1- Ammâr b. Yasir ve
Ayyaş b. Ebı Rebia
ve Velid b. Velid ve Seleme b. Hişam Mekke'de müşrikler tarafından
işkence ediliyorlardı, o sebeble indirildi. Ammar b. Yasir'in annesi
Ebu Cehil tarafından feci bir şekilde parçalattırılmış, kendisine sıcak
günde demirden zırhlı gömlek giydirilerek güneşin karşısında eziyet
edilmişti, Velid b. Velid ve Hişam de işkenceye uğratılmışlardı.
2- Mekke'de bir
kısım insanlar, İslâm'a
girmeye söz vermişlerdi. Hicret âyeti inince ashab-ı kiram Medine'den
bunlara yazmışlar "İkrarınız, İslâm'ınız hicret etmezseniz, kabul
olunmayacak" demişlerdi. Hemen Medine'ye doğru yola çıktılar, müşrikler
de takip edip geri çevirdiler; işte o zaman haklarında bu âyet indi. Bu
defa da hakkınızda şöyle şöyle âyet indi, diye yazdılar. Bunun üzerine
çıkarız, yine takip eden olursa çarpışırız, dediler ve çıktılar.
Müşrikler de takip ettiler, bunun üzerine çarpıştılar; kimi şehid oldu,
kimi de kurtuldu. Allah Teâlâ da haklarında "Sonra şüphesiz Rabbin,
eziyet edildikten sonra hicret edip, ardından da sabrederek cihad
edenlerin (yardımcısıdır). Çünkü Rabbin onların bu âmellerinden sonra
elbette çok bağışlayan, pek merhamet edendir" (Nahl, 16/110)
3- "Bedir" günü ilk
şehid olan Mihca b.
Abdullah hakkında indiği söylenmiştir ki, ana babası ve eşi çok
üzülmüşlerdi ve hakkında "Seyyidü'ş-şüheda" (şehitlerin efendisi)
buyurulmuştu. Bu iki görüşe göre bu âyetler Medine'de indirilmiş
oluyor. İlk ikisinde ise hicretle ilgili oluyor.
"Allah elbette
bilir." Fahreddin Razi
der ki: Müfessirler zannettiler ki, bu âyetin görünen mânâya alınması,
Allah'ın ilminin yenilenmesini gerektirir. Halbuki Allah, doğruyu ve
yalancıyı imtihandan önce bilirken, imtihan sırasında bilecek demek
nasıl mümkün olur? diye; buna, gösterecek, ortaya koyacak ayırdedecek
mânâlarını verdiler. Biz de deriz ki, âyet olduğu gibi görünen
mânâsındadır, çünkü Allah'ın ilmi bir sıfattır ki, onda her olay,
olduğu gibi ortaya çıkar. Mesela tekliften önce Allah bilir ki, Zeyd
itaat edecek, Amir de isyan edecek, sonra teklif vaktinde de bilir ki o
itaatkar, öbürü isyankar; yapıldıktan sonra da bilir ki, o itaat etti,
o isyan etti; hallerin hiç birinde O'nun ilmi değişmez, değişen ancak
bilinendir.
İbnü Münir'in
ifadesi daha güzeldir:
Gerçekten yüce Allah'ın ilmi birdir. Mevcuda varlığı, zamanında ve önce
ve sonra olduğu gibi uygun gelir, demiştir. Fakat şunu da unutmamak
gerekir ki, burada "bilecek" demekten maksat, sebebi zikir ile,
müsebbebe dikkat çekmektir. İmtihan eder gibi araştıracak ve meydana
çıkarttıracak da mükafat ve ceza verecek demektir. Nitekim Kadî Beydâvî
şöyle demiştir:
"O'nun ilmi
imtihana, meydana geliş
anında taalluk eder ki, o imtihanla imanda sadık olanlarla yalancı
olanlar birbirinden ayrılır. Sevabları ve cezaları da kendilerine ait
olur. İşte bundan dolayı mânânın: 'Onları elbette ayırd eder veya
elbette yaptıklarının karşılığını verir.' şeklinde olduğu da
söylenmiştir."
4- Yoksa o
kötülükleri yapanlar
sandılar mı? Amel kalp ve organlarla yapılan fiiller itibariyle genel
olduğu için, "Seyyiat" küfür ve isyan ile tefsir edilmiştir. Bununla
birlikte bu baştaki karşıtı olduğundan burada özellikle müminlere karşı
yapılan kötülükler söz konusudur. Yani küfür, dinsizlik taassubu veya
bir dünya menfaati, şehvet ve hırs sebebiyle müminlere, düşmanlık,
zulüm ve eziyyet eden kimseler ki, her türlü kötülüğü işlemekten
kaçınmazlar, bunlar sandılar mı ki bizi savuşup geçecekler, çaresiz
bırakıp kurtulacaklar? Ne kötü hükmediyorlar! Ne kadar yanlış hüküm, ne
kadar çirkin hükümet? İmkanı yok, onlar Allah'tan kurtulamazlar.
5- Kim
Allah'a
kavuşmayı umarsa,
Allah'ın cemaline ermeyi veya vaad ettiği sevaba erişmeyi isterse
elbette Allah'ın tayin ettiği vakit, vade gelecek, gelince o vaad,
gerçekleşecektir. Bundan dolayı, o gelinceye kadar sabredip o kavuşmaya
layık imtihanları geçirmek, güzellikleri kazanmak için çalışsın
çabalasın. O, her şeyi işiten ve bilendir. Bütün o söylenenleri, bütün
o sızıltıları, iniltileri işitir. Hem yegane işiten O'dur. Ve bütün
inanışları, bütün niyetleri, bütün yapılan işleri, iyisini kötüsünü,
hepsini bilir; hem yegane bilen O'dur. Edilen duaları işitecek, yapılan
ibadetleri bilecek O'dur, başkası değil.
6-12- Her
cihad eden
de. Bu cümle
şartıyyesinin hazfedilmiş cezasına veya söylenilmiş cezasının
neticesine matuftur ki, "Cihad etsin ve cihad eden de..." demektir. Bu
iki âyet İslâm'ın bütününü; en yüksek gayesi ile en yüksek vazifesini
özetlemektedir. Allah'a ermek için, ecel gelinceye kadar mücahede
etmek, çalışıp çabalamak. Bu uğurda çalışıp çabalayan, fitnelere,
imtihanlara göğüs geren her kimse de sırf kendisi için, kendi hesabına,
kendi menfaatine çalışıp çabalar. Çünkü o mücahedenin, çalışıp
çabalamanın karşılığı ve faydası Allah'a değil, kendisine ait olur.
Çünkü Allah ganîdir, bütün âlemlerden müstağnidir, hiçbir şeye ve
hiçbir kimseye muhtaç değildir.
Bu âyetlerin
Medine'de indirilmiş
olması daha çok düşünülür, çünkü münafıklar, Medine'de idiler. Eğer bu
âyetler de Mekke'de indirilmiş idiyseler, gayb haberi verilmiş olur.
Zamanımızda ise bu âyetin mânâsına girenler çoğalmıştır. Allah muhafaza
etsin.
"Halîm ve Kerîm olan
Allah'tan başka
ilâh yoktur. Yüce ve büyük Allah'tan başka ilâh yoktur. Yedi göğün ve
yüce arşın, yerlerin ve her ikisi arasındakilerin Rabbı olan Allah'ın
şanı ne yücedir. Âlemlerin Rabbı olan Allah'a hamd olsun. Sana yakın
olup meded uman aziz olur. Senin kudretin yücedir. Senden başka ilâh
yoktur."
13- Kendi
işledikleri günahların
ağırlıklarını ve o ağırlıklarıyla beraber daha birçok ağırlıkları,
başkalarını saptırmaya, günaha sokmaya çalışmalarının günahlarını
yüklenecekler.
14-"Andolsun
ki Nuh'u kendi kavmine
gönderdik." Yukarda "Gerçekten biz onlardan öncekileri de imtihandan
geçirmiştik" buyurulduğu için burada, onun birkaç örneği
gösterilecektir. Onun için bu "vav" harfi kasem değil, oraya atıftır.
Derken içlerinde bin seneden elli yıl eksik durdu. Elli yılı yok bin
sene, dokuz yüz elli sene eder. Kâdî Beydâvî der ki: Galiba bu tabirin
seçilmesi tamamıyla sayıya delalet içindir. Çünkü dokuz yüz elli
tahmini olarak da söylenebilir, bir de bin ismini söylemekle,
karşıdakine müddetin uzunluğunu düşündürmek vardır. Çünkü kıssadan
maksat, Resulullah'a teselli ve kâfirlerden gördüğü sıkıntılara karşı
çaba ve gayretinde sağlamlaştırmaktır. Rivayet olunduğuna göre Nuh,
kırk yaşında peygamber olarak gönderilmiş, dokuz yüz elli sene kavmini
Hakk'a davet etmiş, tufandan sonra da altmış yıl yaşamıştır.
15- Ve
onu, yani
gemiyi veya hadiseyi
bütün akıl sahibi âlemlerine bir âyet kıldık. Onunla ibret alır, delil
getirirler. Demek ki, Allah'ın azabından maddî sebeplerle korunmaya
çalışmak da Allah'ın emrindendir.
16-18-
Evsân,
tekili vesendir. Taş ve
saireden tapılan herhangi bir şey (fetiş) ki, "esnâm"dan daha geneldir.
Mesela heykeller ve haç hep puttur. Ve hep ifk, yalan uyduruyorsunuz,
yalan yere mabud ve şefaatçi diyorsunuz. Onlar ise birer hayaldir.
Mesela herhangi bir kimsenin resminde bile, o kimseden bir hakikat
yoktur. O resim, bir kıymeti olan o kimsenin değil, toprağa gömülecek
ölü bedenin bir hayalidir. O bedeni, kokar diye gömmekte acele etmek
zorunluluğunda bulunanların, tutup da onun cansız bir hayalini, mesela
filancadır diye saklamalarında şüphesiz ki muhakkak bir yalancılık
vardır. O halde böyle hayal olan fanilere mabud payesi vermek, ne büyük
bir iftiradır. Size bir rızık veremezler. Allah'ın yardımı olmayınca
mesela bir lokmacığı dahi hazmettiremezler.
19-27- 'e
kadar,
Allah Teâlâ tarafından
doğrudan sevkedilmiş ilâhî kelâmdır. İbrahim'e hitap olarak hikaye
olması muhtemel ise de, onun sözünü nakletme esnasında Resulullah'a
hitap olması daha uygundur; onun için fâsıla değişmiştir. Yani sırf
dünya hayatında birbirinizin duygularını okşayarak toplanıp sevişmek
için veya dünya hayatında sevdiklerinizin hayalini sürdürerek
yakınlaşmak için; çünkü bütün putlar, bazı sevilenlerin bir hatırası
olmak üzere, etraflarında toplanılmak için edinilmiş şeylerdir.
Fakat birer yalan
olan o hayaller
üzerine kurulmaya çalışılan sevginin, haksız ve yersiz duygular üzerine
toplanan topluluğun neticesi ne olur bilir misiniz? "Sonra kıyamet günü
birbirinizi tanımayacaksınız..." , "Dedi ki: Ben Rabbim'e hicret
edeceğim." ye matuf olarak Lut'a ait olması uygun görülürse de,
İbrahim'e ait olmak üzere yukardaki ye atfı, mânâ yönünden daha
ahenkli, hem de "Ben Rabbime gidiyorum, o bana doğru yolu gösterecek."
(Sâffât, 37/99) âyetine de uygundur.
28-35- O
kasabadan
bir âyet, bir nişane
ki hikayesi veya harabesidir.
36-
Medyen'e de
kardeşleri Şuayb'ı
gönderdik ve Şuayb, "Ey kavmim! Allah'a kulluk edin, ahiret gününe ümit
bağlayın, yeryüzünde bozgunculuk yaparak karışıklık çıkarmayın!" dedi.
37- Fakat
onu
yalancılıkla itham
ettiler. Derken, kendilerini bir sarsıntı yakalayıverdi ve yurtlarında
diz üstü çökekaldılar.
38- Ad ve
Semud'u
da (helak ediverdik).
Sizin için, (onların başına nelerin geldiği) oturdukları yerlerden
apaçık anlaşılmaktadır. Şeytan onlara yaptıkları işleri güzel gösterip
onları doğru yoldan çıkardı. Oysa bakıp görebilecek durumdaydılar.
39-
Karun'u,
Firavun'u ve Hâmân'ı da
(helak ettik). Andolsun ki, Musa onlara apaçık deliller getirmişti de
onlar yeryüzünde büyüklük taslamışlardı. Halbuki (azabımızı aşıp )
geçebilecek değillerdi.
40-
Nitekim
onlardan herbirini
günahları sebebiyle suç üstü yakaladık: Kiminin üzerine taşlar savuran
rüzgarlar gönderdik, kimini korkunç bir ses yakaladı, kimini yerin
dibine geçirdik, kimini de suda boğduk. Allah onlara zulmetmiyor, asıl
onlar kendilerine yazık ediyorlardı.
41-
Allah'tan başka
birtakım velilere
tutunanların örneği; yani Allah'tan başkalarını, ihtiyaçlarına karşı
yardım eder, menfaatleri dokunur, işlerini görür, tehlikeden kurtarır
diye veli, sahip, koruyucu edinerek mabud sayanların örnek olacak
halleri örümceğin örnek ve mesel olmuş haline benzer bir ev edinmiştir,
hiç dini olmayanlar gibi büsbütün evsiz değil, bir sinek avlayacak
kadar bir eve tutunmuştur. Fakat muhakkak ki evlerin en çürüğü her
halde örümcek evidir.
Evinde ev
kavramından bir şey yoktur;
ne gölge yapar, ne korur: Bir rüzgarla tarumar olur; onun için örümcek
evinin çürüklüğü meşhur bir meseldir. İşte o örümcek kafalı müşriklerin
de dayanakları, tutamakları böyle çürüktür. Bütün tutundukları fanidir,
yok olucudur. Eğer bilselerdi. Razi der ki: Burada "âlihe" yani ilâhlar
denilmeyip "evliya" yani veliler denilmesi, yalnız açık şirki değil,
gizli şirki dahi yok edip kaldırmaya işaret içindir. Çünkü başkasına
gösteriş ederek riya ile Allah'a ibadet edenler de Allah'tan başkasını
veli edinmiş olur. O'nun meseli de örümcek meseline benzer.
Peygamberleri yalanlayıp şirke giden kavimlerin yok edilmesi
örnekleriyle açıklandıktan sonra, bu örümcek örneğinin getirilmesi
peygambere ve müminlere öyle büyük ve öyle etraflı bir vaad ve müjdeyi
ifade etmektedir ki, bütün bu sûrenin ruhu denilebilir.
Evet, Allah'tan
başkasına dayanan her
ümid, dipsizdir.
42- Allah,
onların
kendisini bırakıp da
O'ndan gayrı nelere, ne gibi şeylere çağırıyorlar, şüphesiz ki
bilir. O, mutlak güç ve hikmet sahibidir. Her şey fani, hepsi zayıf ve
hakir, anlatıldığı üzere mağlub edilmek ihtimali olmayan, dilediğini
dilediği anda mahvedebilir, nihayetsiz bir güç ve kudret sahibi,
mabudluğa layık ancak O, gayet onurlu, yegane aziz, her işi hikmet olan
yegane hakim yalnız o iken, O'nun karşısında O'ndan başkasına yalvarmak
ne kadar boş, ne büyük tehlike!
43- Bu
meseller,
biz onları insanlar
için getiriyoruz. Kâfirler demişlerdi ki, gökleri ve yeri yaratan Allah
nasıl olur da böyle örümcek, sinek gibi böcekler ve haşereler ile misal
getirir? Bununla Allah ne demek istiyor: "Allah böyle misal vermekle ne
murad eder?" (Bakara, 2/26) Bu soruya karşı Bakara Sûresi'nde "Şüphesiz
Allah, sivrisinek ve ondan daha büyüğü ile (hakkı açıklamak için) misal
getirmekten çekinmez." (Bakara, 2/26) buyurulduğu gibi, burada da böyle
cevap veriliyor. Yani bu mesellerin ne için getirildiğini soranlar
bilsinler ki, biz onları insanlar için getiriyoruz, hayvan değil de,
insan iseler anlarlar. Gerçi onları, onların hakikatini ancak âlimler
idrak edebilir. Yani Allah'ın gayrısının fani ve aciz ve bu sebepten
O'ndan gayrısına ibadetin batıl olduğuna ilim sahibi olanlardır ki, bu
meselin bütün incelikleri ve detayları ile zevkini ve faydalarını idrak
ederler. Bu ilim ve cehalet farkı neden, denilirse:
44- Allah,
o
gökleri ve yeri, o
yüksekleri ve aşağıyı hak ile yarattı, boşuna değil, gelişigüzel de
değil, bir hak sebebi ve hikmeti iledir. Göğü de öyle, yeri de,
yukarısı da, aşağısı da, âlimi de, cahili de, hepsinin hakkı da,
yaratıcının hakkı önünde baş eğmek, boyun bükmektir. Şüphesiz bunda
müminler için bir âyet var. İlmin kıymetini, hakkın önemini, Hak'tan
gayrısının hiçliğini ve bundan dolayı Allah'ın gayrısından veli, dost
edinmenin çürüklüğünü ve bunun neticesinde müminlerin muvaffak
olacaklarını isbat eden bir âyet.
45- Sen,
sana
vahyedilen kitabı oku,
vird ederek, devam üzere, tekrar tekrar, güzel güzel oku. Yani o
örümcek kafalı kâfirlerin fitnelerine gam yeme de onlara karşı olmazsa,
kendi âleminde bu Kur'ân'ı güzel güzel oku, adı geçen peygamberlerin ve
ümmetlerin halleriyle Allah'ın âyetlerini düşün. Onun için "Onlara oku"
buyurulmamış, mutlak olarak "Oku" buyurulmuştur. Ve namazı devam üzere
kıl, gerçekten namaz fahşadan, yani açık çirkinlikten, edebsizikten,
fuhşiyattan ve münkerden; aklın ve şer'in beğenmeyeceği uygunsuzluktan,
günahtan meneder. Bir kere namaz içinde bunlar yapılmaz.
Bundan başka namaz
hakikati, ne olduğu
bilinerek kılınan sahih namaz, namaz dışında da, çirkinlikten,
uygunsuzluktan uzaklaştırır. Yasaklamak, uzaklaştırmayı mutlak olarak
sağlamasa bile herhalde gerektirir. Sahih ve doğru bir şekilde namaza
devam edildikçe iyilik artar. Resulullah (s.a.v) tan rivayet olunmuştur
ki: "Kim bir namaz kılar da, o namaz kendisini açık ve gizli
kötülüklerden alıkoymazsa o namazla Allah'tan uzaklaşmaktan başka bir
şey artırmış olmaz" buyurmuştur. Onun için İbnü Mes'ud Hazretleri
demiştir ki: "Namazını gereği gibi yerine getirmeyen Allah Teâlâ'dan
uzaklığı artırmaktan başka bir şey yapamaz." Bunun sebebi, çünkü namaza
itaat, onun sınırlarını gözeterek hakkıyla kılmaktır. Onun sınırında
ise açık ve gizli bütün kötülüklerden men ve alıkoyma vardır. Şu halde
namaza itaat onu hakkıyla kılıp yasağını tutmakla olur. "Yazıklar olsun
o Allah huzurunda duranlara ki namazlarını yanlış olarak (veya yanlış
yere) kılıyorlar" (Maun, 107/4-5) buyurulduğu üzere namaz kılıyor
görünüp de namazın ne demek olduğundan habersiz olanların vay haline!
Onun içindir ki "Gerçekten müminler kurtuluşa ermiştir. Onlar ki
namazlarında huşû içindedirler" (Mü'minun, 23/1-2) buyurulmuştu. Zira
Tâhâ Sûresi'nde "Beni anmak için namaz kıl." (Tâhâ, 20/14) buyurulduğu
üzere namazın hikmeti, gayesi Allah'ın zikridir. Yani Allah'ı anmak ve
bu sayede "Öyle ise beni (taat ve ibadetle) anın ki, ben de sizi
anayım." (Bakara, 2/152) âyetince Allah Teâlâ'nın anmasına ermektir. Bu
suretle namaz bir miracdır. Bunu bilenler "Herhalde Rablerine kavuşmayı
uman kimseler" (Bakara, 2/46) âyetine göre kendilerini her an
Rablerinin huzurunda mülakat (kavuşma) halinde buluyorlar gibi zevk
içinde bir niyet ve ihlas ile kılarlar. Ve herhalde Allah'ı anmak;
namaz en büyük iştir. Yani asıl bütün incelikleri, detayları ve gerçeği
ile Allah Teâlâ'yı anmak ve O'nun azamet ve kibriyası huzurunda kulun
değişiklikleri ve tavırları ile acizlik ve ihtiyacını arzetmesi demek
olan namaz, en büyük amel veya açık ve gizli kötülüklerden men için en
büyük sebeptir. Veya Allah Teâlâ'nın sizi anması, sizin O'nu anmanızdan
daha büyüktür. Kul, Allah Teâlâ'yı azameti ve cemaliyle hatırladığı
zaman, O'nun yüce huzurunda açık ve gizli kötülüklerden kaçınarak edeb
ve samimiyet ile yükseleceği gibi, Allah Teâlâ'nın onu hatırlamasını
düşündüğü zaman, ilâhî huzurda zerre kadar kötülük ile anılmayı kimse
arzu etmeyeceğinden, her an Allah'ın hoşnutluğuna ve rızasına yükselmek
için , iyilik duygusu ile dopdolu olur. Ve şüphe yok ki, bu duygu,
evvelkinden daha büyük bir kurtuluş vesilesi olur. Düşünmeli ki Allah,
Kur'ân'ında Firavun gibileri nasıl anıyor, peygamberleri ve müminleri
nasıl anıyor? Hem Allah, her ne işlerseniz bilir. Ona göre anar ve ona
göre ceza veya mükafat verir.
46-
Yahudiler ve
hıristiyanlar ancak en
güzel yoldan mücadele suretiyle. Mesela kabalığa incelikle, sertliğe
yumuşaklıkla, öfkeye hazm ile, gevezeliğe nasihat ile, şiddete vakar
ile karşılık vererek hak ve gerçek delilleri açıklamak ve izah etmek
gibi. Ancak içlerinde zulmedenler başka. Yeterli olan delili kabul
etmeyip, haksızlıkla inada, aşırılığa sapan, mesela hâşâ Allah'ın oğlu
var demekle veya "Allah'ın eli bağlıdır (sıkıdır)" (Mâide, 5/64) gibi
laflar söylemekte ısrar ile kibirlilik taslayan zalimler müstesna, zira
o zaman hallerine uygun şekilde müdafaa yapmak vacip olur.
Nush ile yola
gelmeyeni etmeli tekdir.
Tekdir ile uslanmayanın hakkı kötektir.
Ve deyin ki, bununla
en güzel
mücadelenin nasıl olacağı tarif edilmiş oluyor. Birdir. Uluhiyette
ortağı yoktur. Biz yalnız O'na teslim olmuş, müslümanlarız. O'nun
birliğine samimiyetle teslim olmuş, müslümanlarız. Bu ifadede onlara
bir sataşma vardır. Zira onlar ki yahudiler kendi bilginlerini,
hıristiyanlar da rahiblerini rab edinmişler; özellikle hıristiyanlar
teslis (üçlü ilâh akidesin)e inanmışlardır.
47- ve
işte böyle,
bu güzel, bu apaçık
indiriş tarzıyla sana kitabı indirdik ya Muhammed! Onun için
kendilerine kitap verdiklerimiz, gerek yahudiler ve gerekse
hıristiyanlar, Abdullah b. Selam gibi gerçekten kitaptan istifade etmek
nimetine erenler Ona, o sana indirilen kitaba iman ediyorlar. Şunlardan
da, yani Araplardan da ona iman eden var ve bizim âyetlerimizi ancak
kâfirler inkâr eder. Hakkı ve gerçeği örtmeye alışmış gavurluğu âdet
edinmiş, inkârcı kâfirler ki, yahudi Kâb b. Eşref ve arkadaşları gibi.
48-
Halbuki sen
bundan önce yani bu
indirilmezden önce kitap okur değildin hala elinle yazmazsın da. O
vakit, yani ümmi olmayıp da okuyup yazsa idin batıla uyanlar, yani
batıl peşinde giden, yahut iptal etmeye sebep arayan o haksız kâfirler
şüphe edebilirlerdi. Gerçi hakkı arayan insaflı hak arayıcı kimseler,
yine şüphe etmezlerdi. Çünkü icaz için ümmilik şart değildir. Nitekim
diğer peygamberler ümmi değillerdi, ancak öyle olsaydı, gerek müşrikler
ve gerek ehl-i kitap'tan olan haksızlar için hiç olmazsa şüpheye bir
sebep bulunmuş olurdu.
49- Fakat
o Kur'ân
ilim verilmiş
kimselerin sinelerinde parıldayan açık açık âyetlerdir.Burada nin
"beyyinat"a müteallik olması ve şüpheyi kaldırması, sözün gelişine göre
apaçık olduğu gibi, haziften kurtarma yönüyle de daha çok tercih
edilir. Yani Allah tarafından birer işaret, parlak mucizeler olduğu
ilim ehlinin gönüllerinde apaçık ve hiçbir şüpheye yer vermeyecek
şekilde parlamaktadır. Ve bizim âyetlerimizi ancak zalimler inkâr eder.
50-
Bildikleri
halde hakkı tanımak
istemeyen, zulmü âdet edinmiş zalimler, nitekim o zalimler kitap
ehlinin hakkı kabul etmeyen kısmı, Kur'ân'ın âyet, yani mucize olmasını
inkâr ettiler de dediler Rabbin'den üzerine birtakım âyetler, yani
Musa'nın asâsı, Salih'in devesi gibi mucizeler inse ya! De ki: Bütün
âyetler ancak Allah'ın yanındadır. Yani gerek Kur'ân, gerek sizin
istediğiniz mucizeler, hepsi Allah'ın katındadır. Kur'ân'ı indiren
Allah olduğu gibi, öbürlerini indiren ve indirecek olan da yalnız
Allah'tır, başkaları değil. Bundan dolayı, ne dilerse indirir, ben ona
karışmam. Ve ben ancak açık bir uyarıcıyım, inanmayanlara azabın
habercisiyim.
51- daha
onlara
yetmedi mi? O başka
âyet, başka mucize isteyenlere kâfi gelmedi mi, daha mucize olarak
bizim senin üzerine demin söylenildiği şekilde, bundan önce okuması
yazması olmadığı muhakkak olan senin üzerine şüphesiz kitap indirmemiz
karşılarında okunup dururken şüphe yok ki onda mutlak bir rahmet,büyük
bir nimet ve bir ilâhî ihtar ve nasihat var iman edecek bir kavim için;
inat, taassub, aksilik edecekler için değil, iman edecekler için. Bu
âyetin, öncesine ve sonrasına göre "Rabbinden birtakım mucizeler
inseydi ya" diyen zalimlere cevap olarak indirildiği anlaşılıyor.
Bununla birlikte sebeb-i nüzul olarak şu da haber verilmiştir:
Müslümanlardan bazıları, yahudilerden işittikleri bazı şeyleri yazmış
oldukları bir kürek ile gelmişlerdi. Resulullah (s.a.v): "Bir kavmin
kendi peygamberinin getirdiğini bırakıp da başkasının başkalarına
getirdiğine rağbet etmeleri düşüncesizlik ve sapıklıklarına yeterlidir"
buyurdu. Bunun üzerine "Kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?"
âyeti indirildi. Gerçi bu âyet bu olay üzerine inmiş olabilir. Fakat
bunun sebeb-i nuzül olması âyetin altına ve üstüne uygun düşmüyor.
Çünkü altına ve üstüne göre zamiri müslümanlara değil "Başkaca
mucizeler indirilmeli değil miydi?" diye soranlara yöneliktir. Rivayet
edilir ki, Abdullah b. Amir b. Rükn, Hz. Aişe (r.anha) ye bir hediye
vermişti. Hz. Aişe bu kişiyi "Abdullah b. Amr" zannedip reddetti ve: "O
başka kitapları okuyor, Allah Teâlâ ise 'Kendilerine okunmakta olan
kitabı sana indirmemiz onlara yetmemiş mi?' buyuruyordu dedi. Bunun
üzerine: "Size hediyeyi veren Abdullah b. Amir'dir." dediler; o zaman
kabul etti.(1) Hz. Hafsa (r.anha) da bir kürek üzerinde Yusuf
kıssasından bir yazı getirmiş, Hz. Peygamber'e okumuştu.
Peygamberimizin mübarek yüzü renkten renge girerek buyurdu ki: "Nefsim
kudret elinde olan yüce Allah'a yemin olsun ki, ben aranızda iken, size
Yusuf gelse de, beni bırakıp ona uyacak olsanız, sapmış olursunuz. Ben
sizin peygamberden payınıza düşenim, siz de benim ümmetlerden
payımsınız." Hz. Ömer b. Hattab (r.a) bir gün bir adama uğramıştı, bir
kitap okuyordu; bir saat dinledi, hoşuna gitti. O adama: "Bana bu
kitabı yazıver" dedi. O da peki deyip bir deri aldı, onu hazırlayıp
içine dışına yazıverdi. Sonra Ömer onu alıp Hz. Peygamber'e getirdi,
okumaya başladı, Resul-i Ekrem (s.a.v)'in mübarek yüzünde de bir renk
peyda olmaya başladı. Derhal Ensar'dan bir zat o kitaba vurdu da, "Anan
kaybetsin seni ey Hattâboğlu! Bu gün sen bu kitabı okuyalıberi
Resulullah'ın yüzüne bakmıyor musun?" dedi. O zaman Peygamber (s.a.v)
buyurdu ki, "Ben hem ilk ve hem son peygamber olarak gönderildim ve
bana hem Allah kelâmının tamamı ve sonuncusu verildi ve bana söz
sadeleştirildi ve kısaltıldı da kısaltıldı. Sakının sizi mütehevvikler
helake sürüklemesinler." Mütehevvikler, seviyesiz, her işe dalanlar
veya hayrette kalmış, şaşırmışlar, demektir.
52-56- Ey
iman eden
kullarım! "İbadî"
hitabı, şereflendirme hitabıdır. Mükellef olan kulların en şerefli
rütbesidir. "Bize kul olarak" gibi mutlak "İbâd" (kullar) tabirinde
kâfir bile dahil olabilirse de "İbâdî" (benim kullarım) izafetinde
kâfir dahil olmaz. Çünkü kâfir şeytanın hakimiyeti ve etkisi
altındadır. Halbuki "Şüphesiz kullarım (benimdir). Onların aleyhine
sana verilmiş bir hakimiyet yoktur." (Hıcr, 15/42) buyurulmuştur.
Dikkate değer ki, Cenab-ı Allah, Âdem'i yarattığında şanlı bir isim
olan hilafet ünvanıyla yad etti. Öyle iken İblis bu isimden yılmadı,
aksine o sebeple gayretini artırdı, düşmanlık etti ve sonunda galebe
edip (Bakara, 2/36) âyetinde buyurulduğu üzere "her ikisini de
cennetten kaydırdı." Sonra onun çocuklarında "benim kullarım" sözüyle
şereflenen iyi kimselere gelince şeytan onlardan kaçındı "Şüphesiz
kullarım (benimdir). Onların aleyhine sana verilmiş bir hakimiyet
yoktur." (Hıcr, 15/42) buyurulduğu gibi, şeytanın kendisi de: "Onların
hepsini mutlaka azdıracağım, ancak onlardan senin ihlaslı kulların
müstesna." (Hıcr, 15/39-40) dedi. Demek ki, "Allah'ın kulları" olma
mevkiini elde eden mükellef, derece yönünden yeryüzünde halife olandan
daha yüksektir. Şu halde "İman edenler" sıfatı ihtirazî (ilerisi için
hesaba katılan) bir kayıt değil, şerefin yönünü ve şeklini açıklamak
için kâşîfe (açıklayıcı) bir sıfattır. Bu şekilde bu hitap, kâfirlerin
engellemesinden dolayı, dinini gereği gibi yapamayan bazı müminlere
kurtuluş yolunu göstermek için bir şereflendirme hitabıdır. Yani ey
benim iman şerefi ile şereflenmiş olan kullarım haberiniz olsun, benim
yeryüzüm geniştir. Bulunduğunuz yerden ibaret değildir, geniştir. O
halde bana ibadet ve kulluk edin, o halde yalnız bana. Yani
bulunduğunuz memlekette yalnız bana ibadet etmek kolay olmaz, dininizi
açıklamada baskıya uğrar, daralırsanız bir yere gidin, kaçın, hicret
edin. O darlıktan genişliğe çıkmak için ne yapmak gerekiyorsa yapın,
bana kulluk edin. Peygamber efendimizden bir hadiste şöyle rivayet
edilmiştir: "Her kim dini sebebiyle bir yerden bir yere kaçarsa, bir
karış da olsa cenneti hak eder. Ve İbrahim ile Muhammed (a.s)'e arkadaş
olur." Ya ölüm tehlikesi, tehdid olursa ne yapmalı?
57-59-
Her nefis,
her nasıl olsa ve
her nerede bulunsa, ölümü tadacak sonra da hep bize döndürüleceksiniz.
Yeniden diriltilip hakkın huzuruna dikilerek mükafatınızı veya cezanızı
alacaksınız. Bundan dolayı, ondan kaçmakla kurtulamazsınız, aksine
Allah'tan başkasına kulluk etmemek için, zorlama karşısında bile her
fedakarlığı göze alarak Hakk'ın huzuruna tam bir samimiyet ve hürriyet
ile gitmeye çalışmalı.
60-63-
"Nice
hayvanlar var ki..."
Hicret emrolununca bazıları, geçimliğimiz olmayan memlekete nasıl
gideriz demişlerdi, bu âyet indirildi. "Eğer onlara sorsan..."
Sorulacaklar, Mekke müşrikleridir. O halde nasıl çevriliyorlar? Her
şeyin yaratıcısı olduğunu ister istemez kabul ederlerken, uluhiyyete
gelince nasıl ondan dönüp şirke sapıyorlar? Bu hususta en çok ileri
sürülen rızık meselesi olduğu için buyuruluyor ki; "Allah, kullarından
dilediğine rızkı bol verir..."