|
Asr
Suresi Tefsiri
|
|
|
1. Vav 'da
olduğu gibi yemin içindir. "Kamus"ta
anlatıldığı üzere "asr" kelimesi lügatte, isim olarak: dehr (gece ve
gündüz),
gündüzün zevalden önce ve sonra iki tarafı gadat (tan yeri
ağırmasından,
güneş doğuncaya kadar olan zaman) ve aşiyy (zeval ile akşam veya akşam
ile yatsı arası) ve özellikle öğleden sonra güneşin kızarmasına kadar
olan
ikindi vakti, insan toplumu aşiret ve yağmur. Masdar olarak da:
Hapsetmek,
yasaklamak, vergi vermek, sıkıp suyunu çıkarmak mânâlarına gelir. Ve
bir
şeyin özel vaktine, aynın üç harekesi ile "asr, ısr, usr, usur"
denilir.
Nitekim "geldi, fakat vaktinde gelmedi; uyudu, fakat vaktinde uyumadı"
demektir. Gündüzle geceye ve sabah ile akşama asrân (iki asır) denilir.
Cins lamı ile yerine göre bunların her birinin cinsine ve mutlak
halinde
hepsine muhtemel olduğu gibi, ahd lamı ile de içlerinden belli birine
ve
mesela bir ikindi vaktine veya herhangi bir şeyin muayyen bir zamanına
sarfedilmiş olur. Ondan dolayı dilimizde "asr" mutlak zaman ve
özellikle
içinde bulunulan zaman ve "karn" (yani seksen veya yüz senelik bir
zaman)
mânâlarında yaygın olmuştur. Burada tefsirciler başlıca : İkindi
namazı,
ikindi vakti, dehr ve zaman, özellikle Muhammed Aleyhisselam'ın asrı,
yani
Resulullah'ın gönderildiği zaman, ahir zaman mânâları üzerinde
yürümüşlerdir.
İbnü Cerir, "dehr, öğle saatlerinden bir saat, ikindi mânâları"
hakkındaki
rivayetleri zikrettikten sonra der ki: Bu hususta doğru olan görüş
şudur:
Rabbimiz Teâlâ asra yemin etmiştir. Asr, zamanın ismidir, ikindidir,
gece
ve gündüzdür. Bu ismin içerdiği mânâlardan birini tahsis etmemiştir.
Onun
için bu ismin lazım olduğu her mânâ bu yeminde dahil olur.
Demek olur ki
"asr", çeşitli mânâlara gelen
bir müşterek lafız olduğu ve birini tayinde ipucu bulunmayıp hepsine de
yüklenmesi sahih olabileceği cihetle "asr denilen her şey" mânâsıyla
tümüne
hamletmek en doğrusudur.
O halde
burada tefsircilerin zikrettikleri
mânâlardan herbir yönünü düşünmek gerekir:
1- İkindi
namazı: Mukatil demiştir ki: Allah
Teâlâ ikindi namazına yemin etmiştir. Zira "Namazları ve orta namazı
koruyun."
(Bakara, 2/238) âyetinde "salat-ı vusta" (orta namaz) çoğunluğa göre
ikindi
namazı olduğu için onun bir özel fazileti vardır. Hendek vak'asında
Peygamber
(s.a.v.) "Bizi, orta namaz olan ikindi namazından alıkoydular."
buyurmuştu.
Bir hadiste de "İkindi namazı geçen, sanki ehli ve malı yok edilmiş
gibidir."
diye rivayet edilmiştir. İkindi vakti, gündüzün sonuna doğru insanların
en
çok kazanç ve ticaret için dünya işlerine daldıkları meşguliyet zamanı
olması itibarıyla, ikindi namazının o sırada, zorluğuyla beraber yüksek
bir uyarıcı özelliği vardır. Şu halde ona yemin ile faziletine dikkat
nazarını
çekmekte önemli bir mânâ vardır.
2- İkindi
vakti: Katade demiştir ki: İkindi
namazının vakti olması ve kuşluk vaktine karşılık birtakım kudret
delillerini
içermiş olması bakımından Allah Teâlâ "duhâ" (kuşluk vakti)ya yemin
ettiği
gibi ikindi vaktine yemin etmiştir. Gerçekte ikindi vakti gündüzün sonu
olması bakımından, dünyada diğer yaratık ve hayvanların yaratılışından
sonra yaratılan ve bundan dolayı yaratılış gününün ikindisinde
yaratılmış
demek olan insan türünün yaratılış zamanını andırdığı gibi, dünyada bir
gün değerinde demek olan insan ömrünün de son demlerini andırdığı ve
ikindi
vakti geçip de bir şey kazanamadan evine dönecek olanların hali de pek
acıklı, hüsranlı olduğu için, önceki sûredeki çokla öğünmenin
aldatmasını
açıkladıktan sonra bu sûrede insanların zararı anlatılırken ikindi
vaktine
yemin olunarak dikkat nazarı celbedilmesinin de ikindi namazına yemin
olunmak
gibi önemli bir mânâsı vardır. Bununla beraber şu mânâ daha geniş
kapsamlıdır.
3- "Dehr":
İnsan Sûresi'nde açıklandığı üzere
"dehr"in asıl mânâsı, Rağıb'ın dediği gibi, âlemin varlığının
başlangıcından
sona ermesine kadar olan müddet, yani zaman-ı kül (tüm zaman)dür. Bu
mânâca
tüm zamana ve bir kısmına söylenilen zamandan daha özeldir. Zaman ona
da,
kısımlarına da söylenir. Bununla beraber "dehr", uzun zamana ve âlemin
yaşama müddetine, yani ömrüne ve mutlak zaman mânâsına da kullanılır ki
daha kapsamlıdır. Bundan dolayı çoğunlukla "asr"ı, "dehr" ile tefsir
ederken
tefsirciler "dehr" ve "zaman" demişler ve "asr"ı dehr ile tefsirin
tarzında,
dehr ve zamana yeminin hikmetinde de bir kaç açıklama şekli
göstermişlerdir:
Birincisi:
İbnü Cerir'in rivayet ettiği üzere
Hz. Ali (r.a)'den: yani "Asra ve dehrin belalarına, nöbet nöbet gelen
musibetlerine
yemin olsun ki, doğrusu insan bir hüsran içindedir ve zamanın sonuna
kadar
onun, o hüsranın içindedir." diye okuduğu işitilmiş ve bu, bir tefsir
sayılmıştır.
Demek ki "asr", dehr (zaman) mânâsınadır. Ve zamana yeminin hikmeti de
onun insana devamlı musibetler yağdıran acı ve büyük olaylarına ve
değişmelerine
karşı uyarmadır. Bir de bu tefsirde hüsran (zarar)da kalanların ebedî
olarak
kalacaklarını beyan etme vardır. Bununla birlikte denebilir ki, bunda
asrın
yalnız zaman mânâsına değil, sıkmak ve hapsetmek mânâsına da bir işaret
vardır. Ancak bu mânânın, yeminin müstesna tarafını değil, müstesna
minh
(kendisinden istisna olunan) tarafını takviye etmekte olduğu açıktır.
İkincisi:
Denilmiştir ki: "Dehr" (zaman) yaratıcı
Allah'ın kudretine delalet eden her türlü acaiblikleri, gariplikleri
içerir.
Onun için ona "Ebu'l-Aceb" (Aceb'in babası) denilmiştir. Küllî (tümel)
veya cüz'î (tikel), alışılmış veya alışılmamış, acı veya tatlı, kârlı
veya
zararlı her türlü hareket ve olay, değişim ve başkalaşımlar onda vaki
olur.
Devletler, milletler, nimetler, felaketler onda ortaya çıkar, onda
büyür,
onda son bulur, onda kalır. Hatta dehir ve zaman denilen şey kendisi
"Acebü'l-acaibat"
(şaşılacak şeylerin en şaşılanı)dır. O, bir taraftan ardı arkası
kesilmeyen
bir hareket ve cereyan arzeden bir değişim ölçüsü, bir taraftan da o
hareketlerin
ötesinde bir sükun (durgunluk) ve sabitlik ifade eden sade bir süreç
(devamlılık
ölçüsü) olarak görünür.
Yokluğa
benzer bir varlık, varlığa benzer
bir yokluk gibidir. Râzî der ki: "Akıl ona yok diye hükmedemez, çünkü
devirler,
seneler, aylar, günler, saatlerle kısımlara bölünür. Fazla, eksik ve
uyuşmakla,
geçmiş ve gelecek olmakla hükmedilirken nasıl yok olur? Bununla beraber
mevcut
diye de hükmolunamaz. Çünkü şimdiki hal, bölünmeyen bir andır. Geçmiş
ve
gelecek ise yokturlar. Yokluğa ise varlıkla nasıl hükmedilir." Onun
için
felsefeciler ve Kelamcılar, "Zaman mevcut mudur, yok mudur, mevhum
mudur?
Bizim onu bilişimiz (bedihi) açık mıdır, intizai (soyutlama) mıdır!
diye
konu edip durmuşlardır.
"Mazi hayal,
manzar-ı âtî henüz adem,
Hal oynatır şuurumu bilmem nedir bu dem?
Bir an imiş meâli kitab-ı vücudumun,
Ömrüm şu gamgüârım olan satr-ı mürtesem".
"Geçmiş hayal, geleceğin manzarası henüz
yok
Şimdiki zaman oynatır şuurumu bilmem nedir
bu an?
Bir anmış anlamı vücut kitabımın
Ömrüm şu keder ortağım olan yazılmış satır."
Bir Arap şairi de:
"Zamanı bir
gemi gibi görüyorum, bizimle ölüme
doğru
Akıp gidiyor, fakat hareketlerini
göremiyoruz."
demiştir.
Zaman, böyle
varlıkla yokluk arasında iyi
ve kötü, nimet ve bela, genişlik ve darlık, sıhhat ve hastalık,
zenginlik
ve fakirlik, kâr ve zarar gibi zıtları toplayan, türlü şaşılacak
şeyleri
içermesi itibarıyla önemine binaen ona yemin edilerek onun içinde
bulunan
insanın zarar veya kazanç açısından durumlarına dikkat çekilmiştir.
Üçüncüsü:
İnsanın ömrü en kıymetli sermayesidir.
Ne kazanacaksa onunla kazanacaktır. O ömür ise dehir (zaman)den biz
cüzdür.
Onunla akmaktadır. Hatta insan için zaman ömründen, hatta ömrünün
içinde
bulunduğu anından ibaret değildir. Kârsız geçen her an, o güzel
sermayeden
heder edilen bir ziyan, bir hüsrandır. Bununla beraber senelerce
kaybedilen
bir ömür, içinde bulunduğu son bir lahzada kendisine ebedî cenneti
kazandıracak
güzel bir iş yapmaya muvaffak olabilirse, geçen bütün kayıpları telafi
ederek o zarardan kurtulmuş ve o insan için en şerefli şey ve bütün
zaman
ve lahzadan ibaret olmuş olur. Bu sayede insan, ömrünün içinde
bulunduğu
her saniyesini fırsat bilerek, onunla geçirmiş olduğu fırsatları kaza
ile
telafi etmeye bir dereceye kadar imkan bulur. Nitekim "Ve o, öğüt almak
veya şükretmek isteyenler için gece ile gündüzü birbirlerini izler
yaptı."
(Furkan, 25/62) buyurulmakla ona işaret edilmiştir. Böyle vaktinin
kıymetini
bilmek mânâsınadır ki, mutasavvıflar, "Sofî, ibnü'l-vakt (vaktin oğlu)
olmalıdır, yani ömrünün ve özellikle fiilen içinde bulunduğu vaktin
kıymetini
bilmeli ve onunla yarın ahireti için ne kâr, ne hayır edebilmek mümkün
ise onu kazanmaya çalışmalıdır, demişlerdir. Nasıl ki bugünün yarını
yoktur,
diye ahirete inanmayanlar da tersine dünya zevkini sürerek gönüllerince
kâm almak için "Gün bugündür, saat bu saattir, ne yapacaksak şimdi
yapmalıyız."
diyerek, ne olursa olsun vaktine uyup, çıkarını gözetme mânâsına
"İbnü'z-zaman"
(zamanın oğlu) olmak, zaman geçince onunla beraber geçip gitmek
isterler.
Maksatları farklı olmakla beraber ikisi de:
"Öğren
rüsum-ı asrı, lisan-ı zamaneyi,
Bak tab-ı
nasa vakte münasip tekellüm et"
"Öğren asrın
âdetlerini, zamanın dilini
Bak insan
tabiatına, zamana uygun konuş."
demekten hoşlanırlar.
Çünkü vakit
gerek kazanmak, gerek tüketmek,
gerek kâr, gerek zarar için kullanılacak iş zamanıdır. İşte vakit böyle
bir fırsat ve ömür bütün anlarıyla böyle kâr ve zarara maruz bir
sermaye
ve zaman böyle bir taraftan tükenmek, bir taraftan artmak üzere bulunan
nimetlerin asıllarından bir nimet olmak hasebiyle vakit ve zamanın
kadrini
takdir ile ömrün kıymet ve mahiyetine dikkat nazarını çekmek için asra
yemin edilmesinde mühim mânâlar vardır. Birbirini açıklamak demek olan
bu iki vecihte asrın dehr ve zaman mânâsı düşünülürken yasaklama ve
verme
mânâlarına da işaret edilmiş bulunduğu gizli değildir. Bunlar yeminin
gelecek
cevabında hem müstesna minh ve hem müstesna taraflarına bakmakta, teyit
edici yönlerini de içermektedir.
Dördüncüsü:
Yine anılan vech üzere insan,
ömrünün semeresi demektir. Zaman geçtikçe insanın ömrü eksilir ve
bundan
dolayı kendisinden bir cüz gitmiş bulunur. Nitekim şöyle denilmiştir:
"Her, gün
geçtikçe benim birazım gider;
Benim için
ise ömrümden daha güzel bir şey
yoktur."
O halde o
gidenin karşılığında bir çalışma
olmazsa o noksan tam zarardan ibaret olur. Bununla beraber şaşılacak
şeydir
ki insan geçen cüz'ünün yerine ne kazandığını hesap etmez de gün
geçtikçe
büyüdüğünü sanır. Hatta vakit geçirmekle eğleniyorum, rahat ediyorum,
diye
sevinir. Onun için denilmiştir ki:
"Biz günleri
geçiriyoruz diye seviniyoruz,
Halbuki her
geçen gün ecelden, ömürden bir
eksikliktir".
Bu itibar ile
"asr"a yeminde şu mânâ olur:
"O şaşılacak olan asra, zamana iyi dikkat ediniz. Çünkü o geçtikçe
insan
büyüyorum, çoğalıyorum, yaşıyorum zanniyle sevinir, halbuki o asır
devamlı
onun ömrünü yemekte, o geçen gece ve güdüz vücudunu kemirmekte ve bu
şekilde
o, her an zarar içinde kalmaktadır. Ancak iman edip de güzel ameller
yapanlar...
müstesnadır. Onlar zarar etmez, kâr ederler. Bu mânâ iledir ki 1332
Hicrî
(1913 Miladî) senesi Birinci Cihan Harbi'nden önce "Tetkikatı Şer'iyye
Meclisi reisi" iken vefat eden üstadım Büyük Hamdi Efendi ismiyle
bilinen
el-Hâc Mahmud Hamdi b. Ahmed b. Abdullah el-Kayserî (Allah ona rahmet
eylesin)
hazretlerinin vefatı ve Balkan harbinin üzüntüleri dolayısıyla
yazdığım:
"Nefislerin
hoşlanmayacakları bir belâ ortaya
çıktı,
Bütün
niyetleri azarladı ve zanları titretti,
hesapları sarstı.
Belâ, yol
yol, türlü türlüdür. Bizim belamızın
yolu, kanunu da
Yerlerinde
Sa'dan dikeni bitirmek için harman
döğer gibi nefisleri döğmek, ezmektir.
Bahar obaya,
güzel bir dirlik, bir refah vaad
etmişti.
Derken
üzerlerine musibetler, hadiseler dökmeye
başlad" beyitleriyle başlayan mersiyede şöyle demiştim:
"Hayat bizi
aldatıyor, halbuki ölümümüz
Onun
memesinden sütlerini emiyor."
Yani
ölümümüzü emzirip büyüten, kucağında
besleyen ana, ölümün anası hayat iken o bizi aldatıyor
"Böylece
kişi, hayatın zefir ve şehîkı (soluk
alıp verişi) ile nefesleri arasında
Kendini
yaşıyor sanıyor, halbuki kefenler
dokuyor. "
O nefes alış
veriş, kefenleri dokuyan mekiklerin
hareketinden ibaret iken insan yaşıyorum sanıyor da aldanıyor.
Düşünmüyor
ki insanın nefesleri arasında dokunan bedeninin ve derisinin dokuları
kendisini
ölüm için saran birer kefen gibidir."
Beşincisi:
Bir de bir takım kimseler, gördükleri
fenalıkları, çektikleri hüsranları hep dehre, zamana yükleyerek
zamandan
şikayet ederler. Ve zamanların uğursuzluğundan bahsederler. Halbuki:
"Zaman
bozuldu, fesadı var diyorlar.
Zaman
bozulmadı, kendileri fesat." denildiği
üzere fesat, fenalık zamandan değil, insanların kendilerindendir.
İşte asra
yemin edilmekte zamandan önemini
hatırlatmakla bir de o zaman bozulduğu iddiasını red mânâsı vardır.
Zira
kasem, (yemin) edilen şeyin şerefine işaret eder. Bu şöyle demek olur:
Hadd-i zatında asrın, zamanın ayıbı, kabahati, zararı yoktur, o değerli
bir nimettir. İnsanlar zamanın kadrini bilip de hepsi iyiliğe
çalışmadıkları
için, iyiliğe çalışmayanlar zarardadır, Allah cezalarını verir. Bu mânâ
"Dehre küfretmeyin, çünkü dehr Allah demektir." hadis-i şerifi ile
işaret
olunan mânâdır. Bu açıklamadan anlaşılır ki asrı böyle dehr ve zaman
mânâsına
yüklemek, en genel ve en şümullü mânâsı olmak itibarıyla diğer
mânâların
faydalarına da şamil olabilecektir. Böyle olduğu halde daha açık olmak
için denilmeyip de buyurulması, "Bizi zamandan başkası helak etmiyor."
(Câsiye, 45/24) diyen Dehriler'in zanlarına bir ihtimal şüphesi
verilmemek
faydasını içerdiği gibi, asrın anılan özel mânâlarının da önemlerini
hatırlatmaktan
uzak olmaz. Zira mutlak asrın, dehrin önemini yemin ile ihtar etmek,
onun
en mühim olan kısımlarını düşünmeye ve araştırmaya sevkeder. Bu ise
özellikle
"lâm-ı tarif" ile belirli olmak hasebiyle de en çok muhataplara
yakından
ilgisi olan asrı düşündürmek gerekir. Bu da herkese ilk önce kendi
bulunduğu
zamanın sınırlarını ve kısımlarını hatırlatır. Bunda ise ilk muhatap
Resulullah
(s.a.v.) olduğu için "lâm", "ahd"e hamledilmiş olmak üzere:
4- Bu asırdan
maksadın, nübüvvet asrı yani
Muhammed aleyhisselam'ın asrı olduğu akla gelir. Bunda mutlak asrın her
mânâsı bulunmakla beraber hepsinden seçkin olan bir fazilet ve
özellikle
büyük bir toplum da vardır. Bu da üç mertebe üzere düşünülebilir:
Birinci
olarak, peygamberlerin sonuncusu olan
Resulullah'ın ilk gönderilmiş olduğu zaman ki, her tarafta dinler
çığırından
çıkmış, peygamberlik, fazilet, hak ve adalet, Allah'ı bilme ışıkları
sönmüş,
âlemi cehalet, küfür ve şirk karanlıklarıyla zulüm ve cefa, azgınlık ve
fesat, şer ve hasar kaplamakta bulunmuşken bir "Kadir gecesi"ne
"Rabb'in
adıyla oku." (Alâk, 96/1) emriyle Kur'ân nazil olarak Peygamberlik nuru
doğmuştu. Beyyine Sûresi'nde geçtiği üzere kıymetli dinin neşriyle
insanlığı
"şerru'l-beriyye" (yaratılanların en kötüsü)nin istilasından, küllü
hüsrandan
kurtarmak için kurtuluşa davet ile cennet ve rıdvan yolunu göstermeye
başlamış,
bu şekilde ortaçağdan son asra geçiren değişmelerin ve ınkılabların
başlangıcı
olmuştu. O zaman, bu asra yemin ederek "Muhakkak insan zarardadır,
ancak
iman edenler... müstesna." buyurulmasının mânâsı şüphesiz ki mühimdir.
İkinci
olarak, Peygamberimiz'in gönderilişinden
vefatına kadar olan "saadet asrı"dır ki biri mücahede, biri de fetih ve
üstünlük ile başarı iki bölümden ibaret olan bu asırda peygamberlik
nuru
gittikçe parlamaya başlayıp hidayet ve Hak din, "Bütün dinlere üstün
kılsın
için." (Fetih, 48/28) bütün âleme yayılmak üzere hak ve batıl
birbirinden
ayrılmış, kazanç ve zarar yolları ayırdedilerek "Doğruluk, sapıklıktan
seçilip belli olmuştur." (Bakara, 2/256) hükmü ortaya çıkmıştı. Bu asra
kasemdeki mânâ ise daha önemlidir. Nihayet Peygamber'in
gönderilmesinden,
daha doğrusu Resulullah'ın hicretinden son zamana kadar bütün son
asırları
içeren ahir zamandır ki, bu asır bütün zamanın ve bütün peygamberlerin
asırlarının hükümlerini ve eserlerini gayesine erdirecek olan Muhammed
(s.a.v.)'in peygamberliğinin devamı müddeti mânâsına Muhammed
(s.a.v.)in
asrıdır. Ve işte asrın en kapsamlısı bu asırdır. Bir kısım
tefsircilerin
dediği gibi bizce de en çok akla gelen bu asırdır. Burada özellikle
bunun
önemi hatırlatılmak üzere asra yemin edilmiştir. Çünkü Kasas
Sûresi'ndeki
"Andolsun biz ilk nesilleri helak ettikten sonra Musa'ya Kitap verdik."
(Kasas, 28/43) âyetinde işaret olunduğu üzere Kur'ân'da insanlık tarihi
açısından zamanın üç kısma ayrılmasına işaret olunmuştu. Hz. Musa'ya
Tevrat'ın
inmesinden önce geçen, yani Firavun'un helâkıyla son bulan zaman ilk
asırlar
zamanı ve Tevrat'ın inmesiyle açılan zaman da son Peygamber'e kadar
orta
asırlar zamanı, son Peygamber Muhammed Aleyhisselam'ın ortaya
çıkmasıyla
başlayan son asırlara da ahir zaman, yani Muhammed (s.a.v.) ve
ümmetinin
asrı demek olduğundan denince bu asır anlaşılmak gerekir. Bir gün,
sabah,
öğle ve ikindi üç vakit olarak düşünüldüğüne göre bazı hadislerde
Âdem'in
yaratılışı, âlemin yaratılışına göre yeryüzünde bitkiler ve hayvanların
yaratıldığı son günün asrı, yani ikindisi halinde tasvir edildiği gibi,
dünyada beşer türünün ömrü de bir gün sayılarak Muhammedî asır bugünün
ikindisi misalinde temsil edilmiştir. Nitekim Buhârî ve diğerlerinde şu
hadis meşhurdur: Sizden önce geçmişlere oranla sizin vaktiniz ikindi
namazıyla
güneş batımı arası kadardır. Sizin meselinizle sizden öncekilerin
meseli
tıpkı o adamın meseline benzer ki, bir ücret tayin etmiş,"sabahtan
öğleye
kadar kim çalışırsa bir kırat demiş. Yahudi çalışmış, sonra öğleden
sonra,
yani "ikindiye kadar kim çalışırsa bir kırat demiş", hıristiyan
çalışmış.
Sonra da "ikindiden akşama kadar kim çalışırsa iki kırat" demiş, siz
çalışmışsınız.
Bunun üzerine yahudi ve hıristiyanlar kızdılar: "Biz daha çok
çalışmışken
daha az ücret aldık." dediler. Allah Teâlâ da: "Ben sizin ücretinizden
bir şey kestim mi?" buyurdu. "Hayır" dediler. "O halde bu benim
bağışımdır,
onu dilediğime veririm." buyurdu. Bu şekilde siz az amel (iş)le çok
ücrete
nail oldunuz". (İnciller'de de buna benzer bir temsil bulunduğu
geçmişti).
Bir kısım
tefsirciler bu hadis ile delil getirerek
demişlerdir ki: Bu hadis, asrın Hz. Peygamber'e ve "Siz insanlar için
çıkarılmış
en hayırlı bir ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) buyurulan ümmetine
mahsus
olan zaman olduğuna delalet eder. Allah Teâlâ Resulü'nün "İçinde
oturmakta
olduğun Belde'ye." (Beled, 90/2) diye mekanına ve "(Ey Resulüm) senin
ömrüne
andolsun." (Hicr, 15/72) diye ömrüne yemin ettiği gibi, burada da
asrına
yemin etmiştir. Şu halde bu açıklamadan sonra mânânın sonucu şu olur:
Ey
Muhammed! Her mânâsıyla asra ve özellikle pek büyük olaylara sahne
olmak,
gerek baskısı, gerek verimi itibarıyla bütün geçmiş zamanların özeti,
zamanın
ikindisi demek olan son asra, yani bütün ümmetlerin hesabı görülmek
üzere
bulunan ve senin asrın olan ahir (son) zamana yemin olsun ki
|
|
|
2.
kuşkusuz
insan; kelimesinin başındaki elif-lâm,
istisna karinesiyle istiğrak içindir. Yani her insan, bütün beşer türü
her asırda ve her zamanda ve özellikle son asırda bulunan insanlar,
gelecekteki
istisna edilenler hariç hepsi, mutlak bir zarar içindedir. Küfür ve
küfran
gibi husr ve hüsran, kazanacak yerde zarar etmek, sermayeyi kaybetmek,
nihayet iflas ile hasret ve ümitsizlik içine düşmektir. "Tenvin" de
büyükleme
ve türlendirme içindir. Yani büyük bir ziyan veya bir çeşit ziyan
içinde
boğulmaktır. Çünkü insanın sermayesi ömrüdür, o ise her nefes, her saat
harcanılıp giderek tükenmekte ve her nefes geçtikçe o nimetlerin sonu
ve
hesabı yaklaşmaktadır. Eğer o nefesler, insanın her istediği zaman,
istediği
gibi yapacak şekilde kendisinin olsaydı, kendi yapısı ve icadı
bulunsaydı
o ömür tükenmez, insan onu dilediği gibi harcamakta hiçbir zarara
düşmezdi.
Fakat o insanın kendi mülkü değil, yaratan Halık Teâlâ'nın mülkü olup,
onun adına güzel tasarruf ederek kârından istifade etmesi için insana
sınırlı
ve hesaplı bir şekilde verilmiş emanet sermaye kabilindendir. İnsanın
bütün
istifadesi, onun harcama ve alışverişinden hasıl olacak kâra bağlıdır.
Onun için "İnsana çalışmasından başka bir şey yoktur." (Necm, 53/39) ve
"Herkes kendi kazancına bağlıdır." (Tûr, 52/21). Bu şekilde insan o
sermayeyi
veren sahibine ödedikten sonra, hesap günü kendisine kalacak olan kâra
göre kendisini kurtaracak ve o oranda nimetlenmiş olacak veya açığına
göre
sorumlu ve iflas etmiş olarak zarar ve azapta kalacaktır. Tartının ağır
veya hafif basmasının sonucu da budur. O halde zamanın acı veya tatlı
olaylarla
akışı içinde her harcanan nefeste bir zarar vardır ki, onu ancak
karşılığında
Allah için yerine konup onunla tartılacak olan kâr ödeyebilecektir.
Ömürden
her geçen saat, her harcanan nefes, ya bir işe harcanır, ya boşuna
geçer.
Boşuna geçtiyse elbette bir zarardır. Bir işe harcandıysa, o iş ya
hayır
ve güzel olanbir itaattir veya şer ve fesat olan bir günahtır. Veya ne
o, ne o; ikisi ortası mübah olan bir iştir. Bir mübah ise, bir eseri
kalmamak
itibarıyla boşuna geçmiş gibidir. Bir şer ise kesin bir zarardır. Eğer
itaat ise onu veya diğer birini ondan daha güzel bir şekilde yapmak da
mümkündür. Çünkü Allah Teâlâ'ya tevazu ve baş eğme mertebeleri
sayısızdır.
Çünkü Allah Teâlâ'nın kahr ve yücelik mertebeleri ve mutlak güzellik
tecellileri
sonsuzdur. Onun için insanın Allah'a ilmi ne kadar çok olursa korku ve
sevgisi de o nisbette çok, tâat ve amelde Allah'ı yüceltmesi, o
nisbette
daha tamam ve daha mükemmel olur. O halde her nefeste daha güzelini
yapamayıp
da düşüğüyle kalmakta kârdan da olsa yine bir tür ziyan vardır. Bu
itibarla
insan her an bir tür ziyandan uzak değildir, demek olur. Bununla
beraber
bunlara asrın, zamanın akışı içinde her yönden hücum etmekte olan
engelleri,
baskı yapan diğer büyük olayları da katarak düşünülürse, insanın her an
nasıl bir tehlike ve ziyan içinde bulunduğu açıkça anlaşılır. Her an
nimet
ve refah içinde bulunduğu kabul edilse bile, her dem ömrü ölüme doğru
gitmekte
bulunan insanın bir zarar içinde bulunduğunu inkâr etmek mümkün
değildir.
Zira her geçen nefes bir ölümdür. Bundan dolayı Razî der ki: "Bu âyet
insanda
ziyan ve sıkıntının asıl olduğuna delalet eder." Bunun açıklaması
şudur:
İnsanın gerçek saadeti, ahireti sevmek, dünyanın acı ve tatlısına
iltifat
etmemektedir. Bununla beraber ahirete çağıran vesileler ise açıktır ki
o beş duyu, şehvet ve kızmadır. Onun için halkın pekçoğu dünya sevgisi
ile meşgul ve onu talebde boğulmuştur. Bundan dolayı zarar ve
helaktedirler.
|
|
|
3. Ancak o
kimseler müstesna. Şu sayılacak
dört vasıf ile sıfatlanmış olanlar ziyanda değil, kârdadırlar:
1- Ki iman
etmişler. Fatiha Sûresi'nde ve
Bakara Sûresi'nin başında ve diğer yerlerde geçtiği üzere bütün
âlemlerin
Rabb'i, Rahmân'ı, Rahîm'i, din gününün sahibi Allah'ın birliğini ve
indirdiğini
tasdik edip ona ihlas ile ibadet ve itaate söz vermişler, "En güzel
(söz)i
doğruladı." (Leyl, 92/6) buyurulduğu üzre "en güzel"e; doğru itikad ile
inanıp, fazilet ile rezilliğin, iyilik ile kötülüğün, doğru ile
eğrinin,
mümin ile kâfirin, itaat eden ile isyan edenin, haklı ile haksızın
Allah
yanında farkı olduğuna, hayır amellerin iyi, şer amellerin kötü cezası
verileceği ahiret gününe, din (kıyamet) gününe inanmışlar.
2- Ve iman
ile güzel ameller işlemişler. Yani
imanları yalnız gönüllerinde ve dillerinde kalmamış, bütün hislerine,
akıllarına,
varlıklarına işleyerek iradelerine sahip olmuşlar da yaptıkları işleri
iman ve inançlarına uygun, Allah'ın rızasına, indirdiği hükümlerine
uygun,
hak ve hayır olduğuna inanarak yapmışlar, hep iyiliğe çalışıp
kendileri,
aile,
akraba, kavim, insanlık için iyilik, sonu hayır ve menfaat olan işler;
"Hanginizin daha güzel iş yaptığınızı denesin için." (Hud, 11/7; Mülk,
67/2) buyurulduğu üzere güçleri yettiği kadar güzel ameller yapmışlar,
emrolunan görevleri yerine getirmiş, yasaklanan büyük günah ve
çirkinliklerden
çekinmişlerdir ki, bunların esası Kitap ve Sünnet'de açıklanmıştır.
Zamanına
göre cüz'iyat (parçalar)ı da icma-i ümmet ve ictihadlarına
bırakılmıştır.
İmandan sonra Hak Teâlâ'nın emrini yüceltme yarattıklarına acıma ve
menfaat
esasında özetlenen salih amel, başlıca iki türlüdür:
Birisi bedene
ait ibadetler gibi mükellefin
baştan itibaren ve bizzat kendisine faydalı ve kendi iyiliğine olan
ameller.
Diğeri de zekat ve sadaka gibi başkalarına faydalı olan amellerdir.
Birine
kendini kemale erdiren, diğerine de başkasını tamlayan, yahut birine
fazilet,
diğerine fadl (iyilik etme) denilir. Bunun en önemlisi de hakka çağırma
ve hak yolunda mücahededir. Onun için bunlar, iman ve güzel amel ile
teorik
ve pratik güçlerini olgunlaştırmaya çalıştıktan başka, Allah için
birbirlerinin
ve başkalarının kemal ve kurtuluşlarına da çalışarak, Hakk'a çağırma,
iyilik
etme ve ıslah etmeyle beraber başkasını kemale erdirmeye gayret
hususunda
birbirleriyle andlaşmayı ve hep hak yolunda yardımlaşmayı da vazife
bilmiş
olduklarından dolayı güzel amelin özellikle bu iki kısmına işaretle
buyuruluyor
ki:
3- Ve Hakk'a
vasiyetleşmişlerdir. Yani bütün
azimleri Hakk'a yönelik; imanları da, amelleri de, sözleri de hep
Hakk'a
sarfedilmiş. Çünkü Hakk'a sarfedilmeyen her şey batıldır, hasardır.
Ziyan
olmayacak iman ve amel de ancak Hakk'a iman ve Hak yolunda çalışmaktır.
Onun için bunlar, büyük küçük birbirlerine, aynı cinsten olduklarına
gösteriş,
münafıklık, ziyankârlık, ilişiksizlik veya riyakârlık ve dalkavukluk
etmeyip,
bütün iyilik Hakk'ın elinde olduğunu bilerek ve fanî, geçici, aldatıcı,
yıkıma götürücü şeylere aldanmayıp, her şeyin hakkını gözeterek hep
birbirlerine
Hakk'ı tavsiye etmişler, her işte Hak, sabit, doğru olanı yapmayı, Hak
üzere birleşmeyi, hep Hakk'a davet etmeyi, emri bil'l-maruf (iyiliği
emretmek)u
ve nehyi ani'l-münker (kötülüğü yasaklama)i, kısaca Hak ve doğruluk
üzere
hareketi tavsiye ve nasihat etmişler, öyle yemin edip, o yolda muamele
etmişler, imanları da, amelleri de hep Hakk'a sarfedilmiş.
4- Ve sabra
vasiyetleşmişler. Yani Hak ve
hayır yolunda sabra vasiyetleşmişlerdir. Çünkü zamanın acaibliği,
dünyanın
aldatması, nefislerin eğilimleri, ziyana gidenlerin çokluğu karşısında
hayır yapmak, doğru söylemek, Hak yolunda gitmek bir çok acılar
çekmeye,
zorluklara katlanmaya, mücalede etmeye, batıl iflas geçitlerini
atlamaya,
bunlar da sabra dayanmaktadır. Onun için Lokman Sûresi'nde iyiliği emir
ve kötülüğü yasaklayanlara "Namazı kıl, iyiliği emret, kötülüğü
yasakla,
sana isabet edene sabret, kuşkusuz bunlar (Allah'ın yapmanı emrettiği)
kesin işlerdendir." (Lokman, 31/17) diye isabet edecek musibetlere
sabır
tavsiye edilerek, onun azme dayanan büyük işlerden olduğu anlatılmıştı.
Burada da bunların birbirlerine doğruyu tavsiye ederken, aynı zamanda
sabır
da tavsiye ettikleri özellike anlatılmıştır. Nitekim Beled Sûresi'nde
akabe
(sarp yokuş)yi geçen ve iman edip de birbirlerine hem merhamet, hem
sabrı
tavsiye edenlerin meymenet sahibi oldukları anlatılmıştı. Hak yolunda
can
veren şehitlerin Allah katında ebedî hayata ulaşmaları da sabır
sayesindedir.
Ölüm nasıl olsa takdir edilmiş olan bu âlemde böyle Hak yolunda güzel
iş
görmek için can vermek ve öyle Hakk'a kavuşmaktan daha büyük ne saadet
olabilir? Fakat öyle bir azim, öyle bir sarp yokuşu aşmak kolay
değildir.
İşte bu
müstesnalar, öyle birer sarp yokuş
olan müşkül, zor durum ve hallerde caymamayı, yılmamayı bırakmamayı,
dermansızlık
göstermemeyi ve böylelikle birbirlerini yardımsız, tesellisiz
bırakmayıp
gerek itaat ve amel, gerek elem ve musibetler ve gerek nefsin
arzularına
karşı sabır ve metanet tavsiye etmeyi kendilerine şiar edinmişlerdir.
Bilinmektedir
ki sabır, nefsin iyi bir şey
yapmak veya kötülüklerden kaçınmak için acıya, meşakkate tahammül
kuvvetidir.
Başlıca iki çeşit olarak düşünülür:
Birisi, elem
ve külfete sabırdır ki bununla
taat ve mücahedenin ve güzel amellerin meşakkatlerine katlanılarak
yüksek
himmet ve gayret sahiplerinin ulaştıkları başarılara erilir.
Birisi de
lezzet ve şehevî isteklere karşı
sabırdır ki, bununla da haramdan, yasaklardan ve hoş görünüp de sonu
fena
olan aldatıcı, tehlikeli, maddî veya manevî zarar verici şeylerin
zararlarından
sakınılır, korunulur. "Cennet zorluklarla çevrilmiş; cehennem de aşırı
arzularla çevrilmiştir." hadis-i şerifinde iki yöne de işaret vardır.
Sabrın
derecesi hususunda fıtrî (doğuştan) kabiliyetin bir hükmü bulunduğu
inkâr
edilmemekle beraber, terbiyenin, alışkanlığın ve bundan dolayı azim ve
iradenin ve onun için de imanın önemi çok büyüktür. Bu yönden sabır,
ihtiyarî
fiillerden olarak ef'al-i mükellefîn (görevlilerin fiilleri) arasında
tavsiye
olunduğu gibi "Ey inananlar, sabredin, direnin, cihada hazırlıklı,
uyanık
olun ve Allah'tan korkun ki, başarıya eresiniz." (Âl-i İmran, 3/200)
diye
emrolunmuştur. Çünkü "Kuşkusuz Allah sabredenlerle beraberdir."
(Bakara,
2/153) ve "Ancak sabredenlere, mükafatları hesapsız ödenecektir."
(Zümer,
39/10).
"Sabredenleri
müjdele ki, onlara bir bela
eriştiği zaman: 'Biz Allah içiniz ve biz ona döneceğiz' derler. İşte
Rab'lerinden
bağışlamalar ve rahmet hep onlaradır ve doğru yolu bulanlar da
onlardır."
(Bakara, 2/155-157). Onun için hadislerde de, "Sabır, genişlğin
anahtarıdır."
"Sabreden zafer bulur." diye varid olduğu gibi, dilimizde de "İlmin
başı
sabırdır", "Sabrın sonu selamettir." diye darb-ı mesel olmuştur.
Bu
açıklamadan ve sözün gelişinden anlaşılır
ki övülen ve tavsiye edilen sabır, iman ve güzel amel ile Hak ve hayır
yolunda sabırdır ki bu şecaat, sadakat ve mertlik şiarıdır. Yoksa her
kötülüğe
katlanmak, her aşağılığa boyun eğmek, pislikler içine düşüp de, her ne
pahasına olursa olsun, ondan çıkmaya, kurtulmaya çalışmamak,
çabalamamak,
ilişik etmemek, batılda, fenalıkta -ne olursa olsun- saplanıp kalmak ve
şerre rıza göstermek demek olan tembellik, zillet ve miskinlik ile
düşüklükten
ibaret bulunan duygusuzluk değildir. Çünkü "Üstünlük, ancak Allah'a,
O'nun
elçisine ve müminlere mahsustur." (Münafikun, 63/8) ve Allah
"Acizlikten
ötürü bir yardımcısı bulunmayan." (İsra, 17/111) dır. Ve çünkü şerre
rıza
şer, küfre rıza küfürdür. Ve eşeğe mahsus yumuşaklık kötülenmiştir.
Onun
için temizliğini bulanmaktan koruyacak sıkıntıları, çakışları olmayan,
yani "Hiç kızma eseri göstermeyen yumuşaklıkta hayır yoktur." diyen
şairin
şu beytini -yukarılarda da geçtiği üzere Resulullah beğenmişti:
"Berraklığını
bulanmaktan koruyacak kızgınlık
eseri bulunmayan yumuşaklıkta hayır yoktur."
Ve sahih
hadiste "Sizden her kim bir kötülük,
bir biçimsizlik görürse onu eliyle değiştirsin, ona gücü yetmeyen
diliyle,
ona da gücü yetmeyen kalbiyle (değiştirsin) ki bu imanın en zayıfıdır."
buyurulmuştur. "Âyetlerimiz hakkında (münasebetsizliğe) dalanları
gördüğün
zaman, onlar başka bir söze geçinceye kadar onlardan yüz çevir. Eğer
şeytan
sana (bunu) unutturursa, hatırladıktan sonra (hemen kalk), o zalimler
topluluğuyla
oturma."
(En'am, 6/68)
âyeti de bu mânâyı ifade eder.
Bununla beraber bu gibi sabredilmemesi gereken hallerde de telaş ve
hiddetle
hareket etmeyip "De ki: İşte benim yolum budur. Allah'a basiretle davet
ederim, ben ve bana uyanlar." (Yusuf, 12/108) buyurulduğu üzere basiret
ile hareket etmelidir.
İşte ancak
böyle iman, güzel ameller, hakkı
tavsiyeler, sabrı tavsiyeler ile, bu dört vasıf ile vasıflanan kimseler
ziyanda değil, müstesnadırlar. Bu müstesnalardan başkası mutlak bir
ziyandadırlar.
Bunun dördü de Hakk'a tam imanın belirtisi demektir. Hak, gerçekte
sabit
ve tahakkuk edici olduğu ve imanın hükmü de inanılana tabi bulunduğu
için
Hakk'a iman hiçbir zaman yanlış çıkmayacak ve bütün mekan ve zamanın
üstünde
Hak, hayat ile yaşayacak olan ebedî bir nimet ve saadet olduğundan,
dünyada
o Hakk'a tam imanın bir tezahüründen ibaret olup da onun yolunda güzel
işlere sarfedilmiş bulunan bir hayat, bir ömür, hiçbir zaman boşa
gitmez,
hüsrana düşmez. Böyle bir imana erişmeyen nefisler de ziyandan
kurtulmaz.
Hiç imanı olmayanların kurtulamayacağı açık olduğu gibi, batıla iman
etmiş
olanların da imanın meyvesi olan amelleri, o bâtılın bâtıllığıyla yok
olup
gideceği de şüphesizdir. Fakat bu âyet şunu gerektiriyor ki, Hakk'a
iman
etmekle beraber güzel işler yapmayan, Hakk'ı ve sabrı tavsiye etmeyen
kimseler
de bir çeşit ziyandan hariç kalmamış olurlar. Demek olur ki, iman
olunca
amelsizlik ziyan etmez diyen Mürcie mezhebi sahiplerinin görüşleri
doğru
değildir. Doğrusu Sünnet Ehli'nin dedikleri gibi imanı olup da, imanına
göre amel etmeyen fasıklar, asiler için de bir çeşit ziyan vardır. Zira
ebedî olmamakla beraber mümin isyankarlar için de cehennem vardır. İman
en sonunda onları da kurtarırsa da, kötülükleri iyiliklerinden ağır
gelen
müminler de günahları temizleninceye kadar cehennem azabı olan hüsranı
göreceklerdir.
Başta beyan
olunduğu üzere bu sûrenin geniş
bir şekilde açıklanması bütün Kur'ân demek olduğundan, daha ne kadar
açıklaması
yapılsa tükenmez. Taberânî "Evsat"da ve Beyhakî "Şuab"da Ebu
Huzeyfe'den
-ki sohbeti vardır- şöyle dediğini rivayet etmişlerdir. "Resulullah'ın
ashabından iki kişi birbiriyle karşılaştıklarında biri diğerine
Ve'l-Asrı
Sûresi'ni okumadan, sonra da biri diğerine selam vermeden
ayrılmazlardı."
Bizlerin de
asrımızın gidişini ve ömürlerimizin
geçişini anlayıp düşünerek birbirlerimize Hak ve sabır tavsiye etmeye
ve
Hak Teâlâ'ya tam iman ile güzel amellere başarı dilemeye ihtiyacımız ne
kadar çok! Ne kadar çok! Buna karşılık böyle Hak ve hayır tavsiye eden
müstesna kişilerle alay ederek, onları türlü türlü ayıplayıp çirkin
bulanların
da hesabı yok. Fakat bunun üzerine öylelerinin ziyanındaki şiddeti
açıklamak
için de Hümeze
Sûresi geliyor.
|
|
|