlu bir hayata
atılacakları
gibi, isteyerek dönüş ve isteyerek dirilme ile de seçilmiş bir hayata
ve hatta
isteğe bağlı bir dirilmeye nail olurlar ki, din ve ahiret mutluluğu
bunun
içindir. Demek ki, "O'nun gücü yeter." icmal (kapalı anlatım), ve
"çok güçlüdür, hüküm ve hikmet sahibidir" ifadesi ise tafsildir
(açıklamadır).
(Uzeyr),
icmal makamında, izzet hükmü ile mecburi diriltmeye, İbrahim, makam-ı
tafsîlde
(açıklama makamında) izzet ve hikmet hükmü ile hem mecburi diriltmeye,
hem
isteğe bağlı diriltmeye ermiştir. O Halilullah (Allah'ın dostu)tır. Bu
açıklamadan anlaşılıyor ki, Hz. İbrahim bu emirlere sarılıp muradına
erdi mi,
ermedi mi diye düşünmeye gerek yoktur. Gerçi bu noktayı âyet açıkça
belirtmiyor. Fakat bu emirler ya emr-i tekvînî (yaratmaya ait emir)
veya emr-i
teklîfî (yükümlü kılma emri) veya emr-i ta'cizî (âcizliğini ortaya
çıkarmak
için emir)dir. Tekvînî emir olduğuna göre bunun gereklerinin, meydana
gelecek
bir iş olacağında kuşku yoktur. Teklifî emir ise, İbrahim'in bunlara
aykırı
davranıp isyan etmesi söz konusu olamaz. Ta'cizî emir olmalarına ise
hiçbir
gerekçe ve işaret bulunamayacağı gibi, âyetin devamındaki ifadeler buna
aykırıdır. Çünkü âyet Cenab-ı Allah'ın, müminleri karanlıklardan nura
(ışığa)
çıkarmasını ve diriltme gücünü temsil ve Hz. İbrahim'i övmek için
gelmiş
bulunmasının bir sonucu olarak, Allah İbrahim'i bu emirlerle âciz ve
mahrum
bıraktı demek açıkça batıldır. Dolayısıyla Hz. İbrahim tarafından bu
emirlere
uyulmakla diriltmeyi ve hayat vermeyi gözlemleyerek kalbin tatmin
olmasının gerçekten
meydana geldiği, sözün anlamından tam olarak ortaya çıkmaktadır. Ve bu
konuda
önceki (selef) ve onlardan sonra gelen bütün tefsircilerin görüş
birliği ve
rivayetlerin ittifakı da vardır. Bizce doğrusu, bu emirler teklifî
emirler
olmakla birlikte, tekvinî emri de içermektedir. Hz. İbrahim'in Rabbine
kâmil
imanla tam bir dönüş yapması, Allah'ın izni ile diriltmenin
nasıllığından
bazısının kendisinden ortaya çıkışını gözlemleyerek, kalbini tatmin
eylemesine
neden olmuştur. Bir taraftan harikalarla dopdolu olan, diğer taraftan
en yüksek
ilmi ve hikmetli kanunları kapsayan şu iki hikâyenin akıllara durgunluk
verecek
yönlerini anlatıp açıklamakla tüketmek mümkün değildir. Bunlarda ilâhî
Kürsi'nin hakimiyetinin tecellisi (ortaya çıkması) kadarı gayet açık ve
bununla
birlikte onun gibi kavranması mümkün olmayan marifet sırlarını da içine
almaktadır. Bunlardan herkes kendi derecesine göre nura dalar. En genel
olmak
üzere şunu söyleyebiliriz ki, bu âyet bize hiç söz götürmez bir yakîn
(kesin
bilgi) sırrını telkin etmektedir. Hayatın gerçek yönüne dair gerektiği
kadar
bilgi elde edilir ve en yüce başlangıç noktasına ulaşma, bağlanma
sağlanırsa,
diriltmenin ve hayat vermenin bir irade meselesine, bir "ol" emrine
bağlı olacağı görülecektir. Bunu akıllarına sığdıramayanlar şu örneği
düşünebilirler: Bir insan nefsinde ilmî şekli var olan bir şeyi
kalbinde
dilediği gibi parçalasın, birbirinden ayırsın, parçalarını duman gibi
her yöne
savursun; sonra dönüp yine kalbinden o şeye önceki gibi aynen "gel"
diye irade yöneltsin, o anda Allah aksini isteyip de ona bir unutma
veya diğer
bir arıza vermezse derhal görür ki, o dağılmış parçalar bir anda aynen
önceki
gibi toplanır, gelir karşısına dikilir. İşte iç (enfüsî) âleminde her
zaman
olup duran bu hafıza ve akılda canlandırma işi bize bir vücudu, o vücud
da bir
diriltmeyi ve hayat vermeyi simgeler. Ve bizim ruhumuza göre iç âlemin
(sübjektif âlemin) sırları ilâhî ilim ve iradeye göre sübjektif ve
objektif
bütün varlıklar âleminin sırlarına en açık örnektir. Bizim zihnimizdeki
şekillerin
değişmelerindeki tahliller (analizler), terkipler (sentezler) her gün
bize bu
varlıkta binlerce diriltme ve hayat verme örnekleri arz ederler ki,
birçokları
irademizin sonucudur. Her hatırlama bir diriltmedir. Bunlar bizim
nefsimizin
kürsisi olan, kalbin ve beynin hâkimiyet alanıdır. Bütün subjektif ve
objektif
kürsileri, gökleri ve yeri kuşatan Allah Teâlâ'nın ilâhî ilim ve
iradesi
altında bulunduğundan buna, karşı ufuklar tasavvuru söz konusu olamaz.
"Oysa kıyamet günü yeryüzü bütünü ile O'nun avucu içindedir, gökler de
O'nun kudretiyle dürülmüştür." (Zümer, 39/67) âyeti gereğince bütün
canlar
ve bütün varlık âlemi bir avuç içinde dürülüdür. Allah'ın diriltmesi ve
hayat
vermesi, bizim zihnimizde bir şeyi hatırlamamızdan daha hızlıdır.
Dolayısıyla
bütün yaratma alanında her şey O'nun bir "ol" emrinin sonucudur. O
emir, bize yöneldiği zaman biz de O'nun hükmünü kendimizde ve kendi
dışımızda
görürüz. Ve nitekim dışarda yapabildiğimiz şeyleri de bu sayede
yaparız. İşte
Hz. İbrahim, Allah'a dönme ile dostluk makâmında bir tekvînî emri de
kapsayan
bu emirler üzerine, o kuşları Allah'ın izniyle tutup kendine katıp
bağlayabildiğinden dolayı öyle bir kalb hayatına ermiştir ki, sübjektif
diriltme örneği üzere, bir irade ile objektif diriltmeyi kendinde
gözleyebilmiştir.
Allah'ın, yalnız "Hayy" (diri) değil, "Muhyî" (dirilten)
olduğunu ve yarattığını görmüş; hem aziz, hem hakim olduğunu anlamış,
izzetine
kendini teslim ederek hikmetinden Halilullah (Allah dostu) olmuş,
zorunlu
dönüşten sonra, zorunlu dirilme nasıl mutlaka olacaksa, tam bir istekle
O'na
dönüş üzerine de isteğe bağlı dirilmenin gerçekleştiğini görmüş, bu
sayede
Nemrud'un ateşini söndürüp gül bahçesi, gül tarlası yapmıştır. Allah
böyle
işleri çekip çevirendir. Ve peygamberlerin mucizelerinde ortaya çıkan
harikalar
ve hayat verme sırları hep böyle demektir. Bunları akla sığmaz görmek,
kendinin
karşısındaki dış dünya gibi, Allah'ın karşısında ufukların birtakım
ortakları
(şürekây-ı âfak) veya O'nun üstünde bir şey var saymaktan doğar ki,
şirk ve inkâr
da bu demektir. Allah derken, böyle bir tasavvurda bulunmak ise
çelişkidir. Bu
çelişkiden çıkamayanlar ise ebedî olarak karanlıklara mahkûmdurlar.
Bundan
ancak Allah çıkarır. O da zorla değil, iman ile çıkarır.
Allah'a
iman etmek aklın başıdır. Akıl herhalde bir kaynak, bir başlangıç
noktası, bir
tutamak arar. Onu Hakk'ın izzetine teslim edip O'nun sağlam kulpuna
yapışmalı,
hikmetine uymalıdır. Din ve imanın hikmet düzeni üzere ne büyük
meyveler
vereceği ve imanın esaslarından olan öldükten sonra dirilme ve hayat
vermenin
bütün çeşitleriyle mümkün ve meydana geleceği, hayatın yürümesinin
bununla
mümkün olduğu, ebedî hayatın da bununla olacağı ve her dirilmede ikinci
hayat,
birincinin meyvelerini taşıyacağından, sonsuz gelecekte ahiret
mutluluğu
hayatı, dünyadaki kazançların Allah'ın hikmeti ile, onun sonucu,
meyveleri gibi
ortaya çıkıp gideceği ve dolayısıyla dirilme gününde, ancak ilâhî izzet
hakim
olurken, insanların birinci hayatta din konusu olan kendi istekleri ile
yaptıkları fiilleri de hikmet gereği, daha önce geçen normal
sebeblerden
olacağı ve herhalde insanlar için ahiret sebepler âlemi değil, sırf bir
neticeler âlemi olabileceğinden, onların ahirete, ahirette değil, ancak
dünyada
Allah'ın emri ile hükmedebilecekleri ve bunun için, "Ne alışverişin ne
dostluğun, ne de iltimasın söz konusu olmadığı." (Bakara, 2/254)
özelliğinde olan o dirilme günü gelmeden, isteğinizle o sağlam kulpa
yapışıp
Allah yolunda "infak" (harcama) ve mücahede (cihad) ile Allah'a
dönenlerin Allah'ın dostluğu ile karanlıklardan ışığa, kesin ölümden
ebedî
hayata nasıl geçecekleri ve bunları yapmayıp tağutların ellerine
düşenlerin
nefislerine pek büyük bir zulüm yapmış olacakları öteden beri, Hakk'ın
delilleriyle hem haber verilmiş, hem ispat edilmiş, hem de bu
hikâyelerle akıllılar
tam anlamı ile aydınlatılmışlardır. İlâhî Kürsiden ortaya çıkan, din ve
imanın
niteliğini ve meyvelerini açıklayan ve aydınlığa kavuşturan bu kesin
deliller
yukardaki, "Ey müminler, ne alışverişin ne dostluğun ve ne de iltimasın
söz konusu olmadığı gün gelmeden önce size verdiğimiz rızıklardan Allah
yolunda
harcayın." (Bakara, 2/254) âyetinin hükmî sebebleri ile açıklamasından
başka daha yukardaki hükümlerin ve özellikle, "Kimdir o ki, Allah'a
karşılıksız (güzel) borç verir de Allah da o borcu ona kat kat
fazlasıyla
öder." (Bakara, 2/245) âyetindeki bildirinin ve ilâhî sözün ezelî ve
ebedî
kesin güvencesini de kapsadığından, bu açıklamanın ona bağlı olduğunu
göstermek
için azîz ve hakîm olan Allah hayat vermenin nasıllığının ardından
hikmet gereği
bu borç vermenin ve harcamanın elde edilecek kazanç ve artışının nasıl
olacağını ve kabul olmasının şartlarını da açıklamak için buyuruyor ki:
261-Dirilmenin
sırrı ve hikmetin feyzi iledir ki,
Mallarını Allah yolunda, din uğrunda gönüllerinden gelen kendi
tercihleri ile
ve tam bir hoşnutlukla harcayanların, yani gerek farz ve vacip, gerek
nafile ve
sırf sevap amacı ile (tatavvu') olsun, hayır ve iyi amellere mal
harcayanların
durumu ve kazancı öyle bir tanenin durumuna benzer ki, ekilmiş, yedi
sünbül
(başak) bitirmiş, Allah'ın hikmetiyle bir kökte çatallanarak yedi başak
bitmesine sebeb olmuş, hem nasıl başaklar, her başakta yüzer tane var.
Kısacası
bire yedi yüz tutmuştur. Müminler bir taneyi bile küçük görmemeli, yok
etmemeli
ve Allah'tan hiçbir şeyi kıskanmamalıdır. Eğer bunu eken, elimde bir
tanecik
var toprağa atarsam bu da gidecek diye düşünürse ne kazanır? Hiç değil
mi? Öyle
ise, Allah'ın hikmet düzenine dikkat etmeli, harcayacakları şeyleri
262-Allah
yolunda harcamalı ve bundan çekinmemelidir.
Hikmetin düzeni ve dirilmenin sırrı olmasaydı, o bir tane çürür gider;
ne filiz
verirdi, ne başak. Bunların her anında ilâhî izzet de hükmünü
göstermekle
birlikte, daha çok ilâhî hikmet ortaya çıkar. İşte kulların fiilleri de
böyledir. Böyle olduğu içindir ki, insanın ekme fiili, bir tane
nedeniyle
Allah'ın hikmeti ile yüzlerce taneye bürünür. Allah yolunda yapılan
infaklar da
ahirette böyle çok fazla olarak karşımıza çıkacak ve teraziye
konacaktır. Artık
Allah yolunda koşacak insanlar Allah için harcanan, ekilen tanelerin
feyzini
(bereketini) anlamalı, acaba bu örnek verme olayı "varsayım"
cinsinden bir şey midir? Yoksa kesin midir? Tane ne cinsten olursa
olsun,
herhangi bir taneye denildiğine göre, verimli tarlalara ekilen
çekirdek, darı
gibi bazı tahıllarda bu irfan gözlenebilir şeylerdendir. Fakat tane
dendiğinde
daha çok buğday anlaşıldığına göre, bu örneğe ender rastlandığı
söyleniyor.
Verilen örneğin gerçek olması için bu kadarı da yeterli ise de, bize
özellikle
şunu anlatıyor ki, Allah'ın hikmeti en az olmak üzere, bu kadarına
uygundur.
Bunun böyle üretilememesi hikmet düzenine göre ekin
yapılamamasındandır.
Dolayısıyla insanlar bozulmayı ortadan kaldırıp, tarımı da ilerletecek
olurlarsa
bu kadar ürün alacakları müjdelenmiştir. O zaman yeryüzünün rızıkları
bize
yetişmiyor diye kavga etmezler, yetişmeyecek diye ümitsizliğe
düşmezler. Ancak
örneğe dalıp da asıl hedefi unutmayalım. Maksat buğday toplamak değil
onları
yerinde, Allah yolunda harcamaktır. Bu ekinin ürünü ise asıl cennette
biçilecektir ki, işte o zaman bire yedi yüzden aşağısı yok. Allah
dileyeceğine
böyle veya daha çok katlar da katlar. Yedi yüzü sade iki kat değil,
daha fazla
katlar artırır. O'nun artırma kanunu, sonsuza kadar gider. İbnü
Kesir'den Bezzî
kırâetinde okunur ki, anlamı aynıdır. Zamanımızda tarım deneyleriyle
uğraşanlar
bir buğday tanesinden çıkan çimleri çatallandıktan sonra ayırıp fide
halinde
dikerek bir taneden iki bin taneyi aşkın ürün alınabildiğini
gözlemlemişlerdir.
Bunlar bir kez daha aynı şekilde ekilecek olsa nelere erişir. Fakat biz
"Habbeyi kubbe yapmaktan" (işi abartmaktan) vaz geçelim de şunu
bilelim ki, hayatın kanunları her halde "kat kat prensibine" göre
işlediğinden hayatta, canlıların yararlanması ve Allah'ın hükmünün
yükseltilmesi için Allah yolunda, Allah'ın kullarına ve özellikle
mücahitlere
verilen harcamaların ve sadakaların Allah katında sonsuz verimlere ve
sevaba
sebeb olacağı şüphe ve kuşkudan uzaktır. Ve Allah'ın rahmeti geniştir.
O'nun
yolunda ne kadar çok harcama yapılırsa yapılsın artık yetişir ben
bunların
kârını ve sevabını vermem demez. Bununla birlikte "alîm"dir de.
Harcama yapanın niyetini, harcadığı miktarı, kendisine vadedilen ürünü
(sevabı)
bilir hiçbirinin sevabını şaşırmaz.
SEBÎLULLAH:
Allah yolu, din demektir. Fakat dinin güvencesi, dindarların zorlamadan
korunması demek olan Allah yolunda cihat, hareketlerin en önemlisi
olduğundan,
"Fî-sebîlillah" (Allah yolunda) deyimi, şeriatta daha çok cihad
anlamında örf haline gelmiştir. Bunun için bazı tefsirciler burada
"Fî-sebîlillah" örf olduğu üzere, cihad demek olup, bu âyet, bizzat
cihada giden ve kendi mallarını harcayan mücahidler, bundan sonraki
âyet de
kendi gitmeyerek diğer mücahitlere harcamada bulunanlar hakkında
inmiştir.
Diğer iyi amellerden Cenab-ı Allah, bire on vaad ettiği halde, kendi
malını
harcayarak cihad edenlere en az bire yedi yüz sevap vaad etmiş
demişlerse de,
diğerlerinin açıklamasına göre bire on, genel olarak, iyiliklerin en az
sınırı
olup, cihad ve diğer bazı ameller gibi, harcamanın başka bir üstünlüğü
olduğundan, bu âyet genellikle harcamaya (infaka) teşvik ve her çeşit
hayır
şekillerine, yerlerine infakın sevabını açıklamıştır. Bundan sonraki de
onların
kabul şartlarını açıklayacaktır. Ebu Hayyan tefsirinde İbnü Ömer'den
rivayet
edilmiştir ki, bu âyet indiği zaman, Resulullah: "Ey Rabbim! Ümmetime
daha
artır" diye dua etmiş, sonra, "Ancak sabredenlere mükafatları
hesapsız ödenecektir." (Zümer, 39/10) âyeti inmiştir.
Allah
yolunda harcamanın sevabı ve feyzi bu kadar yüksektir. Ancak her infaka
da bu
sevap verilmez. Çünkü asıl neden tohumun, infakın kendisinde değil,
Allah'tandır. Bunun için, mallarını Allah yolunda harcayıp infak
edenler, sonra
da harcamalarına ne başa kakma, ne eziyet takıştırmayanlar,
gururlanmayanlar,
tiksindirmeyenlerdir ki, Allah yanında ancak onların sevapları vardır.
Ve
yalnız Allah'tan korkup ve ancak ondan sevap beklediklerinden dolayı
bunlara ne
başka bir korku gelir ne de üzülürler. Bir zarar yerine kat kat mükafat
alırlar.
Dikkat
edilsin ki, bazı âyetlerde bazılarında da burada olduğu gibi
buyurulmuştur.
Bunun sebebi şudur: Sebeblik ifade eder. Sebebliğin açıklanmasının
istendiği
yerlerde "fâ" getirilir. Olmayan yerde de bırakılır. Yukarda hikmet
temeli üzerine infakın sevaba sebeb olması gösterilmişti. Bunda ise,
gerçek
sebeplik, tam sebeplik anlaşılması ihtimali vardır. Bu âyet de bu
yanlış
anlamayı ortadan kaldırmakla asıl gerçek sebebin Allah olduğunu ve
hikmetin
ilâhî izzeti yok etmeyeceğini anlatarak infakın Allah katında kabul
şartlarını
açıkladığından getirilmiştir.
263-MENN
VE MİNNET: Sözlükte iki anlama gelir. Birisi
nimet verme ve nimet anlamınadır ki, dilimizde "memnun olmak" bundan
alınmıştır. Diğeri de hakkı eksiltmek, kesmek, kısacası ihsan ettiği
kimseye
karşı ihsanını bir şey saymak ve az çok ihsanı ile gururlanmaktır ki,
gönül
bulandırır ve ihsanın değerini eksiltir veya keser. Burada kastedilen
budur.
Dilimizde minnet (başa kakma) bu anlamdan alınmıştır.
EZA:
Tiksindirmek, iyiliğe balgam atmaktır ki, in'amı (iyiliği) dolayısıyla
bir
kusur yüzünden şikâyet etmek, el, dil uzatmak, yaptığı iyiliği yüzüne
vurmak,
başa kakmak hep "eza"dır.
Dilimizde
"minnet" ikisinden daha genel olarak kullanılır ve bunlara katlanmaya
minnettarlık denilir. Minnet çekmem, minnettarlık etmek yerine de
"Minnet
etmem" denildiği vardır. Kısacası iyiliği bir görev diye yapmalı ve
unutulmalı; yaptığı bir iyiliğe göz dikmek, onu kendine yapmamış
saymaktan
doğar. Sevap ise, niyyete bağlıdır. Bundan dolayı "iyiliği yap, denize
at,
balık bilmezse hâlık (yaratıcı) bilir." Tebuk gazası (savaşı) için
hazırlanan ve "Ceyş-i usret" (sıkıntı ordusu) diye isimlendirilen
ordunun hazırlanmasına Hz. Osman (r.a.) odunlarıyla, çullarıyla bin
deve,
Abdurrahman b. Avf (r.a.) hazretleri de dört bin dirhem sadaka
vermişlerdi. Bu
âyetin bunların gönüllerini hoş etmek için indiği rivayet edilmiştir.
Hükmün,
âyetin iniş sebebine özel olmadığı da bilinmektedir. Bilmeli ki, gönül
alan hoş
bir söz, tatlı dille reddetmek (geri çevirmek) ve kusura bakmamak ayıp
örtmek,
saygısızlığa karşı bağış ile muamele etmek arkasından eza gelen, veya
bir gönül
bulantısı ile birlikte olan bir sadakadan hayırlıdır. Çünkü Allah ki
hiçbir
şeye muhtaç değildir. O'na kirli şeyler sunmak, felaket sebebi
olabilir. Zengin
olan (kimseye muhtaç olmayan) Allah, fakirlerine başkalarının minnet
yükünü
yüklemez, onları hatır ve hayale gelmez öyle yönlerden rızıklandırır
ki, gün
gelir fakiri o başa kakıcıya sadaka verecek derecede zengin eder.
Bununla
birlikte Allah halîmdir, her günahkârı derhal paylamaz. Eza yapanlara
da cezayı
hak etmediklerinden dolayı değil, fakat tevbekâr olsunlar diye
hilminden dolayı
mühlet verir, geri bırakır.
264-İnfak
ve sadakaların kabul şartları bilindikten
sonra, Ey müminler! sadakalarınızı yüze vurmak, başa kakmakla iptal
etmeyiniz,
bunlardan biriyle sevabını kesmeyiniz, başa kakma ve eza karışan
sadakalar
sevapsız kalır. Ne Allah'a ve ne de ahiret gününe inanmayıp, malını
insanlara
gösteriş, iki yüzlülük için harcayıp infak eden münafığın sadakası gibi
hiçe
gider. Çünkü bunun hâli, üzerinde az bir toprak varken başına şiddetli
bir
yağmur yağmış da cascavlak bırakmış, bir toz bile kalmamış, yalçın
kayanın bu
hâli gibidir. Öyle bir sadaka böyle bir taş üstüne atılmış tohum gibi
zayi olur
gider de imkânsızlıkla harcama, riya ile başa kakma ve eziyet verme ile
sadaka
verenler yaptıkları bu amellerden hiçbir şey elde edemezler. Allah
kâfirler
zümresini hayra erdirmez. Bunun için sadakalarını başa kakma ve eziyet
ile
kâfirlerin gösteriş yaparak ve riyakârca harcamasına benzeten müminler
de onlar
gibi sevaptan mahrum kalırlar.
265-
Mallarını, Allah'ın hoşnutluğunu istemek ve
böylece kendilerini veya kendilerinden bir kısmını, canlarının bir
nafakası
olan mallarını, amellerini, kardeşlerini bozuk eğilimlerden ve her
türlü sarsıntıdan
koruyarak Allah yolunda vermek ve hayır ve iyilikleri kendilerine
değişmez bir
huy kılmak ve ondan sonra her çeşit fazilet ve ibadetleri kolaylıkla
yapmak,
kısacası ekecekleri tohumu tutturmak için cân ü gönülden harcayanların
durumları ise, yüksek bir tepedeki güzel bir bahçenin şu hâline benzer
ki, buna
kuvvetli bir yağmur yağmış da meyvelerini iki kat vermiştir. Normal bir
durumda
meselâ bin veren bu bahçe, bu yağmur nedeniyle ikibin vermiş bulunuyor.
O
kayayı cascavlak bırakan yağmur, bu tepede rahmetin ta kendisi olur. Bu
benzetme yukardaki, bire yedi yüz ve daha kat kat vaadini aşağıya
indirmiş
değil, aksine bir daha katlamıştır. Böyle bir bahçeye şayet yağmur
yağmazsa,
hafif bir yağmur, az bir nem de yetişir. Vereceğini yine verir.
Unutmamalı ki,
Allah amellerinizi görür ve bilir. Sakın gösteriş yapmayın, gizlide ve
açıktan
açığa da ihlâstan ayrılmayın.
266-
Hiçbiriniz ister mi ki, altından ırmaklar akan,
hurmalık, üzümlükleri içeren gönül alıcı hoş bir bağı, bağlık bahçelik
bir yeri
, ve bunun içinde kendinin her çeşit meyveleri olsun, üstüne de
ihtiyarlık
çöksün ve bu durumda elleri ermez, güçleri yetmez yavrucukları dahi
bulunsun
da, o gönül alan bağa ateşli bir bora gelsin, baştan başa bir anda
yansın
mahvolsun... Böyle felaketi kim ister? İşte iman ile iyiliklerin
karşılığı ve
sevabı böyle bahçeler (cennetler), bunların ihlasına ve Allah rızası
için
olmasına engel olan imansızlık, riyakârlık, başa kakma ve eziyet etme
ve diğer
kötü amaçlar gibi kötülükler de kıyamet gününde o ateşli bora gibidir.
Ahiret
cennetlerinin bir yolu, ebedi, sonsuz nimetlerin tarlası olan ve içinde
zorlamasız yaşanması gereken İslâm yurdu da böyle güzel infak (harcama)
ve
salih amellerin meyvesi bir bağa, bir cennete; cebbar (zorba),
zorlayıcı,
kâfir, zalim düşmanların ve bunun gibi fasıklığın ve günahkârlığın,
ahlâksızlığın, gayretsizliğin çabasızlığın onu kuşatması da bu ateşli
boralara,
kasırgalara benzer; hem dünyayı yakar, hem ahireti. Bunu anlattığı
gibi, Allah
size başka âyetler açıklayacaktır ki, düşünesiniz. Yani ibretler
alasınız,
güzel güzel benzetmelere yol bulasınız, bunların her birini delil,
asıl,
düstur, büyük prensip edinip hikmet kuralları üzere düşününüz.
Durumunuzu,
menfaatlerinizi bunlara vurarak her birine uygun önermeler bulup
neticeler
alasınız ve o sonuçlarla amel edip muratlara eresiniz. Çünkü fikir,
belli
işleri tertip ile düzene koymakla bilinenden bilinmeyeni bulmaktır.
Şimdi
düşünüp de o infakları nerden yapacağız, zekâtları, sadakaları nerden
ve nasıl,
kimlere vereceğiz mi diyeceksiniz?
267-
Ey müminler! Kazandıklarınızın temizlerinden;
kaynağı ve elde edilme yolu helâl olan, helâl kazanç ile ele
geçirdiğiniz her
çeşit mal varlığınızın iyi ve hoşlanılanlarından, bu cümleden olmak
üzere ticaret
mallarından ve nakit paradan ve size yerden çıkarıverdiğimiz
ürünlerden; tahıl,
meyveler ve madenler gibi yerden çıkan şeylerden, bunların iyilerinden
infak
ediniz. Açıkçası zenginlik kaynakları ikidir: Birincisi, kazanç adı
verilen
genellikle kişinin kendi emek ve gayretiyle bilgi ve sanatıyla doğrudan
veya
dolaylı olarak elde ettiği gelirlerdir ki, miras da bunun içindedir.
İkincisi
yerden çıkanlardır ki, bunda kara, deniz ve hava da dahildir. Denizden
çıkan
balık, inci ve benzeri şeyler de yerden çıkmış hükmündedir. Geriye bu
iki
kaynağın birlikte harekete geçirilmesi sonucunda elde edilen kazanç
şekli kalır
ki, onda da kısmen emeğin, kısmen de yerin payının büyük olduğu
görülür.
Hangisi daha ağır basıyorsa o tarafa bakarak durum değerlendirmesi
yapılır.
Sonuçta bütün kazanç yolları bu iki sebepten birine dönüşür. Öne
alınmış
olmasından anlaşılıyor ki, kendi emeğine dayanan kazanç yolu insanlar
için daha
yakın bir sebeptir. Genellikle yerden mal çıkarmak dahi bir anlamda
yine buna
bağlıdır. Fakat aynı zamanda kazanç, doğanın zenginliği ile de yakından
ilgilidir. Çünkü bu şekilde emek ve gayret, yaratılıştan ihsan edilmiş
olan
sebep ve aletlerin kullanılması demek olduğundan, bunlar da bir anlamda
hiçbir
emek karşılığı olmadan doğuştan ihsan edilmiş güçler, kabiliyetler ve
sebeplerdir. Emek dediğimiz şey de işte bu güç ve kabiliyetlerin
geliştirilmesi
ve yerli yerinde kullanılması anlamına gelir. Bundan dolayı kesb,
hiçbir zaman
tek başına kazanç için bağımsız bir sebep olmadığı halde, yerden
çıkanlar bağımsız
ve yeterli kazanç sebebi olabilir. Demek ki kesb, aslında bir katılıma
da
yönelik olduğundan kesb yolu ile yerden çıkanın birleşmesinden meydana
gelen
üçüncü bir kazanç yolundan söz etmeye gerek yoktur. Bu zaten sözün
sonucundan
çıkan bir şeydir. Bu konuda insanların başlıca iki türlü hata
yaptıkları
görülür: Birincisi servette emek ve çalışmayı, tek başına yeterli bir
sebep
gibi kabul edip, öteki bütün sebepleri ve sermayeleri buna borçlu
saymak ve
onların hepsini geçersiz sanmaktır ki, bu hataya genellikle emek
harcayıp,
zahmet çeken ve sermaye kullanmayan çalışan insanlar düşer. Bunlar
sermaye
sahipleriyle derin ve köklü bir didişmeye girerler. Bunlar emek ve
çalışmanın,
kazanmanın değerinin, aynı zamanda sermayenin değeri demek olduğunu
görmek istemezler.
Eğer çalışıp kazanmanın amacı sermaye biriktirmek olmasaydı, tek başına
çalışmanın bir değeri olmazdı. Kendi amacını gözardı eden her fikrin
boş bir
çelişki olduğu aşikârdır. Para biriktirmenin, sermaye elde etmenin
çalışmanın
hedefi ise yalnızca tüketim açısından değil, yukarıda açıklanan,
değerlerin
karşılıklı olarak birbirine bağımlılığı kanunu gereğince, üretilen
malın yeni
yeni işlemlere malzeme teşkil etmesi ve kazanç yollarını çoğaltması ve
kolaylaştırması açısından da önemli olmasından dolayıdır. Bunun için
emekleriyle geçinen insanların, sermayeye düşmanlık duyması, kendi
zahmet ve
yoksulluklarının daha da artmasını istemesi demektir. Bunun içindir ki,
emekten
sonra özellikle yerden çıkarılanlardan da sözedilmektedir. Üstelik
emeğe
karşılık olarak zikredilmiştir. İkinci hata, sermayeyi mutlak kazanç
sebebi
olarak kabul edip, emek ve çalışmayı geçersiz saymaktadır. Bu hataya da
bizzat
çalışmak ihtiyacını duymayan ve başkalarının emek ve çalışmalarından
zahmetsizce yararlanmak isteyen sermaye, yani para sahipleri düşerler.
Bunlar
paraya öncelikli kaynak olarak bakarlar ve her türlü kazancın, onun
eseri
olduğuna inanırlar ve çalışmadan yaşamak mümkünmüş gibi zannederler.
Bunun için
çalışanları küçümseyerek ve kendi paralarına fazlaca önem vererek,
emekleri
zora koşmak ve sermayelerinin karşılığını fazla fazla almak, daha
doğrusu
sermaye gücüyle çalışanların emeklerini ucuza almak ve gasbetmek
suretiyle
kendileri hiç çalışmadan ve yorulmadan yaşamak isterler. Düşünmezler
ki,
bunların elindeki değerler aslında sermaye olarak doğmuş değil, emek ve
çalışmanın birikiminden oluşmuş olan kazançlardır. Para, emek ve
çalışmayı
kolaylaştırıp geliştirmeye hizmet eden bir maya ise de, kaynağı
bakımından yine
de sermaye değil, birer emek birikimidir. Sermayenin, emeği
sıkıştırması ve onu
hareketsiz bırakması, kendi bindiği dalı kesmesi ve dayandığı temeli
yıkması
demektir. Gerçi asıl sermaye büsbütün yok değildir, fakat o, olsa olsa
yerin
zenginliği ve yaratılışın ihsanı olan şeydir. Bundan dolayı para
sahiplerinin
hiç çalışmadan yaşama sevdasına kalkışmaları ve çalışanları sıkıntıya
sokacak
bir tutum izlemeleri büyük bir hatadır. Herhangi bir toplumda para ve
sermaye
bu duruma gelir, para ve para sahipleri mutlak hükümran kesilirse, buna
tepki
olarak birinci hata kendini gösterir. O zaman sermaye ile emek arasında
kavga
başlar. Cemiyet düzeni altüst olur. İşte sermaye adı verilen paranın,
kaynağı
bakımından sermaye olmayıp, kazanç birikimi olduğu, hatta iyi yollarla
elde
edilmişse kazançların en hoşa gideni olduğu, en temizi bulunduğu
gerçeğini
hatırlatmak için, "kazandıklarınızın en güzelinden" buyurulmuştur.
Asıl sermayenin yeryüzü zenginlikleri olduğu, öteki bütün zenginliklere
göre
emeğin de bir anlamda sermaye durumunda bulunduğu ve hatta bunun, yerin
sermayesinden
daha önce gözönünde tutulması gerektiği gösterilmiştir.
"Kazandıklarınızın
en güzelinden" ilâhî sözü, şunu da anlatıyor ki, kazançların bir temizi
ve
güzeli, bir de bunun zıddı olan kötüsü vardır. Her kazanılmış olan şey
iyi ve
temiz olmaz. Bu da ya kazanılan şeyin doğrudan doğruya kendisine veya
elde
edilme yollarına göre maddî veya manevî anlamda iki bakımdan ele
alınır.
Yukarıda açıklandığı üzere, infak sonsuz bir bereketin tohumu ve ebedî
hayatın
bir parçası olduğundan, bu tohumun en temizinden seçilmesi lazım gelir.
Bunun
için bunları iyi düşünüp akla ve şeriate uygun olarak çalışınız da
kendi
emeğinizin ve yerin sermayesinin ürünü olan gelirlerin temiz ve
iyilerinden
infak ediniz. Ve öyle habîsini, yani kötüsünü veya haramını vermeye
yeltenmeyiniz
ki; siz onu başkasına infak edersiniz de kendiniz gözünüzü yummadan,
sıkılmadan
hediye diye veya hoşgörüyle alacağınızın yerine almazsınız. Böyle kötü,
bayağı
ve değersiz şeyleri kendiniz almayı düşünmezken, Allah'a olan borcunuzu
bu
aşağılık şeylerden vermeye kalkışmayınız.
Rivayetlere
göre, başlangıçta sadaka ile ilgili emirleri bildiren âyet indiği zaman
ashabdan bir kısmı hurma salkımlarını getirir, muhtaç olanlar yesin
diye
Mescid'e asarlardı. Bir kısım ashab da caiz zannıyla döküntü, bozuk,
çürük
çarık şeyler getirmişlerdi. Sonra bu âyet indi. Bununla verilecek
vergilerin,
zekât ve sadakaların ne gibi mallardan verileceği böylece
açıklanmıştır. Her
malın vacip olan vergisi kendi cinsindendir. Mesela altına altın,
gümüşe gümüş,
paraya para, hayvana kendi cinsinden hayvan, deveye deve, sığıra sığır,
davara
davar, ata at; tahıl ürünlerinde de böyledir, buğdaya buğday, arpaya
arpa...
Madenler ve daha başka gelirler için hep böyledir. Hepsi de daha aşağı
kalitede
olmamak şartıyla malın vergisi kendi cinsinden ödenir. Bunların değer
bakımından düşük kalitelisini ve yüksek kalitelisini birbirinin yerine
vermek,
ancak kıymet ve fiyatını iyice hesap edip tam karşılığını vermek
suretiyle yine
caizdir. Bu husus, mükellefin seçimine aittir. Bu şekilde esnek ödeme
tarzı
halk için kolay bir yol olduğundan dolayı İslâm dini bunu emretmiş idi.
Bunun,
İslâmiyetin yayılmasına ve İslâm adaletinin kök salmasına büyük
katkıları
olmuştur. Başka ülke insanlarından mutlaka nakit olarak vergi
topladıkları ve
toplama masraflarını da yine halkın üzerine yıktıkları için, diğer
devletlerin
harcama yerleri de yine İslâmın gösterdiği sarf yerleri gibi tamamen
hayra
yönelik olmadığından dolayı, İslâm dininin infakı böylece tam bir
adalet
uygulamasına dönüşmüş olup "Allah size kolaylık diler." (Bakara,
2/185) ilâhî hükmünün yerine gelmesi demek olduğundan, çeşitli
devletlerin
tebaası durumunda bulunan insanlar bu kolaylık ve adaleti yakından
gördükleri
zaman büyük bir memnuniyetle bunu kabul etmişlerdir. Fakat bunun bir
devlet için
böyle büyük bir yarar sağlaması, bir şarta bağlıdır ki, o da bunu
uygulayacakların Allah'ı tanıyan, dindar ve ahlâklı vergi memurları
olması,
ellerine verilen görevi, kendi öz mallarından daha fazla bir özenle
yerine
getirmeleri ve emaneti iyi korumaları meselesidir. Bu olunca toplanan
malların
bir çoğu değiştirmeye gerek kalmadan devlet ve milletin ihtiyacına
harcanabileceği gibi, değiştirilmesi gerekenler de en iyi şekilde
değerlendirileceğinden hiçbir şekilde kötüye kullanılması söz konusu
olmaz.
Böyle olunca da hem milletin masrafı azalır, hem de devletin gelir
kaynakları
sürekli olarak gelişir. Ancak böyle olmayıp gerek vergi mükellefleri,
gerek
vergi toplayan memurlar arasında ahlâksızlık yayılır, görevler
gereğince
yapılmaz, emanetler korunmaz ve suiistimal edilirse, adam kayırma,
çalma
çırpma, israf, aldırmazlık ve ciddiyetsizlik meydanı almış bulunursa,
malın
cinsinden alınan vergiler pek çok kayba ve suiistimale elverişli olduğu
gibi,
masraf ların artmasını ve gelirlerin azalmasını gerektireceğinden,
hükümetler
ayniyatı bırakıp vergilerini nakit yoluyla toplamayı daha uygun
bulurlar. Nakit
para ise mal ile değişime tabi tutulmadan hiçbir iş göremiyeceğinden,
yine mal
değişimi olacak ve yine olan olacak demektir. Devletin harcamaları
durmadan
artar, arttıkça da milletin vergi yükü artar ve herkes sıkıntıyı çeker,
fakat
sadece para hükümran olur. Bu arada en çok kazananlar da para işleriyle
uğraşanlar olur. Fakat yine de diğer üretim alanlarında çalışanlar
sıkıştırıldıkça para ile uğraşanların da geleceği tehlikeye düşer.
Bütün bu
gibi tehlikelere sebep olan şey ise, bu gibi hizmetlerde çalışan
görevlilerin,
görevlerini kötüye kullanmaya elverişli olan ahlâksızlıklarıdır. Bunu
gerçek
anlamda ortadan kaldıracak ve yok edecek olan da din ve dindarlıktır.
Bunun
için insanların dinden ve dindarlıktan kaçınmaları, infak görevlerini
en iyi
şekilde yerine getirmekten ve en iyi şekilde idare etmekten uzak
kalmaları,
ilâhî hikmetin gereği olarak acı çekmelerinin ve felâketlerinin
başlangıç
noktasını oluşturur. Bundan dolayı bu ilâhî emir gereğince hareket
etmeyenler,
ilim ve hikmet iddiasında ne kadar ileri giderlerse gitsinler, hikmetin
tam
aksi olan bir yöne gitmiş olurlar ve kendi elleriyle geleceklerini
tehlikeye
atarlar. Bu âyet, bu gerçekleri de gözeterek zekât ve sadakası gerekli
malların
usulünü açıklamış, bununla beraber bunun nafile cinsinden olan
sadakaları da
kapsamına alıp almadığı söz konusu olmuştur. Yani aşağılık ve haram
şeylerden,
farz cinsinden vergi yoktur ve verilemez. Lâkin nafile olarak sadaka
verilebilir
mi? Burası ihtilaflıdır. Doğrusu haramdan nafile sadaka dahi caiz
olmaz. Bunun
Allah katında bir sevabı olmaz. Fakat aşağılık yani, düşük kaliteli
maldan
nafile sadaka caiz olur. Ancak mendub olan en iyisinden vermektir.
"kötüsünü vermeye yeltenmeyin!" yasağı farz olan sadakalarda haram,
nafile olanlarda ise kerahet demektir. Âyetin zahiri her çeşit maldan
zekât
verilmesi gerektiğini gösteriyor gibidir. Fakat malın nisabı ve miktarı
hakkında hiçbir açıklama yapmadığı gibi, "tayyib ve habis" gibi
özelliklerle
belirgin olduğundan hangi malları içine aldığı da mücmel ve açıklamaya
muhtac
bulunduğundan, bu mallar Hz. Peygamber'in uygulaması ve çeşitli
hadisler ile
açıklığa kavuşmuştur. Daha geniş bilgi edinmek isteyenler, fıkıh
kitaplarının
zekâta tabi mallar bölümüne başvurabilirler.
Hasılı,
Allah buyuruyor ki: Ey müminler, sizin kazandıklarınızın ve bizim
yerden
çıkardıklarımızın temizlerinden infak ediniz ve kendinizin gönül
rahatlığı ile
almadığınız, kabul etmediğiniz kötü şeylerden zekat ve sadaka vermeye
kalkmayınız! Ve biliniz ki, Allah, kesinlikle zengindir, sadakalarınıza
muhtaç
değildir, sadakalarınız kendi faydanız, kendi menfaatiniz içindir.
Ayrıca Allah
hamîddir, yani övgüye lâyıktır. Herkes O'na şükür ve hamd borçludur.
İşte
böylesine zengin ve övülmüş olan Allah'ın rızasına ermek için kötü ve
bayağı
şeyler nasıl olur da sunulabilir? Diğer bir mânâ ile Allah hamîddir,
kendi
adına yapılan hayır ve hasenatı daha yüksek ikram ve ihsanlarla
karşılar.
Rızası uğrunda ortaya konan emekleri ve çabaları makbul ve meşkûr eder.
Böyle
bir Allah adına en temiz, en güzel şeyler sunulmalı değil midir?
268-Ey
nisab sahibi olan zenginler! "Bu emirlere
karşı elimize geçenlerin en iyilerini vere vere kendimiz fakir düşmez
miyiz," gibi bir düşünceye kapılırsanız, bunun bir şeytan vesvesesi
olduğunu biliniz. O şeytan, Allah'ın rahmetinden ümidini kesmiş olan o
karamsar
iblis veya hayırlı işlere karşı gizlice veya açıkça ümitsizlik telkin
ederek,
yanlış ve aldatıcı fikirler ve duygular saçan her çeşit şeytanlar veya
insanın
içindeki nefs-i emmare, size hep fakirlik vaad eder, "Aman hayır
yapmayın,
sonra züğürt düşersiniz." der, ve size çirkin hasletler emreder, sizi
cimriliğe ve hasisliğe sevkeder, mallarınızı fenalıklara, fuhşiyata,
anlamsız
şeylere, isyanlara harcamanızı teşvik eder, Allah ise, size, tarafından
bağışlama ve lütuf ve ihsan vaad ediyor. O sadakalarla ahirette
günahlarınızı
bağışlamayı, dünyada da yaptığınız harcamaların yerine kat kat kârlar,
dünyada
ve ahirette ecirler ve sevaplar ihsan ederek sonsuz mutluluğunuzu
güvence
altına alıyor. Ve Allah vâsîdir, alîmdir. Yani kerem ve ihsanı bol,
ilmi de
çoktur. İnfakınızın kadrini bilir, ecrini verir, sözünü yerine
getirmekte hiç
güçlük çekmez. Her şeyin önünü, sonunu bilerek emir verir ve ona göre
vaadde
bulunur.
269-Allah
vâsî olduğu içindir ki, kime dilerse ona
hikmet verir, vermek için hiçbir şarta ve kayda bağlı değildir.
Kötülükleri
engelleyecek ve önleyecek, faydaları sağlayacak sebepleri ve
hikmetleri,
hükümranlıkları, gerçeğin bilgisini, iradeye bağlı olan sevap
kazandıracak
işleri yapabilme gücünü ve faydalı şeyler yapmayı yalnızca kendine ait
kılmakla
yetinmez de akıl sahiplerinden dilediğine dahi verir. Ve her kime
hikmet
verilirse, yahut Yakub kırâeti üzere "tâ"nın kesriyle, Allah kime
hikmet verirse o muhakkak ki, birçok hayra erdirilmiş olur. Çünkü
hikmetsiz
binde bir hayra erilirse, bir hikmet ile binlerce hayra erilir. Hikmet
dünya ve
ahiretin hayrını içine alır. Hikmetsiz hayır ise bir vardır, bir
yoktur. Ve
fakat aklı temiz, özü sağlam olanlardan başkası bunu düşünemez. Hak ile
doğrunun ne olduğunu, ne kendisi düşünüp hatırlar, ne de uyarı kabul
eder.
Bizzat Allah Teâlâ âyetiyle ihtar edip uyarır da o yine aklını başına
almaz,
aklını yormayınca da ilâhî hikmetten faydalanamaz. Demek ki hikmete
ermek için
vermek yetmez, almak da gereklidir. Veren Allah keremi geniş
olduğundan,
herhangi bir şarta da bağlı ve muhtaç değildir, ama alacak olan kul
şarta
bağlıdır. Hikmete ermenin başlangıcı düşünmedir. Bu da temiz akıl ve
temiz kalb
ile olur. Allah'ın verdiği aklı şehvetlere ve şeytanın vesveselerine
kaptıranlar ne kendi iç dünyalarındaki ilhamları, ne de dış dünyada
olup biten
ibretli sahneleri düşünüp anlayamazlar, kavrayamazlar. Zihinlerinde güç
bulamazlar. Ya hiç düşünmezler veya düşünseler bile hatıralarına dönüp
göz
atarken, neyin gerçek, neyin hayır olduğunu kestiremezler; çünkü hakkın
ve
hayrın alâmetlerini bilemezler, onu seçip belirleyemezler. Bunu
yapamayınca da
hikmet yolunda ilerleyemezler. Bu suretle büyük bir ilâhî lütuf olan
hikmet,
ancak temiz yürekli, temiz düşünceli gerçek akıl sahiplerine nasip
olabilir.
Bundan dolayı akıl ve iyi seçim hikmetin şartı, düşünce de
başlangıcıdır.
Bunlar hep Allah vergisi ve ilâhî iradenin eseri olan kabiliyetlerdir.
Ancak şu
kadar var ki, ilk şartlar ve ilk sebepler, kayıtsız şartsız bir ön
iradenin
bağış eseri iken; hikmet düzeninde olayların cereyan şekli, kulun istek
ve
iradesi yanında ilâhî iradenin de o yönde tecellî etmesiyle meydana
gelir. Bir
bakımdan vehbî, (Allah vergisi) bir bakımdan kesbî (kazanmakla ilgili)
sayılır.
Kulun iradesi adî sebep, ilâhî irade gerçek ve geçerli sebeptir. Önünde
ve
sonunda ilâhî irade bulunmadan hiçbir şey meydana gelmez. Kulun iradesi
bağlantı kurmaya yarayan bir küçük yoldur. İlahî iradenin çok değişik
şekillerde
tecellî etmesi, işte Allah'ın vâsi' (geniş) adıyla anılmasının bir
sonucudur.
Bundan dolayı hikmetin aslı ihsandır, hikmet eseri olan şeyler hem
ihsandır,
hem de kesbdir.
Hikmet
ne demektir? Bu kelime hüküm, hükûmet ve sağlamlaştırmak demek olan
ihkâm mânâlarıyla
ilişkili olarak mastar ve isim olur. Bundan dolayı manevî ya da lafzî
alanda
anlam ilişkileriyle birçok mânâlarda kullanıldığından yerine göre
tefsir
edilmesi gerekir. Mastar olması bakımından, aslında kötülükleri ortadan
kaldırmak, iyilikleri elde etmek mânâsı vardır ki; hüküm ve hükûmet,
sağlamlık
ve muhkemlik hep bu kökten alınmıştır. Her nerde kötülüğü gidermek ve
iyiliği
elde etmek varsa, işte orada hikmet mânâsı vardır. Bundan dolayı bir
şeyin
içinde gizlenen ve sonuç bakımından ortaya çıkacak olan fayda ve
iyiliğe o
şeyin hükmü ve hikmeti denilir ki, hikmetin birçok anlamından biri de
budur.
Bunda bütünüyle nihâî (son) hedef mânâsı olmasa bile, bunun az çok
bulunması
gerektiği söylenebilir. Buna göre, anlam bakımından hikmet sözü, fayda
sözünden
daha özel bir anlam ifade eder. Sebep kelimesinden daha geniş
anlamlıdır. Zira
hikmet, sebepten önce olabildiği gibi, nihâî hedeften sonra da
olabilir. Yani
sebebin sebebi, amacın sonucu şeklinde ortaya çıkabilir. Bundan dolayı
hikmet
denildiği zaman, mutlaka ya bir sebep sonuç ilişkisi veya daha genel
olarak bir
sebebin nedeni ve buna benzer gerekçeli bir mânâ söz konusudur. Yani
hikmet,
kesinlikle sonucun sebebe irca edilmesi, tutarlı ve sağlam bir ilişki
anlamı
ifade eder. Nitekim bir işi, bir başka işe isnad etmeye hüküm denildiği
gibi,
bilimsel veya amelî herhangi bir doğru karara da hikmet denilir. Hasılı
böyle
içerikli veya gerektirici çeşitli anlamlardan her biri dolayısıyla
hikmet, çok
yönlü mânâlar için çok anlamlı bir isim olmuştur. En genel anlamda
hikmet,
fayda, yarar ve ihkâm anlamlarından dolayı her güzel bilginin ve her
faydalı
işin ismi olmuştur. Bununla beraber pratik ilimlerle ilişkisi, teorik
ilimlerden daha fazla olduğu gibi, doğrudan doğruya amele tahsisi de
ilimden
daha fazladır. Güzel ameller içindeki yeri de ilme yöneliktir. Yani bir
işi
körü körüne değil de, önünü sonunu düşünerek ve ondan doğacak bütün
tehlikeleri
bertaraf etmeyi gözeterek yapmak demektir. Bütün bunlardan
anlaşılmaktadır ki;
hem ilim, hem iş yapma hikmetin en esaslı mânâsını teşkil eder. Bütün
bunlardan
dolayı hikmet kelimesi, aşağıda görüldüğü çeşitli anlamlarla tefsir
edilmiştir:
1-
Sözde ve fiilde doğruyu tutturma (Mücahid'den İbnü Nüceyh). Söz, fikir
ve
lafızdan daha geniş anlamlıdır. Fiil de, bu kalbin fiili, dilin fiili
gibi
diğer amellerden daha geniş anlamlıdır. Herhangi bir hususta kalbinden
geçirerek ve dil ile söyleyerek, şu şöyledir demeli ve öyle yapmalı ve
yaptığı
işte isabet de etmeli; işte bu bir hikmet olur. Şu halde yalnızca sözde
doğru
söylemek tek başına hikmet olmadığı gibi, yalnızca işi doğru yapmak da
hikmet
değildir. Sözde isabet etmek, o konu hakkında gerçek ve doğru olan
hükmü vermek
demektir; o hükmün gerçekten o olayın hakikatına uygun düşmesi, yani
gerçek
bilgiye dayanması, içinde bilgisizlik, hata ve yalan olmamasıdır.
Harekette
isabet de, o işin hem özüne uygun olması, hem de gerçekte kendisinden
beklenen
sonucun gereği gibi ortaya çıkması; yani kötülüğü gidermek, iyiliği
elde
edebilmek şeklinde sonuçlanmasıdır ki, bunlara o işin hükmü, hikmeti,
gayesi,
garazı veya illet-i gâiyyesi denilir. Hasılı sözde isabet hakka, fiilde
isabet
hayra yöneliktir. Hikmetin hakikatı, başlangıcında ilmî anlamda,
sonucunda ise
amelî anlamda her iki yönünün birlikte bulunması demektir. Bu mânâ daha
başka
şekillerle de ifade edilmiştir. Şöyle ki:
2-
Hikmet hem bilgi, hem de iştir: Bilmek ve bildiğiyle amel etmektir. Bu
ikisini
birlikte yürütemeyene hakîm denilmez. Mukâtil ile İbnü Kuteybe hikmeti
böyle
anlamışlardır. Burada ilim, gerçek mânâsıyla ilm-i yakîn (kesin bilgi)
demektir. Yani bir şeyin özünü kavramış olmak demektir. Buna açıklık
kazandırmak için genel olarak "ilimde ve amelde ihkâm ve itkan" veya
"tahkîk-i ilim ve ihkâm-ı amel" tabirini kullanmışlardır. Zira ilmin
muhkemliği yakîniyet derecesiyle, amelin muhkemliği kendisinden
bekleneni
sağlamasıyla ilgilidir. Bu önceki tarif bize gösteriyor ki hikmetli
bilgi,
tecrübe ile desteklenmiş ve uygulanabilir özellikler taşıyan ilimdir.
Hikmetli
hareket de bilimsel temellere dayalı olan ve bir ilmin ölçüsüne
vurulduğu zaman
doğru olduğu kesinleşen ameldir. Hasılı hikmet, ilim ile iradenin
karşılıklı
işbirliği sonucu fiil sahasına çıkması ve o fiilin de kendisinden
bekleneni
sağlamasıdır. Bir başka deyişle hikmet, ilim ile sanatın birleşmesidir.
3-
Hikmet; ilim ve fıkıh demektir (Mücahid). Bu tarif öncekilerden başka
bir
şeymiş gibi kabul edilebilirse de öyle değildir. Fıkıh kelimesi esas
itibariyle
hikmet kelimesinden çok farklı bir anlam taşımaz, aslında bu ikisi
birbirinin
benzeri gibidir. Mesela: "şunun hikmeti veya sırrı veya ruhu veya
hakikatı
şudur" demek yerine, "fıkhı şudur" denilir. Hikmet gibi fıkıh da
birçok yönden ve ayrıntılı sebepler bakımından derin bilgi ve faydalı
iş
anlamına gelir. Lügat anlamıyla fıkıh, amaç ve maksadı kavramak
demektir. O
halde ilim katıksız bilgiyi, fıkıh o bilginin amacını anlamaktır ki, bu
anlam,
işi de içine alır. "Allah kime hayır murad ederse onu dinde fakih
kılar." hadisi şerifi dahi, bu âyetteki hikmetten maksadın fıkıh
olduğunu
ortaya koyacak bir delil olarak gösterilebilir. Dinde fıkıh ise, dinin
amaçlarını kavramak demek olur ki, bunun hakikatı da insanoğlunun kendi
yararına veya zararına olan hükümleri, haklarını ve görevlerini bilme
melekesidir. Bu da kendi kendini ve Allah katında kendisiyle ilgili
olan hüküm
ve kuralları tanıması ve ona göre görev bilerek yapması ve bu gücü
kendinde
bulmasıdır. Şu halde fıkhı olmayan ne kadar bilgili olursa olsun hakîm
olamaz.
Bu tarife göre, şu da muhakkaktır ki, fıkıhtan başka ilmi olmayanlara
da hakîm
denilemiyecektir. Gerçekten de fakih olabilmek için fıkhın dayandığı
temellerin
neler olduğunu da bilmek şarttır. Bu da bütün ilim dallarıyla
ilişkilidir.
Fıkıh hem nazarî (teorik), hem amelî (pratik) yanları olan bir ilim
olduğu
gibi, bir bakıma bildiğini yaşama işiyle de yakından ilgili bir
ilimdir. Yani
ilmi ile amel etmeyene gerçek anlamda fakih adı verilemez. Bundan
dolayı ilim,
tevhid ilmi ve akaid gibi usûle ait, fıkıh da fürû' ve amele ait kabul
edilince
bu tarif, hikmet-i nazariye (nazarî hikmet) ve hikmet-i ameliyenin
(amelî
hikmet) tamamına uygun düşmüş olur ki; hasılı hikmet usûl ve fürû'u,
ilkeleri
ve amaçları, özündeki bütün incelikleriyle bilip ne yapacağını tayin
etmek ve
bu bilgilerin gereğiyle amel etmek anlamına gelir. Ancak fıkıhta,
yalnızca
bilgi söz konusu edilirse o zaman bu tarif, hemen aşağıda gelecek olan
dördüncü
tarif gibi olur.
4-
Hikmet varlıkların özündeki mânâları anlamaktır (İbrahim Neha'î).
Mânâlar, âyân
(cevher) karşılığı olduktan başka, erken devirlerdeki İslâm âlimlerinin
dilinde
"sebep ve illet" kelimesi yerine kullanılmakla etkili özellikler,
sebepler ve sonuçlar, daha doğrusu sebepler ve amaçlar demek
olacağından bunun
özeti, varlıkların içyüzündeki gerçeği ve o gerçeğin gerektirdiği
özellikleri
tanımak ve en etkili özelliği tanımak, o özelliğin değişik amaçlara
nasıl
yönlendirdiğini anlamaktır. Yani varlıklar arasındaki sebep sonuç
ilişkilerini
ve etkileşim düzenini izleyip, varlıkların özünü ve amaçlarını kavramak
demek
olur. Bu tarif, amel ve uygulamayı hesaba katmamış ve hikmeti yalnızca
bilgi
yönüyle ele almış olduğundan öncekilerden daha geniş kapsamlıdır. Çünkü
iş ve
hareket alanına uygulandığı takdirde de doğruluğu ortaya çıkar. Fakat
bilmeyi
ve anlamayı, varlıkların taşıdığı mânâlar ile sınırlayıp kavram ve
kapsamını
genişlettiğinden dolayı bir bakıma özel anlamlıdır. Bilmek ve anlamak
demek,
mütkan ilim (kesin bilgi) anlamında olup tümevarım metodunu da dile
getirmiş
olur. Bununla beraber "vav" tertip anlamını gerektirmeyeceğinden,
aksine bir anlama da ihtimali vardır. Buraya kadar verdiğimiz
bilgilerin
hiçbiri Allah'ın hikmet sahibi ve hakîm olmasıyla ilgili değildir. Zira
Allah'ın ilmine ve hikmetine "fıkıh" denilemiyeceği gibi,
"ma'rifet ve anlamak" da denilemez. Çünkü bu deyimler, öncesindeki
bir bilgisizliği de îma ederler. Demek oluyor ki, her marifet hikmet
olmaz,
işin özünü kavramak da şarttır. Anlamak demek, bir şeyin akılla ilgili
yanını
kavramaktır. Eğer bu tarife amel şartı ilave edilmiş olsaydı, o zaman
böyle bir
hikmetin sahibinin, herşeyi yapabilmesi gerekirdi. O zaman da âyette
geçen
hikmet sözüne uygun düşmezdi. Marifet ve anlamanın eklenmesiyle hikmet,
Allah'ın sıfatının tarifinde sakınca doğururdu. Bu tarif, bütün
ilimlerin ve
fenlerin bir temele irca edilmesiyle hepsini aynı düzeyde ifade eden ve
ilâhî
hikmetin bilgisi denilen yüce bilgiye uygun düşer. Meşhur olduğu üzere,
hikmet
bilgisinin "Varlıkların hakikatını tanımak" diye tarif edilmesi de
buna benzemekle birlikte bundan daha dar anlamlıdır. Hakikatler,
tabiatüstü
olduğu gibi, amaçları da kapsamına almaz. Lâkin insanoğlunda böyle bir
hikmet
bilgisi mümkün müdür? Herşeyden önce marifet ve anlamak bilfiil değil
de meleke
ve kabiliyet olarak ele alınırsa belki bu tarif gerçeği ifadeye yarar.
Ayrıca
Allah dilerse mümkün olur. Bu anlamda bir hikmet bilgisi peygamberlerde
ve
büyük velîlerde bulunabilir. Gerçekten de Kur'ân'ın birçok yerinde
"hikmet" peygamberlik kavramıyla birlikte bulunmaktadır ve çoğu zaman
da onun yerine kullanılmaktadır. Nitekim tefsir âlimlerinden Süddî bu
âyette de
hikmeti böyle tefsir etmiştir. Zira peygamberlik hem ilmî, hem amelî
yönden
ilâhî ihsan eseri olan hikmetin en yüksek mertebesini ifade eder. Bunun
içindir
ki, İbnü Rüşd, "Tehâfüt" adlı eserinde, "Her peygamber hakîmdir,
fakat her hakîm peygamber değildir." diyerek bu hikmeti tarif etmiştir.
5-
Hikmet, Allah'ın emrini anlamaktır (Zeyd b. Eslem ve oğlu). Bu tarifte
de
anlamak için kullanılan akıl, aslında nazarî akıldan da, amelî akıldan
da daha
geniş bir anlam taşıyorsa da, insanın kendi işlerini kapsam dışı
bırakmaktadır.
6-
Hikmet, anlamak demektir (Şüreyk). Bu bir lafzî tarif olmakla beraber
diğer
tariflerin ortak yönünü almıştır. Demek ki, hikmetin en genel anlamı
anlamaktır. Mutezile bunu anlama gücü ve yeteneği şeklinde kabul
etmişse de
doğrusu anlama yeteneği değil, anlamanın kendisidir. Aslında her ikisi
de
Allah'ın ihsanıdır. Anlaması olmayan hakîm olamaz. Bu üç tarif (Yani 4.
5. ve
6.) hikmeti yalnızca bilgi özelliğiyle ele almıştır. Bunlara karşılık,
hikmeti
yalnızca amelî değeri ile ele alanlar da vardır. Şöyle ki:
7-
Hikmet, icad demektir (Ta'rifat-ı Seyyid'den). Hikmet sebep ve
illetlere irca
edilen ve onunla ilişkili olduğundan, illiyetin hakikatı da yaratmak ve
icad
etmek olduğundan, asıl hikmet icad demektir. Fakat bu tarif, her şeyden
önce
Allah'ın hikmetine uygun düşmektedir. Bir de mutlak anlamda yaratmak
yalnızca
Allah'ın işi olduğundan, hikmet yalnızca eserleri, sebep ve illetleri
yaratmak
değil, aynı zamanda o sebepleri birbirlerine karşı çok yönlü fayda ve
maslahatları da gözeterek, bir uyum içinde ilişkilere yöneltmektir.
Böylece
birinci eser, ikinciye, ikincisi üçüncüye ve sonsuza kadar ilk sebep ve
illetin
etkisine doğru uzanan bir yol olur da eserlerin hepsi birbirlerine
perçinlenmiş
bir halde aralarında sarsılmaz bir düzen kurulmuş olur ve buna
"sünnetullah"
(Allah'ın sünneti) adı verilir. İşte hikmetin bütün sırrı bu kurulu
düzenin
içindedir. Bundan dolayı hikmetin çeşitli isimlerinden biri de
"Sünnet-i
muhkeme"dir. Hakk'ın nizamı, Hakk'ın şeriati, Hakk'ın dini ve bunlara
uymak, uymakla birlikte hakikatın ortaya çıkmasına vesile olan her
güzel haslet
hep hikmettir. Ve yine bundan dolayı hikmetin bir mânâsı da sebeptir.
İşte bu
yüzdendir ki, insanlarda dahi basit bir özellik kazandıran sebep ve
illetler
bulunduğundan, bu hikmeti icad eden Cenab-ı Allah, dilediği insanlara
da bundan
bir hisse bahşetmiş, yine kendi hikmetinin icabı olarak, insanlara da
dış
görünüşte basit ve geçici bir düzen kurabilme gücü ve yeteneği ihsan
eylemiştir. Bu demektir ki, insanoğlu ortaya koyduğu düzende gerçek
yaratıcı
değilse de ilâhî yaratışın ortaya çıkmasına bir araç olmak bakımından,
aynı
yolda O'nun bir vekili durumunda olduğundan yine bir değer ifade
etmektedir.
Özetleyecek
olursak, Fahruddin Razî'nin beyanına göre, bu mânâca Allah'ın hikmeti,
her
zaman her yerde, kulların yararına olacak şeyler yaratması demek olduğu
gibi,
kulların davranış ve eserlerinde de bu böyledir. İnsanların hikmeti de
başka
kulların yararına olacak şeyler yapmak ve ortaya koymak, sünnetullah
denilen
kâinat düzenini anlayıp ona göre keşif ve icadlarda bulunmak demektir.
Yani
sadece kendisine yarayacak birşey değil, başkalarına da yarayacak
eserler
ortaya koymasıdır. Ancak insanların haddi zatında yaratılmış ve
birtakım
sebeplere bağlı olarak ortaya çıkmış oldukları bilinip dururken,
birtakım keşif
ve icadlar ortaya koyan kimseler, kendilerini ilk sebep yerine koyup
öyle
sanırlarsa, ilim açısından sonuçtan sebebe yol bulup geçememiş ve bir
yerde
takılıp kalmış olacaklarından, dışa bağımlı olan zahiriyeden sayılırlar
ve
hikmet ehlinden olamazlar.
8-
Hikmet, varlık düzeninde herşeyi yerli yerince koymak demektir ki, bu
tarif de
görünüşte bütün varlığı açıklamaya yönelik olduğundan, bir bakıma ilâhî
hikmeti, ilâhî sıfatları topluca tarif sayılır. Ancak herhangi bir şeyi
kendi
yerine koymak denildiği zaman, cüz'î hikmete de uygun düşeceğinden,
insanların
hikmet özelliği için de geçerli olur. Ayrıca buradaki yerli yerine
koymayı,
yaratılış anındaki ilk yerleştirmek veya yaratılmış olan mevcut
düzendeki
yerinin ne olduğunu keşfedip kavramak şeklinde iki türlü anlamak da
mümkündür.
Bununla beraber bu tarif, hikmetin, varlık düzeni içinde çeşitli
varlıkların
yerini ve değerini anlamanın gerekli olduğunu dile getirmektedir.
Bundan
dolayı, hiçbir sıra ve düzen gözetmeden ortaya konan icad, hikmet
kavramının
dışına çıkmak olur. Bununla beraber bu tarif, yaratılmış varlık düzeni
içinde
kulların ne gibi düzenlemeler yapabileceği açısından daha ziyade
adaletin
tarifi olmak üzere meşhur olmuştur. Şu halde pratik açıdan hikmet
adalet
demektir. Amelî hikmet denilen ahlâk ilmi, ahlâkı, ifrat ile tefrit
arasında
adalet temeline dayandıran bu mânâyı almışdır.
9-
Hikmet güzel ve doğru işlere yönelmektir. Bu tarifte hikmetin,
güzelliği ve
iyiliği hedef tuttuğu ve bu amacın sınırlı olmayıp sonsuza kadar
durmadan
ilerlemeyi gerektirdiği ifade ediliyor. Bundan dolayı hikmetin bir
meleke ve
bir huy olduğu kesin demektir. "Sonucu iyilik olan işi yapmaktır."
şeklindeki tarifi de buna çok yakın bir tariftir.
10-
Siyasette, insanın gücü yettiği kadarıyla yüce yaratıcıya benzemeye
çalışmasıdır
ki, bu da ilmini bilgisizlikten, icraatını zulüm ve haksızlıktan, ikram
ve
ihsanını cimrilikten, hoşgörüsünü bunaklıktan arındırmak ile mümkün
olur.
Fahruddin Razî'nin tefsirinden alınan bu tarife göre, siyaset deyimi bu
tarife
bir özellik kazandırıyor gibi görünüyorsa da, "Hepiniz çobansınız ve
her
çoban sürüsünden sorumludur." hadîsi şerifinin anlamı derinden derine
düşünülürse, kapsamının genişliği iyice anlaşılır. Bununla beraber bu
tarif,
daha ziyade hikmetin hakimiyet mânâsıyla olan ilişkisini ön plana
çıkarıyor.
11-
Hikmet, Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanmaktır. Bu tarif de yine Fahruddin
Razî'ye
aittir. Nitekim bir hadîsi şerifte, "Allah'ın ahlâkı ile ahlâklanın."
buyurulmuştur. Fâtiha Sûresinde ilâhî ahlâkın bir tecellisini
görmüştük. Nûn
Sûresinde Peygamber (s.a.v.) efendimiz hakkında, "Doğrusu sen büyük bir
ahlâk üzere yaratıldın." (Kalem, 68/4) buyuruldu. Bu âyet de bunun
canlı
bir örneğini göstermektedir. İlahî ahlâk veya büyük ahlâk adı verilen
şeyin
Kur'ân ahlâkı olduğu da tefsirlerde açıklanmıştır. "Ben ahlâk
yüceliklerini kemale erdirmek için gönderildim." hadîsi şerifi
gereğince
Hz. Peygamber'in peygamber olarak gönderilişinin sırrı da bu noktada
toplanmıştır. Şüphe yok ki akıl, anlayış, iman, marifet ve ilim böyle
bir
ahlâklanmanın öğelerinden değilse bile şartlarındandır. "Bunu ancak
üstün
akıllılar anlayabilir." meâlindeki âyeti de bu anlama açıklama
getirmiştir. Hikmetin kâh ilim, kâh amel, bazen de her ikisi birden
olmak üzere
ele alınmış olması da bundan ileri gelmektedir. Bundan dolayı sebepler
ile
sonuçlar, ilkeler ile amaçlar arasındaki inceliklere ve ilişkilere
dönük olan
gerçekleri, hikmet ile uygulama arasındaki sebep sonuç düzeni içinde
görmek ve
göstermek bakımından, ilk tariflerde dile getirildiği üzere; hikmet,
ilimde ve
amelde sağlamlık, sözde ve işte isabet diye tarif olunduğu zaman, hemen
hemen
bütün tarifler gözetilmiş olur. Bunun gibi sebep durumunda olan birinci
şıkkın
varlıkta da önceliği olduğuna göre ilim ile; sonra bu ilişkiden
maksadın sonuç
ve amaç olması, varlıkta sonra gelen amacın bilgide önceliği bulunması
bakımından "amel" ile tarif edilmiştir. Fakat şunu gözden uzak
tutmamak gerekir ki, sebep sonuç ilişkisini ve bu ilişkide kötülükleri
önlemek
ve faydaları sağlamak kavramını daima gözetmek durumunda olan hikmet,
sonuçta
amele yönelmeyen ve pratiği gözetmeyen ilme, aynı şekilde ilimden
etkilenmeyen
amele ve her ikisinin birlikte iyiliği elde etmek değil de kötülüğü
hedef tutan
kısmına uygun düşmeyeceğinden, bu çeşit bilgiye hikmet denilmesi doğru
olmaz.
Bir bilgiye hikmet denebilmesi için üzerinde faydalı bir işin eserinin
görülmesi gerekir. Herhangi bir faaliyete hikmet adı verilmesi de hem
ilmî
temellere dayanması ve ilmin gereklerine uygun olarak ortaya konması,
hem de
kötülüğü ve zararı amaçlamamış olması gerekir. Bundan dolayı, uygulama
alanı
olmayan herhangi bir nazarî bilgi bizzat bir hikmet olmadığı gibi,
tesadüflere
bağlı olarak meydana çıkmış olan herhangi bir iş de öyledir. Bunun için
ilâhî
hikmetin içinde ne kuru ve nazarî bilgi vardır, ne de tesadüfe dayanan
bir
hareket, bir oluş. Bundan dolayıdır ki, sebepler düzenine dayalı olarak
kurulmuş olan bilginin hakikatı, tesadüf eder. Çünkü tesadüf, gerçeğe
ve
bilinene göre değil, sebebini bilmeyen bilgisizliğe göre tesadüftür.
Tesadüf
nazariyesi daima bilgisizlik nazariyesidir. Böyle olduğu içindir ki,
varlığın
başlangıcı konusunda tesadüfe dönüşmekten kurtulamıyan tabiat
nazariyesi,
tabiatın ilk başlangıç ve ilk sebep olduğunu savunan görüş, her yönüyle
ilim
dışıdır. Ve bütün ilimlerin ve fenlerin akışına ters düşen bir cehalet
nazariyesidir. Gerçekten de bütün olayları ve oluşları ve bütün
yücelikleri bir
bakıma tesadüfe bağlayan bir fikrin, ne kendisinde, ne eserinde hikmet
nasıl
olur da söz konusu olabilir. Hikmet ve varlık düzenindeki sağlamlık
kesinlikle
ilme, ilim de "âlim-i kül" (herşeyi bilen) ve "hakîm-i
mutlak" (mutlak hakîm) olan bir ilk sebebe dayanır. Ve âlemde görülen
hikmet, mutlak hakîm olan Allah'ın gücüne ve hikmetine şahittir. Ve
insandaki
hikmetin temeli de işte O'na iman etmek, O'nu tanımaktır. İnsan
hikmetinin
amacı da O'nun kurduğu düzendeki incelikleri, o düzenin kanun ve
kurallarını ve
sebep sonuç açısından işleyiş şeklini anlamaya çalışmak, ona uygun
davranmak,
onun ahlâkıyla ahlâklanmak ve her işinde doğru ve faydalı olanı
yapmaktır. Demek
ki ilk sebep olan Allah Teâlâ ile yaratılmışlardan her birinin iki
türlü
ilişkisi vardır. Birisi O'na, doğrudan doğruya O'na bağlanan sebep
ilişkisidir
ki, her şeyin kendine mahsus olan özelliği buna bağlıdır. Eğer bu özel
sebep
ilişkisi ve bağı olmasaydı varlıkta hiçbir şey, diğerinden ayrıcalık
kazanamaz,
ferdî özelliği ve ferdî kişiliği olan varlıklar gerçekleşemezdi. Bu
nokta,
müminin Allah'a tevekkülünün, yüce gücüne ve mucizelere imanının
temelidir.
Burada akıl değil, yalnızca iman hakimdir.
Diğeri
ise şimdiki zamandan ezele, ezelden ebede doğru zincirleme olarak akıp
giden
bir sebepler ve sonuçlar ilişkisidir ki, bunda bütün varlıklar
birbirlerine
tutunarak bir bütün hâlinde yaratılışın başlangıcı ve sonucu itibariyle
Allah'a
dayanır. Bu da ilâhî hikmet meselesidir ve akıl ile ilmin alanıdır.
İnsanoğlunun hikmeti, genel ve özel karakterli bu iki türlü ilişki ve
bağlantının gözetilmesine uygun düşecektir. Bu ikisi birlikte
gözetildiği
takdirde akıl ile kalb birleşecek ve o zaman insan, insan-ı kâmil
olacaktır. Ve
insan-ı kâmil olanlar ebediyete kadar varlıkta bir hakimiyet sırrına
nail
olurlar da hiçbir zaman bunu kendilerinden bilmezler ve kendilerine mal
etmezler, kendilerinde meydana gelen o hâli, ilâhî hakimiyetin bir
akışı olarak
tanırlar. Nitekim Hz. İbrahim ölüyü diriltme sırrına erdiği halde, "Ben
diriltiyorum, ben öldürüyorum." demedi de "Rabbim diriltiyor, Rabbim
öldürüyor." (Bakara, 2/258) dedi. Halbuki Nemrud, bir mülke nail
olmakla,
"Ben diriltirim, ben öldürürüm." şeklinde iddiaya kalkıştı.
"Üstün akıllılardan başkası düşünüp anlayamaz."
İnsanlarda
hikmetin başı olan akıl, yalnızca ilâhî bir ihsan olduğu gibi, şeref ve
güç
kaynağı olan kalb de yine ilâhî bir ihsandır. Bunlar doğrudan doğruya
Allah'a
dayanırken, bunların eserleri olan fiil ve hareketler de kesb (kazanma,
çalışma) sebeplerine bağlı olarak hem doğrudan doğruya, hem dolaylı
olarak yine
ilâhî ihsan eseridir. "O dilediğine hikmeti verir." ifadesi, kayıtsız
şartsız her iki ilişkiyi birlikte ifadeye yöneliktir. âyeti de zekâ
itibariyle
vehbî olana, düşünme itibariyle kesbî olanla vehbî olana, her ikisine
birlikte
bir uyarıdır. Demek ki sırf kendi kerem ve fazlından Cenab-ı Allah,
dilediğine
hak ile batılı, şeytanî olanla rahmanî olanı anlayıp ayırd edebilecek
ve ona
göre doğru olanı yapacak, kötülüğü giderip iyiliği elde edecek bir
hikmet ve
hakimiyet bahşeder. Hikmet ise bir sonuca birçok sebebin etkili
olabileceğini
gerektirdiğinden "çok hayır" demek olur. Fakat bilgi ve anlayış,
sağlam iş için bir sebep ve şart olmakla beraber, yine tam ve yeterli
bir sebep
değildir. Bundan dolayı akıl ve anlayış sahiplerinin, kendi kesb ve
gayretleriyle düşüncelerini ve iradelerini kullanmaları da hikmet
açısından, bu
hakimiyete ve çok hayra erebilmek için şarttır. Bu şekilde her akıl
sahibinin
kendi akıl derecesine göre hikmetten bir hissesi vardır. Her zaman
insanoğlu,
şeytanî telkin ile rahmanî telkini anlayıp ayırd edebilmek için, işin
başlangıcında aklını ve düşüncesini uyanık tutmak zorundadır. Daha
sonra bu
düşünce ve o hikmet ilâhî feyzin de yardımı ile insanda bir meleke
oluşturur ve
nihayet insan derecesine göre, ilâhî ahlâk ile ahlâklanır. Pratik aklı
gelişir,
kuvvetlenir; dolayısıyla bildiği ve yaptığı şeyler gerçekten ve
doğruluktan
şaşmaz olur. Şu halde düşünceyle pratik bilgiye sebep olması
bakımından,
hikmetin ön şartı sayılabilir. Bunun için nazarî ilim, hikmetin
başlangıcı
sayılarak "nazarî hikmet" adını almıştır. Lâkin yalnızca nazarî
bilgiye saplanıp kalmak, yolunu şeytana kestirmek demektir; bu olsa
olsa
filozofluktur. Yani hikmetin kendisini değil, hikmetin lafını etmektir.
Sırf
felsefe ile uğraşmanın ayıp sayılması da bundandır. Bunların pek
çoğunun sözü
işine uymaz. O zaman sözü doğru ise, yaptığı yanlış; yaptığı doğru ise
söylediği yanlış olacağından, bunların varlıkları bir çelişki ortaya
koyar. Bu
tutumları yalnızca kendilerini perişan etmekle kalmaz, başkalarını da
yoldan
çıkarır, bunlar şeytan ve şeytanlık kavramının kapsamı içine girerler.
Bundan
sakındırmak için, "Siz faydalı bilgiyi isteyiniz ve faydasız ilimden
Allah'a
sığınınız!" buyurulmuştur. İşte birçok âlimlerin, hikmeti tarif ederken
amelde ısrar etmeleri, bilgiyi abesle iştiğalden ayırd etmek ve faydalı
olanı
elde etmek amacını gerçekleştirmek içindir. Zira ilim ve marifet pek
yüksek bir
şey olmakla beraber, lafta ve uygulama dışı kaldıkça ya da uygulamada
onun tam
zıddı ortaya kondukça, boşuna bir uğraştan başka birşey olmaz. Amel
denilen şey
olmasaydı, bilginin bilgi olduğu gerçekleşemezdi. Allah Teâlâ bile
kâinatı
bilip de yaratmasaydı hikmeti mevcut olmazdı. Allah'ın ahlâkı ile
ahlâklanmak
sözü de bu noktada çok önemlidir. Buna karşılık diğer bir kısım
âlimlerin,
tarifte ilmi ön plana almaları da ilimsiz amelin hikmet olamayacağını
bilhassa
vurgulamak içindir. Yoksa herhangi bir işi ve faaliyeti hedef tutmayan,
varlıkta gerçekleşmesi hayır hedefine yönelik olmayan ilme de hikmet
demek için
değildir. Demek ki asıl hakikat ikisinin birleşmesindedir. O halde
önceki
tarifleri esas olarak almak, sonrakileri de onların birer yönden
açıklaması
görmek gerekmektedir. Bundan dolayı, ilim ile ameli, hikmetin birer
çeşidi gibi
değil, birer parçası olarak kabul etmek gerekir. Yani hikmet denilen
şey, ya
gerçek bilgi, ya doğru hareket değil; doğru bilgi ile doğru hareketin
bütünüdür. Bunların her birine tek başına hikmet denilmesi mecaz, ya da
ıstılahtır. Bu açıklama ile amelin imandan bir cüz (parça) olmadığı
halde,
dinden cüz olmasının önemi de ortaya çıkar. Böylece akıldan sonra,
anlamak ve
düşünmek hikmetin şartı olduğundan pratik bilgiden önce nazarî bilginin
dahi insan
hikmetinin bir cüz'ü değilse bile bir başlangıcı olacağı ve bunun
mutlaka
pratik bilgiyi, onun da faydalı ve hayırlı olan ameli hedef tutması ve
"Ben cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye
yarattım." (Zâriyat, 51/56) âyetinde de işaret buyurulduğu gibi,
bilgiden
kulluğa geçilmesi gerektiği yolundaki ilâhî hikmetin gerçekleşmesinin
önemi
anlaşılır ki, İslâm fıkhının üslubu da zaten budur. Herhangi bir konuda
nazarî
bakımdan derinleşmek ve orada saplanıp kalıp amel ve faaliyet alanına
geçememek
hüsran demektir. Aslında nazarî anlamda hikmet, objektif ve sübjektif
yönleriyle varlıktaki ilâhî kanunların akış şeklini gözlem konusu
yapmak ve
onlardan düşünüp bir sonuç çıkarmaktan meydana gelir. Kâinat bir hikmet
kitabıdır. Kur'ân ise bu hikmetin ilâhî dille oluşumunu anlatır ve
hatırlatır.
Kâinat bir hâl, Kur'ân ise bu hâlin başı ve sonudur; akıl sahipleri
şimdiki
hâli görüp, öncesini ve sonrasını da akılla kavramaya çalışmalı ve
böylece
hikmete ermelidir. Şimdiki hâli görmemek veya onun içinde boğulup
kalmak, ondan
öncesine ve sonrasına intikal edememek veyahut edip de bir yerde yine
takılıp
kalmak, baştan sona kadar hikmet düzenini takip etmemek, ettikten sonra
da onun
icabına uygun olarak hareket etmeyip aksine davranmak, işte bunların
hepsi hikmete
aykırı düşen şeylerdir. Bu şekilde hikmetin başı ve başlangıcı
varlıklara
dikkatli bir gözle bakabilmek, tanıyabilmek, kavrayıp üzerinde
düşünebilmek ve
bir sonuca varabilmektir. Bu bakımdan hikmetin başlangıç noktası ilim,
ortası
din, ibadet ve tâat, sonu da ahiret mutluluğudur. Bunun içindir ki
hikmet çok
hayrı içine alır. Bu mânâları tesbit için de denilmiştir ki:
12-
Hikmet, Allah'ın emirlerini düşünmek ve ona uymaktır. (İbn Kasım'dan
Kuşeyrî).
13-
Hikmet Allah'a tâat, fıkıh ise din ve ameldir (Kuşeyrî). Buraya kadar
verdiğimiz bu onüç tarif, hikmetin mânâsını, efradını cami', ağyarını
mânî bir
şekilde anlamaya yeter. Fakat daha ziyade aydınlanabilmek için şunları
da
gözönünde bulundurmalıyız ki, her birinde başka bir fayda
bulunmaktadır:
14-
Hikmet bir nurdur ki, vesvese ile gerçek makâm arasındaki fark bununla
kestirilir. (Ebu Osman).
15-
Doğru ve hızlı karar verebilmektir. (Bündar İbni'l-Hüseyn).
16-
Doğruya iletmektir. (Fadıl).
17-
Ruhların sükûn ve güvenliğinin son durağıdır. (Kettanî).
18-
Sebepsiz işarettir. Yani öncesinde herhangi bir illet ve sebebe bağlı
olmadan,
Hak Teâlâ'dan kayıtsız şartsız vârid olan, içinde şek ve şüphe, zaaf ve
fesat
ihtimali bulunmayan, niçin ve neden diye sormaya hacet bırakmayan
işarettir.
19-
Bütün hallere hakkı tanık tutmaktır.
20-
Din ve dünya düzenidir.
21-
Ledünnî ilimdir.
22-
İlham vârid olması için sırrı saklamaktır.
23-
Bunların hepsidir.
Görülüyor
ki bunların bir kısmı hikmet, ilim ve ameldir derken, bir kısmı da
meseleyi
kalbe ve vicdana dayamışlardır. Gerçekten de ilim ve amel, akıl ve
irade söz
konusu edilirken, hakikatte ikisinin birleşme noktası olan vicdandaki
duyguları
hesaba katmamak doğru olmaz. Çünkü, "Bunu lüb sahibi (üstün anlayışlı)
olanlardan başkası anlayamaz." âyetindeki "lüb" kavramıyla aklın
bu özüne işaret edilmiştir. Bilincin bilinci demek olan vicdan, nefsin
kendini
kendinde olduğu gibi bulmasıdır ki; bunun aşamaları nefsin, zamanın
akışı
içinde kendi varlığını tanımasını sağlar. Her nefis, kendi vicdanına
bir göz
atışta, kendi varlığının ikilik içindeki birliğini görür ki; biri bulan
nefis,
öbürü bulunan nefistir. Bulan kim, bulunan kimdir? Burada hayret verici
bir
vahdet (birlik) sırrı kendini gösterir. Kalb denilen şey de işte nefsin
bu birlik
merkezidir. Yürek denilen cismanî kalb, bedendeki dolaşım sisteminin,
sinirlerin ve adelelerin çeşitli dokularına sahip olduğu gibi; ruhanî
kalb de
böyle bir çalışma ve iletişim sisteminin merkezidir. Cismanî kalb nasıl
periyodik hareketlerle sürekli olarak bir açılıp büzülme nöbetini
tekrarlıyor
ve cismanî hayat onun bu açılıp büzülmesi sayesinde sürüyor ve ona
borçlu
bulunuyorsa, ruhanî kalb de böyle bir manevî açılıp kapanmanın sürüp
gitmesi
içinde varlığını sürdürür. Manevî hayat bu bir anlık atışların merkezi
olan
vicdana borçlu olarak varlığını sürdürür. Her iki mânâsıyla hayatın
kökü,
kalbin temayüllerine ve atışlarına bağlı kalır. Cismanî kalbin açılıp
büzülmesi, akciğerlerin havadan nefes alıp vermesinden görünüşte nasıl
bir güç
alıyorsa; iç dünyamızda ruhanî kalb de açılıp büzülmesinde "ruh-ı
emrî" ile rahmâniyetin nefeslerinin yardımından feyz alır. Rahmânî
nefeslerin çekilmesi bir büzülme, akışı ise bir genişleme ve ferahlama
ifade
eder. Buna ruh ilminde "kabz ve bast hali" adı verilir: "Allah
kabzeder, bast eder." (Bakara, 2/245) âyeti buna işaret eder. İnkıbazın
inbisata (büzülmenin genişlemeye) dönüştüğü vicdan ışıltıları ruhta bir
haz ve
ferahlık, inbisatın inkıbaza dönüştüğü vicdan anları da ruhta bir elem
ve
sıkıntı doğurur. İnkıbaz, ruhî kalbin kendine dönüşü, duyduğu acı da bu
dönüş
içinde yok oluştan azıcık tadışıdır. İnbisat ise kalbin, rahmânî
nefeslere
kavuşması, aldığı haz ve lezzet de bu kavuşma içinde varoluşu
tadışıdır. İlâhî
kabz, insan ruhuna bir önceki imdadı yutturup, asıl hasleti olan
yokluğu
tattırmak üzere, kalbi kendine döndüren bir terk ve yöneltmedir. İlâhî
bast
ise, bunun aksine kalbi kendinden alıp varlığı tattıran bir imdattır.
Bunun
içindir ki, insan kendi kendine terk edildiği zaman pek ziyade kabz
hâline
dönüşür ve acı duyar da kendisini her şey zanneden o azgın insan o anda
Hak'dan
azıcık bir imdat almak için kıvrandıkça kıvranır. Hasılı hayat gerek
dışta,
gerek içte Hak ile böyle sürekli bir alış veriş içindedir. İnkıbaz
hâlinin
sürüp gitmesi bir hastalık (melankoli) demek olduğu gibi inbisat
hâlinin de
sürüp gitmesi yine bir hastalıktır. İnkıbaz-ı küllî de, inbisat-ı küllî
de ölüm
demektir. Biri boğar, biri çatlatır. Sağlıklı hayat kalbdeki inkıbaz ve
inbisatın nöbetleşe olarak sürüp gitmesinde; kâh elem, kâh haz şeklinde
durmadan değişmesindedir. Geleceğe göre hikmet, ümitsizlik ile ümidin
dengede
durmasında, ümitle korku arasında (beyne'l-havfi ve'r-reca) kurulan
uyumdadır
ve bu uyumun sağlamlığındadır.
Hikmetin
mastar mânâsı açıklanırken, isim anlamlarından birçoğu da bu arada
dolayısıyla
anlatılmış oldu ki, bunların bir kısmına özel olarak, bir kısmına da
genel
olarak hikmet adı verilir. Bundan dolayı sağlam bilgi, güzel huy,
faydalı
sanat, herkesin faydasına olan hizmet, sebep ve sebebiyet, bir kötülüğü
önlemek
veya bir iyiliği elde etmek için yapılan herhangi bir şey, ibret ve
ders almayı
gerektiren herhangi bir söz ve nasihat, tuhaf bir şeyin sırrını
anlamaya
yönelik çaba, peygamberlik, sağlam gelenekler, Allah'ın değişmez
kanunları,
Peygamber'in sünnetleri, şeriat, din, kitap, Kur'ân, İncil. İşte
bunların her
biri hikmetin çeşitli mânâlarından birer tanesidir.
Mukatil'den
rivayet olunuyor ki, "hikmet" Kur'ân'da dört türlü tefsir edilir:
1-
Kur'ân'ın öğütleri mânâsına ki, Bakara Sûresi'nde, "Ve Allah'ın size
indirdiği kitap ile size öğüt vermek için indirdiği hikmet..." (Bakara,
2/231) bu mânâyadır.
2-
Anlamak ve bilmek anlamına hikmet ki, "Andolsun ki, Biz Lokman'a hikmet
verdik." (Lokman, 31/12) âyetinde olduğu gibi.
3-
Nübüvvet (peygamberlik) mânâsına hikmet ki, "Gerçek şu ki, Biz İbrahim
soyuna kitap ve hikmet verdik." (Nisa, 4/54) ve "Ve Allah Davud'a
hükümdarlık ve hikmet verdi." (Bakara, 2/251) âyetlerinde bu anlamadır.
4-
İnce sırları ile Kur'ân demektir ki, "Rabbinin yoluna hikmetle davet
et." (Nahl, 16/125) ve yine bu âyetteki "Her kime hikmet verilmişse
ona çok hayır verilmiş demektir." bu anlamdadır.
Fahruddin
Razî de bu dört mânânın, iyice araştırılınca "ilim" mânâsına
geldiğinin anlaşılacağını söylemiştir. İbnü Mes'ûd, Dahhâk ve daha
başkalarından
bu âyette hikmetten muradın Kur'ân olduğu rivayet edilmiştir. Ayrıca
Abdullah
İbnü Abbas'dan gelen bir rivayette, "Kur'ân'ın nâsih ve mensuhunu,
muhkem
ve müteşabihini, mukaddem ve muahharını bilmektir." diye; İbrahim,
Ebu'l-Âliye ve Katade'den, "Kur'ân anlayışı" diye; Hasen'den
"Dinde takva = " diye; Rebî' b. Enes'den "haşyet" diye
tefsir edildiği de nakledilmektedir. Bunlar da daha yukarıda
kaydettiğimiz
mânâlara eklenince toplamı yirmi dokuz çeşit tefsire ulaşır. Bunların
bir kısmı
masdar, bir kısmı hasılı masdar, bir kısmı da isim cinsinden
kelimelerdir.
Tariflerin bir kısmı ilme, bir kısmı amele, bir kısmı da her ikisine
birden
raci olduğundan buraya kadar yapılan açıklamalar da kısmen tarife,
kısmen
misale ait olmak üzere tariflerin toplamından üç farklı tefsir şekli
çıkar:
1-
Faydalı amele götüren bilgi,
2-
Bilgiye dayalı olarak ortaya konan faydalı amel,
3-
İlimde ve amelde ihkâm (sağlamlık).
Bir
başka deyişle, sözde ve işte isabet veya ilim ve fıkıh mânâlarıdır. Bu
mânâlar
birbirlerinin yakını ve gerekçeleri durumundadırlar, hikmeti bunlardan
birine
mahsus kılmaya hiçbir ipucu yoktur. "Lâm"ın ahde hamledilmesi ile
hikmetin, nübüvvet ve Kur'ân mânâları ihtimal dahilinde, ve , yani
"dilediğine..." ve "çok hayır" gibi ifadeler buna bir ipucu
gibi ise de âyetin gerek yukarısı ile bağlantısı, gerekse "bunu üstün
akıllılardan başkası anlamaz" şeklindeki sonucu ve ayrıca bunun kesbî
ilimlere de işarette bulunması, genel anlamda hikmet cinsinden olan
herşeyi
kapsamı içine aldığında şüphe ve tereddüde yer kalmaz. Tefsir ilminde
otorite
sayılan âlimlerin tercihleri, bu üç mânâdan mastar veya hasılı mastar
olarak
hiçbirine tahsis etmeden tefsir etmişlerdir. "Çok hayır" diye övgüye
layık kılmaktan da anlaşılacağı gibi, yukarıda açıkladığımız şekilde
çok hayır,
ancak ilimle amelin birleşmesinden doğar. Kötülüğü önlemek, iyiliği
elde etmek
şeklindeki esas anlamının bilfiil gerçekleşmesi de buna bağlıdır. Her
çeşit
hikmet Allah'ın ihsanıdır, fakat "çok hayır" kâmil hikmettedir. Ekmel
hikmet de "hayr-ı kül"dür.
270-
Cenab-ı Allah'ın lütuf ve rahmeti işte böyle
geniştir. Fakat Allah Teâlâ'nın bu irşadlarını ancak "ülü'l-elbâb"
olan, yani ilmiyle âmil olan hikmet ehli ve derin düşünceliler anlar.
Bunlardan
başkası ilâhî telkinler ile şeytanî telkinlerin arasındaki farkı
anlayıp
ayırdedemezler. Allah'ın infak emrindeki ve diğer emirlerindeki incelik
ve
hikmetleri, ilâhî ihsan ve ikramların genişliğini takdir edemezler.
Onlar
şeytanın vesvesesine aldanabilirler; çünkü kalbleri bozuktur,
düşünceleri
çürüktür, lübsüzdürler, yani işin özünü kavrayamazlar. Ayrıca Allah,
"alîm" olduğu için, az veya çok, iyi veya kötü, gerek Allah yolunda,
gerek şeytan yolunda her ne niyyetle, her ne türlü nafaka harcar veya
infak
ederseniz veya ister ibadet ve taat, ister masiyet ve günah uğruna ne
adak
adarsanız, nezir yaparsanız, onu da şüphesiz Allah bilir. Ona göre ne
yapacağını da bilir; iyiye iyi, kötüye kötü ecir ve ceza verir. Bundan
dolayı
Allah'dan bir şey gizlenir sanıp da kötülüğü ibadet ve taat, ibadet ve
taatı da
masiyet yerine koymamalıdır. Allah'ın hakkını, kulların hakkını hiçe
sayarak ve
çiğneyerek insan, ne başkalarına, ne de kendi kendine zulüm ve
haksızlık
etmemelidir. Çünkü genellikle zalimler çıkarına yardımcı cinsinden bir
kişi,
bir şefaatçi yoktur. Allah'ın azabı o zalimleri yakaladığı gün, hiçbir
taraftan
bir kimse çıkıp da onlara yardımcı olmaz ve olamaz. Zulüm herhangi bir
şeyi,
hakkı lâyıkı olan yerin dışına koymak demek olduğundan, iyilik tohumu
ekmek
için yapılması gereken infakları günah ve kötülük uğruna harcayarak şer
tohumu
ekmek veya ibadet ve taata harcanması lazım gelen adakları, masiyetlere
harcamak, mal varlığını gizleyip borcu olan vergileri ve zekâtları
vermemek
veya adayıp da adağını yerine getirmemek veya kötü ve işe yaramaz
şeyler infak
etmek veya daha başka yollarla insanların haklarını yemek suretiyle
zulmedenler
en çok kendilerine yazık etmiş ve zulmetmiş olurlar. Allah'ın kurduğu
hikmetli
düzen, bir gün bunları elbette yakalar ve cezaya çarptırır. İşte o gün
onlara
bir taraftan bir yardımcı çıkıp da el uzatmasına ihtimal bile yoktur.
Allah'ı
saymayan o zalimlerin, her şeye gücü yeten Allah Teâlâ'dan imdat
beklemeye de
hakları yoktur. Allah'ın herşeyi kuşatmış olan bilgisi, onların hiçbir
niyetini, hiçbir hareketini kaçırmayacağından, hikmet gereği olarak
lâyık
oldukları cezalarını bulurlar. Burada, "Hikmetin başı Allah
korkusudur." hadisinin anlamına işaret vardır. Zira Allah'dan
korkmayanlar
her zaman korkulacak akıbete uğrarlar. Hikmetin, iyiliği elde etmek
mânâsı,
Allah sevgisine bağlı olduğu gibi, ondan daha önce gelen kötülüğün
önlenmesi
mânâsı da Allah korkusuna bağlıdır. Saygısız bir ilişki; severken
sevilmek
arzusundan ve sevilmemek korkusundan etkilenmeyen, kaybolmasından
korkulmayan
ve endişe duyulmayan, laubali ve ciddiyetsiz bir ilişki; sevgi değil,
bir
eğlencedir. Sevdiğinin rızasını gözetmeyen ve onu her fenalığa razı
olur
sanarak, hiçbir hareketten nefret ve iğrenmesini hesaba katmayan ve
bütün bu
tarz düşüncelerinden dolayı, ona karşı hiçbir edepsizlikten korkup
çekinmeyen
bir kimsenin seviyorum iddiasında bulunması, bir oyun ve eğlenceden
başka ne
olur? En yüksek, en hassas sevgi, en küçük bir karşı gelmeye meydan
vermemek
için itreyen ve bu titreyişten en yüksek bir edep ve terbiye ilhamı
alan kalbin
sevgisidir. Ayrıca izzetinefsi olmayan sevgilinin ne seveninde, ne de
sevgisinde bir değer ve anlam yoktur. İzzet ve şerefin ilk hükmü ise
heybet,
vakar, saygı ve korku telkin etmesidir. Sevginin gereğini yerine
getirmeye
lâyık, muhabbeti küstahlığa çevirmeye engel olacak böyle bir ihtişam ve
korkudan yoksun olan muhabbet iddiaları, yalandan ve tehakküm etme
duygusundan
başka bir şey değildir. Hiçbir sevgi tasavvur edilemez ki, onda en
derin
elemlerin ve lezzetlerin çatışmasından çıkan ateşli bir heyecan
bulunmasın.
Gerçek aşığın kalbi en büyük savaş meydanlarından daha fazla heyecanlı,
en
büyük zevk meclislerinden daha neşelidir. Hicran (ayrılık) ile visâl
(kavuşma)ın çarpışmadığı hiçbir sevgi anı düşünülemez. Elektrikte
müsbet (artı)
ve menfi (eksi) iki zıt akım birleşmedikçe faydalı bir akım meydana
gelmediği
gibi, kalbde de elem ile haz, korku ile muhabbet kaynaşmadıkça sevgi
akımı
meydana gelmez. Göz yaşıyla temizlenmedikçe hikmet nuru hasıl olmaz.
Bundan
dolayı Allah sevgisi, hem bilgiyi, hem ameli güzel bir sonuca ulaştıran
hikmetin
bir kanadı olduğu gibi, Allah korkusu da ilim ve ameli her türlü
kötülükten ve
bozukluktan koruyan hikmetin başıdır. Ayrıca aşkta sevgi ve muhabbet
yükseldikçe korku ve endişe de yükselir. Yükselmenin zevk ve heyecanı,
düşmenin
korkusuyla orantılıdır. Huzurun şartı, gıyabın şartından ayrı olduğu
gibi,
yakın olmanın şartları ile uzak olmanın şartları da başka başkadır.
Bunun
içindir ki Allah sevgisine mazhar olan ve yalnızca sevmiş değil, ayrıca
sevilmiş olduklarını da bilen büyükler, "Onlar için hiçbir korku
yoktur,
mahzun da olmayacaklar." (Yunus, 10/62) müjdesini aldıkları halde,
"İyiler için hasenat sayılan birtakım hâl ve hareketler vardır ki,
bunların en yakınlardan sudur etmesi kabahat sayılır." endişesinden
dolayı
onlar, her an hasenatlarının kabahat sayılması tehlikesini
bildiklerinden, söz
konusu yakınlığın gereği olan en yüksek korku derecesinde bulunurlar.
Öyle
işler vardır ki, küçüklerden sudur etmesi onlara derece kazandırırken,
büyüklerden sudûr etmesi -Allah korusun- büyük bir cinayet sayılır.
İşte
Cenab-ı Allah hikmeti açıkladıktan sonra, bu korku mertebelerine işaret
etmek
üzere önce, "Bunu üstün akıllılardan başkası anlamaz." sonra,
"Muhakkak ki, Allah onu bilir." daha sonra da "Zalimlere hiçbir
yardımcı bulunmayacak." diye işaret ve delâletten sarahata doğru üç
dereceli birer ihtar ve uyarıda bulunmuştur.
271-Şimdi
gelelim sadakaların veriliş şekline:
sadakaları nasıl vermeli, gizli mi yoksa açık mı diye bir soru akla
gelebilir.
Gerçekten de işbu âyeti indiği zaman Peygamber Efendimize, "Sadakanın
gizlisi mi efdal, açığı mı?" diye sual sormuşlardı. Buna cevap olarak
şu
âyet nazil oldu: Eğer sadakaları açıkça, alenen verirseniz, bu sadaka,
riya
olmamak şartıyla, ne iyi, ne güzel bir şeydir. Ve eğer onları gizler ve
gizlice
fukaraya verirseniz, bu gizleyiş, bu gizlice veriş sizin için bir
hayırdır veya
daha hayırlıdır. Ve sizin seyyiatınızdan, günahlarınızdan,
çirkinliklerinizden
bir kısmını örter, yani Allah'ın örtmesine ve mağfiretine sizin
tarafınızdan
bir sebep, bir keffaret olur. İbnü Kesîr, Ebu Amr, Asım'dan Ebubekr
Şu'be ve
Ya'kub kırâetlerinde ile okunur. Nafi, Hamze, Kisaî, Ebu Cafer ve
Halef-i Âşir
kırâetlerinde de ile ve nın cezmi ile okunur ki, o zaman "Biz de sizin
seyyiatınızdan bir kısmını örteriz." demek olur.
SADAKA:
Farza da, nafileye de sadaka denilir. "Sen onların mallarından sadaka
al
ki, onları tertemiz yapmış olasın." (Tevbe, 9/103) ve "Hiç şüphesiz
sadakalar fakirler... içindir." (Tevbe, 9/60) âyetleri farz olan
sadakalar
hakkındadır. Bunun gibi, "Kişinin evlâd ü iyaline nafakası da
sadakadır." hadisi ile bildirilen nafakanın da farz olan nafakalardan
olduğuna hükmedilmiştir. Fakat zekât tabiri yalnızca farza aittir.
Dilbilimciler demişlerdir ki, sadakanın aslı olan maddesi, bu tertip
üzere bir
sıhhat, doğruluk ve mükemmellik anlamına gelen bir köktür. Bu maddenin
sıdk
(doğruluk), sadîk (dost, arkadaş), sâdık (doğru olan) bütün
türevlerinde bu
anlam bulunmaktadır. Hatta, nikâhtaki mehre sadaka denilmesinin sebebi
de
nikâhın bununla tekemmül etmesi dolayısıyladır. Zekâta sadaka denilmesi
de iki
bakımdandır: Birisi malın arındırılması ile sıhhata ve kemâle delâlet
etmesidir, diğeri de zekâtı verenin imanda sıdk ve samimiyet sahibi
olduğuna
delâlet etmesidir. Her sadakada bu anlamlar vardır. İşbu daki lâm-ı
târifin
istiğrak veya ahd-i haricî mânâlarından hangisi olduğu hakkında birkaç
görüş
vardır. Müfessirlerin birçoğu ahd için olup yalnızca nafile sadakalara
ait
olduğu görüşünü öne sürmüşlerdir. Çünkü farzlarda açıkça vermenin daha
efdal
olduğu bilinmektedir. Bu arada bir kısım müfessirler de ahd için
olmakla
beraber yalnızca farz sadakalara ait olduğu görüşünü savunmuşlardır. Bu
takdirde, ifadesi de "daha hayırlı" demek olmayıp "sizin için
bir hayırdır" mânâsına yorumlanmıştır. Fakat başta Hasan Basrî
hazretleri
olmak üzere diğer bir kısım müfessirler "istiğrak lâmı" olarak
farzdan da, nafileden de daha geniş kapsamlı olduğu görüşünü ileri
sürmüşlerdir
ki, muhakkikin (kritikçiler) adı verilen otoritelerin görüşü de budur.
Ebu's-Suûd ile daha bir kısım müfessirlerin açıklamasına göre, âyette
bu mânâ
üzere güzel bir taksim üslubu vardır. Açıkça vermenin güzel bir şey
olduğunu
bildiren birinci şık, farz olan sadakalar hakkında, gizli vermenin daha
hayırlı
olduğunu bildiren ikinci şık da nafile olanlar hakkındadır. Ayrıca bir
insanın
zekâtının hepsini açıktan vermesi, servetinin tamamını belli
edeceğinden, bazı
zamanlar, hele bazı şahıslar hakkında birtakım insanların haset ve
kıskançlıklarını çekeceğinden, onları tahrik ederek zarara sebep
olabilir. O
zaman malını gizlemek efdal olacağından, zekâtını da gizli vermek efdal
olur.
Bu bakımdan mal, mülk dahi iki kısımdır: Birisi hayvanat ve ekili,
dikili
araziler gibi genellikle gizlenmesi kabil olmayan mallardır ki, bunlara
emvâl-i
zahire (açıktaki mallar) denilir. Bunların farz olan sadakalarını
gizlemek de
zaten bir fayda yoktur. Diğeri nakit paralar gibi gizlenmesi mümkün
olan
mallardır ki, bunlara da emvâl-i bâtına (gizli mallar) denilir. Bir
sakınca
bulunmadıkça bunların zekâtını da açıkça vermek daha faziletlidir.
Fakat işaret
olunduğu üzere bir sakınca bulunduğu ve mesela açıktan verildiği zaman
lâyık
olan yere gitmeyeceği takdirde bunu da nafile sadakalar gibi gizli
vermek efdal
olur. Yoksa nafile sadakaları gizli vermek, açıkça vermekten yetmiş kat
daha
efdal; farzda da açıkça vermek, gizli vermekten yetmiş kat efdal olduğu
açıkça
beyan olunmuştur ki, âyet de bediî bir üslup ile bu taksimî ifadeye
yöneliktir.
Allah da açık, gizli her ne yaparsanız haberdardır. Bundan dolayı
Allah'a
bildirmek için sadakalarınızı dünyalara ilan etmeye kalkışmakta bir
mânâ
yoktur, gizlemek daha samimî olur.
Bu
yüce âyetin mazmunu üzere sadakaların açıklanması, gizli tutulmasından
her
birinin durumuna göre, hangisinin daha efdal olduğu hakkında genellikle
şer'î
delillere dayandırılarak elde edilen sonuçlar aşağıda görüleceği üzere
müfessirler tarafından açıklanmıştır:
Nafile
sadakalarda gizliliğin efdal olduğu: Önce gizli vermek, riyadan ve
"desinler" düşüncesinden uzaktır. Peygamber (s.a.v.) efendimiz,
"Allah, ne desinler diye hayır yapan süm'acıdan, ne gösteriş yapan
mürâîden, ne de minnet altında bırakan mennândan hiçbir şey kabul
etmez..." buyurmuştur. Sadakasını söylemeye ve elâlem ortasında vermeye
kalkan da riyâ ve süm'a peşinde dolaşır, susmak ve gizlice vermek ise
bundan
kurtarır. İslâm büyükleri arasında sadakalarını verecekleri fakire bile
kendilerini bildirmemeye çalışan kimseler çoktur. Kimi, sessiz sedasız
bir
âmânın eline bırakır; kimi, fakirin geçeceği veya oturacağı yere onun
görebileceği şekilde gizlice koyar, fakat kendini göstermez; kimi,
fakir
uyurken, onun cebine koyar veya elbisesine bağlar; bir kısmı da
başkaları
aracılığıyla fakirlere ulaştırırlardı ki, hepsinden maksat, riyadan,
süm'adan
ve minnet altında bırakmaktan sakınmaktır. Zira fakirin kendisine
sadaka vereni
görmesinde bir gösteriş ve minnet izi bulunabilir. İkinci bir husus şu
ki
sadakasını gizlediği zaman, insanlar arasında şöhret, medih ve
saygınlık gibi
birşey meydana gelmez; bu da nefse zor gelir. Bundan dolayı sevabı da
çok olur.
Üçüncü olarak, Peygamber (s.a.v.) efendimiz, "Sadakanın en faziletlisi,
az
bir şeyi olanın, fakire gizlice verdiği, gücünün son yettiğidir."
buyurmuştur. Bir başka hadiste, "Kul gizlice bir amel yapar, Allah da
onu
gizlice yazar. Sonra bu ameli açıklarsa, Allah onu gizli amellerden
nakleder, açıkça
yapılan ameller listesine yazar. Sonra bunun lâfını ederse, Allah da
onu gizli
yapılan ameller listesinden de, açıkça yapılan ameller listesinden de
çıkarır,
riyaya yazar." buyurulmuştur. Yine bir meşhur hadiste, "Kıyamet günü,
Allah gölgesinden başka bir gölgenin bulunmadığı o gün, Allah Teâlâ
yedi kişiyi
kendi gölgesiyle gölgelendirir. Bunlardan birincisi bir sadaka verip de
sağ
elinin verdiğini sol eli bilmeyen kimsedir...." Bir hadis-i şerifte,
"Gizlice verilen sadaka, Rabbin öfke ateşini söndürür."
buyurulmuştur. Dördüncü olarak, sadakayı açıkça vermek, alan kimseye
birtakım
zararlar getirebilir ki, gizlice verildiği zaman böyle bir şey söz
konusu
olmaz. Bunun sakıncalarını da şöylece sıralayabiliriz: Birincisi,
açıkça
verildiğinde fakirin şeref ve haysiyetine dokunulmuş, onun fakir olduğu
ilan
edilmiş olur ki, o fakirin gönlü buna razı olmayabilir. İkincisi,
açıkça
verildiği zaman, az sonra gelecek olan âyette methedilen iffetli hâlden
onu
çıkarmak, ahlâkını bozmak tehlikesi vardır. Üçüncüsü, bir kısım halk,
sadaka
almasını onun sadakaya muhtaç olmadığı hâlde aldı zannederek, hakkında
kötü
düşüncelere kapılabilir. Böyle fakir aşağılanmış, onun hakkında kötü
düşünenler
de gıybet yapmış ve günah işlemiş olurlar. Dördüncüsü, "veren el, alan
elden
daha hayırlı" olmak bakımından açıkça vermekte fakiri bir aşağılama ve
ihanet etme mânâsı da gizlidir. Halbuki bir mümini küçük düşürme caiz
değildir.
Beşincisi, sadaka hediye cinsinden birşey sayılır. Halbuki bir hadisi
şerifte
"Her kime bir hediye sunulduğunda yanında bir cemaat varsa, onlar da o
hediyeye ortaktırlar." buyurulmuştur. Bundan dolayı açıkça bir sadaka
verildiği zaman, o fakir ondan yanındakilere bir şey vermezse, bu
yüzden
yakışık almayan ve hoş olmayan bir duruma düşmüş olur ki, buna sebep
olmak da
hoş bir şey değildir. İşte bütün bu akla uygun ve nakle dayanan
sebepler,
nafile olan sadakanın gizlice verilmesinin daha faziletli olduğunu
ortaya
koyar.
Sadakanın
açıktan verilmesinin caiz olması meselesine gelince: Bir insan
sadakasını
açıkça verdiği zaman, onu görenlerin de ona uyup sadaka vereceklerini
ve bu
yüzden fakirlerin faydalanacağını bilirse, o takdirde açıkça vermek
gizlice
vermekten daha faziletli olur. Nitekim Abdullah b. Ömer (r.a.)den
rivayet
olunduğu üzere Hz. Peygamber (s.a.v.): "Gizlice vermek, açıkça
vermekten
efdaldir. Açıkça verdiğinde kendine uyulmasını isteyen kimse için de
açıkça
vermek efdaldir. buyurmuştur. Hakîm, Tirmizi, Muhammed b. İsa demiştir
ki,
"İnsan halktan gizliyerek bir amel yapar ve içinde onu halkın görmesini
isteyen
bir arzu bulunduğu halde o arzuyu yenerse, bu sefer şeytan yine ona
halkın
görmesi isteğini telkin eder de onun kalbi onu çirkin bulur yine itmeye
çalışır
durursa, işte bu insan şeytanla savaş hâlindedir. Bundan dolayı onun bu
gizli
ameli, açıkça yapılan amellere göre sevabı yetmişe katlanır." Sonra
Allah'ın öyle kulları vardır ki, nefislerini arındırıp terbiye etmişler
ve
bundan dolayı da Allah kendilerine çeşitli hidayet ihsan etmiştir de
kalblerinde marifet nurları birikmiş, kalblerinden nefis vesveseleri
gitmiştir.
Çünkü şehvetleri ölmüş, kalbleri Allah Teâlâ'nın azamet der -yasına
dalmıştır.
Böyle bir insan açıkça bir iyilik yapacağı zaman nefsiyle savaşmaya
bile muhtaç
olmaz. Zira nefsin şehveti kırılmış, vesvese ve çekişmesi yenilmiş,
perişan edilmiştir.
Bu insan açıkça bir amel yaptığı zaman, başkalarının kendisini görüp
uymalarından ve onların da sevap kazanmaları arzusundan başka bir
maksat
beslemez. Bu, kendisi kemale ermiş de başkalarını kemale erdirmeye
çalışan ve
bu şekilde tam ve hatta tamın da üstünde olmak isteyen bir kuldur.
Nitekim
Allah Teâlâ, kitabında bir kısım insanları medh ü sena etmiş, onlara
"Rahmânın kulları" adını vermiş, "İşte bunlar cennet köşkleri
ile mükâfatlandırılacaklar." (Furkan, 25/75) diye bunlara cennetin en
yüksek
derecelerini vaad eylemiştir. Bunların dualarında istedikleri
özellikleri de
"Bizi müttakilere önder yap (derler)." (Furkan, 25/74) diyerek beyan
buyurmuştur. Musa ümmetini methederken "Musa'nın kavmi içinde öyle bir
ümmet vardı ki, hakka yol gösterir ve hak sayesinde adaleti
sağlarlardı."
(A'râf, 7/159) buyurduğu gibi, Muhammed (s.a.v.)'in ümmetini
methederken de
"Siz iyiliği emreyler, kötülükten nehyeyler olduğunuzdan insanların
hayrı
için ortaya çıkarılmış en hayırlı bir ümmetsiniz." (Âl-i İmrân, 3/110)
buyurmuştur. Sonra gerçeği iyice dile getirmek ve vurgulamak için,
"Yine
bizim yarattıklarımızdan hak yolu gösteren ve onunla adaleti yürüten
öyle bir
ümmet vardır ki..." (A'râf, 7/181) buyurmuştur.
İşte
bunlar hidayet önderleri, din bayraktarları, halkın efendileridir ki,
halk
Allah'a giderken bunlara iktida etmek sayesinde yollarını bulurlar...
Farz
olan zekatın açıkça verilmesinin efdal olmasına gelince: Önce bu konuda
"Sen onların mallarından sadaka al!" (Tevbe, 9/103) diye açıkça
almaya emir verilmiştir. Bu ise açıktan almayı göstermektedir. İkinci
olarak:
Bunun gizlenmesinde kendi üzerine birtakım töhmetleri çekme, halkı da
"bu
adam zekat vermiyor" şeklinde sû-i zanna düşürme tehlikesi vardır. İşte
açıkça vermek bunu ortadan kaldıracağından daha faziletli olur. Nitekim
Hz.
Peygamber, nafile namazlarının pek çoğunu evde kıldığı halde, farz
namazlarının
hepsini açıkça ve cemaat halinde kılmıştır. Namazda töhmeti ortadan
kaldırmak
için farz ile nafilenin durumları nasıl değişik ise, zekatta da
öyledir. Üçüncü
olarak: Açıkça vermek, ilâhî emre ve teklife uyduğunu gösterir,
gizlemeye
kalkışmak ise emre uymadığı şüphesini doğurur. İlâhî emir dururken,
başka art
düşüncelere değer vermek, esasen doğru değildir. Bundan dolayı
farzlarda
açıklık, nafilelerde gizlilik evladır.
272-Zekat
yalnızca müminlere verilir. Çünkü o soyut
bir ihsan değil, belli bir hak olan borcun ödenmesidir. Fakat buna
kıyas
edilerek sırf ihsan demek olan nafile sadakalar da böyle
zannedilebilirdi.
Nitekim rivayet olunduğuna göre Hz. Ebu Bekr'in kızı Esma (r.anha)nın
anası
Kuteyle ile ninesi müşrike oldukları halde Hz. Esma'dan bir şey istemek
için
yanına gelmişler; o da Resulullah'dan izin almadan size bir şey vermem,
çünkü
siz benim dinimde değilsiniz, demişti. Bir de Ensar'dan bir kısım
insanların,
Beni Kurayza ve Beni Nadir yahudilerine yakınlıkları vardı. Böyle iken
onlara
sadaka vermezler ve müslüman olmadığınız sürece size birşey vermeyiz
derlerdi.
Bir rivayete göre, müslümanlar arasında fakirlerin çoğaldığı bir
sırada, Hz.
Peygamber, müslümanları müşriklere sadaka vermekten menetmiş ve
müşriklerin
ihtiyaç yüzünden İslâm'a girmelerini arzu etmişti. Bu sebeplerden biri
veya
hepsi dolayısıyla şu âyet inmişti: Ya Muhammed! Onları bilfiil
hidayete, doğru
yola getirmek üstüne görev değildir. Sen ancak kötülüklerden
sakındırmak,
iyiliğe irşad ve teşvik etmeye memursun. Bilfiil hidayete, yani
kalblerde
hidayet yaratmaya gelince, onu sen yapacak değilsin, ve lakin Allah,
her kime
hidayet dilerse, ona bilfiil hidayet de nasip eder. Yol gösterdiği
gibi, yola
da iletir; o yolda ona güç verir, başarı ihsan eder. Düşünce nasip
ederek
gönüllerini hidayete yöneltir ve onların gönüllerinde hidayet sevgisi
yaratır.
Ve siz her ne hayır, yani hayır adına her ne mal infak ederseniz
kendiniz
içindir. Hayrın ve infakın sevabı alana değil, yapana aittir, size
aittir.
Muhsin olacak, o ihsanın ecrine erecek olan sizsiniz. Bundan dolayı
kendi
menfaatiniz için sadaka verdiğiniz kimselere minnet yükleyip eza etmeye
hakkınız olmadığı gibi, başka dinden olduğu gerekçesiyle müşriklerin
fakirlerine sadaka verilmesini engellemeye kalkmanız da doğru değildir.
Siz,
yani sen ve ümmetin, hele hele ashabın Allah'a sunulmak arzusundan
başka bir
maksatla veya O'nun rızasını gözetmenin dışında başka bir amaçla infak
da
etmezsiniz. O halde insanları, Allah'ın herhangi bir kuluna sadaka
vermekten
nasıl engellersiniz veya Allah'a sunulmaya layık olmayan kötü bir şeyi
nasıl
verirsiniz? Siz herhangi bir hayır, bir mal infak ederseniz, o, nihayet
size
kat kat sevabıyla birlikte fazlasıyla geri ödenecek, siz hiçbir şekilde
zulme
de uğramayacaksınız. Size kat kat fazlasıyla vaad olunan ecirlere ve
sevaplara
nail olacaksınız. Allah'ın verdiği sözden dönmediğini, size ödenecek
sevapta
bir eksik, bir noksan olmadığını göreceksiniz. Yahut böyle iyi niyete
dayalı
olarak, hiç fark gözetmeksizin bütün insanlara yaptığınız iyilikler ve
yardımlar sayesinde siz hiçbir zaman zalimlerin eline düşmeyecek, zulme
uğramaktan korunmuş olacaksınız. Bundan dolayı gerek müslüman, gerek
gayr-i
müslim herhangi bir fakire sadaka vermekten, verdiğiniz zaman da en
iyisini
vermekten sakınmayınız. Madem ki Allah, mümin veya kâfir herkesin
Rabbidir,
madem ki sadakalarınız Allah içindir; o halde mümine de, kâfire de
Allah rızası
için nafile ve tatavvu' olarak sadaka verebilir, her ikisine verdiğiniz
sadakalardan ayrı ayrı sevap kazanabilirsiniz. Fakat en iyisi
hangisidir? Ve
vermekle emrolunduğunuz farz olan sadakalar kimlerin hakkıdır?
273-Bu
noktaya gelince, vermekle emrolunduğunuz,
borcunuz olarak ödemekle yükümlü bulunduğunuz infak ve sadakalar, Allah
yolunda
tutunmuş, din uğrunda ilme, cihada kendini adamış, yeryüzünde gezip
dolaşamayan, şuraya buraya gidemeyen, yani Allah yolunda
meşguliyetlerinden
veya hastalık ve düşkünlük gibi sebeplerden dolayı geçimini kazanmaya
gücü
yetmeyen fakirler içindir ki, halden anlamayan cahil kişi, onları
iffetli ve
haysiyetli olmalarından, yani kimseden birşey istemeye tenezzül
etmeyip,
yokluğa katlanmalarından, seve seve göğüs germelerinden, izzet-i
nefislerini
korumalarından dolayı zengin sanırlar. Sen onları simalarından
tanırsın. Dikkat
edildiği zaman hallerinde görülecek yoksulluk alâmetlerinden bilirsin.
İnsanlardan birşey isteyemezler, hele hele ısrarla ve bıktırırcasına
hiç
isteyemezler, dilencilik edemezler. Olsa olsa pek zor durumda
kaldıkları zaman,
dolaylı yollardan hallerini anlatmaya çalışırlar.
Abdullah
b. Mes'ud (r.a.)'dan rivayet olunmuştur ki; "Allah iffetli olan ve
iffetini korumaya çalışanları sever. Çok verilince övgüde aşırı giden,
az
verilince sövgüde aşırı giden, yırtık, yüzsüz, dilenci ve ısrarcı olanı
da
sevmez." Bir başka hadis-i şerifte: "Herhangi bir kimse bir
dilencilik kapısı açtı mı, Allah da ona bir fakirlik kapısı açar. Ve
her kim
açgözlülükten uzak durursa, Allah da onu zengin eder. Her kim iffetli
olmaya
çalışır, yüzsüzlükten sakınırsa Allah da onun iffetini arttırır. Her
birinizin
bir ip alıp sırtında odun getirerek onu azıcık hurmaya satması,
dilenmesinden
daha hayırlıdır."(2)
Sadakaların
kimlere verileceğini bildiren bu âyet "Ashab-ı Suffe" adı verilen
fakir muhacirler hakkında nazil olmuştur ki, bunların sayısı dörtyüz
kadar
olduğu zamanlar olmuştur. Medine'de ne kalacak yerleri, ne aşiret ve
akrabaları, ne de kazanç getirecek bir meslekleri vardı. Hep
Hz.Peygamber'in
Mescid'ine devam ederler, Mescid'in sofasında oturur, orada yatar
kalkarlardı.
Kur'ân öğrenirler, Hz. Peygamber'in sohbet ve konuşmalarını dinlerler,
genellikle oruç tutarlar ve vakitlerini ibadetle ve İslâmiyeti
öğrenmekle
geçirirlerdi. Bunlar Peygamber dersanesinin, kendilerini Allah yoluna
adamış
öğrencileriydi. Bundan dolayıdır ki, İslâm Dünyası'nda medreseler ve
öğretim
yuvaları hep camilere bitişik yapılmıştır. Medrese öğrencisinden de
Suffe
Ashabı'nın ahlâkı ve davranış biçimi beklenmiştir. İlim öğrenmek
ibadettir. Din
uğrunda her türlü sıkıntıya katlanmak ve iffetini koruyup dini yaymaya
hizmet
etmek, icabında cihaddır. Bununla beraber ilerde Tevbe Sûresi'nde
"Müminlerin hepsinin savaşa çıkmaları gerekmez. Her topluluktan bir
cemaatin dini iyi öğrenmeleri ve kavimleri kendilerine döndüklerinde
onları
uyarmaları için savaştan geri kalması daha doğru olmaz mı? Gerekir ki
böyle
yanlış hareketlerden sakınırlar." (Tevbe, 9/122) âyetiyle ilim
öğrencilerinin hepsinin cihada gitmemesi ve öğrenime ara verilmemesi
gerektiği
de açıklanmıştır.
Abdullah
b. Abbas hazretlerinden gelen bir rivayete göre; bir gün Hz. Peygamber
(s.a.v.)
Suffe Ashabı'nın başında durmuş, onların hallerini gözden geçirmiş idi.
Onların
fakirliklerini ve çekmekte oldukları zahmetleri gördü ve gönüllerini
almak için
buyurdu ki: "Ey Suffe Ashabı! Size müjdeler olsun ki, her kim şu sizin
bulunduğunuz durumda olur, halinden razı olarak bana kavuşursa işte o
benim
arkadaşımdır." İşte bu âyet de bunlar dolayısıyla nazil olmuştur. Şu
kadar
var ki, hükmü umuma aittir. Allah rızası için düşmana karşı nöbet
bekleyen veya
Allah rızası için medreselerde dirsek çürüten veya Allah rızası için
halka
hizmet uğruna kendini vakfeden ve bu durumda malı, mülkü olmayan,
geçimini
kazanmaya vakit bulamayan veya vakit bulduğu halde gücü yetmeyen,
yoksul ve
fakir müslümanlar, nerede ve ne zaman yaşamış olursa olsunlar bu âyetin
kapsamı
içine girerler. Bunlar infak ve sadakaların verilecek en güzel yeri
olarak
tercih sırasında daima başta gelirler. Bununla beraber, gerek özel
olarak
bunlara, gerekse genel olarak bütün ihtiyaç sahiplerine herhangi bir
mal infak
ederseniz, yahut maldan, çabadan, bilgiden, nasihattan, irşaddan ve
hizmetten
bir şey ikram ederseniz, hatta saygı, sevgi gösterisi ve selamdan
herhangi bir
iyilik gösterirseniz, iyi biliniz ki, Allah onu bilir; emeğinizi boşa
çıkarmaz,
karşılığını verir. Bundan dolayı veriniz efendiler, veriniz! Özellikle
Allah
yolunda kendilerini hizmete adamış olan fakirlere, yoksullara veriniz.
İhlasınız ve olgunluğunuz size gece veya gündüz, gizli veya açık
vermenin
farkını hissettirmeyecek kadar yüksek olsun.
274-Minnet
yüklemek, başa kakmak suretiyle fakire
ezadan, riyadan ve nifaktan sakınıp Allah rızasını gözeterek ve
kendinizi Allah
yolundan ayrılmayan biri yapabilmek için gönül hoşluğuyla, gücünüzün
yettiği
kadarıyla en iyisinden vermek âdetiniz, huyunuz, melekeniz olsun da her
zaman
ve her çeşitten veriniz. Çünkü, mallarını gece ve gündüz, gizli ve açık
infak
edenler, yani, her vakit ve her suretle infak edebilme melekesini
kazanmış
olanlar yok mu bu infakları sebebiyle bunların Rableri katında kat kat
ecirleri
vardır. Ve bunlara bir korku olmadığı gibi, hiçbir zaman mahzun da
olmazlar.
Verdiklerini dünyada ve ahirette kat kat geri alırlar, bütün
korkulardan
selamet bulurlar. Dünyada verdiklerine hüzün ve esef duymayıp, memnun
oldukları
gibi, ahirette de cimriler mahzun olurken, bunlar her türlü hüzün ve
kederden
uzak kalırlar ve mutlu olurlar.
Hz.
Ebu Bekir (r.a.) sahip olduğu kırkbin dinarın onbinini gece, onbinini
gündüz,
onbinini gizli, onbinini de açıkça olmak üzere birden tasadduk etmiş
idi ve bu
âyet bunun hakkında inmiştir deniliyor. Hz. Ali (r.a.) dahi dört dirhem
gümüşten başka hiçbir şeye malik değil iken bunun birini gece, birini
gündüz,
birini gizli, birini de açıkça olmak üzere hepsini tasadduk etmiş idi.
Hz.
Peygamber, "Niçin böyle yaptın?" diye sorduğunda, "Rabbimin
va'dine hak kazanmak için," demiş, bunun üzerine kendisine "O,
senin" buyurulmuştu ki, bu âyetin nüzul sebebinin bu olduğu da böylece
rivayet edilmiştir. Bir başka rivayette bu âyetin Allah yolunda cihad
için
atlar besleyip masraf yapanlar hakkında indiği söylenmiştir. Hz. Ebu
Hüreyre
(r.a.) besili bir at gördüğü zaman bu âyeti okurmuş. Bunlardan başka bu
âyetin
bütün zamanlar ve bütün durumlar içinde sadaka veren ve herhangi bir
ihtiyaç
sahibinin durumunu gördüğü vakit, hiç gecikmeksizin derhal onun o
ihtiyacını
gideren ve başka bir zamana ertelemeyen kimseler hakkında, bütün
müslümanları
hayra koşmaya teşvik için indiği de nakil yoluyla gelen bilgiler
arasındadır
ki; Fahruddin Razî, "Nüzul sebebine dair anlatılan çeşitli rivayetler
içinde en güzeli budur. Çünkü bu âyetin infakla ilgili hükümleri
bildiren
âyetlerin sonu olduğunda hiç şüphe yoktur. Bunda infak çeşitlerinin en
mükemmel
şekli açıklanmıştır." diyerek bu sonuncu rivayeti tercih etmiştir.
İlâhî
hikmete ve ilâhî sünnete göre, böyle gece gündüz, gizli ve açık demeyip
her
zaman ve her durumda infaka devam edebilmek az olsun, çok olsun infak
çeşitlerinin en mükemmeli olan bu tarzı, sahibinin kazanç yollarına
göre, çeşitli
derecelerde değerlendirilmesi ihtimali bulunmaktadır. Bunun temelinde
malların
faydalanılmaya sunulmasıyla, istifçilik ve karaborsadan korunması ve
dolaşımının hızlandırılması gibi hayatî, malî, iktisadî hikmetler
vardır. En
dikkat çekici nokta ise ferdî ekonomi ile genel ekonomiyi içiçe
kaynaştırmasıdır. Toplum düzeninin genel yapısı, servetin topluca
dolaşımını
engellemeye yönelik istifçilikten aşırı kâr hırsına yardımcı olduğu
zaman
çöküntünün başlamış olduğunu bilmek gerekir. İşte o dönemlerde iman
ehlinin mal
ve mülk sahibi olan zenginlerine yüksek görevler düşer ki, bunlar bütün
mal
varlıklarının hepsini sarfetme durumunda kalabilirler. Bununla beraber
bu
şekilde bütün mal varlığını harcamak âyetin öngördüğü bir şey değildir.
Tam
aksine daha yukarılarda geçtiği üzere "Sana Allah yolunda ne
harcayacaklarını soruyorlar. De ki: 'İhtiyaçtan fazla olanı." (Bakara,
2/219) âyetinin anlamı gereğince farz olan sadakalarda nisabın dikkate
alınacağı gibi; nafile olan sadakalarda da o kazancın devamını
sağlamaya
yarayan sermaye, tezgâh, işletme masrafları gibi şeylerle, ihtiyat
sermayesi
gibi şeyler, söz konusu infakın dışında tutulacak ve bu husus hiçbir
zaman
gözden uzak bulundurulmayacaktır. Yani en mükemmel şekilde infaka devam
edebilmek, o infakın kaynağını kurutmadan gerekli şartları esnek ve
ekonominin
şartlarına uygun olarak kullanabilmek ayrı bir mesele olarak karşımıza
çıkar.
Fakir fukaranın ihtiyacını karşılamak, Allah'ın rızasını kazanmaya
vesile olur;
fakat o insanın yardıma muhtaç bir duruma düşmesi Allah'ın murad ettiği
ve
kuldan istediği bir şey değildir. Nitekim İsra Sûresi'nde ki, "Eli
boynuna
bağlıymış gibi yapma, eli sıkı cimri biri olma, eli büsbütün açık olup
israf da
etme..." (İsra, 17/29) âyeti zaten bu noktayı açıkça ortaya koymuştur.
Bu
hikmete dayalı olarak ifade edilmiş olsa gerektir ki, İbn Ceriri
Taberî'nin
nakline göre, işbu âyeti hakkında Katade şöyle rivayet etmiştir:
"Bunlar
cennet ehlidirler, bize nakledildi ki, Hz. Peygamber (s.a.v.)
'Müksirler, yani
çok servet toplayanlar alçaktırlar' buyuruyordu. Ashab 'Ey Allah'ın
Resûlü,
istisnaları kimlerdir?' diye sordular, o yine 'Çok mal toplayanlar
alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey Allah'ın peygamberi, istisnaları
kimlerdir?'
dediler. O yine 'Çok mal toplayanlar alçaktırlar.' buyurdu. Onlar 'Ey
Allah'ın
peygamberi istisnalar kimler?' diye sordular ve dönüşü olmayan kesin
bir
durumun ortaya çıkmasından da korktular. Nihayet Hz. Peygamber, mübarek
elleriyle işaretler yaparak, 'Ancak malıyla sağından ve solundan şöyle
şöyle,
önünden şöyle şöyle, arkasından şöyle şöyle diye dört bir yanına infak
ederek
malına hükmedebilen müstesna, bunlar da pek azdır. İşte bunlar Allah'ın
farz
kıldığı ve razı olduğu yolda israfsız, sıkıntısız, döküp saçmadan ve
kötülüğe
yönelmeden infak edenlerdir.' buyurdu."
Demek
oluyor ki, ölçülü ve aşırılıktan uzak bir şekilde infakta bulunmak, bu
âyette
de söz konusudur. Fakat bizzat âyetin kayıtsız şartsız olarak mutlak
mânâda
infakı ortaya koyması, az veya çok elde bulunan bütün malın infakını
gerektirmemekle birlikte buna engel de görünmüyor. Nitekim nüzul
sebebinde
görüldüğü gibi, Hz. Ali'nin yaptığı infak, eldeki avuçtaki şeyin
hepsini vermek
şeklindedir. Bu bakımdan kemmiyet, yani verilen miktar hiç söz konusu
değildir.
Bunun için âyetteki bu ıtlakın (kayıtsızlığın), iktisadî şartlara bağlı
olarak
bir takım kayıtlara tabi tutulması veya bir kısmını zikrettiğimiz diğer
âyetlerden birisiyle veyahut daha başkalarıyla anlamının şu veya bu
yöne tahsis
edilmesi, bir cihetten de olsa neshini gerekli kılacaktır. Bunun için
bir kısım
müfessirler 'dan buraya kadar olan âyetler, Tevbe Sûresi'ndeki
ayrıntılı zekat
âyetleri (âyet 60) nâzil olmadan önce yürürlükte olup, sözkonusu
âyetler nâzil
olunca hükmün onlara tahsis edildiğini nakletmişlerdir. Fakat buradaki
sadakât
(sadakalar) deyimi, kabul edilen görüşe göre, zekat ve nâfile
sadakalardan daha
geniş kapsamlı olduğundan böyle bir açıklama yeterli olmayacaktır. Şu
halde
buradaki infak farz, vacip, nâfile her çeşit infakı içine almakta, aynı
zamanda
infakın en üstün şeklini de göstermiş bulunmaktadır. Bundan dolayı
âyetin kendi
mutlak anlamı ile alınıp, infak sebebi olan ihtiyaçların gereğine göre,
zamanın
ve yerin, kişilerin ve durumların icabına göre uygulamasını infak
sahiplerinin
hikmet ve kemâldeki derecelerine uygun irfan ve ictihatlarına bırakmak
daha
elverişli olacaktır. Zaman olur ki evlâdu iyal, din ve millet uğrunda
bütün mal
varlığının harcanıp infakı gerekir ve böyle yapmak iktisat kurallarının
bile
çerçevesine girer. Sonra mal denilen şey, olsa olsa canın bir
yongasıdır.
Halbuki Allah yolunda canını bile feda etmekten çekinilmemesi gerekli
olan öyle
görev zamanları vardır ki, bu gibi durumlarda infak-ı küllî adı verilen
her
şeyini harcamak bile hafif kalabilir. İşte bundan dolayıdır ki,
"hayırda
israf olmaz" dahi buyurulmuştur. Fakat bu yüce derece, en büyük
olgunluk
sahibi kimselerin işidir ki, bunlar "Kendileri darda olsalar bile
başkalarını kendilerine tercih ederler." (Haşr, 59/9) medh ü senâsına
mazhardırlar. Bundan ders alabilecek derecede sabır ve tahammül
gösteremeyip
yaptığı hayra sonradan pişman olacak olanların bütün mal varlıklarını
infak
etmeleri, kendi dindarlıkları açısından tehlikeli olacağından
haklarında
hayırlı olmaz. Allah korusun o türlü bir pişmanlık onları küfre kadar
götürebilir. Zira bu gibiler hakkında da "Neredeyse fakirlik küfür
olacaktı." buyurulmuştur. Bu hususta şahsî kıymet kadar ve hatta daha
çok
sosyal çevrenin de büyük etkisi vardır. Çünkü faziletli davranışlara
düşman
olan ve kişilerin kendi şahsî çıkarlarından başka bir endişe taşımayan
bir
çevre içinde, iyiliksever ve faziletli insanlar boğulup boğulup gitmeye
ve
bozulmaya mahkum olurlar. Bu zorluğun üstesinden gelmek için, Allah
tarafından
ihsan olunacak bir ruh gücüne ihtiyaç vardır. Ve işte Kur'ân'ın
başından beri
devam edip gelen infak hakkındaki yüksek açıklamaları da ilâhî hikmet
gereğince
insanlar arasında böyle feyizli, kalıcı ve sarsılmaz bir cemiyet düzeni
ortaya
koyacaktır. "Ve Allah yolunda infak ediniz ve geleceğinizi kendi
elinizle
tehlikeye atmayınız." (Bakara, 2/195) âyetinin hükmü gereğince nice
nice
tehlikelerin önüne geçecek bir kutsal ahlâk öğretimini dile
getirmektedir ki,
ahirette vaad olunan ecir ve sevap, ilâhî ahlâk ile ahlâklanarak,
Allah'dan
vekalet şerefini bağışlayacak olan bu gibi özellikleri kazanmaya
bağlıdır.
Bundan dolayı, önderlik ve eğiticilik edebilecek ileri gelenlerin, daha
doğrusu
bunlara örnek sayılan en uluların yüce hasletleriyle, onların izinden
gidecek
avam (halk)a örnek olacakları ve böylece onlara iyi alışkanlıklar ve
yüce
değerler uğruna fedakarlıklar öğretebilecekleri ve bu iki çeşit insan
arasında
birtakım farklılıklar olabileceği gibi; ıslahat devirleri ile durulmuş,
oturmuş
ve istikrar kazanmış salâh devirleri arasında da uygulanacak hüküm ve
kurallar
arasında birtakım farklılıklar bulunabilir. Meseleye bu açıdan
bakılınca
infak-ı küllî denilen bütün mal varlığının infakı, halk için hayır
yerine şer
ve zarar doğurabilir. Ancak velî ruhlu ve üstün ahlâklı bazı
iyiliksever
kimseler için baştanbaşa hayır, hatta görev bile olabilir. Şunu da
unutmamak
icap eder ki, sırf infak yüzünden iflas etmiş, perişan olmuş bir
zengine
tesadüf olunmamıştır. Halbuki nefsanî arzular yolunda harcanmış olan
gayr-i
meşrû infaklar ile nice hanümanlar sönmüş olduğu her zaman görülmüştür.
Hatta
ticaret sahasındaki iflasların pek çoğu bir taraftan daha fazla
kazanmak
hırsıyla girişilen yanlış muamelelerin, diğer taraftan da yine daha çok
kazanç
hırsıyla yapılan istifçiliğin ve karaborsacılığın geri tepmesiyle
uğranılan
zarar ve ziyanlar yüzündendir ki, bunların hepsi de "Şeytan size
fakirliği
ve kötülüğü emreder." anlamının kapsamı içindedir. Malların serbest
dolaşımını sağlayan ve hızlandıran hayırlı harcama ve infaklarda ise bu
gibi
tehlikelerin hiçbiri yoktur. Bunlar da "Allah size mağfiret ve
kendinden
bolluk vaad eder." âyetinin hükmü geçerlidir. Yani hayır yollarına
yapılan
harcamalar daima faydalıdır. Şu kadar ki, bunun faydalarındaki bereket
ve zevk,
kişilerin ve durumların değişmesiyle değişik olabileceği gibi, birtakım
insanlarda bu faydaların doğmasını bekleyecek kadar sabır ve tahammül
bulunmayabilir. Bunun için genel olarak infaktan bahsolunduğu zaman
yukarıda da
belirtildiği gibi, yoksul ve kimsesiz kalmak ve muhtaç duruma düşmek
endişesinden uzak bir şekilde tutumlu ve dengeli olmak gerekir. Fakat
zavallı
ve gafil insanlar, genellikle heva ve hevesler uğruna faydasız,
sonuçsuz ve
anlamsız harcamalar, bir hiç uğruna yapılan israflarda aşırıya
gitmekten
sakınmaz da, sıra hayırlı yollara yapılan harcamalara gelince, bunda
iktisat ve
itidale riâyet şöyle dursun, kırkta bir olan zekatını vermekten bile
kaçınır.
Öyleleri vardır ki, kumar ve oyun masalarında avuç avuç paraları havaya
savurmaktan korkmaz da, beri tarafta devlet ve milletin eksiğini
düşünmez,
karşısında yoksulluktan kıvranan komşusunun, akrabasının kursağına bir
lokma
ekmek vermekten tiksinir, kıskanır. Fazla olarak ona karşı görüyor
musun işte
sen açsın, ben tokum; sen açlıktan inlersin, ben zevk u sefa ederim
gibisinden
bir gurur ve iftihar ile çalım satar. Düşünmez ki fertlerin sefaleti,
toplum düzeninin
çökmesi demektir. Ve toplumun çöküşü ve sefaleti de er veya geç bütün
fertlere
yayılır. Düşünmez ki bir insanın çevresindeki sefalet ve ihtiyaç, aynı
zamanda
kendi sefalet ve ihtiyacıdır. Serhatlar (sınır boyların)da açılan
gedikler
evdeki gedikler sayılır. Ailesinde, akrabasında, komşusunda,
hemşehrilerinde,
hemcinslerinde bulunan açlıkların, hastalıkların, perişanlıkların,
felaketlerin
hepsi insanın kendi varlığındaki yaralardır. Fakir fukaranın gözleri
önünde
açık lokantaların süslü masalarında veyahut velvelesi ve çığlıkları
etrafı
çınlatan gümbürtülü konakların yemek salonlarında, çevrede yaşayanların
çektiği
sıkıntılara göz yumarak kahkahalarla yiyip içen, servetler israf eden
gaflet
sahipleri düşünmezler ki, fazla kaçırdığı her lokma, belki bir fakirin
bir iki
günlük, ölmeyecek kadar gıdası olurdu. Bir lokma belki binlerce
kimsenin hayat
hakkından sıyrılmış, sızdırılmış bir emeğin ürünü bulunuyordu. Düşünmez
ki, her
kahkaha birçok ihtiyaç sahibinin içindeki öfkeyi harekete geçirecek,
iffet ve haya
ehlinin tahammül gücünü çatlatacak, namusluları baştan çıkarıp kötü
yollara,
çalmaya, çırpmaya itecek bir tahrik ve heyecan sebebi olabilir.
Evet,
kuvvet nedir bilmezsin ey mağrur-i nahvet sen,
Ezer
bir müşt-i kudret beynini yevm-i mesarinde.
İşte
genellikle insanlar, bu gibi gaflet özellikleri taşırlarken kayıtsız
şartsız
infaka teşvik ve terğip etmek, itidâli temin etmekle birlikte bir
toplum içinde
düzen ve dengenin kurulması hedefini de gerçekleştirir. Ondan sonra
infakta
aşırı gidip te zenginlerin fakirleşmeye başlaması söz konusu olacağı ve
sosyal
dengenin bozulacağı zaman gelince, o zaman da, "Elinizi, avucunuzu
sonuna
kadar açmayın!" (İsrâ, 17/29) uyarısına lüzum ve ihtiyaç duyulur. İnsan
düşünmelidir ki, hiçbir kimsenin kendi çabası, elde ettiği nimetin
yeterli
sebebi değildir. Bunda her şeyden önce yüce yaratıcının doğuştan ihsan
ettiği
kabiliyet ve özelliklerin payı vardır. Her doğan çırılçıplak, fakir ve
muhtaç
olarak doğar ve herkese açık olan bu nimetler sofrasına konuk olur. Bir
sineği
bile kovalamaya gücü yokken etrafında kendisine yine de kısmeti kadar
nimet
sunulur. Sunulan nimetleri alıp hazmedecek güç ve kabiliyetler verilir.
Feryatlarına çekici ve etkili nağmeler konulur, etrafında bunlara
karşılık
verecek kimseler bulunur. Ne suretle olursa olsun eli ekmek tutacak
yaşa kadar
yaşamış olan hiçbir kimse yoktur ki, bu gibi yardımları görmemiş olsun.
Bundan
dolayı ferdî emek, birinci derecede kendi varlığını yüce yaratıcının bu
gibi
ihsan ve ikrâmlarına borçludur. İşte böylece hayat defterinin ilk
sayfaları
borç ve zimmet hesaplarıyla açılır. İkinci husus şu ki, insan hayatında
her
emek ve kazanç daha önceki birçok kazançların elbirliğine borçludur.
Hiçbir
kişisel kazanç düşünülemez ki, ona toplumun bir etkisi ve başkalarının
bir
kazanç ilişkisi bulaşmamış olsun. Tok, kendi sofrasında karnını tıka
basa
doyururken, o sofrada oradan geçen bir aç insanın hakkı bulunmadığı
iddia
edilemez. Meşru olmayan kazançları zaten kale almıyorum; fakat en
hukukî olan
kazançların değişim esasına dayandığı düşünüldüğü zaman, kâr ve kazanç
zaruretiyle ilişkili olan değişimin tam bir denge içinde yürümeyeceği
ve
dolayısıyla bu yüzden mal dağıtımında birçok boşlukların birikmesi de
kaçınılmaz olduğundan, kamunun servetinde daha önceden emeği geçmiş
bulunan pek
çok kişinin çabası ve hakkı ödenmemiş olan katkısı bulunduğu
düşünülmelidir. Bu
emek ve katkılar olmadan dünya hayatında mal değişiminin düzenli
olamıyacağı da
göz önüne getirilirse yenen her lokmanın çok derin ilişkilerle haklara
bağlı
olduğu ve bu hakların yerine getirilmesi, her emek sahibine hakkını
ödemiş
olmanın ötesinde ancak hayır ve hasenat yapmak ve infakta bulunmak
yoluyla
mümkün olacağını anlamak zor olmaz.
İhtimâl
ki, bir lokmanın karşısında yutkunacak fakir, onu kanıyla, canıyla elde
eden
bir şehidin yavrusu veya babasıdır. Böyle olmasa bile hayatın yararına
yaradılmış olan malı tutup hapsetmek veya boş yere telef edip de yok
etmek,
hayatı yok etmek demek olacağından ne büyük haksızlıktır. Gaflete dalıp
bu ince
ve derin görevleri düşünmeyen zenginlerin birçoğu servetlerini boşu
boşuna sarf
etmekten veya kilitli yerlerde kapalı tutmaktan zevk alırlar. Kendi
çevresindekilerin bütünüyle ve aynı vatanın evladı olan fakir fukara
ile gereği
gibi ilgilenmez, zenginler ile fakirler arasında kavga ve didişmeye
sebep
olurlarsa, böylece toplum düzenini altüst etmiş olurlarsa sonuçta
kendilerine
yazık etmiş olurlar.
Burada
özellikle bu gibi kötülüklerin düzeltilmesi mutlak surette gözetilmiş
olduğundan, toplumun bütünüyle uyumlu bir toplum haline gelmesini
sağlamak için
âyet, ileri gelenlerin öncüsü durumunda olan büyüklerin "infak-ı
küllî" ile cömertçe vermeye yönelik "vilâyet makamı" üzere vârid
olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'in daha birçok yerlerinde infakın değişik
özelliklerini gösterecek âyetler gelecektir. Burada Kur'ân infakı,
ahlâk ve
toplum düzeni açısından, daha ziyade iktisadî açıdan öğretip, herşeyden
önce
bize şunu gösteriyor ki, kazanç ve üretim yollarını düzene koymak için,
işin
başında üretimin gayesi olan tüketimi ve harcamaları düzenleyip, mal ve
hizmet
dolaşımını hızlandırıp yaymak gerekiyor. Zamanımızda ekonomi ilminin
uzmanlarının istihlâk (tüketim, konsumasyon) tabir ettikleri infak,
genel
anlamda ikiye ayrılır: Bunlardan biri, ferdî veya ictimâî hiçbir
faydayı
gözetmeyen, abes veya zararlı, hatta çirkin sayılan harcamalardır ki,
tamamen
günah ve israf sayılan infaklardır ve Hak Teâlâ, bu gibi harcamalardan
insanları sakındırmış ve bunları yasaklamıştır. Diğeri, herhangi bir
ihtiyaç ve
faydaya yönelik olarak yapılan hayırlı infaklardır ki, malları hayata
ve
ihtiyaca sunmak demek olan bu infaklar, haddi zatında istihlâk
(tüketim) değil,
üretimin esas hedefidir. Ve bu tüketim ne kadar geniş kapsamlı, ne
kadar ahlâkî
ve ne kadar temiz olursa, değeri de o kadar yüksek olur. Emek ve
çabasını Allah
katında ebedî hayata dönüştürüp de dünya ve ahiretin korkusundan ve
hüznünden
kurtulmak isteyenler bu iyiliğe, bu ahlâka, bu toplum düzenine ve bu
iktisat
yoluna girmeli, buna uygun bir kazanç ve üretime yönelmeli ve çaba
harcamalıdır.
Bunun
tam zıddına gidenlerin durumlarına gelince:
275-KIRÂET:
Asım'dan
Ebubekr Şu'be ile Hamze
kırâetlerinde "hemze"nin meddi ve "zâl"in kesri ile dur.
kelimesi Nâfi kırâetinde "sin"in zammı ile dir. kelimesi ise Hafs'ın
dışındakilerce "sad"ın da şeddesi ile dur. kelimesi Ebu Amr ve Yakup
kırâetlerinde "tâ"nın fethi ve "cim"in kesri ile okunur.
RİBÂ:
Sözlük anlamıyla ziyadelenmek, fazlalanmak mânâsına mastar olup, faiz
dediğimiz
"artık değer"in ismi olmuştur. Şeriat dilinde, karşılıklı faydaya
yönelik bir sözleşmede karşılıksız kalan herhangi bir fazlalık
demektir. Ribâ
bir muamelede, hem karşılık maksadıyla, hem de karşılıksız suretinde
kendini
gösteren bir yalancılık, bir çelişkidir. Bundan dolayı bir karşılık
gözetme
maksadı olmayınca ribâ tasavvur olunamaz. Cinsi ve ölçüsü bir olan
şeyler
birbirleriyle değiştirildiği zaman ikisi arasında fiyat farkından
dolayı bir
fazlalık meydana geleceğinden o vakit bir değer artışı gerçekleşir.
Yani
ribânın ölçüsü hem cins, hem miktar veya birinden biri şeklinde kendini
gösterir. Karşılıklı sözleşmenin esası, malı malla terazide tartarak
değiştirmek demek olan alışveriştir ki, malın faydasının satışı demek
olan kira
da bunun kapsamı içindedir. Gerçi satış bazı hallerde sadece kâr anlamı
ifade
eder. Fakat bu kâr, tek taraflı değil, en az iki taraflı bir
sözleşmenin ürünü
olduğundan karşılıksız sayılmaz. On kuruşa alınan bir mal on bir kuruşa
satıldığı zaman, o bir kuruşa kâr denilir. Ribâ ise bir sözleşme
sırasında
olur: Bir sözleşmede cinsi ve miktarı birbirine eşit iki mal birbiriyle
karşılıklı olarak değiştirildiği zaman bir tarafa bedelsiz bir fazlalık
söz
konusu oldu mu işte bu bir ribâdır ki, bu bedelsiz fazlalığın aslında
karşılığı
ödenmemiştir ve karşılığı yoktur. Mesela, birine daha sonra almak üzere
borç
olarak on lira verdiniz, o sizin verdiğiniz on lirayı harcadı; fakat
bir süre
sonra, sizin verdiğiniz o on liranın yerine size yine on lira getirip
verdi.
Verdiği anda da bu iki on lira birbiriyle değiştirilmiş oldu demektir.
Bunlar
cins ve miktarca tamamen birbirinin karşılığıdır. Fakat o borçlu on
yerine
mesela on lira on kuruş verirse, bu on kuruş açıktan ve bedelsiz
verilmiş bir
fazlalıktır. İşte bu âyet nazil olduğu zaman böyle altın veya gümüş
nakit
borçlanmalar ile ribâ, cahiliyet devri Arapları arasında bilinen bir
şeydi.
Hatta zenginlerinin genellikle yediği içtiği hep ribâ demekti; biri
öbürüne
altın veya gümüş, belli bir para borç verirdi, aralarında
kararlaştırdıkları
vâdeye göre, geçen süre için belli bir miktar da fazladan ödeme
yapılacağını
önceden şart koşarlardı. Bu âyet indiği zaman aralarında en yaygın olan
ribâ bu
idi. Herhangi bir borçta vade geldiği zaman borçlu borcunu
ödeyemiyecekse
alacaklısına, "veremiyeceğim, irbâ et", yani "arttır"
derdi, yine bir miktar daha ribâ eklenir ve böylece her vade
yenilendikçe
borcun miktarı da artardı ve arta arta ana paranın bir veya birkaç
mislini
bulurdu. Borcun aslına ana para anlamına gelen "re'sü'l-mal" ve ona
eklenen fazlalıklara da "ribâ" adı verilirdi. Her vade yenilenişinde
eklenecek ribânın yalnızca ana para üzerine veya birikmiş faizlerle
birlikte
ana paranın toplamı üzerine konularak tartıya dahil edilirdi ki,
zamanımızın
deyimi ile birincisi basit faiz, ikincisi mürekkep faiz demektir.
Böylece
ribânın ana paraya eklenip katlanması mürekkep faizde daha hızlı
olmakla
beraber, faizin her iki şeklinde de meydana gelmesi söz konusudur. İş
ve
ekonomi dünyasında bu gün yürürlükte olan faiz işlemleri de öz
bakımından
cahiliyet devrinde cari olan faiz geleneğinden farklı bir şey değildir.
Zaman
zaman faiz miktarlarının ve işlemlerinin çoğalıp azalması da bunun
niteliğini
değiştirmez. İşte Araplar arasında geleneksel ribâ, tam anlamıyla
zamanımızda
nakit paralara ait faizin veya nema denilen fazlanın kendisidir. Bunun
"karz-ı hasen" denilen "karşılıksız borç" dışındaki bütün
borçlanmalarda uygulaması da işte böyledir. Şüphe yok ki, işin aslına
göre ve
lügattaki anlamına göre, bunun en uygun adı "ribâ"dır. Ziyadelik,
mutlaka bir artık değer, bir fazlalık anlamına gelir; buna "faiz"
veya "nema" adı vermek "alışveriş de ribâ gibidir" iddiasında
görüldüğü gibi, ticarete benzetilerek verilen yalan ve uydurma bir
isimdir.
Ribânın nakit paralarda ifade ettiği bu fazlalık, anlam bakımından
şeriatte
diğer mallara ve "nesî" adı verilen vadeli satışlara da
uygulanmıştır. Nitekim "Nesîdeki de kesinlikle ribâdır." hadis-i
şerifi uyarınca soyut sarraflık işlemleri de, veresiye esasına dayanan
vade
farkları da başlı başına birer ribâdır. Bunun gibi "Aynı cins ve
kalitedeki buğdaya karşılık, aynı cins ve kalitede buğday alınabilir,
fazlası
ribâdır. Aynı cins ve kalitedeki arpaya karşılık, aynı cins ve kalitede
arpa
alınabilir, fazlası ribâdır..." diye buğdayı, arpayı, hurmayı, tuzu,
altını ve gümüşü, hasılı altı ayrı şeyi aynı şekilde tek tek sayan
meşhur
hadis-i şerifte hem "yeden biyedin" yani peşin olarak elden, hem de
"mislen
bimislin" değer ve kalite bakımından eşiti ve eşdeğeri olarak tam
karşılığı demek olduğu halde; peşin olmadığı takdirde gerçekleşecek
olan, yani
sırf veresiye olmaktan dolayı söz konusu olan fazlalığın bu hadisin
hükmünün
kapsamı içinde olduğunda görüş birliği vardır. Bununla beraber bu
hadiste
ribânın altın ve gümüş gibi nakitler dışında kalan şeylerde dahi nasıl
gerçekleşeceği gösterilmiştir ki, bunlar o günkü geleneksel anlayışta
ribâ
sayılan şeylerden değildi. Bundan dolayı ribâ kelimesi, geleneksel
anlamı dışına
çıkarılarak daha geniş kapsamlı bir şer'î deyim olmuştur. Bunun böyle
olduğu
şununla da desteklenmiştir ve kuvvet kazanmıştır ki, Hz. Ömer el-Faruk
(r.a.):
"Ribânın gizli, kapalı olmayan birtakım bölümleri vardır ki, onlardan
birisi de hayvan alış verişlerindeki selemdir."(3) buyurmuştur. Selem
peşin para ile veresiye mal alma, malı ucuza kapatma olduğuna göre; Hz.
Ömer'in
bu sözünden de anlaşılacağı gibi, ribânın birtakım gizli yolları ve
şekilleri
de olduğu anlaşılmaktadır. Nitekim lügatte ve örfte ribâ adı verilmeyen
ve
günümüzde dahi faiz kapsamı içine girmeyen bu çeşit hayvan
alışverişlerindeki
işlemin açıkça ribâ sayılması gerektiğini kesin bir dille belirtmiştir.
"Ahkâm-ı Kur'ân"da açıklandığı üzere yine Hz. Ömer (r.a.) demiştir
ki: "Ribâ âyeti, Kur'ân'ın en son nazil olan âyetlerindendir. Hz.
Peygamber (s.a.v.), bunu bize bütün yönleriyle açıklamadan göçtü.
Bundan dolayı
ribâyı ve rîbeyi bırakınız yani mevcut açıklamalara göre ribâ olduğu
iyice
bilinen şeyleri bıraktığınız gibi, ribâ reybi, ribâ şüphesi bulunanları
da
bırakınız.
Bundan
dolayıdır ki, İslâm'da "Helal olan şeyler apaçık, haram olan şeyler de
apaçıktır ve ikisi arasında birtakım şüpheli şeyler de vardır, iyice
şüpheden
kurtuluncaya kadar, sana şüpheli gelenleri de bırak." hadis-i şerifi
gereğince,
genel olarak şüpheli şeylerden uzaklaşmak mendup olduğu ve takva
sayıldığı
halde, özellikle ribâ şüphesi bulunan şeylerden kaçınmak vacip
cinsinden bir
görev olmuştur. Bundan dolayı fıkıh ilminde "ribâ şüphesi ribâdır, zira
ribâ konusunda şüphe geçerlidir" diye bir kural vardır. Müslümanların
bunları bilmesi gerekir. Yukarıda sözü edilen ve altı şeyden örnek
göstererek
ribâyı açıklayan hadis-i şerifiyle bu konuda mevcut diğer hadislerin ve
âyetlerin verilerinden elde edilen bilgilere dayanarak Hanefî mezhebi
imamlarının çıkardığı sonuçlara göre; gerek nakitlerde, gerek diğer
mallarda
ribânın sebebi ve ölçü birimi iki şeydir: cins ve miktar. Fakat Şafiî
fakihleri
nakitler dışındakilere bir "ta'm" denilen "yeme" anlamını,
Malikîler "kut" mânâsını ilave etmişlerdir.
Ribâ
ile ilgili hükümler, Peygamberlik yıllarının sonuna doğru ve Mekke'nin
fethi
sıralarında nazil olmuştur. Ve hatta halka duyurulması ile ilk
uygulaması da
Vedâ Haccı'na rastlamıştır. Bu sıralarda da "Bugün sizin için dininizi
kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din
olarak
İslâm'a razı oldum." (Maide, 5/3) âyeti gereğince İslâm dininin ikmal
dönemleri yaşanıyordu. Önce Âl-i İmrân Sûresi'ndeki "Ey iman edenler
kat
kat katlanmış olarak faiz yemeyin!.." (Âl-i İmrân, 3/130) âyeti, sonra
da
işte bu âyetler nazil oldu. Bu bize gösterir ki, ribânın ortadan
kaldırılması
bir tekâmülü ve gelişmişliği hedef tutmaktadır. Sistem olarak faizin
yer aldığı
bir toplum düzeni, henüz tam anlamıyla istenen düzeyde mükemmel hale
gelmemiş
demektir ve mükemmel bir toplum düzeni ortaya koyamayan millet ve
kavimlerden
de ribâ kalkmayacaktır. Dine ve inanca bağlı ahlâkları yükselmemiş,
sosyal
yardımlaşma ve dayanışması sadece sözde kalmış, sosyal yapıları kuvvet
ve
tahakkümden kurtulup kardeşliğe varamamış olan toplumlar ribâdan
kurtulamazlar,
kurtulmadıkça da gerçekten Allah rızası olan ahlâk olgunluğunu ve
sosyal düzen
sağlamlığını bulamazlar, kamu yararı ile kişisel çıkarların çatışmasını
ortadan
kaldıramazlar. Herhangi bir toplumda faizsiz yaşanamıyacağı inancı
yayılmaya ve
faizin meşru olduğuna çareler aranmaya başladı mı, orada çöküntü ve
çözülme
başgöstermiş ve cahiliyet devrine doğru dönüş başlamıştır. "Zaruretler
mahzurluyu mubah kılar." kuralınca zaruretler, mubah görme kapısını
açar.
Bugünkü insan toplumlarının ribâ devrinden kurtulabilmesi, ciddi ve
sağlam bir
toplum düzeni kurmalarına bağlıdır. Fakirlik azalıp sosyal yapıdaki
düzelme
ilerledikçe faizler kendiliğinden düşecek ve bir gün gelip ortadan
kalkacaktır.
Fakat faiz devam ettikçe de servetler tekelleşmeden kurtulmayacak ve
fakirlik
azalmayacaktır. Genel bakış açısından bakıldığında günümüz dünyasında
faizin
ortadan kaldırılması bir ideal olarak düşünülmeye başlanmış ise de,
doğrusu
hâl-i hazırdaki eğilimler henüz tamamıyla ortadan kaldırılması değil,
aşağı
çekilmesi konusunda yoğunlaşmaktadır. İşte bütün dünyanın henüz
gerçekleştiremediği bu ideoloji, Allah tarafından İslâmî toplum
düzeninde
gerçekleşmişti. Bu suretle Kur'ân ve İslâm dini, hal-i hazırdaki bütün
beşeriyete dahi en yüksek bir tekamülün ilhamını sunacak bir aydınlık
kitap,
bir ilâhî kanundur. Toplumun iktisat düzenini güven altına almak için,
hayır
yolunda infakı genelleştiren toplumlar fakirliği ortadan kaldırmayı en
önemli
hedef kabul ederler. Bunun aksine mal bölüşümünde ribâ usullerini
revaçta tutan
toplumlar da servette tekelleşme ile fakirliğin yaygınlaşmasını hedef
tutarlar.
Faizci, borç verip ribâ alabilmek için daima bir muhtaç gözetir. Ve her
ribâ
bir bedel verilmeden alınan açık bir fazlalık olduğu için, ihtiyaç
sahibinin
ihtiyacını hafifletecek yerde onun emeğini ve üretimini karşılıksız
gasp eder,
dolayısıyla borç yükünü daha da ağırlaştırır ve gerçekte o toplum
ribâcılara
çalışmış olur. Fakir fukara kısmı ne kadar dürüst ve faziletli olursa
olsun o toplumun
dışına itilmiş ve yabancı durumuna sokulmuş olur. Bu da o toplumu
durmadan
ihtilâllere sürükler. Meşru olmayan art düşünceli maksatlardan doğan
ihtilâl
fikirleri ile fıtrî sebeplere dayanan ihtilâl arasında ise çok büyük
farklar
vardır. İlâhî rahmet, zenginlerle fakirlerin yaratılış sofrasından
samimi bir
yardımlaşmayla nimetlenmelerini gerektirirken, bunun aksine hareket
eden ve
karşılarında fakirlik olmadan nimete eremiyeceğini sanan toplumlar,
hiçbir
zaman ızdıraptan ve ihtilâl sancıları çekmekten kurtulamazlar. Böyle
mal
bölüşümünde ribâyı alışkanlık haline getiren toplumun fertleri için
ribâ,
tiryakilerin afyonu gibi hasret duyulan bir ihtiyaç halini alır. O
zaman
gerçekten faziletli sermaye sahiplerinin de bundan sakınmaları
zorlaşır. Hepsi ister
istemez bu çarkın dişleri arasında ezilir gider. O zaman bu zorluğu
göğüsleyip
de çevresindekilere biraz nefes aldırabilen büyükler işte yukarıda
açıklanan
"Onlar için Rabbleri katında ecir vardır, onlara korku yoktur ve onlar
mahzun da olmazlar." âyetinin verdiği müjdeye nail olurlar. Ribâcılar
ise
ebedî bir ihtilâl sarasının çırpınışları içinde kıvranır dururlar. İşte
Hak
Teâlâ bunların bu hallerini açıklamak üzere buyuruyor ki: "faiz
yiyenler" , yani faizcilik yapan ve böylece servet elde ediyoruz diye
muhtaçların kazançlarını ellerinden alan ve üretimin hedefini kamu
yararından
kişi çıkarlarına doğru kaydıran, gerçekte ise üretimden ziyade tüketime
hizmet
eden, velhasıl hayır yoluna infak amacının tamamen zıddına gidenler,
saradan,
cinnetten kalkamazlar, ancak kıyamet gününde şeytan çarpmış saralı veya
deli
gibi perişanlık içinde kalkarlar. Esasen dokunmak demek olan "mess"
Arap dilinde "delirmek" anlamına da gelir, mecnûna ve saralıya
"memsûs" yani dokunulmuş, çarpılmış denilir. Bunlar anlaşılmaz gizli
sebeplerden ileri gelen fena hastalıklar olduğu için cinlere ve şeytana
nisbet
edilerek "cin tutmuş", "şeytan çarpmış" denilegeldiği de
herkesçe bilinen bir şeydir. Bunların böylece şeytana nisbet edilmesi
hakikat
mı, mecaz mı olduğu meselesi ayrıca tartışma konusu yapılmış ise de,
burada
asıl mânâ aşikârdır ki, fenalığın dehşetini ve gizli sebeplere
dayandığını
göstermektir. Bunlar ribâ ile emek ve iş sahiplerinin çalışmalarının
ürünü olan
şeyi alıp, onunla geçindiklerinden tembellik içinde yatar, rahat ve
hızlı bir
şekilde uyanamazlar, hemen kalkamazlar; pekçoğu yataklarında şeytan
çarpmış
gibi saatlerce gerneşerek, ağzını, yüzünü buruşturarak, sendeleye
sendeleye
kalkarlar. Bütün hayatları ribâ düşüncesi ile ve onun dedikodusu ile
geçer,
düştükleri zaman da bellerini doğrultamazlar. Fakat asıl mesele bu
değil,
bunlar karınlarını ribâ ile doldurduklarından dolayı bir hadis-i
şerifte de
beyan buyurulduğu üzere, kabirlerinden kalkarken genellikle saralı veya
deli
halinde kalkacaklar ve bu hal onların belirgin özellikleri olacaktır.
Mîrac
gecesinde Resulullah, ribâcıları bu âyetin tasvir ettiği şekilde
görmüş, bunlar
kimdir diye sorduğu zaman da Cebrail bu âyeti okumuştur.
O
ceza esasen şu sebeptendir ki, bunlar alış-veriş de başka birşey değil,
ancak
ve ancak ribânın bir benzeridir. O da ribâya benzer, o da ribânın bir
bölümüdür
diye inandılar. Alışveriş ile ribânın hakikatteki farklarına rağmen,
ayrı ayrı
özellik taşıyan iki şeyi aynı şeymiş gibi kıyaslayıp aynı işleme tabi
tuttuklarından başka bununla da yetinmeyip ribâyı asıl, alışverişi de
ona
benzer bir ayrıntı yerine koydular. Sanki alışverişin de ribânın
akıntısına
kapılması gerekirmiş, onun izinde olması icap edermiş gibi bir
düşünceden
hareket eylediler. İşte fenalığın başı, ribâyı alışverişe benzetmeleri
ve böyle
bir kıyas ile ikisini aynı şeymiş gibi saymaları, daha önemlisi bu
teşbih-i
kalb, veya teşbih-i maklûb ile ribâyı asıl ve temel kabul edip
alışverişi de
onun bir ayrıntısı yerine koymalarıdır. Sadece "ribâ alışveriş gibi
değil", bilakis "alışveriş ribâ gibidir" demeleri ve böyle bir
mantık oyunu ile ribâyı alışverişe bir esas, bir temel imiş gibi
gösterip helal
saymaları sebep olmuştur ki, bunlar bir taraftan alışveriş ile ribânın
farkını
kaldırmak iddiasında bulunur, diğer taraftan bu farkı tersine çevirip,
tersyüz
edip ortaya koyarlar. Tefsir âlimleri bu benzetmenin "teşbih-i
maklûb" veya "teşbîh-i ma'kûs" olması hakkında biraz ihtiyatlı
davranmışlar ve idare-i kelâm etmişler, fakat âyetin dış görünüşü
bakımından "teşbîh-i
ma'kûs" suretiyle bir kıyas-ı ma'kûs olmasını tercih etmişlerdir ki
birine
göre, yani teşbih-i maklûb olduğuna göre, ribânın mübalağa yoluyla
asılmış gibi
abartıldığı, diğerine göre de asıl iddia edildiği anlaşılır.
Nakitlerin,
her çeşit malın hızlı bir şekilde değişim aracı olması, alışveriş ve
değişimin
tekrarlanması ve sürüp gitmesi de sonuçta malların bir kâr ve nemâ
(artma)
sebebi olması itibarıyla; nakitler durduğu yerde bilfiil nemâ yapmasa
da
takdiren bilkuvve nemâya sebep sayılır. Bu şeriat açısından da
böyledir. Bu
bahane ile ribâcılar birine bir para verdikleri zaman, verdikleri
paranın
bilfiil olmayan nazarî nemâsını zihnen hesaba katıp, hayal edilen
nazarî
menfaatını karşılık göstererek, onun yerine faiz denilen bir
kesinleşmiş
fazlalığı alırlar. Aslında mesele yine mal değişimi meselesidir. Fakat
gerçekte
karşılığın birisi var, diğeri ise hayalî olarak var gibi görünmektedir.
Yani
alınan faiz görünür, bilinir, belli bir maldır, bir değerdir; fakat
onun
karşılığı farzedilen şey ise ne görülür, ne bilinir, ne de elle tutulur
bir
şeydir, sadece çeşitli ihtimaller içinde gezip dolaşan bir hayaldir,
şöyle
olabilirdi, böyle olabilirdi gibilerden bir hayalî kuvvettir, bir
vehimdir.
Hayal ise hakikate dönüştüğü zaman bir hiçtir. Hayalin hakikat ile
değiş tokuşu
da bir hayal değiş tokuşundan başka bir şey değildir. Alışveriş ise
gerçek
anlamda bir değiş tokuştur. Gerçeğin gereği de hayale hayal, hakikate
hakikat
hükmünü vermektir. Ribâcı hak gözetmediğinden, bu hayalî değişimi, bir
gerçek
değişim olan alışverişe benzeterek karşısındakine "Ribâ da alışveriş
gibidir, ben bu faizi karşılıksız almıyorum, alışveriş gibi bir değişim
yoluyla
alıyorum." diye gösterir ve bunu malın kendisinin değil de faydasının
satışı demek olan kira akdi gibi bir şey olarak tanıtmak ister. Oysa
kirada
fayda ortada ve gerçek ribâda ise nazarî olarak hayalde ve vehimde
vardır.
Ribâcının değişim iddiası, altınların şıngırtısını altınla satmaktan
daha
hayalî bir değişimdir. Ribâcı altınlarına şöyle bir bakar, "Ben bunları
tedavüle çıkarsam da herhangi bir alışveriş etsem, neler neler
kazanmazdım.
İşte şu on lirayı bütün bu faydalarıyla sana veriyorum. Haydi bu
kazançları şu
kadar sürede sen kazan da süre sonunda bu on liramı ve sağladığı
faydalardan da
şu kadarını toplam olarak geri bana ver." der. Ayrıca "Bak, ben sana
ne kadar iyilik ettim." diyerek bir de minnet yükletir. O zavallı fakir
de
belki kazanırım ümidiyle o parayı o şartlarla alır, kazanabilirse zaten
kazancını faizciye verir. Kazanamazsa da mahvolur gider. Bununla
beraber ribâcılar,
"ribâ alışveriş gibidir" demekle kalmış olsalar, hakikate karşı büyük
iftira anlamı taşıyan bu sözleri ve bu ruh halleri toplum için yine de
nisbeten
ehven-i şer (ehven şer) olurdu. Çünkü o zaman alışverişin esas olduğunu
kabul
ve itiraf etmiş olacaklarından faiz işlemlerini mümkün olduğu kadar
gerçek
değişime yaklaştırmaya çalışırlardı. O zaman bütün ticarî işlemlerde
ribâ hakim
olmaz, faizsiz, sağlam ve gerçek anlamda kâr esasına dayalı ticaret de
yapılabilirdi. Emek ve üretim sahipleri o kadar zarar görmez, servetler
de
sürekli olarak sermaye sahipleri lehine (çıkarına) birikip durmazdı.
Halbuki
ribâcılar kendi zihniyetlerinde "ribâ alışveriş gibidir" demekle
kalmazlar. Onlar şu kanaattedirler: "Ticarî işlemlerde ve her türlü
girişimde asıl maksat, kamu yararı değildir; en az emekle ve en az
zahmetle çok
kazanç sağlamaktır. Bol kazanç elde etmenin en rahat, en kısa yolu da
faizciliktir. Faizde kâr muhakkak ve kuvvetli; ticarette ise riskli,
zayıf ve
vehim, yani varsayımdır. Alışveriş gibi değişik sözleşmelerin çeşitli
çaba ve
zahmetlerin arkasından gelecek olan kâr ile tek sözleşmeyle ve bir
hamlede elde
edilecek kâr arasındaki fark çok açıktır. Sonra gerçek değeri ve
faydası olan
malların değişiminden çıkacak kârda fazla bir fevkalâdelik yoktur;
çünkü o kâr,
o uğurda verilmiş zahmetlerin normal bir karşılığıdır. İnsan hayalî bir
şeyi,
gerçeğe çevirdiği zamandır ki ciddi bir kâr elde etmiş olur. Alışveriş
kapsamı
içine giren bütün işlemler, hep kazanç ve kâr elde etmek için
araçlardır.
Alışveriş yalnızca kazanç ve kâr içindir. Tüccarlık kamu yararına
hizmet değil,
kamu yararını kendine çekmektir. Hasılı alışverişin asıl özü değişim
ile onun
bedeline sahip olmak demek değildir, yalnızca kazanç ve kâr elde
etmektir.
Bundan dolayı da ticaretin özü alışveriş değil kârdır. Halis kâr ise
ribâdır.
Bu anlamda ribâ alışverişe benzer değildir, ancak alışveriş ribâya
benzemektedir. "Alışveriş de ribâ gibidir." formülüne göre; alışveriş
helâl ise, ribâ öncelikle helâl olmalıdır derler. Ve hiçbir üretim
yapmadan
paralarını durmadan arttırmak isterler.Bunun için paranın sağladığı
fayda
derken yalnızca ribâyı düşünürler. Paralarının getireceği faizi
düşünmeden
hiçbir işe girişmezler. Faiz kalkarsa ticaret durur derler. Kendilerini
tüccarların en büyüğü sayarlar. Faiz işine bulaşmadan ticaret yapanlara
tüccar
bile demezler. Halbuki tüccarı yaşatan faizciler değil, faizcileri
yaşatanlar
tüccarlardır. Faiz düşünmeyen bir kimse, mesela yüzde beş kârla işe
girişmek
isterse ribâcılar, yüzde on ile bile iş tutmaya razı olmazlar, fakat
başkalarını
iflas ettirmek ve faiz piyasasını yükseltmek için türlü türlü
entrikalar
çevirerek bir süre için zarara bile katlanırlar. Bir kerre ticarî
işlemlerin
aslı esası faizdir şeklinde karar verildi mi, artık ribâ bütün
alışverişe hakim
olur. Ribâya benzetilmeden, faiz hesabı karıştırılmadan hiçbir
alışveriş
yapılamaz. Esas hedef olan mallar ile onu elde etmeye araç olan para
arasındaki
denge, araya giren ribâ ile, malların aleyhine ve paranın lehine
bozulmaya
başlar. Emek ve çalışmanın karşılığı, faiz kanallarından ribacıların
ellerinde
toplanır, derece derece ve gitgide servet tekelleşmeye başlar, lüks ve
zararlı
tüketim meydanı alır, sermaye sahipleri lehine tüketim önem kazanır.
Bizzat
üreticiler hesabına üretimin değeri düşer, aracılar da bu ikisi
arasında
durmadan bocalar durur. Bakarsınız hem mal vardır, hem de sermaye,
bununla
beraber ihtiraslar ve kıvranmalar arttıkça artmıştır. Toklar azalmış,
açlar
çoğalmış, gülenler eksilmiş, ağlayanlar artmıştır. Dünyalar kadar mal
yığılı
olsa, parası olmayan yine fakirdir. Derken çalışan ve üretime katkıda
bulunan
emek sahipleri ile, sermaye sahipleri arasında kin ve öfke başlar. Bir
taraftan
sermaye sıkıntısı çeken üreticilerde paranın değişim aracı olması
aleyhine
fikirler ve duygular gelişmeye başlar ve onlar malların, parasız ve
aracısız
değişimini arzu etmeye başlarlar. Öbür taraftan da para kaynaklarını
ellerinde
tutanlar, bütün imkanlarını kullanarak bunları ve bütün ekonomik hayatı
kontrol
altına almaya, bunları saf dışı etmeye veya esaret altına almaya
çalışırlar.
Gitgide sermayeden de, üretimden de yoksun olan işsizler çoğalır.
Bunlarda da
bir yağmacılık hissi uyanır. Dışardan bakıldığı zaman mutlu ve muhteşem
sanılan
bir toplum, oysa artık içinden çürümüş ve kurtlanmıştır. Sükûn içinde
kımıldanmak ihtimali bile yok gibi görünen kesimler, ruhlarındaki
acının telaşı
ile artık patlamaya hazır hale gelmiştir. Şeytanlar da bundan istifade
etmeye
kalkışırlar. Bütün bu fenalıklara sebep olan ribâcıları, korkunç bir
cinnetin
sarsıntısı sarar da bütün gerçekleri hayal, bütün emelleri altüst olur.
Bu sara
onlara da dedikleri zaman zihinlerine gizlenen cinnet eserinin bir
anlamda dışa
vurması demek olacaktır ki, küçük veya orta kıyamette olmasa da büyük
kıyamet
mutlaka bu cezayı göreceklerdir. İnançlarını düzeltip tevbe etmedikçe
bu kötü
sondan kurtuluş yoktur. Kur'ân'ın belağatı, ne kadar hayret verici bir
şeydir
ki, bir tahsis ve hasr edatı altında bir teşbîh-i ma'kûs ifade eden
veciz
cümlesi içinde bu kadar çok mânâyı özetlemiş ve halkın ihtiyacını
karşılamış, iyilik
ve takva yolunda yardımlaşmak için kapsamlı ve meşru olan bütün değişim
usullerini ve ticarî ilişkileri ribânın tekeline vermek ve bununla
ilgili
olarak bütün hukukî ve sosyal düzeni, normal mecrasından hayra ve halka
hizmet
hedefinden çevirmek ve çalışanların, üretenlerin ve tüketenlerin emek
ve
işgücünü, şahsî ihtiraslarına hizmetçi kılmak ve gerçekleri hayale
dönüştürmek
isteyen ribâcıların bir nevi cinnet anlamı taşıyan bütün ruh hallerini
gösterivermiştir.
Evet
ribâcılar demekte ve bu kanaatla hareket etmektedirler, halbuki Allah,
alışverişi helal, ribâyı haram kıldı. Bunlar birbirine benzer şeyler
değil,
tamamen zıttırlar. İlâhî nassın hükmü böyle iken aralarındaki fark
nasıl olur
da görmezlikten gelinir ve aksine ortaya konulan bir batıl benzetme ile
alışverişi ribâya veya ribâyı alışverişe kıyas etmeye kalkılır. Bunları
birbirine karıştırıp haramı helal, helali haram yapmaya kimsenin hakkı
yoktur.
Allah, birbirinin zıddı olan yalan ile doğruyu, hayal ile hakikatı
nasıl
ayırmış ve bu farklılığı kaldırmak yetkisini hiçbir kimseye nasıl
vermemiş ise
gerçek ve sağlıklı bir değişim olan alışveriş ile yalan ve vehim ürünü
bir
değişim olan ribânın birbirine zıt olduğunu ortadan kaldırmaya,
haramlığını ve
helalliğini karıştırmaya kalkışmak da böyledir. Birbirinin zıddı olan
nur ile
karanlığı birbirinin aynı saymak nasıl bir cinnet ise, ribâ ile
alışverişi
benzer şeyler saymak da öyledir.
Akıl
ve idrakleri olgunluğa ulaşmamış ve henüz ilâhî irşad kendilerine
ulaşmamış
bulunanlar haydi neyse, fakat böyle açık seçik rabbanî uyarıların
gelişinden
sonra da bu sevdadan vazgeçmeyip böyle batıl duygu ve düşüncelerde
ısrar
edenlerin, ahiretteki halleri şeytan çarpmış deli ve saralı gibi olmaz
da ne
olur? Bundan dolayı kendisine Rabbinden böyle bir öğüt, bir nasihat ve
uyarı
gelip de derhal ribâcılıktan vazgeçen her kim olursa olsun geçmişte
kalan ribâ
artık onun kendisinindir. O fesh olunmaz, geri alınmaya da kalkışılmaz,
hüküm
öncesine şamil olmaz ve değildir. Ve onun hükmü sırf Allah'a kalmıştır.
Şimdiki
halde ilâhî emri dinlediğinden dolayı, artık ihlas ve nedamet
derecesine göre,
Allah ona ecir verir; geçmiştekileri de dilerse bağışlar, dilerse
bağışlamaz,
onu ancak O bilir. Şu kadar var ki, tevbe hakkındaki vaadine bakılırsa,
o kulun
affedilme ümidi fazladır. Her kim dönerse, yani eskiye döner de yine
ribâyı
helal görmeye başlarsa işte onlar ateş, yani cehennem ehli ve
ashabıdırlar.
Cehenneme gönderilirler ve orada ebediyyen kalırlar.
Bu
Kur'ân âyeti, ribânın niteliği ile kâr gözeten alışverişin niteliğini
öylesine
kesin bir şekilde ayırmış ve ikisi arasındaki farkı ve tezadı öylesine
tesbit
etmiştir ki, bu karşılıklı ayırım kelimesindeki "elif lamı" ahd-ı
haricîye hamledip, ribânın "kat kat ve katmerli", yani mürekkep olan
bir tek çeşidine aitmiş gibi göstermeye imkan bırakmamıştır. Bundan
dolayı
"ribâ" kavramı ile "alışveriş" kavramı iyice anlaşıldıktan
sonra bunları birbirine karıştırmaya imkan yoktur. Allah katında
alışveriş,
"alışveriş" olduğu için helal; ribâ da "ribâ" olduğu için
haramdır. Kendisine ribâ karıştırılarak yapılmış olan alışverişlere
gelince,
bunların da temiz ile pisin karışmasından çıkacak olan belli hükme
bağlı
olacağı bilinmektedir. Midesi temiz olanlar, bir damla pislik karışmış
olan
suyu nasıl içemezlerse işte bu da öyledir. Nitekim bir hadis-i şerife
göre:
"Haram ile helal birleşince haram öne geçer" kuralı bunu
bildirmektedir. Ribâ haram ve batıl olunca, ribâ ve benzeri pislikler
karışan
alışveriş de fasit olur ki, bunun ayrıntıları ve açıklaması fıkıh
ilminin
konusuna girer. Yukarıda görüldüğü üzere, şeriat açısından ribâ kavramı
oldukça
genel bir kavramdır. Bunu mümkün olduğu kadar Hz. Peygamber'in
açıklamalarından
anlamak ve ayrıntılarını onun hadislerinden çıkarmak gerekir. Ancak
geleneklerde ve dilde yaşayan ve bilinen bir ribâ örneği vardır ki, o
da nakit
paralarda kendini gösteren faizdir ve bunun âyetteki ribâ kavramının
içinde yer
aldığı her türlü şüpheden uzaktır. Âyetin bunun dışındakiler hakkında
genel ve
mücmel şer'î anlamı ve delaleti, başlıcaları ismen zikredilen ve
yukarıda geçen
meşhur "eşyayı sitte" (altı şey) hadisi ile ve bir de "Nesîde de
ribâ vardır." hadis-i şerifi ile tefsir edilmek gerekirse de belli bir
vadeye bağlı olarak verilen nakit borçtan dolayı alınan meşhur faizin
haram
olduğu, bizzat âyetin kesin hükmünden çıkan bir sonuçtur. Şu halde
gerek âyette
geçen uyarı ve gerek ribâcılara Allah'ın savaş ilan ettiği şeklindeki
tehditler
topluca göz önüne getirildiği zaman, hiçbir müminin şüphe etmemesi
gerekir ki,
toplum düzeninin iyiliğini ve mutluluğunu gözetecek yerde onu gözardı
edenler,
Kur'ân'ın bu kesin açıklamalarına rağmen ribâ için cevaz yolları
aramaya
kalkışırlarsa, bunda toplum için, toplumun geleceği için büyük
faydaların
değil, büyük zararların ve tehlikelerin mevcut olduğunu hesaba katmamış
olurlar. Çünkü ribâda toplum için büyük zarar vardır. Ancak konuya
kişisel
açıdan yaklaşıldığı zaman, herhangi bir ferdin toplumdaki gidişatı tek
başına
durdurmaya veya o gidişatın yönünü değiştirmeye gücü yeteceği iddia
edilemiyeceğinden bazı hallerde ve bazı kimseler için bunun "Kim
başkasının elindekine saldırmaksızın ve haddi aşmaksızın mecbur kalır
da
yerse..." (Bakara, 2/173) âyetinin hükmüne göre, zaruret halinde ölmüş
hayvanın etinden yeme cinsinden bir hükme tabi olabileceği söz konusu
olmuş ve
bunun için bir vakitler yetim, dul ve kimsesizler için ve onlara
benzeyen sakat
ve yatalaklar gibi muztar durumda bulunanlar için, "hîleyi şer'iyye"
adı verilen "devir" usûlüne göre çare bulunduğu sanılmış idi ki, bu
da herhangi bir sû-i istimal ve kötü niyet söz konusu olmaksızın,
denilebilir
ki, özden ziyade bir şekil işidir. Böyle bir zaruret durumuna düşmek
kimse için
temenni edilecek bir şey değildir. Ancak şu da çok iyi bilinmelidir ki,
ribâ
hastalığı, ferdî bir dert olmaktan çok sosyal bir dert, toplumsal bir
hastalıktır.
Bundan dolayı sosyal yardımlaşma ve dayanışması pek kısır olan
gelişmemiş
toplumlarda hızla yayılır ve toplumu etkisi altına alır. Gelişmeye
doğru
güvenli adımlarla yürüyen toplumlarda bunun tam tersi meydana gelir ki,
İslâmiyetin başlangıcında Muhammedî feyiz sayesinde yirmi sene içinde
bu
gelişme meydana gelmiş ve kısa zamanda ribâ belası toplumdan silinip
atılmıştır
ve ribâsız bir ticaret uygulanmıştır.
Tefsir
âlimleri, ribânın haram kılınmasının sebeplerini aşağıda görüldüğü
üzere tek
tek zikretmişlerdir:
1-
Yukarıda daha öncede anlatıldığı üzere ribâ, insanın malını karşılıksız
olarak
almaktır. Yüz lirayı, yüzbir liraya peşin ya da veresiye satmak, bütün
çıplaklığıyla açıktır ki, o bir lira fazlayı karşılıksız almaktır.
İnsanın malı
da kendi ihtiyacıyla ilgili olduğundan bunun gasbedilmesi haramdır.
Nitekim Hz.
Peygamber "İnsanın malının hürmeti, yani haramlığı, kanın hürmeti
gibidir" buyurmuştur. Bundan dolayı insanın malını karşılıksız olarak
almak haram olmak gerekir. Acaba o yüz lira sermayenin bir müddet
zimmette
beklemesi, o bir lira fazlanın karşılığı değil midir? Bir de bugün
peşin olarak
on kuruşa satılacak bir şeyi, bir ay sonra veresiye olarak onbir kuruşa
satmak
da caiz olmuyor mu? Hayır. Verilen o bir lira gerçek ve sağlam bir
liradır. Yüz
liranın zimmette durması ise vehim ve nazarî, dolayısıyla itibarî bir
duruştur
ki, bu duruş bir menfaat olabileceği gibi, aynı zamanda bir zarar
olabilir.
Hatta
bundan dolayıdır ki, ribâ yalnızca insanın malını karşılık almakla
kalmayıp,
karşılık adını vermek gibi bir ahlâksızlığı ve bir çeşit sahtekârlığı
da
içermektedir. Buna karşı gösterilen karşılıklı rızanın bir tarafı
hakikatte
rıza değil, bir hoşnutsuzluktur. Bundan dolayı bir lirasını doğrudan
doğruya
hibe veya sadaka olarak veren kimse ile faiz olarak veren kimsenin
kalbindeki
duygularda ne büyük farklılık vardır. Birisi en yüksek haz ve zevke
erişmiş bir
kalb olarak gayet ferah ve sevinçli olurken, diğeri malını çarptırmış
bir
zavallı durumunda ve acılar içindedir. Alışverişteki peşin ve veresiye
farkına
gelince, eğer alınan verilen her iki bedel bir cinsten değilseler,
bunlar
herhangi bir sözleşmede birbirleriyle karşılaştırıldıkları ve yalnızca
birbirleriyle ölçüldükleri zaman aralarındaki üstünlük farkının ortaya
çıkmasına imkan yoktur. O üstünlük farkı bu değişimde değil,
sözleşmenin
dışında kalan üçüncü bir değer ölçüsünün yardımıyla ortaya çıkabilir.
Bunun
için yalnızca bir satış sözleşmesi hiçbir zaman kârlılık ifade etmez.
Satışta
kâr, işte o üçüncü şey üzerine yapılan sözleşmenin bir sonucudur.
Tüccar da
böyle sürekli sözleşmelerle iştigal eden kimsedir. Mesela, on kuruş şu
anda ve
şu sözleşmede bir okka buğdaya tam karşılık olabildiği gibi, başka bir
günde ve
başka bir alışveriş sözleşmesinde on okka buğdaya karşılık olabilir. Ve
kuruş
ile buğday arasında cinslerinin ve faydalarının değişmemesinden dolayı
her iki
taraf, yani alan ve satan taraflar, her zaman için seve seve hakiki bir
değişme
yapabilir. Ve hiçbiri kendi amacına göre birşey kaybetmiş olmaz. Bu
durum,
taraflardan birine bir kâr ve fayda sağlamışsa; söz konusu o kâr, sırf
bu satış
sözleşmesinden doğmamıştır, bu sözleşmeyle daha önceki bir satış
sözleşmesinin
arasındaki farktan doğmuştur. Yani on okka buğdayı on kuruşa satan
adam,
ihtimal ki, daha önce onu beş kuruştan almıştır. Aksine bir okka
buğdayı on
kuruşa satan da daha önce yirmi kuruşa almış olabilir. Alışveriş
yoluyla ticarî
işlerde görülen kâr ve zarar da hep böyledir. Yoksa değiştirilen
çeşitli mallar
arasındaki bir tek değişim doğrudan doğruya söz konusu olduğunda tek
başına ne
kâr, ne de zarar düşünülemez; ancak birbirine denk olup olmadığı
düşünülebilir.
İşin içyüzü de böyledir. Diğer sebepler ve araya giren bozucu unsurlar
önlenirse alışverişin niteliği böyledir. Ancak bu alışveriş, buğdayın
buğdayla,
altının altınla değiştirilmesi gibi aynı cinsten olan şeylerde ise o
zaman her
birinin miktarı, öbürünün ölçüsü olacağından; bunlar gerek peşin, gerek
veresiye olsun aralarındaki fazlalık, bir okka un ile iki okka unun,
yine bunun
gibi bir lira ile iki liranın değişiminde olduğu gibi, derhal kendini
belli
eder ve göze batar. Bunun için bunlar eşit bile olsalar biri bir gün
sonra
verilmiş olunca, bir günlük gecikme veya öncelik bir fazlalık teşkil
eder ve bu
artık alışveriş olmaz sırf faiz olur. Zaten borç verme de böyle
olduğundan
dolayı ribâdır. Bundan dolayı ribâyı buna benzeterek tahlil etmek bir
gasptır,
bir müsaderedir. Bunun içindir ki, meşhur "eşyayı sitte" hadisiyle bu
mânâ, örfteki ribâ kavramına ek olarak ayrıca açıklanmış bulunmaktadır.
2-
Ribâ insanları cidden çalışıp kazanmak ve üretim ile meşgul olmaktan
uzak
tutar. Çünkü herhangi bir sûretle beş on kuruş para sahibi olmuş
bulunan bir
kimse faizcilikle parasını peşin veya veresiye arttırmak imkanını
bulunca artık
geçimini kazanmak için az veya çok kolay bir yol elde etmiş olur. Ve o
zaman
zahmetli olan ticaret veya sanatlarla çalışıp kazanmak zorluğuna ve
sıkıntısına
dayanamamaya başlar. Bu durum, yüksek üretim yapmaya kabiliyetli birçok
kimsenin çalışmalarından iş dünyasının mahrum kalmasına ve bundan
dolayı da
halkın genel çıkarlarının kesilmesine sebep olur. Halbuki dünya ve
toplum
düzeni ticaretler, üretimler, sanatlar ve bayındırlık faaliyetleri ile
gerçek
boyutunu kazanır. Yüksek çalışmanın, yüksek sermayelerin dahi yakından
ilgili
olduğu bu açıdan bakılınca sermayeyi arttırmak için ribânın da bu
anlamda kamu
yararına hizmet edebileceği iddia olunamaz. Çünkü bu arttırma, yalnızca
ribâdan
beklenecek olursa emek ve çalışmaya hiç önem verilmemiş ve iltifat
edilmemiş
olur. Halbuki bayındırlık ve kamu yararı paraya, bir araç olarak bağlı
gibi
görünüyor ise de, emek ve çalışmaya bizzat geçerli bir sebep olarak
dayalıdır.
Bundan dolayı sermaye sahiplerinin nakitleriyle birlikte kendi emek ve
çalışmaları da üretime eklendiği takdirde meydana çıkacak sonuç ile,
bunların
emek ve çabalarını kısmen de olsa ribâya terketmeleriyle diğer
çalışanların ve
üretenlerin ortaya koyduklarını tüketmekten doğacak sonuçlar arasındaki
fark
pek büyüktür. Eğer ticaret ve iş dünyasında ribâ sayesinde iktidar ve
güçlerini
sürdüren sermaye sahiplerinin faizcilikleri ellerinden alındığı zaman
bunların
ticaretteki kıymetlerinin kalmayacağı düşünülüyorsa, o zaman da
bunların zaten
faydalı ve kıymetli bir kesim olmadıklarının ve işe yaramadıklarının
kabul
edilmesi ve bu yüksek sermayeleri ellerinde hapsetmeye haklarının
olmaması
lazım gelir. Yok eğer bu sermaye sahipleri cidden ticarî gücü yerinde
ve
kabiliyetli kimseler ise o zaman da ribâcılık, bunların gerçek
değerlerini
engellediği ve mesaîlerinden ticaret dünyasını mahrum bıraktığı için,
onlara ve
kamuya zarar veriyor demektir.
3-
Ribâcılık insanlar arasında ihtiyaca göre "karz-ı hasen" suretiyle
iyilik ve yardımlaşmanın kesilmesine sebep olur. Çünkü ribâ haram ve
yasaklanmış olunca, insanların yüz yüze gelip birbirlerine faizsiz borç
vermesi; onların hem hoşuna gider, hem de bu durum ahlâk ve sosyal
güvenin
gelişmesine, yaygınlaşmasına ve neticede de sosyal düzenin
sağlamlaşmasına
sebep olur. Herkes ihtiyacı ölçüsünde tüketmeye, tükettiği ölçüde
ödemeye
mecbur olacağından borcunu ödemede titiz davranır, vaktinde ödemeye
daha çok
gayret gösterir ve borcuna dört elle sarılır. Şüphe yok ki, on yerine
onbir
ödemeye mecbur olanlar arasında batan borçların çoğu batmaktan
kurtulmuş olur.
Ribânın yürürlükte olduğu yerlerde muhtaç olanların ihtiyacı bir lira
yerine
iki lira borçlanmaya sebep olabilir. Bu imkanı bulan para sahipleri de
bunu
vesile yaparak "karz-ı hasen"den vazgeçmeye başlarlar. Bu şekilde
halk arasında iyilik, ihsan, yardımlaşma ve dayanışma duyguları
silinmeye;
yerine hırs, kin, öfke ve saldırganlık fikirleri yayılmaya yüz tutar.
Bu da
toplumun felakete sürüklenmesi demek olur.
4-
Ribâyı caiz kabul etmek, zenginlere fakir fukaradan fazla bir mal
çekmek
imkanını bağışlamak demektir ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
rahmetine
aykırı düşer. Bu sayılan birkaç sebep bile; ribânın infaka, hayır
denilen kamu
yararına ters düştüğünü açıkça göstermeye yeter.
5-
Bunların her biri ribânın çirkin ve kötü bir şey olduğunu ifade eden
zararlarını
göstermekle beraber, Allah katındaki haramlığının hikmetini tam
anlamıyla
anlatmaya yine de yetmez. İhtimal ki ribânın bilinmeyen daha birçok
kötü
yönleri vardır. Ribânın haram oluşunun asıl sebebi bunun ilâhî nass ile
sabit
olmasıdır. Ve bütün mükellefiyetlerin ve yasakların sebepleri ve
hikmetleri,
mükellef olan halk tarafından bilinmeleri de gerekli değildir.
Binaenaleyh biz,
sebep ve hikmeti bilemesek bile, ribânın kesinlikle haram olduğunu
tanımamız
gerekir.
276-Sonuç
olarak ribâ, bir çok yönüyle hakkı ve
hukuku rayından çıkarmaktır. Bunda aracı amaç, amacı da araç
zannettiren bir
göz boyama; bir şeyi kendisiyle hem mukayese etmek, hem de kendine
intibak ve
eşitliğini ortadan kaldırmaya çalışmak gibi bir çelişki bulunmaktadır.
On lira,
on lira ile hem ölçülmek, hem de onbir lira yerine konulmak gibi hak ve
hakikatın zıddına bir çelişki vardır. Bunun için ribâ, gerçekte hakka
değer
vermek ve hayat hakkı tanımak istemeyen ve nihayet kendi çıkar ve
isteklerini
hakkın gerçek ölçüsü ve temeli saymak isteyen kısır görüşlü kimselerin
şiarıdır. Bunun için ribâya taraftar olanlar, daima hukukî mevzuatı,
Hakk'ın
ölçüsüyle ölçmeyip beşeriyetin kanunlarını, hakkın ve gerçeğin yegane
ölçüsü
sanan ve her şeyi kendi kişisel çıkarları açısından görenler arasında
bulunur.
Cenab-ı Allah da ribânın, insanların koyduğu kurallarla değil, ilâhî
hükümlere
dayalı olarak haram olduğunu ve bundan dolayı bunu helal sayanların
saradan
kurtulamıyarak en sonunda cehennemi boylayacaklarını ve yalnızca tevbe
edip
bundan vazgeçenlerin kurtulma ümitleri olduğunu beyan buyurmuştur.
Artık bu
kadar büyük bir zarar olan ribâyı bir kâr, bir kazanç sanıp da
arkasından
koşmamalıdır. Sonra ribâcıların zannettiği gibi, ribâ malı arttırır da
sadakalar eksiltir değildir. Tam tersine, Allah, malı arttırır sanılan
ribâyı
derece derece eksilte eksilte nihayet mahveder. Ribâ içinde ayın on
dördü gibi
parlak görünen servetleri, hilal gibi küçülte küçülte nihayet gözle
görünmez
hale getirir de buna karşılık; malı eksiltir sanılan sadakaları "irba"
eder, yani gitgide büyütür ve çoğaltır, nemalandırır. Ribâ, mal
üretecek
hayatları kurt gibi yiye yiye bitirir, nihayet sermayelerin de
batmasına sebep
olur. Halbuki sadakalar ecir, hayat ve bereket olur. Ve Cenab-ı Allah,
haramı
helal tanımakta ısrar eden çok kâfir, çok günahkâr kimselerin hiç
birini
sevmez. O tevbe edenleri sever, onlardan razı olur. Ribâ ise pek
kâfirane ve
pek günahkârane bir iştir.
277-Buna
karşılık iman edip iyi işler, salih ameller
yapan ve özellikle namazlarını doğru dürüst kılıp zekatlarını veren
kimseler
yok mu? Her zaman bunların Rableri katında ecirleri vardır. Bunlara
gelecek bir
korku yok, bir kayıptan dolayı mahzun olacak da değiller.
278-
Ey iman ehli Allah'dan korkun, O'nun azabından
korunun! "Geçmişte yaptıkları kendisine aittir" âyetinin hükmüne
göre, geçmişte kalan ribânın sahibinin zimmetinde bulunduğundan gaflet
etmeyin.
Henüz alınmamış, elde edilmemiş ve kalmış olan ribâdan geriye kalanları
bırakın, terkedin. Eğer siz gerçekten mümin iseniz, böyle yaparsınız.
Zira imanda
olgunlaşmak, gereğini yerine getirmeyi gerektirir.
279-
Şayet yapmazsanız, yani Allah'dan korkmaz,
ribânın haram olduğuna inanmaz veya inanır da yine terketmezseniz Allah
ve
Resulü tarafından bir harbe maruz kalacağınızı bilmiş olasınız. Yahut
kırâetine
göre, Allah ve Resulü tarafından kendinize harb ilan ediniz.
Burada
ribâyı terketmeyenleri, gerek ribâ helaldir inancına dönmüş mürted veya
ahdini
bozmuş kâfir olsun, gerekse haram olduğuna inandığı halde o inançla
amel
etmeyip ribâya devam eden fasık mümin olsun; her ikisine de Allah
Teâlâ, savaş
ilan etmeyi emretmiştir. Çünkü bunlar, zekatı inkar eden veya inandığı
halde
vermemekte direnenler gibi, ya mürted veya bâğî ve âsîdirler. Dışardaki
kâfirlere her zaman için savaş açmak zaruri ve gerekli olmadığı halde,
bunlara
savaş açmak kayıtsız şartsız vacip kılınmıştır. Demek olur ki, ribâdan
sakınmak, İslâm tabiiyetinde bulunanların hepsine farzı ayn bir ferdî
görev
olduktan başka, genelde ribâ işlemlerini kaldırmak da mühim bir ictimaî
farizadır. Çünkü ribâ öyle bir sosyal hastalık ve öyle bir toplumsal
fitnedir
ki, toplumda sürüp gittiği müddetçe tek tek kişilerin ondan kaçınmaları
çok
zor, belki de imkansız olur. Gerçi küfür diyarında bulunan bir
müslümandan,
müslim ile gayri müslim arasındaki ribânın haramlığı sakıt olacağı
Hanefî
mezhebinde açıkça ortaya konmuştur. Bilhassa bu hikmetten dolayı olsa
gerek ki,
Asr-ı Saadet'te müslüman ümmeti kemal derecesini bulup da savaş
edebilme güç ve
kabiliyetini kazanmadıkça ribânın haram oluşu ilan edilmemiştir. Bundan
dolayı
İslâm devleti, ribâ işlemleri yapan kişileri uyarır ve terbiye eder.
Bunlar
fert veya cemaat halinde devlete karşı koyarlarsa o zaman onlara savaş
ilan
etmek bütün müslümanların dinî görevleri gereğidir. Bununla beraber
bugünkü
müslümanlar bu vazifelerini unutmuş ve bunun uygulanması hususunda
sosyal
güçlerini yitirmiş, bir kararsızlık ve karışıklık içine düşmüş
bulunduklarından
pratik hayatta ribâdan kaçmak sırf ferdî bir görev gibi kalmış; ribânın
toplum
hayatında revaç bulmuş olması da ona karşı koymak isteyenlerin durumunu
güçleştirmiştir. Kur'ân böyle ribâyı terketmeyenlerin Allah tarafından
savaş
ilanını hakkettiklerini anlatıyor ki, Kur'ân dilinde "Allah ve
Resulü'nün
harbi" deyimi, bazen gerçekten savaş anlamında, bazen de günahın
büyüklüğünü
ve zararını tasvir için uyarı makamında mecaz olarak kullanılır. Ve
burada her
iki tefsirle ilgili olarak görüşler öne sürülmüştür. Demek ki biri
olmazsa,
diğeri muhakkak olacaktır. Faiz yiyen veya yedirenler maddî veya manevi
anlamda
ilâhî savaştan kurtulamıyacaktır. Bunun için bir hadis-i şerifte
"Allah,
ribâ yiyeni de, yedireni de lânetlemiştir." veya lânet etsin,
buyurulmuştur.
Bu
böyledir. Ve eğer siz ribânın haram olduğuna inanır, ribâya tevbe
ederseniz,
ana paranız sizindir. Ana paralarınızın hepsini alırsınız, o şekilde
ki, zulüm
etmezsiniz, zulüm de edilmezsiniz, yani ne fazla alırsınız, ne de eksik
alırsınız. Fakat tevbe etmezseniz, dinden çıkmanızdan veya zulmünüzden
dolayı
ilâhî harbe muhatap olmakla her türlü zarara uğrar, ana paralarınızı ve
hatta
bütün mallarınızı bile kaybedebilirsiniz ve kendinize yazık etmiş
olursunuz.
'dan buraya kadar bu âyetin, müslüman olup da daha önce yaptıkları ribâ
işlerinden henüz alamadıkları alacakları kalmış olan bir takım kimseler
hakkında nazil olduğu anlaşılıyor. Daha özel anlamda olmak üzere ve
aşağıda
açıklanacağı şekilde daha başka birkaç nüzul sebebi de rivayet
edilmektedir:
Mukatil'in
rivayetine göre, Taif'deki Sakif kabilesinden Amroğulları denilen
oymaktan
Mes'ud, Abdi Yaley, Habib ve Rabi'a adlarındaki dört kardeş hakkında
nazil
olmuştur ki, bunlar Mekke'de Beni Mahzûm'dan Beni Muğire'ye faizle borç
verirlerdi. Hz. Peygamber Taif'i fethettiği zaman bu kardeşler müslüman
olmuşlar, sonra Beni Muğire'deki alacaklarının faizlerini istemişlerdi.
Beni
Muğire de müslüman olmuş ve İslâm'a rağmen faiz vermek istememişlerdi.
Fetih'ten sonra Mekke valisi olan Attab ibni Üseyd'e müracaat olundu ve
bir
rivayete göre, Sakif'in Hz. Peygamber'le Taif antlaşmasında hak
üzerinde
ribâdan olan gerek alacak ve gerekse vereceklerinin mevzu', yani metruk
ve
sakıt olduğuna ilişkin hüküm de yer almaktaydı. Attab ibni Üseyd (r.a.)
Hz.
Peygamber'e yazdı, o zaman işte bu âyet nazil oldu. Bundan dolayı Hz.
Peygamber, cevap olarak bu âyeti yazdı ve altına da şu notu ekledi:
"Onlar
buna razı olurlarsa ne âla, yoksa onlara savaş ilan et!" Ata ile
İkrime'nin verdiği bilgilere göre, Hz. Peygamber'in amcası Abbas ile
damadı
Osman b. Affan (r.a.) ortak olarak hurma bahçesi kiralamışlar, yani
vakti
gelince hurmaları toplamak üzere peşin para vererek selem yoluyla bir
alışveriş
sözleşmesi yapmışlardı. Toplama vakti gelince, hurmanın bir kısmını
toplayıp
kaldırmışlar, geriye kalanını da faiz karşılığı olarak toplamak
istemişlerdi.
Bu da faizin karşılığı demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
Süddî'nin
rivayetine göre, Hz. Abbas ile Hz. Halid bin Velid, cahiliyet devrinde
ortak
olarak faizcilik yapıyorlardı. İslâm'a girdikleri zaman eskiden kalma
pek çok
faiz alacakları vardı. Bu âyet bunlar hakkında nazil oldu.
Hadis
kitaplarında sahih rivayetlerle yer almış bulunan bilgilere göre,
Abdullah b.
Ömer ile Cabir (r.a.), bizzat Hz. Peygamber'den şöyle rivayet
etmişlerdir ki;
Resulullah, Vedâ Haccı günü Mekke'de, yani Cabir'in açıkça
bildirmesiyle
Arafat'taki meşhur hutbesinde "Cahiliyyet devrindeki ribâların hepsi
batıl
ve sakıttır. İlk iptal edeceğim ribâ da Abdulmuttalib oğlu Abbas'ın
ribâsıdır" buyurmuş idi. Mekke ve Taif'in fetihleri hicretin sekizinci
senesinde, Veda Haccı ise onuncu senesinde olmuş ve hacdan birkaç ay
sonra da
Hz. Peygamgamber vefat etmişti.
Bundan
anlaşılmaktadır ki, bu ribâ âyetinin ilk uygulaması bu hutbede ilan
buyurulmuş
ve âyetin hükmüne göre; o güne kadar alınmış olan ribâlara dokunulmamış
ve
alınmamış olanlar da iptal edilmiştir. Bundan dolayı Hz. Abbas'ın faiz
alacakları âyetin özellikle nüzul sebebi değilse bile genel olarak
âyetin
hükmünün ilk uygulandığı alacaklar olmuştur. Bu âyet, sonradan müslüman
olan
kâfirlere uygulanacak hüküm hakkında da büyük bir temel olmuştur. Bu
gibi
kimselerin müslüman olmadan önceki zamanlarında, İslâm dininin
hükümlerine
aykırı ve fakat kendi aralarında muteber ve geçerli olmak üzere yapmış
oldukları işlemler temelden fesih ve iptal edilmez; lakin İslâm'a
girdikten
sonra ortaya çıkan sonuçları, İslâm'ın hükümlerine göre çözüme
kavuşturulur.
Mesela, kendi aralarında caiz ve fakat İslâm'a göre caiz olmayan bir
nikah
yapmış bulunsalar, bu nikah geçerlidir, fakat İslâmiyete aykırı
düşüyorsa onda
devam olunamaz. Kâfir iken süt kardeşiyle nikahlanmış ve onunla yatmış
ise, bu
nikah eskiye göre muteber ve geçerlidir. Verilen mehir geri alınmaz.
Fakat
İslâm'a girdikten sonra onda devam olunamaz. Boşanmaları gerekir. Mehir
verilmemiş ise mehr-i misil ödettirilir. İşte ibaresi yalnızca ribayı
ilgilendiriyor gibi görülen bu âyet, kapsamı ve delaleti bakımından
birçok
işlemlere ait hükümleri de içine almaktadır. Bunun gibi, Veda Haccı
Hutbesi de
birçok hükme temel teşkil eder. Bu cümleden olmak üzere, bu şuna da
delalet
ediyor ki; dar-ı harpte yapılmış olan sözleşmeler, aslında İslâm'a göre
fasit
yapılmış olsalar bile, fetihten sonra onlar temelden feshedilmez. Zira
biliniyor ki, âyetin nüzulü ile Mekke'de tahsil edilmemiş ribâların
iptalini
fiilen ilan eden bu hutbe arasında, Mekke fethinden önceye ait
akitlerin
uzantısı olarak devam edip gelen birtakım ribâ sözleşmeleri vardı.
Demek ki,
bir dar-ı harpte müslümanlarla diğerleri arasında yapılmış olan
sözleşmeler,
orayı müslümanların fethinden sonra bile esasından feshedilmez. Alınmış
olanlar
iade olunmaz. İşte bu ribâ konusunda görüldüğü gibi, fasit kısım, yani
İslâm
hükümlerine uygun olmayan kısım devam da ettirilmez. Yani fethin hükmü,
daha
öncesine şamil olmaz, ancak sonrasına dönük olur. Bu açıklamalardan şu
sonuçları alabiliriz: Evvela şunu belirtmek gerekir ki, bu âyetin
inişi, sadece
Veda Haccı'ndan değil, Mekke fethinden de önce imiş. Ayrıca ribâ için,
onu
inkar edene veya haram olduğunu kabul ettiği halde ribâ işine devam
edene savaş
açmanın faraz olması dâr-ı harpte değil, dâr-ı İslâm içinde ve
Müslümanlığı
kabul etmiş olanlar için geçerli olan bir hükümdür. Müslümanların
vazifesi,
dâr-ı harbde bulunan kâfirlere, ribâdan vazgeçmeleri için savaş ilan
etmek
değil, kendi ülkelerini müslim veya gayri müslim, kim olursa olsun ribâ
fitnesine uğratacak olanlardan korumaktır. Bunun için "Ey müminler
Allah'dan korkun!" diye hitap buyurulmuş, "Ey insanlar" diye
buyurulmamıştır. Müminlerin hükümranlığı ve vilâyeti de dâr-ı İslâm'a
aittir.
Dâr-ı harb için geçerli değildir. Bu mânâdan dolayıdır ki, Hz.
Peygamber, İslâm
uyruğunda bulunmayanlara ribâyı terk etmeleri gerektiğini teklif
etmediği
halde, İslâm'ın zimmetini kabul eden Necran Hıristiyanları'na ribâ
yememek ve
ribâ yedikleri takdirde zimmetin sağladığı haklardan mahrum
olacaklarını
bildirmek üzere onlara söz vermiş ve onlara, "Ya ribâyı terkedersiniz
veya
Allah ve Resulünden harb açılacağını bilmiş olunuz." diye yazarak bu
âyetin içerdiği hükmü tebliğ etmiştir. Zira dâr-ı İslâm'da zimmet
ehlinin
sözleşmesi, hukuk açısından müslümanların imanı yerindedir. Ve zimmet
ehli,
ibadet ile yükümlü değil, fakat muamelat ile yükümlüdür.
Velhasıl
dâr-ı İslâm'da ribâ işlemleri yapanlar, gerek dini inkârlarından ve
dinden
çıkmak niyetiyle yapsınlar, gerekse sırf günah ve isyan niyetiyle
yapsınlar,
her iki şekilde de Allah'ın ve Resulünün harbine muhatap olmuş olurlar.
Fakat
tevbe edenlerin de ana paraları, eksik ve fazla olmadan aynen korunur.
Şu kadar
ki, bunun hemen ödenip ödenmiyeceği de borçlunun kolay ödeme şartına
bağlıdır.
280-
Ve eğer
borçlu züğürt durumda ise o halde
ödemeye ilişkin hüküm, çaresiz olarak onun kolay ödeyebileceği zamanı
beklemeyi
gerektirmektedir. Borçluya, ödeyebilecek duruma gelinceye kadar süre
tanımak
gerekir. Ve bu gibi borcunu ödeyemiyecek borçlulara alacağınızı sadaka
edip
bağışlamanız, sizin için onlara süre tanımaktan daha hayırlıdır. O
parayı
bağışlamanın sevabı daha çoktur. Eğer bilirseniz böyle yaparsınız. Bu
âyetin
hükmü, delaleti ve kapsamı açısından her çeşit borç için geçerlidir.
Hükmü
bütün borçlara şamildir. Bu husus da borçlanmayla ilgili hükümler
arasında
temel hükümlerden biridir. Bundan dolayıdır ki, borçlunun gerçekten
sıkıntı
içinde olduğu kesin olarak ortaya çıkarsa hapsine hüküm verilmez,
hapsedilmez.
Borçlu olan fakirlere borçtan kurtulmaları için yardım etmek ve
alacağını ona
olduğu gibi bağışlamak da büyük bir hayır teşkil eder.
281-Ey
iman ehli! Bunları yapınız ve öyle bir günden
korkunuz ki, o gün Allah'a döndürüleceksiniz, yahut döneceksiniz. Sonra
herkese
kazandığı aynen ödenecek. Ve onlar zulüm görmüş de olmayacaklar. Onlar
kıyamette ebedî cezaya ve azaba uğrasalar da asla zulüm görmüş
olmayacaklar,
çünkü kendi kazançları neyse onu almış olacaklar.
Abdullah
b. Abbas hazretlerinden rivayet ediliyor ki, bu âyet Kur'ân-ı Kerîm'in
en son
nazil olan âyetidir. Şöyle ki: Hz. Peygamber, hac farizasını ifa ettiği
zaman
"kelâle" âyeti, yani "Sana soruyorlar, de ki, Allah size kelâle
hakkında hüküm bildiriyor..." (Nisa, 4/176) âyeti nazil olmuştu. Sonra
Arafat'ta vakfede iken "İşte bugün size dininizi ikmal ettim..."
(Maide, 5/3) âyeti nazil oldu. Sonra da işte bu âyeti nazil oldu. Ve
Cebrail
Aleyhisselâm "Ya Muhammed! Bunu Bakara'dan ikiyüz sekseninci âyetin
başına
koy." dedi. Ve bu âyetten sonra Resulullah seksenbir gün yaşadı ki,
yirmi
yirmibir gün veya yedi gün, yahut sadece üç saat yaşadığı da
söylenmiştir.
İyi
veya kötü amellere ileride verilecek ecir veya ceza, sahiplerinin kendi
kazancı
olmak üzere Allah katında defterlerine geçirilecek bir karşılık, bir
yükümlülük
derecesinde bulunduğundan son nazil olan bu âyetin, ölümü veya kıyamet
gününü
ihtar ederek nazil olması çok anlamlıdır. Ayrıca özellikle ribâ
konusunu
izleyerek borçlanmayla ilgili hükümlerin arasında yer almış olması da
çok açık
seçik ve anlamlı bir uyarıdır.
İnfak
ile ilgili hükümler, kazanç yollarından olan alışveriş ve ribâyla
ilgili hükümlere,
bu da borçlanmayla ilgili hükümlere müncer olmuştur. Borç ise her
şeyden önce
yükümlülük ve zimmet denilen insan haysiyeti ile ayakta duran bir
özellik
olduğundan, Cenab-ı Hak, bunu bizzat kendi ezelî misakı altına alarak
ve
nihayet en büyük müeyyidesi (yaptırımı) olan dindarlık ve takva
duygusuna
bağlamış ve fakat takva duygusunun helal kazanca engel olacak olumsuz
bir yöne
sapmaması için bundan sonra genel olarak borçlanmaların yazılı
belgelere
bağlanmasını ve nasıl yazılması gerektiğini, ikinci derecedeki ayrıntı
sayılabilecek açık belgelerini ve diğer temel hükümlerini beyan ederek
buyurmuştur ki:
282-KIRÂET:
Hamze kırâetinde "hemze"nin
kesriyle dir. İbnü Kesir, Ebu Amr ve Yakup kırâetlerinde in sükûnu ve
şeddesiz
olarak okunur. Hamze kırâetinde de nın zammiyle dir.Î ise Âsım
kırâetinden
başkasında ref' ile şeklinde okunur. kelimesi Ebu Ca'fer kırâetinde
şeddesiz;
kelimesi İbnü Kesir ve Ebu Amr kırâetlerinde ve nın zammiyle elifsiz
okunur.
Bu
birinci âyete (âyet 282) "Müdâyene Âyeti" denilir ki, Kur'ân'daki en
uzun âyet budur. Bir rivayete göre; nüzul sebebi "selem" denilen
alışverişlerdir. Yani peşin para ile veresiye mal almak demek ise de
her çeşit
alışverişe ve borçlanmaya şamildir. Ancak dil âlimleri demişlerdir ki,
"karz" ile "deyn" birbirinden farklı şeylerdir. Bundan
dolayı bu âyetteki şartın, aslında karzı içine almaması gerekir. Fıkıh
açısından da karz başlangıçta emanet, sonuçta da satış demektir. Onun
ödenmesi
belli bir süreye bağlı değildir.
"Ey
iman edenler! Bir ecel-i müsemmaya, yani gün, ay gibi belirlilik ifade
eden ve
bilinmezliği ortadan kaldıracak şekilde belirlenmiş olan bir vakte
kadar
herhangi bir borç ile işlem yaptığınız zaman o borcu yazınız. Allah
ribâyı
haram kıldı diye borç ile veresiye muamelelerin hepsini haram kılmış
sanılmamalıdır. Birbirinizle borç alıp verebilirsiniz, fakat
alışverişte borçların
vadesi belli olmalı, bir de yazılarak belgelenmelidir. Ve bunu iki
taraftan
birine meyil göstermeyecek, eşit olarak her iki tarafın da haklarını
olduğu
gibi gözeterek yazabilecek tarafsız ve âdil bir kâtip yazsın.
Birbirinizin
yokluğunda her biriniz kendi kendine veya özel kâtibi ile kendi
defterine ve
yalnızca kendi hesabına yazdırabilirse de bununla yetinilmesin.
Kendisine
yazması için başvurulan hiçbir kâtip de yazmaktan imtina etmesin,
çekinmesin.
Allah'ın kendisine öğrettiği gibi, yani senet ve belgelerdeki yazılış
usûl ve
geleneklerine uygun olarak, yahut demin bildirildiği üzere adalet ve
hakkaniyet
çerçevesinde, yahut kendisine ilâhî bir lütuf demek olan yazı bilmenin
şükrü
olarak hiçbir şekilde yazmaktan çekinmesin de öylece yazsın. Borçları
yazmak
farzı kifayedir, yani herhangi bir yazı bilen insana farzı kifayedir.
Fakat bu
işle görevlendirilmiş biri olunca ona farzı ayn olur. Bundan dolayıdır
ki,
hükûmetin "Kâtib-i vesâik", başka bir deyimle "Kâtib-i adl"
denilen "noter" tayin etmesi de görevleri arasındadır. Böyle
kâtiplerin bir müracaat olduğunda yazmaları onlara farzı ayndır. Ve
üzerinde
hak bulunan, yani borçlu olan taraf söyleyip imlâ ettirsin. Çünkü
yazılacak
olan senedin muhtevası onun ikrarı olacak, şahitler de onun aleyhine
şahitlik
edecekler. O halde yazıya geçecek ifade ikrar sahibinin ifadesi
şeklinde
olmalıdır, senedi borçlu olan taraf vermelidir.
İMLÂL: İmlâ
kelimesinin aslı veya
eşanlamlısıdır, ezbere söyleyip
yazdırmak demektir. Bundan şu da anlaşılır ki, böyle bir borçlanmada
borcun
senede geçirilmesini asıl borçlu olan taraf teklif etmeli, o
yazdırmalıdır.
Bunun için tamamen imlâ etsin, yazdırsın ve imlâ ederken, yazdırırken
kâtipten,
vesaireden değil, rabbi olan Allah'dan korksun da o haktan zerre kadar
bir şey
eksik etmesin, ifadesinde hileye ve art düşünceye saparak veya araya
bazı
engelleyici ifadeler katarak, borç olayının hâlde ve gelecek zaman
içinde
hukukî şeklini ve akışını değiştirmesin. Şimdi üzerinde hak bulunan
borçlu
malını israf ve telef eden cinsten kafası az çalışan bir sefih, yahut
küçük
çocuk veyahut bunak bir zayıf, bir zavallı, yahut da dilsizlik,
tutukluluk,
bilgisizlik vesaire gibi herhangi bir sebepten dolayı bizzat söyleyip
yazdırmaya gücü yetmeyen bir kimse ise, velisi, yani onun yerine, işine
bakan
kâhyası, veliyy-i umûru, vasîsi, vekili, tercümanı, yahut veliyy-i
deyni olan
alacaklısı, adalet ve hakkaniyet çerçevesinde imlâ ettirsin, o
yazdırsın,
yaptığınız borçları böyle yazınız. Ayrıca siz müminlerin
erkeklerinizden en az
iki şahit getirip, gerektiğinde buna şehadet etmelerini onlardan talep
ediniz.
yani "...erkeklerden" buyurulmayıp, "erkeklerinizden"
buyurulması, çocukların ve müminler aleyhine gayri müslimlerin
şehadetinin
yeterli olmadığını anlatıyor. Yani sizin erkeklerinizden, mümin
erkeklerden
olmayan erkeklerin, siz müminler aleyhindeki şahitlikleri geçerli
olmaz. Eğer
iki erkek olmazsa, o zaman da bir erkekle iki kadın şahit olsunlar,
öyle ki,
bunlar şahitliklerine razı olacağınız, sizce adalet ve güvenilirlikleri
belli
şahitlerden bulunsunlar, yoksa gelişigüzel bir erkekle iki kadının veya
iki
erkeğin şahitliği muteber ve geçerli olmaz. Başka bir âyette "Sizden
iki
adaletli kimseyi şahit yapın" (Talak, 65/2) buyurulduğu için âdil
kimselerden olmaları da şarttır. Sonra bir erkek yerine iki kadın olsun
ki,
birisi unutacağından, öbürü ona hatırlatsın, yahut Hamze kırâetinde
olduğu
gibi, birisi unutur, şaşırırsa diğeri ona hatırlatır. Görüldüğü gibi,
şahitliğe
ehliyet ve liyakatin şartlarından biri de hakkıyla zabt ve hıfzetmek,
yani
akılda iyi tutmak ve unutmamaktır. Ahlâk açısından güvenilir
olmayanların da
şahitliği geçerli değildir, fakat akılda tutmak için olayı başından
sonuna
kadar her an hafızasında tutmak, aklından çıkarmamak şart değildir.
Elverir ki,
şahitlik edeceği sırada hakkiyle hatırlasın ve aklına getirmiş
bulunsun. Demek
ki, bir olayı defterine yazan bunu bir süre sonra unutsa da o deftere
başvurduğu zaman zihninden iyice hatırlayabilirse şahitlik edebilir.
Kendi
kendine içinden, "Ben buraya bir şeyler yazmışım, ama ne olduğunu iyice
hatırlayamıyorum." diyorsa şahitlik edemez. Şahitlerin hatırlatmaya
uyması
da iyi olmaz, unutan şahit kendiliğinden hatırlayabilmelidir. Şahit
sayısının
en az iki kişi olması da şüphe ve töhmeti, iftirayı, yanlışlığı ve
unutmayı
bertaraf etmek, hata ihtimalini ortadan kaldırarak zabtın ve adaletin
kuvvetini
açığa çıkarmak içindir. İşte genellikle göz önünde bulundurulduğu zaman
erkeklere nisbetle kadınlarda zabt denilen akılda tutma gücü biraz
eksiktir,
unutma ihtimali daha fazladır. Böyle olmayanları bulunabilirse de
burada itibar
kişiye değil cinsedir, cinsin de çoğunluğuna göredir. Bunu şöyle de
düşünebiliriz: Evvela kadınlığın yaratılışında duygusallık ağır basar,
duygusallığın ağır bastığı kimseler de aşırı heyecan ve etkilenme söz
konusu
olur, yani duygusallık etkilenmeyi gerektirir. Etkilenmenin çokluğu ise
unutma
sebeplerindendir ve bir şeyi aklında iyi tutmak sadece bir zeka ve
hafıza
meselesi de değildir. Pek çok zeki insan vardır ki aşırı
duygusallıktan, fazla
etkilenmeden dolayı hafızasına güvenilmez. Ayrıca kadında enfüsiyet
(sübjektiflik) daha ilerdedir. Dış çevredeki olaylar onu ilk anda
ilgilendirir
ve telaşa sevkeder. Doğrusu ticarî işlemler ve insanlar arasındaki
borçlanmalar
gibi dışarıya ait olaylar ile ilgilenmek veya böyle şeylerle meşgul
edilmek
kadınlık açısından arzu edilecek bir olgunluk değildir. Bu gibi işler
esas
itibariyle erkeklerin işleri olmalıdır. Bundan dolayı mükemmel bir
kadın olmak
üzere düşünüldüğü zaman, bu gibi dışarıya ait olayları tek başına takip
ederek
şahitlik yapabilecek şekilde akılda tutmaktan ve hafızasını böyle
şeylere
yormaktan uzak kalmak ve bu çeşit işlere doğrudan itilmemek gerekir.
Üçüncü bir
husus olarak göz önünde bulundurulması icab eden bir şey de şudur:
Kadında haya
ve utanma duygusu kuvvetlidir ve kuvvetli olması gerekir. Onun bu
değerli
özelliği, en küçük bir uğraşmayla büyük ölçüde gücünü kaybeder. Bunun
için
olayların kadına anlattıkları erkeğe anlattığından daha azdır. Bu
şartlar
altında bir kadına şahitlik yükünü yükletmek, onu bir anlamda zarara
uğratmak
ve tedirgin etmektir. Dördüncü olarak, kadının fıtratı ve kendi
cinsinin
olgunluğu erkeğin zıddı olduğundan, erkekleşmek kadın için bir düşüş ve
dejenerasyon demektir. Bundan dolayıdır ki, kadınlaşmış ve hünsalaşmış
erkeklerin şahitlikleri geçerli ve muteber olmayacağı gibi, erkekleşmiş
ve
yarıyarıya erkek gibi olmuş kadınların şahitliği de caiz değildir.
Bunların her
ikisi de kendi nevinin özelliklerini kaybetmiş ve düşüş
göstermişlerdir. Böyle
kalbi yumuşaklığa yönelik olanların şahitlikleri de hakkı tahrif etmek
töhmetinden uzak kalamaz. Şu halde yaratılış gerçeği kadının
mükemmelliğiyle
erkeğin mükemmelliğini ayrı ayrı özelliklere bağlamış ve farklı kılmış
olduğundan, kadının dışarıda olup biten olaylara ait ilgisini ve onlara
ait
hafızasını kısmen kapalı tutması, kendi kadınlığının ve kadınlığındaki
mükemmelliğin bir gereğidir. Bunun için şahitliğe konu olan olayı kadın
erkekten daha fazla unutabilir. Çünkü o gibi olaylar, onun ilgi alanı
değildir.
Lakin unuttuktan sonra tekrar hakkiyle hatırlayabilirse yine de
şahitlik etmesi
mümkün olur. Kadını doğrudan bu gibi olayları hatırda tutmaya mecbur
etmek, ona
karşı haksızlık etmek olur. Bunun gibi icabında üzerine yüklenilen
şahitlik
yükünü beşeriyet gereği olarak unuttuğu zaman da onu dışarıdan yapılan
telkin
ve uyarılarla yeniden hatırlamaya zorlamak da yine ona haksızlık
etmektir.
Bundan dolayı bir erkek karşılığında yalnızca bir tek kadına şahitlik
yükünü
yükletmek de gerçeğe ve hakkaniyete uygun olmaz. Ancak bunlar iki kadın
oldukları zaman birinin unuttuğunu diğeri, diğerinin unuttuğunu öbürü
unutmamış
olabileceğinden, bunlar şahitlik yapmadan önce dışarıdan hiçbir
hatırlatmaya
tabi olmadan ve muhtaç bulunmadan birbirleriyle hasbihal ederek
kendilerine
karşılıklı hatırlatmalar ile hafızalarında sakladıklarını
kuvvetlendirip tesbit
edebilirler ve bu şekilde hem kendi haysiyetlerini, hem de hak adına
yüklenmiş
oldukları şahitliği koruyabilirler. Şayet hiç unutmamış bulunurlarsa
durumları
daha da kuvvetli olur. Şu halde bu hatırlatma ve uyarma mahkemede
şahitliğin
edası sırasında olacak diye önceden anlaşıp ağız birliği etmemelidir.
Çünkü bu
hâl, şahitliğin kabulüne engel olabilir. İşte bir taraftan kadının
fıtratının
ve haklarının, bir taraftan insanların haklarının korunması ve yerine
getirilmesi
açısından erkeklerin daha iyi bilgi sahibi olabileceği işlerde kadın
şahit
yapılmamalıdır. Kadınlara şahitlik görevi yükletilmemelidir. Bu işlerde
erkek
bulunmadığı ve kadına başvurmaya ihtiyaç duyulduğu takdirde de bir
erkek yerine
bir kadına değil, iki kadına yükletilmelidir. Şu halde erkeklerin
haberli
olmaları caiz olmayan hususlarda yalnızca kadınların bilgi vermesiyle
ve hatta
yerine göre yalnızca bir kadının bilgi vermesiyle de amel etmek caiz
olur.
Mesela kadınlar hamamında meydana gelmiş olan bir olayın şahidi ancak
kadın
olabilir. Ve bir çocuğun annesinden doğması bir kabilenin, bir oymağın
haber ve
şahitliği ile sabit olur.
Bir
de şahitler ne vakit şahitlik etmeye çağırılırlarsa çekinmesinler,
şahitlik
yapmamazlık etmesinler. Bundan dolayı gerek tahammül gerek eda olsun
şahitlik
için davet edildiği zaman bu davete icabet etmek farzı kifayedir. Hiç
kimse
gitmezse herkes günahkar olur. Giden bulunur da maksat hasıl olursa
diğerleri
de günahtan kurtulur. Başkası bulunmaz da belli kimselerin gitmesine
ihtiyaç
duyulursa, o vakit bunların şahitlik için davete icabet etmeleri
kendilerine
farzı ayn olur. Bazı âlimler buradaki "şahitlik yapmamazlık
etmesinler" emrinin yalnızca tahammüle, bazı âlimler de bunun tahammüle
ve
edaya bağlı olmaksızın her ikisine de ait olduğunu açıklamış iseler de
"Ahkâm-ı Kur'ân" da beyan olunduğu üzere, burada hüküm mutlaktır.
"davet olundukları zaman" ifadesi de genel anlamlıdır.
Bu
âyetin nüzul sebebinde Katade'den gelen bir rivayet şöyledir: "Bir adam
bu
hususta oba oba dolaşır, ona kimse aldırmazdı, sonra bu âyet nazil
oldu."
denilmektedir. Bundan dolayı eda farizası daha mühim olmakla beraber,
ihtiyaç
gerekli kıldığında gerek tahammül ve gerekse eda bakımından şahitlik
farzı ayn
olur. Kısacası siz işte böyle yapınız. İster büyük olsun, ister küçük
olsun o
borcu veya onun ödeme gününü son süresine varıncaya kadar yazmaktan
usanmayınız. Az olsun, çok olsun yazınız ve vadesinin son taksidine
kadar bütün
yönleri ve bütün ayrıntılarıyla yazınız; her bakımdan açık ve anlaşılır
olsun,
"Zaten azdır, önemi yoktur, canım işin bu yönü zaten bellidir, yazmaya
ne
lüzum vardır." demeyiniz, yazmaya ve ayrıntılarıyla yazmaya üşenip de
işi
baştan savmayınız. Bu kısım daha önceki "yazınız!" emrinin bir
açıklaması ve pekiştirilmesi olmak üzere kâtiplere hitap ve tenbih gibi
tefsir
olunuyor. Fakat bunun daha geniş kapsamlı olarak senet yazmaktan başka
gerek
borçlu, gerek alacaklı tarafından borç miktarının ve ödeme şekillerinin
kendi
defterlerine de yazılmasını, ayrıca şahitlerin dahi şehadetini
yüklendikleri
gerçeği unutmamak için mümkün olduğu kadar yazmalarını hatırlatmakla
hem
taraflara, hem kâtiplere, hem de şahitlere ait bir hitap olması da
âyetin
kapsamı içindedir. Ve gelecek âyetlere göre bizce bu mânâ siyaka, yani
konunun
akışına daha uygun görünüyor. Çünkü ey müminler böyle ayrıntılarıyla
yazılması,
üç türlü fayda getirir. Evvela Allah katında en doğru olanı, adalete ve
hakkaniyete uygun olanı, en ziyade adalet ve doğruluk demek olanı
budur. Esas
belge demek olan takvanın gereğine en uygun olandır. İkinci olarak
şahitliğin
yerine getirilmesini en iyi şekilde sağlayandır. Üçüncüsü kuşkuya,
şüpheye
düşmemenize yardım eden en büyük sebeptir. Borcu ve gerçeği bu şekilde
iyice
yazarak tesbit ettiniz mi, cinsinde, miktarında, müddetinde, şahidinde,
şehadetinde, birbirinize karşı ahlâkî ve hukukî yükümlülüklerde ve
sosyal
hayatınızda güven hasıl olur. Şüpheden kurtulur, yakin üzre
bulunabilirsiniz. O
halde bunları yapınız. Ancak yaptığınız iş aranızda elden ele alıp
vereceğiniz,
tamamen peşin ve hazır bir ticaret işi olursa o başkadır, yahut meğer
ki, iki
taraftan aranızda hemen elden alıp elden vereceğiniz hazır bir ticaret
malı
bulunursa o zaman mesele yoktur. O takdirde onu yazmamanızda size bir
beis, bir
zarar ve bir sakınca yoktur. Demek ki, yine de yazmak fena bir şey
değildir.
Müştereken bir kâtib-i adl, bir noter huzurunda senet ve sözleşme
yazdırmaya
lüzum yoksa da her ihtimale karşı özel olarak veya toplam olarak
birbirine bir
hatırlatma olmak üzere, mümkün olduğu kadar yazılırsa fena olmaz. Lakin
yazı
bilmeyen pek çok kimse için bunda zorluk, meşakkat bulunacağı, bunun da
kolaylıktan ziyade, zarar getireceği için yazmamanızda bir beis yoktur,
buyuruluyor, amma velev peşin olsun, bir alışveriş, bir alım veya satım
yaptığınızda işhad ediniz, şahit getiriniz, yani bu işleri şahit
huzurunda
alenen yapınız, herkesten gizli bir şekilde yapmayınız. İşlemleriniz ve
malınız
şüpheden uzak olsun. Çünkü hırsızlık mal satmıyorsunuz, normal ve meşru
ölçüler
içinde alışveriş yapıyorsunuz. Bunun için alım ve satım işlemlerinin
şahitlerin
gözü önünde yapılması güven ve hukuk açısından herhalde bir ihtiyattır.
Bütün
müfessirler açıkça bildiriyorlar ki, bu âyetteki mendubluk ihtiyaç
içindir. Bir
de ne kâtip, ne de şahit zarar vermeye kalkışmasın; kendilerine
müracaat
edildiği zaman icabet etmemek veya yazıyı ve şahitliği değiştirip
tahrif etmek
gibi ahlâksızlık yaparak hak sahiplerini zarara sokmasın, yahut mechul
sîgası
olduğuna göre; ne kâtip, ne de şahit bu yüzden bir zarara uğratılmasın.
Bunlara
yazmak veya şahitlik gibi görev yükletilirken, böyle dinî görev
verilirken,
kendilerince mühim olan işlerinden alıkonulmak veya belirlenen hududun
dışına
çıkılıp ziyade tekliflerde bulunmak, veyahut kâtibe ücretini vermemek
gibi bir
suretle zarar da verilmesin. Ve eğer zarar verdirirseniz bu kesinlikle
sizin
için bir fısk, bir günah ve vebaldir. Hak Teâlâ'ya karşı
itaatsizliktir,
Allah'ın itaatından çıkmaktır. Bunu yapmayınız, ve Allah'dan korkunuz,
ikab ve
cezasından korununuz, O'nun koruması altına giriniz. Allah size tane
tane
öğretecek, daha ziyade bilgiler ihsan edecek, işinize yarayacak,
işinizi
kolaylaştıracak ilâhî hükümlerini ve irfanını belletecektir. Allah her
şeyi
bilir. Bundan dolayı emirlerine itaat, nehiylerinden sakınmak, sözüne
güvenmek,
kendisine ta'zim ve saygı ile hukuk ve ticarî işlerinizi, bütün
işlemlerinizi
yazıp belgelendirin. Her şeyi yazıp belgeye bağlamanın, din ve
dindarlığın,
takvanın temeli olduğunu unutmayınız.
283-
Ve şayet yolculukta olur, bir kâtip de
bulamazsanız, o zaman vesikalarınız, aldığınız rehinlerdir. Gerçi rehin
alınabilmesi bu zamana ve bu şartlara bağlı ve münhasır değildir. Hazar
zamanında kâtip ve yazı mümkün iken de rehin almak sahih ve caizdir.
Fakat
kâtip bulunmadığı, senet ve yazı ile belgelendirmeye imkan olmadığı
zaman rehin
konusu kendini açıkça belli eder. Bundan dolayı bu şartlar rehinin
sıhhatına ve
cevazına değil, belgelendirmek için belirliliğin şartıdır. Yani bu
şart,
seferde değilseniz ve kâtip bulursanız rehin alamazsınız anlamına
değildir.
Bunun böylece mefhumu muhalifi muteber değildir. Mantık açısından da
bellidir
ki, bir önceki hükmün geçersizliği, ondan sonraki hükmün de
geçersizliğini
gerektirmez. Ancak şart bulunduğu zaman o şartın gerekli kıldığı şey,
yani
meşrut gerekir. Şu halde seferde olmak ve kâtip bulunmamak rehnin
cevazının
veya sıhhatının şartı değildir, belki vücub veya mendubiyetinin
şartıdır. Ve bu
şart da esas itibariyle kâtibin bulunmamasından dolayı yazının
imkansızlığıdır.
Sefer bunun alelade sebebi ve çokça meydana gelen durumu icabıdır.
Başka bir
deyişle "kayd-i ihtirazî değil, kayd-ı vukuîdir". Diğer mazeret
sebeplerinden biriyle dahi hazar zamanında da kâtip bulunmazsa, hüküm
yine
böyle olacaktır. Hazar zamanında rehinin caiz oluşu Peygamber
Efendimizin
uygulaması ile de sabittir. Çünkü Resulullah hazarda iken zırhını rehin
vermiştir. Bununla beraber âyet şunu gösteriyor ki, senet ve yazı ile
belgelendirmek mümkün oldukça, müminler arasındaki borç
alışverişlerinde rehin
talep etmek caiz olsa da mendub olmayacaktır. Meğer ki bir mazeret, bir
sebep
bulunsun. Bir de anlaşılıyor ki, rehinin tamam olması için onun fiilen
alınmış
olması şarttır, sözü edilip de alınmamış olan rehin belge özelliği
taşımaz.
Zaten rehin kelimesinin mânâsında hapsetmek vardır. Şu halde rehinin
hisse-i
şâyi'a (çok ortaklı mal) olması da doğru olmaz. İşte esas olmak üzere
borçlanmada ve diğer işlemlerde üç türlü belgelendirme vardır: Bunlar
yazı,
şahit ve rehindir. Dindarlık ve takva anlayışı, gerçeği belgelendirmeye
ve
hakkın yerini bulmasına hizmet eden bu gibi belgelendirmeye engel
olmamalı,
hatta buna yardımcı olmalıdır. Müminler borçlanma ve ticarî işlemlerde
ve bütün
muamelelerinde bu gibi belgelendirmelere riayet etmeli ve bu surette
helal malı
korumaya ve onu telef olmaktan, kayba uğramaktan kurtarmaya çalışarak,
meşru
yollardan kazanç ve üretimi arttırmaya gayret etmeliler ki, insan bu
sayede
Allah yoluna infaka güç yetirebilsin. Allah'ın gazabına uğrayan ribâ ve
benzeri
haram şeylerden sakınsın da takvaya devamı mümkün olabilsin. Görülüyor
ki,
insan hakları için bu arada en büyük güvence Allah Teâlâ'ya bağlılık
ile, O'nun
emirlerine sarılmak demek olan din ve takva duygusudur. Bu olmayınca
diğer
belgelerin ve ayrıntı sayılan müeyyidelerin faydası pek sınırlı kalır.
İmdi
bir kısmınız, bir kısmınızdan, yani bazı alacaklılar bazı borçlulardan
güven
içinde olur, rehin almaz ve bu gibi belgelerden hiç birine lüzum
görmezse
güvenilen kimse de emanetini gecikmeden tediye etsin, borcunu ödesin.
Güvenilmeye değer ve layık olduğunu isbat eylesin. Demek oluyor ki,
yukarıda
emrolunan üç türlü belgelendirmeden hiçbirini yapmayıp da mutlak olarak
güvenmek dahi caizdir. O halde yukarıda geçen "yazınız!", "şahit
gösteriniz!" emirleri ile "rehin vermek" şeklinde gerekler vücub
için değil, mendûbiyet içindir. Zira bunlar vücub için olursa, o
vücûbun bu
ikinci şıkla mensuh olması gerekir. Gerçekten de Hasan, Şa'bî, Hakem b.
Uyeyne
gibi bazı müfessirler bu son hükmün öncekileri neshettiğini
kaydetmişlerdir.
Ancak Abdullah ibni Abbas hazretleri "Müdayene âyetinde nesih yoktur,
âyet
muhkemdir" diye açıkça bildirdiği ve bu âyetin nüzulünün öncekinden
daha
sonra olduğuna ilişkin bir açıklama da bulunmadığı, halbuki tarih
muahhar
olmadıkça nesih bulunmayacağı yönünde bütün tefsir âlimlerinin ittifakı
ile
burada nesih olmadığı söz konusu ise de, bununla beraber birçoğu yine
de
buradaki güven şartının nâsih (neshedici) değil, fakat nedbe bir karine
olduğunu söylemişlerdir. Ata, İbni Cüreyc, Nahaî ve daha birçokları bu
cevaz
"Eğer seferde iseniz ve kâtip de bulamıyorsanız..." ifadesine göre,
sefer şartına ve kâtip bulunmaması durumuna bağlı olduğuna göre, rehnin
mendubiyetine karine olursa da imkan olduğu takdirde bu emirlerin
mendubiyete
hamlini gerektirmeyeceğinden, imkan hasıl olduğu takdirde bu emirlerin,
yani
yazmayı ve şahit bulundurmayı öngören emirlerin vacip olduğuna kail
olmuşlardır. Ahkâm-ı Kur'ân'da Ebubekr Razî'nin açıklamasına göre,
"Fıkıh
mendub olduğu görüşündedir, fakat her ne olursa olsun kendisine emniyet
edilip
senetsiz, şahitsiz borç verilen kişiye emaneti hakkıyle eda etmek
farzdır." Kendisine güvenilen insan boynunda bir farz olduğunu bilsin
ve
Rabbi olan Allah'dan korksun da o güveni hiçbir şekilde kötüye
kullanmasın. Siz
de şahitliği gizlemeyin. Ey şahitler, ihtiyaç olduğu anda şahitliğinizi
eda
etmekten hem kaçınmayın, hem de görüp bildiğiniz gerçekleri gizlemeyin.
Ey
borçlular siz de içinizde bildiğiniz, görüp durduğunuz borcunuzu inkâr
eylemeyin. Zira her kim şahit olduğu gerçeği gizlerse, muhakkak ki, o
kötü
kalbli günahkâr bir kimsedir. Şahitliği gizlemek, bildiğini söylememek
öyle dış
veya iç uzuvların işlediği günah gibi değildir; bizzat imanın karargahı
olan
kalbin ve ruhun işlediği bir günahtır. Bundan dolayı da en büyük
günahlardandır, kâfirliğe ve inançsızlığa en yakındır. Nitekim Abdullah
ibni
Abbas'dan rivayet olunmuştur ki: "Büyük günahlardan en büyüğü şirk,
yalancı şahitlik ve şahitliği ketmetmektir." Şahitliği ketmetmek böyle
bir
kalb günahıdır. Allah ise şahitlik veya şahitliği gizlemek gibi açık,
belli
veya gizli kapaklı her ne yaparsanız hakkiyle ve tamamiyle bilir.
Sırası
gelince de cezasını verir. Sakın kalbde kalan gizli şeyleri kim
bilecek,
demeyiniz. Zira:
284-KIRÂET:
Nâfi, İbnü Kesir, Ebu Amr, Hamze, Kisaî
ve Halefi Âşir kırâetlerinde nın cezmiyle ; İbnü Âmir, Âsım, Ebu Cafer
ve
Yakup'dan başkasında nin cezmi ile ve mim'e idğam ile, = , ancak
Verş'in
kırâetinde idğamsız sadece cezm ile okunur. Bütün bu okuyuşlarda mânâ
farkı yok
gibidir.
NÜZUL
SEBEBİ: Bu âyetin nüzul sebebinde iki rivayet vardır: Birisi şahitliği
ketmetmek
ve doğruyu olduğu gibi söylemek hakkında nazil olmuştur, diğeri ise
müminlerden
kâfirleri dost edinip, onları taklid eyleyenler hakkında nazil
olmuştur. Zira
kalbin günahının küfür ile yakın ilişkisi sözkonusudur. Göklerde ve
yerde
bulunan her şey kayıtsız şartsız Allah'ındır. Bütün gerçekliğiyle ve
var olan
düzenleriyle O'nun mahluku, O'nun mülküdür. O'nun tasarrufu ve tedbiri
altındadır. Bütün kâinatta Allah'ın ilminden gizli hiçbir şey
düşünülemez. O
hepsini bilir. Siz de bunlara dahil olduğunuz için sizin de içinizde ve
dışınızda ne varsa, ne yaparsanız onu da bilir Ve siz içinizde bulunanı
açıklasanız da, gizli tutsanız da, her iki durumda da sizi onunla Allah
hesaba
çeker. Bundan dolayı ne açık, ne de gizli olarak hiçbir fenalık
yapmayınız. "içinizde
ne varsa" ifadesi mutlak olduğuna göre, nefsin her türlü hallerini ve
hareketlerini kapsamı içine almaktadır. İrade, yöneliş ve duyuş,
düşünüş ve
hayal ediş ve her çeşit hatıra ile vesveseler, şüpheler, inançlar,
huylar ve
meleler ve bunlarla ruhsal tepkiler, ister ihtiyarî ve isterse gayri
ihtiyarî,
sürekli veya gelip geçici, iyi ve kötü nefiste (iç dünyada) bulunan her
şey
buna dahildir. Fakat her şeyden önce âyetteki siyak, yani sözün gelişi,
şahitliği gizlemek ve bildiğini söylememek gibi fena şeylere ait
olduğundan,
iyi olanlar dış görünüşüyle sanki hesaba çekilmenin dışında gibi
görünüyor.
İkinci bir husus "içinizde bulunanlar" zarf-ı müstakar olduğundan,
içinizde iyice yer etmiş, karar haline gelmiş olan duygu, düşünce ve
niyetler
için açık bir anlam taşıdığından, bir var, bir yok olan gelip geçici ve
kararsız duygular bunun dışında gibi görülüyor. Üçüncü olarak gizli
tutmak ve
açığa vurmak ihtiyarî fiillerden oldukları için insanların iradeleriyle
ilgili
olan işlere ve davranışlara, yine kendi içinde bulundurduğu niyet ve
tasavvurlara ait olup, gayri iradî olanlar bunun dışında kalır. Zira
hesaba
çekilmek mutlaka açığa çıkmaya ve gizli kalmaya ait değildir, çünkü
niyetlerinin açığa çıkması da, gizli kalması da kendi takdirlerine
kalmış bir
şeydir. Bu ise kesinlikle kasıt ve niyetle olur. Yani iradeli olarak
yapılan
bütün işler ve ruhî haller hesaba çekilmeyi gerektirir. Böyle
olmayanların
gizli kalması da açığa çıkması da Allah Teâlâ'nın isteğine bağlıdır.
Lakin
kötülük kötülük olduğundan, haddi zatında azap ve acı sebebidir. Bunun
için her
ne şekilde olursa olsun onun açığa çıkması insanlara başka türlü bir
azaptır.
Hele zarurisi zaruri bir azaptır. Bunda hesaba çekilmek de felahı, yani
ruhsal
kurtuluşu sağlamaz. O zaman bunu sağlayacak olan ancak Allah'ın gizli
tutması
ve bağışlamasıdır. Bunun için insanlar Allah'ın mağfiret ve affına
muhtaç
olmaktan kurtulamazlar. Hasılı insanların hiçbir şeyi Allah'dan gizli
kalmaz.
Bundan dolayı insanların açığa vurmaları ve gizli tutmaları bir önem
taşımaz,
kendi hür iradeleriyle ve isteyerek yaptıkları tercihler ve seçimlerle
yaptıkları işlerin hepsi hesab kapsamının içine girer ve hepsinin
hesabını
Allah sorar ve sorumlu tutar. Tutar da sorumluluk kesinleştikten sonra
dilediğini bağışlar, mağfiret eder, dilediğine de azap eder. İşte
bundan
dolayıdır ki, O'nun azabı bile katıksız adalettir; mağfireti de
katıksız ihsan
ve inayettir. Gerçi burada önce mağfiretten söz edilip, azabın önüne
alınmıştır. Lakin bunlar O'nun istemesine (meşiyyetine) ait işlemler ve
hükümler
olduğundan mağfiretin kime, adaletin kime nasip olacağını yine
Allah'dan başka
kimse bilmez. Bu gerçek karşısında insan olanlar kısmetlerine adalet
çıktığında, haklarına düşen şeyin azab olmaması için, açıkta ve gizlide
her
türlü fenalıktan sakınıp, kâmil imanla hayır hasenata sarılmalı,
iyilikleri ve
faziletleri alışkanlık haline getirip güzel huylarla donanmalı,
kendilerinde
çirkin şeyler huy, meleke ve ahlâk olarak değil, hal olarak dahi
bulunmamalı,
kendi içindeki her fenalığı söküp atmaya çalışmalıdır. Bunlar nasıl
gerçekleşir, demeyiniz. Allah her şeye kâdir, hem de pek ziyade
kâdirdir.
İnsanları ve bütün içinde bulunanlarla gökleri ve yeri yaratan, bilerek
vücuda
getiren Allah, hepsini bir anda yok etmeye ve öldürmeye kâdir olduğu
gibi,
ölenleri tekrar diriltmeye, gizli veya açık geçmişin hesabını sormaya,
iyilere
iyi, kötülere kötü karşılık ve mükâfat vermeye, azabı hak etmiş
olanları
bağışlamaya da kâdirdir.
Allah,
kendi zat ve sıfatlarına, enfüs (insanların iç dünyaları)ü ve bütün dış
dünyayı, bütün âlemleri şahit getirip ve böylece hükmettirdikten ve
herşeyi
bildiğini ilân ettikten sonra, "Göklerde ne var, yerde ne varsa hepsi
Allah'ındır." cümlesiyle "âyetelkürsî"ye yeniden bir göz atma
anlamına gelen bu âyet-i kerime, kalbin günahı olan şahitliği ketm etme
işinin
ne kadar ağır cezayı gerektireceğini isbat sadedinde ve dolayısıyla
yukarıdan
beri sûrenin içine aldığı âyet ve delillerin, mükellefiyet (sorumluluk)
ve
hükümlerin genel bir icmalini (özetini) ve toptan bir muhasebesini
yaparak,
esas açıklamanın hedefi olan iman ilkelerinden özellikle ahirete iman
meselesine getirerek, bunu da dinin temeli olan Allah'ı tanıma
meselesine ve
bilhassa ilâhî sıfatlardan ilim, irade ve kudret sıfatlarına bağladığı
sırada
tekrar sağlam ve edebî bir "terci-i bend" neş'e (neşve)si veren
"Allah her şeye kadirdir." fasılası ile sûrenin sonunu ta başındaki
genel bir hitap olan "Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinize ibadet
ediniz!" (Bakara, 2/21) âyetinin öncesine bağlayan ve böylece bu kadar
çeşitli açıklamaların ve değişik hitapların tamamını başı ve sonu aynı
hizada
olan bir genel hitapta birleştiren estetik ve beyan dokusu
oluşturmaktadır.
Bundan dolayı bununla sûrenin baş tarafında o genel hitaptan önce olan
giriş
kısmına karşılık bir sonuç kısmına başlanmış oluyor ki, bu sonuç da üç
âyetten
ibaret olacaktır. Bunlara "havatimi sûreti'l-Bakara" denilir. Bu üç
âyetten birincisi, sûrenin baş tarafında yer alan ve kâfirlerle
münafıklar
hakkında olan onbeş âyete (âyet 6-20) dönüktür. Bunu izleyen son iki
âyet ise,
hem bu âyetin bazı izaha muhtaç yönlerini açıklamakta, hem de sûrenin
en
başındaki mümin ve muttakilerle ilgili kısımla uyum sağlamaktadır. Bu
uyumu
göstermek ve bütünüyle gözler önüne sermek için orada iman ve daha
başka
özelliklerden sadece nazarî olarak söz eden tasvirler burada o mümin ve
muttakilerin kim olduklarını bilfiil tesbit etmektedir. Şöyle ki: "Bu
kitabın müttakiler için hidayet olduğunda hiç şüphe yoktur... ve işte
onlar
kurtuluşa erenlerin tâ kendileridir." (Bakara, 2/2-5) âyetlerinin
içeriğine
göre, hidayet ve ilâhî tebliğin nasıl bir feyiz kaynağı olduğu ve onun
nasıl
bir sonuç verdiği, buna bağlı olarak o imanın gerçeğe, o gaybın
görünüre nasıl
dönüştüğünü belgelere dayalı olarak anlatmak ve nihayet Fatiha
sûresindeki
"Ey Rabbimiz! Sen bizi doğru yola ilet." (Fâtiha, 1/6) duasının nasıl
kabul olunup ne gibi gelişmelere yol açtığını gözler örüne sermek üzere
buyuruluyor ki;
285-KIRÂET:
Hamze, Kisaî ve Halefi Âşir kırâetlerinde
müfred olarak okunur. Yakup kırâetinde ile okunur.
NÜZUL
SEBEBİ: Rivayet olunduğuna göre, "Siz içinizdekini açığa vursanız da,
gizleseniz de" (Bakara, 2/284) âyeti nazil olunca, bu ashaba pek ağır
geldi, toplanıp Resulullah'ın huzuruna vardılar, diz çöktüler: "Ey
Allah'ın Resulü, namaz, oruç, cihad, sadaka gibi gücümüzün yeteceği
amellerle
mükellef olduk. Şimdi ise bu âyet indirildi. Halbuki bizim buna gücümüz
yetmiyecek." dediler ve "Herbirimiz, kendi gönlünde öyle şeyler
konuşur ki, dünyaları verseler bunların kalbinde bulunmasını arzu
etmez."
diye insanın elinde olmadan içinde bulunan duygu, düşünce, tasarı ve
hayallerden söz ettiler. Peygamber (s.a.v.) onlara: "Siz de sizden
önceki
Kitap ehli gibi, duyduk ve karşı koyduk mu demek istiyorsunuz? 'duyduk
ve
uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz, dönüş ancak sanadır, deyiniz!'
buyurdu.
Bunu hep birlikte okumaya başladılar, okudukça dilleri alıştı ve
gönülleri
yatıştı. O zaman âyeti nazil oldu. Böylece Allah'a tazarrû ve niyaz ile
yalvarıp yakardıklarından, istiğfar edip Allah'a sığındıklarından
dolayı bir
süre sonra arkasından âyeti nazil oldu ve güçlerinin yetmiyeceği ve
ellerinde
olmayan şeylerden hesaba çekilmeyecekleri bildirilerek, endişeleri
giderilmiş
oldu. Demek ki, Ashab-ı Kiram "Siz içinizdekini açığa vursanız da
gizleseniz de Allah onunla sizi hesaba çeker." nazmı celîlinin gizli ve
açık yönleriyle bütün ihtimallerini dikkate almışlar ve bu âyetin
gerekli
kıldığı sorumluluğun akla doğan düşünce ve duyguları da kapsamı içine
alma
ihtimalinden korkmuşlar ve kendilerince âyetin insan gücünün üstünde
bir
sorumluluk yüklediğini düşünerek, bunun böyle olmaması gerektiğine
hükmedip Hz.
Peygamberden, her ihtimale karşı bu hükmü yorumlayacak bir açıklama
aramışlardı. Buna karşı her şeyden önce kayıtsız şartsız itaat,
istiğfar ve
yalvarma ile emrolununca derhal itaat gösterdiler. İçlerinde kaçınılmaz
olarak
mevcut bulunan endişe ve korkuya rağmen, ilâhî sorumluluğa ve Hz.
Peygamber'in
emrine boyun eğdiler ve hiç itiraz etmeden olduğu gibi kabul ettiler.
Allah
Teâlâ da evvela bunların kâmil imanlarını, bu söz dinlemelerini ve emre
uymalarını,
alçak gönülle yakarmalarını, "Rabbena, Rabbena" diye yalvarmalarını
ve yalnızca kendisine sığınmalarını övgüyle dile getiriyor. Onları medh
ü sena
ederek bu şekilde dua etmeye devam etmelerini teşvik ediyor ve
destekliyor.
Ayrıca bir müddet sonra lütuf ve merhametini açığa vurup, "Allah hiç
kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez." şeklinde iltifatta
bulunuyor.
İstek ve ihtiyaçlarına uygun olarak hüküm göndermiş ve ızdıraplarına
sebep olan
hayal ve hatıra sorumluluğundan doğan endişeyi gidermiştir ki, işte
itaatın ve
Allah'a sığınmanın ürünü daima böyledir. İtaat vesvese ve endişeyi yok
eder.
Hasan ve Mücahid ile İbnü Sirin'den, bir rivayette de İbnü Abbas'dan
naklen
anlatıldığına göre, den itibaren bu son iki âyet, Cibrîl vasıtasıyla
nazil
olmamış, Resulullah bunları Mirac gecesinde vasıtasız olarak
işitmiştir. Bundan
dolayı Bakara Sûresi Medine devrinde nazil olmuştur, ancak o takdirde
bu iki
âyet müstesna olarak daha önce nazil olmuş demektir. Bununla beraber
bir başka
rivayette İbnü Abbas, İbnü Cübeyr, Dahhak ve Ata: "Bunlar da Medine'de
Cibrîl ile nazil oldu." demişlerdir. Gelelim mânâsına:
O
Peygamber, yani bu indirilmiş kitabın tebliğiyle görevli olan
peygamber, o özel
muhatap, yukarıda "kulumuz" (Bakara, 2/23), "Muhakkak ki sen
peygamberlerdensin", (Bakara, 2/252), "Peygamberlerin bazısını yüksek
derecelere erdirmiştir." (Bakara, 2/253) özellikleriyle bilinen o
muhteşem
peygamber Muhammed Mustafa (s.a.v.), Rabbinden kendisine indirilmiş
olanın
hepsine iman etti, peygamberliğini şüphe ile değil, bu iman ve bu yakîn
ile
yaptı. Rabbinden gelene hem kendisi inandı hem de onun ümmeti olan ve
yukarıda
genel özellikleri açıklanan o müminler. Onların hepsi, Allah'a ve
Allah'ın
meleklerine, kitaplarına -yahut kitabına-, peygamberlerine, onlar da
Allah'ın
peygamberleri olmalarından ötürü, inandılar, iman getirdiler. "Allah'a,
bize indirilene ve bizden önce indirilene... inandık, deyiniz" (Bakara,
2/136) gibi emirlere uyarak biz Allah'ın peygamberlerinden hiç
birisinin
arasını ayırmayız. Birinin peygamberliğini kabul ve tasdik edip, bir
diğerini
inkâr ederek aralarında fark gözetmeyiz, hepsini kendi derecelerine
göre
peygamber olarak tanırız. "İşte bunlar peygamberlerdir, bir kısmını bir
kısmına üstün kıldık." (Bakara, 2/253 âyetine bakınız). İşte böyle iman
ettiler ve bu iman ile dediler ki: dinledik ve itaat ettik, Hak'tan
gelene
kulak verdik, iyice dinledik ve anladık; kerhen değil tav'an, kendi
rızamızla,
seve seve söz tuttuk, emre uyduk. Ğufranını (affını) niyaz ederiz ey
Rabbimiz!
Ne kadar itaat edersek edelim yine de kusurumuz çok. Hele nefse doğan,
içe
dolan duygu ve düşüncelerden kurtuluş yok. Akibet varılacak yer, son
durak
ancak sensin. Senden geldiğimiz gibi, dönüp dolaşıp yine sana
geleceğiz. Ölüm,
ahiret, yeniden diriliş, bunların hepsi hak ve gerçektir ya Rabbi!
Öldükten
sonra dönüp sana varılacak, sana hesap verilecek, sen de dilediğine
mağfiret
ihsan edip, dilediğine azap edeceksin; işte biz şimdiden sana
sığınıyoruz ve
senin bağışlamanı diliyoruz.
286-Bu
müminler Allah'ın emirlerini ve onlara
yüklediği görevlerini böyle güzel bir itaat ile kabul edip ahirete
yakînen iman
ve bu iman ile Allah'dan gufran talep eylediklerinden dolayı, ilâhî
rahmetten
şu iltifat ile cevaba nail oldular:
Allah
kimseye gücünün yettiğinden başkasını yüklemez, yükleyemez değil,
yüklemez.
Allah'ın kendi kullarına yüklediği sorumluluk, kulların güç yetireceği
kadardır
ve hatta onun çok altındadır. Allah insanları zora koşmaz, güçlerini
son
sınırına kadar zorlamaz, sıkıntıya sokmaz, müşkülat ve meşakkat vermez.
Mükellef
olan kullar o görevleri güçleri rahat rahat yetecek şekilde
yapabilirler.
Nitekim "Allah size kolaylık diler, zorluk dilemez..." (Bakara,
2/185) buyurmuştur. Hak din kolaylıktır, onda zahmet yoktur. Böyle
olması da
güç yetmez bir sorumluluğu yüklemeye Allah'ın kudreti olmadığından
değildir,
sırf fazl u kereminden ve rahmetindendir. Bu suretle Allah'ın kullarına
bahşettiği güç ve takat onlara emrettiği görevlerden daha fazladır. Bu
sayede
onlara görevlerini yaptıktan sonra dinlenecek, gezip dolaşacak, dünya
ve maişet
işlerinde çalışacak, hatta daha başka emredilmemiş olan hayır ve hizmet
işleriyle ilgilenecek zaman ve imkan kalabilecektir. Nitekim kullar
farzları
yaptıktan sonra daha neler neler yapabilirler. Mesela günde beş vakit
namazdan
başka daha ne işler görebilirler. Gerçi sorumluluk iradeye bir anlamda
zahmet
yüklemek demektir, her zahmet de bir enerji tüketimini gerektirir. Bu
hikmetten
dolayı her yükletilen sorumluluk ona güç yetirebilme şartına bağlıdır.
Fakat o
yükün bu gücü zorlamaması da şarttır. Yani her bir ferdin sorumluluğu
gücüyle
ve kapasitesiyle ölçülmek gerekir. Bundan dolayı kişilerin güç ve
takatleri
farklı olduğundan, gücü ve kapasitesi fazla olanların sorumluluk
dereceleri de
fazla olacaktır ki, adalet ve eşitlik de bunu gerektirir. Mesela, malı
olmayan
zekatla mükellef olmayacağı gibi, çeşitli zenginlerin zekatları da bir
ölçü
çerçevesinde değişik olur. Zenginlik derecesine göre kimi on, kimi yüz
verir.
Fakat hepsi de aynı nisbet dahilinde, mesela kırkta birdir. Kudret
hesaba katılmayarak,
nüfus başına eşit olarak şu kadar verilecek demek, bu temele aykırı
düşer. Yine
bunun gibi, ümmete toptan yönelik olan farzı kifayenin fertlere
ilişkisi de
böyledir. Ayrıca bir şahsın uhdesine düşen sorumlulukların toplamı
hesap
edildiği zaman dahi onun gücünü aşmamalıdır. Bunun için bazı
sorumluluklarda
zahmetsiz ve külfetsiz kudret-i mümekkineden başka bir de kudret-i
müyessire
denilen, yani daha da kolaylık esasına dayanan bir kudret de şart
olmuştur.
Velhasıl bu âyet, hikmet-i teşrî'in en büyük esasını özet olarak ifade
etmiştir. Sorumluluk onu yüklenecek olanın kapasitesi ile orantılıdır.
Herkesin
kesbettiği (kazandığı) kendi lehine (çıkarına), iktisap ettiği de kendi
aleyhine (zararına)dir. Kesp ve iktisap lügatte, Kur'ân'da bir ve aynı
mânâya kullanıldığı
gibi, farklı olarak da kullanılmıştır. Kamusta dahi gösterildiği üzere,
evvela
kesib, iktisab, tekasüb, rızık aramaktır; yani faydalanacak, hazz
alacak bir
şey istemek ve aramaktır ki, bulmak ve ele geçirmiş olmak şart
değildir.
İrade-i cüz'iyye, bir güç sarfetmek demektir. Türkçesi çalışmak, çaba
harcamak
demek olur. Kesp ile iktisabın farkı olmayınca birinin lehe, öbürünün
aleyhe
olması ancak ilgi alanlarından kaynaklanabilir. Bu açıdan kelimesindeki
ile
kelimesindeki nın anlamları birbirinden ayrılarak birincisi Allah'ın
teklif
ettiği hayır, ikincisi Allah'ın nehyettiği şer ile tefsir edilmiştir.
İkinci
olarak kesb, isabet demektir; yani hedefini vurdurup, istediğini elde
etmektir
ki, Türkçe kazanmak anlamına gelir. İktisab ise gerek isabet etsin,
gerek
etmesin mutlak anlamda tasarruf ve gayret göstermek, yani çalışıp
çabalamaktır.
Bundan dolayı bir bakıma kesibden daha genel, bir bakıma da daha özel
bir anlam
taşır. İşte bundan dolayı bu iki kelime birbirinin yerine
kullanılabilir.
Üçüncü olarak, kesib kazandırmak mânâsına gelir ki, o zaman iki mef'ûl
alır:
"Filâna mal kazandırdım." denilir. Şu halde iktisap bu mânâya
karşılık olduğu zaman, dönüşümlü fiil olur ve kazanmak, yani başkasının
kazandırmasıyla kazanmak demek olur. Bu mânâya esas olmak üzere Rağıb
İsfehanî
şunu da beyan eder ki: "Kesib hem kendisi, hem başkası için kazanıp
aldığına, iktisab ise sırf kendisi için istifade ettiğine denilir.
Bundan
dolayı her kesib iktisab değildir, fakat her iktisab kesibdir. Bunlar
gibidir..." Bunun için iktisab şehvet ile, kesb ise hikmet ile ilgili
olur. İşte bu mânâların her biri bakımından değişik anlamlar ifade
edebilir. Bu
cümleden olmak üzere:
1-
Her nefsin istediği, yaptığı iyilik, kendi lehine, kendi iyiliğine,
kendi
yararınadır. Sonunda da sevabı ancak kendisinin olacaktır. Aksine
yaptığı
kötülük, yüklendiği vebal de yine kendi aleyhine, kendi zararınadır.
Sonuçta o
yaptığının azabı kendisine aittir. "Kim bir iyilik yaparsa kendi
lehinedir, kim bir kötülük işlerse kendi aleyhinedir". (Fussilet,
41/46)
Yani herkesin yaptığı iyilik kendine, yaptığı kötülük yine kendinedir.
Allah'ın
emrettiği görevler de iki kısımdır: Birisi dışarda ve içimizde veya her
ikisinde yapılmasını emrettiği şeylerdir. Bunlar hayır, hasenat ve iyi
hizmetlerdir. İkincisi de yapılmamasını emrettiği, yani yasak kıldığı
şeylerdir
ki; bunlar da şer, kötülük cinsinden olan şeylerdir. Öncekileri yapmak
faydalı,
yapmayıp terk etmek zararlıdır. Sonrakileri yapmak zararlı, yapmayıp
terketmek
faydalıdır. Bunların yararları ve zararları da Allah'a değil, mükellef
olan
kullaradır. Bundan dolayı ilâhî teklifler kapasiteye göre olmak gibi
bir
kolaylık sağladıktan başka, her mükellefin sarfedeceği emeği zararına
harcatmayıp tamamen onun yararına tahsis ettirmek gibi bir özel
faydayı, bir ilâhî
rahmet ve merhameti de içine almaktadır. Bunun için Allah kullarına
hiçbir
görev yükletmese, hiçbir teklifte bulunmasa acaba daha büyük bir rahmet
olmaz
mıydı gibi bir vesvese hatıra gelmesin. İlâhî rahmet ve inayet, hırs ve
şehvetin itmesiyle zarara sürüklenmekten nehyetmeye ve ebedî menfaat ve
kazanç
elde etmek için mükellef tutmamaya elverişli olmaz. O'nun rahmeti
kullarını
başıboşluğa terketmeye müsait olmaz. Zararlar ve faydalar karşılıklı
olarak
dengelidir. Zarar söz konusu olmasa idi, fayda da söz konusu olmazdı.
Allah'ın
kulları mükellef kılması onlara zarar vermek için değildir, zararlardan
korumak
içindir, faydalı olana yönlendirmek içindir. Külfet nimete göredir.
İşte bu
hikmetten dolayıdır ki, Allah verdiği güç ve kudretin üstünde yük
yükletmez.
Yükletirse o zaman faydadan ziyade zarar, nimetten ziyade külfet
yükletmiş
olur. Bu ise mükellefiyet olmaktan çıkar ceza olur. Bunu da Allah'ın
adaleti ve
rahmeti, ancak görevi kabul etmemenin bir cezası olarak tayin
buyurmuştur.
Bundan dolayıdır ki, buyurulmuştur. Bu cihetle ilâhî emirle yükletilen
görevlere tamamen "duyduk ve uyduk" demeyen ve Hakk'ın koyduğu
kurallar çerçevesinde kesib yapmayanlar sonuçta böyle bir
cezalandırmaya
uğrarlar. Nitekim ahirette "Cehennemin kapılarından haydi girin
bakalım!"
(Zümer, 39/72) emri, böylelerine takatlarının üstünde yapılmış olan bir
cezalandırma şeklidir. Hakkın koyduğu kanunlar ile amel etmeyen
milletler veya
kişiler bu şekilde nelere uğramışlardır. Bundan sonraki duaların
öğretim tarzı
da bu hikmetle ilgilidir.
Allah
Teâlâ kullarının daha işin başında böyle zararlara uğramalarına razı
olmadığından onları mükellef tutmuş ve teklife uygun bir kapasite ile
yaratmış
ve adaleti sayesinde nimetle külfeti karşılıklı olarak dengede
tutmuştur. Madem
ki bu böyledir, o halde insanlara da nimete göre külfete katlanmak ve
hatta
Allah'ın mükellef kıldığı görevlerden artan gücü ve takatı boş yere
harcamıyarak, nafile ibadetlere hayır ve hasenat işlerine sarfedip
nimet ve
menfaati arttırmaya çalışmak yaraşır. Böylece "Yaptığı iyilik lehine,
yaptığı kötülük de aleyhinedir." formülü, hem emir ve teklifteki
faydayı
açıklamış ve onu kabullenip yapmaya sevketmiş, hem de farz olan
görevlerden
başka hayırlara ve nafilelere de teşviki kapsamı içine almış olur ki,
buna
"nedb" tabir olunur.
2-
"Her nefsin kazandığı, yani yolunca isteyip elde ettiği kendi yararına,
aksine veya körü körüne çalışıp boğuştuğu da kendi zararınadır". Bundan
dolayı kapasiteye göre teklif, o faydayı elde etmeye ve bu zararı
def'etmeye
ilişkin hikmete dayanmaktadır. Zira teklif olmazsa insan atıl ve tembel
olur.
Teklif kapasiteye göre olmazsa o zaman da çabalar, boğuşur durur, bir
şey elde
edemez. Her ikisi de zararlı olur. Bir de Allah kapasiteye göre
sorumluluk
vermemiş olsa, hayra ve nimete varmak için; ya yol göstermemiş, ya da
yolun ne
olduğunu belirlememiş olurdu. O zaman insanlar boş durmak istemedikleri
takdirde, yanlış yollara sapmış veya boşu boşuna uğraşıp didişme
durumunda
kalmış olurlardı. Takattan fazla teklif yapsa ona takat yetişmez ve
kazanç olmaz
ve çabalar boşa giderdi. Her iki halde de Allah kullarının hayrını
istememiş,
zararlarını istemiş olurdu ki, bu da Rahmân ve Rahîm olan Allah'ın
merhametine
aykırıdır. Bu mânâya göre, kesb ve iktisabın kapsamına giren konularda
esasen
"şer" hiçbir şekilde sözkonusu olmayabilir. Her iki da hayırdan
ibaret olabilir ki, biri ele geçen, elde edilen hayır; öbürü de ele
geçirilemiyen hayırdır. Yani yoluna ve usulüne uygun olarak hayır
kazanmak
bütünüyle faydadır. Şer öyle dursun hayır kazanacağım diye körükörüne
çabalamak, boğuşup durmak bile zarardan başka bir şey değildir. Çünkü
sonuç
boşa çıkarsa emek heder olur gider ve ihtimaldir ki, daha büyük
tehlikelere ve
şerre kadar gidilir. Bilgisizlik bunun için zararlıdır. İşte kapasiteye
göre
olan ilâhî teklif hayrın yolunu göstermekle o menfaatı temin etmiş ve
enerjiyi
telef etmeyerek bu zarardan korumuştur.
3-
"Her nefsin hem kendisi, hem başkaları için kazanıp elde ettiği sırf
kendi
lehinedir. Asıl kazanç böyle kazançtır ki, hayır buna derler. Hayır her
halükârda sahibinindir. Bunun aksine şehvet ve hırsına mahkûm olarak ve
yenik
düşerek 'ben, ben' diye yalnızca kendisi için kazandığı da
zararınadır."
Zira o tek başına yaşayamaz. Kazanmak için başkalarının varlığına
muhtaçtır.
Bundan dolayı Allah'ın teklifi, bu faydaları sağlamak ve o zararı
önlemek
içindir. Bunda bencillikle diğergamlığın güzel bir ayırımı vardır.
4-
"İnsanın kazandırdığı sırf kendi lehinedir . Ona hak ve menfaat sağlar.
Fakat başkasının kazancıyla yaşaması, başkasının sırtından geçinmesi de
aleyhinedir".
Görev borç sayılır, fakat borçlu açısından yenilgiyi ve ezikliği
gerektirir.
Veren el, alan elden hayırlıdır. Bundan dolayı teklifin kapasiteye göre
olmasında mükellefi, el açmaya muhtaç olmaktan korumak ve onun
haklarını
savunmak anlamı vardır. Bunun için yüce Allah, hayır yollarına infakı,
alışve-rişte sağlamcı ve gerçekçi olmayı teklif etmiş, dilenmekten,
ribâdan ve
saldırganlıktan nehyetmiştir.
Çoğunlukla
tefsir âlimleri, bu dört mânâdan birincisi üzerinde durmuşlar.
Diğerlerinin her
birini birer yönden ona eklemişlerdir. Bundan dolayı birincisi asıl
tefsirdir.
Zira ilâhî teklifin bütün inceliklerini içine almaktadır, ayrıca çok
açıktır.
Şimdi
Cenab-ı Allah "işittik, emre uyduk, ey Rabbimiz ğufranını dileriz,
dönüş
yalnızca sanadır." diyen müminlerin yakarışına ve sığınmasına karşılık
olmak üzere işte bu cevabı verdi. Kolaylık ve yükü hafifletmeyle ilgili
olan bu
açıklamasıyla onların telaşlarını giderdi. Bu suretle Allah kelâmı
yalnızca
Resulü ile değil, yukarıdan beri yapılan açıklamalar çerçevesinde ona
iman eden
ümmeti ile de bir konuşma ve münacat şeklinde tecelli eyledi ki, bu
üslup
özellikle Fatiha sûresinde de böyle geçmişti. Bu, Kur'ân okuyan veya
dinleyen
müminlerin ara sıra kendilerini bizzat Cenab-ı Allah ile konuşma
halinde bulmaları
gibi büyük bir nimeti dile getirmeyi de içine alır. Bu derece ihlasla
ve itaat
duygusuyla kendilerini Allah huzurunda hissedenler, yalnızca Allah'a
muhatap
olmak şerefine ermekle kalmıyacaklar; o yüce huzurda söz söyleyebilmek
için
kendilerine izin verileceğinden, bizzat Allah'dan dilek dileyebilmek
şerefine
de erecekler. İşte bu visal makamının kuvvet ve şerefini göstermek için
Cenab-ı
Allah, yeni baştan bir cevap demek olan bu kelâmını bir fasıla ile
ayırmakla
beraber, bir taraftan da yine onların sözleri ve onlardan hikaye
olunuyormuş
gibi bir üslupta ifade buyurmuştur. Çünkü mutlak anlamda "duyduk ve
uyduk" diyen o müminler, aradıkları bu cevabı, bu kolaylığı ve bu
rahmeti
öncelikle ve hemen kabul edip ikrar eyleyecekler ve aynen
tekrarlayacaklardır. Esas
içeriği de kendi düşüncelerine uygun olduğundan bu âyet dahi onların
sözleri
gibi olacaktır. Bu nükte ile bu âyet dahi onların dilinden hikaye
ediliyormuş
veya onların duaları arasındaki bir ara cümlecik olarak bulunuyormuş
gibi bir
tarz-ı müteşabih olarak sevk buyurulmuştur. Bu üslup ile mükellefiyetin
inceliğini açıklayan bu cevap kendilerine güçlerinin üstünde yük
yükletilmeyeceğini ve aksine kapasiteye göre kolaylığın murad edilmiş
olduğunu
müjdelerken aynı zamanda güç yetirilemeyecek bir mükellefiyetin
haddizatında
mümkün olduğunu dolaylı olarak ifade etmiştir ve bununla beraber
kesbin, yani
çalışıp kazanmanın değerini ve nimetin külfete göre olduğunu anlatarak,
mükellefiyetten arta kalan güçlerin, emredilmemiş ve farz kılınmamış
olan
hayırlı işlere harcanmasını teşvik ederek "Mümin kulum bana nafile
ibadetlerle durmadan yaklaşır." kudsî hadisin içeriğini de anlatmış
olduğundan özendirmesiyle uyarısının etkisi altında tekrar ve yeniden
bir itaat
azmi ve günah korkusu ile, dua ve yakarmaya yol açmakla bu cevap
cümlesi aynı
üslupta ve bütün arzularına uygun olarak gayet önemli ve maksada
elverişli
dualarla sona erdirilmiş, şimdi de şöyle deyiniz diye emir
verilmeksizin bu da
önceki dualarının devamı ve sonu şeklinde öğretilmiştir. Bundan dolayı
burada Nahiv
ilmi (dil bilgisi) açısından üç vecih vardır. Birisi dan başlayarak
sûrenin
sonuna kadar tamamı nun "mekûlü" olmaktır. İkincisi yine böyle olup,
ancak kısmı arada bir ara cümlecik (cümle-i mu'teriza) halinde
bulunmaktır.
Üçüncüsü de bundan sonra yine bir "deyiniz" takdir edilmektir. Yani,
ey müminler şu halde duadan ayrılmayınız da şöyle deyiniz; Ey Rabbimiz!
Unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma. Yani, kapasitemiz
ölçüsünde
teklif ettiğin vazifeleri en iyi şekilde eda etmeye, hatta gücümüz
yettikçe
daha fazla hayırlar kazanarak ileri gitmeye, yeni baştan bir itaat ve
iştiyak
duygusuyla azmettik; fakat farz kıldığın vazifelerden birini beşeriyet
icabı
unutur veya iyi, meşru bir şey yapmak isterken yanlışlıkla haram
kıldığın,
yasakladığın şeylerden birine bilmeyerek düşer de hata edersek, bu da
hayrı
terketmek veya şer olan bir şeyi işlemek cinsinden bir iktisab
olabilecektir,
ise mutlak olduğundan bunlardan sorguya çekilmek ihtimal dahilindedir.
İşte
bundan dolayı ne unutma ve hatanın kendisinden, ne bizi unutma ve
hataya
sürükleyen sebeplerden, ne de bunlardan biri sebebiyle iktisab etme
durumunda
olduğumuz hayrın terkinden veya şer fiilinin işlenmesinden biz Muhammed
ümmetine dünyada ve ahirette ceza verme, azab eyleme.
Unutma
ve hata iki türlüdür: Birisi sahibi mazur görülebilir cinstendir ki,
bunda
sahibi mazur görülebilir, diğerinde görülmez. Mesela bir kimse üzerinde
bir
pislik görse de bunu temizlemeyi geciktirse, sonra unutup namaz kılsa,
mazur
olmaz. O pisliği görür görmez temizlemediğinden dolayı kusurlu hareket
etmiş
olur, lakin görmezse mazurdur. Yine bunun gibi, bir kimse bir ava
tüfekle ateş
etse de bir insan vursa, orada insan bulunabileceğini ve bulunduğu
takdirde ona
isabet edip etmiyeceğini hesaba katmamış ve bu hususta gerekli
önlemlere riayet
etmemiş ise mazur olmaz. Yine aynı şekilde insan dinî emirleri ve şer'î
görevleri bellemeye çalışmaz ve belledikten sonra da unutmamak için
tekrar
tekrar mütalaa eylemez de unutursa, böyle bir unutmadan dolayı mazur
olmaz.
Bunun için yukarıda belgelendirme usulleri gösterilmiş ve borçların
yazılması
gerektiği üzerinde durulmuştur. İşte bundan dolayı bazı unutma ve
hatalardan
kaçınmak, insanoğlunun gücü dışında ise de bazılarında durum böyle
değildir.
Yine bundan dolayıdır ki, "gücünün yettiğinden başkası..." ifadesi
genel anlamda bütün hata ve unutmalardan sorguya çekilmeyeceği anlamına
gelmez.
Âyet sorguya çekilme ihtimalini bütünüyle ortadan kaldırmış değildir.
Bunların
elde olanlarının in kapsamı içinde bulunduğu da gözden uzak
tutulmamalıdır.
Demek ki, mesele müşkildir. Unutma ve hata ile yapılmış olan fenalıklar
haddi
zatında zararlı, gayri meşru ve insanın gücüne bağlıdır. Unutarak veya
hata ile
yutulmuş bir zehirin zararı yoktur denilemiyeceği gibi bunlar da
böyledir.
Kötülükler ve günahlar tıpkı zehir gibi zararlıdır. Hasılı hiç
unutmamak ve hiç
hata yapmamak insanın gücünün üstünde bir şey de olsa, bunlar sebep
oldukları
işin Allah katında, yani özünde sonucunu değiştirmez, hepsi de hükmüne
dahil
olurlar. Bunun için insanlar bunlardan mümkün olduğu kadar uzak durmak
ve
sakınmak ile de yükümlüdürler. Hata ile adam öldürmede olduğu gibi,
hata
konusunda bazı mükellefiyet hükümleri vardır. Unutmak ve hata etmek kul
hakkındaki zararın tazminine engel olmaz. Bunlara işaretledir ki, "bizi
mükellef kılma!" denilmemiş, "bizi sorumlu kılma!" denilmiştir.
Bu şekilde gerek hatadan, gerek unutmadan, gerekse bunların ön
şartlarından ve
sebeplerinden, hatta gerekse sonuçlarından mükellefiyetsizlik değil,
sorumlu
tutulmamak niyaz edilmiş ve istenmiştir. Böyle bir öğretim iyilik ve
adaleti de
içine almıştır. Nitekim "Hata ve unutmadan doğan sorumluluk ümmetimden
kaldırılmıştır." hadis-i şerifi bununla ilgilidir. Evet hataya düşmemiz
ve
unutmamız da kötü bir şeydir, fakat lütfunla bunlardan dolayı bizi
sorumlu
tutma!
Ey
Rabbimiz! Bize bizden önceki ümmetlere yüklettiğin gibi ağır yük de
yükleme.
Bizi asâ ve isyan milletleri gibi yapma! Yani bizi diğer milletlere
yaptığın
gibi yerinden kımıldatmaz, sıkıştırır, zor dayanılır ağır
boyunduruklar,
şiddetli mîsaklar, ağır tabiiyetler, meşakkatli buyruklar, katı kanun
ve
kurallar ve uygulamalar altında bulundurma, sonuçta mükelleflerini
meshederek
(suretlerini değiştirerek) maymunlara, domuzlara çevirecek sıkıntılara
koşma.
Bizim kurallarımızda ve sosyal hayatımızda zorluklar, zorlamalar,
baskılar
olmasın Rabbimiz.
İSR
: Lügatte esas anlamı esaret ve hapis mânâsıyla ilgili olup,
altındakini ezen
ve yerinden kıpırdatmayan ağır yük ve bağ demektir ki, boyunduruk gibi,
ağır
misaka, zor dayanılır ahde ve bağımlılığa, yine bunun gibi akrabalık ve
yakınlığa da denilir. Anlaşılıyor ki, tarihlerde görüldüğü üzere,
yahudi ve
hıristiyanlar gibi önceki ümmetlerde katı hükümler ve yükümlülükler
vardı.
Tefsir âlimlerinin açıklamalarına göre, meselâ yahudiler günde elli
vakit namaz
kılmak ve mallarının dörtte birini vergi vermek, pislik bulaşan
elbiseyi
kesmek, vatanlarından sürülüp çıkarılmak, birçok konuda hemen idam
cezası
uygulanmak, tevbe etmek için intihar ile yükümlü olmak, bir isyan
üzerine hemen
ceza verilmek, herhangi bir hata meydana gelirse helâl olan
yiyeceklerden
bazıları yasak kılınmak gibi hükümler vardı. Kaffal Tefsiri'nde
denilmiştir ki,
"Yahûdilerin ellerinde Tevrat diye iddia ettikleri kitabın beşinci
sifri
iyice gözden geçirilirse, onların ne kadar katı hükümlere, ne kadar
çetin
misaklara tabi tutulmuş oldukları daha birçok acaip hükümlerle birlikte
görülür. İşte müminler bu gibi sıkıntılardan, zorluklardan
korunmalarını niyaz
ettiler ki, Allah da fazl u keremi ile ileride gelecek olan
"Üzerlerindeki
ağır yükü kaldıran ve bağları çözen..." (A'raf, 7/157) âyetiyle bunları
giderdi.
"Allah
kimseye gücünün yetmeyeceği yükü yüklemez" buyurulduktan sonra bu duaya
ne
hacet vardı? denilmesin. Çünkü önce vüsu' yani kapasite kelimesinin
anlamı
takat kelimesinin anlamından daha geniş kapsamlı ise de onun takat
yerine
kullanıldığı da meşhurdur. O halde mükellefiyetin takat ile orantılı
olması da
ihtimal dahilindedir. Bu da baskı ve şiddetten başka bir şey değildir.
Önceki
ümmetlerde bunun meydana gelmiş olduğu da sabittir. Bundan dolayı bu
mücmel
mânânın ortadan kaldırılıp, vüs'un açık olan kolaylık anlamına olması
dilenmiştir. İkinci olarak, amel, yükümlülük kelimesinden bir bakıma
daha geniş
kapsamlıdır. Bunların bizzat ilâhî teklifin ve teşrî'in eseri olarak
değil, tam
aksine bunların zıddına hareket eden Firavun vesaire gibi azgınların
tasallutu
ile terbiye olması da mümkündür. Bunun için yerine denilmiştir. Sûrenin
başından beri sürüp gelen İsrailoğulları kıssalarında her iki yönden de
uyarılar olmuştur. Aynı mânâ şu duada daha ziyade düşünülebilmektedir.
Ey
Rabbimiz! Bize gücümüz yetmeyen şeyleri de yükletme; hiç çekilmez,
takat
getirilmez, yükletilecek olursa yerine getirilemez, isyan ve ihtilale
sevkeder,
uygulanacak olursa cezalandırma olur, mahveder, helak eder, takat
yetişmez
belalar, sevdalar altında inletme ey Kâdir Rabbimiz! Çünkü Sen herşeye
kâdirsin. Bunu rahmetinden dolayı yükümlülük olarak yapmazsan da
imtihana
çekmek için ve isyankârlara gazabından dolayı cezalandırmak için
yapabilirsin.
Her şey senin istek ve iradene bağlıdır. Bundan dolayı bize yükümlülük
olarak,
ne imtihan olarak, ne de ceza olarak güç yetmez şeyleri yükletme,
hasılı müjden
Muhammed ümmetinedir. İşte sağladığın bu kolaylık, bu hafifletme, bu
ümmete
bahşettiğin iman feyzi, itaat duygusu, ihlas, irade gücü ve Hakk'a
bağlılık
gibi güzel hasletler ile bağlantılıdır. Elbette bu kanunu tanımayanlar,
bunun
çerçevesinden dışarı çıkmak isteyenler, genel anlamda bu yükümlülüğün
çerçevesi
dışına çıkabilecek değiller, o zaman onlara birbirlerinin gereği olan,
hak ve
hukuk tanımayan kapasite ve güç dinlemeyen yükümlülükler koyduracaksın;
kâfir,
kâfir olmakla mükellefiyetsiz yaşayamayacak, fakat hakka uymadığından
halka
haksız ve yersiz yükümlülükler getirecek ve karşılığında da haksız
tepkiler
alacaktır ki, bu da aynı zamanda adalet ve hakkın gereği olarak yine
Senin
yükletmiş olduğun bir yük olacaktır. Bu açıdan bakılırsa âlemde her
kavmin
kendine göre bir kanunu olduğu görülür. Ve o kanun kaçınılmaz şekilde
ilâhî bir
yüklemenin varlığına dayanır. Şu kadar ki, müminlerinki müstakimdir ve
ilâhî
rahmet eseridir; kâfirlerinki gayr-i müstakimdir, dolaylı olarak ilâhî
adaletin
ve gazabın eseridir. Müminlere adalet olan şey kâfirlere adalet olmaz,
kâfirlere adalet olan şey de müminlere adalet olmaz. Bütün bu liyakat
ümmetin
ruhunda ve kalbindedir. Kalbler ise "Ya Rab! Sen Rahmân ve Zülcelal'in
iki
parmağı arasındadır. Onu dilediğin gibi evirir çevirirsin. Bundan
dolayı bizi,
İslâm dininin kolay hükümlerinin yükümlülüğünden ve doğru yoldan
ayırma! Bundan
ayrılmaya ve rahmetinden uzak düşmeye dayanamayız. Bizi böyle
dayanılmaz
dertlere uğratma Rabbimiz! O şekilde sorumlu tutmayı ve bu şekilde yük
yükletmeyi yapma da günahlarımızın izlerini bizden gider. İtiraf ederiz
ki, biz
Senin koyduğun hükümlere itaat etmeyi bütün gücümüz ve ihlasımızla
taahhüt
etmiş olduğumuz halde yine de kusurdan, günahtan uzak kalabilmiş
değiliz, bütün
çalışmalarımız esas itibariyle Senin bir nimetinin bile şükrünü edaya
yetmez.
Sarfettiğimiz ve edeceğimiz güç ve vüs'at esasen Senin bize ihsan
ettiğin bir
nimettir. Onun kullanılmasından doğacak faydalar da yine bize
bahşedilmiş
olduğu halde, bizim de onu tamamen Senin yolunda kullanmamız
gerekirken, biz
tutuyoruz da onunla Senin rızana aykırı olarak kendimize zararlar bile
verebiliyoruz. Kesb ve kazanç sermayesi olarak verdiğin irade ve
gücümüzü, akıl
ve fikrimizi tamamen bir araya getirip hepsini kendi menfaatimizle
ilgili
yollara kullanamıyoruz. Bunun için Senden dilediğimiz dilekleri, hak
etmiş
olduğumuzdan dolayı değil, fazl u rahmetinden ümid ederek diliyoruz.
Halbuki
olacak, olacaktır: Bizden herhangi bir şekilde sadır olmuş olan
günahlar, Senin
ilâhî bilginde zaten belli ve sabittir. Onların oradan silinmesi
imkansızdır.
Fakat Sen, yüce kudretinle onların bize yönelik olan sonuçlarını
istersen
silebilirsin. Zira sebepleri yaratan ve gerçekten etki sahibi olan
ancak
Sensin. Bizim kötü işlerimizle onların doğuracakları sonuçlar
arasındaki
ilişkiyi sen dilersen mahvedebilirsin, bizden onları affettikten başka
bize
mağfiret de et! Ayıplarımızı ilâhî ilminde gizle, örtbas eyle, eller
içinde
bizi rezil ve rüsvay eyleme, ayrıca rahmetinle muamele et, rahmetinle
bize
ihsanda bulun, Sen bizim Mevlâmız'sın, sahibimiz, malikimiz,
yardımcımız ve
işlerimizin tedbircisisin. "Allah, inananların dostudur." (Bakara,
2/257) buyurdun. İşte bundan dolayıdır ki, o kâfirler güruhuna karşı
bize
yardım et, nusret ihsan eyle; maddeten ve manen hakkın savunulmasında
ve Allah
adının yüceltilmesinde bizi üstün getir ve zaferlere ulaştır, muzaffer
eyle!.
Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz, bu dualarla dua ettiği zaman, Allah
tarafından
"peki yaptım" buyurulduğu Müslim ve Tirmizî'de rivayet edilmiştir.
İlerideki sûrelerde de bu dualara çeşitli yönlerden verilmiş cevaplar
göreceğiz; bu cevaplardan biri olmak üzere Âl-i İmran Sûresi, bu nusret
duasına
bir cevap olarak başlayacaktır.
Kütüb-ü
Sitte'de Abdullah b. Mes'ûd'dan rivayet olunan bir hadis-i şerifte
buyurulmuştur ki: "Her kim geceleyin Bakara Sûresi'nden bu iki âyeti
okursa ona yeter".
Hakim
ve Beyhakî'nin Ebu Zer'den naklen tahric ettikleri bir diğer hadis-i
şerifte de
Fahr-i Risâlet Efendimiz buyurmuştur ki: "Allah Teâlâ, Bakara Sûresi'ni
iki âyetle sona erdirdi ki, bunları bana arşın altındaki bir hazineden
verdi.
Bunları öğreniniz, kadınlarınıza, oğullarınıza belletiniz, öğretiniz.
Çünkü
bunlar hem salattır, hem duadır, hem Kur'ân'dır".
Hz.
Ömer ile Hz. Ali (r.anhümâ)'den rivayet edilmiştir ki, her biri: "Aklı
başında bir adam görmezdim ki, Bakara Sûresi'nin sonundaki bu âyetleri
okumadan
uyusun." demişlerdir.
"Cibrîl,
Hz. Peygamber'e Bakara Sûresi'nin sonunda 'âmin' demeyi telkin etti."
diye
de Ebu Meysere'den gelen bir rivayet bulunmaktadır.
Cenab-ı
Allah, biz kullarını da daima bu duaların mânâlarını duyan, anlayan ve
gereğini
yerine getirerek, vaad ettiği icabetinin feyzinden büyük büyük
nasiplerle pay
alan kullarından eylesin. Amin.
|
|