|
Elmalı
Tefsiri
1-2-Ya
Muhammed! Yine Elif, Lâm, Mîm. Bunu iyi belle, iyi anlat! O yüce Allah,
öyle bir hak mabuddur ki, ondan başka tapınılmaya değer, tapınılmayı
hak etmiş, ilâh denilecek, kulluk edilecek hiçbir şey yoktur. Çünkü O,
hayy ve kayyûmdur. Yok olmaktan, zeval bulmaktan münezzehtir, ölmez.
Ezelde ve ebedde hazır ve nazır, vacibulvücûd (varlığı zarurî) olan ve
herşeyi yöneten, yönlendiren, yarattıklarını koruyan, kayıran ve
doyurandır. Her şeyi ayakta tutan O, besleyen ve büyüten O'dur. Bununla
beraber kendisinden hiçbir şey eksilmez, daima hayy ve kayyûmdur.
Üstelik hayy ve kayyûm olan yalnızca O'dur. Zaten ilâh ve mabud da hayy
ve kayyûm olmalıdır. Binaenaleyh ne İsa, ne de başkaları, hiç biri ilâh
değildir. Onlara ilâh demek, mabudluktan, tanrılıktan hisse vermek
Allah'ı inkar olur, küfür olur.
Bu "Elif,
Lâm, Mîm"in okunuşu dikkat çekici bir konudur. Kırâetlerinde hepsinde
hem vasıl sûretinde okunur, yani, genellikle ikinci "mîm"in fethi ve
Allah lafzına vaslı ve bununla beraber vakıf halindeki gibi birinci
"mîm"in medd-i ârız halinde tûl veya kasr ile okunur. Ancak Ebu Ca'fer
kırâetinde sekit vardır ki, ne tam vakıf, ne de tam vasıldır. Bundan
dolayı bunun Kufiyyûn rivayetlerinde bile tek başına müstakil bir âyet
olmadığı da söylenmiştir. Dilciler ile tefsirciler bu okunuş tarzıyla
ilgili olarak uzun uzun görüşler ortaya koymuşlardır. Fakat mânâ
bakımından biz bundan şunu anlamak istiyoruz ki, burada vasıl haliyle
vakıf hallerinin birleşmesinde bir özellik vardır. Vakıf haline itibar
diğer hallerine olan benzerliği göstermekle beraber aynı zamanda vasıl
hali burada bir özel anlam ifade etmektedir ki, bunda in demek olduğuna
ve bundan dolayı da "Âyete'l-Kürsî"nin icmâlen (özet olarak) bir remzi
demek olduğuna işaret var gibidir. Bunun bir ismi "Sûre" ve Bakara
Sûresi'nin bir ismi de "Sûretü'l-Kürsî" olduğuna, ve Âyete'l-Kürsî'nin
de en büyük âyet olduğuna göre; ayrıca bunun İlâhî isimlere işaret
olması hakkındaki rivayetlerin bütünü birden göz önünde tutulunca,
bunların hepsi bu ima ve işareti destekleyebilecek emarelerden
sayılabilir. Kur'ân ilâhî ilmin ve ilâhî saltanatın parlak bir şekilde
tecelli ettiği yerdir. Âyete'l-Kürsî de o ilmin, o saltanatın en güzel
ve en veciz bir ifadesi olmak bakımından bu mânâ, in Kur'ân'ın ismi
olmasına da mâni değildir. Bunda her şeyin Allah'a döneceği temel
inancının da bir ifadesi vardır. Zaten müteşabihatın da en büyük nüzul
hikmeti bu temel inancın iyice pekiştirilmesi olduğu bilinmektedir.
Şüphesiz bu hece harfleri Hz. Muhammed'in kulağında çınlamaya başladığı
zaman en önce ilâhî Kürsî'den gelen hak âyetlerini tebliğ ediyordu. Bu
sûrenin hedeflerinin en başında geleni, müteşabihatın muhkemata irca
edilmesi esasını anlatmak ve böylece hakkın âyetlerinde kaymalardan ve
sapmalardan korunma gereğini öğretmek olduğuna göre, ta başında
Allah'ın birliğini ve eşsiz yüceliğini tesbit ederken nazmı
müteşabihinin muhkem nazmı ile teviline bir misal vermiş olması, onun
hemen arkasında da daha önce indirilmiş ilâhî kitaplar arasında
müteşabihatı pek çok olan Tevrat ile İncil'in, kendilerinden sonra son
Peygamber'e indirilen ve muhkematı "ümmülkitap" (kitabın anası) olan
Kur'ân-ı Azîme, Furkân-ı hakîme irca edilmedikçe tasdikleri caiz
olmayacağını, çünkü bunun muhkemat karşısında müteşabihata uymak
sûretiyle Hakk'ın âyetlerini inkâra ve küfre sebebiyet vereceğini,
küfrün de şiddetli azaba sebep olduğunu açıklaması ne kadar belağatlı
ve nazmın akışına ne kadar uygundur. İşte Bakara Sûresi'nin son
âyetinde müminlerin yardım dualarına cevap olarak başlayan bu Âl-i
İmran Sûresi, bir taraftan hayatta muzaffer olmuş, yardım görmüş ve
galip gelmiş, insanlar arasında sözü geçen bir hakem ve hakim olabilmek
için inançta tevhid, ahlâkta nezahet, ilimde sağlamlık ve metanetin ilk
ve temel şart olduğunu hatırlatmak ve diğer taraftan hıristiyanların
ilâhî tenzihe aykırı olarak bazan Allah, bazan Allah'ın oğlu, bazan da
üçün üçüncüsü sonra da bütün bunların hepsi diye tanrılaştırdıkları,
Yahudilerin de Peygamberlerin nezahet ve iffetine saldırıp, sövüp
saydıkları ve çamur atmaya kalkıştıkları Hz. İsa meselesinin ayıklanıp
çözüme kavuşturulmasına belge olmak için herşeyden önce Allah'ın
birliği ve tenzihi meselesini iyice tesbit ve insanların hidayeti için
kitap indirmek, ilmî ve amelî anlamda Furkan göndermekle ihsanda
bulunmuştur. Peygamberliğin isbatı ve ilmide ihkâm için ilâhî
kitapların hepsini anlamak ve onların tefsirinde öncekileri
sonrakilere, müteşabihatını muhkematına irca usulünü öğretip, bunların
aksine hareketten sakındırmış ve böylece hak dini yerli yerine
oturtmuştur.
3-4-
Ey
Muhammed! Allah, sana bu kitabı, hak ve
hukuk sebebiyle, hak ve hakikatı içermiş olarak, önündekileri tasdik
etmek
üzere hakikatın gereklerine ve olayların akış şekline göre peyderpey
indirmektedir. Ve bundan önce indirilenler arasında bilhassa Tevrat'ı
ve
İncil'i indirmişti. Bunların hepsi insanlara hidayet içindir. Böyle
buyurmakla
ilâhî gözetim ve yönetim altında Rablığın kanunlarına uygun olarak
peygamberliğin tekamülünü ve Hz. Muhammed'in peygamberliğinin ilk defa
ortaya
çıkan bir peygamberlik olmadığını ve Kur'ân'ın hakikatı tasdik
olunmayınca
önceki kitapların da hakkıyla anlaşılıp tasdik edilemiyeceğini, bundan
dolayı
da Hz. Muhammed'in peygamberliği tasdik edilmedikçe önceki
peygamberlerin de
hakkıyla anlaşılıp tasdikine bir delil ve şahit bulunamıyacağını, o
zaman da
insanların delalet ve sapıklık içinde kalacağını göstermiş, Kur'ân'ın
ve Hz.
Peygamber'in mucizelerinin bu anlamda hakem rolünü üstlenmiş olduğunu
açıkça
bildirmek için de bu hükmü O, Furkan'ı da indirdi kısmı ile nass olarak
karara
bağlamıştır.
Kur'ân-ı
Kerîm'in, daha önceki kitapları ve gelmiş geçmiş bütün
peygamberleri tasdik edişi, çeşitli yönlerden gerçekleşmiştir:
Birincisi:
Önceki kitaplar ve daha evvel gelmiş olan peygamberler,
ileride büyük bir peygamberin geleceğini haber veriyor ve vaad
ediyorlardı.
Kendi irşadlarını ilerdeki böyle bir kemâl hedefine yöneltmiş
olduklarından,
Kur'ân ve Hz. Muhammed'in peygamberliği ortaya çıksaydı, onlar batıl
bir fikir
veya hayal üzerine kurulu anlamsız bir ideoloji üzerinde yürümüş
olurlardı.
Hatta boş vaatlerle halkı kandıran, yalan ve yanlış fikirlerle
insanları
oyalayan, aldatan yalancılar durumuna düşerlerdi. Kur'ân'ın
gelmesiyledir ki,
daha önceki devirlerde bir ideoloji halinde yayılmış olan bu gayb
haberlerinin,
ancak bu sayede bir vahiy haberi ve Allah'dan gelen bir hak bilgi
olduğu
gerçekleşmiştir. Ve böylece Kur'ân, yalnızca Hz. Muhammed'in
peygamberliğini
değil, bunun içinde zımnen bütün önceki peygamberlerin peygamberliğini
de
tasdik ve isbat eden bir furkan-ı mübîn olmuş ve Allah'ın bütün
kitapları,
bütün peygamberleri arasında karşılıklı olarak birbirlerini tasdik
ettikleri ve
birbirlerine şahadet getirdikleri konusunda bir tekamül ve işbirliği,
bir
dayanışma bulunduğu kurumlaşmıştır. Ve hepsinin başında "Allah onlardan
bir kısmına yüce dereceler vermiştir." (Bakara, 2/253) âyetinin
delaletince peygamberlerin sonuncusunu tayin eden bir ilâhî ferman
şeklinde
gelmiştir ki, Bakara Sûresi'nin birinci cüzünde tasdikin en çok bu
anlamı, bu
yönü üzerinde durulmuştur.
İkincisi:
Kur'an, önceki kitapların iman ve Allah'ın birliğine davet
eden, adaleti ve ihsanı emreden, peygamberlerin ve eski ümmetlerin
yaşayış ve
tarihlerinin, haber ve eserlerinin başka başka olmasıyla değişmeyecek
olan
temel hükümler gibi muhkem ilkelerini güçlendirerek ve genişleterek
yeni baştan
yürürlüğe koymuş ve hikmet-i teşriî gereğince zamanların ve mekânların
ve
yükümlü milletlerin özelliklerine uygun düşecek şekilde hak ve hayır
açısından
onların işlerine yarayacak hükümleri ve şer'î ayrıntıları yeniden
tanzim ve
ta'dil ederek hak dini, bütün zaman ve mekanlarda ve bilcümle ümmet ve
toplumların hayatında geçerliliğini sağlayan geniş kapsamlı bir teşrî
ilmi de
öğretmiştir. Böylece ilâhî kitapları öncekinden sonrakine aralıksız
olarak
birbirlerinin tasdikinden ve yürürlük alanından geçirerek süzmek
sûretiyle
hepsinin doğru ilkelerini hakkıyla kendi uhdesine almış ve yüklenmiş
bulunduğundan, önceki kitaplardan ve şerîatlardan Kur'ân'ın şehadeti
ile tasdik
edilmedikçe ne peygamberliklerinde, ne de o kitapların delaletlerinde
hak
oldukları tasdik edilemez. Yani geçmiş devirlerde yaşamış olan önceki
peygamberlere gönderilmiş olan ilâhi temyiz ve tefrik açısından son
tasdik
mercii Hatemü'l-enbiya Hz. Muhammed Mustafa ile Kur'ân-ı Hakim'in,
muhkem
âyetlerle ortaya konmuş hükümleridir. Bu mânâ, Fıkıh Usûlü ilminde şu
teşriî
kaidesi ile ifade olunur: "Bizden öncekilerin şerîatleri bizim de
şerîatimizdir. Fakat Allah ve Resulü tarafından tasdik edilmiş olarak
nakledilmek şartıyla."
Hasılı
Allah, Furkanı da indirmiş, hakkı batıldan hayrı şerden ayırmış,
yollarını, kanunlarını tayin etmiş; alâmetler, işaretler, deliller,
âyetler de
ortaya koymuş, her birinin hükmünü, gerekli sonucunu başka başka
yapmış,
uygulamasını kendi gözetimi ve denetimi demek olan kayyûmiyetiyle
iradesi ve
meşiyeti altına almıştır. Bundan dolayı şüphesiz ki, böyle hakkı
batıldan
ayıran, temyiz edip ayıklayan ve hak yolu gösteren, aklî ve naklî
delilleri
içeren âyetleri, Allah'ın âyetlerini inkâr edenler, özellikle de Allah
Teâlâ'nın birliğine ve münezzeh olan yüceliğine veya peygamberlerin
ismet ve
haysiyetine saldırıp hücuma geçen kâfirler de kesinkes şiddetli bir
azaba
mahkumdurlar. Hakkı batıldan ayırd eden Allah, zillet şaibesinden
münezzeh ve
öyle yenilmez, öyle güçlü bir Allah'dır ki, O'nun dehşetli ve korkunç
bir
intikamı vardır. Emrini ve hükmünü mutlaka yürütür ve yerine getirir.
İradesine
karşı gelenleri, izzetinin hududuna tecavüz edenleri mutlaka tepeler,
ezer.
Hakkı aşağılamaya uğraşanlara bir müddet hilmiyle mühlet verse bile,
bir gün gelir
onları tuttukları batıl yolda akla hayale gelmez felaketlere uğratıp
perişan
eder. Hakka hayat tanımayanlara mutluluk vermez. Bire iki, üç, vara
yok, yoğa
var, olura olmaz, olmaza olur, doğruya eğri, eğriye doğru, iyiye kötü,
kötüye
iyi, hakka batıl, batıla hak, zulme adalet, adalete zulüm, cehle ilim,
ilme
cehalet, nura zulmet, zulmete nur diyenler bu yanlışlarının ve
cürümlerinin
cezasını herkesten önce kendileri çekerler ki, bütün bunlar Allah'ın
intikamının eserleri demek olur. Tek ümid ve tek sığınak olan Allah'ın
nimet ve
rahmetine ermek için Allah'a doğru gitmelidir. Hak ve hakikatın
kanunlarını
tanımayanlar rahmetin zıddı olan nıkmete ve gazaba mahkum olurlar.
İzzet
ise zilletin tamı tamına zıddıdır, intikam da nimetin zıddıdır.
İntikam "nikmet" kökünden olup, güç göstermek ve bir cinayetin
cezasını vererek; ona öldürmekten aldığı tadı, acı çektirerek ödetmek
demektir
ki, Türkçe'de "öc almak" diye tabir olunur. Affın zıddıdır. Allah,
gerçi affedici ve bağışlayıcıdır, hâlim, gafur, raûf ve rahîmdir; küfür
ve
isyandan sonra bile tevbe edip hakkı kabul edenleri, hakka dönenleri,
iman edip
kendisine sığınanları affeder ve bağışlar. Fakat hilmin, affın ve
bağışlamanın
hayır ve kemal olması, hak ile batılı eşit tutmak, iyilikle kötülüğü
birbirine
karıştırmak gibi geniş kapsamlı bir kötülüğe sebep olmaması şartına
bağlıdır.
Hakk'a iman edip, kötülüğü kötülük bilerek yaptığı fenalıktan dolayı
yüzü
kızaracak ve bu duygunun itmesiyle günahlara tevbe edecek olanlara
karşı
affedici olmak ve hilimle davranmak hayır ve rahmet olursa da affa
uğradıkça
şımaran ve kötülük ile zulüm yapmaktan zevk alan ve gittikçe daha çok
haksızlık
yapacak olanlara karşı affedici ve bağışlayıcı olmak, onlar hakkında
iyilik
değil, katıksız kötülüktür. Onun yaptığı fenalıklara ortak olmak ve
teşvikçi
olmak demek olur ki, bütün hukukun ve her türlü hayrın mercii ve
yöneticisi
kayyûm olan, Rahmân ve Rahîm'in izzeti,adaleti ve rahmeti böyle bir
zilletten
münezzehtir. Bunun için asr-ı saadette bir Arap şairinin şu beyti,
Resulullah'ın da beğenisine mazhar olmuştu:
"Herhangi
bir hilmin saflığını karışıklıktan, duruluğunu
bulanıklıktan koruyacak önlemleri yoksa o hilimde hayır da yoktur".
Hakka ve
iyiliğe sevgi duymanın derecesi, batıla ve şerre karşı duyulan
nefretin derecesiyle orantılıdır. Zaten afv ve bağışlama, ceza vermeye
ve
intikam almaya gücü yetenlerden sadır olduğu takdirde bir değer ve
anlam taşır.
Afv denilen şey, hüküm giymiş ve sabit olmuş olan bir cezayı uygulamaya
koymamak veya cezayı gerektiren bir suçu hiç işlenmemiş saymak
demektir. Suça
ceza vermeye gücü yetmeyen bir zavallının "haydi seni affettim"
demesi pek gülünç bir şey olur. Affedebilen her halükârda intikama gücü
yetebilendir. Bunun aksi çelişki olur. Hak Teâlâ hayır ile şerrin bütün
ilkelerine hakim, hayır ve hidayeti rahmetiyle himaye eden, kötülük ve
hıyaneti
de izzet ve intikamıyla gideren, izale eden bir hayy ve kayyûm
olduğundan
dolayıdır ki, her hakkın himayecisi, her hayırlı ümidin mercii olan bir
hak
mabuddur. Binaenaleyh mabudları zelil olanların kendileri de zelil
olurlar.
Üzülerek ve esefle söylemek gerekirse bazı kimseler bilmediklerinden
veya
şirkin mağlup olmasını istemediklerinden, "Biz şerre karşı intikama
kâdir
olan tanrı istemeyiz." diye hakkı inkâr ve batıla ilân-ı aşk ederler de
kendi mabudlarını aciz ve zelil, harîm-i ismetine ve hakkına tecavüz
olunabilir, hakkını ve hukukunu müdafaa edemez duruma düşürürler.
Kötülükleri
önleyemediği için insanların keyfi nasıl isterse, kendi isteğine göre
sevilebilir, bazı sıkıntılı zamanlarda okşanıp o zavallı güzelliğinden
bir
ilham, bir teselli alınabilir bir bebek veya bir zavallı tanrı görmek
isterler.
Putperestlerin fetişleri ve putları böyle olduğu gibi, sonraki
hıristiyanların
Hz. İsa'yı böyle bir bebek, anası Meryem'i böyle bir sevimli bâkire,
Cenab-ı
Allah'ı da, hayatta olduğu müddetçe yarattığı âdemoğullarını, ataları
Âdem'den
kalma ilk günahtan kurtarmaya, arındırmaya bir türlü çare bulamamış ve
nihayet
oğlunun bedenine girerek bizzat kendisi gelmiş, kendini ve oğlunu feda
edip
kâfirlere kurban ettirmiş, ancak bu kurban ve bu fidye karşılığında
kendisine
tapınanları kurtarmış, sonra birkaç gün içinde önce oğlunu tekrar
diriltip
göklere kaldırmış ve işte böyle bir iyilik etmek için nelere katlanmış;
kendisini ve oğlunu feda etmeye razı olmuş, çaresizlik ve zorunluluklar
karşısında fedakârlığın en büyük örneğini göstermek için, en büyük
iyiliği oğlu
ile birlikte kendini de fedâ ve yok etmekte bulmuş, var yok, yok var
olmuş
durumunda ihtiyar bir baba farz ederek bir inanç ortaya çıkmıştır. Buna
göre, O
bir var, aynı zamanda yok; fani, aynı zamanda bâki; aciz, aynı zamanda
kâdir;
bir, fakat aynı zamanda üç; üç, fakat aynı zamanda bir mâbûd olmak
üzere
"Ekanim-i selâse," üç öğeden mürekkep üçlü bir tanrı inancına
sahiptirler. O ilk günahtan kurtulup selamete ermek için aklı ve nefsi
bu
teslis inancına feda etmek gerektiğini ve bu fedakârlığı yapmanın bu
imanın
şartı ve necat sebebi olduğunu iddia ederler ki, bütün bunlar mabud ve
kulluk
fikrini hafife almaktan öte bir şey değildir ve aklen ve naklen zahir
ve bahir
olan Hakk'ın delillerine karşı saygısızlıktır, küfürdür. Her şeyden
önce
insanlar için günahı ve günah işlemeyi yaratılıştan kaynaklanan bir
zaruret
kabul ederek, onu mutlaka işlemek gerektiğine karar vermek, sonra da o
günahın
her ne olursa olsun sonuçta affedilmesi mümkün değilmiş veya
cezalandırılması
kabil değilmiş de büyük bir felaketi gerektiriyormuş olduğunu itiraf
eylemektir. Ayrıca bu cezadan ve felaketten kurtulmak için yegâne çare
olmak
üzere, esasen ona ceza verecek olan ve zaten vermek hakkına ve
yetkisine sahip
bulunan en yüce makamı, son mercii de yok edip ortadan kaldırmak ve
böylelikle
ceza korkusundan da büsbütün kurtulmak ve ondan sonra doya günah
işleyip, kendi
yaptığı günahların cezasını da başkasına, daha doğrusu yaratıcıya
yükletmek demektir.
İşte
Hıristiyanlıktaki teslis (üçlü ilah) inancının bütün sonuçlarıyla ve
ayrıntılarıyla anlamı, böyle bir nefiydir, yani hak mabud olan Allah'ın
bazı
önemli sıfatlarını ve özelliklerini inkârdan veya birbirine
karıştırmaktan
doğan bir inanç muammasıdır. Hz. İsa hiçbir zaman Allah hakkında böyle
bir
inanca davet etmemiştir, ancak babasız bir çocuğun peygamberliğe mazhar
kılınmış olarak bir kutsal ruhla birlikte mucizeler göstermesi,
akılları ve
teknikleri aciz ve hayran bırakacak şekilde ölüleri diriltip, hastalara
şifa
vermesi, sadece onun hak peygamberliğine ve temiz yaratılışına delil
sayılan
açıklamaları ve öğretileri, hakikat kabul edilip, ilk hıristiyanların
yaptığı
gibi, onun tâlimatına uyulacak ve Allah'ın birliği inancı üzere
yürünecek yerde
bir müddet sonra bu mucizeler ve bu harikalar şüphelerle dolu
esrarengiz ve
içinden çıkılmaz bir muamma haline sokularak ve İncil'de "merhametli
yaratıcı" mânâsına gelen (baba) eşanlamlı ve müteşabih isminin (gerçek
baba) mânâsına tevil edilip bunun arkasına düşülerek ve bu anlama hulûl
ve
ruhun ölmezliği nazariyeleri ilave olunarak, İsa'nın insanüstü ve tanrı
oğlu
tanrı olduğu ve onun bedenine giren babası ile beraber fanî olup
gittiği ve bu
sebeple insanların da kurtulduğu ve binaenaleyh yoklukta birleşen bu
ekanim-i
teslisin ruhları ancak bundan dolayı takdis edilmek gerektiği tarzında
dinin
temel ilkesi sayılmıştır. İşte bu yola sapılması, Hıristiyanlığı
gizlice ta
temelinden değiştiren, ters yüz eden bir tahrif olmuştur ki, bunun
başlangıcı
gizli toplantılara ve ilk İncil tercemelerindeki tahriflere, sonu da
meşhur
İznik konsilinde alınan kararlara dayanır. Yani teslis inancı,
Hıristiyanlığın
kaynağından gelen öz inanç ilkesi değildir, müteşabihata uymak
suretiyle
ictihada bağlı olarak tahriften kaynaklanan bir batıl inancıdır. Bundan
dolayı
Hıristiyanlar İncil'in metnine ve âyetlerine önem vermezler de "biz
onun
ruhunu, özünü gözetiyoruz" diyerek İncil nüshalarını her zaman ve
sürekli
olarak yeniler ve değiştirirler. Durmadan onun müteşabihatıyla oynarlar.
İncil'de
Cenab-ı Allah'a "baba" denildiği bilinmeyen bir şey
değildir. Fakat İncil de dahil olmak üzere bütün semâvî (ilâhî)
kitapların ve
semavî dinlerin üzerinde ittifak edip birleştikleri bir husus vardır
ki, o da
ilk sebep olan Allah Teâlâ'nın "Yaratan" olması ve maddeye muhtaç
olmaksızın kâinatı sırf kendi kudretiyle yoktan halketmesi inancıdır.
Hatta
Avrupa felsefesi tarihleri bu inancın felsefeye ancak Hıristiyanlıktan
girmiş
olabileceği görüşündedirler. Bu ise gerçek illiyet ve sebebin ancak
üreme ve
sudur yoluyla olması nazariyesinin tamamen zıddıdır. Gerçekten de üreme
nazariyesi, başlangıcında bir çelişkiden kurtulmak ihtimali bulunmayan
bir
nazariyedir. Tevlid denilen üreme olayı adi illetler için geçerli
olabilirse de
gerçek anlamda illiyet yaratma ve ibdâ' etme demektir. Bundan dolayı
İncil'de
Cenab-ı Allah için kullanılmış olan "eb" kelimesi, gerçek anlamıyla
"valid" (baba) demek olamıyacağı için "yaratan ve var eden"
demek olduğu her din mensubu gibi Hıristiyanlar için de her türlü şüphe
ve
tereddütten uzak bir inanç olması gerekirdi. Elbette düşmanları
tarafından
durmadan ve sürekli olarak "babasız" diye itham edilmek istenen Hz.
İsa'ya, bu kelimenin kullanılmasına müsaade buyurulması onun hakkında
Allah'ın
bir rahmeti ve özel bir iltifatı olduğunda nasıl şüphe yoksa, Hz.
İsa'nın
"babam" dediği zaman "rahim olan Rabbim, halikim" demiş
olduğunda da hiç şüphe yoktur. Binaenaleyh Hıristiyan babaların,
müteşabihata
uyarak bu kelimeyi bu kadar engel bulunmasına rağmen lügat anlamıyla
alıp gerçek
"baba" mânâsına te'vil etmeye çalışmaları da yaratılış inanç ve
nazariyesiyle bağdaştırılması mümkün olmayan bir çelişkidir.
İşte
Kur'ân, Allah'ın zatı ve sıfatları hakkında aklen ve naklen sabit ve
apaçık bulunan ve bu meseleyi temelden çözüme kavuşturacak olan temel
gerçekleri, Bakara Sûresi'nden özetliyerek bir belge halinde ortaya
koyduktan
sonra buna aykırı olan batıl görüşleri ayıklamak ve bu arada
hıristiyanların
böyle Allah'a ve Allah'ın âyetlerine karşı reva gördükleri tecavüzkâr
tutumlarını, bütün incelikleriyle ve temeldeki yanlışlarıyla reddetmek
ve
geçersiz kılmak ve bunları, red ve iptal gayesiyle de olsa tek tek
sayılıp
dökülmesinin Kur'ân ahlâkının nezahet ve vakarıyla bağdaşmayacağını
anlatmak ve
aynı zamanda irşadın faydasını daha da geniş tutmak için hepsinin de
ilâhî
âyetleri inkâr anlamı taşıdığını ve küfür kavramı altında birleştiğini
özetle
göstererek şeklinde uyarıda bulunmuş ve işin varacağı sonucu
açıklamıştır.
Mabud,
kelimesinin anlamını çirkin ve yakışıksız bir yorumla tefsir etmek,
muhkematı inkâr eylemek, ilk günahı bağışlamaya gücü yetmemek, tevlîd,
yani
çocuk edinmek, tecessüd yani bedene bürünüp görünmek, kendini feda
etmek, ancak
böyle inanıldığı takdirde kurtuluşa erileceğini ummak gibi teslis
inancı ile
ilişkili olan küfür şekillerinin hepsine karşı hakkın bir kılıç darbesi
olan
furkanı, hakkı alçaltmaya cüret edenlerin sonuçta mutlaka yenilgiye
uğrayacaklarını ilan eden bir ilâhî furkandır. Fakat şu da iyi
bilinmeli ki,
hayy ve kayyûm olan, kitap indiren, akıllara hidayet veren ve mutlak
anlamda
güçlü olan Allah'ın intikamı, sizin bildiğiniz cinsten aşağılık,
ahlâksızca,
çirkin, cahilane, haince bir intikam değil, savunması yapılabilir
cinsten bir
intikam da değildir. Bütünüyle hakikat, hikmet ve izzet olan ve sonsuz
bir kudretin
ve iradenin gereği bulunan ve hiçbir noktada cehaletle ilişkisi
bulunmayan, çok
hakîmâne bir intikamdır.
5-Zira
muhakkak ki ne yerde, ne de gökte cüz'î,
küllî, maddî, manevî, derûnî ve âfakî hiçbir şey Allah'a gizli kalmaz,
hepsi
O'nun bilgisindedir. Hatta bütün kâinatta herhangi bir şeyin
haddizatında,
hangi durumda ve hangi tavırda varlığı Allah'a göre ayniyle bilgi
konusudur.
İlâhî ilim, beşer cinsinde olduğu gibi; misallere, tasavvurlara dayalı
bir
gölge, izafî ve sonradan elde edilmeye dayalı bir ilim değildir, bütün
varlığın
üzerine kurulu bulunduğu ezelî bir ilimdir.
6-Ey
insanlar! Allah, öylesine ilim ve kudret
sahibi bir yaratıcıdır ki, sizi ana karınlarında, ana rahimlerinde
nasıl
dilerse öylece şekillendirir. Hangi surete isterse ona büründürür.
Bünyelerinizi teşkil edecek olan ve uzviyetin ilk şeklini alan ilkel
maddeleri
dilerse dışarda, dilerse ana rahminde tasvir eder ve bunları
birbirleriyle
buluşturarak bir tanesini iki, ikiyi üç ve daha ziyade yaparak üretip
durur.
Bunları irade ve meşiyyet kimyahane (laboratuvar)sinde murad eylediği
özellikler ve niteliklerle donatarak, her birini bir göreve tayin
ederek ve
halden hale, tavırdan tavıra geçirerek ince ince eleyip dokur ve her
tavırda
yeni bir oluş, yeni bir yaratılış ekleyerek suretten surete, nitelikten
niteliğe dönüştürür, eleyip süzgeçten geçirir. Nihayet akıllara
durgunluk veren
bir ince yaratış ile bütün dokularınızı, kemikler, ilikler,
kıkırdaklar,
damarlar, atar damarlar, toplar damarlar, kılcal damarlar, adaleler,
sinirler,
salgı bezleri ve uzuvları sistemleriyle yerli yerine oturtup bütün
görev ve
fonksiyonlarını eksiksiz yapabilecek şekle koyduktan ve hayat için
gerekli
özellikleri onlara kazandırdıktan sonra tam ve noksan, erkek veya dişi,
ya da
hünsa canlı bir insan suretine dönüştürür. Dilerse tamamlar, dilerse
eksik
bırakır. Sizin böyle fıtratınızı cismanî ve ruhanî varlığınızla,
bilinen ve
bilinmeye diğer yönlerinizle özünüzü teşkil eden o maddî ve manevî
suretler, o
oluşlar hep O'nun dilemesiyle meydana gelmiş olan, O'nun çizgileriyle,
O'nun
renkleriyle var olmuş bulunan birer eseridir. Sizde o suretlerden, o
nitelik ve
şekillerden bazı şeyler yansıdığı zaman kendinizi âlim, allâme, hikmet
sahibi,
filozof saymaya başlarsınız. Öyleyse bu şekillenme, bu varoluş
meselesinin özünü
iyice düşününüz. Ceninin teşekkülü konusuna aklınızın, idrakinizin ve
bilginizin yetiştiği kadarıyla bir göz atınız. Bunun ne kadar çok ve
çeşitli
bilim dallarıyla ilişkili olduğunu kesinlikle anlarsınız. Beşeriyetin
bilgi ve
idrak alanına giren bütün ilim ve fenlerin bu şekillendirme ile
ilişkili
olduğunu böylece tasvir ettikten sonra, henüz keşfedilmemiş bulunan
nice
ledunnî ilmin de bununla ilişkili bulunduğunu, sonra bütün bunların
sizin
haberiniz olmadan uygulandığını itiraf edersiniz. Bir taraftan ta
Âdem'in
yaratılışına benzeyen türün oluşumunu ve bütün âlemin yaratılışını
andıran
cinslerin oluşumunu aşama aşama ortaya koyan, benzer yönleriyle ve
müşterek
özellikleriyle dile getiren, diğer taraftan şahsın sübjektif varlığını
ve
kendine mahsus ferdî özelliğini ifade eden ve bir ikincisi bulunmayan
suretlerin kendi niteliğini ve ayrıntılarını, gözlerinizden gizli olan
rahimlerde saniye saniye şekilden şekile, tavırdan tavıra sürekli
değişime
uğratarak ve geliştirerek ortaya koyduğu bir yaratma ile, sizin
arkanızdan
yaratıp var ediyor, size veriyor ve kısmen de olsa sizin bilginize ve
idarenize
tevdi ediyor ki, İsa dahi O'nun böyle rahimlerde şekillendirdiği
sizlerden
birisidir. O'nun bir mahlukudur. İşte Allah denildiği zaman, her şeyden
önce
İsa da dahil olmak üzere her birinizi rahimlerde böyle yaratıp
şekillendiren
halik, bârî ve musavviri düşününüz ve O'nu bu özellikleriyle tanıyınız.
İşitme,
kitap, vahiy ve hayat olayları yoluyla ve edindiğiniz tecrübeler
yardımıyla
bunu anladıktan sonra, varsa aklınız ve mantığınız onları da yorarak ve
ciddi
bir şekilde kullanarak, ahlâkınızın ve insafınızın bütün gücünü de
ekleyerek
düşünüp tefekkür ediniz, o zaman şu bilgileri yakîn olarak elde
edersiniz ki,
Allah allâmü'l-ğuyubdur (gaybları bilendir), bütün gizli şeyleri
yakından
bilir. Ona gizli de, aşikâr da aynı ölçüde malumdur. O'nun sonsuz ve
sınırsız
kudreti vardır, acizden münezzehtir, iradesi ve istemesi vardır.
Dilediğini
yapandır, kendi dışında hiçbir zarurete bağımlı ve mahkum değildir.
Meseleyi
böyle toplu bir şekilde gözler önüne serdikten sonra bir de
Hâlık-i Musavvir'in daha başka ne gibi anlamlar ifade ettiğini görelim:
1- Bu
Hâlik-ı Musavvir'in olaylar öncesine ait olan, geniş kapsamlı,
sağlam ve şaşmaz, her şeyi içeren bir ilmi vardır ki, bundan gizli
kalan ve
gizli kalma ihtimali bulunan hiçbir kapalı iş veya oluş düşünülemez.
Tevhid
davası altında teslis muammasıyla bir sır, bir inanç diye gizlenmek
istenen
şirk ve küfür de ondan gizli kalamaz. Hazır ve gayb, izafî ve nisbî
olan şeyler
sonradan yaratılmışlara göredir. Bundan dolayı ilimler, malumlar,
gözler,
gönüller, akıllar, kalbler, iradeler, fiiller, yaratan ve
yarattıklarını en
ufağından en büyüğüne kadar topluca varlık düzenindeki sisteme bağlayan
ve
onları birbirleriyle anlaştırıp varoluş gayelerine doğru yürüten bu
Halik-ı
Musavvir, yerde ve gökte, zamanda ve mekanda sendeliyerek dolaşan, kör,
serseri, cahil ve gafil bir yaratıcı değildir ki, kahrı ve intikamı
cahilane
olsun. Size bir bilgi gelirse O'ndan gelir. O'nun böyle rahimlerde
tasvir edip
şekillendirdiği ve daha yüksek ıstıfa (seleksiyon) larla var edip
meydana
getirdiği peygamberler ve bu arada Hz. İsa, furkanın ve furkan
sahibinin
geleceğini ve buna benzer bazı gayb haberlerini bildirmesi ise yalnızca
O'nun
bildirmesi ve öğretimidir.
2- Bu
Hâlik-ı Musavvir'in hiçbir şeye muhtaç olmayan bir kudret-i
bâliğası (zirvede olan gücü) vardır. Bu öyle bir kudrettir ki, yer ve
gökleriyle var olan ve var olması mümkün olan bütün kâinat, bütün
zerreleri ve
küreleriyle, basit ve bileşik unsurlarıyla, maddî ve manevî yönleriyle
hep
O'ndandır ve O'nun emrine boyun eğmiş durumdadır. Bütün madde ve
kuvvetlerin
etki alanında kendini göstermesi, hep O kudretin tecelli ve etkisinden
ibarettir. Tabiat denilen şey, O'nun düzenli ve sürekli etkilerinin
alanı;
tabiat üstü veya harika, mucize denilen şey de yine O'nun düzensiz ve
benzersiz
etkisinin eseridir. Tabiat kuvvetleri veya kanunları denilen sistemli
ve
düzenli oluşumlar o kudretin hakimi değil, mahkumudur. Bunlar O'nun
ardarda
devam eden etkisinden çıkan değişik şekillerin ortadan kaldırılmasıyla
benzer
şekillerin ifadesi olan bir çizgidir. Mesela yerküre üzerinde
canlıların ortaya
çıkıp yayılmasından sonradır ki, her canlı ilk tasvir edilmiş olan bir
maddeden, ekillendirilmiş olan birilkmaddeden (protoplazmadan) çıkar
diye,
maddî hayat için bir tabiat kanunu ortaya konur. Ve bu kanun bulunup
ortaya
konulurken şurası da iyice bilinir ki, bu kanun ezelî değildir,
sonradan
olmadır, hâdistir. Çünkü yerkürenin teşekkülünden ve üzerinde hayatın
ortaya çıkışından
sonra başlamıştır. Şekillendirilmiş olan o ilk madde, ezelî değil, o
vakitten
beri peyderpey yaratılıp şekillendirilmektedir. Ana rahminde tasvir
olunup
şekillendirilen her insanın söz konusu olan o ilk maddesi yenidir.
Bunun
şekillenmesiyle ilgili prensipler hayat ilminin değil, kimya ve fizik
ilminin
prensipleri arasında yer alır. Hatta organik kimya ile inorganik kimya
arasında
paylaşılan bir konudur. Binaenaleyh o ilk maddenin şekil kazanmasıyla
ilgili
prensipler ve şartlar, onun ikinci ve üçüncü aşaması için geçerli
değildir.
Fakat buna da bir prensip olduğu farz olunsun ve farz olunan bu prensip
ne
kadar tekrar edilirse edilsin, sonuç yine beklenilemeyen ve
düşünülemiyen bir
şekilsiz maddeye dönüşecektir. Ve her yeni şekil, yepyeni bir varlık
olarak
doğrudan doğruya karşımıza çıkar ve her birinin üzerinde mutlak olarak
bu
kayyûmun kudreti, yaratıcı gücün etkisi yine de onun üstünde kendini
gösterir.
Tasavvur edilemiyen madde ise zaten fiilen mevcut değildir. Ancak o da
bu
kudretin tecellisine racidir. Hasılı tabiat kuvvetleri, tabiat
kanunları
etkileyici değil, bir etki yolunun ifadesidir. Tabiatlar çeşitli,
halbuki
tabiatın mebdei, başı ve başlangıcı bir tektir ki, o da yaratılış ve
etkileyiştir. Tabiat, bir anlamda tekdüze olan şey demektir. Ve bunun
en genel
prensibi tek düzelik kanunudur. Böyle iken tabiatların çeşitli olması,
cüz'î ve
küllî ayrışmaya uğraması, çeşitli tabiatlere ayrılması gerçek sebep
olan ilâhî
kudretin tabiat üzerinde hakim olduğunu, ıstıfa (seleksiyon) ve tabiî
tekamülün
varlığını bu kudrete borçlu bulunduğunu gösterir. Binaenaleyh bu etkili
ve
şekillendirici, müsavvir kudrete göre ilk maddenin şekillendirilmesi,
dışarıdan
hiçbir şarta bağlı değildir ve o kudretin karşısında hiçbir kudret
yoktur. İşte
insanları ana rahimlerinde tasvir edip şekil veren Halik-ı Musavvir
böyle bir
sonsuz ve sınırsız kudrete malik olan bir Hayy ve Kayyûm'dur.
3- Bu
Hâlik-ı Musavvir, bu var ediş ve şekillendirişte mecbur ve
zorlanmış değil, fail-i muhtardır (dilediğini yapandır). Hür iradesiyle
istediğini
yapandır. Kendisi mecburiyetler ve yükümlülükler koyabilir, fakat
mecbur
tutulamaz. Fiilini ilim ve iradesiyle yapar; dilediğine irade verir,
dilediğine
vermez. Rahimlerde insanları şekillendirmesi de sırf bu iradesi iledir.
Zeyde
falan sureti, Amr'e filan sureti vermesi, her şahsı belli bir şekle
mazhar
kılması, daha önceki şartlara bağımlılık gibi bir mecburiyetten, O'nun
yaratma
gücünün üstünde başka bir güç bulunmasından veya kendi dışında birtakım
güçlerin etkisinde kalmasından dolayı değildir, kendi hür iradesinin
eseridir.
Bu yaratış ve ayrı ayrı şekil veriş, süzgeçten süzgece geçen iş, bu
tasvirde
her yeni suretin diğer bir yeni surete yol açar olması ve nihayet
çeşitli
suretlerden yine benzer ve ortak özellikler taşıyan bir tek suret
meydana
gelmesi, doğal ve zaruri bir oluş değil, sebepsiz ve failsiz bir şey de
değildir. Sonsuz bilgiye ve sınırsız güce sahip ve malik olan, her
oluşta, her
hadisede sonsuz boyutta şekiller vermeye, yapmaya ve bozmaya kâdir olan
bir
fail-i muhtarın tercihinin ve iradesinin eseridir. Eğer böyle olmasa da
doğal
ve ıztırarî (zorunlu) olsa idi, o ıztırarî suretlerden serbest, iradî
ve seçime
bağlı fiiller meydana gelemezdi. En basit bir misal ile söyleyecek
olursak bir
taş yerinden koparılıp iki ayrı maksat için kullanılamazdı, mizaçlar ve
tabiatler bu kadar değişik olamazdı. Tabiat ilimlerinde iki zıt kanun
bulunamaz
ve teknolojinin çeşitli dalları ortaya çıkamaz, ihtilaf ve muhalefet
denilen
şeyler olmazdı. Aynı kişinin tohumundan hem erkek, hem dişi zürriyet
olmazdı.
Her şeyde ezelden ebede, yeknesak bir tekdüzelik bütün mânâsı ile devam
eder
giderdi. Ana rahmine düşen her tohum mutlaka oluşur, tabiat hatası
denilen
şeyler de görülmez, hatta hayat denilen oluş hiçbir zaman meydana
gelmezdi. İyi
düşünülürse anlaşılır ki, tabiat galatları denilen ve o yüce kudretin
kemaline
aykırı bir maddeymiş gibi ileri sürülmek istenen şeyler, aslında birer
noksan
değil; tabiatın, baba ile ananın üzerinde gerçek etkileyici olmadığını
ve yüce
yaratıcının iradesinin etkisini gösteren birer sanat göstergesidirler.
Tabiat
galatları, denilen sakatlıklar ve eksiklikler, aslında tabiatın gereği
olan
tekdüzeliği ihlal ve tağyir etmesi bakımından, onun hatasını, bilgiden
yoksun
olduğunu ve etkisinde başarısızlığını, aczini ve noksanını gösterirken,
ona
karşı yüce yaratıcının gerçek iradesini isbat eder, gözler önüne
sererler. Bu
gibi noksanlar, kâinat düzeni, sonsuz kudret ve ilim delilinin aleyhine
değil,
aksine kör tabiatın ilk sebep ve yaratıcı güç olması nazariyesini
temelden
söküp atan ve noksansız bir fail-i muhtarın varlığını isbat eden ve
hedeflerine
de ulaşmış bulunan en mükemmel şahitler ve göstergelerdir. Hasılı ne
tabiat-ı
cüz'iyye, ne de tabiat-ı külliyye varlık için yeterli ve geçerli sebep
değildir. Bunların hepsi fıtrat denilen bir ilk varoluş olayının sürüp
gitmesinden ibarettir. Ve o fıtrat bizzat yüce yaratıcının kudretinin
ve
iradesinin eseridir. Tabiatın tekdüzeliği prensibi, mükemmel ve
kusursuz bir
sebeplilik kanununun bağımlılığı altına verilerek, ilâhî irade kanunu
ile
karşılıklı ve dengeli olarak mütalaa edilmedikçe hakka ve hakikate
erişilemez.
Hak Teâlâ hem halik, hem barîdir, yani hem yaratan, hem de
yarattıklarını
geliştirendir. Yarattıklarına verdiği fıtratı tadil edip
değiştirebilir.
Soyaçekim kanunu da bu temel çerçeve içinde ele alınmalıdır. Ardarda
devam edip
giden varoluşun akışı içinde suretlerin birbirlerine benzemezlik içinde
az çok
yine benzerlik göstermesi, tekdüzeliği andırır bir değişkenlik
sergilemesi,
değişkenlik içinde bazı özelliklerin babadan ve anadan çocuğa geçmesi
olayına
veraset (soya çekim) tabir edilir ki; nev'in devamı, ıstıfa ve tekamül,
gelişme
ve gerileme (dejenerasyon)nin yoludur. Bunlar tam anlamıyla ve bütün
yönleriyle
bir intikal değil, bir niyabet ve yer değiştirmedir. Yoksa hiçbir
ıstıfa
(seçim) ve tekamül olamazdı. Bunun için soya çekim ilkesi yalnız türün
korunmasını ve devamını sağlayan bir kanun değildir, aynı zamanda
değişme ve
gelişme kanunu ile de ilgilidir. Ve bu ikisi arasında yakinen sabit
olan bir
şey varsa o da sebebin bekâsı kanunudur. Ve beka, gerçekte Allah'ın
sıfatıdır.
Sebeplilik kanununda değişme ve bekanın birlikte düşünülmesi o
sebeplerin
etkisine bağlı olan oluşlara göredir. Bunda mutlak anlamda bekânın
gerçek
sebebin, mutlak değişmenin de değişkenlerin sıfat ve özellikleri olması
gerekir. Böylece hakiki sebep ile ondan etkilenen oluşlar arasında
doğru ve
ters orantıların birlikte göz önüne alınması söz konusudur. Çünkü
hiçbir malûl
illetini geçemez. Binaenaleyh veraset (soya çekim) kanunu da tabiat
kanunu
gibi, etki eden ve etkilenen şeklinde birbirine bağlı olan ve
zincirleme sürüp
giden olayların akışı sırasında hakiki illetin, yani ilk ve geçerli
sebebin
bekasını, ıstıfa ve tekamül arzeden her aşamada onun doğrudan etki eden
iradesini ifade eyler. Hasılı gerçek etki edenin eserini verişi,
kendisinden
birşey kaybeden bir doğurma, bir üreme değil, bir yaratıştır. Bunun
için
yaratıcının marifeti, eserlerinin tasarımlarında değil, nisbetlerinin
ve
oranlarının doğruluğundadır. Tevlid denilen üretme de yaratışın
tezahürlerinden
birisidir. Üreme zincirinde her yeni suret başlıbaşına bir fıtrat ifade
eder.
Soyaçekim denilen veraset bir fıtratın başka bir fıtrata aynen ve
zaruri olarak
intikal etmesi değildir, gerçek illetin yeni bir etkisinden kaynaklanan
bir
benzerliğin, bir çeşit tekrarıdır ki, düzen ve değişiklikten uzak
değildir.
Türün şeklinin bekası ve devamı, gelişmesi ve gerilemesi bununla
sağlanır. Bu
zincirleme akışta öncekinin kemal ve noksan ifade eden bir belirtisi,
sonrakinde daha belirgin olarak ortaya çıkabilir. Fakat olması zaruri
değildir.
Mesela firengi almış bir babanın çocuğu da firengili olduğu zaman buna
bir
veraset denilebilir. Bu olay bir kerre babadaki hastalığın aynen ve
olduğu gibi
çocuğa geçmesi demek değildir, çocukta o cinsten bir hastalığın kendi
başına
meydana gelmesidir. Yani çocuğun meydana gelişini sağlayan baba
hücrelerinden
birisi, daha ana rahmine düşmeden babanın sülbünde şekillenirken, o
hastalığın
mikrobu o hücrenin içine aynen girmiş değil, fakat o mikrobun da bir
temel ilk
maddesi ona girmiş olabilir, fakat Barî-i Müsavvir için o mikrobun
etkisini o
hücreye derc etmek başlangıçta zaruri olmadığı gibi, daha sonraki
aşamalardaki
şekillendirmelerde de öyledir. Gözleri görmeyen bir babanın çocuğunun
kör
olması lazım gelmediği gibi, frengili bir babanın evladının da mutlaka
frengili
olması zaruri değildir. Halik-ı Musavvir dilerse onu tadilata uğratıp
değiştirir, dilerse değiştirmez. Hasılı fıtrattaki soyaçekim kanunu
dahi, bütün
öteki tabiat kanunları gibi, mümkün kanunlardır, zarurî kanunlar
değildir.
Tenasül dediğimiz üreme ve neslin devamını koruma kanunu da bunun
gibidir.
Doğurgan bir ananın çocuğu doğurgan veya kısır olabilir. İşte ilk günah
meselesi de bu soyaçekim kanunu ile ilgilidir ki, bu ilgi Âdem'in
yaratılışı
kıssasında (Bakara, 2/30-36) gösterilmiş idi. Herşeyden önce Âdem'in
yaratılış
olayında günah hiçbir zaman yaratılışa dahil aslî unsurlardan biri
değildir.
Onda esas ve doğuştan olarak olsa olsa günah işleme kabiliyeti
bulunabilir.
Lakin Cenab-ı Allah, her ferdin kendine mahsus yaratılışını ve şeklini
ana
rahminde doğrudan şekillendirip tasvir ederken babasındaki özel
tabiatı,
hastalığı ve günahı evladından tamamen silerek yaratmaya kdir olduğu
gibi,
dilerse daha sonra da affedebilir. Fiil ile onun sonucu olan azap
arasındaki
bağlantıyı ilga ve iptal eder. Fiili hükümsüz bırakır veya fiilin suç
oluşunu
kaldırır da dün zararlı olanı yarın faydalı yapar. Bundan dolayı
insanları
rahimlerde dilediği gibi şekillendirmeye kâdir olan Allah Teâlâ'ya ilk
günahı
affedip bağışlamaktan acizmiş gibi bir özellik isnad etmek, O'nun
şanına ve
gücüne saygısızlık hatta saldırı anlamı taşır ki, O'nun kayyûm oluşunu
inkârdır
ve küfürdür. Küfür en büyük günah olduğu halde, kâfirlerden doğan
çocuklar bile
bundan kurtulup imanla şereflenebilirler. Böyle bir iman ve tevbe ile
Allah
Teâlâ, küfür günahını bile affeder. Onun intikamı küfürde ısrar
edenlere
yönelik bir tehdittir.
Allah
böylesine kapsamlı bir ilim, böylesine yüce bir kudret, böylesine
keskin bir irade ile hayy ve kayyûm, hâlik-ı musavvir olan bir azîz ve
hakîmdir. Bu azîz ve hakîmden başka ilâh yoktur. Binaenaleyh O'nun
Meryem'in
rahminde şekil verip tasvir ettiği İsa da ne ilâh, ne de ilâhın
oğludur. O
Meryem'in oğlu ve Allah'ın mahlûkudur, bir beşerdir. Ancak peygamberlik
fıtratı
ile tasvir olunmuş bir beşerdir. Allah onu Meryem'in rahminde, bir
kısım gayb
haberlerinden bilgi verecek veya bir kısım mucizeler gösterecek şekilde
tasvir
etmiş ve ruhu'l-kudüs ile teyid edip desteklemiştir. Bu teyid, onu
beşeriyetin
dışına çıkarmaz. Nihayet Âdem peygamberin izinde gidenlerden biri yapar
ve onun
ilk ana maddesi, mutlaka Meryem'in rahminin dışında yaradılması zaruri
olmadığı
gibi; ne o maddenin, ne de onu destekleyen ruhun hayy ve kayyûm olan
Halik-ı
Musavvir'den üreme yoluyla doğmuş olmasını tasavvur etmek dahi caiz
değildir.
Zira üreme olayı, hem üretkenin kendi içinde doğrudan doğruya ve
başlıbaşına
bir şekillendirmeye bağlıdır, hem de onun kayyûm oluşunu ihlal eder.
Hayy ve
Kayyûm'un zevali ve noksanlığı ise muhaldir. Her şüpheden âri olan bu
tevhid
(Allah'ın birliği) ve tenzîhin âyetleri ve delilleri ortada iken,
bunları
bırakıp veya görmezlikten gelip, ilâhî kitaplardan Tevrat'ı doğrulayıp
tasdik
eden İncil'deki (baba) ve her ikisini tasdik eden Kur'ân'daki "O'ndan
bir
ruh olarak" gibi müteşabih âyetleri bahane ederek, küfre ve inkâra
sapmamalıdır. İlâhî kitapların kendine mahsus bir üslubu ve onları
doğru
anlamanın usul ve yolları vardır.
7-
Ey
Muhammed! O eşi ve benzeri olmayan, azîz ve
hakîm olan Allah ki, sana bu kitabı indirdi. Şu halde bunun hikmet
yoluyla
anlaşılması lazım geleceğini unutmamalısın! Bunun âyetlerinin bir kısmı
muhkemattır. Mânâsı ve murada delaletleri kesin, kelime ve cümleleri
başka
anlamlara çekilmeye engel, sağlam ve şaşmaz ifadelidir, muhkemdir,
"bunlar
ümmü'l-kitaptırlar", kitabın anası, anlamda temel ve köktürler. Hak ile
batılı ayıran, hakikatleri tasdik edip ortaya koyan asıl bunlardır.
İlimde ve
amelde peşine düşülmesi ve uyulması gereken temel ilkeler ve belgeler,
hidayet
için deliller bunlardır. Diğerleri bunlara irca ve havale edilir.
Tevrat'ın
İncil'e, İncil'in Kur'ân'a irca olunarak anlaşılması ve tasdik edilmesi
lazım
geleceği gibi, bütün Kur'ân âyetlerinde de bu muhkemat esastır. Üstelik
bunların her biri ayrı ayrı olarak "kitabın anaları" değil, tevhid
inancının sistemini oluşturduklarından ancak hepsi birden kitabın
anasıdırlar.
Herbir muhkem âyet, diğer muhkem âyetlerde karşılaştırılmak şartıyla
mânâları
ve hükümleri yakından tayin olunur. Her biri tek başına muhkem olmakla
beraber
birbirine göre mutlak veya mukayyed, umum ve husus, takrîr ve tefsir,
istisna
veya tahsîs veyahut nesih gibi belli ölçülerle ve orantılarla
aralarında
muhkemlik ilişkileri bulunmaktadır. Bunun içindir ki, genel olarak
muhkem
âyetlerin muhkemliklerinin kuvvetinde, mânâya ne yönde delalet
ettiklerinde ve
maksadın neresini kuvvetlendirip vurguladıklarında farklı dereceler
vardır ki;
bunlar zahir, nass, müfesser, özel anlamıyla muhkem olmak üzere dört
mertebe
üzeredirler. Muhkematın bu bütünlük içinde mukayeseleri de Kur'ân
ilminin
muhkem usullerindendir. Bunu hesaba katmayan, yani muhkematın tamamını
bir
bütün olarak düşünmeyen veya düşünemeyen, bir başka deyişle tam istikra
yapmadan anlamaya, delil getirmeye ve kıyas yapmaya kalkışanlar muhkem
ilme eremezler,
sağlam ve sıhhatli bilgiyi elde edemezler, mutlaka hata ederler. İşte
âyetlerin
bir kısmı böyle kitabın anası olan muhkemat, bunların karşılığında da
diğer bir
kısmı da müteşabihattır. Yani her biri murad olunabilecek gibi
görünmekte
birbirine benzer, çeşitli mânâlara ihtimali olan âyetlerdir ki, hepsi
mi,
birisi mi murad olduğu açıkça seçilemez. Aslında söyleyene ve gerçeğe
göre,
hiçbir şüphe ve tereddüt olmadığı halde dinleyene göre bizzat
anlaşılması
kapalı (hafi) veya müşkil veya mücmel veya mümteni' (imkansız) bulunur.
Bu
âyetlerin bu kapalılıkları veya birçok anlama gelme olasılıkları
muhkemat ile
mukayeseleri sayesinde giderilebilir. Zahir karşılığında hafî, nass
karşılığında müşkil, müfesser karşılığında mücmel, muhkem-i has
karşılığında da
özel anlamıyla müteşabih vardır. Binaenaleyh kitap, bütünlüğü içinde
ele
alındığı zaman bu hikmetli üslup ile müteşabihatın muhkemata dönüşmesi
bakımından, o asla irca edilmesi bakımından hepsi muhkem demektir:
"Bunda
hiç şüphe yoktur." (Bakara, 2/2) ve "Bu öyle bir kitaptır ki,
âyetleri muhkem kılınmıştır." (Hûd 11/1) âyetleri bunu açıklar. Bunun
aksine bu hikmete aykırı olarak müteşabihat kitabın anası farzedilir de
muhkem
olan âyetler müteşabihat ile te'vil edilirse, yani müteşabih âyetler
esas kabul
edilirse, o zaman da kitabın hepsi müteşabih olmuş olur. "Allah kelamın
en
güzelini (güzellikte) birbirine benzer, ikişerli bir kitap olarak
indirdi ki,
Rablerinden korkanların ondan tüyleri ürperir..." (Zümer, 39/23) hükmü
açığa çıkar.
"Muhkem"
kelimesi lügatte bozulmaktan uzak, gerçek ve sağlam
demektir ki, hikmet kelimesi de bununla ilgilidir. İki şeyin birbirine
karşılıklı olarak ve eşit olarak benzemelerine de teşabüh,
benzeyenlerden her
birine de müteşabih denilir ki, birbirinden seçilemez, insan zihni
onları
birbirinden ayırd etmekten aciz kalır. Teşbih ve müşabehet, (yani
benzetme ve
benzeme) tabirlerinde bir taraf eksik ve ikinci derecede, diğer taraf
tam ve
esas olur. Teşabühte ise her iki taraf aynı kuvvette ve eşit
benzerlikte olur,
benzer yönleri ayrıntıları ortadan kaldırır da birbirinden seçilemez
olurlar.
"Muhakkak ki, o inek bize teşabühlü oldu." (Bakara, 2/70),
"Kalbleri teşabühlü oldu." (Bakara, 2/118), "Ve onun müteşabihi
kendilerine verilecek." (Bakara, 2/25) âyetlerinde geçtiği gibi. Demek
ki
teşabüh seçilememeye sebep olan benzerliktir. Seçilememek bunun
gerektirdiği
bir mânâdır. Bu bakımdan insanın doğrudan doğruya ayırd etmeye yol
bulamadığı
bir şeye dahi müteşabih denebilir ki, kapalı ve müşkil demek gibidir.
Bu
şekilde söylemek var ile yok arasında eşit ihtimal bulunduğu durumlar
için de
geçerlidir. Bu şekilde Kur'ân'ın ve Kur'ân âyetlerinin muhkemliği ve
müteşabihliği sırf kelimeleri, dokusu, güzelliği, mânâları ve ahkamı
gibi
çeşitli yönleriyle ele alınabilir. Âyetlerinin fasılaları, uyumları ve
daha
başka birbirine benzer tekrarları ve edebî sanatları açısından teşabüh
ve
sıralama muhkemliğe karşı değildir, belki aynı şekilde muhkemliktir. Bu
yönden
bakıldığında "Onun âyetleri muhkem kılınmıştır." âyeti ile
"müteşabih kitap" birbirinin karşıtı değil, belki birbirinin
açıklamasıdır. Fakat nazmın bu âyet içindeki delaleti itibariyle muhkem
ile
müteşabih zıt ve karşıt anlamdadırlar. Şüphe yok ki, mânâsını ve
kesinlikle
bildiren âyet muhkem âyet, kesinlikle bildirmeyen de muhkem değildir.
Bu âyette
ise muhkem ile müteşabih karşıt olarak zikredilmiş olduğu gibi,
devamındaki
te'vil karinesi de mânâya aittir ki, tefsir usulü ilminde de muhkem ile
müteşabih böyle ele alınmıştır. Bir sözün sırf kipine göre mânâsı belli
olursa
ona "zahir" denilir ki, muhkem çeşitlerinin en aşağı derecesidir.
Bunun tevile veya tahsise veya nesha ihtimali bulunabilir. Fakat bunlar
karineye muhtaç olduğundan, karine bulunmadığı müddetçe zahirinde
kesinlik
ifade eder. Eğer bu mânâ kelâmda sözün kendi siyakı olmuş olursa, sözü
söyleyen
de bu maksatla söylemiş ise o zaman nass olur. Bunda artık te'vil
ihtimali
kalmaz. Ancak tahsis ve nesih ihtimali bulunabilir. Nihayet nesih
ihtimali
yoksa, ki gelen haber sonradan gelen başka bilgilerle teyid edilmiş
ise, bu da
özel anlamıyla muhkem olur. Bunların hepsinin hükmü, bilmeyi ve amel
etmeyi
gerekli kılar. Birbiriyle çatışma olduğu zaman hangisi daha kuvvetli
ise o
tercih edilir.
Bunlara
karşılık, bir sözün esas anlamı lafzının sigasından değil de
başka bir arızî sebeple gizli tutulmuş bulunursa hafî; böyle değil de
mânânın
haddizatında çok ince, herkesin kavrayamayacağı ve nüfuz edemeyeceği,
edenlerin
de derinden derine düşünmedikçe kavrıyamayacağı derecede kapalı olması
veya bir
bediî istiâre bulunması gibi bir sebepten doğan bir gizlilik ve derin
düşünmeyi
gerektiren bir yönü varsa müşkil; lafzın sigasının çeşitli mânâlara
eşit olarak
gelme ihtimali olur da bu mânâlardan hiç birinin tercihine karine
bulunmazsa,
fakat bir açıklayıcı ekle onun sonradan açıklanması umuluyorsa mücmel;
gerçekten murad edilen mânâyı anlamak ümidi ve ihtimali kesilmiş olursa
o da
katıksız müteşabih olur.
Kur'ân'ın
müteşabih âyetlerinden birçoğu böyle çok mânâlı olduğundan
dolayı parıltılı bir beyan içinde gözleri kamaştırır. Birçoğu da bir
muhkem
mânâ etrafında onunla birleşerek, çeşitli mertebelere ve değişik
işaretlere
delalet içerdiğinden dolayı icmal veya işkal ve kapalılık ile dikkat
çekerler.
Böylece muhkem zımnında müteşabih, müteşabihin yanında muhkem de
bulunur. Bir
âyette birçok mânâ katlarını derecelendirir ki, zamanı geldikçe bunlar
ihtiyaca
ışık tutar ve olayların akışı içinde hissedilerek anlaşılır. Sonra edep
ve
ahlâk veya diğer hikmetlerden dolayı açıkça emredilmesi veya ifade
edilmesi
mahzurlu olan kinaye ve ta'rîz şeklinde daha belağatlı ve daha etkili
olan
zımnî (üstü kapalı) anlatım da vardır. Nihayet bütün açıklamalar tevhid
nizamı
üzere vahdetten kesrete (birden çoğa) veya kesretten vahdete (çoktan
bire
doğru) giderken, gerek nisbetlerde ve gerek tasavvurların hududunda
beşeriyet dillerinin
henüz lügatını ortaya koyamadığı, hatta hiç sezmediği, düşünmediği ve
benzerini
görmediği nice mânâlar ve hakikatler vardır ki; bunlar, sizin
bilmediğiniz daha
neler var gibi bir muhkem ifade ile ortaya konmakla beraber, müteşabih
bir
misal ve bir îmâ ile sezdirildikleri zaman daha faydalı olur. Bu gibi
âyetlerin
bazısını bugün anlayamayanlar yarın anlayabilirler. Bazısını da
Allah'dan başka
kimse bilmez ki, tam anlamıyla müteşabih işte budur. Ahiretle ilgili
izahlar
kısmen böyledir. Bunların bazılarında dünya hayatının geleceğiyle
benzerlikler
ve birleşebilir noktalar da vardır. Hasılı müteşabihin kısımlarından
olan
hafinin hükmü, araştırma; müşkilin hükmü, araştırmayla beraber düşünme;
mücmelin hükmü bunlardan açıklayıcı bir tefsiri bekleme ve araştırma;
asıl
müteşabihin hükmü de duraklama ve Allah'a teslim olup sığınmadır.
Bu
muhkemat ile müteşabihat tam karşıt birer şık olarak zikredilmiş
olduklarından kendilerine mahsus özel bir anlam ifade ederler.
Bunlardan her
biri kendi özel mânâsına göre ele alındığı takdirde söz konusu sekiz
kısımdan
altısı, kendiliğinden bu taksimin dışında kalmış olur. Böylece muhkemat
tabiri
ilk dörde, müteşabihat tabiri de ikinci dörde şamil olmak üzere genel
anlamlarına hamledilmiş olurlar. Bu âyet böylece Allah kelâmının
anlaşılması,
tefsir usulü ve istinbata ilişkin en büyük bir kuralı öğretmiştir ki,
herhangi
bir kelâmı veya kitabı iyice anlayabilmek için akılda ve nakilde bundan
başka
bir yol yoktur. Usûl-i Tefsir ilminde bunlar bütün uygulamalarıyla ve
ayrıntılarıyla açıklanmıştır. Özellikle kanun ve hukuk meselelerini
anlamak
için bu usul ilmi, en zaruri bilgi şartlarındandır.
Müteşabihat
için bir de şu taksim vardır: Lafız cihetinden müteşabih,
mânâ cihetinden müteşabih, her iki cihetten müteşabih. Lafız cihetinden
müteşabih ya tek başına kelimede veya cümlenin yapısındadır. Tek
kelimedeki
müteşabih mesela, "ebb, yeziffun" gibi kelimenin garipliği veya
"yed ve ayn" gibi müşterek anlamlı olmaktan ileri gelir. Cümlenin
yapısından doğan müteşabih ya çok kısa söylemekten, yani özetlemekten
veya sözü
uzatıp mânâyı dağıtmaktan ve anlaşılmaz hale getirmekten veyahut şiirde
vezin
ve nazım zaruretlerinden dolayı olmak üzere üç kısımdır. Mânâ
bakımından
müteşabih olanlar Allah'ın sıfatlarıyla ahiret hayatına ait olan
âyetlerde
olduğu gibi, duygularımız ve düşüncelerimizle onların benzerlerini
algılamaya
imkanımız olmadığından dolayı, tasavvurlarımızla dahi kavramaya
yetişemeyeceğimiz mânâlardır. Her iki bakımdan müteşabih olan başlıca
beş
kısımdır: Umum ve husus gibi nicelik bakımından, vücup ve nedb gibi
nitelik
bakımından, nasih ve mensuh gibi zaman bakımından, mekan ve âyetin
nazil olduğu
toplumdaki âdet ve gelenekler bakımından ki "Evlere arka duvarlarından
atlayıp girmeniz Allah katında iyilik ve sevap değildir." (Bakara,
2/189)
âyetinde olduğu gibi.
Bir de
fiilin sıhhat ve fesadındaki şartlar bakımından.
İşte
kitabın âyetleri böyle muhkemat ve müteşabihat şeklinde iki kısma
ayrılmıştır. Asıl uyulacak ümmü'l-kitap da müteşabihat olanlar değil,
muhkemattır. Amma kalblerinde eğrilik ve kaypaklık olanlar, doğruluktan
hoşlanmayıp eğrilikten, yamukluktan ve sapıklıktan zevk alanlar,
muhkematı
bırakırlar da kitabın müteşabih olan âyetlerinin peşine düşerler,
onları esas
alırlar, dumanlı havalar ararlar. Çünkü fitne çıkarmak, hakkı ve
hakikatı
karıştırıp, halkı şüpheye düşürmek ve şaşırtmak suretiyle doğru yoldan
çıkarmak
ve belaya uğratmak isterler, ve onu kendi gönüllerine ve keyflerine
göre eğri
büğrü te'vîl etmek arzusunu beslerler. Halbuki onun te'vilini, yani
meâlinin ve
sonunun nereye varacağını Allah'dan başka kimse bilmez. Genel anlamda
müteşabihat içinde, özel anlamda müteşabih olan bir kısım vardır ki,
bunun
meâlini, gerçek maksadına uygun olarak ancak Allah bilir. Bundan dolayı
bütün
müteşabihatın te'vilini Allah'tan başka kimse bilmez. Allah Teâlâ'ya
yerde ve
gökte, bütün zamanlarda ve bütün mekanlarda gizli, meçhul bir şey
bulunmadığı
halde, O'ndan başkasına böyle olmadığı gibi, bütünüyle hakikat olan
ilâhî
kitapta dahi hal böyledir. "O'nun ilminden hiçbir şey kavrayamazlar."
(Bakara, 2/255), "Allah bilir, siz ise bilmezsiniz." (Bakara, 2/232).
Zira meçhul meçhul ile, şüphe şüphe ile hallolmaz. Meçhuller bilgi ile
ve o
bilglerin kuvvet derecesine bağlı olarak hallolur. Öğretim ve irşad,
bilgiler
üzerine meçhulleri sezdirmek ve o bilinmiyenleri bilinenlere
dönüştürmektir.
Öğrenende bilgi arttıkça, öğretmen kendi bilgi derecesine göre, onun
önüne
bilinmesi gereken konuları sürer, sonra da onları çözdürür. Bundan
dolayı
bilinmeyeni sezebilmek de onu bilmenin ön şartı olur. Cenab-ı Hak
kullarına
hakikat bilgisini böyle ihsan eder. Önce kendini ve başkasını ayıran
bir muhkem
ilim bahşeder. Sonra belli belirsiz olarak meçhul şeyleri sezdirir.
Bunları
basamak basamak muhkem bilgiler şekline dönüştürerek yakîn bilgiler
haline getirir.
Hikmet düzeninde ilim dahi varlıktaki düzen gibi sistemli bir şekilde
akar
gider. Allah'ın bilgisi ise sonsuzdur. Sonradan olma (hâdis) olan insan
bilgisi
hiçbir zaman ve hiçbir şekilde buna eşit olamaz, onu ihata edip
boyutlarına
ulaşamaz. Böyle olduğunu bilmek, sonsuza dek ilim ve öğrenme yolunda
yürümek de
en büyük ilim, en büyük marifettir. Bundan dolayı insan ilimde hangi
mertebeye
ulaşmış olursa olsun, yine de önünde yığınla bilinmesi gereken
meçhuller
bulunduğunu sezmek ihtiyacındadır. Bu bilinmeyen meçhulü sezmek ise
müteşabihat
karşısında bulunduğunu bilmektir.
Daha
doğrusu geçmişe ve geleceğe, ezele ve ebede ilişkin olan her beşerî
ilim, müteşabih olmak konumundan kurtulamaz. Hiçbirisinde şimdiki halde
şuurun
yakından şahid olduğu ve müşahede ettiği kuvvette kesinlik yoktur. Her
tecrübe
ve gözlemin bir öncesine ve bir sonrasına doğru attığı adım bir
müteşabihlik
ile ilgilidir. İlmin en kuvvetli gerekçesi olan tecrübe zaruri bir
gerekçe
değildir. Bu konuda en sağlam ve en genel belge, sebebin ve şartların
devamlılığından çıkan, olağan tekdüzeliktir ki, bu da ilâhî iradeye
dayanmaktadır. Binaenaleyh beşer ilminin müteşabihattan kurtulması
mümkün
değildir. İşte insanlara Hakk'ın iradesini gösterecek hidayet için bir
ilâhî
öğretim olmak üzere indirilmiş bulunan ilâhî kitaplar, tamamen bu
gidişata,
yani, ilâhî düzenin gerçeklerine uygun ve paralel olarak muhkemat ve
onun
karşılığında müteşabihat ile indirilmiş bulunmaktadır. Tevrat ve
İncil'in de
muhkematı ve müteşabihatı vardı, onlarda da ümmü'l-kitap muhkemat idi.
Fakat
Tevrat'ta pekçok olan müteşabihatın bir kısmı, İncil'de muhkemlere irca
edildikten başka, daha diğer müteşabihat gösterildiği gibi, Kur'ân'da
da bütün
geçmiş kitapların müteşabihleri muhkemata irca edildi. Ayrıca derin
birtakım
müteşabihat daha gösterilmiş ve bunların doğrudan doğruya arkasına
düşülmekten
sakındırılarak, muhkemata irca metodu da açıkça öğretilmiştir. Bu arada
insanlar için, bilimin hangi aşamasında olurlarsa olsun, yine de
çözülemiyen ve
Allah'ın bilgisine havale edilmesi gereken gerçeklerin hiçbir zaman
tükenmeyeceğini, muhkemattan sonra bile gerçek anlamda müteşabihlerin
var
olacağını bilmek ve itiraf etmek de beşerin ilmi için büyük bir
olgunluk ve
insanlığın gayesi açısından büyük bir hayır demek olduğu da
anlatılmıştır.
Beşer ilminin değerine ve gerçeklik derecesine kesin gözüyle bakmak,
mantık ve
matematik ölçüsünde ona zaruri bir şaşmazlık kazandırmak ve böyle bir
özellik
aramak çelişkidir. Bunun için, ilâhî kitaplarda müteşabihat bulunmamalı
idi
şeklinde bir vehme kapılıp kalmamalıdır. Zira böyle bir düşünce
varlığın
dondurulmasını ve bir noktada durdurulmasını veya tekdüze olarak robot
halinde
sürüp gitmesini ve Allah'ın bilgisinin sona erdiğini farzetmek, ya da
bütün
sonsuzluğuyla ve bütün canlılığıyla ilâhî bilgilerin, muhkem bir
şekilde beşere
öğretilmesi ve Allah Teâlâ'ya bir anlamda ortak ve eşdeğer bir varlık
ortaya
koymanın mümkün olduğu vehmine kapılmak veyahut Allah Teâlâ'nın beşer
ilmini,
belli ve değişmez bir noktada durdurup bilinenlerden bilinmeyenlere,
noksandan
olgunluğa ve kemale doğru, ebedî bir hayata yönlendirerek ilerlemesine
engel
olması geleceğini iddia etmek, hasılı ilâhî feyizde cimrilik istemek
demek
olurdu. Her terakki tavrının, her gelişme çabasının ilerisinde daha
alınması
gereken mesafe, keşfedilecek hakikatler ve hiçbir zaman iyice anlaşılıp
bitirilemiyecek başlangıçlar ve sonuçlar mevcut olduğu halde, Allah
Teâlâ'nın
bunları insanlara verdiği çeşitli kabiliyetlere göre sezdiremeyip
birçok yönden
gizlemesi ve bu meçhulleri, mümkün olduğu kadar çözmeye ve keşfetmeye
ipucu ve
ölçü olmak üzere bahşettiği usûl ve muhkem delilleri belli ve sınırlı
bir
noktada tutması, dünkü ilimden yarın için, dünyadan ahiret için
istifade
ettirmemesi nasıl olur da ilâhî hikmetin gereği olabilirdi? Bunun
hikmete uygun
olduğu nasıl düşünülebilir? Allah'ın ilmine karşı herşeyi halletmiş,
bitirmiş
iddiasında bulunan ve müteşabihatın bütün bütün ortadan kaldırılmasını
arzu
eden ve tecrübeyi, teşabühten büsbütün arınmış mutlak bir kesinlik
sanan bir
ilmîlik ve isbatçılık iddiası cehaletten başka birşey değildir. Buna
karşılık,
muhkematı esas alan güçlü ve aydınlık bir isbat yolu ve metodu üzerinde
yürümeyip, doğrudan müteşabihata sarılmak ve onun muhkem bir gerçeklik
içerdiğini inkâr edip şüpheyi esas tutmak ve katıksız meçhulleri
yalnızca
bunlarla halletmeye kalkışıp işin sonucunun nereye varacağını Allah'dan
başka
kimsenin bilmediği şüpheli, karışık, sağa mı sola mı, ileri mi geri mi,
hayra
mı şerre mi, aydınlığa mı karanlığa mı, varlığa mı yokluğa mı, cennete
mi cehenneme
mi götüreceği belli olmayan sisli ve dumanlı havada çıkmaz yollarda
dolaşmak da
haddini bilmemek ve ilâhî hidayeti dinlememek, tehlikelere ve
karanlıklara
doğru koşmaktır ki, bunu kalblerinde eğrilik ve kötü niyet, kaypaklık
ve
çarpıklık bulunanlar yaparlar. Esbab-ı Nüzul'de zikredildiği üzere
hıristiyanların İncil'deki (baba) mecazını, gerçek anlamıyla peder;
Kur'ân'daki
"O'nun Meryem'e ilka eylediği bir kelimesi ve O'ndan bir ruhtur"
(Nisa, 4/171) müteşabih âyetine, Allah'dan doğmuş bir ruh mânâsı
vererek ve Hak
Teâlâ'nın doğma ve doğurma gibi üreme şekillerinden münezzeh, hayy ve
kayyûm,
azîz ve hakîm hâlik ve barî-i musavvir bulunduğu hakkındaki muhkemata
bakmayarak, Allah'a çocuk isnat etmeleri; yine bunun gibi, yahudilerin
gibi
hurûf-i mukattaa denilen başlıkları "ebced hesabı" ile te'vil ederek
bunlardan Muhammed ümmetinin ömrünü, kıyametin kopacağı zamanı
çıkarmaya
kalkışmaları da bu türden bir olaydır. Bunlar ya heva ve heveslerinden
başka
bir şeyde hak ve hakikat tanımazlar, ya da din deyince herhangi bir
hakikatle
ilgisi olmayan bir oyuncak anlarlar. Din meselesinin kayıtsız şartsız
hakka
uymak demek olduğunu bilmek istemezler. Bu konuda muhkem olan isbat
yoluna
yanaşmazlar ve onlarla amel etmekten hoşlanmazlar da durmadan zihinleri
şüphelere
ve vehimlere sürüklemek için yalnızca hayal ürünü olan şeylerde, rumuz
ve
sembollerde, muamma ve müteşabihatta boş ve havaî şeyler ararlar;
müteşabihatı,
şüpheye basamak yapmak için muhkemata üstün tutarlar. Yine bunun gibi,
birtakım
mülhidler de vardır ki, dinin hiç anlaşılmaz ve anlaşılınca hükmü
kalmaz gizli
ve sır dolu bir özü olduğu iddiasıyla bütün muhkematı müteşabihata irca
etmeye
çalışırlar. Her şeyi kuşkulu hale getirmek, hep garip ve acaip
şeylerden
bahsetmek, en belli gerçekleri bile birer efsane gibi göstermek
isterler ki,
bunlar bilinen yolda yürümektan hoşlanmazlar. Diğer bir kısımları da
kendi
bilgileri herşeyi çözmeye yetermiş gibi, kâinat düzeninde, geçmişte ve
şimdiki
halde veya sonsuza dek sürecek olan gelecekte sanki hiç bilinmedik
birşey
yokmuş gibi, müteşabihatın hakikatını kökünden red ve inkâr eder;
anlamadığı,
anlayamayacağı bir hakikat işitirse, ona hurafe, efsane, esatir deyip
geçerler
ki, bunların hepsi kalbin kaypaklığından, çarpıklığından ve haddini
bilmezlikten ileri gelir. Bunlara karşılık ilimde rüsuh sahibi (uzman)
olanlar,
eğilmez, eğrilikten hoşlanmaz, ilim yolunda sağlam, bildiğini ve
bilmediğini
seçebilen, bildikleri sayesinde bilmediklerinin önemini mümkün mertebe
çözebilen ilim erbabı da şöyle der: biz bu kitaba inandık, muhkemi ve
müteşabihi ile hepsi Rabbimiz katındandır. Hepsi haktır ve gerçektir.
Hakikaten
böyle temiz akıl, güzel dikkat ve kavrayış sahiplerinden başkası da
hakkiyle
düşünemez, kendi zihnindekini bile iyice seçip net olarak düşünemez,
muhkematı
esas olarak hafî, müşkil, mücmel gibi te'vili mümkün olan müteşabihatı
bile
doğru dürüst te'vil edemez. Bu konuda te'vil ve ictihat başkalarının
değil,
muhkematın mertebeleri ile müteşabihatın mertebelerini seçebilen,
te'vili caiz
olup olmayanları ayırabilen, fitneden, kendisini ve herkesi baştan
çıkarmaktan
sakınan, haddini bilen, ilâhî bilgiye havale edilmesi gerekenleri O'na
havale
eden, kâmil iman sahibi, ilim yolunda kuvvetli, temiz ve ince akıllı,
doğru
düşünmesini bilen ve seven, hasılı hikmete mazhar olmuş rasih âlimlerin
hakkı
vardır, bu işe ancak öyleleri yetkilidir. Bunlar muhkem ve müteşabih
hepsinin
hakikatına iman ederler ve önünü sonunu hesaba katarak iyi düşünürler.
8-Kaypaklıktan
ve sapıklıktan sakınırlar da bu
düşüncelerle işte şöyle dua ederler: "Ey Rabbimiz! Bizi doğru yola
hidayet
ettikten sonra kalblerimizi haktan saptırma, bize kendi katından rahmet
ihsan
eyle! Çünkü Sen çok ihsan edicisin."
9-
"Ey
Rabbimiz! Muhakkak ki Sen, insanları,
geleceği şüphesiz olan o günde bir araya toplayacaksın!" Gerçekten de
Allah sözünden dönmez, sözünün ve kararın miadını şaşırmaz.
İşbu
"ilimde râsih olanlar" ilâhî ifadesinde "vav"
harfi istî'nâfiye veya atıf olmak üzere iki türlü bağlantı vardır ki,
birincisinde yukarıda açıklanan mânâ doğrultusunda üzerinde kelâm tamam
olmuş
ve cümle sona ermiş olur, vakf-ı lâzımdır. Zaten mushaflarda da
durulması
gerektiğini göstermek için buraya işareti konmuştur. Müteşabihatın
te'vilini
Allah'dan başkası bilmez. İlimde rasih olanlar bile şöyle derler: ...
demek
olur. Bu tefsir bağlantısı Abdullah b. Abbas'dan, Hz. Aişe'den,
Hasen'dan,
Malik b. Enes'ten, Kisaî ve Ferra'dan ve birçok seleften rivayet
olunmuştur.
Diğerinde ise "vav" atıftır. O zaman cümle ancak üzerinde tamam olur
ki, müteşabihin te'vilini Allah'dan ve ilimde rüsuh sahibi âlimlerden
başka
kimse bilmez demek olur. Bu da yine Abdullah b. Abbas'dan,
Mücahid'-den, Rebi
b. Enes'ten ve daha başkalarından rivayet olunmuştur. Kelamcıların ve
müteahhir
âlimlerin birçoğunun tercihi de budur. Mesele müteşabihin sıhhatli ve
doğru
olarak te'vilini Allah'dan başkası bilebilir mi, bilemez mi noktasına
bağlıdır.
Te'vîl:
Lügattaki aslı bakımından, herhangi bir şeyi varacağı gayeye,
hedefe vardırmak demektir. Bilhassa bir lafzın meâlini, yani varacağı
mânâyı
alıp tefsir eylemeye denilir. Te'vil ya doğru ve sıhhatli bir te'vil
olur, ya
da yanlış ve bozuk bir te'vil olur. Bir sözü hiç ihtimal bulunmayan bir
mânâya
çekmek veya ihtimali olan mânâlar içinde daha uygunu ve daha kuvvetlisi
varken
en uzaktaki ihtimale çekmek fasid ve batıl bir te'vil olur. Te'vil her
halükârda haklı bir gerekçeye ve sebebe dayanmalıdır. O sebep, o delil
bulunduğu zaman, çoğu yerde hafî olan açık olana, mecaz da hakikate
tercih
edilir. Aksi halde yapılan te'vil indî ve fasittir. Bundan dolayı
muhkematı hiç
gözönünde tutmadan müteşabihatı arzuya göre te'vil etmek, sapıklık
demek olduğu
zaten âyette açık seçik söylenmiş olduğundan bunda şüphe yoktur. Fakat
muhkematı esas almak, cidden hüsnüniyet ve konunun şartlarına riayet
ederek
hareket eylemek üzere, müteşabihat için "işte bundan murad budur"
diye hükmederek doğru ve sıhhatli bir te'vil yapabilmek âlimler için
mümkün
müdür, değil midir?
Bu
mesele üzerinde çok ihtilaf edilmiş olduğu görülüyor. Kur'ân'da
kıyametin vakti, saati, zebanilerin sayısında vesairede bazı sayıların
özellikleri ve daha başka bazı hususların Allah'dan başka kimseye malum
olmadığında ittifak vardır. Buna karşılık birçok âyetlerin de ittifakla
te'vil
edildiğinde hiç şüphe yoktur. Bunun için bu babdaki ihtilafın, ihtilaf
olmaktan
ziyade tefsir ilmi açısından büyük faydası bulunduğunu anlamak gerekir.
Âyetteki her iki türlü yorumdan her biri kendi açısından çok anlamlı
olarak
maksadı ayrı ayrı yönlerden dile getirmişlerdir. Şöyle ki, yalnızca
özel
anlamıyla veya genel anlamıyla herşeyi inceden inceye, bütün
ayrıntıları ve
bütün sonuçlarıyla müteşabihin mânâ ve te'vilini Allah'dan başka kimse
bilmez.
Fakat genel anlamı bütün ayrıntılarıyla değil de şöyle yüzeysel olarak
düşünecek olursak, bunlardan bir kısmının ilimde rüsuh sahibi âlimlerin
de bunu
bilebileceğini anlatmak istemiştir. Yalnızca birinci rivayet olsaydı,
âyetin
zahirinden çıkan anlama göre ilimde rüsuh sahibi âlimlere te'vilden
herhangi
bir hisse ve pay düşmezdi. "Bunu, üstün akıllılardan başkası
düşünmez." âyetiyle uyumlu olmazdı. Yalnızca atıf rivayeti, yani ikinci
rivayet olsaydı, o zaman da ilimde rüsuh sahibi âlimlerin müteşabihatı
bütün
yönleri ve çeşitleri ile eksiksiz bilebilir, hepsinin te'viline akıl
erdirebilir, yani Allah'ın bildiği gibi bilebilir oldukları
anlaşılırdı. İşte
buradaki "vav"ın dahi böyle müteşabih bir şekilde ortaya konmuş
olması, buradaki her iki şıkka uygun olarak atıf şeklinde
düşünüldüğünde
müteşabihatın yüzeysel; istînaf şeklinde düşünüldüğünde te'vil
konusunun
derinlemesine ve bütün yönleriyle dikkate alınmış olduğunu gösterir.
Binaenaleyh müteşabih genel anlamı üzerine hamlolunduğu takdirde
topluca
mânânın, "Bütününün te'vilini Allah'dan başkası bilmez." demek olup,
bazılarını Allah'dan başkasının muhkemata başvurmak ve ona uymak
suretiyle bilebilmelerine
engel olmayacağını atıf rivayeti izah eder. Şu halde te'vil açısından
müteşabih
üç esasa ayrılır:
1- Kul
bilgisiyle vukuf mümkün olmayan ki, kıyametin ne zaman kopacağı ve
dabbenin ortaya çıkışı vakti vs. gibi.
2-
İnsanların bilmesi mümkün olan ki, garip lafızlar ve muğlak hükümler
gibi.
3- Bu
ikisi arası ki, tanınmaları bazı rüsuh sahibi âlimlere mahsus bir
ihtisas olur.
Bunun
için biz daha önce yukarıda selefin tercihi üzere hem üzerinde
vakfın lüzumunu tercih ettik, hem de "vav"ın atıf olduğu suretinde
mânâya işaretini gösterdik. Yalnızca atfı tercih etmek, Kur'ân'da rasih
âlimlerin anlayamayacağı ve Allah'ın bilgisine havale etmeye mecbur
olacağı
hiçbir şey yokmuş gibi bir ihtimali de içine alabilir. Bir kelâmdan
hiçbir şey
anlaşılamamak, kelâmda hitap edilenlere yönelik hiçbir fayda
bulunmadığı
düşüncesine kapılarak böyle bir ihtimali zannedenler olmuşsa da doğru
değildir.
Şüphesiz ki, Kur'ân'da anlamsız ve boş bir lafız mevcut değildir. Sûre
evvellerindeki huruf-i mukatta'ada bile çeşitli anlayışlar ve sezişler
sözkonusudur. Mesele anlaşılanın sınırını belirlemede, esas itibarıyla
murad
edilmiş olan mânânın tayin ve tesbitindedir.
Hitabın
faydası ise bu tesbite bağımlı değildir. Yine yukarıda kabul
ettiğimiz şekilde sonsuz araştırmalara müsait konuların bulunduğunu
sezdirmek,
insan bilgisinin değerini tayin ettirmek, insanların bilgi derecelerine
göre
çeşitli anlayışlar, zevkler ve faydalar bahşetmek ve nihayet rasih
âlimleri
derin derin düşündürmeye yöneltmek gibi daha birçok fayda söz
konusudur. Bu
açılardan bakıldığında hitapta faydalar bulunduğu görülür. Kur'ân'ın
öyle
işaretleri vardır ki, bunlar Kur'ân ilmi ile uzun uzadıya uğraştıktan
sonra
sezilmeye, sonra da olayların gelişmesi ile te'vili anlaşılmaya başlar.
Lafızları mânâya irca etmek şeklindeki te'vil ile mânâyı olaylara
uygulamak
şeklindeki te'vil arasında da fark vardır. Binaenaleyh Kur'ân'ın
tefsirinde
"Biz seni hakkıyla tanıyamadık." diyecek noktalar bulunduğunu hiçbir
zaman unutmamak ve her zaman Kur'ân'ın muhkematına iyi sarılmak lazım
gelir. Bu
âyetler bize Kur'ân âyetlerinin genellikle meâlini tayin etme işinin
tamamen
rasih âlimlerin yetkisinde olmadığını ve Kur'ân nazmının ve özellikle
müteşabihatının ibadet ölçüsünde aynen korunmasına dikkat edilmesi
gerektiğini
de gösterdiği için, mânâ tayini demek olan terceme meselesinin nasıl
bir ağır
ve tehlikeli iş olduğunu iyi düşünmek gerekir. Daima Cenab-ı Hak,
kalblerimizi
fitneye yöneltmekten ve keyfî te'vile kapılmaktan, kaypaklıktan ve
sapmaktan
korusun.
Evet
Allah sözünden dönmeyendir. "kendisinde hiç şüphe olmayan"
o haşir günü kesinlikle gelecek, kalbleri kaypaklıktan ve küfürden,
fitne ve
fesattan sâlim olan, Hakk'ın âyetlerine "inandık, onların hepsi
Rabbimiz
katındandır." diyen iman ehli, Allah'ın vaad ettiği rahmetine ve
yardımına
erecek, inkârda ısrar edenler de vaîdini, ikab ve azabını bütün
şiddetiyle
göreceklerdir.
10-11-Bunun
için, " Gerçek şu ki kâfirlere,
Allah'tan gelecek bir zararı, ne malları, ne de evlatları engelleyemez.
İşte
onlar, o ateşin yakıtı olacaklardır. Gidişatları, Firavun soyunun ve
daha
öncekilerin gidişatı gibidir. Âyetlerimizi inkâr etmişlerdi. Bunun
üzerine
Allah da onları işledikleri günahlar yüzünden yakalayıp alaşağı etti.
Allah,
cezası çetin olandır." Allah Resulunün hak peygamber olduğunu bildiği
ve
kardeşine söylediği halde, Rûm krallarının verdiği malları elinden
kaçırmak
endişesiyle iman etmeyen Necran piskoposu sebebiyle nazil olduğu
rivayet edilen
bu âyet, hükmü umumî ve herkese şamil olarak varid olmuş, Firavun
ailesinin ve
daha başkalarının başlarına gelen şiddetli felaketler bütün bu
gibilerin, yani
Hakk'ın âyetlerini tekzib ve inkâr edenlerin hepsinin başına da
geleceğini
müminlere müjdeli bir vaad, kâfirlere de tehdit dolu vaîd olarak haber
vermiştir.
Daha
önce Yahudiler hakkında indirilmiş olduğu rivayet olunan şu iki âyet
de bunların arkasına eklenerek yukardaki âyetin hükmüne ortak
edilmiştir:
12-13-Bedir
savaşında Resulullah'ın Mekke'li müşriklere
karşı zafer kazandığını gören Medine yahudileri, "Vallahi işte bu, bize
Musa'nın vaad ettiği, Tevrat'ta özellikleri bildirilen ümmî nebidir."
demeye başlamışlar ve ona iman edip uymak arzusunu göstermişlerdi.
İçlerinden
bir kısmı da, "Acele etmeyiniz, bekleyelim birkaç olay daha görelim."
demişlerdi. Uhud savaşı olunca tereddüde düşmüşler, halbuki o sırada
bir müddet
için Resulullah ile bir antlaşmaları da vardı, süresi dolmadan
antlaşmayı tek taraflı
olarak bozdular. Bu âyet bunun üzerine nazil olmuştur.
İkinci
âyet Bedir savaşının Allah'ın yardımına nasıl bir ibret örneği
olduğunu gösteriyor ki, burada "Nice ufak topluluklar, Allah'ın izniyle
birçok büyük topluluklara üstün gelmişlerdir." (Bakara, 2/249) âyetinin
mânâsı ve hükmü, İslâmda ilk örneğiyle fîsebîlillah (Allah yolunda)
olmak
şartıyla açıklık kazanmış ve sûrenin, Bakara'nın son âyetindeki yardım
duasına
cevap olan noktalarından biri daha gösterilmiştir. Gerçekten de Bedir
savaşı,
daha sonraki yıllarda gerek yahudileri, gerek Necran'dan başlayarak
hıristiyanları mağlup eden İslâm zaferlerinin de ilki ve temeli
olmuştur.
Kur'ân hükümlerine samimiyetle uyan ve Allah yolunda olan müminlere bu
yardım
her zaman vaad olunmuştur.
Böyle
iken acaba insanlar neden bundan gaflet ederler?
14-
Şehvetle ilgisi çok olan, bütünüyle şehvet
kesilmiş gibi bulunan şeylere karşı duyulan muhabbet, yahut sırf şehvet
için
sevilen, onlar arasından şu sayılan şeyler insanlara çok süslü, çok
zinetli
gösterildi, bunları pek hoş gördüler, sevilecek şeyler yalnızca bunlar
zannettiler. Bir taraftan bunların meşru birer nimet olması özelliği,
bir de
hayalî ve gayri meşru bir şeye sebep olması özelliği vardır.
Birincisinde
süsleyen Allah, ikincisinde süsleyen şeytan ve beşerin bilgisizliğidir
ki,
fenalığı ve kınanması bu bakımdandır. Şehvet nefsin arzu ettiği şeye
atılışıdır
ki gönül çekmek, canı istemek diye söylenir. Bunun ifrat derecesine
hırs ve
şereh denilir. Dilimizde şehvet, iştahtan daha özel bir anlama gelir
ise de
aslında değildir. Burada şehevat, bütünüyle şehvet kesilmiş iştah
çekici şeyler
anlamına kullanılmış ve aşağısıyla tefsir edilmiştir. Bununla beraber
mef'ûl
mânâsına alınarak şehvet kendi mânâsında bırakılmak ve aşağısı da
"hübb"ün beyanı olmak ihtimali vardır. Evlat ve hele oğullar
demektir. Bunda kadınlar tarafından mülahaza olunan şehevat sevgisine
de bir
ima vardır. Zira "nâs" kelimesi bütün insanlara ve kadın ile erkeğe
şamil olmak üzere genel anlamlı bir kelimedir. Fakat kınama açıkça
erkeklere
tevcih olunmuş, kadınlar sevmek değil, sevilmek mevkiinde
gösterilmiştir.
Bununla beraber âyet Allah katındaki mutlak gerçeği değil, bir bakış
açısını,
bir zihniyeti dile getirmiştir.
"Kanatîr"
kantarın çoğuludur, "mukantara" ise
kantarlanmış demektir. Kantarların kantarlanması da darb sûretiyle
(çarpım
yapılarak) çoğaltılmıştır ki, mübalağa için olur. Aritmetik ifadesiyle
en az
"kantar kerre kantar" demek gibidir. Kantar en büyük ağırlık
birimidir ki, çeşitli zamanlarda, değişik kavimler tarafından farklı
şekilde
kullanılmış olduğu bilinmektedir. Mesela bir zamanlar Afrika ve
Endülüs'te
sekiz bin miskal, sonra yüz rıtıl bir kantar sayılmıştır. Hz.
Peygamber'den bin
iki yüz ukye (okka) veya on iki bin ukye veya bin iki yüz dinar diye üç
ayrı
rivayet de bulunmaktadır. Mutlak olması bakımından herhangi bir sayı
değil, en
yüksek tartıda birçok şey demek olur. Nitekim Araplarda kantar miktarı
belli
olmayan bir ağırlık ve tartıdır. Veyahut yerle gök arası kadar mal
demektir
diye de lügat rivayetleri bulunmaktadır.
İşte
böyle şehevat muhabbetini pek güzel bir şey zannetmeleridir ki,
kendilerini her fenalığa sürükler. Bu iştah çekici şeylere böylesine
muhabbet
ise göründüğü kadar güzel bir şey değildir. Bunların amaç ve gaye
edinilmeye
değer yanları yoktur. Nihayet bunlar bayağı bir hayatın unsurlarıdır.
İnsan
bırakır hepsini hîn-i seferinde.
Dönüp
dolaşıp varılacak ve hayatın gayesi edinilecek şey bunlar değildir.
Allah'ın yanındakidir ki, bu dünya hayatından geçilip Allah'a varıldığı
zaman
ona erilir. Bundan dolayı o şehevat, o iştah çekici şeyler, dünya
hayatını
sürdürmek ve geçip Allah'a gitmek için faydalanılmak üzere verilmiş
birer araç
olmak bakımından Allah tarafından ihsan edilmiş birer nimet iseler de
bu bayağı
hayata ve onun eşyaları olan şehevata muhabbet etmek ve bu yüzden Allah
yanındaki güzel mevkii feda etmek ne kadar büyük budalalıktır, ne kadar
alçaklıktır.
15-16-17-Her
çeşit nimet bulunan bu güzel cennetler, bu
daimî gönül alan ve henüz gizli vatanlar, bu tertemiz pak çiftler, o
içinde
bulunduğumuz geçici, aldatıcı, basit ve alçak hayattaki iştah çeken
şeylerden
daha güzel, çok daha hayırlıdır. Allah'ın tam anlamıyla bir rızası ise
hepsinden büyük, her lezzetten yüksektir. Fakat bu güzel yurt, bu güzel
yuva
herkese değildir. Dünyanın her an durmadan değişen ve geçici olan iştah
çekici
şeylerine sevgiyle bağlanmaktan sakınıp, kötü akibetten korunan
muttakilere mahsustur.
Böyle olmayanlar güzel yuvaya eremez, rıdvan lezzetini bulamaz. Başında
o
geçici lezzetleri elde etmenin hırs ve çabasıyla yanar tutuşurlar,
sonunda
ondan mahrum kalmanın acısı ve azabı içindedirler. Bu korunma (ittika)
da kuru
laftan ve gösterişten ibaret bir korunma değildir. Allah, kullarının
içini
dışını, ne yapıp ne işlediklerini görür. İmanlarını şüpheden uzak
olarak ikrar
ve itiraf edip bu sayede günahlarına mağfiret dileyen, hiçbir lezzete
imkan
bırakmayan ateş azabından korunmalarını niyaz eden, sabırlı,
sözlerinde, niyet,
davranış ve işlerinde dürüst ve doğru olan, huşû içinde ibadet ve taata
devam
eden, mallarını Allah yolunda infak eden, karanlıkların aydınlığa,
gafletlerin
açıklığa ve uyanıklığa dönüştüğü o seher vakitlerinde istiğfar eyleyen
kullarını görür ve gözetir, güzel yurdu ve en büyük rıdvanını böyle
kullarına
verir. Şu halde ta başta yürekten inanıp tasdik etmek ve imanını da hiç
çekinmeden dil ile ikrar etmek, günahların bağışlanmasına ve azaptan
korunmaya
vesile ve sebep ise de, hiç şüphesiz en güzel sonuç ve en büyük rıza,
sayılan
özellikleri kendilerine huy ve alışkanlık edinmiş olan takva ve ibadet
ehli
müslümanlara aittir.
Sakın bu
beyanları, bu vaatleri ve bu uyarıları, bu iman ve sığınmayı, bu
yüce hasletleri, hasılı bu dini ve dindarlığı, temelsiz, şahitsiz,
kanıtsız,
belgesiz, boş bir şey, kuru bir iddia, gerçekliği şüpheli, şunun bunun
karşı
çıkmasıyla zayıf düşecek, ortadan kalkacak, insanı aldatan hayallerden
sanmayınız. Çünkü:
18-
Allah,
muhakkak kendisinden başka tanrı
olmadığına bizzat kendisi, meleklerin hepsi ve gerçekten ilim sahibi
olan bütün
olgun bilginler şahitlik etti. Üstelik adaleti ve hakkı ayakta tutanlar
olarak
şahitlik ettiler. Allah Teâlâ'nın birliği, adalet ve hak ölçüleriyle
gözeticiliği (kayyûmiyeti) derece derece bu üç türlü şahitliğin hem her
biri ile,
hem de toplamı ile sabittir.
Daha
yukarılarda da geçtiği üzere, lügatte şühûd ve şehadet esasen hazır
olmak ve gözüyle görmek demek olup, kendisinde gerek hazır olmak, gerek
içine
doğmak suretiyle gerçekleşen bilgiyi dile getirerek bir hakkın yerini
bulmasına
ve bir isbata şehadet denilir. Örfte ve şeriat geleneğinde şahit davacı
ve
davalıdan başka birisi olur. Burada ise kitap indiren Allah Teâlâ'nın
şahitliğinde davacı ile şahitliğin, hatta şahid ile üzerine şahitlik
edilenin
birleşmesi söz konusu olabileceğinden, bu şahitliğin gerçek önemi ve
mânâsını
iyi düşünmek gerekir. Her şeyden önce davacı peygamber, davalılar
inkârcı
kâfirler olmak itibariyle bu sualin varid olmayacağı belli ve
meydandadır.
Allah'ın şahitliğinin mânâsı bir hakikatı bildirmek, beyan edip
açıklamaktır
veya birtakım deliller ile onu ispat etmektir, veyahut yakından şahid
olan
bilgisi ile hükmetmek mânâlarından biri ile dahi tefsir edilir. Bu mânâ
ile
Cenab-ı Allah, gizli ve açık dünyalarda haddi hesabı olmayan şahitler
ve deliller
yaratıp meydana çıkarmak suretiyle kendi birliğini ve yüceliğini beyan
edip
açıkça ortaya koyduğu gibi, bundan başka dinî anlamda deliller de
indirerek
bunları bildirmiş ve doğrulamıştır ki, genelde insanlar için bu mânânın
anlaşılması daha kolay olduğundan birçok tefsir âlimleri, bununla
yetinmişlerdir. Fakat burada daha derin ve hikmet sahipleri arasında
pek çok
münakaşalara sebep olmuş olan marifet bakımından da bahse konu olan,
yani
"ilm-i yakîn" (kesin bilgi) meselesinin esaslı bir çözümü vardır. Bu
bize gösteriyor ki, her hususta yakînin temeli ve başlangıç noktası,
Hak
Teâlâ'nın kendine ve birliğine olan bilgisi ve şehadetidir. Her ilm-i
yakîn,
Hakk'ın kendine uygunluğudur ve bu uygunluğun bildirilip açıklanması
ile mümkün
olur. İlm-i yakin, ayn-i yakîne, ayn-ı yakîn de hakk-ı yakîne
dayanmaktadır.
Aslında hak olan herhangi bir şeyin bizzat veya dolaylı olarak
kendisini
göstermesidir. Sadece sübjektif bir iddiadan, bizzat kendi özünde hak
olan
yakîni birbirinden ayırd ettirir. Bunun için gerek dış dünyada, gerek
iç
dünyada yakından şahit olunarak ve yaşanarak elde edilen bilgi,
birtakım
deliller aracılığı ile elde edilen nazarî bilgiden üstündür. Mesela,
acaba şu
bahçede bülbül var mı, yok mu diye bahse tutuşan ve her biri iddiasını
akıldan
veya başkalarından duyarak elde ettiği deliller ile ispata çalışan
birtakım
kimselere karşı, o bahçede bir bülbülün ötmeye başlaması ne büyük bir
şehadettir. Halbuki bu ötüş bile henüz delile dayalı bir ilm-i
yakîndir. Burada
asıl şehadet bir taraftan o sesin bülbülde, diğer taraftan işitenlerde
meydana
gelen olgusu ve her iki tarafla olan ilişkisidir. Bu bir sestir ve bu
ses bir
bülbül sesidir. Binaenaleyh hakikat, özüne uygundur diyenlerin daha
önce
kendilerinde bir şahit ve meşhud vardır, yani o sesin bülbül sesi
olduğunu
anlayıp idrak etmelerini sağlayan bir bilgi birikimi vardır. İşte o
şahit ve
meşhud onların idraklerinde hem önce ve şimdi birleşmiştir. Binaenaleyh
hakikatın derinliklerinde ve zamanın akışında şahit ile meşhudun bu
birleşmesidir ki, şehadetin niteliği ve gerçeğin tasdiki bakımından
esas şahit
olmuştur. Bu durum gerçeğin kendi özüne uygunluğu temeline racidir. Ve
bu
husus, her hakkın, hak olmak bakımından mutlak anlamda birliği ve
bütünlüğü
demektir. Bu da yok olma vasıflarından münezzeh, ezelden ebede katıksız
hakikat
ve hak olmak özelliğinin sahibi olarak kaim bulunan Allah Teâlâ'nın
adalet ve
hakkaniyeti ayakta tutan birliğine ve O'nun kendinde huzuru ile ezelî
ve ebedî
olarak uygunluğuna ve bunu izhar ve ilanına bağlıdır. Herhangi bir
hakikatın özüne
uygunluğu "o, odur" şeklinde aynîlik denilen bir orantının
doğruluğunun tasdiki demektir ki, bu ancak bir bilen kişi ile
gerçekleşir.
Bilgi ve bilen kişi aradan çıkarılırsa, şeylerin kendi nefsine
uygunluğu
meselesi de ortadan kalkar. Fakat bilen birine karşı bir taş bile
kendisini
ortaya çıkarıp kendi varlığına şahitlik eder. Şu halde insan düşüncesi
gözardı
edildiğinde, kendi kendilerinin varlığından haberdar olmayan şeyler,
kendi
özüne uygun değilse, o şeylerin insan bilgisi yardımıyla kendi
kendilerinin
varlığına şahitlik etmeleri nasıl mümkün oluyor? Ve sonra bütün şehadet
hak adı
verilen bir tek noktaya nasıl toplanıyor? İşte bilgi probleminin
filozofları
şaşırtan en ince noktası burasıdır. Bu âyet de işte bu noktayı çözüme
kavuşturarak, ilm-i yakîn meselesinin gerçek başlangıç noktasını
gösteriyor.
Varlıkların kendi varlıklarında kendi kendilerine uygunlukları, Hak
Teâlâ'nın
kendi zatında kendine uygunluğunun, yani nin kendine olan bilgisinin ve
bu
bilgiyi açıklaması ile kendi varlığına ve birliğine şehadetinin
eseridir. Şu
halde varlıklar, kendilerine, kendilerinde uygun değil, kendi özünü
bilen
Hakk'ın zatında, yani Allah'ın bilgisinde kendi özlerine uygundurlar.
Her
insanın kendine uygunluğu, bunun gibi, her varlığın insan bilgisindeki
kendine uygunluğu
da yine her birinin ilâhî ilimde yer aldığı şekildeki uygunluk
sebebiyledir.
Bundan dolayı varlık âleminde ne kadar şahitlik edilecek konu varsa, ne
kadar
ilim ve delil varsa, ne kadar bilgi ve belge varsa hepsi Hak Teâlâ'nın
kendini
bilmesine ve bildirmesine, yani şehadetine dayalıdır. İleride gelecek
olan
"Her şey helak olacak, ancak Allah baki kalacak." (Kasas, 28/88),
"Rabbinin her şeye şahit olması sana yetmez mi?" (Fussilet, 41/53)
âyetleri bu noktaya açıklık kazandırmıştır.
Hasılı
gerçek şahit ancak Allah Teâlâ'dır. Mesela, güneş vardır diyen bir
şahit, kendisiyle şahitlik ettiği güneş arasında Hakk'ın koyduğu ölçüye
uymaktan başka birşey yapmış olmaz. Şu kadar ki, bu uymak, açık veya
zımnen
veya farkına varılmadan olabilir. Hak Teâlâ'dan başka hiçbir âlim ne
kendine,
ne de başka varlıklara tamamen şahid değildir. İnsan bilgisinde de
varlıkların
kendilerine uygunlukları izafî, eksik ve sadece bir yöndendir. Ben,
benim
diyebilen insanın bile kendi özüne uygunluğu, bütün yönleriyle tam ve
mutlak ve
hakka'l-yakîn değildir. Onun kendi bedenî ve ruhî varlığında daha
bilmediği ve
şehadet edemediği izafetlerle dolu nice yönler bulunmaktadır. İnsanın
gerek
kendinde, gerek diğer varlıklarda gerçekten bilebildiği şeyler, Hakk'ın
şehadetini doğrudan doğruya veya dolaylı olarak sezebildiği yönlerdir.
Binaenaleyh insanda mutlak anlamda bir yakîn bilgisi varsa, o da
Allah'ın
varlığı ve birliğine ait olan bilgisidir. Zira bu bilgi, gerek
kendisine ve
gerek eşyaya olan ilimlerin hepsinin en başta gelen temel öğesidir.
Bundan
başka herhangi bir bilgide bağlayıcı bir kesinlik ve zaruret yoktur.
İlim
ehlinin dereceleri de bu şahitliğe yakınlığı ve uzaklığı ile
orantılıdır. Kendi
içlerinde Hak Teâlâ'nın bu şahitliğini sezemeyenler gerçek âlimlerden
olamazlar. Bunlar bilgiyi inkâr eden sofistlerden ve şüpheciliği
savunan
inkârcılardandır. Gerek kendi özüne, gerek dış varlıklara ait olan
bilginin
hakikatine ve değerine inanıp da Hak Teâlâ'yı inkâr edenler ise, inatçı
kâfirlerden olanlardır. Cenab-ı Allah'ın kendinde kendi varlığına
bilgisi ve
şehadeti bulunduğu gibi, varlıkları yaratması ile dış ve iç dünyalarda
bu
bilgisini sayısız şahitler ile ilan ve izhar etmesi, ilim, akıl,
düşünce ve
idrak gücü vermesi ve bunlara uygun hareket eden âlimler yaratması ve
onlara şehadetini
tebliğ ve ilan eylemesi dahi, Allah'dan başkasına karşı kendisine,
kendi
birliğine hakkaniyetle şehadetidir ki, eninde sonunda, başlangıç ve
sonuç,
davacı, şahit ve şehadet olunan olarak, hatta doğrudan doğruya hakim
olarak,
hepsi bu birlik noktasında birleşmeden, buna başvurup, sığınmadan ne
bir
şahitlik yapılır, ne varlıktan, ne ilimden, ne amelden bir eser
sezilir. Allah
Teâlâ kendi zat-i ahadiyetinde (mutlak birliğinde) şahit ve meşhudun
birliğini
ve bütün şehadetlerin bu birlik sayesinde, bu şehadetin adlî ve hükmî
anlamda
hakimiyeti altında sürüp gittiğini, bu şehadet olmadan hiçbir şeyin
adaletle ve
hakkaniyetle tasdik edilip doğrulanamıyacağını hem fiilen, hem de
kavlen ortaya
koyduğu şehadetiyle isbat eyledi ve buna kendi şehadetiyle, kendi
tezkiyesiyle
desteklenmiş nice şahitler de yaratıp ortaya çıkardı. Bu cümleden olmak
üzere,
bir insanın "ben benim" diyerek kendi kendini tanıması O'nun
sayesindedir. Yine O'nun sayesindedir ki, insan kendi varlığı hakkında
şahitlik
eder, kendi şuurunun, kendi varlığına uygunluğunu, yani kendisinin,
başkası
değil de kendisi olduğunu dolaysız olarak haber verir. Hem davacı, hem
şahit,
hem de meşhud (hakkında şahitlik yapılan) olduğu halde bu şehadetini
ayniyle
adalet, doğru ve gerçek tanır. Buna şüphesiz olarak inanır.
İkinci
bir husus olarak Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka bir tanrı
olmadığına, yani tek ve yegane ilâh" olduğuna bütün melekler, gerek
tekvinî anlamda, gerek teşri'î herhangi bir hususta ilâhî emri ve
iradeyi
tebliğ ve icra ile görevli Allah elçileri olmaları anlamıyla bütün
melekler,
bütün idrak ve akıl sahibi olan görülmez varlıklar, bedensel
varlıklarından
soyutlanmış ruhlar dahi şahitlik ettiler, üstelik şehadetlerinin doğru
olduğuna
Hak Teâlâ'yı da şahit tuttular. Zira Allah Teâlâ kendi şehadetini
evvela
bunlara bildirdi ve bunları şahit gösterdi.
Üçüncü
olarak, Allah Teâlâ'nın "kendisinden başka tanrı olmadığına,
yegane tapılacak ilâhın kendisi olduğuna" yani, gerçekten ilim sahibi
olanlar, bütün peygamberler, büyük âlimler ve O'nun birliğine inanan
gerçek
filozoflar şahitlik ettiler. İlim ehli arasında görülüp de adalet ve
hakkaniyetten sapan, adalet ve hakperest olmayanların inkâr veya
şehadetlerini
gizlemeleri, ketm eylemeleri önemli değildir. Adalet ve insaf sahibi
olan
hiçbir ilim sahibi yoktur ki, hiç olmazsa kendi içinde, Allah'ın
birliğine
şahitlik etmesin. Zaten ilmin ve âlimin bilfiil yeryüzündeki varlığı
bile
Allah'ın birliğinin açık delillerindendir. İlim zaten vakıaya uygun
değilse,
yani hakkın ve gerçeğin olduğu gibi tanınması demek olan hak ve gerçek
değilse
ilim olmaz. Bildiğinin doğruluğu ve gerçekliğine iman ve şehadeti
olmayan da
âlim değildir. Hak Teâlâ ezel ve ebed bakımından gerçekten kendisinin
tek ilâh
olduğuna ve birliğine şahit değilse; ne ilimde hakikat bulunabilir, ne
de kimse
kendi kendini tanıyıp bilebilirdi. Sofistler gibi ilmi inkâr ederek
veya
gerçekleri tersyüz ederek şüpheye ve inkâra sapanlar ise kendilerinde
Hakk'ın
şahitliğini yapan bir ilmin bulunmamasından dolayı şahitlik
ehliyetinden mahrum
kalmışlar ve bu davada mahkum olanlar arasına girmişlerdir.
İşte
mânâsıyla Allah'ın birliğine ve Allah'ın adalet ve hakkaniyeti
ayakta tutup duran bir kayyum olduğuna, böyle bir vahdet düzeninin ve
hatta
bütün mevcudatın ve bütün gerçeklerin kendisiyle ayakta durabildiği bir
mutlak
varlık olarak derecelerine göre, dürüst, adil ve şahadeti geçerli bu
kadar
şahitler, söz ve anlam birliği ederek sistemli bir şekilde şahitlik
ettiler,
her biri doğruluğu ayakta tutan kimseler olarak "Ben şahitlik ederim
ki,
Allah'tan başka ilâh yoktur." dediler. "O aziz ve hakim olandan başka
ilâh yoktur", yani hıristiyanların zannettiği gibi, teslis (üçlü ilâh
inancı) yok, bir takım azizler yoktur. Burada işbu çeşitli şekilde
tevcihlere
ihtimali olan bir isim tamlamasıdır. Evvela şahitlik açısından doğrudan
doğruya
"Allah"dan hâl, ikinci olarak meşhudluğu açısından
"hüve"den hâl olur ki, mânâ bakımından her ikisi de birbirinin
vazgeçilmez şıkkıdır. Üçüncü olarak, "ilim sahipleri"nden veya
"ilim"den hâl, dördüncü olarak da Allah, melekler ve ilim
sahiplerinin her birinden ayrı ayrı hâl olabilir ki, en sonda gelmesi
bakımından en uygun olan da budur. O zaman "her biri adaleti yerine
getirici olduğu halde" demek olur. Ve şahadetten sonra tezkiyeyi ifade
eden bir te'kid hali olduğu için "Her biri adaleti hakkıyla yerine
getirici olduğu halde şahitlik etti." takdirinde bir başlangıç cümlesi
olması en güzel vecihtir. Gerçi "Kavim bana binekli olarak geldi."
denildiği zaman "Her biri binekli olarak" mânâsı murad olunabileceği
inkâr edilmiştir. Lakin bu misal yalnızca ilim sahiplerinden hâl
yapıldığı
takdirdedir. Ve denilebilir ki, "Kavim bana binekli olarak geldi."
cümlesi ile ""Zeyd, kavim ve onlara uyanlar, bana binekli olarak
geldi." demek arasında fark vardır. Atıf teğayür içinde bir cemiyet ve
bütünlük
ifade eder, "her biri" mânâsını sarahatle ve açıkça göstermiş olur.
Rivayet
olunmuştur ki, Şam rahiplerinden, yani Hıristiyan din
âlimlerinden iki zat gelmişlerdi. Medine'yi gördükleri zaman biri
öbürüne,
"Bu kasaba ahir zamanda çıkacak o peygamberin kasabasına ne kadar
benziyor." dedi, sonra da Hz. Peygamber'in huzuruna geldiklerinde onu
kendine mahsus sıfat ve özelliklerden tanıdılar, Hz. Peygamber
efendimize
(s.a.v.), "Sen Muhammed'sin." dediler. Onlara "Evet"
buyuruldu. "Hem de Ahmed'sin." dediler. Hz. Peygamber tarafından,
"Ben Muhammed'im ve Ahmed'im." buyuruldu. Bunun üzerine, "Biz
sana birşey soracağız, haber verirsen iman edeceğiz." dediler. Hz.
Peygamber "Sorunuz." buyurdu. Onlar da, "Bize Allah kitabında en
büyük şahitliği haber ver." dediler. İşte bu âyet nâzil oldu. Bunun
üzerine her ikisi de müslüman oldular. Demek ki, bu âyetin nüzûlü,
Necran
heyetinin gelişinden önce imiş.
19-Özetle
bütün varlığa şamil olan bu üç şehadet
sonucunda ilmelyakin, aynelyakin, hakkalyakin ve her türlü hakikatten
daha açık
bir hakikat olarak gerçekleşmiş bulunmaktadır ki; dır. Allah katında
kendi
ilâhî rızasına uygun ve mutluluk hedefine iletecek olan hak dinin İslâm
olduğunda şüphe yoktur.
Kisai
kırâetinde feth ile öbür kırâetlerin hepsinde kesr ile okunur. "Enne"
okunduğu takdirde bu cümle bir önceki cümleden bedel olmuş olur. Yani
Allah
Teâlâ, kendi birliğine şahitlik ettiği gibi, hak dinin İslâm dini
olduğuna da
şehadet eylemiştir, asıl şehadet edilen şey de budur. Kesre olarak
"inneddine" okunduğu takdirde ise hükmü şahitliğin sonuca, onun
arkasından gelen cümlesi de bu şehadetin gereği olan bir başka cümle
olmuş
olur. Çünkü İslâm dininin en temel ilkesi diye Allah'ın birliğine
inanmak ve
Allah katından gelen vahiy dinlerinin hepsini ikrar ve itiraf
eylemektir.
İslâmın diğer temelleri ve ayrıntı sayılan öbür kuralları da hep bu
inanca
bağlıdır.
Allah
katında değişmez ve sabit olan ve "meşhüdün bih" olan
hakk, kendi adaletinin, gerçekliğinin ve birliğinin her türlü yanlıştan
arınmış
olarak ancak İslâm'da, buna bütün yönleriyle ve gerekleriyle şehadet
ile
Allah'dan gelenin cümlesini ikrar olduğundan hak dinin İslâm'dan başka
birşey
olmadığı da hakkalyakin, aynelyakin ve ilmelyakin olarak sabittir.
Allah
Teâlâ'nın kendisi için ilke edindiği, peygamber gönderdiği, evliyasını
yönlendirdiği din ve sırat-ı müstakim budur. Nimet ve mükafatını ancak
bununla
verir, akıbette selamete ancak bununla çıkarır.
Lüğattaki
asıl mânâsıyla din ceza, yani mükafat veya mücâzât veya itaat
etmek demek olan mastar anlamıyla ilgili olarak bir uyan ve güçlü bir
uyulan
arasındaki ilişkinin adıdır. Bu ilişki, hakimiyeti elinde bulunduran
güçlü
önder tarafından gözönünde tutulduğu zaman sevab veya ikab ile
sorumluluğun
uygulanması demektir. Uyan tarafından ele alındığı zaman da selamet
arzusu,
korku ile ümit arası bir tutumla itaat ve emre bağlılık anlamı ifade
eder ki,
bunlar dinin masdar olarak anlamlarıdır. Hasılları dindarlık anlamına
gelen
deyyaniyet ve diyanettir. Fatiha sûresinde dinin bilinen mânâsıyla
tarifi
geçmiş idi ki, akıl sahiplerini, kendi istek ve iradeleriyle doğrudan
doğruya
hayra ve nimete sevkeden bir ilâhî kurumdur. Şeriat ve millet dahi
denilen ve
beşerin ihtiyari fiillerini, hayra ve mutluluğa yönlendiren ve
düzenleyen bir
yol, bir kanun ve bir mânevî kuvvet demek oluyordu. Bundan dolayı
genellikle
din denilince, sorumluluk duygusuyla karışık kendi istek ve iradesiyle
bağlılık
isteyen ve kendisine bağlananları kötülük ve uğursuzluktan koruyarak
hayra ve
mutluluğa götüren; aksi halde, yani, kendi istek ve rızası ile iyi
uyulmadığı
ve uygulanmadığı, aykırı davranışlardan sakınılmadığı zaman doğrudan
doğruya
hayır ve mutluluğun zıddı olan kötü sonuçlar ile ceza gerektiren
hükümlerin
zorla ve kaçınılmaz olarak uygulanacağını gösteren, ümit ve korkunun
hedefi,
hayranlıkla ve son derece saygı ile kulluk edilen hikmet sahibi bir
yaratıcı ve
yetiştiricinin ortaya koyup, uyulmasını teklif ettiği bir mükafatlar ve
cezalar
kanunu veya ona itaat ve teslimiyet anlaşılacağından din, her zaman
için bir
ilâhî ifade ve ona zarurî olarak itaati ve teslimiyeti gerektirir.
Diyanet,
yani dindarlık da o ilâhî hakime kulluk etmek ve kanunlarına teslim
olmak demek
olur.
Yukarılarda
da beyan olunduğu üzere lügat anlamıyla İslâm kelimesi, silm,
selm, selamet köklerinden gelir; hemzesi duhul veya müteaddi (geçişli)
fiil
yapmak için kullanılır. Kapsamlı ve pek temiz bir kelimedir ki, silme
(barışa)
ve selamete girmek veya koymak veya selamet temin eden teslimiyet,
karşılıklı
olarak barış içine girmek, hasılı sâlim olan mânâlarına gelir ki,
hepsinde
selamet ve sâlimiyet gayesiyle bir bağlılık ve uyumluluk mânâsı vardır.
Din
dahi irade ve akıl sahipleri arasında anlaşmazlıkları ve didişmeleri
bir yana
bırakıp toplumsal barışı sağlayan bir kanundur. Bununla yalnızca
insanlar
arasında uyumluluk değil, insanlarla Allah arasında da bir uyum
sözleşmesi
vardır. Din sayesinde yaratıcının iradesi ile yaratılanın iradesi
arasında bir
uyum sağlanmış olur. Kul, Allah'ın dilediği gibi ister, Allah da kulun
dilediği
gibi yapar; böylece arada didişme ve anlaşmazlık kalmaz. Allah'a ebedî
vuslat
hasıl olur. Bu sayede insanların birbirleriyle çatışan istek ve
iradeleri, bir
hedefe yönelerek aralarında bir sâlim medeniyet ve sürekli bir barış
meydana
gelir. Ve hepsi ilâhî nimetten istifade eder, felah bulur. Allah'ın
birliğine
bağlanıp uymayınca da bu maksat hasıl olmaz. Bu sûretle dinin özü, bu
tevhid
inancı çerçevesinde, her yönüyle ve gerçek anlamıyla İslâm'dır.
"Kendisinden başka ilah olmayan" Allah'ın emrettiği gerçek
dindarlığın gereği de bu tevhide şehadet ve bu tevhid çerçevesinde bir
olan
Allah'a teslimiyet ve itaattir. Hakkiyle kurtuluş, felah ve selamet ve
hayır ve
mutluluk ancak bu ihlasta, bu bağlılıktadır. Allah katında din, halis
din olan
"Allah'a teslimiyettir". Allah'dan başka ilâh ve ilâhlar tanıyan veya
gerçeği bildiği halde, dine bağlanmayı gerçekten başka bir şey sanan,
din ile
ilim, Hak Teâlâ ile en yüce hayır arasında didişme var zanneyleyen
veyahut
hayırla şer çatışmasının çözümüne Allah Teâlâ'nın hakim olmadığını,
O'nun
hükmünün dışında herhangi bir şey kalabileceğini farzeden velhasıl
Hakk'tan
gelmeyen ve Hakk'ın âyetlerinden çıkarılmayan dinlerin, bağlılıkların
ve
dindarlıkların hiçbiri insanlara selamet ve seadet bahşedecek hak din
değildir.
Allah Teâlâ'ya ortak tasavvuru, muhal ve batıl olan birşey olduğu gibi,
İslâm'dan başka bir hak din tasavvur etmek de batıldır.
Özetleyecek
olursak, din ve dindarlığın bütün mânâsı, itaat ve bağlılık
anlamıyla selametin sağlanmasında toplanır. İslâm'ın mânâsı da faydalı
bir
selamet, katıksız bir teslimiyet ve bağlılıkta toplanır. Şu halde din
kavramı,
mutlak anlamıyla ele alındığı zaman bile mutlak olarak İslâm
kelimesiyle eşit
ve eş anlamlıdır. Hangi din ele alınacak olsa, onun özünün teslimiyet
ve boyun
eğmekten ibaret olduğu görülür. Zahir din, İslâm'ın dış görünüşü; batın
din
İslâm'ın içyüzü; tam din, dışyüzü ve içyüzü ile hakiki İslâm; batıl din
yalan
ve yanlış bir İslâm; hak din, hak bir İslâm'dır. Hakikaten selamet
bahşeden hak
bir İslâm ise ancak hakiki tevhid inancına dayanan bir İslâm'dır.
Hakiki tevhid
ise, şeriki ve ortağı bulunmak ihtimali bile olmayan, ezel ve ebed
bakımından
hayy ve kayyum bir ilâh tanımak ve ancak O'na şehadet etmektir. Böyle
bir ilâh
ise ancak Allah Teâlâ'dır. Evvel ve âhir bütün izzet ve hakimiyeti
şahid ve
meşhud olan zat-ı ehadiyyetinde toplayıp, kendisinden başka ilâhları
nefyetmiş,
O'ndan başka tanrılık iddia eden veya tanrılık nisbet edilenlerin
hepsinin acz
ve zavallılığını daima göstermiş ve göstermekte bulunmuş ve herhangi
bir
zamanda tevhid nizamından çıkmak isteyenleri perişan eylemiş ve her
türlü
mutluluğu tevhid yolundan bahşeylemiş, velhasıl diye ilâhlıkta birliğe
kendisi
de şehadet etmiş olmakla Allah'ın birliğine şehadet ile hakiki İslâmın,
Hak
Teâlâ'nın dini olduğunda hiç şüphe yoktur. Hakiki din kurucusu olan
Allah
Teâlâ'nın İslâmını, melekler ve ilim sahipleri gibi, kendi birliğine
iman ve
ihlâs ile bağlananları rahmeti ile selamete çıkarmak, kulların İslâmı
da
Allah'a kendilerini teslim ederek bu selamet yoluna girmek demektir.
İşte İslâm
dini, Allah ile kullar arasındaki bu birlik ilişkisidir. Meleklerin ve
ilim
sahiplerinin dini de budur. İlim alanında bundan başka bir din yoktur.
Bu dinin
başı hakkı bilmek, hak ilmin başı da bu dindir. Bu dinden başka bir din
aramak
ya Allah'ın üstüne çıkmaya çalışmak, ya Allah'dan aşağısına nefsini
teslim
eylemektir ki, ikisi de dinsizlik ve küfürdür. İsyan ve tefrikadır,
felakettir.
Binaenalyh kitap ehli olanların anlaşmazlıkları ile bunun
bilimselliğine ve
gerçekliğine hiç halel gelmez. Onların gerek kendi aralarında, gerek
Resulullah'a
karşı ihtilaf çıkarmaları, hak ve hakikatı bildiren bütün ilim
sebepleri
geldikten sonra adalet ve hakkaniyetle hareket etmeyi, hakka ve ilme
teslim
olmayı, boyun eğmeyi bir yana bırakıp, kendi aralarında azgınlık ve
düşmanlıkla, hükmetme sevdasıyla dinsizliğe ve inkâra saptıklarından
dolayıdır.
Fakat adalet ve hakkın isbatı için gönderdiği ve delil olarak öne
sürdüğü gibi
kesin âyetler ve belgelere her kim küfreder, bunları inkâr eder,
İslâm'dan
kaçınırsa Allah hesabı çabuk görendir. Cezalarını hemen vermekten
çekinmez.
Bu isbat
ve takrirden sonra gelelim nüzul sebebi olan münazara ve
mücadele meselesine: Ey Muhammed!
20-
Ben
Allah'a kendimi teslim ettim, tertemiz,
şeksiz, şüphesiz, halis, muhlis bir sûrette Allah yolunu tuttum,
Allah'ın
dinine bağlandım, ancak Allah'a yöneldim, bana uyanlar da böyledir.
İşte
İslâm'ın mânâsı, işte Muhammed ve Muhammed ümmetinin dini. İşte ebedî
selametin
gerçek ve şaşmaz yolu, sırat-ı müstakimi. "Kendilerine kitap
verilenlere
ve verilmeyen ümmilere de ki..." Bu da Hz. Muhammed'in peygamberliğinin
bütün insanlığa şamil olduğunun uyarısı ve ilanıdır. Zira bu tasnifin
dışında
hiçbir insan zümresi yoktur; kitap verilmiş olanlar yahudilerle
hıristiyanlar
ve benzerleridir, "ümmiyyin" de kitapsız dinlere mensup olanlarla
Arap müşrikleridir. Esas hitap tarzı Arap olan ve olmayan şeklinde ırk
ayırımı
esasına göre değildir, bu genel ayırım iledir. Tebliğ görevi
bunlaradır. Bu
vazife yapıldıktan sonra bunları kabulden çekinip, inkâra ve ihtilafa
sapmalarının sorumluluğu Hz. Peygambere racî değildir, tamamen
kendilerine aittir.
Bu sorumluluğu ve inkârlarının cezalarını böylece tebliğ etmek dahi
peygamberliğin görevleri cümlesindendir.
Rivayet
olunuyor ki, Resulullah bunu kitap ehlinden olan yahudilere
okuduğu zaman "İslâm'ı kabul ettiniz mi?" hitabına karşı, "kabul
ettik." dediler. Bunun üzerine yahudilere, "İsa'nın Allah'ın
kelimesi, kulu ve resulü olduğuna şehadet eder misiniz?" buyurdu,
"Maazallah" (Allah korusun) dediler. hıristiyanlara da,
"İsa'nın, Allah'ın kulu ve Resulü olduğuna şehadet eder misiniz?"
buyurdu, bunlar da "maazallah (Allah korusun), İsa kul mu olur?"
dediler. "Eğer onlar yüz çevirir, kabul etmezlerse, sana düşen
tebliğdir." âyeti buna işaret etmekte, devamının dahi tebliğini
emretmektedir.
21-
Gerek
yahudi olsun, gerek hıristiyan ve daha
başka kitap ehlinden ve ümmilerden ve müslümanlık iddiasında
bulunanlardan
olsun Allah'ın âyetlerini inkâr edenler bir; yahudilerin yaptığı gibi,
peygamberleri katledip öldürmek gibi ameli anlamda küfürlerini icraat
şeklinde
ortaya koyanlar iki; Peygamber değillerse de insanlar arasında
peygamberlerin
izinden giderek adalet ve hakkaniyet emreden insanları katletmek
suretiyle yine
fiilen kâfirliklerini ortaya koyanlar üç.
22-İşte
bütün bu kâfirlere hoşlandıkları
inkârlarının cezası olan elem verici azabı müjdele ki, "Onlar öyle
kimselerdir ki, dünyada da ahirette de bütün yaptıkları boşa
gitmiştir."
Ne kadar tuhaf, şunlara baksana!
23-24-25-
"Baksana o kendilerine kitap verilenlere!
Aralarında hakem olması için Allah'ın kitabına davet olunuyorlar da
sonra
içlerinden bir kısmı yüz çevirerek dönüp gidiyorlar." Resulullah
yahudilerin dershanelerine gitmiş, kendilerini imana davet eylemişti.
Nuaym b.
Amir, Hars b. Zeyd, "Sen hangi dindesin?" diye sordular, Peygamber
efendimiz de "İbrahim dini üzereyim." buyurdu. Bunun üzerine onlar,
"İbrahim yahudi idi." demelerine karşılık, Resulullah, "Haydi
aramızda Tevrat hakem olsun, ona başvuralım." diye çağrıda bulundu. Bu
teklife "evet" demekten çekindiler. Aynı durum "recm"
meselesinde de olmuş idi. Burada bu olaylara işaret olunarak "Onlar,
kendilerine ilim geldikten sonra ancak birbirleriyle anlaşmazlığa
düştüler." (Câsiye, 45/17) âyetiyle de açıklandığı şekilde, bunların
bile
bile hakka karşı direnmeleri ve şiddetli aldanmaları ve iftiraları ve
nihayet
feci akibetleri, uyarmak ve korkuya düşürmek için gösterilmiştir.
Kâfirler
mülklerine, devletlerine, servetlerine, kuvvetlerine güvenerek
mâli-kü'l-mülk olan Allah'ın âyetlerini tanımaz, Hakk'ın şanına
tecavüzkar
davranırlar. O'na "oğul" isnad etmekle o kuvvetler alınmaz, gündüzler
gece, geceler gündüz olmaz, diriler ölmez, ölenler dirilmez, zenginler
züğürtlemez, fakirler ve zayıflar servete ve kuvvete kavuşmaz,
haksızlıkların
ve küfürlerin cezaları verilmez zannederlerken, şüphesiz ve mutlaka
gelecek
olan o toplanma ve cem' gününün, o genel seferberlik gününün anılması
hususunda
Ey Muhammed,sen:
26-27-Rivayet
olunuyor ki, Mekke'nin fethi üzerine
Resulullah efendimiz, ümmetine, Fars ve Rum mülklerini vaad etmişti.
Münafıklar
ve yahudiler, "Heyhat, heyhat, Muhammed nerede, Fars ve Rum nerede!
Onların güç ve kuvvetleri bundan pek fazla, Muhammed'e Mekke ve Medine
yetmedi
mi ki, bir de Fars ve Rum devletlerini istiyor?" dediler. Daha önce
Ahzab
(Hendek Savaşı) senesinde Resulullah, kazılacak hendeği belirlemiş,
Medine
halkından her on kişiye kırk arşınlık yer göstermişti. Amr b. Afv,
Selman-ı
Farisi, Huzeyfe, Numan b. Mukrin ve Ensardan altı kişi kendilerine
verilen kırk
arşınlık sahada çalışıyorlardı, kazarlarken hendeğin orta yerinde büyük
bir
kaya çıktı. Kayayı kırmaya uğraşırlarken demir külünkler kırıldı. Çok
çalıştılar, taşı kıramadılar, ondan çok az birşey koparabildiler.
Selman'a,
"Çık Resulullah'a durumu haber ver, ne emrediyorsa öğren gel."
dediler. Selman gitti, Resulullah bir gölgelik yapmış içinde
oturuyordu, durumu
kendisine arzetti. Resulullah Selman ile beraber hendeğe indi, diğer
dokuz kişi
de orada idiler. Resulullah Selman'ın elinden külüngü aldı, taşa bir
vurdu, taş
çatladı ve öyle bir kıvılcım çıktı ki, karanlık bir odadaki kandil gibi
etrafı
aydınlattı. Resulullah bir fetih tekbiri aldı, oradakiler de tekbir
getirdiler.
İkinci bir darbe daha indirdi, öyle bir şimşek daha çaktı ve yine öyle
bir tekbir
aldılar, üçüncü bir darbe daha vurdu, taşı parçaladı ve yine öyle bir
şimşek
daha çaktı. Aynı şekilde bir tekbir daha aldılar. Sonra Selman'ın elini
tutup
hendekten çıktı. Selman, "Anam, babam sana feda olsun ya Resulullah,
hiç
görmediğim bir şey gördüm." dedi. Resulullah, oradakilere dönerek."
Bakınız Selman ne söylüyor?" dedi. Onlar da, "Evet ya
Resulullah." dediler. Buyurdu ki: "İlk darbeyi vurdum, gördüğünüz
gibi bir şimşek çaktı, bundan bana Hıyre'nin ve Medain-i Kisra'nın
(Kisra'nın
şehirleri) kasırları (köşkleri) aydınlandı, Cibril de bana haber verdi
ki,
ümmetim bunlara muhakkak galip gelecek; sonra ikinci darbeyi vurdum,
gördüğünüz
gibi yine şimşek çaktı, bundan da bana Rum diyarının kırmızı köşkleri
aydınlandı, Cibril bana haber verdi ki, ümmetim bunlara muhakkak galip
gelecek.
Sonra üçüncü darbeyi vurdum, gördüğünüz şimşek çaktı, bundan da bana
San'a'nın
köşkleri aydınlandı. Cibril de haber verdi ki, ümmetim muhakkak bunlara
galebe
edecektir. Müjdeler olsun!"
Bunun
üzerine müslümanlar pek sevindiler. "Elhamdülillah, (Allah'a
hamdolsun) bu bir doğru vaattir. Kazıdan sonra bize büyük bir nusret
vaad
olunuyor." dediler. Münafıklar ise, "Ne acaip insanlarsınız, Muhammed
sizi boş ümitlere düşürüyor, asılsız vaatlerde bulunuyor, Medine'den
Hıyre ve
Rum kralının şehirlerinin köşklerini gördüğünü ve bunların sizce
fetholunucağını söylüyor, halbuki muharebeye çıkmaya bile gücünüz
yetmiyor da
korkunuzdan hendek kazıyorsunuz" dediler ki, Ahzab Sûresi'nde "O
vakit münafıklarla kalblerinde hastalık olanlar diyorlardı ki, Allah'ın
ve
Resulünün bize vaad ettiği şeyler boş şeylerdir." (Ahzab, 33/12) âyeti
bu
olay hakkında nâzil olmuştu. Bu iki âyetin de o zamanlar veya yukarıda
geçtiği
üzere Mekke fethinden sonra nazil olduğu rivayet edilmiştir. Daha
yukarıda Rum
meliklerine güvenen Necran hıristiyanları dolayısı ile nazil olduğu da
yine
zikredilmiş idi. Buna göre nüzulünde değilse bile siyakında (sözün
gelişinde)
bunlara işaret vardır.
Bu
âyetlerin faziletleri hakkında bir hayli haberler varid olmuştur.
Bunlardan biri Ebu Eyyub el-Ensari'den ve Hz. Ali'den rivâyet olunduğu
üzere,
Resulullah buyurmuştur ki: Fatihatü'l-Kitab, Âyete'l-Kürsî, bir de Âl-i
İmran'daki "Şehidallahu ennehu..."den a (3/17-18) kadar, den 'a
(3/26-27) kadar iki âyet nazil oldukları zaman, Allah Teâlâ ile
aralarında hiç
bir hicab bulunmaksızın Allah'ın arşına yapışarak, "Ya Rab! Bizi
yeryüzüne
ve sana isyankar olanlara indiriyorsun." dediler. Allah Teâlâ da,
"Ahdim
olsun, sizi her namazın arkasında okuyan herhangi bir
kimsenin kusurlarına bakmayarak makamını cennet kılacağım, onu kutsal
huzurda
iskan edeceğim, her gün kendisine yetmiş kerre nazar edeceğim ve yetmiş
türlü
ihtiyacını yerine getireceğim ki, bunun en aşağısı mağfirettir. Ve onu
her bir
din düşmanından hasetçinin şerrinden koruyacağım ve mağrifet
eyleyeceğim."
buyurdu.
Said b.
Cübeyr'den rivâyet olunduğu üzere, Medine etrafında üçyüz altmış
put vardı, bu âyet-i kerime nazil olduğu zaman yerlere kapanıp secde
ettiler.
Ebussuud,
tefsirinde der ki, "Bazı kitaplarda şöyle bir kudsi hadis
vardı: Ben azimüşşan olan Allah, hükümdarlar hükümdarıyım.
Hükümdarların
kalbleri ve alınları benim elimdedir. Kullar bana itaat ederlerse ben
de onları
onlara rahmet kılarım ve eğer kullar bana isyan ederlerse, ben de
onları onlara
ceza kılarım; şu halde hükümdarlara sövmekle meşgul olmayın ve fakat
bana tevbe
ve müracaat eyleyin ki, onları size doğru meylettireyim." Bu hadisin
içeriği ile "siz nasıl olursanız, başınıza öyleleri yönetici olur."
hadis-i şerifinin mânâsı aşağı yukarı aynıdır.
İşte
Allah'ı böyle bilmeli, böyle tanımalı ve bu tanıyışla ona bağlılık
göstermeli ve sığınmalıdır. Şimdi bunu bilen ve Allah'dan nusret ve
yardım
isteyen müminlere şunu anlat:
28-29-30-
Müminler, müminleri bırakıp da kâfirleri
kendilerine dost edinmesinler. Müminler iman hasletine küfür hasletini
karıştıracak, müminlere şimdiki zamanda veya gelecekte zararı
dokunacak,
İslâm'a zarar verecek ve ters düşecek bir sûrette kâfirlerle dostluk
ilişkilerine girmesin. Sevgisini, muhabbetini ve buğzunu hep Allah için
yapsın.
Bu âyetin nüzul sebebiyle ilgili olarak dört vecih nakledilmiştir:
1-
Yahudilerden Haccac b. Amir, Kehmes b. Abdulhakik, Kays b. Zeyd,
Ensardan bazılarına gizlice gelerek, dinlerini bozmak isterlerdi. Rifaa
b.
Münzir ve Abdurrahman b. Cübey ve Sa'd b. Hayseme (r. anhüm) bu
müslümanlara, o
yahudilerden sakınmalarını ve uzak durmalarını tavsiye ettiler. Onlar
dinlemediler. Bunun üzerine bu âyet nazil oldu.
2-
Müslümanlardan Hatib b. Ebi Beltea gibi bazı zevat, Mekke kâfirlerine
sevgi gösterisinde bulunuyorlardı. Allah Teâlâ bunu nehiy buyurdu,
yasakladı.
3-
Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy ve adamları yahudilerle ve
müşriklerle dost bulunuyor, onlara müslüman taraftan bilgi aktarıyor,
havadis
veriyorlardı. Resulullah aleyhine zafer arzu ediyorlardı. Müminler
bundan
menedildiler.
4- Ubade
b. Samit hazretlerinin yahudilerden dostları vardı. Ahzab günü
Hz. Peygamber'e gelerek, "Ey Allah'ın Resulü, benim yanımda beşyüz
yahudi
vardır. Benimle beraber harbe çıkmalarını istiyorum." demişti. Âyet
bunun
hakkında nazil oldu. İlh..
Bunu her
kim yaparsa Allah'dan, Allah'ın dostluğundan ve yardımından
hiçbir nasibi yoktur. Ancak onlar tarafından gelmesi beklenen ve
sakınılması
gereken her hangi bir zarardan korunmak için yaptığınız dostluk
müstesnadır.
Öyle durumlarda iş başka, yoksa müminler, hiç kimseye karşı iyi
davranmaktan,
adalet ve ihsandan menedilmiş değillerdir. Hukuka riâyet, ahitte sebat,
ciddiyet, merhamet ve yardımseverlik aslında imanın gereği olan güzel
huylardır. Güzel huy ise müminin şiarıdır. Fakat müminler, herşeyden
önce din
ve imanlarında samimi olmak zorundalar. Allah'dan başkasına nefsini
teslim
etmiyecek olan müminin, kendisini herhangi bir sebepten dolayı
kâfirlerin
dostluğuna kaptırması, imanına ve ciddiyetine aykırı olur. Bir kâfir,
bir
mümine dünyaları bağışlasa bile onun ne imanına, ne de din kardeşlerine
en ufak
bir zarar getirecek şeyi kabul ettirememelidir. Bir mümin de bunu bile
bile
yapmaz, fakat iyi niyetle gaflet edebilir, hüsnüzan ederek aldanabilir.
Karşısındakine göre bilgisi, tecrübesi ve dünya işlerindeki haberi daha
eksik
olabilir. Farkında olmaksızın fena yollara sürüklenebilir, fena işlere
bulaştırılabilir. Bunlar ise müminlerin yavaş yavaş kafirlere
benzemelerine ve
ilâhî nusretin de üzerlerinden eksilmesine sebep olabilir. "Her kim
böyle
yaparsa Allah'dan ilişiği kesilmiş olur". Bundan dolayı kesinlikle
müminler,
kâfirlerle içli dışlı olmaktan ve yakın dostluktan sakınmalıdırlar.
Meğer ki,
bütün bu gibi tehlikelerden korunabilecek bir vaziyette bulunsun ve
korunabilsin, veyahut büyük bir zaruret, tehlike veya zor karşısında
bulunsun.
O zaman kalbinde imanına sahip olarak "takiyye" edebilir.
Rivâyet
olunuyor ki, Müseylemetü'l-Kezzab, ashaptan iki kişiyi esir
almıştı. Birine, "Muhammed'in Allah'ın resulü olduğuna şehadet eder
misin?" diye sordu, o da "Evet, evet, evet" dedi. Sonra,
"Benim de Allah'ın resulü olduğuma şehadet eder misin?" diye sordu,
ona da "evet" dedi. Müseyleme kendisi için, "Ben Beni Hanif'in
peygamberiyim, Muhammed Kureyş'in peygamberi" diye iddia ediyordu.
Sorguya
çektiği birinci esiri serbest bıraktı, öbürünü çağırdı, "Muhammed'in
Allah'ın resulü olduğuna şehadet eder misin? diye sordu, o da "evet"
dedi, "Benim resulullah olduğuma şehadet eder misin?" diye sorunca,
"Ben dilsizim, ben dilsizim, ben dilsizim" dedi. Müseyleme de onu
hemen öldürdü.
Bu haber
Hz. Peygamber'e erişince, "O öldürülen imanındaki sadakat
ve samimiyet üzere geçti, mübarek olsun; öbürüne gelince o da Allah'ın
ruhsatını kullandı, bunda da bir zarar yoktur." buyurdu. Bu mânâ
"Ancak zor karşısında kalıp da kalbi iman dolu olanlar müstesna..."
(Nahl, 16/106.) âyetinde daha açıktır. Hafiyye vezninde takiyye canını,
ırzını
veya malını düşman şerrinden korumak için ondan sakınmak demektir.
Düşmanlık da
iki türlüdür. Birisi din ayrılığına dayanan düşmanlıktır ki, kâfirin
mümine
düşmanlığı gibi. Diğeri de mal, mülk, servet ve başa geçmek gibi
dünyaya ait
çıkarlardan doğan düşmanlıktır. Bundan dolayı takiyye dahi iki
kısımdır.
Bunların ayrıntıları, hangi hallerde caiz olup olmadıkları fıkıh
ilminin
alanına girer. Bunlar Razî ve Âlusî tefsirlerinde özetle
bildirilmiştir. İşte
korunmanın böyle çeşitli yönleri vardır. Ve kesin olan şudur ki; asıl
korunma
Allah'ın azabından korunmadır. Allah müminlere "Ancak onların
zararlarından sakınmanız gereken durumlar başka..." şeklinde ruhsat
vermekle birlikte "Allah size, asıl kendisinden korkmanız, çekinmeniz
gerektiğini bildiriyor, son dönüş Allah'adır." diyerek de ikaz
buyuruyor
ki, hemen arkasından gelen şu iki âyet bunu açıklar.
Yahudiler
"Biz Allah'ın oğulları ve sevgilileriyiz." (Mâide,
5/18) demişlerdi. Müşrikler de Allah'a muhabbetimizden dolayı bizi
Allah'a
iyice yaklaştırsınlar diye putlara tapıyoruz, demişlerdi (Zümer, 39/3).
Necran
heyetindekiler de, "Biz Allah'a sevgimizden dolayı İsa'yı tanrı
tanıyoruz." demişlerdi. Bunlara karşı buyuruluyor ki:
31-Mahabbet
(muhabbet, sevgi), insan ruhunun
yücelik ve güzellik sezdiği bir şeye öyle bir meyil göstermesidir ki,
ona
yaklaşmak için gerekli sebep ve vesileleri arayıp bulmaya yöneltir.
Binaenaleyh
sevenin hedefi, sevgilinin rızasına erebilmek ve öfkesinden sakınmak,
korunmak
olduğundan, sevgi, itaat isteğini ve isyan sayılan şeylerden kaçınmayı
gerektirir. Herhangi bir kişi, hakiki yüceliğin ve kemalin ancak
Allah'a ait
olduğunu idrak edip anladığı zaman, onun bütün sevgisi Allah için,
Allah
yolunda ve Allah'ın rızasını kazanmak uğrunda olur. Allah'ın dini de
tevhid ve
İslâm olduğundan, sevgisi hep bu çerçevede dolaşır durur. İtaat ve
ibadet için
gösterdiği iradede ancak bu din hakim olur. O halde Allah'ı sevenler
"Ben
özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyle..." (Âl-i İmrân, 3/20)
diyen ve bu ilâhî emri tebliğ eyleyen Resulullah'a karşı gelmemek ve
onun gibi
ihlas ve samimiyetle, "Ben özümü Allah'a teslim ettim..." deyip
dininde ve şeriatında ona ve onun öğretim ve bildirilerine uymak ve onu
örnek
almak lazım gelir. Bunun zıddı, "Ben Allah'ı severim, ama emrini
dinlemem,
O'nun sevdiğini sevmem, O'nu sevenleri, O'nun yolunu gösterenleri,
O'nun seçip
gönderdiklerini sevmem, onlara benzemek istemem." demektir ki, bu da,
"Ben kendimden başka birşey sevmem, tevhid yolunda yürümek istemem."
demektir. Allah'ın Resulüne uymak istememek "Ben özümü Allah'a teslim
ettim." dememek ve düstur ile hareket etmemektir. Bu da Allah'ı
sevmemek
ve rahmetinden mahrum kalmaktır.
Rivayet
olunuyor ki, âyeti nazil olduğu zaman münafıkların başı Abdullah
b. Übeyy, "Bakınız, Muhammed kendisine itaat ve ibadeti Allah'a taat
gibi
tutuyor ve bize, hıristiyanların İsa'yı sevdikleri şekilde kendisini
sevmemizi
emrediyor." demiş idi ki, bunun üzerine ikinci âyet nazil oldu. Ve öyle
bir şüphenin yerinde olmadığını gösterdi. Yani Resalullah'a uymak,
hıristiyanların Hz. İsa hakkında iddia ettikleri gibi, tanrılığa ortak
olmak
demek değildir. Allah sevgisini bölüp üç ayrı ortağa paylaştırmak
değil, yalnız
"Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye bütün sevgiyi sırf Allah'da
toplayıp, O'na teslim olduğunu sunmakta ve itaatı yalnızca O'na
yapmaktır. Hz.
Muhammed'e de sırf Allah'ın resulü, görevlendirdiği peygamberi, dinin
tebliğcisi, hidâyetinin ve emirlerinin bildiricisi ve habercisi
olduğundan
dolayı, yine sırf Allah için uymak ve izinden gitmektir. Birine
uyarken, onun
karşısında veya yanında diğer birine veya ikisine daha uymak başka şey,
tek
başına ve yalnızca O'na uyarken, O'nun namına, O'nun bir adamını, bir
görevlisini tanımak yine başka bir şeydir. Bir elçiyi tanımak, onun
kendisini
değil, onu görevlendirip gönderen makamı tanımaktır. Mesela bir
devletin
elçisini, memurunu reddetmek, o devleti ve onun kanunlarını reddetmek
demek
olduğu gibi, Allah'ın elçisi demek olan peygamberini kabul etmeyip
reddetmek de
Allah'a küfür ve saygısızlıktır. Bundan dolayı Allah'ın elçisine itaat
etmekten
kaçınanlar, Allah'a ibadet ve taattan kaçınan kâfirlerdir. Allah da
kâfirleri
sevmez, küfrün hiçbir çeşidine razı olmaz. Eğer hıristiyanlar Allah'ı
sevselerdi, İsa'yı Allah'ın bir peygamberi olarak tanırlar ve ona bir
tanrı
olarak ibadet değil, bir peygamber olarak itaat ederlerdi. Eğer ancak
Allah'ı
seviyorlar ve İsa'ya Allah'ın bir peygamberi olarak itaat ediyorlarsa,
peygamberlik sıfatında Hz. Muhammed'in zatı ve kişiliği değil, ancak
onu
gönderenin şan ve şerefinin dikkate alınması gerekeceğinden,
peygamberlerin
sonuncusu olan Hz. Muhammed'i de tanırlar ve itaat ederlerdi. Onlar
Allah'ı
sevseler, Allah'ın peygamberlerinden bir kısmını tanıyıp da yalnızca
birini
ayırmazlardı, tanımazlık etmezlerdi. " Biz Allah'ın resulleri arasında
fark gözetmeyiz", derler ve Hz. Muhammed'i de tanırlardı. Bunu ayrı
tutup
tanımamaları, İsa'yı Allah için değil, bizzat kendi zatî varlığı, kendi
şahsiyyeti için sevdiklerinden, Allah'ı ve İsa'nın Allah tarafından
yaptığı teb
liğleri tanımadıklarından dolayıdır. Bu noktadan bakıldığında aynı şey
yahudiler için de söz konusudur. Hıristiyanlar bir peygamberi ayrı
tuttukları
için, yahudiler de hem Hz. İsa'yı, hem de Hz. Muhammed'i ayrı
tuttukları için,
yani iki peygamberi tanımadıkları için Hz. Musa'nın peygamberlik
sıfatından
ziyade kişiliğinde ısrar etmişlerdir. Bu bakımdan hıristiyanların küfrü
bir ise
yahudilerin küfrü ikidir. Diğer müşriklerin küfrü daha fazladır. Genel
anlamda
dinleri inkâr edip, hiç Allah tanımayanların küfrü de sonsuzdur.
Velhasıl
Allah'a itaat ile Resulüne itaat arasında karşılıklı bir gereklilik
vardır.
Fakat bunda Allah gibi sevmekle, Allah için sevmek arasındaki büyük
farkı
görmemezlikten gelip gözardı etmemek gerekir. Allah gibi sevmek, yani
âyette
geçtiği şekilde "Onlar, putları Allah gibi severler..." (Bakara,
2/165) ifadesinde Allah'a bir ortak, bir denk sevmektir. Bu Allah'a
şirktir ve
küfürdür. İşte hıristiyanların İsa'ya olan sevgi ve bağlılıkları
böyledir. Oysa
istenen "Allah gibi sevmek" değil "Allah için sevmek"tir.
Allah için sevmek ise, ancak bir tek Allah için sevmek ve hiç kuşkusuz
tevhid
üzere sevmektir. Bakara sûresinde zaten bu nokta iyice açıklanmış
olduğundan,
burada "Bana uyunuz ki, Allah da sizi sevsin." diye Muhammed'e
uymakla emrolunmuştur. Bu emri, o münafıkın yaygarası gibi,
hıristiyanların
İsa'ya bağlılıkları şeklinde bir şüphe ile ele almaktan katiyyen
sakınmak
gerekir. Çünkü âyet, zaten o tür anlayışları kınamak için gelmiştir.
"De
ki, ben özümü Allah'a teslim ettim, bana uyanlar da öyledir..." emri
ile
muhatap tutulan ve bu emirleri tebliğ eden Hz. Muhammed'in izinde olan
ümmeti,
bu uymadan dışarı çıkmamak ve Allah'dan başkasını Allah'ın sıfatlarında
denk ve
ortak tutmamak için bu bağlılık ile yükümlü tutulmuşlar ve bu uyma ile
Allah'ın
sevgisine nail olacaklarına inanmışlardır. Hatta bu gelişigüzel bir
uyma da
değil, tamamen kendi istek ve rızası ile olan bir uyma olmalıdır. Bu
itaat
doğrudan doğruya Allah'a itaattır. Çünkü Hz. Muhammed'in şahsı ve
bedeni varlığı
bakımından değil, O'nun peygamberlik görevi bakımındandır ve Allah
adına
vekalet yoluyla olan bir itaattir. Yani, bana uyunuz, demek, "Allah'a
ve
Resule uyunuz!" demektir.
Burada
hıristiyanların Hz. İsa'da sandıkları gibi, haşa Allah'ın birliği
Hz. Muhammed'in şahsında yok olmuş değil, tam aksine Hz. Muhammed'in
hakikatı
ve şahsiyeti Allah'ın birliğinde yok olmuştur. Onun dilinden işitilen
biz sözü,
Hz. Muhammed'in öz benliğinin ve kişisel varlığının ifadesi değildir.
Hz.
Muhammed "Ben özümü Allah'a teslim ettim." diye kendisini ve kendi
benliğini tamamen Allah'a teslim etmiştir. Muhammed, kendi varlığının
kendisine
değil Allah'a ait olduğunu bilmiştir. O, yani, bana uyunuz, dediği
zaman,
Allah'ın karşısında yer almaya çalışan, tanrılığı beşeriyete indiren
bir benlik
değil; aksine zavallı insanlığı şirk ve bayağılık bataklığından
kurtarıp Allah
Teâlâ'nın yüce birliğine, en büyük rızasına eriştirmek için
görevlendirilmiş
bir peygamberin kulluğuna ve peygamberliğine yakışan bir vicdanla
söylemiştir.
Bu nokta
o kadar mühimdir ki, Allah'ın birliğine iman konusunda hiçbir
şüpheye yer bırakmamak için bu vicdana açık bir şuurla şehadet de
şarttır.
Yalnızca "Ben şahitlik ederim ki, Allah'dan başka ilâh yoktur."
şehadeti ile yetinildiği zaman, hıristiyanların şüphesine benzer bir
şüpheye
veya Allah'ın beşeri bir mahluk, bir bende yok olacağı tarzında bir
vahdet-i
vücud anlayışına ihtimal ve imkan kalabileceği için, buna bir de "Ben
şahadet ederim ki, Muhammed Allah'ın kulu ve resulüdür." şehadetinin
eklenmesi
lüzumlu görülmüş ve İslâm'ın temeli olmuştur. Zira tanrılık İsa'ya
gelmiş ve
Allah İsa'da yok olmuştur, batıl inancında olan bir kimse, gerçekte
Allah'ı
inkâr etmiş ve yok saymış olduğu halde yine de kendine göre diyebilir.
Ve bunun
altında, fakat Allah İsa'dır, veya İsa'dadır gibi bir inanç da
gizleyebilir.
Yine bunun gibi bir başkası da derken, fakat Muhammed Allah'dır veya
Allah
Muhammed'in şahsındadır gibi batıl bir vahdet-i vücud inancı
gizleyebilir.
Halbuki katıksız şirk, katıksız inkâr, Allah'ı görevlerinden soyutlayıp
tatile
çıkarmak ve hulûl inancı, nasıl bir küfür ise; Allah'ı, kâinatta veya
varlıklardan birinde yok olmuş saymak sûretindeki vahdet-i vücud
iddiası da
öylece batıl bir inançtır ve öylece küfürdür. Gerçek tevhid inancında
Allah'dan
başka herşey Allah'da fena bulacaktır, her şey Allah'a irca olunur.
Allah,
kendisinden başka hiçbir şeye, hiçbir varlığa irca olunmaz. Allah her
şeyi
örter ve kaplar, hiçbir şey Allah'ı örtemez, kaplayamaz. Allah'ı ve
Allah'ın
âyetlerini örtbas etmeye çalışan kâfirleri de Allah sevmez.
32-İşte
bütün bu şüphelerden dolayı, açıkça
peygamberliğe şahedet edilmedikçe, Allah'ın birliğine, Allah'ın
kendisinin
şehadeti gibi gerçek bir şehadet yapılmamış olacağından İslâm'da bu iki
şehadetin birleştirilmesinin şart olduğunu ve Allah'a itaat ile
Resulüne
itaatın birbirini gerektirdiğini ve Allah'ın rızasına, mağfiretine,
rahmetine
ermenin ancak bu sûretle mümkün olacağını açıklamak üzere; "De ki,
Allah'a
ve Resul'e itaat ediniz! Eğer onlar yüz çevirirlerse, şunu bil ki,
Allah
kâfirleri sevmez." buyurulmuştur.
Şu halde
bahis, tanrılıktan peygamberliğe geçmiş olmakla, Hz. Muhammed'in
peygamberlik özelliğini anlatmaya ve bütün gerçekleri ortaya koymaya
gelmiştir.
Onun peygamberliği bir tekamül sistemi içinde ilâhî ıstıfa (seleksiyon)
ya
mazhar olmuş bir kadim peygamber hanedanından geldiğini tesbit edip
desteklemek
üzere, herşeyden önce, alelade insanlardan seçkin durumda olan
peygamberliğin
niteliğini ve genel olarak bütün peygamberlerin yüce kadrini anlatmak
için,
daha sonra da Hıristiyanlığın özüne ve içyüzüne geçip Hz. Meryem ile
oğlu Hz.
İsa'nın hallerini ve dine davetindeki, tevhid inancına davetindeki
tutumunu ve
bu arada Hz. Zekeriya ile Hz.Yahya'nın yüce kadrini beyan ederek, hem
hak ve
hakikatı dile getirmek ve açığa çıkarmak, hem de bütün bunlar hakkında
yahudilerin ve hıristiyanların ifrat ve tefrit arasında bocalayıp duran
tutumlarını iptal etmek; daha sonra bunların Hz. İbrahim hakkındaki
mücadelelerinin de kof olduğunu göstererek onun, Yahudilikle ve
Hıristiyanlıkla
bir ilişkisi bulunmadığını ispat etmek ve nihâyet bütün peygamberlerin,
bir
Allah'a ibadet ve itaatten başka bir yol izlemediklerini, kendilerine
veya
meleklere veya diğer bir peygambere ibadete davet etmek gibi bir
ihtimal
bulunmadığını, böyle bir şaibeden uzak olduklarını ve binaenaleyh Hz.
Muhammed'in peygamberliğinin bütün yönleriyle sağlam temeller üzerinde
bulunduğunu ve İslâm'dan başka bir din aranamıyacağını beyan ve tebliğ
ettikten
sonra onun hükümlerinin uygulanmasına geçilmek için evvela buyuruluyor
ki:
33-
Burada
içinde yaşadığımız asrı en çok uğraştıran
pek önemli bir ilmi kanun ile peygamberlik meselesinin niteliği
gösterilivermiştir. Şimdi Peygamberlik nedir? Peygamberlerin diğer
insanlardan
ne farkı vardır? Ne için Allah, herkese bizzat emrini tebliğ etmesin,
kelâmını
ve emirlerini anlatmasın da ayrıca peygamber göndersin? Bunlara ne
lüzum var mı
diyeceksiniz?
Bunu
anlamak için varlıkta ve özellikle canlı varlıklar dünyasında, hele
hele akıl sahibi olan canlılar dünyasında Allah'ın rablık sıfatının
gereği
olarak bir tekamül (gelişme) ve ıstıfa (seleksiyon) kanunu vardır ki,
bu kanun
O'nun Rablığının tanıklarından, ilim ve kudretinin, sonsuz rahmet ve
inâyetinin
kanıtlarından birini teşkil eder. İşte peygamberlik meselesi, bu ilâhî
geleneğin, bu hakikat yolunun ve bu ilmî kanunun çerçevesinde ele
alınacak
olursa, peygamberlerin nasıl olup da insanlar arasında fevkalade bir
imtiyaza
mazhar olabildikleri başka delil aramaya ihtiyaç bırakmadan, bilimsel
bir
kesinlikle ve en akla yatkın bir şekilde anlaşılır. Çünkü peygamberliğe
mazhar
olmayanların bunu dış gözlem veya iç gözlem yoluyla bizzat tecrübe
ederek
bilmeye, anlamaya çalışmaları abestir, boşunadır. Bunu anlamak için de
âyetteki
ve kayıtlarını iyi anlamak lazım gelir. Istıfâ: Lüğatte bir şeyin
safını, yani
en saf ve en halis olan özünü almaktır. Tasfiye bir şeyin karışığını,
bulanıklık şaibelerini giderip özünü çıkarmak, saf olanı karışık
olandan süzüp
ayırmak demek olduğu gibi, ıstıfa da en safisini seçip almaktır. Bir
madeni
tasfiye edip cevherini almak bir ıstıfa, o cevherler arasından herhangi
bir
şeye elverişli olanının seçip almak da yine bir ıstıfadır. İşte lüğat
anlamıyla
ıstıfa böyle karışık olanı seçip ayıklamaya, değişik maddelerden
meydana gelmiş
olan karışımları ayrıştırıp amaçlanan yönde geliştirmeyi hedef tutan
bir iradi
fiil ve bir iradi etkidir ki, yaratılışta bu fiil ve etkinin varlığını
sürdürmesine bilim dilinde "Istıfa Kanunu" deniliyor. Bunun frenkçesi
seleksiyondur. Lüğat anlamıyla ıstıfa genel olarak yaratılmış olarak
bir varlık
üzerindeki işlem olarak anlaşılır ve yaratılıştan sonraki bir iş olarak
ele
alınır: Gül yapraklarından gülyağı elde etmekte olduğu gibi... Burada
söz
konusu olan ıstıfa ise yaratılış sırasında hakim olan Allah Teâlâ'nın
ıstıfasıdır ki, asıl ıstıfa kanunu budur. Binaenaleyh bunda tasfiye ile
mevcut
safiyi, saf olmayandan seçip ayırmak anlamından daha fazla olarak
safiyi
yaratmak, ona vücut vermek mânâsı da eklenmektedir. Bundan dolayı
tefsir
âlimleri bu ıstıfayı iki farklı anlamda tefsir etmişlerdir: Birisi,
ıstıfa
yarattıklarının en halisi, mahlukatın en özü kıldı şeklinde olan
tefsirdir.
Diğeri de "Yakışıksız sıfat ve niteliklerden ayıklayıp güzel hasletler
ve
alışkanlıklar ile donattı." demek olan tefsir şeklidir.
Şüphe
yok ki, ıstıfa bu ikinci mânâda daha açıktır. İmam Fahruddin Râzî
bu ikinci mânâ üzerinde yürüyerek, peygamberlerin yaratılışı üzerinde
cereyan
eden ilâhî ıstıfayı, tabiatteki "Istıfa Kanunu" nazariyesine uygun
düşecek bir şekilde izah eylemiştir. Fakat bu izahın tamam olması için
birinci
tefsir şeklini de dikkatten uzak tutmamak lazımdır. Zira ıstıfa kanunun
akışında her aşamadaki ıstıfa ikinci mânâyı akla getirirken, yani
çirkin ve
olumsuz özellikler atılıp ayıklanırken, iyi ve olumlu özellikler ile
donatılırken, o donatma mükemmel olarak yeni bir yaratılışı da içine
aldığından
birinci manadan uzak değildir. Bunun için Rağıb Isfahanî demiştir ki:
"Allah Teâlâ'nın bazı kullarını ıstıfası, bazan başkasında olan
karışıklıktan, şaibeden safi olarak icad ile, bazan da bundan ari
olmayarak
ihtiyar ve hükmüyle olur. ilh..." Demek ki, müfessirlerden bazıları
bunun
birini diğer bazıları da öbürünü daha uygun bulmuşlardır. Hasılı ilâhî
ıstıfa,
mutlaka safî olanı hem yaratmak, hem de seçmek ile ilişkilidir. Şu
kadar ki, bu
yaratma ya başlangıçtadır veya sonradan ve ilâvetendir ki, bu sayede
bir safiden
daha safisi, ondan da daha safisi ilh... meydana gelerek sürekli bir
tekamül
mümkün olmaktadır. Başlangıçta maddesiz safi olarak yaratmak dahi
Âdem'deki
karışıklıktan tasfiye edilmesi mânâsını da içine almaktadır. Bu da bir
çeşit
ıstıfa demekse de ıstıfa sözünden normalde anlaşılan şey, mevcut bir
karışım
üzerinde yapılan işlemdir. Böyle bir ıstıfa dahi yeniden yaratmaktan
uzak
değildir. Bu sûretle ıstıfa, varlık düzenindeki yaratılış olayında
Allah
Teâlâ'nın koymuş olduğu bir Rablık kanunundan başka bir şey değildir.
Onun
koyduğu bir sünnet, yürürlükte tutup geçerli kıldığı kuraldır ki,
varlık düzeni
içinde olup biten bütün değişmeler ve gelişmeler, ancak bu kanunun
hasıl ettiği
fiil ve tesirler sayesinde olmaktadır. Yani ıstıfa, varlık düzeni
içinde yer alan
çeşitli varlıkların bir sıfat olarak değil, Allah Teâlâ'nın koymuş
olduğu bir
kanun, O'nun iradesinin eseri olan bir kuraldır. Tekdüze olarak sürüp
giden
atalet ve ıttırad prensibine aykırı olan ve ilâhî iradenin etkisine en
büyük
misal ve belge olan sebeplilik prensibi ile, sebeplerin değişmesiyle
sonucunda
değişeceği genel ilkesine bir yönden benzeyen bu kanun, tabiat icabı
olarak öne
sürülen nazariyeyi, devamlı olarak ve durmadan iptal etmek için, hem
her
aşamasında ıttırad kanununu iptal eder, hem de ilme ve sebeplerin
sürekliliğine
belge olmak için onu büsbütün ortadan kaldırmayıp beraberinde
sürükleyip
götürür. Bu sûretle görülüyor ki, ıstıfa tekamülün şartıdır ve birlikte
mütalaa
edilmesi lazım gelir. Bütün varlıkları bir tek varlık şeklinde bir
araya
toplayarak, onları çeşitli varlık ve hayat basamaklarına ayırarak,
basitten
mürekkebe doğru, veya noksanlıktan mükemmelliğe doğru en uygun ve
uyumlu bir
sınıflandırmaya tabi tutan ve bu sayede beşerin bilim ve teknolojisine
dahi
kendi sahalarıyla ilgili olarak uygun ve uyumlu bir sınıflama temin
eden bu
ıstıfa kanunu, kâinattaki olayların hepsinde kendini göstermekle
beraber, en
çok hayat olaylarında ve canlılar dünyasında, özellikle de insanın
yaratılış ve
gelişmesinde pek çok olarak kendini göstermektedir. Bu mütalaada
başlangıçta
maddenin basit ve safi, ya da karışık ve mürekkep olarak yaratılıp
yaratılmadığı bahislerine girmeye hiç lüzum görmeden, olayların şimdiki
durumda
bilinen tekamül derecelerini nasıl kazandıklarını ve kazanmakta
olduklarını düşündürmek
bile yeter. Şimdi şu karşımızda duran ve "âlem" denilen karışık
olaylar yumağını şöyle dikkatle bir düşünelim: Evvela bir feza (uzay)
ile
birçok gök cismini içine aldığı görülen genel bir görünüm karşısında
bulunuyoruz. Ve bu manzarada gök cisimlerinin birbirlerinden ayrılmış
ve farklı
farklı özellikler kazanmış olduklarını ve bu arada üzerinde yaşadığımız
yer
kürenin de onlardan ayrılmış olduğunu görüyoruz. İşte bunların herbiri
bize bir
ıstıfa örneği sunar. Sonra yer küremizi teşkil eden cisimler içinde üç
temel
kaynak denilen madenler (toprak), bitkiler ve hayvanların birbirinden
çok açık
ve mütekamil farklarla ayrılmış olduklarını görürüz; şöyle ki, ilk
maddeden
madenler, madenlerden bitkiler, bitkilerden de hayvanlar gittikçe artan
bir
tekamül ile gruplara ve türlere ayrıla ayrıla gelmiş gibi, bir gelişme
düzeni
ve tekamül çizgisi gösteriyorlar. Maden adı altında birleşen ve
madenleşme veya
cevherleşme denilen bir karışım, yine çeşitli tasfiye aşamalarından
geçerek ve
her aşamada başka başka yeni özellikler kazanarak yepyeni bir cevher
özünde
ıstıfa edilip çok çeşitli madenler zuhur ediyor. Yine her birinde
çeşitli
mertebede sınıflamalar da görülüyor. Sonra başka birtakım
özellikleriyle
bitkiler karşımıza çıkıyor. Bunlar madenlerde bulunan özelliklerden
daha başka
bir özellikle bambaşka bir ıstıfa şeklinde gelişme, büyüme ve üreme
gibi,
özellikle topraklardan silkinip bir yeni varlık manzarası arzediyor. Bu
da yine
kendi alanında, bitkilerin sınıflandırılması ve türlere ayrılması
sırasında bir
çok ıstıfa aşamalarını meydana getiriyor. Bunlar da her aşamada ıstıfa
ve
tekamüle uğruyorlar ki, madenlerdekine göre bunlardaki ıstıfa ve
gelişme çok
daha açık olarak görülüyor. Madenlerde milyonlarca yılda meydana gelen
ıstıfa,
yani cevherleşme bunlarda bir iki nesil içinde ve çok daha hızlı
biçimde
oluyor. Üçüncü olarak bir başka özellikleriyle hayvanlar âlemi geliyor.
İlkel
bitkiler ile ilkel canlılar arasındaki fark bizim için ister bilinsin,
ister
bilinmesin, ama bunların şimdiki durumda aralarındaki gelişmişlik farkı
o kadar
açıktır ki, hiç kimse bir çiçekle bir kelebeği karıştırmaz; çiçeği
dalından
koparır, kelebeği de kovalamaya mecbur kalır. Ve bilir ki, bitkisel
hayat,
kelebekte fazlasıyla vardır. Fakat kelebekteki hayat çiçekte yoktur.
Çiçek kelebek
haline gelmek için topraktan bir daha silkinmiş, daha mütekamil bir
ıstıfaya
mazhar olmuştur. Bu sûretle bitkisel özellikler, hayvansal özelliklere
eklenerek gelişmişlik düzeninde bir de hayvansal varlıklar zuhur
etmiştir. Bu
da hayvanlar arasında bir sınıflamayı gerektirmiştir ve hayvanlar da
bitkilerden daha çok sınıflara ayrılmıştır. İşte yer küremizde, onu
öteki gök
cisimlerinden ayıran ilk yaratıldığı andan beri, onun üzerinde
görülegelen bu
değişimler içinde çok çeşitli ıstıfa aşamalarından geçtiği o kadar açık
seçiktir ki, bunda tabiat adı verilen ve hep tekdüzelik özelliği
anlamına gelen
oluşlar her aşamada bir yeniden yaratılışa tabi tutulmuş, alışılmışın
aksine
her aşamada bir harika eklenerek yeni bir varlık şeklinde ortaya
çıkmıştır.
Tabiatta hiçbir olayın bir önceki olayla eşit şartlarda ve aynen tekrar
etmediğini, bu yüzden tam anlamıyla ve sanıldığı gibi hiçbir
değişikliğe
uğramadan sürüp giden bir tabiat davasının batıl olduğunu ilim ve
tecrübe
ortaya koymuş bulunmaktadır. Bu değişiklik içindeki ıttırat ve
tutarlılıktan
okunan bütünlük düzeninin kendi yaratıcısı ve düzenleyicisi varlığın
kendisi
olmayıp, bu düzenleme özelliğinin varlıkların kendi içlerinde
bulunmadığı, daha
açık bir ifadeyle, sonradan yaratılmış olan varlıkların hiçbirisinin ne
sebebi,
ne de gayeleri kendi varlıkları içinde aranmamalıdır. Bütün varlıklar
bir araya
toplanıp cem edildiği zaman illet-i küll denilen ve hepsinin varlığına
vücut
veren esas sebebin bunların toplam varlığı içinde yok olmayıp, tam
aksine bütün
varlığın o illet-i küll içinde fâni olacağı ve Allah'ın birliğinin
ancak bu
illet-i bakiyeye ait olduğunu ve binaenaleyh bütün âlemin de bir tabiat
olmadığını gösteren açık bir delil ve şahit vardır. Akıl ve ilim
sahiplerinin
bu ıstıfa sırrını pek iyi düşünmeleri lazım gelir. Bu ıstıfayı yapan,
varlıkları böyle bir asıldan ayırıp ayırıp peyderpey çoğaltan ve
türlere
ayıran, onları tekamül ettiren gücün, âlemlerin yaratıcısı olan Allah
olduğunda
şüphe eden hiçbir ilim sahibine tesadüf edilmemiştir. Şu kadar ki, bir
takım
kimseler bu çeşitli tabiatların hep birbirinden doğarak geldiğine ve
her
mükemmelin bir noksandan kendiliğinden çıktığına, her sonradan olandaki
ıstıfa
kuvvetinin bir öncekinde yine kendiliğinden var olduğuna, değişmenin de
bu
ıstıfanın eseri olduğunda şüphe etmemekle beraber ıstıfanın sebepsiz,
illetsiz
ve gerekçesiz olduğuna ve bu suretle ıttırad, tam zıddı olan değişme ve
çeşitlenmeyi zorunlu olarak meydana getirdiğine ve bu çelişki içinde
âdî ve
gelişigüzel bir tabiat kanunu olduğuna sahip olmak gibi bir çelişki
içine
düşmüşlerdir. Bu noktada bugün tabiat biliminde ilim adamlarının iki
çelişkili
teoride ısrar ettiklerini görüyoruz:
1-
Diyorlar ki, ıstıfa kanunu ve tekamül prensibi gereğince bütün
varlıklar bir tek varlıktan, bir tek kökten doğup çoğalmışlardır.
Binaenaleyh
bütün canlılar, bir tek ilk canlıdan üreyerek veya değişerek gelmiştir.
Ve bu
tekamül ve bu ıstıfa bitkilerden madenlere geçerek ta bir ilk maddeye
kadar
gerisin geri irca olunuyor. Binaenaleyh insan dahi iptidaî canlılardan
üremiştir.
2- Her
hayvan, her bitki mutlaka ve behemehal kendi türünün bir
tohumundan ürer veya doğar. Pastör bunu tecrübeye bağlı olarak ispat
etmiştir.
Binaenaleyh tohumsuz bir üreme olmayacağı gibi, mesela nohut tohumundan
buğday
çıkmaz, balık tohumunda köpek çıkmaz, maymun tohumundan ayı doğmaz,
hatta
zatürre tohumundan tifo mikrobu doğmaz.
Görülüyor
ki, bu iki dava birbirine tamamen zıttır. Biri bilimsel ve
doğru ise öbürü değildir. Bugün herkes bilir ki, yer küremiz sonradan
teşekkül
etmiştir. Ve üzerindeki hayvanlar da sonradan meydana gelmiştir. O
halde
bugünkü canlıların başlangıcı olan tohumlar nasıl oluştu? Tabiat
nazariyesine
en uygun olan Pastör nazariyesinde bu suâle cevap yoktur. Meğer ki,
arzın
değişimi ve sonradan yaratılmış olduğu inkâr edilsin. Halbuki önceki
nazariye
ıstıfa ve tekamüle dayanarak buna cevap verebilir; nice bin derece
sıcakta
kaynamakta olan maddelerden ıstıfa ve tekamül kanunu ile gazları,
sıvıları,
katı cisimleri, madenleri, bitkileri, hayvanları çıkarmak imkânını
bulabilir. Fakat
bunu bulmak için olayların, nasıl maddedeki asıl ve zati çerçeveyi
aşabildiğini
ve o asıldan daha gelişmiş, daha mütekâmil özellikler kazanabileceğini
ve
dolayısıyla hakiki etkenin, maddenin kendisi değil, ona hükmeden ve ona
etki
eden, onun üstünde istediği gibi tasarrufta bulunan bir yaratıcı gücün
olduğunu
kabul etmek gerekir. Ve bunu itiraf edip söylemek için, tabiat
davasından
vazgeçip onu bir yana bırakmış olduğunu ilan etmek lazım gelir, yoksa
bu da
kendi içinde kendisiyle çelişkiye düşmüş olur. Istıfa ve tekamül
kavramlarının
tabiat fikri iddiasıyla nasıl uzlaştırılabileceği sorulduğu zaman,
değişiklik
ifade eden ıstıfa ile tekdüzelik demek olan ıttırad kanununun aynı
tabiat
kanunu olduğunu, bu ikisinin tek ve aynı şey olduğunu söyleyenler, bir
çelişkiden
başka bir şey söylemiş olmazlar. Bunlar ilmin esası olan ve gerçeğin
kendi
kendisine uygunluğu ve sebeplilik kanununa küfretmiş olurlar. O zaman
ne ilim
kalır, ne bilgi, ne bilen, ne bilinen, ne tabiat ne de varlık... Bu
noktaya
gelince bütün hakikatı itiraf ederek ıstıfanın tabiattan değil, fakat
mutlak
kudretin sahibi olan yüce yaratandan, O'nun iradesinden geldiğini ve
binaenaleyh fıtrat denilen yaratılışın tabiatten önceliğini itiraf
etmek
gerekir. Bunun içindir ki, ıstıfa nazariyesinde irade terbiyesinin
önemi pek
büyüktür. Şu halde tabiat bilimleri, tabiata aykırı harikaları inkâr
ettirecek
bir zaruret, bir kesinlik değildir. Her zaman aksine oluşların ve
yaratılışların mümkün olduğu bir alışılmışlık anlamı ifade eder.
İşte
peygamberliğin niteliğini anlatmaya yönelik olan ve Hz. İsa'nın
yaratılışına dahi bir mukaddime teşkil edecek olan bu âyette ıstıfanın
zaruri
bir mutlak ıttırad değil; tabiat üstü bir fıtrat, bir üstün yaratış
ifade eden
bir ilâhî fiil olduğuna ve aslî maddelerin zarureti ve kadim olduğu
görüşünden
de sarfınazar etmek gerekeceğine bir uyarıdır. Binaenaleyh tabiat
davasıyla her
şeyi değişmez bir tekdüzeliğe bağlayıp, onunla mukayese ederek izah
etmeye,
yaratılışta ayan beyan görülmekte olan fevkalade terakki ve tekamülü,
değişme,
gelişme ve ayrışmayı inkâra veya durdurmaya kalkışmak doğru bir yol
değildir.
Ve bu cümleden olmak üzere insan tabiatı namına insanların hepsini
fıtrat,
kuvvet ve melekât bakımından aynı seviyede saymamak ve bu suretle
birçoklarında
yok diye nübüvveti, risaleti ve peygamberlerin mucizelerini imkansız,
akıl dışı
gibi zannetmemek ve İsa meselesini de işte bu esas çerçevesinde anlamak
lazım
gelir.
34-Aslında
ıstıfanın iradeye bağlı olduğuna, ilim
ve eğitimdeki önemine en büyük misal, tabiat üzerinde iradesiyle
tasarrufta
bulunma kabiliyetine doğuştan haiz olan insanoğlunun kendisidir. Onun
daha
ileri ve daha mükemmel bir ıstıfaya da aday olduğuna dikkat çekmek
için,
beşerin ıstıfasından başlayıp insanoğlunun bütün varlık içinde en
gelişmiş, en
çok ıstıfaya uğramış bir tür olduğunu göstermiştir. Âyet yalnızca bunu
göstermekle de yetinmemiş, bu ıstıfanın, bugün birbirinin devamı olarak
sürüp
giden bu türün yaratılışında, başlangıç noktası olan Âdem'in oluşumunu
sağlayan
tohumdan başlamayıp, doğrudan doğruya kendisinden başlaması da
ıstıfanın
tabiatın kendiliğinden olan bir kanunu değil, onun ilâhî iradeye bağlı
bir
kanun olduğunu ve sonra bu ıstıfanın, yine ilâhî iradeyle "birbirinden
gelen bir zürriyet olarak" ifadesi de nesilden nesile süzülerek
yapıldığını,
artarak ve gelişerek tekamül ettiğini de göstermiştir. İşte
peygamberliğe
mazhar kılınan zatların böyle bir ıstıfa ile diğer akıl sahiplerinden
daha
seçkin ve daha özel bir ilâhî ıstıfa ile geldiklerini ve bu arada en
mükemmel
bir ıstıfa mertebesiyle Âdem, Nuh, İbrahim soyu ve İmran soyu zincirini
izlediğini, İsa'nın İmran soyundan, Hatemül-Enbiya olan Hz. Muhammed'in
de
İbrahim soyundan bulunduğunu ve şu halde gerek peygamberliği inkâr
vadisinde,
gerek bunların yüce kadirlerinin inkârı konusunda gizli veya açıkça
söylenen
sözleri veya beslenen fikirleri Allah Teâlâ'nın işitir ve bilir
olduğunu
anlatmıştır.
Artık
birlik ile çokluk, tabiat ile irade arasında bağlantı teşkil eden
ıstıfa kanununu ve bunun ifade ettiği tekamül ve terbiye sırrını
hakkıyla düşünüp
tasavvur edenler en açık bir ilmî kesinlikle şu gerçekleri itiraf
ederler:
1- Her
kanun, kanun üstü bir yaratılış olayı ile başlar.
2- Her
olayın, bir kanun olması zaruri değil, mümkündür.
3- Bir
olayın, kanun olması için tekdüze olarak sürüp gitmesi şarttır.
Fakat her sürüp gidişin onun zıddı olan bir ihtilafa dönüşmesi de
zarurîdir.
Binaen-aleyh varlığın zaman içinde sürüp gitmesi, aynen ve ebediyyen
böyle
sürüp gideceği anlamına gelmez; çünkü bu onun zatından gelen kalıcı bir
özellik
değildir, yeni yeni benzer olayların tekrarıdır. Zatında bakîlik
özelliği,
varlığın değil, onu yaratan Hâlikın sıfatıdır.
4-
Tabiat, haddizatında değişmez bir zaruret değil, alışkanlığa bağlı bir
zaruret ifade eder. Binaenaleyh bugün algılanan bir tabiat, dünün veya
yarının
olaylarına zaruri olarak hakim değildir.
5-
Türlerin bireylerinde tıpatıp aynilik mümkün olmadığı gibi, mutlak
eşitlik mümkün değildir. Onlarda o türün ortalama özelliklerinin
üstünde de,
altında da kalan bir takım belirgin özellikler, üstünlükler ve
noksanlıklar
daima vardır. Binaenaleyh türün bütünlüğü ve birliği, gelişmeye veya
gerilemeye
engel değildir.
6-
Varlık denilen bu çeşitli âlemlerden gelişerek temayüz etmiş olan
çeşitli yaratıklar arasında beşer nevi, hepsinden mükemmel bir ıstıfa
ile varlık
içinde kendini göstermiştir. Istıfanın iradî olması meselesi özellikle
insanda
açıkça görülmektedir. Beşeriyete ait olan bu gelişmişlik, ilâhî kemale
en yakın
olan ve madde ile tabiat üzerinde en ziyade tasarrufa istidatlı bulunan
bir
kemale yöneliktir.
7-
Peygamberlik, beşeriyetin nevine mahsus bir özelliği değil, insan
nevinde en mükemmel bir ilâhî ıstıfadır. Bunu da ardarda sürüp giden,
derece
derece durmadan daha mükemmele doğru yönelen bir ıstıfa zinciri takip
etmiştir.
Herhangi bir türde, o türün fertleri, türün altında veya üstünde bir
takım
üstün özelliklerle farklı olabildiği gibi, bu farklılık ve değişiklik
beşer
sınıfları ve fertleri arasında daha fazladır. Hatta beşer fertleri ve
sınıfları
arasındaki farklılık ve değişiklik o kadar çoktur ki, başka türlerde bu
kadar
çok farklılıkların her biri bir başka cins sayılmaya bile layıktır.
İnsanların
hiçbirinin şahsî hasletleri bir başkasına ölçü olmaz. Zeyd'in nefsi,
vicdanı,
duyguları ve yönelişleri, bilgi ve iradesi, kabiliyet ve
kabiliyetsizlikleri,
arzusu ve alışkanlıkları ile Amr'in nefsi ölçülemez. Beşeriyetin
fertleri
arasında çeşitli hayvanları, hatta melekleri, cinleri ve şeytanları
temsil eden
karakterler vardır; neler neler vardır. Hatta beşerin akılları bile ne
kadar
farklı farklıdır. Beride henüz şahsiyeti gelişmemiş, burnunun
ucundakini
göremeyen bir akıl; ötede mekanları, zamanları aşmış, şahsiyetinden
çıkıp bir
küllî ruh olmuş diğer bir akıl ve ruh vardır. Ve "Akıl için yol
birdir." misaline uygun düşen akıl, esasen böyle küllî bir akıldır ki,
gerçek kıvamını bulmuş, hakiki mebdeini anlamış, şerikten münezzeh olan
Hak
Teâlâ'nın vahdaniyyet yolunu tutmuştur. Binaenaleyh, insanın
ıstıfasının pek
güzel örneklerini veren böyle seçkin akıllara beşer fertleri arasında
çok bol
olarak rastlanmaması, bunların ne beşeriyetlerini, ne de gerçekten
beşer içinde
ileri ve üstün olduklarını inkâra sebep teşkil etmez. Bunun gibi
alelade
akılların hayran olacağı, en yüksek bir ilâhî ıstıfaya mazhar olmuş
olan
Allah'ın peygamberlerinin de ne beşer türünden olduklarını, ne de türün
üstünde
olan imtiyazlı özelliklerini inkâra aklen ve ilmen hiçbir sebep yoktur.
Istıfa
kanununu bilenler ve bütün sonuçlarıyla birlikte genişce
anlayabilenler, bunu
kendi nefislerinde tecrübe etmeseler bile, şüphesiz bir istidlal ile
dolaylı
olarak ilmen ve aklen anlayabilirler. İnsan yok iken, insan tohumu da
yok iken,
insanı yaratıp meydana getiren Allah, onu ıstıfa üzerine ıstıfaya tabi
tutarak
nesilden nesile ıstıfa ederek neler yapmaz neler...
İşte
peygamberliğin niteliği bu en büyük ıstıfanın eseridir. Ve bunun en
büyük misali de Hz. Muhammed'in peygamberliğidir.
Bunu
Halîmî gibi İslâm filozofları şöyle izah etmiştir:
"Peygamberler, gerek cismani kuvvetlerde, gerek ruhani kuvvetlerde
başkalarına benzemezler. Dış ve iç duyuları gibi idrak güçleri, görme,
işitme,
koklama, tatma ve dokunma duyuları, hafıza ve zeka gibi zihinsel
güçleri, aklî
ve ruhî güçleri, yalnızca derece bakımından değil, nitelik bakımından
diğerlerinden farklı bir mükemmelliğe ve ulaşılabilecek en üst düzeye
sahiptir.
Mesela, uzakları görmekle kalmazlar, arkadan ve perde gerisinden de
görebilirler. Başkalarının işitemediği sesleri, duyamadığı kokuları
işitir,
duyar ve anlarlar. Şifâ-yı Şerif'de de ayrıntılı olarak açıklanmış
olduğu üzere
Peygamber efendimizin cismanî ve ruhanî kuvvet ve melekeleri ne kadar
yüksekti.
Özetle
yine Fahruddin Razî Hazretleri der ki: "Bu konuda sözün
tamamı şudur: Nefsi kudsî-i Nebevî, normal şahsiyetlere bile nitelik
yönünden
ters düşen bir özelliğe sahiptir. Yani onların şahsiyetlerinin
hakikatı, beşer
cinsi içinde en mükemmel bir nevidir. Zekada, fetanette, hürriyette,
yücelikte,
cismani ve şehvani güçlere hakimiyet ve üstünlükte özel bir
mükemmelliğe sahip
peygamberin kutsal kişiliğinin gereklerindendir. Ruh şeref ve safada;
beden
taharet, temizlik ve arılıkta son derece yüksek olunca şüphe yok ki,
bedensel
ve ruhsal güçlerin hepsi kemalin son derecesine ererler. Zira bu
kuvvetler
ruhtan bedene doğru feyiz saçarak akan nurlar mecrasındadırlar. Esas
yapıcı ve
alıcı güçler gelişmenin son noktasında olunca onların ortaya koydukları
eserler
de son derece güçlü, şerefli ve sâfî olacaktır. Binaenaleyh âyetin
mânâsı şu
olur:
Cenabı
Allah, yeryüzünde sakin olan canlılar arasından ve hatta melekler
de dahil bütün yaratılmışlar arasından Âdem'i seçip ıstıfa etti. Beşer
soyu
üzerinden henüz bir üreme aşaması geçmediği halde o zamanki mahlukat
arasında
ve hepsinden seçkin, saf ve temiz bir fıtrat üzerine yarattı. Bilmek
gerekir
ki, insan insandan doğar mutad kural ve kaidesi ezelî ve zarurî bir
kanun
değildir. Başlangıçta insan, insandan doğmadı. Bunun başka bir
mahluktan
doğduğunu farzetmekle insan insandan doğar kaidesinin genelliği,
ezelîliği ve
zarurîliği sağlanmış olmaz. Her ne olursa olsun, en az başlangıçta bir
insan
vardır ki, işte o insandan doğmamıştır. Bu konuda zarurî, ezelî ve
istisnasız
genel ve küllî olan bir kural varsa o da şudur: Her insan Allah'ın
mahlukudur.
Buna iman eden hiç yanılmaz. Her insan insandan doğar, diye iman eden
yanılır.
Evet Âdem'i o zaman ki mahlukattan daha üstün ve temiz bir fıtratla
yarattı.
Sonra Cenab-ı Allah, ruhanî kuvvetlerin gelişmesini ve kemale ermesini
Âdem'in
soyundan belli kısmına nasip etti, onları ürettirdi. Sonra Nuh'a, daha
sonra
İbrahim'e geldi. Sonra İbrahim'den iki kol ayrıldı; İsmail ve İshak.
İsmail,
Hz. Muhammed'in kudsî ruhunun zuhuruna ve seçilmesine başlangıç oldu.
İshak da
evlattan evlada ta Âl-i İmrân'a kadar Yakup soyundan peygamberliğe ve
İys
silsilesiyle mülke başlangıç oldu ve bu hâl Hz. Muhammed'in zuhuruna
kadar
sürüp gitti. Bütün peygamberler zaman içinde âlemlerin en seçkinleri
idiler.
Nihâyet Hz. Muhammed'in zuhuru ile gerek nübüvvet nuru, gerek mülk
şerefi
Muhammed aleyhissalatu vesselama intikal etti."
"Âl",
kelimesi, yakınlıkta ve mezhepte bir kişiye raci olandır.
Âl-i
İbrahim'den murad, bütün müminler denilmiş ise de sahih olan âyette
geçtiği üzere "Zürriyetimden de Ya Rabbi, dedi. Allah buyurdu ki: zalim
olanlar benim ahdime nail olamazlar." (Bakara, 2/124) gereğince ilâhî
ahdin içinde olanlar, onun zalim olmayan zürriyeti ve özellikle Hz.
Muhammed
Mustafa'dır.
Âl-i
İmran'a gelince: İmran da ikidir. Birincisi Hz. Musa ile Hz.
Harun'un babaları, yani Yakub'un oğlu Levi'nin oğlu Yashür'ün oğlu olan
İmrandır. Bilindiği gibi, Hz. Yakub'un babası İshak, onun da babası
İbrahim'dir.
Rivâyet olunduğuna göre, bu İmran'ın da Meryem isminde bir kızı varmış
ki bu
kız Hz. Musa ile Harun'un büyük kızkardeşleri oluyor.
İkincisi
de Hz. İsa'nın anası Meryem'in babası olan İmran b. Metan'dır
ki, bu da İyşa oğlu Davud oğlu Süleyman peygamber soyundandır. Bu soy
da yine
Yakub oğlu Yehuda'nın soyudur. Burada Âl-i İmran her ikisine de
ihtimali
bulunmakla beraber, ikinci İmran'a ait olması âyetin siyakına göre daha
açık ve
kuvvetli görülmektedir. Fakat genel anlamıyla gerek birinci ve gerek
ikinci her
iki İmran soyuna ait olduğunu söylemek de yanlış olmaz. Bu iki İmran
arasında
bin sekiz yüz sene geçtiği de söylenmiştir.
Genel
olarak bu ıstıfa sırrı iyice düşünüldükten ve anlaşıldıktan sonra
gelelim Âl-i İmran'a, Meryem ve İsa'ya.
Şimdi şu
kıssaları hatırda tutunuz. Bir Allah'tır işiten, bilen:
35-36-37-
Rivâyet olunuyor ki, Hz. İsa'nın ninesi,
İmrân'ın karısının ismi Hanne binti Fâzuka (Fâzuka'nın kızı Hanne),
Hanne'nin
kızkardeşi ve bir rivâyette Meryem'in kızkardeşi İyşâ da Hz.
Zekeriyya'nın
karısı ve Hz. Yahya'nın annesiymiş. Peygamber (s.a.v.) efendimiz:
"Yahya
ile İsa teyze oğullarıdır." buyurmuştu.
"Muharrer"
kelimesi, esasen iyice azadlanmış, halis, hür
bırakılmış demektir ki, ibadette ihlas sahibi (samimi) veya mabed
hizmetçisi
veya dünyadan âzâde mânâlarıyla tefsir edilmiştir.
"Mihrâb"
bilindiği üzere cami ve mescitlerin ön tarafında
imamın duracağı belli yerdir. "Zikr-i cüz, irade-i kül" (bir kısmın
söylenmesiyle, o şeyin tümünü kastedme) yoluyla mescide, aynı şekilde
en
şerefli, en ileri mevkiye de mihrab denilir. Fakat burada mihrabdan
maksat,
mescidde merdivenle çıkılır bir mahfel olduğu beyan ediliyor ki, Hz.
Meryem,
Zekeriyya aleyhisselam tarafından buraya konulmuş ve burada muhafaza
edilmişti.
İşte ana
karnında babasından yetim kalan Hz. Meryem, böyle bir
ruhaniyetle doğmuş ve böyle bir mihrabda Allah katından özel nâiliyyet
ile
yetiştirilmişti. O mihrab ki:
38-39-40-41-
Allah'tan bir kelimeyi (yani İsa'yı) tasdik
edici. Burada Hz. Yahya'nın, Hz. İsa'yı ilk tasdik eden kimse olduğu
zikrediliyor. Bu tasdik, Yahya'nın ana karnına düşmesiyle başlamıştır.
Çünkü
"âkır", hayız ve nifastan kesilmiş çok ihtiyar bir kadının hamile
kalması da âdete aykırı bir şeydir. Şu halde Yahya, Cenab-ı Allah'ın
âdete
aykırı şeyler yaratabileceğine fiilen bir şahittir. Ve onun vücuduyla
esas
tasdik ettiği de "Allah dilediğini yapar." kelâmıdır. Bu ise
Meryem'in de, âdet dışı olarak, hamile olabileceğini tasdiktir. Bu mânâ
iledir
ki, Yahya'nın anasının Hz. Meryem'e: "Benim karnımdaki, senin
karnındakini
tasdik ediyor." dediği rivâyet ediliyor.
Bir
efendi: Kerim (cömert), halîm (yumuşak), batıla tenezzül etmeden
güzel şekilde insanların rızasını (hoşnutluğunu) alır, yaşıtlarına
üstün,
başkanlığa layık, gücü, kudreti varken, gerek kadın ve gerek diğer
dünya
şehvetlerinden nefsini son derece koruyan ve zapteden, mücerred
(soyut),
namuslu, zahit, dünyayı terkeden. Bir nebevî hadiste varid olduğu üzere
bir
hata yapmamış, kelime (Hz. İsa)yi tasdik edici olan Yahya böyle bir
efendi,
böyle bir zahid, böyle bir salih peygamber idi. Hz. Yahya'nın İsa'dan
yaşça
altı ay büyük olduğu çoğunlukla rivayet edilmiştir. Bununla beraber üç
yaş da
denilmiştir. İşaret edilen (Yahya), İsa'nın göğe kaldırılmasından önce
şehit
edilmiştir. Bir hadis-i şerifte şöyle rivâyet edilmiştir: "Dünyanın
Allah'a karşı değersizliğindendir ki, Zekeriyya'nın oğlu Yahya'yı bir
kadın
öldürmüştür." Meryem'in kefili, Yahya'nın babası olan, kin ve
iftiralarla
şehit edilen Hz. Zekeriyya da böyle nezih ve fevkalâde (olağanüstü) bir
Rabbanî
(ilâhî) mazhariyette bulunuyordu. Yine Âl-i İmrana (İmran ailesine)
gelelim.
Şunu da
hatırda tutunuz. Yine bir Allah'tır işiten, bilen:
42-43-
Hz.
Meryem böyle bir ilâhî seçeneğe tertemiz,
pampâk idi. Çirkin hallerden, yahudilerin iftiralarından uzak ve temiz
idi.
Hiçbir kadında görülmemiş bir şekilde Hz. İsa'ya anne olması yönüyle,
dünyadaki
kadınların hepsinden üstün oldu. Bu seçmenin eseri ve bu temizliğin
iyilik
alâmeti olmak üzere ibadet ve taat ile meşgul olur, Rabbinin divanına
durur,
kaşını gözünü kaldırmaz, dualar eder, secdelere kapanır, namaz kılar,
asilerle
değil, namaz kılan taat ehli cemaat ile beraber olur, "Beyt-i Makdis"de
ibadet ederdi. Böyle yapması için kalbinde meleklerin kendine ilham
ettiğini
duyar ve bu emirlere uyardı. Yahudilerin ve hıristiyanların bilinen ve
görünen
namazlarında rüku' bulunmadığına göre "rüku' edenlerle rüku' et"
ifadesinde rüku'un mânâsı, namaz veya taat ve şükür veya İslâm'dakinden
başka
bir şekil veya aynen öyle olması hakkında tefsirciler çeşitli
açıklamalarda
bulunmuş ve aynı zamanda "rüku' edenler" ile beraberliğin mânâsı da
açıklanmıştır. Her halde kıyam (ayakta durma), secdeler ve rüku'un,
namazın erkanı
(içindeki farzları)nı ve "râkiîn", cemaati ifade ettiği açık
olduğundan, Meryem'in namazında bir rüku' bulunduğu meydandadır.
Maiyyet
(beraberlik) ise Meryem sûresindeki "Onlarla kendi arasına bir perde
çekmişti" (Meryem, 19/17) âyetinin delaletiyle perde arkasından cemaate
uymakla tefsir edilmiştir. Bununla beraber mutlak (kayıtsız) da olsa
Meryem'in,
erkekle beraber ancak cemaatla namaz halinde bulunduğunu anlatır.
44-Bundan
dolayı senin uyulması zorunlu bir büyük
peygamber Muhammed Mustafa olduğunda ve bu haberlerin hak vahy
bulunduğunda
şüphe yok.
Bu
hatırlatmanın sonunda ve düşmanlık noktasında Meryem'in seçimiyle
ilgili olarak İsa kıssasınında bütün gerçeklerini anlatmak için şunları
an:
45-46-Mesih
kelimesi İbranice aslında
"mübarek" mânâsında "meşih"tir ki, İsa'nın lakabıdır.
"İsa'nın, "iyşu' "nun Arapçalaşmışı olduğu geçmişti.
Kelime:
Nahiv ilmi terimi olarak, "müfred (tek) bir mânâya konmuş
kelimedir ki, isim, fiil, harf veya edat ismiyle üç çeşittir. Mürekkeb
(birleşik)lere ve lafız (kelime)dan başkasına söylenmesi mecazdır.
Mantık
teriminde ise "kelime" nahivdeki fiil demektir. Burada isme karşılık
olma karinesiyle bu mânâ daha yakın görünüyor.
Râğıb,
"el-Müfredat"ında der ki: "Kelm, duyma veya görme
(gibi) iki histen biriyle idrak olunan (algılanan) bir tesirdir. Bunun
için
tesiri açık bir cerh (yaralama) mânâsına gelir. Kelâm ise duyma
hissiyle
anlaşılır. Kelam, dizilmiş kelimeler ile içerdiği mânâlara, tümü
itibarıyla,
ıtlak edilir. Nahiv'de bunun bazan bir kısmı olan isim veya fiil veya
edatlara
da denirse de, çoğunlukla birleşik ve müfid (bir anlam ifade eden)
cümleye
denilir. (Yani kelâm, bizzat kastedilen cümledir). Bundan dolayı
Nahiv'de
"kelâm", "kavil"den daha özeldir. Zira "kavil",
müfret (tekil) de olabilir. Kelime ise Nahiv'de isim veya fiil veya
edat üç
çeşit kelâmın fertlerinden her birine ıtlak edilir. Bununla beraber
"kelime" ıtlakı bu üçle sınırlandırılmış değildir. Bir kelâm, bir
kasîde, bir kitap, sözlü ve fiilî bir hüküm, bir önerme bir şey...
kelime olur
ki, Kur'ân'da bunun birçok misalleri vardır. Kelime-i tevhid, kelime-i
İsa ve
diğerleri bu cümledendir". Demek ki "kelâm" denmesinde esas,
bizzat veya vasıtalı duyma tesiri altında bir mânâ telkin etme yönüdür.
Kelâm,
böyle bir araçdır. Kelime ise gerek duymanın ve gerek görmenin etkisi
altında
mânânın telkini yönlerinden daha geneldir. Mesela ağızdan çıkan mânâlı
sesler
veya kitapta yazılan mânâlı yazılar kelime olduğu gibi, âleme bir
bakıldığı
zaman, bakışta seçkinleşen ve gözden gönüle geçip duygu tesiri altında
az-çok bir
mânâ telkin eden varlıklar ve görünen yaratıklar da birer kelimedirler
ki, Hz.
İsa da bunlardan biri idi ve Meryem'e böyle bir tesir ile geldi.
Allah
tarafından garip bir kelime, bir fiil ve tesir, normaldışı bir
yaratma işi, mânâlı bir eser. Burada buyurulmayıp da kelimenin nekre
(belirsiz)
olarak getirilmesi şu nükteleri ifade eder: Evvela bu kelime
tanınmadık, garip,
âdet dışı bir kelimedir. Ve bu sebeple İsa'nın hüviyetini teşkil eder.
Gerçekte
İsa'nın yaratılışı bilinen âdetin dışındadır. kaydı da bunun vasıtasız
bir
yaratma ve bundan dolayı âdet dışı bulunduğunu ve aynı zamanda bu
kelimenin
batıl olmayıp, bir "hak kelime" olduğunu gösterir. deki
ibtidaiyyedir. İkinci olarak, bu bir kelimedir, fakat kelime bundan
ibaret
değildir. Çünkü nekreler, yaygın fertlere delalet ederler. Buna göre
Allah
Teâlâ'nın daha başka kelimeleri bulunduğu unutulmamalıdır. "De ki:
'Rabbimin sözleri(ni yazmak) için deniz mürekkep olsa, Rabbimin sözleri
tükenmeden önce, deniz tükenir'. Yardım için bir o kadarını daha
getirsek (yine
yetmez)." (Kehf, 18/109). Ki o kelimenin ismi, Mesih İsa b. Meryem
(Meryem'in oğlu İsa Mesih)dir. Allah'dan bir kelime ki, ismi Meryem'in
oğlu İsa
Mesih. İşte hıristiyanların "ekânîm-i selâse" (üç esas: baba, oğul,
Rûhu'l-kudüs) diye, teslis (üçleme) ve te'lih (tanrılaştırma)
eyledikleri ve üç
şahıs dedikleri İsa'nın hüviyeti. Biri lakab olmak üzere iki isim; bir
müsemma
(isimlenen), bir sıfat, sonra da açıklanacak vasıflar. Şu halde İsa bir
oğuldur, fakat Meryem'in oğludur, haşa Allah'ın oğlu değildir. İsa,
Mesih'tir,
mübarektir, Rûhu'l-kudüs ile te'yid edilmiştir. İsa, Allah'tan bir
kelimedir,
fakat kelimelerin tümü değildir. Hem de tekdir, çoğul değildir.
Allah'dan bir
kelimeye, Allah'ın bir kelimesi denebilirse de, Allah denemez. İsa bir
kelime olmak
üzere, Allah'a bağlıdır. Bir oğul, bir çocuk olmak üzere ise ancak
Meryem'e
bağlıdır. "Dünyada da ahirette de itibarlı, aynı zamanda Allah'a çok
yakın
olanlardandır. Beşikte de, yetişkin çağında da insanlarla konuşacak ve
iyilerden olacaktır." Bu dört de o kelâmının halleridir ki, bir âyet
sonra
geri kalanı da gelecektir.
Vecîh:
Vecâhetli, şeref sahibi, yani kuvvetli, şerefli, itibarlı, dünyada
peygamberliğinin şerefi, ahirette şefaatinin itibarı ve cennette
derecesi
yüksektir. Şu kadar ki "O'nun izni olmaksızın, O'nun katında şefaat
edecek
olan kimdir?" (Bakara, 2/255) âyeti unutulmamalı. Sade şerefli değil,
mukarrabînden de, Allah Teâlâ'ya pek yakın olanlardan ve rıdvân-ı
ekberi (en
büyük rızası)ne erenlerden ki "İyilikte öne geçenler (mükafatta da) öne
geçenlerdir. İşte onlar Allah'a yakın olanlardır." (Vâkıa, 56/10-11)
âyeti
bunu dile getirmektedir. Halbuki bazıları itibarlı olur da, mukarreb
(Allah'a
çok yakın) olmaz. Ve İsa gibi daha nice mukarrabîn vardır. Fakat
cahiller bunun
Allah'a yakınlığını, uluhiyette (ilâhlıkta) aynılık veya ortaklık
zannettiler.
Kehl:
Kuvvetini toplamış, gençliği kemaline ermiş olandır ki, çoğunlukla
otuzdan sayarlar. Beşikteyken ve büyükken insanlara söz söyler bir
halde
olması, Meryem sûresinde gelecek bir mucizesini veya kelime denmesinin
sebebini
açıklama mânâsından başka; dünyada olgunluk yaşına kadar yaşayacağını
müjdeleme
ve özellikle hudûsü (sonradan olma olduğu)nü, çocukluk ve olgunluk gibi
halden
hale, tavırdan tavıra değişme ve geçişini anlatma ile hakkındaki
ilâhlık
iddiasının batıllığına tenbihi de içerir.
47-
Meleklerin müjdesi üzerine Meryem kalb ve
vicdanında kendisinden hiçbir şüphesi bulunmadığı ve kelimenin
garibliğini de
duyduğu için, doğrudan doğruya Rabbine dönüp ve yalvararak: "Ey Rabbim!
Bana hiçbir beşer dokunmamışken benim için çocuk nereden veya nasıl
olur?"
diye hayretle sordu. Rabbi de: "Allah böyle, ne dilerse yaratır ve
takdir
eder; O, bir işi kesinlikle istedi mi sadece 'ol!' der, o da oluverir."
diye onu vicdanında tasdik, kaza ve ilâhî kudreti bilenler için bunda
garib ve
uzak görecek bir taraf olmadığını anlattı. Kelimenin sırrı da işte bu,
idi.
48-49-50-Allah
bunu anlattı, şunları da anlattı:
"Allah ona kitabı ve hikmeti öğretti". Burada "kitab",
kitâbet (yazı yazmak) mânâsına masdardır. Demek ki Hz. İsa yazı
yazmasını bilir
bir bilgin idi. Mucizelerde "Allah'ın izniyle" sınırlamasının
tekrarı, bunların hıristiyanların iddia ettikleri gibi İsa'nın
tanrılığına
değil, yaratıcısının uluhiyetine delalet edeceklerini kuvvetle
açıklamak
içindir.
İşte
ilâhî takdirde İsa böyle bir kelime idi. Hiçbir sebebe mahkum
olmayan Allah Teâlâ'nın birliğine ait kudreti işbu âyetinden
anlaşıldığı üzere,
kelimelerin mânâya delaletleri gibi, yaratılışı ve ahlâkı, ilim ve
hikmeti,
kitap ve yazması, fiilleri ve sözleri ile delalet ederek anlatacak bir
âyet,
bir hak alâmet olacak, İsrailoğullarına bir peygamber olarak gelecek,
değişmez
sanılan âdetler dışında dört mucize gösterip imana davet edecek,
önündeki
Tevrat'ı tasdik, te'yid ve yasaklanan bazı şeyleri onlara helal edecek,
gelişinin tek sebebi ve bütün mucizelerinin gayesi tek bir âyeti
anlamaktan
ibaret olduğunu söyliyecekti ki, bu âyet de şu idi: Allah'tan korkunuz
ve bana
itaat ediniz, hiç şüphe yok ki Allah hem benim Rabbim, hem sizin
Rabbinizdir.
Şu halde O'nu mabud tanıyınız, O'na ibadet ve kulluk ediniz. İşte
sırat-ı
müstakîm (doğru yol). Demek ki, bir kelime olan İsa'nın ifade edeceği
meâl, bu
bir âyet olacaktı.
Şimdi,
"Acaba Allah tarafından meleklerin müjdesi ve Allah'ın
takdiri ve vaadi yerini buldu mu? Kelime kuvve (niyet)den fiile çıktı
mı? İsa,
bu haller ve vasıflarla gelip bu daveti yaptı mı?" gibi sorulara lüzum
yoktur. Bunun cevabı da bu açıklamanın içindedir. Bir kere ta yukarda
"Muhakkak Allah sözünden dönmez." (Âl-i İmran, 3/9) olduğu malum. Sonra
meleklerin yalan söylemeyecekleri açıkça belli olmakla beraber,
Meryem'in buna
bizzat yalvarmakla aldığı cevap da malum. O halde kelimenin hayal
olmadığını
anlatmak için ile mukayyed (sınırlanmış) olması, melekler ile gelmesi,
gerçekleşmesine delil olduğu gibi, deki de bu bapta şüpheye yer
bırakmamış,
bundan başka bu gerçekleşme (Âl-i İmran, 3/52) da "fasîha fâsı" ile
görülen âlemde de gösterilmiştir. Bundan dolayı İsa bu hüviyet, bu
haller ve
vasıflar, bu din ve davetle bir peygamber olarak geldi: "Size bir delil
getirdim, Allah'tan korkun, bana itaat edin, muhakkak ki Allah benim
de, sizin
de Rabbinizdir, ona ibadet edin, bu doğru bir yoldur." dedi ve onun
bütün
hayat ve daveti, bir tek âyetin mânâsından ibaret oldu. İsa: "Bana
itaat
ediniz" dediği zaman, "Beni Allah tanıyınız, bana kul olunuz."
demiyordu. Ancak "Rabbim ve Rabbiniz olan Allah'a kul olunuz, yalnız
O'nu
mabud tanıyınız, doğru yol budur." diyordu. Doğru yol, hak din olan
İslâm'dan başka bir şeye davet etmiyor. "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana
itaat ediniz ki, Allah da sizi sevsin." (Âl-i İmran, 3/31); "Allah'a
uyun ve peygambere uyun." ; (Mâide, 5/92) "Ben de kendimi Allah'a
teslim ettim, bana uyanlar da." (Âl-i İmran, 3/20); "Müslüman
olunuz." (Hacc, 22/34; Zümer, 39/54) diyen Muhammed Resulullah'ın
davetinden başka bir şey yapmıyordu. "Allah katında din İslâmdır."
gerçeğinden başka bir iddiada bulunmuyordu. "Allah kendisinden başka
ilâh
olmadığına şahitlik etti. Melekler ve ilim sahipleri de O'ndan başka
ilâh
olmadığına adaletle şahitlik etti. O, azizdir, hakimdir" (Âl-i İmran,
3/18) âyetiyle şahidliğinden başka, bir şahitlik yapmıyordu. Özetle
İsa'nın
kelimesinin, kelime-i tevhidden başka hiçbir mânâsı yoktu. İlâhî
kitapların,
kuvvetli naslarına karşı, "Biz onun ruhunu ararız, ruhuna bakarız."
diye müteşabih âyetler arkasında dolaşmak isteyenlerin bilmesi gerekir
ki, işte
Tevrat'ın ve İncil'in de yegane ruhu bu tevhidden ibarettir.
51-İsa
ancak bu mânâ, bu ruh bakımından bir
rûhullah (Allah'ın ruhu) idi. Bu kelime de bu mânâda, bu ruhta Yahya
nasıl
İsa'yı tasdik eden bir müjdeci olarak gelmiş ise, İsa da Muhammed
(s.a.v.)'i
öylece tasdik ederek gelen bir müjdeciydi. Sonra Hz. Muhammed de işte
bu kitap
ile, bu furkan (hak ile batılı ayırıcı) ile herşeyi tasdik edici olarak
gelmiştir. İsa "Şüphe yok ki Allah, benim de Rabbim, sizin de
Rabbinizdir.
O halde O'na ibadet edin." derken Musa gelseydi, "hayır"
diyemez, İsa'yı önceden tasdik ettiği gibi tasdik ederdi. Şimdi
Muhammed
Resulullah "Allah'a ve Peygamber'e uyun." diyerek bu gerçeği tebliğ
ederken, bütün peygamberlerle beraber İsa da gelseydi "evet" diye Hz.
Muhammed'i tasdik ve tebliğine uymaktan başka bir şey yapmazlardı. Bu
bilindikten sonra İsa'nın terceme-i hâli (özgeçmişi) hakkında meselenin
aslı
ile ilgisi olmayan ayrıntıları bırakalım da onun davetinin neticesine
ve son
haline gelelim:
52-
İsa'nın tevhide daveti üzerine
İsrailoğullarının az bir kısmı iman etmiş, çoğunluğu etmemişti. İman
etmiyenler
bilinen küfürlerini, kötü niyetlerini İs'ya hissettirdiler. İsa da
bunlardan bu
küfrü hissedince dedi. Kendine, özü Allah'a doğru yardımcılar aradı. Bu
cümlede, "ilallah" kaydının, "Ensar"dan veya
"yâ"dan hâl olmasına ve nın mânâsına göre, çeşitli mânâlara ihtimali
vardır.
1- Ben
Allah'a giderken yardımcılarım kimler?
2-
Allah'a teslim ve uymuş olarak bana yardım edecekler kimler?
3-
Benim, Allah için yardımcılarım kimler?
4- Allah
ile beraber olup, yardımcım olacak yardımcılarım kimler?
5-
"Allah'a iman etmiş ve müslüman olmuş, nefsini Allah'a teslim
etmiş olup da, yardımını Allah'a bağlayarak ve Allah rızasından başka
bir şey düşünmeyerek
bana Allah yardımı yapacak, özetle özü Allah'a bağlı, Allah'a doğru
yardımcılarım, dostlarım kimler?"
Bu mânâ
hepsini toplayıcıdır. Cevap da buna daha uygundur. Hz. İsa'nın bu
isteği ilk olarak bir sosyal tesir yapıyordu. Kelime başlangıçta
Meryem'in
rahminde ilâhî seçim ile cisimlendiği gibi, şimdi de dışarda
belirlemeye
başlıyordu ki, İsa'nın dünyada itibarı bununla olacaktı. Bu andan
itibaren
tevhid dini maneviyatta kalmayacak, maddiyata da geçecekti. Bu isteğe,
İsa'nın
ölüyü diriltme mucizesinin kazanç meyvesi olan en güzide ashabı
(arkadaşları)
havarîler cevap verdiler:
Havariler
bir ağızdan dediler ki: O Allah yardımcıları, Allah dostları
biziz. Yani biz, Allah için sana yardımcıyız. Zira sana yardım, Allah'a
dostluktur, Allah rızasına uygundur. Çünkü sen O'nun peygamberisin.
Bundan,
"Sen Allah değilsen, biz sana yardım etmeyiz." gibi veya "Sen
Allah'sın, şu halde biz de senin yardımcılarınız." gibi bir kötü anlam
çıkmaması için sözlerini açıklığa kavuşturdular. Yani biz Allah'a iman
ettik ve
sen şahit ol ki biz şüphesiz müslümanız, Allah ve Resulüne itaat
ediciyiz. İşte
nasaraya (hıristiyanlara), nasârâ (hıristiyan) denmesinin sebeplerinden
birisi,
İsa ile havarîler arasındaki bu yardım anlaşmasıdır. Onlar o zaman
böyle
müslüman ve Allah'ın birliğine inanmış idiler. Bununla İslâm dinine ve
Muhammed
aleyhisselâma ait davete de manevi bakımdan ikrar vermişlerdi.
53-Bunun
için havariler cevaplarını şu dua ile
bitirdiler: Ey Rabbimiz, biz senin indirdiğin emre inandık ve
peygambere (yahut
o resûle) uyduk, şu halde bizi yalnız bir şahid olan İsa ile değil,
birliğine
şahitlik eden bütün erbâb-ı şühûd (şehadet ehli) ile beraber yaz. Yani
melekler, peygamberler, ilim sahipleri ve özellikle "Siz insanlara
şahit
olasınız, Peygamber de size şahit olsun." (Bakara, 2/143) âyeti
gereğince
ahirette bütün ümmetlere şahit olacak olan o peygamber Muhammed ve
ümmeti ile
yaz. Görülüyor ki "şahitlerden" demediler, "şahitlerle
beraber" dediler. Zira biliyorlardı ki kendileri "şahidlerden"
değildiler. Hz. İsa, havarilerin İslâm'ına ve bu duasına şahit olduğu
gibi,
Muhammed (s.a.v.) ve ümmeti de buna şahitlik eder. Havariler, manevî
bakımdan,
Muhammed ümmeti ile beraberdir. Muhammed ümmeti de Hz. Muhammed ile
beraber
peygamberlerin tümüne; "Peygamberlerden hiç birini diğerinden ayırt
etmeyiz." (Bakara, 2/285) diye şahitlik yaptıklarından, Hz. Muhammed ve
ümmeti, Hz.İsa'yı ve havarileri beraberlerine almışlardır.
Yuhanna
İncili'nin birinci babında yahudilerin, "Sen kimsin?"
diye sorularına karşı Hz. Yahya'nın Mesih'e (İsa'ya) şahitliği hakkında
şöyle
bir kıssa vardır: "Yahya inkâr etmeyerek, 'Ben Mesih değilim.' diye
ikrar
etti. 'Öyle ise nesin, İlyâ mısın?' diye sorduklarında; 'O da değilim."
dedi. 'Sen o peygamber misin?' dediklerinde, 'Hayır' diye cevap verdi.
O zaman,
'Sen kimsin söyle ki, bizi gönderenlere cevap verelim. Kendi hakkında
ne
dersin?' dediler, 'Ben Eş'ıya peygamberin dediği gibi, Rabbin yolunu
doğrultunuz, diye çölde çağıranın sadasıyım.' dedi ve o gönderilenler
firisilerden idiler ve ona sorarak: 'Öyle ise sen Mesih yahut İlya, ya
o
peygamber olmadığın halde niçin vaftiz ediyorsun?' dediler. Yahya
onlara cevap
olarak: 'Ben su ile vaftiz ederim...' dedi." (İstanbul'da basılmış
Türkçe
İncil Tercemesi, 1930). İşte burada "er-Resul", "en-Nebiyyu"
tercemesi olan "o peygamber", "şol peygamber", Tevrat'ta
Musa'ya benzer, "Musa gibi bir peygamber" olarak geleceği açıklanan o
peygamberdir ki, Hz. Yahya'nın şahitliğiyle o peygamberin ne Yahya, ne
kendisi,
ne de Mesih olmadığı açıklanmıştır. bunun için İncil'e, Yahya'ya,
Mesih'e iman,
gelecek olan "o peygamber"e de imana bağlıdır. Şu halde havariler Hz.
İsa'yı diye şahid getirdikten sonra Allah'a diye dua ettikleri zaman
"inzal ettiğin" cümlesinde şüphesiz "ol peygamber" de dahil
olmakla den kasıtları ya bi'l-ibâre (metin ile) veyahut İsa'ya veya
resul
cinsine uymanın gereği olmak üzere bi'l-işâre (metnin işaretiyle)
Muhammed
Resulullah'a bakmakta veya kapsamaktadır. Lafzı itibariyle değilse bile
mânâ
bakımından şamildir ki "Allah'a ve Resule uyun." emrinden beri
kelimesinin
ilk defa burada tekrar etmiş olması bakımından bunun yalnız e masrûf
(çevrilmiş) olmayıp, bütün peygamberlerin tasdikçisi olan o Resule, "o
peygamber"e bağlanması ve bu şekilde Resul cinsini kapsamına alması
sözün
gelişinin tümüne daha uygundur. Bunlar düşünüldüğü zaman duasının
tefsir yönü
de anlaşılır. "Allah'a inandık, herşey Rabbimizin katındandır." (Âl-i
İmran, 3/7) "Allah daha iyi bilir."
54-
Havariler öyle dedi, diğerleri de hile ve su-i
kast yaptılar. Bu zamirin lafız bakımından yakınlığı sebebiyle
havarilere
gönderilmesi ve bunların hepsinin yardım vaadinde sebat edemeyip
içlerinde hile
edenlerin de bulunduğu mânâsı anlaşılabilirse de, mânâ yönünden bu
hile,
küfreden İsrailoğullarına aittir. Yani İsa, İsrailoğullarının inkârını
hissetti, yardımcı aradı, havariler kendine yardım anlaşması yaptı,
diğer
taraftan küfürleri anlaşılan İsrailoğulları da hile yaptılar. O sosyal
yapıya
bu şekilde hile karıştı, tamam olmadı, bir seçime daha muhtaç oldu ki,
o da
Muhammed Mustafa ile olacaktır.
Mekr,
karanlık, gizli, hissedilmeyecek hile ile diğerine zarar vermeye
çalışmaktır. İsrailoğullarının buradaki hileleri, Hz. İsa'ya
komploları, yani
Allah'ın kelimesini yok etmek için gizli gizli tedbirlere teşebbüs edip
birden
bire onu öldürmek üzere el altından birtakım kimseler tayin etmiş
olmalarıdır.
Ve hıristiyanların sözüne göre bu hileye havarilerden birisi de iştirak
etmiş
ve kâfirlere casusluk yapmış. Bu sû-i kast, Hz. İsa'nın hem maddî
hayatına, hem
manevî hayatına yönelmişti. Bir taraftan zulüm yaparak kendini
öldürmek, diğer
taraftan davet ettiği tevhid dinini, kelimesini kaldırmak için mekir,
hile ve
hud'a düşünülüyordu. Gerçekte "İsa" demek de dini, kelimesi demekti.
Artık İsa'nın çekilmesi zamanı gelmiş idi, fakat daha ölmeyecekti.
İsrailoğulları
bu hile dolayısıyla hıristiyanlığa bir hayli şeyler soktular,
karıştırdılar,
fakat arzularına erişemediler. İsa'yı öldüremediler. Hıristiyanlığı
ortadan
kaldıramadılar. Onlar hile yaptılar Allah da onlara hile yaptı, onları
hileden
menetmedi, fakat hilelerinin cezasını verdi. Gerçekten Allah
mekredenlerin
hayırlısıdır. Onun hilesi, başkalarınınki gibi şer ve zarar vermeyi
hedef alan
bir hile olmadığı gibi; keşfi mümkün, önüne geçilebilir, durdurulur bir
hile de
değildir. Hatıra ve hayale gelmez, engin sırlarına erilmez yönlerden
çevirir;
imandan, doğruluktan çıkan, küfür ve hileye sapanların belalarını
verir. Buna
göre Allah'ın mekri lügat bakımından bilinen şer mânâsıyla değil, ona
ceza olan
ve müşâkele (şekli bir, mânâsı zıt kelime getirmek) suretiyle hile
denilebilen
bir hayırdır. Hatta ilâhî hile, hile yapanlar için bile bir hayrı
içerir. Çünkü
onlara bu şekilde hilenin fenalığını, cezasını anlatır da uyanmalarına,
tevbe
etmelerine sebep olur.
55-
İşte
Allah o hile edenlere bu mekrini şöyle
dediği zaman yaptı: Zira Allah o hileden, sû-i kast yapan kâfir
zalimlere
rağmen İsa'ya dedi ki: Ey İsa, seni ben vefat ettireceğim ve bana
yükselteceğim
... "Teveffi" kelimesi, "vefa" masdarından alınmış olarak
esas lügatta "ıstıfa" gibi tamamen kabzedip almaktır. Fakat ruh
sahiplerine ve bilhassa insanla ilgili olduğu zaman vefat ettirmek,
yani
eceline yetiştirip ruhunu almak mânâsında açık ve meşhurdur. Buna göre
bir
delil bulunmadıkça, başka bir mânâ ile tevili caiz değildir. Fakat
burada mekir
mânâsıyla ilgisi bulunmak üzere Nisâ Sûresi'nde "Onu öldürmediler ve
asmadılar, fakat (öldürdükleri) kendilerine (İsa'ya) benzetildi."
(Nisa,
4/157) âyeti, onların Mesih Meryemoğlu İsa peygamberi öldüremediklerini
ve
asamadıklarını ve fakat şüpheye düşürüldüklerini açıkça beyan etmiş,
Hz.
Peygamber'den de "İsa ölmedi, kıyamet gününden önce size dönecektir."
hadis-i şerifi de varid olmuş bulunduğundan, buradaki "seni
öldüreceğim" kelimesinin, az çok zahir dışı bir mânâ ile tevil olunması
gerekmiştir. Bunun için tefsir âlimleri burada yedi sekiz kadar mânâ
beyan
etmişlerdir ki, birkaçını zikredelim:
1-
"Teveffî" vefat mânâsınadır. Ancak mâbad (kendisinden
sonras)ında atıf harfi olan (vav), ne beraberlik, ne de tertip
gerektirmiyeceğinden burada nükteli bir takdim ve te'hir vardır. Ref'
(yükseltme) önce, teveffî (ölme) sonra olacaktır. Bu mânâ Katâde'den
rivâyet
edilmiştir. Yani İsa o su-i kast sırasında Allah'a yükseltilmiş, onlar
öldürüp
astık zannetmişler, fakat ölmemiştir. Çünkü Allah "muhakkak ben, seni
öldüreceğim." buyurmuştur. Müslümanlar arasında meşhur olan mânâ ve
inanç
da budur. Çünkü burada zahire aykırı denecek bir tevil yok demektir.
Bizce bu
tefsir ve inancın özeti şu demek olur: Allah'dan bir kelime olan ve
Rûhu'l-Kudüs ile te'yid edilmiş bulunan Mesih İsa'nın ruhu henüz
kabzedilmemiştir. Ruhunun eceli gelmemiştir. Kelime daha Allah'a
dönmemiştir.
Onun daha dünyada göreceği işler vardır. Bu, bir ruhun bâki (ebedî)
olmasıdır.
Fakat hıristiyanların dediği gibi, uhrevî (ahirete ait), ebedî bir
ruhun bâki
olması da değildir, berzaha ait bir bekadır. Onun kıyametten önce eceli
gelecek, vefat edecek, Azrail tarafından öldürülecektir. Ahirette de
ölümden
sonra bir ba's (yeniden dirilme), bir ahiret hayatı olacaktır. İsa'nın
ruhu
alınmamış olunca, İsa'nın Allah'a yükselişi, yerden kalkması
yönündendir.
Ortadan kalkan, Allah'a yükselip dönen odur. Bundan dolayı İsa'nın
haberlerde
gelen semaya yükselmesiyle, Kur'ân'da varid olan Allah'a yükselmesi
durumunu
birbirine karıştırmamak gerekir. Çünkü sema, ilâhî isimlerden değildir.
Hıristiyanlar,
semaya Allah, Allah'a sema diyorlarsa da İslâm'da caiz değildir. O
halde
"seni kendime yükselteceğim" ifadesinin "seni semaya
yükselteceğim" diye te'vil olunmaması gerekir. Zira İsa'nın Allah'a
yükseltilen cismi, semaya yükseltilen de henüz öldürülmemiş olan
ruhudur
diyebiliriz. Ve bu sema, dünya seması olan maddî sema değil, ruhanî
dördüncü
semadır ki, Mi'rac gecesinde Resulullah (s.a.v.) İsa'yı orada, Harun'u
beşinci,
Musa'yı altıncı, İbrahim'i yedinci semada görmüştü. Şu halde İsa'nın,
semaya yükselmesi
ve kıyametten önce semadan inmesi ve dönüşünü anlatan haberler ve
hadisleri,
Allah'a yükseltilen İsa'nın cismine sarfetmemelidir. İsa'nın ruhu,
böyle bir
geçici bakâ ile bakî olduğu gibi, diğer peygamberler de böyledir.
Kabirlerindeki peygamberler diridirler. Nitekim fıkıh kitaplarında
açıklanmıştır. Her peygamberin ruhanî eceli, ümmetinin ecelidir. Ruhanî
ecelleri tamam olmuş nice peygamberler vardır ki, Kur'ân'da
anılmamışlardır.
Yukarda geçen ıstıfa (seçme) âyeti gereğince "Birbirinin zürriyeti
olarak"
(Âl-i İmrân, 3/34) seçim silsilesinde dahil olan büyük peygamberlerin
derece
derece ruhanî semada bekaları devam etmektedir ki, bunlar da Âl-i
İbrahimdir.
Âl-i İmrân da bundandır. İsa'nın cesedi Allah'a yükseltilmiş, fakat
İsa'nın
ruhu da kabzedilmemiş (alınmamış), yani ümmetinin eceli gelmemiş,
İsrailoğullarının su-i kastı ve hilesiyle Hıristiyanlık yok olmamış, o
hile
içinde yaşamış ve Musa'nın ruhunun beraberinde yaşamıştır. Bunun için o
yok
oldu sanılan, İsa'nın bir avuç tabileri, İsa pek az bir zaman
içerisinde bu
ruhtan faydalanarak yahudilerin üstünde bir hayata erişmiş ve nihâyet
Muhammed
aleyhisselamın gönderilmesiyle hepsi Muhammed'e ait ruhun emrine
geçmiştir.
Bundan sonra İsa da, bütün peygamberlerle beraber, Hz. Muhammed'in
emrindedir.
Bir gün gelecek Muhammed ümmetinin daraldığı bir devirde Allah'ın bir
garib
kelimesi olan İsa'nın ruhu ortaya çıkacak, Muhammed'e ait ruhun emrinde
hizmet
edecek, fakat kıyametten önce vefat edecektir. İşte bu halin, yalnız
İsa'ya
özellikle açıklanması, İsa'nın hüviyetinin mücerred (soyut) bir garib
kelime
olması, yani ölüleri diriltme gibi en çok inkâr edilen bir harika olaya
nail
olmasından dolayıdır. Bu mazhariyet (şeref) peygamberlerin hepsinde ve
hele
Muhammedî hakikatte de mevcut ise de, o aynı zamanda marufdur, bilinen
bir
hakikattir. Tamam hakikate uygun olarak harika ile sünneti toplamıştır.
İsa,
Âdem gibi, tekamülün başlangıcı olan bir şâz (kural dışı); Muhammed
(s.a.v.)
tekamülün gayesi olan bir hakikattir. Bunun için Muhammed'e ait ruh,
Allah'ın izniyle,
ölüleri diriltme mucizesinde İsa'nın ruhunu kullanır. Ölüleri diriltmek
İsa'da
mücerred (soyut) bir mucize, Muhammed'de bir kanundur. Muhammed'e ait
ruhun
seçiminde, İsa'nın ruhunun da bir ıttıradı (birbirini takip etmesi)
vardır. Her
harika, ilk nail oluşa nisbet olunur. Muhammed'e ait olan harika,
onunla
beraber olan diğer peygamberlerden gelen harika silsilelerine eklenen
olgun
özelliktedir. "Allah onlardan bir kısmının derecelerini
yükseltmiştir." (Bakara, 2/253).
2- Ey
İsa, seni eceline tam bir şekilde yetireceğim, sana katili musallat
etmiyeceğim, kendi kendine öldüreceğim ve kendime yükselteceğim.
3- Seni
Azrail aracılığıyle öldüreceğim ve şahsını yerden alıp kendime
yükselteceğim.
4- Seni
uyutacağım, kendime yükselteceğim.
Bu ikisi
Hasen'den ve dördüncüsü Rebi'den rivâyet edilmiştir.
5- Seni,
tam bir şekilde, olduğun gibi, ruh ve bedeninle alacağım,
kendime yükselteceğim.
6- Bazı
âlimler de tamamen zahiri üzere bırakarak, "Seni vefat
ettireceğim, ruhunu alacağım." mânâsını vermişler ve "Cenab-ı Allah
İsa'yı semaya yükseltinceye kadar üç saat" ve bir rivayette "yedi
saat vefat ettirdi." diye rivâyet etmişlerdir. Fakat bu rivayet zayıf
görülmektedir. Doğru rivayet, yükseltilmeden önce ve yükseltilme
esnasında
ruhunun alınmamış olmasıdır. Buna da en uygun olan birinci görüştür. Bu
rivayetten nihâyet şunu anlayabiliriz ki, o esnada birkaç saat kadar
Hıristiyanlığın tamamen sönmüş olduğu fikri hüküm sürmüştür. Ve bu
yükseltme
ile o küfreden, kâfirlerden seni temizleyeceğim, artık onlarla ilgin
kalmayacak.
Onlar sana bulaşamayacaklar. Ve sana ciddi olarak uyanları yahut ciddi
veya
surî (görünüşte), gerçek veya iddia olarak nasıl rastlarsa dinine
uyanları,
kıyamete kadar o küfredenlerin üstünde tutacağım. İsa'nın dinine uyan
topluluk,
yahudilere üstün gelecek ve kıyamete kadar kılıç veya delil bakımından
onların
üstünde olacaktır.
Buradaki
maksat, Hz. İsa'ya küfürlerini hissettirip hile eden ve onların
yolunda giden yahudilerdir. Fakat yahudi olmak sıfatıyla değil, küfür
sıfatıyladır. den maksat, havariler ve onlar gibi müslüman ve müvahhid
olarak,
ciddi olarak İsa'nın dinine tabi olanlar mıdır? Yoksa böyle olmasa bile
şahsına
sevgi ve onun adına hareket ile velevki görünüşte olsun ona uyanlar da
dahil
midir? Yani mutlak ittiba (uyma), kemaline mi sarfedilmiştir? Yoksa
ıtlakı
üzere mi cereyan etmektedir? Birinci takdirde bu vaad, bütün
hıristiyanlara
değil, ciddi olarak tevhid ehli ve İslâm olan ve bütün peygamberleri
tasdik
eden, İslâm ve tevhidde havariler ile birlik ve uyuşmuş olanlara
mahsustur ve bu
üstünlük hakiki ve geneldir. İkinci takdirde ise, bunlarla beraber
bütün
hıristiyanlara da şamildir ve üstünlük izafî (relâtif) ve nisbîdir. Bu
konuda
iki rivayet varsa da sonrasındaki ihtilaf ve hüküm fıkrası, genel olan
ikinci
mânâya ve izafî üstünlüğe işaret etmektedir. Gerçekten o zamandan beri
ya delil
veya hükümetçe veya her ikisiyle gerçek üstünlük, gerçek ittiba
erbabına mahsus
olmakla beraber, genel şekliyle müslüman veya müslüman olmayan
hıristiyan
toplumları da yahudilerin üstünde ve onlara hakim ve galip
olagelmişlerdir.
Fakat bu yükselme ve bu vaadin mânâsı, ne İsa'nın uluhiyete ortaklığı
ve ne
İsa'nın tabilerinin ilâhî hakimiyyetten çıkması, ne de bundan sonraki
âlemin
içinde hıristiyanlara üstün hiçbir ümmet gelmeyecek ve İsa'nın tabileri
hiçbir
zaman mahkum ve sorumlu olmayacak demek olmayıp, ancak İsa'ya hile ve
küfreden
yahudilerin bu küfürde devam ettikleri müddetçe hiçbir zaman İsa'nın
tabilerinin üstüne çıkamayacaklarını, bu da İsa'nın kendisinden değil,
bir
peygamber olan İsa'ya küfür, Allah'a küfür olmasından doğmuş olduğunu
ve bundan
dolayı İsa'ya iman edeceğiz diye Allah'a küfredenler, yahudilere mahkum
olmamakla beraber, dünya ve ahirette küfür cezasından
kurtulamayacaklarını ve
yoksa gerek İsa ve gerek tabileri her zaman ilâhî hakimiyet altında
bulunduğunu, özetle o hileye karşı İsa'ya ve İsa'nın tâbilerine iltifat
eden bu
vaadler imanın küfre; tevhidin şirk ve ihtilafa; doğruluğun hileye;
adaletin
zulme; Allah'ın mâsivallah (Allah'dan başkasın)a hakimiyyet ve üstün
gelmesi
demek olduğunu anlatmak üzere buyuruluyor ki: Ey İsa, bu vaadlerden ve
o
kâfirlere tabilerine bu üstünlüğü verdikten sonra üzerinizde ilâhî
hüküm ve
hakimiyyet kesilmiyecek, nihayet dönüş yeriniz ben olacağım hakkında
tabilerinle ihtilaf ettiğiniz hususlarda aranızda yine hükmedeceğim.
56-57-Bu
hüküm üzerine: "İnkar edenlere gelince,
onlara dünyada da ahirette de şiddetli bir azab edeceğim. Onların
hiçbir
yardımcıları da olmayacaktır. İman edip iyi işler yapanlara gelince,
Allah
onların mükâfatlarını tam olarak verecektir. Allah zalimleri sevmez."
Hayru'l-mâkirîn (hileleri boşa çıkaranların en hayırlısı) olan Allah,
zalimleri
sevmediği içindir ki, küfürleriyle zulmeden o kâfirlerin hilelerine
karşı
onlara bu hileyi, sana da bu diriltmeyi takdir etti. Onlar da
İbrahim'in
nesline mensup oldukları halde, "Zalimlere ahdim ermez." (Bakara,
2/124) istisnasıyla ilâhî ahidden mahrum olarak bu mahkumiyete dûçâr
oldular.
Senin tabilerin de onlara karşı dünyadaki bu üstünlüğü kötü kullanıp
zulmederlerse, aynı sonuca mahkum olurlar. İşte İsa'nın tabilerine
kıyamete
kadar -izafî de olsa bir üstünlük vaad edilmiş olması "kelimetün
minallah" (Allah'tan bir kelime) olan İsa'nın ruhu, o hile ve
yükseltilme
zamanında alınmamış olduğuna ve şu halde hükmü, vuku bulmada sonra
olduğu halde;
İsa'yı en çok sevindirecek olan hakimiyet ve ilâhî vahdaniyyetin, her
şeyden
önce ilanı nüktesiyle takdim edilmiş olduğunu gösterdiğinden, İslâm
inancında
İsa vefat etmemiştir ve fakat kıyametten önce vefat edecektir. Demek
ki,
İsa'nın son hali de budur. Şimdi:
Ey
Muhammed:
58-
İşte
ey Muhammed, İsa ile tabileri ve yakınları
arasındaki ihtilaf üzerine vereceğimi vaad ettiğim o hüküm yok mu, onu
biz sana
okuyoruz: Öyle ki, Tevrat ve İncil'i tasdik edici olarak indirilen ve
senin
peygamberliğine delil ve bürhan olan, müteşabih ve muhkem âyetleri
içeren,
muhkemleri "ümmü'l-Kitab" (Kitabın esasları) olan Kur'ân'ın
âyetlerinden ve hak ile batılın ayrılmasında hikmetli bir şekilde hakim
olan
furkan-ı muhkem (sağlam furkan = Kurân) ve zikr-i hakîm (hikmetli zikir
=
Kur'ân) cümlesinden olmak üzere tilavet ediyoruz. Birdenbire değil,
derece
derece serdediyor ve zikrediyoruz. Demek ki o hüküm İslâm hükümleridir.
İşte o
âyetlerden, o hikmetli ve muhkem zikirden birisi:
59-
"Onu
topraktan yarattı", topraktan
hayata doğru başlayan ıstıfa (seçme)ya, "sonra ona 'ol!' dedi" , bir
müddet sonra insana mahsus ruh üflenmesiyle insan olarak seçmeye,
"hemen
olur" da silsilenin devam etmesine delalet etmektedir ki, "oldu ve
olur" demektir. Âdem'in topraktan yaratılması, Âdem'in oğullarının
babalarının
sulbündeki yaratılışlarının gidişatına denktir, denebilir. Bugün bazı
Zooloji
bilginleri (hayvanat bilimi âlimleri)nin tercihlerine göre nutfe (döl
suyu,
sperma)deki yani menî tohumlarındaki hayat, bitki hayatıdır. "Allah
sizi
yerden bir bitki olarak bitirdi." (Nuh, 71/17) âyetinin mânâsına göre
de
Âdem'in (hayata), yeryüzünden bir bitki gibi başlamış olması
anlaşılabiliyor.
Bundan sonra bunun hayvanî hayat ve insanî hayat bir adım(lık bir
zaman)da mı,
yoksa birçok zamanlarda mı geçtiğini ilmî denecek bir şekilde tayin
edemeyiz,
bunlar şüphedir. Bunda kuvvetli olan nokta, Adem'in her halde, ilk
hılkati ne
olursa olsun, onun o yaratılışta insan ve âdem değilken, ilk olarak bir
insan,
bir beşer olması ve ondan önce bitki ve hayvan varsa da, insan
bulunmaması ve
insanın bir "kün" (ol) emri ile olmasıdır. Şu halde burada, hem
insan, hem hayvan, hem bitki açısından her birinin ilk tohumlarının
kendi
cinslerinden olmadığını, onların her birinin de bir ilâhî yaratma ile
olduğunu
ve bunların kadîm ve ezelî olmadıklarını açıklama vardır. Şu halde
insan bir
hayvan tohumundan olmuştur veya bir bitki tohumundan olmuştur diye
şüphe etmek
de meseleyi değiştirmez. İlk insan yine bizzat yaratılmıştır.
Farzedelim ki
Âdem bir hayvandan doğmuş olsun, bir hayvan veya bir bitki insan
oluversin. Bu
da bir "kün" (ol!) emrinden başka bir şey midir? Faraza bir insan
nesnastan doğmuş demek, "ilk insan, insan tohumuna muhtaç olmamıştır,
insan için insan tohumu zorunlu değildir" demek değil midir? O halde
bunlar
da yaratma kanunu ve "kün" (ol!) emrinden başka, ilmî ve kesin bir
kanunî başlangıç yokken şüphelere koşup da kuvvetliyi bırakmanın mânâsı
nedir?
Daha sonra, Âdem'in bir değil, birçok farzedilmesi de meseleyi
değiştirmez.
Tersine misalleri çoğaltır. Fakat akıl açısından bir Âdem'den fazlası
da
zorunlu ve kuvvetli değildir. Bununla beraber ne gariptir ki, "babasız
bir
insan olmaz" davasında bulunanlar, başlangıçta bir değil, birçok
babasız
insanlar bulunduğuna hükmetmek istiyorlar. Bunlar ise, ilimde ve imanda
kuvvetliyi
bırakıp, şüpheye koşmaktır. Bakınız veciz nazmındaki mânâların içeriği
ve
hilkat (yaratılış) tertibi ve ilmin ihkâm (sağlamlaştırmas)ı ne kadar
hayrete
şayandır? İnsanlığın yaratılışı iki neş'et (meydana geliş) üzerine
tertip
olunmuş ve "kün" (ol!) emri ikincide verilmiştir.
İşte
Allah'ın müteşabih bir kelimesi olan İsa'yı, böyle muhkem bir asla
döndürmek suretiyle açıklama, ilmî bir imana bağlayan bu muhkem âyetin
nüzul
sebebi, Necran'dan gelen hıristiyan murahhas heyeti (delegeleri)nin
Peygamber'in huzurundaki karşılıklı konuşmaları olduğunda tefsir
bilginleri
ittifak etmişlerdir. Buna göre bu âyet, önce nass olarak ve ibaresiyle
hıristiyanlara; ikinci olarak ve işaretiyle yahudi ve diğerlerine
cevaptır.
Necran temsilcileri demişlerdi ki: "Madem İsa'nın beşerden bir babası
olmadığı açıktır, o halde Allah olması gerekir." Şimdi bunlara karşı
buyuruluyor ki, İsa'nın ve tasdik ettiği bütün peygamberlerin
getirdikleri
ilâhî kitaplar ve bu cümleden olarak Tevrat ve İncil gereğince Hz.
Âdem'in de
beşerden bir babası olmadığı belli ve açıktır. Halbuki bütün bunların
şehadetiyle Âdem ne Allah'tır ne de Allah'ın oğludur. İşte İsa da,
tıpkı onun
gibi, ne Allah, ne de Allah'ın oğludur. Allah İsa'nın babası değil,
yaratıcısı
ve rabbidir; İsa ancak Meryem'in oğludur. Hak din budur. Bunun zıddı,
Tevrat ve
İncil'i ve İsa'yı da yalanlamaktır. Burada yalanlanması gereken
noktalardan
birisi, bu çözümün, hıristiyanlara karşı mücerred (soyut) bir ilzam
(susmaya
mecbur etme) ifade eden bir tartışmadan ibaret olmayıp, kesin
susturmayı ifade
etmekle beraber, hiçbir hata ihtimali olmayan delile ait muhkem bir
hakkı, bir
ezelî hakikati tesbit etmiş olmasıdır. Yoksa aslı bozulmuş İnciller'de
İsa'ya
"İbnü Yusuf" (Yusuf'un oğlu) adının verilmesini caiz gören
hıristiyanlara karşı diğer ilzam (susturma)lar da yapılabilirdi. Fakat
bu, bir
hak olmaz, İsa'ya, Meryem'e ve Yusuf'a bir iftira, bu da "bana hiçbir
beşer dokunmadı" vicdanında Meryem'i tasdik eden Allah Teâlâ'ya bir
küfür
olurdu. Bunun içindir ki, Allah, İsa'ya ancak "İbnü Meryem" (Meryem'in
oğlu) demiştir. Ve bununla "Allah'ın oğlu" ünvanını reddettiği gibi,
"Yusuf'un oğlu" ünvanını da reddetmiştir. Buna göre bu çözüm,
yalnızca susturmaya mahsus bir çözüm değil, delil ile ilgili bir çözüm
olduğundan, yalnız hıristiyanlara cevap olmakla kalmayıp, işaretle
yahudilere
ve başka inkârcılara da cevaptır. Yahudilere cevap olmasının açıklaması
da
şudur:
Tevrat
gereğince Âdem, anasız babasız topraktan yaratılmış, babası yok
bir peygamberdir. Ve babası olmamakta İsa da bir Âdem gibidir. Şu halde
babası
olmadığından dolayı İsa'yı ve peygamberliğini inkâr etmek Âdem'i ve
Tevrat'ı,
Allah'ın kudretini inkâr etmektir. Şu halde siz, yalnız İncil'i ve
İsa'yı
değil, Tevrat ve Musa'yı da yalanlıyorsunuz. Sonra bunda akıl
bakımından bütün
akıl sahiplerini şöyle bir aydınlatma vardır: Beşere özgü dokunma
olmaksızın
Meryem'den İsa'nın doğuşu normal deneylere, tecrübelere uymuyor diye,
Meryem'i
ve İsa'yı ve bu konudaki gözlemleri, şehadetleri yalanlamaya ve bozmaya
kalkışmak doğru değildir. Doğru ilme, akıl ve hikmete aykırıdır. Zira
böyle bir
inkâr insanın kendini ve insanlığın aslını ve toprak aslî maddesinden
yaratma
ve seçme kanununu inkârdır ki, bunları inkâr edenler kendilerini ve
gerçek ilmi
reddetmiş olurlar. Çünkü akıl ve ilimde en kesin kanun, yaratma
kanunudur.
İlimde deneye uygun olana inanılır. Fakat deneye uymayan olaylar da
inkâr
edilmez, tesbit olunur. Diğer bilgilere başlangıç yapılır. Deneyin
ötesi
bulunduğu da tecrübe edilmiştir. Şu halde İsa'yı inkâr, ilmî ve fennî
değildir.
İsa'nın yaratılışı ilim bakımından tasavvur olunamaz bir çelişki
değildir.
Tersine insana mahsus deneylerin başlangıcı olan ilmî bir olayın, Âdem
olayının, ilk yaratma olayının bir tekrarıdır. Gerçekten İsa müteşabih
bir hak
kelimedir. Yani yaratılışta bir nadir olaydır. Fakat her yönden tek,
ıttırad
(aynı üslubta gitme) kanunundan bütün bütün dışarda, misalsiz, akıl ile
açıklanması ve yorumu mümkün olmayan bir kelime, bir olay da değildir.
Allah
katında bunun gerçek bir yorumu ve açıklaması vardır. İlk beşerin
yaratılması, ıstıfa
kanunu, İsa olayına şahit olamayanlar, şahitlerden bu kelimeyi
işittikleri
zaman ifrat ve tefrit ile, sapma ve doğrudan ayrılma ile, inkâr veya
kötü
yoruma sapmamalıdır. Halk (yaratma) ve ıstıfa (seçme) kanunu her zaman,
herkes
için olayların görülmesiyle bilinir. Akıl ve ilim sahiplerinin şunu
bilmesi
gerekir ki, âdet dışı olaylar vardır, bu da bir kanundur, hem de
tecrübe ve
araştırmaya ait bir kanundur. Bu da yaratmanın iradeyle ilgili olduğuna
delildir. Sûrenin başında akıl sahiplerine ve büyük âlimlere
anlatıldığı üzere
hak olaylar, aynı şekilde onu ifade eden hak âyetler, muhkem ve
müteşabihlere
ayrılmıştır. Muhkemler, hem görerek, hem düşünerek şüphe etmeksizin
alınır.
Onlar kendi kendilerini açıklarlar. Müteşabihler ise ancak şüphesiz
olarak alınırlar,
onun dışında kendi kendilerini açıklayamazlar? Ancak kendilerine uygun
bir
misale veya bir kanuna irca ile açıklanır ve yorumlanırlar. Gerçek
misali
bulunamadıkça, yapılan yorumlar hata olur; yalan olur, aldanmak,
aldatmak ve
doğruyu bozmak olur. Buna göre kuvvetli ilim, tek ve istisna olayları
inkâr
etmez. Onu, önce olduğu gibi alıp ve tasdik ederek, görerek kaydeder ve
kelime
ile haber verir. İkinci olarak muhkem ve gerçek bir örneğini
araştırarak izah
ve yorumuna ve aynı üslub bir bütüne döndürmeye çalışır. Ona akılda ve
dış
alemde bir örnek bulabilirse, "bu da böyledir" der. Araştırmasından
sonra bulamazsa olayları yalnız görmekle yetinir; yorumunu bekler ve
Allah'a
havale eder, fakat inkâr etmez, kötü yorumdan kaçınır. Mesela altını,
altın olarak
alır, inkâr etmez, özelliğini zabteder. Bunu başka madenlere bir yönden
benzetir, diğer yönden benzetemez, bakır veya gümüştür diyemez, "onlar
gibi değildir" de diyemez. Netice olarak bunu maden kelimesiyle ve
hepsinin başlangıcı olan bir mutlak misalle toprak aslî maddesine
döndürme ve
onu o topraktan seçme ve terbiye ile altın yapan yaratıcı kudrete
teslim eder.
İşte akıl sahiplerinin, kamil aklın, kuvvetli ilmin yapacağı budur.
Bundan
başkası ne ilim, ne akıldır; nefis düşkünlüğüdür. Şimdi bu ilmî esaslar
bilindikten sonra görünmüş olan İsa kelimesine gelelim: Bu kelime,
Mesih
Meryem'in oğlu İsa'dır ki, güzel ve yüksek vasıfları içeren bir tevhid
delilidir. Beşer tarihinde bu isim ile -Allah'ın izniyle önemli
olaylara
başlangıç olmuş, mübarek, kişisel ve bir tek olay olarak görünmüş,
sonra göğe
yükseltilmiş ve yalnız kelimesine şehadet kalmıştır. Bu olay başlıca
birkaç
yönden müşahede edilir: Birincisi olayın kendisidir ki, İsa'nın
zatıdır. Bunu
geçmişte beşikteki çocukluğundan yetişkinliğine kadar birçok insanlar,
bu
cümleden olarak İsrailoğulları toplumu görmüş, konuşmuş, kimi sevmiş,
kimi
sevmemiş, seven sevmeyen hepsi yalanlanması mümkün olmayan bir ittifak
ile bu
insanî şahıs vardır diye şahitlik etmiştir. Bu yönden İsa'nın şahsı,
hem
görünmüş olmak, hem de şahitlik etmek bakımından muhkem bir olaydır.
Bir
insandır. İkincisi, İsa'nın şahsı Meryem'den doğmuştur ki, bu da
kesindir.
Gerçi bu görme, diğer müşahedenin aynı değildir. Fakat bilinen ve
muhkem âdet
dairesinde bilinen herhangi bir şahsın varlığı gibi görülmüştür ki,
esası
Meryem'in kendisinin ve beraberindekilerin müşahede ve şahitliklerine
dayanmaktadır. Gebeliğin geçmesinden istidlalin eklenmesiyle de İsa'nın
şahsını
görenlerin hepsi bunu itiraf etmiştir. Herhangi bir şahsın anasından
doğduğunu
itiraf etmesi de başka türlü bir görmeye dayanmaz. Şu halde İsa'nın,
Meryem'in
oğlu olması durumu da bu şekilde görme ve sonuç çıkarmaya dayanan inkâr
edilemez muhkem bir olaydır. İsa anasından doğmuş bir çocuk, bir
insandır.
Üçüncüsü, Meryem'e, beşerle ilgili bir temasın vaki olmaması ve İsa'nın
Meryem'in rahminde bir baba aracılığı olmaksızın yaratılması durumudur
ki, bu
da aslında imkansız olmayan ve fakat örnekleri görülmüş olmadığından
dolayı şâz
(kural dışı), garib ve tek olan karmaşık bir olaydır. Doğumda olduğu
gibi, bu
da Meryem'in vicdanı ve Meryem'in geçmiş ve özel durumlarını tecrübeyle
bilenlerin şahitlikleriyle tesbit edilmiştir ki, bir nefy-i mahsura
(sınırlı
bir nefye, yani bu tür hamileliğin yalnız Meryem'e mahsus olduğuna)
şahitliktir.
Pastör deneyindeki ilmî şahitliğin içeriği de böyle bir nefy-i
mahsurdan
ibarettir. "Yirmi dokuz sene gibi belli bir zaman sürecinde kapalı
şişeler
içerisindeki dezenfekte edilmiş sular içinde bir mikrop oluşmamış
olduğuna
Pastör adındaki doktor objektif bir şekilde şahitlik etmiş, bundan da
tohumsuz
meydana gelmenin bir tabiat olmadığı sonucuna varmıştır. Buna karşılık
da Hz.
Meryem korunmuş ve masum olduğunu Pastör'ün şişelerini bilmesinden daha
kuvvetli bir şekilde bildiği kendi nefsinde, kendi kalp ve vicdanı ile
beraberinde onu devamlı bakış ve tecrübeleri altında saklı bulunduran
zatlar da
tecrübe ve bilgileriyle insan teması olmaksızın bir gebeliğin, bir
ceninin
oluşmasına hem enfüsî (subjektif) ve hem âfâkî (objektif) bir şekilde
şahitlik
etmişlerdir. Bu sırada bundan önce Zekeriyya'nın karısının ihtiyarlamış
iken
Yahya'ya gebe kalması olayı da tecrübe ve âdet dışı olma bakımından
Meryem'in
gebeliğinin doğruluğunu gösteren geçmiş bir teyid edici olmuştur.
İşte
incelemeye göre İsa anasından doğmuş, anasının maddesinden
yaratılmış bir insanî şahıs olma bakımından muhkem; anasından beşer
dokunmaksızın oluşumu bakımından da müteşabih olan hak bir kelimedir.
Bu kelime
böyle kural dışı bir olay olmak üzere tesbit edilmiş ve bunu görmemiş
olan akıl
sahiplerinin akıl ve imanına teklif olunmuş ve bu olay birtakım olaya
ve nice
sözlere sebep olmuştur ki, bütün bu sözlerin içinde en doğrusu onun
söylediği
"Şüphesiz Allah,benim de Rabbim, sizin de Rabbinizdir. O'na ibadet
ediniz." ifadesi, tevhid emridir. Herhangi bir kimse kendinde böyle bir
olay görmüş olsa, onu Allah'a karşı kendi vicdanında "haktır" diye
tasdik etmekte hiç de tereddüt etmez. Bir insanın bunu şahsında görmesi
için de
Meryem gibi bir bikr-i betûl (kendini Allah'a adayan bekâr kadın)
olması
gerekir. Şimdi Meryem gibi bir bâkire olmayanlar ve onun gibilerini
görmeyenlerin, bunu tesbit eden şehadetleri yalanlayarak veya bozarak
İsa
olayını inkâr veya kötü yorum yapmaya ilmen ve aklen hakları olabilir
mi?
Sonra, bu olayın bir gerçek yorumu, bir açıklaması var mıdır, yok
mudur? Mesele
budur. Yukardan beri akıl sahiplerine bütün bu açıklamayı yapan ve
seçme
kanununu da anlatıp kelimeyi böyle inceleyen Kur'ân ta sûrenin başında
"İlimde derinleşmiş olanlar: 'Biz ona inandık, hepsi Rabbimiz
katındandır.
Ama ancak temiz akıl sahipleri öğüt alır.' derler." (Âl-i İmrân, 3/7)
muhkem âyetiyle, müteşabihi inkâra veya kötü yoruma sağlam ilim ve
kâmil akıl
açısından hiçbir zaman hak ve selahiyet bulunmadığını anlatmış olduğu
gibi,
burada da onu akıllar nazarında çaresiz olarak sabit ve sağlam bir
örneğe, bir
aslî maddeye, ezel ve ebede doğru, bir muhkem kanuna irca edip gerçek
yorumunu
göstermiştir ki, o örnek Âdem ve o madde toprak ve o kanun yaratma ve
seçme
kanunudur. Buna göre ilmî açıdan bunu inkâr etmek doğru değildir ve
şöyle izah
etmek gerekir. İsa kelimesi, bir insan tasavvurunu, bir insan
kelimesini
içerir. İnsan tasavvuru ve insan kelimesi de pratik ve realitede, her
şeyden
önce Âdem anlayışını, Âdem olayını ifade eder. Çünkü realitede insan
tarifinin
ilk örneği Âdem'dir. Âdem kelimesinin kesin akıl anlayışında en sağlam
şekilde
delalet ettiği olay da şudur: Başlangıçta topraktan yaratılmış ve var
olmuş
itaatkâr bir memurdur ki, asıl insan demek bu demektir. Şu halde İsa
kelimesi,
insanın aslı demek olan Âdem kelimesine, diğer Âdemoğullarından daha
çok bir
benzeyişle benzeyip dururken, "böyle insan olmaz ve olamaz" diye
inkâr etmek veya geçmiş ve gelecekte dengi bulunmak ihtimali olmayan
yaratıcı
ve emredici Allah Teâlâ'ya benzetmeye kalkışıp çelişkiye düşmek veya
düşük
örneklere dönüştererek iftira ve bühtan yollarına sapmak için hiçbir
ilmî ve
fennî zorunluluk yoktur. Toprak ve ruh, yaratma ve seçme, bir
yaratıcıya mahkum
olmak, her insandan en küllî (tümel), en umumî (genel), en sağlam esas
bu iken,
bunu bırakıp da İsa'yı bunun dışında veya tesiriyle düşünmeye veya ilim
bakımından hiç izahı mümkün değil zannetmek büyük bir bilgisizliktir,
insanlıktan düşmektir. Kör bir tabiat, seçimsiz bir yaratma, temelsiz
bir
kanun, illet (sebep)siz bir malul (illetli), iradesiz bir sebep
değişimi
fikirleri üzerinde yürüyen ve başlangıç tasavvurunu Hak'dan almayıp
kendi
gördüğünden alan ve insanlığı ruhî gelişmesinden çok cisim ve madde ile
ilgili
gelişmesiyle ölçen kimselerin aşırılık ve ihmalkârlıktan kurtulmayan
tasavvurlarına
ve adi iddialarına ilim denmez. Âdem kıssası, İsa kıssasının hem haber,
hem
istikrâ (tüme varım) ve hem istintac (sonuç çıkarma) bakımından bir
örnek ve
izahıdır. Sözün kısası, insanlığın yaratılışı hakkında başlıca iki
kanun
vardır: Birisi, hiçbir istisnası olmayan daha genel ve külli (tümel) ve
bundan
dolayı istidlal (delil ile sonuca varmak) ve sonuç çıkarma yönüyle
mantık
bakımından kesin ve kuşkusuz bir sonuç veren şu kanundur: "Her insan
Allah'ın mahlukudur." İkincisi de şu kanundur: "İnsan, bir baba insan
ile bir ana insanın birleşmesiyle doğmuş çocuğudur". Bu kanun, genel
değil, çoğunluğa aitdir. Çünkü zorunlu müstesnası vardır. Çünkü ilk
insanı veya
ilk insanları kapsamamaktadır. Buna göre İsa bir insandır ve çoğunlukla
insan,
bir baba insan ile bir ana insanın birleşmeleriyle doğmuş çocuklarıdır.
O halde
İsa da büyük ihtimal ile böyle bir çocuktur. "Acaba onun babası
kimdir?" diye düşünmek kuvvetli, ilmî bir düşünce değildir. Bir iman
temin
etmez, ilmî bir inkâra da hak vermez. Fakat "İsa bir insandır ve her
insan
ise Allah'ın yaratığıdır. O halde İsa da Allah'ın yaratığıdır." diye
tasavvur edildiği zaman hiç yanlış olma ihtimali yoktur. Buna iman eden
hiçbir
zaman aldanmaz ve hiç yalan söylemiş olmaz. İşte hak din olan İslâm
dininde, iman
ve iman prensiplerinin, böyle her şüpheden uzak ve her töhmetten salim,
gayet
sağlam ve son derece nezih ve ahlâkî olması gerekir. İnsan, ya doğru
söylemeli
veya susmalıdır. Yalancılıkla Allah'a küfür ve isyan etmemelidir.
Bu
açıklamalara eklenecek bir şey yoktur. Fakat zamanımızda hayat
bilgisi, tabiat bilgisi ve rüşeym (embriyon) ilmi adına söz söyleyenler
çok
olduğundan, bunları kavrayamayacak olanların uzaklaşmalarını ortadan
kaldırmak
için şunları da hatırlatalım: Önce, hayvanlarla ilgili doğumlarda
kanûn-i
veraset (soya çekim)e ait olmak üzere "atavizm" (ceddâniyet) yani ta
yukarlardaki ataya ve dedeye çekmek denilen bir olay vardır ki, İsa
olayı da bu
türdendir. İkinci olarak, tasvirle ilgili olan hayat bilgisinde canlı
olanlar
"monomer" yahut "diyamer" yani "analı" veya
"analı babalı" olmak üzere iki kısma ayrılır. Demek olur ki, Hz.
İsa'da insanlar arasında bir analı bir hayat olayı olmuştur. Üçüncüsü,
insanlarda erkek dişi bulunduğu gibi, iki cinsli olarak hünsâ-yı müşkil
(erkeklik ve kadınlık yönünden eşit olan hünsa) de bulunabilir. Ve
zaman zaman
bunun bir yönü (yani erkeklik veya kadınlık uzvu) galip gelebiliyor.
Biz bundan
Hz. Meryem'e hünsâ demek istemiyoruz. Çünkü Kur'ân metni ile o
kadındır, fakat
bundan hakkıyla şu hükmü çıkarabiliriz ki, bir bedenin iki çeşit
tohumun
meydana gelmesinde esas olması pekâlâ düşünülebilir. Şu halde kadınlar
âlemi
arasında Meryem'in seçilmesini bu şekilde düşünmemize engel nedir?
Dördüncü
olarak, bugün biliyoruz ki, insan tohumu olan nutfe (döl suyu, sperma)
tamamen
meni demek değildir. "Kendisi dökülen meniden bir nutfe (sperma) değil
miydi?" (Kıyame, 75/37) âyeti gereğince meniden bir parça olan ve bir
meni
içinde birçok miktar bulunabilen ve bezr-i manevî (meni tohumu) denilen
bir
hücreciktir. Ve bunun yirmi dokuz sene önce zannedildiği gibi
hayvanlara özgü
bir hayat ile yaşayan bir "huveyn" (gözle görülemeyecek kadar küçük
hayvancık) değil, bitkisel hayatta bir "büzeyr" (tohum taneciği)
olduğu kabul ediliyor. Şimdi tabiat bilgisi adına güneşten koptuğu ve
bir zamanlar
güneş gibi ateş sıvısı halinde bulunduğu nazariye (teori)ye uygun gibi
görünen
yeryüzünün o ateşleri içinde böyle bir tohum tanesinin bulunamayacağı
ve buna
göre bunun sonradan yaratıldığı ve oluşturulduğu fen ilimleri
bakımından
bilinip ve kabul edilirken ve sonra böyle bir tohum tanesinin oluşum
imkanına,
kuru topraktan çok daha gelişmiş bir rahimin daha müsait ve çok
elverişli
olmasının tabii görünmesi gerekirken, Meryem'in rahiminde bir
yumurtacığı
bulmak için böyle bir tohum tanesinin muhakkak dışardaki bir erkek
tarafından
aşılanması nasıl olur da bir mutlak zaruret (zorunluluk) gibi
düşünülür? Ve
nasıl olur da öyle bir tohum tanesinin şekil ve ulaşma yolunu ilim ve
beşer
fenni kapsar ve tayin eder diye iddia olunabilir? Ve sonra tek başına
böyle haddini
bil-meyen tabiat ilimleri davalarına, haddini bildirmek için yaratılmış
ve
gönderilmiş olan Hz. İsa'ya ve meleklerin canciğer arkadaşı olan seçkin
anasına
(Meryem'e) ilim adına nasıl saldırılabilir? Beşinci olarak, insan,
madde ile
değil, ruh ile insandır. Ve burada psikoloji açısından da bir düşünce
vardır.
Her an kendimize dikkat edersek görürüz ki, zihnimizdeki bir kelimenin
veya bir
mücerred mânânın, maneviyattan maddiyata, ruhaniyetten cismaniyete bir
sebep
olması vardır. Kendimizdeki bir şuurun bir hayale, bir hayalin bir
harekete
geçebildiğini görüyoruz. Böyle olmasaydı kolumuzu oynatamazdık ve hiç
kuşku yok
ki bu toplu ve mekanik (şuursuz, kendi kendine olan) hareket,
içimizdeki
molekül ve hücre hareketiyle ilgilidir. Demek ki bir soyut idrak
(anlayış), hem
mekanik harekete, hem zerresel ve kimyasal harekete dönüşebiliyor da,
bu
şekilde kulaktan veya kalpten gelen bir "arş = marş!" kelimesi
orduları yürütüyor. Manevi olayların, böyle maddî olaylara devamlı
olarak
dönüşmesi görüldükten sonra, bunun diğer örneklerini de az çok farklı
bir
biçimde düşünebiliriz. Bir lafızla veya nefisle veya vücudla ilgili
kelime,
vicdanî bir izlenim uyandırır ve bu vicdanî izlenim, şiddetine göre,
bütün ruhu
kapsayan sağlam bir inanç olur ve bu inanç bedende etkisini göstermeye,
beden
de onunla uygun olan yeni bir hayata başlar. Ve bu hâl gelişebilirse
uzva ait
görevlerde yeni bir şekil vücud bulabilir ki, filozoflar bu şartlar
altında
uzuvla ilgili değişikliklerin örneklerini bile tesbit etmişlerdir. Şu
halde Hz.
Meryem'in bu hâli yaşadığını düşünmek ve kabul etmek de mümkündür. Ve
belki bu
şekilde Meryem'in kalbindeki bir kelime, Meryem'in rahminde bir tohum
ile bir
yumurtanın beraberce oluşmasına -Allah'ın izniyle sebep olmuş ve İsa
bundan
doğmuştur. Bu da şehvetle ilgili bir mânâ ile değil, bilhassa rahmânî
bir mânâ
ile tasavvur edilmek gerekir. İşte bazı tefsir bilginleri, Meryem'in
seçimi,
meleklerin müjdesi, kelimenin oluşumu âyetlerinin psikoloji ilmi
açısından
böyle bir düşünce ilham ettiğini de göstermişlerdir. Bununla beraber
bunlar
tevil ve tefsir değil, inkâr ve uzak görme iddialarını bozacak mümkün
olabilen
düşünceleri göstermektedir. Gerçekte te'vil dur. Bunda o kadar açık
mânâlar
vardır ki, dikkat edip anlamalıdır. Topraktan yaratma, sonra "kün"
(ol!), hemen peşinde "feyekün" (hemen oluverdi). Ancak şu noktayı
unutmamalıdır ki, bu zikr-i hakim (hikmetli hatırlatma), bütün
muhataplardan
önce hıristiyanlara karşı bir hâkimin hükmüdür. Allah'ı ve insanı
tanımak,
yaratıcı ile yaratılanı, amir ile memur, hâkim ile mahkumu farkettirip
itaate
davet etmektir. Kelime, İsa'da var da, Âdem'de yok değildir. İsa'ya her
ne
yönden bakılırsa bakılsın ortağı, dengi, örnekleri vardır. Fakat
Allah'ın
hiçbir dengi yoktur. İsa ve Âdem, ikisi de topraktan yaratılmış, ikisi
de
emriyle memurdur. Âdem kelimesi, Allah'ın aynı veya oğlu olmak mümkün
olmadığı
gibi, İsa kelimesi de öyledir. Kelimeler çok, Allah ise birdir. Allah,
kelimelerde fani (yok olucu) değil, diri ve her şeyi koruyandır. Fakat
kelimeler Allah da fani (yok olucu)dir. Kelimelerle Allah
çoğaltılmamalı, Allah
ile kelimeler birleştirilmelidir. Kelimeler birer yol gösterici, birer
alâmet,
birer âyettirler. Bütün bunların tek medlûl (mânâ)leri Allah'dır. İsa
da, Âdem
gibi, Allah'dan gelmiş, Allah'a yükseltilmiştir. İsa'nın ruhu, vefat
etmediyse,
edecektir, bakî (ebedî olarak kalıcı) ancak Allah'dır.
Şimdi
Necran delegeleri ve onların benzerleri bu hakkı kabul etmeyip de,
"Allah'dan garip bir kelime" dedin ya, işte bu bize yeterlidir,
kelime Allah'ın cüz'ü (bir kısmı)dür, kelime Allah'ın aynıdır, kelime
Allah'dır, diye inat edip kibirlenerek boş laf üretiyorlarsa, Ey
Muhammed:
60-61-Bu
âyete, mubâhele (lanetleşme) âyeti denir ki,
"Hangi taraf yalancı ise ona Allah lanet etsin." diye karşılıklı
olarak lanetleşmek demektir. Yukarda açıklandığı üzere Necran
delegeleri
müzakere esnasında reylerinin sahibi olan reisleri Âkıb Abdu'l-Mesih'in
reyi
ile bu lanetleşme teklifini kabul edemediler. Onlar üzerinde en
kuvvetli hüküm
bu oldu, bir anlaşma ile İslâm devletinin uyruğuna girmeyi kabul edip
gittiler.
"Haklarımıza sahiptirler, müslümanların yükümlülükleriyle de
sorumludurlar."
İşte
Âl-i İmran (İmran ailesi) kıssasının gerçek aslı:
63-
Gelelim Âl-i İbrahime (İbrahim ailesine) ve
Muhammed aleyhisselâm ile ilgili seçime:"Allah'tan başka tanrı yok. O,
güçlüdür, hikmet sahibidir. Allah katında din, ancak İslâm'dır." (Âl-i
İmrân, 3/18-19) olduğu akılla ve nakille, ilimle ve hikmetle kuvvetli
bir
şekilde sabit olduktan sonra, şimdi bozguncuların itirazına bakmayarak,
kelimeleri dağıtmayıp toplamalı; dağınık, farklı kelimeleri, çeşitli
ihtilafları bırakmak ve en sağlam olan ittifak şeklini almak suretiyle
İsa
kelimesinin, Âdem kelimesine döndürülmesi ve her ikisinin ortaksız
yaratıcı ve
emredici bir Allah'a teslim olma ölçüsünde tevhidi gibi hakkıyla tevhid
etmeli
ve buna göre Âdem'in en güzide sülalesi olan İbrahim soyunda bilhassa
Âl-i
İbrahim (İbrahim ailesi) denilen şûbe ile Âl-i İmran (İmran ailesi)
denilen ve
ihtilafa düşmüş bulunan şûbeler arasındaki eşit ve üzerinde ittifak
edilen bir
hak kelimesine davet etmelidir.
Bunun
için ey Muhammed:
64-Burada
çeşitli vicdanların, muhtelif
milletlerin, farklı dinlerin, çeşitli kitapların, temelli bir vicdanda,
hak bir
sözde nasıl birleşebilecekleri, İslâm'ın insanlık âleminde ne kadar
geniş, ne
kadar açık, ne kadar doğru bir hidayet yolu, bir hürriyet kanunu
öğretmiş
olduğu ve artık bunun Arap ve Arap olmayana ait olmadığı tam olarak
gösterilmiştir. cümlesinde toplanan vicdanî birlikten daha geniş, daha
hakim
hiçbir vicdan bulmak mümkün değildir ki onun arkasına düşülsün. Dinî
gelişmeler, vicdanların ayrılık ifade eden özelliklerinde değil,
bütünlüğünde
ve genişliğindedir. Bütün özgürlük ve eşitlik davasının esası bu bir
kelimede,
bir vicdanda toplanır: İşte özgürlük ve eşitlik davasının bütün çözüm
anahtarı
buradadır. Birbirimizi rab, mevla, mutlak hükmedici tanımıyalım; bütün
hareketlerimizi bir Hakk'ın emriyle ve Allah'ın rızasıyla ölçelim.
Allah'ı
bırakıp da onun gerisinde ve hakkın dışında bir bağımlılık anlaşmamız
olmasın;
hepimiz Allah'a kul olalım ve kendimizi ancak O'na boyun eğmiş bilelim;
birbirimize de ancak bu açıdan uyalım ve bağlanalım; hiç birimizin
hakkına
tecavüz etmeyelim; Allah'ın onu görevlendirdiği vazifeye de Allah için
itaat
edelim. Asıl anlaşma ve asıl vicdan, bir Allah'ın emrine uyma olunca,
her
anlaşmazlık, hak düşüncesi ve hak kanunu ile çözümlenir. Ve hiçbir
kimsenin
şahsî isteği hakim olmaz. Buna göre İsa'yı da rab tanımıyalım. Onu da
Allah'ın
bir kulu ve bir elçisi tanıyalım. Aynı şekilde papalar, krallar,
başkanlar hep
böyle, birbirine Allah'a itaatları ve hakkı araştırmaları açısından
bakalım.
Ortaya
atılan bir soruya karşı Resulllah (s.a.v.) kitap ehli (yahudi ve
hıristiyanlar)dan iman edenlere: "Siz hani papaların ve diğerlerinin
sözlerine, yalnızca onların sözleri olduğu için itaat etmez miydiniz?
İşte o,
onları rab edinmektir." buyurmuştur. Burada sözün gelişi en çok Hz.
İsa'ya
"rab" diyen hıristiyanlara yöneliktir. Bugün bazı İncil
tercemelerinde bunun muallim (öğretmen) demek olduğu gösterilmişse de
akide-i
teslis (üçleme inancı) varken bu yorum yeterli olamaz. Hatta, "Ona
kitabı
ve hikmeti öğretir." (Âl-i İmrân, 3/48) âyetinin delaletine göre gerçek
öğretici yine Allah'tır.
Fakat
kitap ehli, Hakk'ı birlemekten değil, kelimeyi dağıtmaktan
hoşlandılar, İmran ailesi ile İbrahim ailesi arasında bir birlik yönü
olan
İbrahim'i bile, her biri kendilerine bağlayarak "yahudi idi" veya
"hıristiyan idi" dediler. Bunlara karşı cevap olarak buyuruluyor ki:
65-66-
Yani
Tevrat ve İncil'den, bir dereceye kadar,
bilginiz bulunan Musa ve İsa, hakkında hiç malumatınız bulunmayan Hz.
İbrahim.
67-
"Fakat
o, Allah'ı bir tanıyan dosdoğru bir
müslümandı, müşriklerden de değildi." Şu halde ne yahudilerin, ne
hıristiyanların, ne de müşriklerin İbrahim'i, ne ırk bakımından, ne de
din
bakımından kendilerine bağlamaya, kollarından saymaya hakları olmadığı
gibi,
bunlardan ırk yönünden mensub olanların da kendilerini temiz bir
müslüman-muvahhid olan İbrahim'in aile ve tabilerinden saymaya hakları
yoktur
ve mücadeleleri bilgisizcedir. Onlar "Zalimlere ahdim ermez."
(Bakara, 2/124) âyetinin hükmüne dahildir.
68-
"Doğrusu onların İbrahim'e en yakın olanı,
ona uyanlar, şu peygamber ve iman edenlerdir." Seçime giren İbrahim
ailesi
işte bunlardır: İbrahim'in dinine uyanlar, şu şanı ulu peygamber
Muhammed
Mustafa ve buna iman edenlerdir. İlahî ahde ve imamete (önderliğe) nail
olacak
olanlar, her halde, bunlardır. Çünkü "Allah, müminlerin dostudur."
Kitap
ehlinin bir kısmı müvahhid (Allah'ı birleyen) ve müslüman olmak
şöyle dursun müminleri sapıtmaya çalışıyorlar. Nitekim yahudiler,
Huzeyfe,
Ammar, Muaz gibi büyük sahabileri yahudiliğe davet etmeye cesaret
ettiler de şu
âyet indi:
Ey
müminler!
69-Bunların,
haberleri olmadan kendilerini nasıl saptırdıkları
da şu hitap ile anlatılıyor:
70-Bakınız
bunların bir kısmının karıştırmalarına
ki, Hayber veya Ureyne yahudileri hahamlarından on iki kişi
anlaşmışlar,
birbirlerine: "Haydi bir gün sabahleyin laftan ve yalnız dil ile
Muhammed'in dinine giriniz, akşam üzeri de; kitaplarımıza baktık ve
bilginlerimize de danıştık, şimdi Muhammed'in (Tevrat'ta anlatılan) o
peygamber
olmadığını anladık, bu yalan ve dini de batılmış, deyiniz ve inkâr edip
çıkınız. Böyle yaparsanız Ashabı da şek ve şüpheye düşerler."
demişlerdi.
Aynı şekilde Kıblenin değişmesi meselesinde Ka'b b. Eşref isimli yahudi
hahamı
da kendine uyanlara, kıbleye karşı günün başlangıcında namaz kılmayı ve
sonunda
caymayı telkin etmişti ki, şu âyet bunları haber veriyor:
72-73-74-Fakat
kitap ehlinin hepsini böyle ahlâksız
sanmamalıdır. Çünkü:
75
-76-77-
"(Kitap ehlinden) öyle kimseler vardır ki,
ona yüklerle emanet bıraksan onu sana geri verir." Yahudi
bilginlerinden
olup Peygamber'e iman eden Abdullah b. Selam Kureyş'ten birinin emanet
bıraktığı bin ikiyüz okya altını eksiksiz teslim etmiş idi ki, okya
kırk dirhem
itibar ediliyor. "Yine onlardan öylesi vardır ki, ona bir dinar emanet
etsen onu sana geri vermez." Nitekim yine yahudilerden Fenhas b. Âzura
diğer bir Kureyş'linin emanet bıraktığı bir dinarı inkâr etmişti. Bir
dinar,
(aslı dinnar) yirmidört kırat, yani bir miskal itibar edilir. Bu
hainliğin
sebebi de: "Adam sen de, ümmîlerin, okuyup yazması olmayanların hakkı
mı
olurmuş? Vesikası, yaptırma gücü bulunmayan ve hele dini ayrı olan
kimselerin
hakkını yemek helaldir." inancında bulunmaları olduğu gösterilmiştir.
Bu
âyetin içeriğine işaret ederek Malik b. Dînâr hazretleri demiştir ki:
"Dinnar kelimesi, 'din' ile 'nâr' kelimelerinden oluşmuştur. Hakkıyla
alınca 'din' olur, haksız alınca da 'nâr' (ateş) olur".
Bir de
kitap ehli içinde, kitap adına ağızlarını eğen, bile bile yalan
söyleyerek propagandalar yapan ve insanları Hak'tan ayırıp batıla
saptırmak,
kula kul etmek istiyenler vardır. Şöyle ki:
78-Halbuki
Allah'ın kitap ve peygamberlik verdiği
bütün nebiler ve resuller, bunların isnat ettikleri yalanlardan
uzaktırlar.
Çünkü:
79-80-81-Allah
bütün peygamberlerine kitap ve hikmet
verirken hepsinin böyle bir sözleşme ve anlaşmasını almıştır. Bunlar
arasında,
önce gelenden sonra gelene, sonra gelenden öncekine böyle karşılıklı ve
ilâhî
şahitlik altında kabul edilmiş bir tasdik antlaşması vardır. Hepsi,
kendilerini
tasdik eden Muhammed Resulullah'a iman ve yardım için Hak Teâlâ'ya söz
vermişlerdir. İlim ve hak şahitliğin hükmü budur.
82-Şimdi
peygamberlerin fâsık olmaları, Allah'a
itaatten çıkmaları ihtimali var mıdır? Haşa! Öyle ise:
83-Hayır,
gerek yükseklerde bulunanların ve gerek
aşağıda bulunanların istiyerek ve istemiyerek uyduğunu bilen ve hepsi
Allah'a
döndürülecek olan peygamberler hiçbir zaman Allah'ın dininden, Allah'a
itaatten, Hakk'a teslim olmaktan başka bir istekte, bir davada
bulunmazlar.
"Allah'ı bırakınız da bize kul olunuz." demezler. Ve fakat:
"Allah'ın öğrettiği kitap ve okuduğunuz, okuttuğunuz derslerle
'rabbaniyyûn' Rabb'e halis kullar olunuz." derler ve öyle demişlerdir.
"Rabbanî" kelimesi "Rabb" veya "mürebbî" (terbiye
edici) mânâsına "Rabbe mensub"dur. (İlerde gelecek olan "Nice
peygamberler vardı ki, beraberlerinde Allah erleri bulunduğu halde
savaştılar." (Âl-i İmran, 3/146) âyetine bak.)
Bütün bu
hak âyetler anlaşıldıktan sonra, ey Muhammed:
84-91-İşte
ilâhî tevhidin zorunlu bir sonucu olmak
üzere bütün peygamberler ve ilâhî kitaplar Allah'a karşı değil,
Allah'ın
olmaları ve ancak Allah'a kulluk etmeleri yönünden iman edilmedikçe
İslâm'ın ve
tevhidin mânâsı tahakkuk etmez. Allah'a değil, kendine kul olmaya davet
edenler
Allah'ın peygamberi olamaz. Elçi ancak kendisini gönderene davet eder.
Ve
elçiyi inkâr etmek de göndereneni inkâr olur. Hak din olan İslâm'ın
esası, bu
tevhid imanı ile Allah'a teslim olmaktır. Bundan çıkmak, irtidad
(dinden
çıkmak), bunun dışındakiler küfürdür. İsterse bir peygamberi olsun
diğerlerinden ayırıp inkâr etmek, peygamberliğin esasını inkâr
etmektir.
Peygamberliğin esasını inkâr etmek, bütün peygamberleriyle beraber
Allah
Teâlâyı inkâr etmektir. kısmı, a kadar müslüman olduktan sonra dinden
çıkarak
Medine'den kaçıp Mekke müşriklerine sığınan birkaç kişi hakkında
inmiştir.
Bunlar hakkında tevbenin kabul edilmemesi bahis konusu olmuştur. En çok
tercih
edilen mânâ şudur: Çünkü böyleleri ölüm belirtisini görüp hayattan
ümidini
kesmedikçe tevbe edip imana gelmezler. Halbuki yeis halindeki iman
makbul
değildir. Bunun izahı, "Yoksa kötülükler yapıp da nihayet ölüm gelip
çatınca: "Ben şimdi tevbe ettim." diyenlere ve kâfir olarak ölenlere
tevbe yoktur." (Nisa, 4/18) âyetidir.
Şimdi
İslâm'ın amelle ilgili hükümlerine ve tatbikatına gelelim:
Anlaşıldı
ki Allah katında makbul olan din İslâm'dan ibarettir. Ve
İslâm'dan başka bir din arayanın dini kabul edilmez, sonu ziyan olur.
Allah'a
ve Allah'dan gelene tam bir iman ve teslimiyet bulunmadıkça ahirette
hiçbir
amel fayda vermez. Küfürle ölenlerin her biri dünya dolusu altınlar
nafaka
vermiş olsalar da ahirette kendilerini kurtaramazlar. Fakat buna
karşılık ilâhî
yardıma ermek ve birr (büyük hayır) ve nimetlere ulaşmak istiyen ey
müminler
siz de:
92-Şu
halde yalnız iman, tam, kâmil hayra, iyiliğe
ermek için yeterli sebep değildir. İman ve ilimden sonra amel ve
özellikle
(Allah yolunda) sarfetmek ve harcamak da gerektir. Hem de bu harcamak
ne kadar
sevgili şeylerden olursa, o kadar kıymetli olur. Allah, harcanılan hoş
veya
nâhoş (güzel olmayan) herhangi bir şeyi bilir ve ona göre sevabını
verir. Fakat
asıl iyiliğe, yüksek hayra ulaşmak, sevilen şeylerden harcamaya
bağlıdır.
Bundan dolayı Bakara Sûresi'nde geçen "birr" ve "infak"
âyetlerini (Bkz: el-Bakara, 2/3, 44, 177, 189, 215, 219, 261, 264, 265,
267,
270, 272, 273, 274.) hatırlamalı ve ona göre İslâm'ın hükümlerini
yerine
getirmeye hazırlanmalıdır.
Birr:
Bakara Sûresi'nde (Bakara, 2/177) âyetinde de açıklandığı üzere
ihsan (iyilik etmek), geniş hayır, tam hayır demektir. "Birr" ile
"hayır" arasında şöyle bir fark da göstermişlerdir: "Birr",
hayra ulaşan ve kastedilmiş fayda; "hayır" ise -kasıtsız bile olmuş
olsa muhakkak faydadır. Birrin zıddı ukuk (isyan etmek), hayrın zıddı
şerdir.
Bununla beraber "birr", hıns (günah) karşılığı da kullanılır. Burada
birr'e erişmek, hayır ve iyilik etme sıfatıyla sıfatlanmış olmak veya
"İyiler mutlaka nimet içindedirler." (İnfitar, 82/13) âyetinin
delaleti üzere iyiliğe ve ilâhî sevaba ermek mânâlarından her biriyle
tefsir
edilmiştir ki, ikisi birbirinden ayrılmazlar. "Allah asla sözünden
dönmez." (Âl-i İmran, 3/9) âyeti gereğince Allah'a söz vermek ve
anlaşmada
tamamıyla ayak direyerek ilâhî vaade tamamen kavuşmak, ermek mânâsı,
her
ikisini de içine alır. Buna göre iman, dinin temeli; birr, dinin gayesi
demektir. Hak tevhid, hayra erişmek: İşte din, bu iki esasın
mahsulüdür. Ve bu
şekilde bu âyet, kendisinden önceki iman konularının bir sonucu,
kendisinden
sonraki hükümlere dair konuların da mukaddimesi (başlangıcı)
yerindedir.
Bilinmektedir
ki, infak (harcama) denilince en başta zorunlu ihtiyaçlar,
bunun başında da yiyecekler vardır. İslâm dini ise bu konudaki
baskıları
kaldırıyor. "Yeryüzünde bulunanların helal ve temiz olanlarından
yiyin." (Bakara, 2/168) diyordu. Yahudiler de İslâm'ın hükümlerini
reddetmek için neshi inkârdan başlıyorlardı. Buna dayanarak İslâm'ın
helal ve
haram meselelerine ve Peygamberimizin İbrahim milletine davetine karşı
itiraz
etmiş olmak için: "İsrailoğullarına haram olan şeyler, Nuh ve İbrahim
zamanından beri haramdı." diyorlar ve Mescid-i Aksa'nın Ka'be'den daha
eski ve şerefli olduğunu da iddia ederek, kıblenin değiştirilmesine de
itiraz
ediyorlardı.
Burada
bir taraftan infak (harcama) dolayısıyla İslâm dininin yiyecekler
hususundaki geniş iznini teyid, diğer taraftan İbrahim milletinin
kuruluşunu
düzenleme olmak üzere, bunlara cevap olarak buyuruluyor ki:
93-94-95-Şu
halde "nesih yoktur" davası bir
iftira olduğu gibi, En'âm sûresindeki , "Yahudilere bütün tırnaklı
(hayvan)ları haram kıldık. Sığır ve koyunun da yağlarını onlara haram
ettik,
yalnız sırtlarının, yahut bağırsaklarının taşıdığı, ya da kemiğe
karışan
yağlarını haram etmedik. Saldırganlıkları yüzünden onları böyle
cezalandırdık." (En'âm, 6/146) âyeti gereğince, İsrailoğullarının
bunlardan mahrum oluşları saldırganlıklarının bir cezası idi.
Tevrat'tan önce
Hz. Yakub'un kendine haram ettiği, yani kendisine yasakladığı şey hariç
tutulursa, diğerleri haram değildi. Tevrat, neshi inkâr etmek şöyle
dursun, tam
tersine önceden helal olan bazı şeyleri İsrailoğullarına haram etmekle
nesih
yapmış bulunuyordu. Hz. Yakub hakkında en sahih rivayet şudur:
Müşarunileyh
(adı geçen), ırkunneşe' (siyatik) hastalığına tutulmuş ve bundan şifa
bulur
kurtulursa en sevdiği yemeği yememeye adak adamıştı. Bir rivayete göre
en
sevdiği de deve eti ve sütü imiş. Bu adağı, doktorların tavsiyesi veya
hastalığında bir gece pek çok ıztıraplı olması sebebiyle veya sırf bir
zühd
(her türlü zevki terkederek kendini ibadete vermek) ve kulluk için
yapmış
olduğu da rivayet edilmiştir.
Kabe
meselesine gelince: Şu muhakkaktır ki:
96-97-Kabe'nin
esas kuruluşu, Mescid-i Aksa'nın esas
kuruluşundan öncedir. Buna göre bütün kitap ehlinin tanıyageldikleri
mabedlerin
hepsinden daha önce, daha mübarek bir tevhid kıblesidir. Bu da, önce ve
sonra
neshin var olduğunu ifade eder.
Bekke,
Mekke demektir. Veyahut Mekke şehirin ismi, Bekke de Mescid-i
Haram'ın yeridir. Bakara sûresinde haccın tafsilatı açıklanmıştı.
Burada da
"Beyti haccetmek insanlar üzerinde Allah'ın bir hakkıdır." nassıyle
haccın kesin olarak farz oluşu te'kidli bir şekilde tesbit edilmiştir.
İstitâa,
aslında fiilin itaat etme ve meydana gelmesini talep ve irade
etmektir. Bu ise kudret (güç yetmey)e bağlı olduğundan, sonradan kudret
mânâsında meşhur olmuştur. Tam mânâsıyla fiile yakın olan bizzat
kudrettir.
Fakat fiilden önce olan aletlerin ve sebeplerin selameti mânâsına
kullanıldığı
da çoktur ki, burada bu mânâyadır. Hacca kudret (güç yetmek), ya beden
veya mal
veya her ikisiyledir. İmam Malik yalnız bedenî kudreti, İmam Şafiî malî
kudreti, İmam-ı Azam Ebu Hanife hazretleri de her ikisini dikkat
nazarına
almıştır. "her kim küfrederse şüphesiz ki Allah..." âyetindeki
"küfür"den maksadın, görüldüğü üzere haccı inkâr etme mânâsına olmak
ihtimali bulunmakla beraber, tefsir bilginlerinin çoğunluğunun
açıklamasına
göre, "kudreti varken haccı terketmek" mânâsınadır ki, bununla namazı
terketmek, zekatı terketmek gibi, haccı terketmek de kâfire yakışır bir
isyan
demek olduğu ağır bir tarzda gösterilmiştir.
Rivayet
olunuyor ki, Şemmas b. Kays isminde bir yaşlı yahudi varmış.
Küfrü ve müslümanlara karşı hiddeti, kini ve çekememezliği pek
şiddetliymiş.
Bir gün Evs ve Hazrec kabilelerinden birtakım ashab-ı kiram bir
mecliste
oturmuş konuşurlarken bu yahudi yanlarından geçmiş, cahiliyye zamanında
aralarında şiddetli düşmanlık ve hasımlık bulunan bu kimselerin
İslâm'dan sonra
aralarındaki bu ülfeti, toplanmayı, düzelmeyi ve sevgiyi görünce:
"Allah'a
yemin ederim ki bunlar böyle toplandıkça, bizim buralarda rahatımız
kalmaz." demiş ve yanındaki bir yahudi delikanlısına: "Haydi şunların
yanlarına otur, yevm-i bûâsı (buas gününü) ve daha öncekilerini
hatırlarına
getir ve o zaman söyledikleri şiirlerden bazı parçalar da okuyuver."
diye
tenbih etmişti. "Büas günü" ise İslâm'dan önce yüzyirmi sene kadar
birbirleriyle düşmanlık ve hasımlık üzere yaşamış olan Evs ve Hazrec
kabilelerinin savaş yaptıkları ve Evs'in Hazrec'e galip geldiği son bir
gün
idi. Delikanlı dediğini yapmış ve derken bir münakaşa kapısı açılmış,
iki taraf
öğünmeye başlamışlar, nihayet bir çekişme, ağız kavgası olmuş, Evs'ten
Evs b.
Kayzî, Hazrec'den Hübar b. Sahr sıçramışlar, birbirlerine söz atmışlar,
birisi
diğerine: "İsterseniz bugün yine öyle bir gün yaparız" demiş. İki
taraf öfkeyle gelmiş: "Haydi yaptık, silâh silâh, haydi zahireye, harre
meydanına!" demişler, sözün kısası Evs kabilesi birbirleriyle, Hazrec
de
birbirleriyle birleşmişler, o sırada durum Peygamberimize ulaşmış, O da
yüce
huzurlarında bulunan Muhacir ashab-ı kiramla birlikte onların yanlarına
gelmiş:
"Ey müslümanlar topluluğu!.. Allah Allah! Ben aranızda bulunurken de
cahiliye davası mı yapıyorsunuz? Cenab-ı Allah sizi İslâm'a hidayet
ettikten ve
küfürden kurtarıp kerem (cömertlik) ve yardımıyla cahiliyyenin kökünü
kestikten
ve aranızı bulduktan sonra, yine eski küfre mi dönüyorsunuz?" diye
nasihat
edince, hepsi düştükleri tehlikenin bir şeytan tuzağı olduğunu
anlayarak derhal
ellerindeki silahlarını bırakmışlar, gözlerinden yaşlar dökerek
birbirlerine
sarılmışlar, kucaklaşmışlar ve Resulullah'a itaat ederek beraberce
gitmişlerdi.
Cenab-ı Allah bu şekilde Şemmas'ın fitne ateşini söndürmüş, bu sebeple
hem
Ehl-i Kitab'a bir öğüt, hem de müminleri onlardan herhangi birine
uymaktan
yasaklama maksadıyla hükmü âmm (genel) olan şu âyetleri indirmiştir:
98-101-
Allah'a i'tisam (sımsıkı sarılmak), Allah'a
sığınmak ve ilâhî ismet (masumluk)e sığınmaktır ki, bu sarılma için:
102-
Hep
birlikte Allah'ın ipine (kitabına, dinine)
sımsıkı sarılın. Parçalanıp ayrılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini
düşünün.
Hani siz birbirinize düşmanlar idiniz de, O, kalplerinizi
birleştirmişti. İşte
O'nun (bu) nimeti sayesinde kardeşler olmuştunuz. Yine siz, bir ateş
çukurunun
tam kenarında iken oradan da sizi O kurtarmıştı. İşte Allah size
âyetlerini
böyle apaçık bildiriyor ki, doğru yola eresiniz.
Allah'tan
hakkıyla korkmak Bakara sûresinin (Bakara, 2/2) âyetinde
açıklandığı üzere "takva mertebeleri"nin en mükemmelidir ki, iki mânâ
ile düşünülür: Birisi her yönden Allah'a itaat edip, hiçbir isyan
etmemek,
daima zikr (Allah'ı anma) üzere bulunup, hiç unutmamak ve her halde
şükredip
hiçbir nankörlüğe düşmemektir ki, ilâhî şan ve büyüklüğe layık olmak
mânâsına
"Hak takva" demektir. Bu ise peygamberlerin en büyükleri gibi masum
fıtrat üzere yaratılmış olanlardan başkası için ve hatta onlar için
bile mümkün
değildir. "Seni layıkıyla tanıyamadık, sana layıkıyla ibadet edemedik."
Bundan dolayı bu âyet indiği zaman ashab-ı kiramın çok ibadet etmekten
dolayı
ayakları şişmiş, alınlarının derileri soyulmuş ve bunun üzerine
"Gücünüzün
yettiği kadar Allah'dan korkun." (Teğabün, 64/16) emrinin inmiş olduğu
rivayet edilmiştir.
İkincisi
Allah yolunda hakkıyla, gücünün yettiği kadar gayret etmek ve bu
konuda hiç kimsenin kınamasından korkmamak, hatta anası, babası veya
kendi
aleyhinde bile olsa Allah için adalet ve doğruluktan ayrılmamaktır ki;
bu hak,
vücub (lüzumlu, gerekli) ve sabit olmak mânâsınadır. Ve bu şekilde
âyeti, bunun
açıklamasıdır. Allah'tan hakkıyla korkmak ve her halde müslüman olarak
ölebilmek için de her şeyden önce Allah'ın ipine toptan yapışarak
tevhid üzere
toplanmak ve ayrılıklardan çekinmek lazımdır. Anlaşılıyor ki, haccın
farz
oluşu, bu toplanmanın hem sebeplerinden, hem de maksatlarından birini
teşkil
eder. Şu halde önce kalplerin birleşmesi, ikinci olarak fiillerin
birleşmesi
hak dinin esaslarının en büyüklerindendir. "Ben, kendi başıma, yalnızca
dinimi, imanımı koruyabilirim." demek tehlikelidir. Kendi başına kalmak
isteyen fertlerin, iman ve İslâm üzere hüsn-i hatime (iyi sonuç) ile
ahirete
gidebilmesi şüpheli olur. Ferd zorlama ve baskı altında her şeyini
kaybedebilir. Çünkü "Allah'ın kudreti toplumla beraberdir." Ve dinin
dünyada en büyük feyzi de bu toplumun kuruluşundadır. Bunun içindir ki,
toplumlarını
yitiren veya perişan edenler muhakkak perişan olurlar. Fiilî sebepler
karşısında ilmî deliller, çoğunlukla hükümlerini yerine getiremezler.
Nitekim
Hz. İsa bile "Allah yolunda bana yardımcı olacaklar kimlerdir?" (Âl-i
İmran, 3/52) dedi. Her mümin, Hakk'ın bir izafî tecellisine ulaşmıştır.
Hakk
tecellî ise bütün bağların toplanmasıyla hakk tevhidin ortaya
çıkmasındadır. Şu
halde bütün iman ehli, tek kelime üzerinde fiillerini birleştirmedikçe
ittikâ
(layıkıyla Allah'tan korkma)ya eremez, Allah'a kavuşamazlar.
103-Hablullah
(Allah'ın ipi), Allah Teâlâ'ya kavuşma
sebebi olan delil ve vasıta demektir ki, Kur'ân, Allah'ın emrini yerine
getirme
ve cemaat, ihlas, İslâm, Allah'a söz verme, Allah'ın emri diye
rivayetlerle
tefsir edilmiştir ve hepsi birbirine yakındır. Bu âyetin cemaat ve
ictimaiyyet
(toplum bilim, sosyoloji) ile emir olduğunda kuşku yoktur. Bununla
beraber
burada cemaat, hablullah (Allah ipin)ın aynı değil, ona yapışmanın
ürünüdür.
Ebu Said el-Hudrî hazretlerinden rivayet edildiği üzere Allah Resûlü
şöyle
buyurmuştur: "Gökten yeryüzüne indirilmiş olan hablullah (Allah'ın
ipi),
Allah'ın kitabıdır." Korkunç bir yolun kenarına çekilmiş olan bir ip
veya
bir kuyuya düşmüş olanları çıkarmak için uzatılmış bir ip ve ona
gereğince
iyice tutunmuş bir toplum düşününüz. İşte bu tasavvurdan meydana gelen
hey'et-i
ictimaiyye (sosyal kurul) Kur'ân etrafında devamlı yükselen bir İslâm
cemaatinin misalini teşkil edecektir.
Bu
i'tisam (tutunma) için herhangi bir cemaat olmak da kâfi değildir.
104-İslâm
toplumundan böyle bir ümmet (topluluk) de
teşekkül etmelidir.
Ta
yukarılarda da açıklandığı üzere ümmet, öne düşen, çeşitli insan
gruplarını toplayan, kendilerine uyulan bir topluluk demektir ki,
hepsinin
önünde de "imam" (önder) bulunur. Cemaat ile (toplu halde) namazlar,
bu muntazam ve hayırlı sosyal tertibin görüntüsünü ifade eden gözle
görülür
şeklidir. Bu şekilde hayra davet ve iyiliği emir, kötülüğü de men
edecek bir
topluluk ve imamet (önderlik) teşkili müslümanların imandan sonra ilk
dinî
farîzalarıdır. Bu farizayı (Allah'ın emrini) yerine getirebilen
müslümanlardır
ki âyetinin açık hükmü gereğince kâmil (tam) kurtuluşa ererler. Yoksa
âyetinin
mânâsı müşkil ve belki müteazzir (mümkünsüz) olur. Allah'ın vaadi
bütünüyle
temin edilmez, hayra çağırmak, iyiliği emir, kötülüğe engel olma bütün
müslümanlara farz-ı kifayedir. Bu yapılmayınca hiçbir müslüman
mesuliyetten
kendini kurtaramaz. Fakat her ferde farz-ı ayın değildir. Ümmetin
tümünün
vazifesidir. Çünkü "sizden" buyurulmuştur. Buradaki in tecrîdî
(soyutlayıcı) veya teb'îzî (ayırıcı) olmak üzere iki mânâya ihtimali
vardır.
Tecridî olduğuna göre her müslüman bununla görevlidir. Teb'îzî olduğuna
göre de
genelde müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak belli, özel
bir
topluluk meydana getirmek, onlara yardım ederek ve uyarak o vasıta ile
bu
görevi yerine getirtmektir. Bunlar tayin ve görevlendirildikten sonra
emretmek ve
yasaklamak bizzat onlar üzerine farz-ı ayın olur. Ve fakat bunlar
görevlerini
yerine getirmezlerse, sorumluluk önce bunlara, ikinci olarak herkese
teveccüh
eder. Tevhid nizamı bozulduğu zaman, ortaya çıkacak şer ve bela da
yalnız
zalimlere isabet edip kalmaz, herkese bulaşır.
Hayra
davet (çağırma), dine ve dünyaya ait bir iyiliği içeren herhangi
bir şeye davettir ki, birliğin ve İslâm'ın esasıdır. İyiliği emretmek
ve
kötülüğe engel olmak da bunun önemli bir kısımdır. Maruf (iyilik),
İslâm'ın
gereği olan Allah'a itaat; münker (kötülük) de İslâm'ın gereğine
uymayıp,
Allah'a karşı gelmek demektir. İyiliği ve kötülüğü Allah'ın ipinden
başka ölçü
ile ölçmeye kalkmak, isteklere ve nefse ait arzulara uymaktır ki, bu da
ayrıcalık yapmaktır. Bu noktayı daha çok açıklamak için buyuruluyor ki:
105-109-
Ey
Muhammed ümmeti!
110-112-Burada
ümmet-i Muhammed'in esas mümeyyiz
(ayırıcı) özelliği, tevhid imanı ile iyiliği emir ve kötülükten
alıkoyma olduğu
ve bilhassa bu vasıf altında insanlar için en hayırlı bir ümmet
oldukları ve bu
vazife esas itibariyle yalnız ulu'l-emr (müslümanların yetkili
amirlerin)e ait
olmayıp bütün müminlerin bizzat veya bilvasıta (aracı ile) bununla
ilgili
olmaları gerekeceği ve bir ümmetin hayırlı oluşu da çoğunluğunun
iyiliğiyle
olabileceği ve nitekim diğer kitap ehlinin bu haslete sahip
olamamaları,
içlerinde Allah'a itaattan çıkmış sapıkların çoğunluğu
oluşturmalarından
doğduğu ve müslümanların çoğunluğu bu seçkin hasleti muhafaza ettikçe
kendilerine diğer kâfirlerin, sapıkların netice itibariyle bir
eziyetten başka
zararları dokunamayacağı hatırlatılıyor ki, burada "ancak Allah'ın
ipine
ve insanların ahdine sığınanlar hariç" kısmı da dikkate değerdir.
Kendilerini her şey zannedip Allah'a itaatten dışarı çıkanlar az çok
zillet
(alçaklık)ten kurtulurlarsa, yine Allah'ın veya Allah'ın kullarının ahd
(söz verme)
ve emanı sayesinde kurtulabilirler.
Evet,
Kitap ehlinin mümin olanları da yok değildir:
113-115-Ümmet-i
kâime, hakşinas (hak tanıyan), doğru,
doğrulan veya Allah için kalkan, müstakîm (doğru), âdil (adaletli)
topluluk
mânâlarına gelir.
Tefsir
bilginlerinin çoğunun tercihine göre burada kitap ehlinden maksat,
Musa ve İsa aleyhisselâma iman etmiş olanlardır. Ve bu âyetin iniş
sebebi
hakkında birkaç rivayet vardır:
1-
Abdullah b. Selam, Sa'leb b. Said ve Üseyd b. Ubeyd gibi zatlar
müslüman oldukları zaman diğer yahudiler bunların aleyhinde bulunmuşlar
küfür
ve hüsranlarından bahsetmişlerdi. Bunlara karşı, onların faziletlerini
açıklamak hakkında bu âyet inmiştir.
2-
Necranlılardan kırk, Habeşten otuziki, Rumdan üç kişi ki toplamları
yetmiş beş zat İsa'nın dini üzereyken Muhammed (s.a.v.)'i tasdik ederek
iman
etmişlerdi. Âyet bunlar hakkında inmiştir.
3-
Peygamberimizin Medine'ye gelmesinden önce Ensar arasında Esad b.
Zürare, Berar b. Ma'rur, Muhammed b. Mesleme ve Ebu Kays b. Sırme b.
Enes
muvahhidîn (Allah'ı bir tanıyanlar)den idiler. Cünüb oldukları zaman
guslederler ve bildikleri kadar hanif dini ile amel ederlerdi.
Resulullah
gelince derhal tasdik edip, ona yardım ettiler.
4-
Yukarıdaki âyetlerde kitap ehli yerildikten sonra hepsinin böyle
olmayıp, içlerinde iyi sıfat ve hoş huya sahip olanların da
bulunduğunun
açıklanması için indiği de söylenmiştir.
Bazı
tefsircilerin açıklamasına göre de burada kitap ehli deyimi,
müslümanları da kapsayan genel bir mânâda kullanılmıştır. Ve her halde
âyetin
siyâk (geliş şekli), cümlesindeki müminleri açıklama olduğu ortadadır.
Kitap
ehlinin iman edenleri böyle. Genel olarak kâfirlere gelince;
müminler, bunların servetlerinden ve dünya hayatı uğrunda çok
harcamalarından
endişe etmemelidirler. Çünkü:
116-117-Ancak:
118-Bitâne
( ) esasında elbisenin iç yüzündeki astar
demektir. Bundan bir kimsenin sırlarına vakıf olan pek sıkı dostuna da
"bitâne denilir. Müminler, milletlerinin ehlinden başkasını, yani gerek
kâfirleri ve gerekse münafıkları (iki yüzlüleri) iç yüzlerine vakıf
olacak özel
işlerinde ve muamelelerinde kullanmaktan yasaklanmıştır ki, bu
yasaklamanın
özel hususlara da şümulü bulunmakla beraber âyetin siyâkı (gelişi)
-daha çok
genel işlere bakmaktadır. Bunun gerekçesi de her iki tarafın ruhî
durumları
izah olunarak anlatılmıştır.
Evvela
size fesat ve zarar yapmakta hiç kusur etmezler. Size meşakkat ve
zahmet veren şeylerden memnun olurlar. Buğuzları ağızlarından taşmış,
aleyhinize devamlı propaganda yapmaktadırlar. Halbuki sîne (göğüs,
kalp)lerinde
gizledikleri öfkeler, kinler daha büyüktür.
119-İkincisi:
Bunların sebebi ey müminler! Siz öyle
kimselersiniz ki, onları, yani kendinizden başkasını da seversiniz.
Müslümanın
şiarı budur. Herkesin iyiliğini ister, herkese hayırhah (iyiliksever)
olur,
sevgi gözüyle bakar, haklarını korur, fesattan sakınır, kimseyi belaya
sokmak
istemez. Fakat mümin ve müslüman olmayanlar size karşı öyle değildir.
Onlar
sizi sevmezler. Bunun böyle olmasının sebebi de siz müslümanlar bütün
kitaplara
iman edersiniz ve tamamen iman edersiniz. Onun için herhangi bir kitaba
mensub
olanların ve hatta mensubluk iddiasında bulunanların kendilerine iyi
nazar
(bakış)ları kadar sizin de onlara iyi nazar (bakış)ınız bulunur. Çünkü
imanın
gereği budur. Fakat böyle olduğunuz halde onlar öyle değildirler. Sizin
kitabınıza
inanmazlar, küfrederler; inandıkları kitaba da -yukarda görüldüğü üzere
hepsi
tamamıyla inanmış değildir. Buna göre müslümanların, müslüman
olmayanlara karşı
bakışları ve muameleleri mümine yakışır olduğu halde; müslüman
olmayanların
müslümanlara bakış ve muameleleri -inançları gereğince daima ve zorunlu
olarak
kâfirce olur. Bundan dolayıdır ki hakiki bir müslüman, herkesin
işlerinin
sırdaşı olmaya layık olduğu halde; müslüman olmayanların müslümanlara
sırdaş
olması hem kendilerine, hem müslümanlara zarardır. Netice olarak
müslümanın
vicdanı temiz ve geniş, diğerleri ise dar ve bulaşıktır. Üçüncü olarak,
münafıklar yüze karşı gelince "biz müminiz" derler; fakat tenha
kaldılar, meydanı boş buldular mı iman ehline kinlerinden parmaklarını
ısırırlar,
daima diş gıcırdatır dururlar.
120-Bunun
için siz müminlere bir güzellik dokunursa
fenalarına gider. Mesela müslümanların bedenlerinin sıhhati, ucuzluk ve
ferahları, düşmanlarına zaferleri, aralarındaki anlaşma ve sevgileri
onları
memnun etmez ve fakat size bir kötülük isabet ederse onunla sevinirler.
Mesela
müslümanlara bir hastalık, fakirlik, mağlubiyet, ayrıcalık, yağma ve
çapulculuk
gibi bir musibet oldu mu keyiflenir ve sevinirler. İşte bütün bunlara
karşı
müslümanların görevi sabredip korunmak, faziletler kazanmak ile onları
hasetlerinden çatlatmaktır. Eğer müslümanlar Allah'a itaat etmede
sabrederler
ve yasaklarından kaçınmakla iyice korunurlarsa, o kâfirlerin ve o
münafıkların
hilelerinin ve entrikalarının hiçbir zararını görmezler. Çok olsa biraz
eziyet
çekmiş olurlar. Fakat sonunda hepsine galip gelirler ki, İslâm tarihi
bunun
misalleriyle doludur.
Sabredenlere
ve Allah'tan gereği gibi korkanlara Cenab-ı Allah'ın yardım
ve imdadı nasıl cereyan edip de düşmanların zararlarını defettiğini,
sabredilmediği ve korunulmadığı zaman da nasıl zararlara düşüldüğünü
açıkça
anlatmak için de özellikle şu örnekleri an ey Muhammed:
121-Bu
iki
âyette Uhud gazası (harbi)
hatırlatılmıştır. Şöyle rivayet edilir ki, bir Çarşamba günü müşrikler
Ebu
Süfyan komutasında olarak Medine civarında Uhud dağına inmişlerdi.
Resulullah
(s.a.v.), ashabıyla istişare etti. Abdullah b. Übeyy b. Selul'ü de
çağırmıştı.
Bundan önce onu çağırmazken, bu defa onu da davet etti. İstişare
esnasında
Abdullah ve Ensar'ın çoğunluğu: "Ey Allah'ın elçisi Medine'de dur,
çıkma,
biz şimdiye kadar herhangi bir düşmana çıktıksa musibete (kötülüğe)
uğradık ve
fakat herhangi bir düşman da üzerimize geldiyse biz de onları musibete
düşürdük. Sen içimizde iken daha neler olur? Şu halde bırak onları,
şayet
kalırlarsa kötü bir yerde kalmış olurlar ve eğer üzerimize gelirlerse
erkekler
yüzyüze savaşır; kadınlar, çocuklar da taşa tutarlar, geri dönerlerse
fena
halde ümitsiz ve şaşkın olarak dönerler, giderler." demişlerdi. Diğer
bazıları
da: "Şu köpeklere karşı çıkalım, kendilerinden korktuk
zannetmesinler." dediler. Bunun üzerine Peygamberimiz buyurdu ki:
"Ben rüyamda gördüm, etrafımda bir sığır boğazlanıyordu. Bunu hayra
yordum. Kılıcımın ucunda bir gedik gördüm, bunu da bir hezimet
(yenilgiy)e
yordum ve gördüm ki, sanki ben sağlam bir zırhlı gömleğe sokuldum, bunu
da
Medine diye yordum. Reyiniz (kanaatiniz bu şekilde) olursa Medine'de
kalır ve
onları bırakırsınız". Buna karşı müslümanlardan "Bedir savaşı"na
yetişememiş olan ve Uhud günü şehit olmaları takdir edilmiş bulunan
birtakım
kimseler: "Herhalde bizi düşmanlarımıza çıkar." dediler ve bunda
ısrar ettiler. Buna göre Peygamberimiz de zırhını giyindi. Giyinince de
ısrar
edenler: "Biz ne kötü şey yaptık, Resulullah'a vahy gelirken ona karşı
fikrimizde ısrara kalkıştık." diye pişman oldular. Bunun üzerine: "Ey
Allah'ın Resulu ne fikirdeysen öyle yap." dediler. Resulullah da:
"Bir peygamber zırhını giyince, artık savaşmadan onu çıkarması
yaraşmaz." buyurdu ve cuma günü cuma namazından sonra bin kişi ile
çıkıp
hareket etti. Cumartesi günü sabahleyin Uhud'da Şi'b adlı yere
vardılar.
Resulullah piyade (yaya) olarak yürüyordu. Ashabını harb için mevzilere
yerleştiriyordu ve safları o kadar tanzim ediyordu ki, biraz çıkmış bir
göğüs
görse, "geri çekil" diyordu. Vadinin bir yanına kondu. Gerek
kendisini ve gerek askerinin arkasını Uhud'a verdi. Abdullah b.
Cübeyr'i
okçulara komutan yaptı. "Oklarla bizi müdafaa ediniz, arkamızdan
gelmesinler." diye ona emretti. Ve ashabına da: "Bu yerde iyi
durunuz, düşman sizi görünce dönecektir. Sakın dönenleri takip
etmeyiniz ve bu
mevziden çıkmayınız." buyurdu. İşte bunları hatırlatmaktır. kısmı da
Hz.
Aişe'dir. O gün Resulullah onun yanından hareket etmişti. Sonra
Abdullah b.
Übeyy, görüşüne muhalefet edildiğinden dolayı, "Çocukların sözlerini
dinledi de benimkini dinlemedi." diye içerlemişti. Kendi adamlarına:
"Muhammed, düşmana ancak sizinle galip gelir, ashabına, 'Düşman sizleri
görünce bozulacak' diye vadetti. Şu halde düşmanlarını gördüğünüz zaman
siz
bozulunuz, arkanızdan onlar da bozulur, iş Muhammed'in dediğinin
tersine
olur." dedi. İki taraf karşılaşınca Abdullah emrindeki üçyüz kadar
münafıkla beraber bozuluverdiler. Düşman üçbin kadardı. Bunlara karşı
yediyüz
müslüman kaldı. Allah'ın yardımıyla müşrikleri yenilgiye uğrattılar.
Resulullah'ın buyurduğu ortaya çıkmıştı. Fakat müminler bu suretle
onların
bozulduklarını görünce, Bedir olayı gibi olmasını arzu ederek
sabredemediler,
geriye kaçanları takibe koyuldular ve Resulullah'ın emrine uymayıp,
gösterdiği
yeri terkediverdiler. Sırf bu muhalefet yüzünden Cenab-ı Allah
müşriklerin
kalplerinden korkuyu alıverdi. Tekrar döndüler hücum ettiler. Asker,
Resulullah'ın etrafından dağıldı. Beraberinde Hz. Ebu Bekir, Ali,
Abbas, Talha,
Sa'd gibi birkaç zattan başka kimse kalmadı. O sırada Resulullah'ın
mübarek
yüzü yaralandı, mübarek rubâ'ıyye (kesici) dişi kırıldı. Asker içinde:
"Muhammed öldürüldü" diye bir sayha (çığlık) çıktı. Ensar-ı kiramdan
künyesi Ebu Süfyan olan bir zat da: "İşte Allah'ın Resulu burada"
diye bağırmaya başladı. Muhacirler ve Ensar döndüler, Resulullah'ın
etrafına
geldiler. İçlerinden yetmiş kişi şehid olmuş, birçoğu da yaralanmıştı.
Resulullah, "Kardeşlerini müdafaa eden erkeğe Allah rahmet etsin".
buyurup, beraberindekilerle müşriklere hücum etti, onlar da bir hayli
ölü ve
yaralı vererek, Allah'ın yardımıyla hepsini defetti.
İşte
Uhud olayının özeti budur ki, üçbin düşmana karşı, binden az ve
üçyüz münafıkın da geri dönmeleri üzerine yediyüz kadar müslüman askeri
galip
olmuşken sırf Resulullah'ın emrine uymamaktan ve ganimet arzusuna
düşülmekten
dolayı böyle bir bozgunluk vuku buldu ve olanlar oldu ki, bütün bunlar,
"Eğer siz sabırlı olur ve iyi korunursanız onların hileleri size hiçbir
zarar vermez." (Âl-i İmran, 3/120) anlamını gösteren olayın
şahitleridir.
122-Bu
olayda Abdullah b. Übeyy b. Selul'ün
bozgunluğu esnasında Resulullah'ın taraflarını teşkil eden iki taife
ki,
Hazrec'den Beni Seleme (Seleme oğulları) ile Evs'ten Beni Harise
(Harise
oğulları) de kalp zayıflığına düşüp az daha dönecek gibi olmuşlar;
fakat âyeti
delaletince Allah saklamış, kalplerini toplamışlar, niyetlerini
doğrultmuşlar
ki âyetinin de bunlara işaret olduğu beyan edilmiştir. Bunda bir
münafığı
bitâne (sırdaş) edinip istişareye karıştırmaktan çıkan zarara da büyük
bir
misal vardır. Şu halde müslümanlar sabır ve korunma ile görevlerini
bilmeli ve
ancak Allah'a tevekkül ve itimat etmelidirler. Kalplere kuvvet veren O,
zayıflık veren yine O'dur. İkbal (düşmanı karşılamak) ondan, idbâr
(geri
çekilmek) de ondandır. Allah'ın emirlerini tutup, yasaklarından
sakınanlar
herhalde galip ve muzaffer olurlar.
123-
"Bedr",
Mekke ile Medine arasında bir
kuyu suyunun ismidir ki, sahibi Bedr b. Kelde'nin adıyle veya ay gibi
parlak ve
yuvarlak olduğundan dolayı Bedr diye isimlendirilmiştir. O yere veyahut
vadiye
Bedr denildiği de rivayet edilmiştir. İkrime'den nakledildiğine göre
burası
cahiliyye devrinde bir ticaret yeriymiş. Peygamberimizin, müşriklerle
ilk
savaşı olan Bedir gazası burada olmuştu ki, hicretin ikinci senesi
Ramazan
ayının yirmi yedinci cuma gününe rastlıyordu. O gün, "sizler güçsüz
olduğunuz halde" âyetinden anlaşıldığına göre müslümanlar gayet az,
fakir
ve maddî bakımdan son derece zayıf durumda idiler. Toplamı üç yüz on
kişiden
ibaret bir mücahid toplumu idi. Yetmiş yedisi Muhacir (Mekke'den
Medine'ye göç
eden)lerden ve sancaktarları Hz. Ali idi. İki yüz otuz altısı Ensar
(Medine'nin
yerlisin)dan ve sancaktarları Sa'd b. Ubade idi. Üç-beş kişiye ancak
bir deve
düşebiliyordu. Bütün askerde yalnız bir at, diğer bir rivayete göre
biri
Mikdad'ın, bir de Mersed'in olmak üzere iki at, doksan deve, altı zırh,
sekiz
kılıç vardı. Buna karşılık düşman, bin kadar savaşçı idi. Yüz atları
vardı.
Silah ve kuvvetleri tamdı. İşte Bedir günü böyle bir halde bulunan
müminlere
Cenab-ı Allah yardım ihsan etti. Bilindiği ve görüldüğü üzere Ebu Cehil
gibi
Kureyş'in ileri gelenleri o gün hep öldürüldüler. Ve o günden itibaren
imanın
gücü ortaya çıktı. Bedir günü, İslâm'ın binası oldu. Bunu Allah'dan
başka kim
yapabilir? Şimdi aklı olanlar, böyle bir yardımı yapan Allah'a dayanmaz
ve
itimad etmez mi? Nasıl olur da sabır ve korunmayı bırakır, feşele (yani
korkaklığa) ve kalp zayıflığına düşer? Şu halde ey müminler bundan
böyle hep
Allah'dan gereği gibi korkunuz ki, yardımına erişip şükredesiniz.
124-125-
Bedir
harbindeki ilâhî yardım o sırada idi ki
ya Muhammed, sen müminlere şöyle diyordun: "İndirilmekte olan üç bin
melekle Rabbinizin size yardım etmesi yetmez mi? Evet siz sabır ve
sebat eder,
itaatsizlikten sakınırsanız, onlar da şu anda üzerinize geliverirlerse
Rabbiniz, beş bin nişanlı melekle size yardım eder." Rivayet edildiğine
göre o sıra, "Kürz b. Cabir el-Muharibî müşriklere yardım etmek
istiyormuş" diye müslümanlara bir haber gelmiş ve endişelenmelerine
sebep
olmuştu. Buna karşı, bu şekilde iki derece ilâhî yardım bildirilmiş ve
müşrikler dağılmış, bunu haber alan Kürz de yardımdan vazgeçmiş idi.
Cenab-ı
Allah Bedir savaşında müminlere başlangıçta bin melaike ile yardım
etmişti.
"Siz Rabbinizden yardım istiyordunuz, O da: "Ben size birbiri ardınca
bin melek ile yardım edeceğim" diye dualarınızı kabul etmişti."
(Enfal, 8/9) Bundan sonra Kürz haberleri üzerine inmiş olan üç bin
melek
yardımı ile müşriklerin dağılmasını çabuklaştırdı. Ve şayet düşmanlara
adı
geçen Kürz'ün yardımı hemen geliverecek olursa, müminlerin -sabır ve
korunmaları şartıyla yani alâmetli, nişanlı, simaları belli beş bin
melaike
daha göndereceğini de vaad etti. Şu halde düşmana yardım gelmemiş ve
zafer
tamam olmuş bulunduğundan, bu beş bine ihtiyaç kalmadığı anlaşılıyor.
Bununla
beraber işbu beş bin nişanlı meleklerin de savaşa katılmamış olmakla
beraber,
indikleri ve hazır oldukları hakkında rivayetler de mevcuttur. Ve bazı
rivayette bu nişanlı melekler "Uhud"da inmiş ve fakat çarpışmaya
iştirak etmemişlerdir. Bu meleklerin simaları, çoğu rivayetlerde kır
atlar
üzerinde sarı veya beyaz veya siyah sarıklı olmak üzere nakledilmiştir.
Bütün
tefsir ve siyer bilginlerinin ittifakı vardır ki, Bedir harbinde
melekler inmiş
ve kâfirlerle harbetmişlerdir. Bedir harbinin dışında meleklerin bizzat
harbe
katılmayıp ancak çok sayı ile yardım halinde bulunmuş oldukları da İbni
Abbas'dan rivayet edilmiştir. Allah'ın bir meleğinin, yerin altını
üstüne
girmeye gücü yettiği halde, böyle birçok melek ile yardım, kulların
fiillerine
olan ilâhî yardımının bir tecellisidir. Ve bilinmektedir ki, bu gibi
durumlarda
insanların gözünde kemmiyyet (mikdar)in de özel bir önemi vardır. Şu
halde
meleklerin çoğaltılması, en az bir mücahit zümresinin, keyfiyyet
(nitelik)
bakımından, kuvvetlerinin artmasını ifade eder.
126-Bunun
için buyuruluyor ki: Vuku bulan ve vaad
edilen bu yardımı Allah, sırf müminlere bir müjde olmak ve kalplerini
yatıştırmak için yapmıştır. Böyle bir yardım ve hatta genelde gerçek
yardım
ise, ancak aziz (üstün) ve hakim (hikmetli) olan Allah katındandır.
127-Allah'ın
bu yardımı da şu hikmetler içindir:
Kâfirlerin bir tarafını bölmek, öldürmek veya esir etmek veya onları
perişan
edip ciğerlerini hûn (kan) eylemek için ki maksatlarına eremeyip
perişan ve
ümitsiz olarak dönsünler.
128-
Ey
Muhammed! Başkaları şöyle dursun, sen bile
bizzat hiçbir emre, hiçbir hükme sahip değilsin. Ancak memur bir
kulsun.
Allah'ın emri olmayınca, o kâfirlere ve muhalif (karşıt)lere hiçbir şey
yapamazsın, hatta aleyhlerine dua bile edemezsin. Nitekim rivayet
edildiğine
göre Uhud olayında Resulullah kâfirlere beddua etmek istemişti ki bu
âyet
inmiştir. Netice olarak emir, ancak Allah'ındır. Allah'ın hikmeti de,
ya onları
Bedir'de yaptığı gibi kesmek veya perişan etmekle ümitsiz bırakmak,
veya onlara
tevbe nasip etmek, veyahut onları şiddetli bir şekilde
azaplandırmaktır. Bu
azaplandırmanın sebebi de zira onlar zalimdirler.
129-
"Göklerde ve yerde olanların hepsi
Allah'ındır. Dilediğini bağışlar, dilediğine azab eder." bununla
beraber
"Allah çok bağışlayıcı ve çok merhamet edicidir". Şu halde bunu iyi
bilmeli ve yalnız Allah'ın emir ve hakimiyetine iman ve ancak onun
yardımına
dayanıp ona göre sabır ve ittika (gereğince sakınmak) ile ilâhî afv ve
rahmet
yoluna girmeli ve Uhud vakası (olayı)nda olduğu gibi zarar görmemek
için küçük
cihaddan önce müminler büyük cihad olan nefis mücadelesi ile
ahlâklarını,
toplumlarını, işlerini ve iç durumlarını ıslah ve terbiye etmelidirler.
Bunun
için:
130-132-Demek
ki şimdi içe ait ıslahat (düzeltme) hususunda
dikkat nazarına alınacak mesele, ittika (gereğince sakınma) ile ilgili
olan
iktisadî meseledir. Ve bunun en önemlisi de faizden kaçınmaktır
(Bakara, 2/275,
276, 278, 279. âyetlerin tefsirine bkz.). Bunda da ilk iş "ad'at-ı
müdaafe" (kat kat artırılmış) ribâ (faiz)nın kaldırılmasıdır. Faizin
kat
kat artırılması da, bir borca geçmişi eklene eklene faizin ana para
kadar veya
daha çok bir mikdarı bulması demektir. Tefsirciler, kat kat olma
şartının,
ihtirâzî olmayıp o zamanki durumun cereyanına göre vaki olmuş olduğunu
ve buna
göre yasaklamanın aslının mutlaka faizi haram kılmaya yönelmiş olduğunu
açıklamaktadırlar. Bu âyetin Uhud vakasını hatırlatması konusunda
inmesi, bunun
ilk nazil olan ribâ (faiz)yı yasaklama âyeti olduğunu göstermekten uzak
değildir. Fıkha ait incelemelere göre Bakara sûresinin âyetleri nüzul
bakımından bundan sonradır. Ve hatta sonra inmiş olmasa bile, herhalde,
mukaddem (daha önce) de olmadığından, en azından beraber olduklarının
düşünülmesi gerekir. Ve bundan dolayı ribâ (faiz) hakkında hakim olan
nass
(mânâsı açık âyet), "Allah alışverişi helal, ribâ (faiz)yı haram
kıldı."
(Bakara, 2/275) mutlak haram kılma âyetidir. Şu halde Bakara sûresinde
açıklandığı üzere "Eğer (faizle ilgili söylenenleri) yapmazsanız, Allah
ve
Resulu ile savaşa girdiğinizi bilin." (Bakara, 2/279) tehlikesini
düşünüp
emirlerini tutun. Bu ittika (korunma) ve itaat ile
133-
kelimesi, Nâfi' ve İbni Âmir kırâetlerinde
"vav"sız olarak şeklinde okunur.
"Müsaraat",
, konuşmak, sürat yarışı yapmaktır. Mağfiret (afv)e
koşmak da, sebeplere ve mağfiretin yoluna koşmak demektir. "Cennet",
dâr-ı saadet (saadet evi) olan ebedî vatan, o gizli bahçe ki "altından
ırmaklar akan cennetler" den birisi veya hepsi. "Arz"; tûl
(uzunluk) karşılığı "en" veya vüs'at (genişlik) veya karşılık ve
bedel mânâsınadır ki, birşey satın almak için arz olunur. Diğer bir
âyette
"Genişliği, gökle yerin genişliği gibi olan cennete koşuşun." (Hadid,
57/21) buyurulduğundan, burada da teşbih (benzetme) "kaf"ın hazfi
(düşmesi)yle "Onun eni, göklerin ve yerin enidir." mânâsı
gözetilmiştir. Ve bu teşbihin hakikî veya genişliğin büyüklüğünden
kinaye
olduğu da bahis konusu edilmiştir. İbnü Abbas ve Said b. Cübeyr ve
cumhûr
(çoğunluk) demişlerdir ki: "Gökler ve yer, kumaş gibi yayılıp birbirine
ulanınca cennetin enine bir ölçü olur. Uzunluğunu ise Allah'tan başka
kimse
bilmez". Bu görüşe göre cennet, semalardan daha büyük demektir. Bazı
nebevî hadislerde de cennet, Arş-ı âzam (büyük Arş)ın altında ve
semaların
üstünde bulunduğu şeklinde varid olmuştur. Bunun için "bir kişiye düşen
cennet" diye de açıklanmıştır. Bununla beraber bu âyetin zahiri, bu
alemin
semaları ve yeri, aynen cennetin eni, âyeti de teşbihen (benzetilerek)
böyle
olduğunu gösteriyor. Bunların birini bedel, birini "en" mânâsına
alarak tevfik (birbirine uydurmak) mümkün olduğu gibi, "Rabbının (hüküm
ve
adalet) makamından korkan kimseye iki cennet vardır." (Rahman, 55/46)
âyeti de, her iki âyetteki cennetleri başka başka olarak almaya
müsaittir.
"Rabbimiz, bize dünyada da güzellik ver, ahirette de güzellik ver."
(Bakara, 2/201).
Râzî
tefsirinde nakledildiği üzere Herakl'in (yani Rum kralının) elçisi
Peygamberimize: "Sen 'müttekîler için hazırlanmış ve genişliği yer ve
gökler kadar' olan bir cennete davet ediyorsun? O halde nâr (cehennem)
nerede?" diye sormuş. Resulullah (s.a.v.): "Sübhanallah (Allah'ı
noksan sıfatlardan tenzih ederim), gündüz olduğu zaman gece nerede
olur?"
buyurmuş olduğu rivayet edilmiştir.
134-Bu
cennetin müttakî (Allah'tan gereğince
korkan)ler için hazırlanmış olduğu gösteriliyor. Ve bu korunmanın
sadece
şirkten sakınmak mânâsına genel bir korunma olmadığı anlatılmak için bu
müttakîler, özel vasıflarla vasıflandırılıyor ki, birinci olarak
"serra", sürûr (sevinç) veren durum; "darrâ", zarar ve
sıkıntı veren durum demektir ki, hâl-i yüsur ve hâl-i usür, (sürûr hali
ve gam
hali); hayat ve vasiyyet hali suretiyle ölüm hali; evlat ve akrabaya
harcama gibi
sevinç veren infak; düşmanlara karşı masraf gibi zarar ve sıkıntı veren
harcama
halleri; kolaylaştırıcı kimselere ziyafet ve hediye; sıkıntıda olan
fakirlere
sadaka mânâlarından her biriyle tefsir edilmiştir. Buna göre açık olan
genellemedir. Gayz, hoşlanmadık bir şeye karşı insan tabiatın
heyecanının yani
öfke demektir ki, gadab (kızgınlığ)ın aslıdır. Ve ondan farkı vardır.
Deniliyor
ki, her halde gadabın arkasında intikam alma isteği vardır. Veyahut
gadab
(kızgınlık), istemeden yüzde ve uzuvlarda görünür. Gayz ise yalnız
kalpte
kalabilir. Bir de Allah'a gazab isnat edilir de, gayz isnat edilmez.
"Kezm
= " dolu bir kırbanın (deriden yapılmış su kabı) ağzını bağlamaktır ki,
burada öfkesini yutup tutmak, zarar gördüğü kimselere karşı kudreti
bulunduğu
halde intikama kalkışmamak ve hatta hoş olmayan bir hâl göstermeyip
hazmetmek
ve sabretmektir. Kötülük edenlere karşı afv ile muamele edenler.
Affetmek
hakkında birçok nebevî hadis varid olmuştur. Bu cümleden olarak
buyurulmuştur
ki: "Kıyamet günü, nerede ecir (sevab)leri Allah üzerinde olanlar,
cennete
girsinler." diye bir çağırıcı bağıracak. "Ecri Allah üzerinde olan
kim?" denilecek. Bunun üzerine, affetmiş olanlardan başka kimse
kalkamayacaktır. İşinde iyilik yapan bütün iyilikseverleri
kapsayıcıdır.
(İhsanın mânâsı için Bakara sûresi 112. âyetine bakınız).
135-İkinci
olarak "Onlar fâhişe işledikleri
veya nefislerine zulmettikleri zaman..." Fahişe, zina gibi çok çirkin
olan
fiil; nefse zulüm de herhangi bir günah. Yahut fahişe, başkasıyla
ilgisi olan
günah. Nefse zulüm de başkasıyla ilgisi olmayan günah demektir.
Müttakilerin
ikinci kısmı insanlık hali böyle bir kötülük yaptıkları veya herhangi
bir günah
işledikleri zaman, hemen Allah'ı hatırlarlar da haya ve korkularından
günahlarına hemen istiğfar ederler. Yaptığına nedamet edip kalbiyle ve
diliyle
affedilmesini diler ve o günahı örttürecek iyiliklere koşuşurlar.
Gerçekte
günahları da gafûr (affedici), rahim olan Allah'dan başka kim bağışlar?
Öyle
ya, affedenleri, iyilik yapanları seven şânı büyük Allah'dan çok
affetmeye ve
bağışlamaya gücü yeten kim düşünülebilir? İşte herhangi bir günah
sonunda
derhal Allah'dan utanıp da hemen tevbe ve istiğfar edenler, ve
yaptıkları
günahlarda, bile bile, ısrar etmeyenler,
136-
bunlar
yok mu, Allah tarafından mükafatları bağışlanma,
günahları yokmuş gibi altından ırmaklar akan, içinde ebedî olarak
kalacakları
cennetlerdir. Bunlar Allah'ın göze görünmeyen ebedî (sonsuz)
nimetleridir. Ne
de güzeldir ecri iş yapanların, çalışanların. Esas itibarıyla amelin
gereği
değil, sırf Allah'ın lütfu olan bu bağışlama ve cennet, ilâhî vaad
gereğince,
güzel amel sahiblerinin haklarıdır. Amel etmeyen, tevbe etmeyen
isyankârların
kurtuluş ve selametleri ise böyle hak etmek şeklinde bir ahd ve vaad
ile
garanti edilmiş değildir. Sırf Allah'ın dilemesi ve yardımına kalmış
bir
şeydir. Bununla beraber onların bağışlanması da imkansız değil,
caizdir. Çünkü
"Allah'ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin, muhakkak Allah bütün
günahları
affeder." (Zümer, 39/53) buyurulmuştur. Ancak şuna dikkat edilmesi
gerekir:
İkisinde de esasen hakim olan ilâhî lütuf ve büyüklük olmakla beraber,
Kur'ân
dilinde biri çalışmış namuslu bir ecir, biri de ecir olmak üzere
yazılan ve
fakat namusuyla çalışmayıp ücret zamanı sadaka uman bir dilenci
durumunda
anlatılmıştır. Şu halde kendini beğenmiş, küstah bir işçinin kovulmak
tehlikesi
bulunduğu gibi, tembel bir dilencinin de iman cilvesi ile ihsana mazhar
oluvermesi mümkündür.
Burada
açıklanan iki kısım müttakilerin hali, kıyasın gelişine tatbik
olununca birincilerin genel olarak Bedir ashabının, ikincilerin de Uhud
ashabının vasıflarına işaret ettiği anlaşılır. Bundan dolayı, bu kıssa
(olay)ya
sözü nakletmek için buyuruluyor ki:
137-
kelimesi burada vaka (olay)lar mânâsınadır.
Yani ey müminler, Uhud vakasında kâfirler size karşı bir gösteride
bulundularsa
da bundan dolayı üzülmeyiniz. Sizden önce milletlerin tarihinde böyle
nice
olaylar geçmiştir. Fakat güzel sonuç Allah'dan korkanlara kalmıştır.
Yer
yüzünde gezin de gözünüz ve basiretinizle bakıp inceleyiniz, gerçeği
yalanlayanların sonu nasıl olmuş? Tefsirciler: "Burada, ibret almak
için
yeryüzünün her yerini gezip onun içine aldığı Allah'ın acaip
yaratıklarını
seyretmenin, salih kişileri ve büyük yapıları ziyaret etmenin ve tarih
kitaplarını okuyup incelemenin caiz olduğuna delalet vardır. Çünkü
bunlar,
âlemin seyrini ve geçmiş milletler üzerinde cereyan eden işkenceleri
bilmek
için bir yoldur." diyorlar ki bunda, hak ile batılın akışını incelemek
suretiyle ibret almak için eski eserlerin de dahil olacağı unutulmaması
gerekir. Biz de şunu eklemek isteriz ki, bu konuda "geziniz" emri,
mücerred (yalnız) izin ve mubah olmaktan çok, en az nedb (mendûb,
müstehab)
gibi bir hüküm ifade eder.
138-
İşbu
"gelip geçmiştir." hatırlatması
ve gerisi, bütün insanlara bir çeşit açıklama ve fakat yalnız Allah'dan
hakkıyla korkanlara doğru yolu gösterme ve öğüttür. Gereğince korunmak
karakterine uymayanlar, akıllarını başlarına alamazlar. Mev'ıza (öğüt),
din
yolunda layık olmayan şeylerden yasaklamayı ifade eden söz demektir.
Şöyle
ki:
139-
"Eğer
hakikaten inanıyorsanız muhakkak
üstün olan sizsinizdir." Uhud harbinde müminlerin bir kısmı bozulunca,
o
zaman düşman komutanlarından olan Hâlid b. Velid dağı tutmak istemiş,
Resulullah da: "Sakın üzerimize yükselmesinler. Ya Allah, bizim
kuvvetimiz
ancak seninledir." demişti. Bu âyet de o zaman indi diye rivayet
edilmiştir. Kurtubî tefsirinde anlatıldığı üzere gerçekten Uhud'dan
sonra
Peygamberimiz zamanında Muhammed ümmeti hangi seferde bulundularsa
muhakkak
başarılı olmuşlar, ondan sonra da sahabeden bir kişi bile bulunan her
İslâm
ordusu da öyle olmuştur.
140-141-
"Eğer
size bir yara dokunmuşsa, o topluma
da benzeri bir yara dokunmuştur." "Karh " yara demektir. Uhud
savaşında Muhacirlerden beş kişi (yani Peygamberimizin amcası Hz. Hamza
b.
Abdülmüt-talib, Resulullah'ın sancakdarı Mus'ab b. Umeyr,
Peygamberimizin
amcaoğlu Abdullah b. Cahş, Osman b. Şemmas, Utbe'nin kölesi Sa'd),
Ensar'dan da
yetmiş kişi şehid olmuşlardı. (Allah hepsinden razı olsun). Başlangıçta
Bedir
harbinde kâfirler ordusundan yetmiş kişi öldürülmüştü. Uhud'da İslâm
ordusu
bine yakın olduğu gibi, Bedir'de kâfirler ordusu da bin kadardı. Bundan
başka
Uhud savaşında müslümanlar Resulullah'ın emrine muhalefet olmazdan önce
düşmandan bayraktarlarıyla beraber yirmi küsür kişiyi öldürmüşler ve
birçoklarını
yaralamışlar ve oklarıyla bir hayli hayvanlarını da tepelemişlerdi.
Bazı
tefsirciler bu mukayeseyi yalnız Uhud harbine tahsis etmişlerse de,
tefsircilerin çoğunluğunun açıkladığı üzere âyet Uhud ile Bedir'in
karşılaştırılması hakkındadır. Yani düşmanlar Bedir savaşında
verdikleri ölü,
gördükleri yenilgiden dolayı gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşmeyip Uhud
saldırısına
hazırlanmış oldukları halde, siz onlardan daha yüksek iken nasıl olur
da
gevşekliğe ve güçsüzlüğe düşer, üzülürsünüz ve bundan sonra da cihada
hazırlanmazsınız?
O
günler, o zafer ve üstün gelme günleri yok mu? Biz onları insanlar
arasında tedavül ettirir, döndürür, dolaştırırız. Kâh filanların lehine
çeviririz, kâh da filanların. Nitekim:
"Bir gün
aleyhimize, bir gün lehimizedir. Bir gün kadınlar, bir gün
de kartallar" denilmiştir. "Devlet" ve "devle"
isimlendirmesi de işbu müdavele (döndürüp dolaştırma) mânâsı
itibariyledir. Ve
bu günleri döndürüp dolaştırmanın birçok gizli hikmetleri vardır. Bu
cümleden
olarak Allah sizden iman edenleri bilsin ve sizden şehidler alsın ve
şahitler
tutsun diyedir ki böyle yapar. Ve malum ya Allah zalimleri sevmez. Eğer
bu
döndürüp dolaştırmak olmamış ve kâfirler hep sıkıntı ve şiddet içinde
kalmış
olsaydı, imanın ihtiyarî (isteğe bağlı olmasının) kıymeti kalmaz,
zorunlu bir
iş olur. Teklifin, sevap ve cezanın mânâsı olmaz, her şekilde ilâhî
cebir
(zorlama) ve kudret, hükmünü icra eder. Ve çalışma ve seçime, isteğe
bağlı olan
sayısız terakkî (ilerleme) ve ıstıfa (seçme) kanunu bulunmazdı.
Görünüşte
kâfirlerin çıkarına gibi görünen bazı şüpheler bulunmalı ve mükellef
gaybe ait
delilleri iman gözüyle keşf ve tetkik ederek o şüpheleri defetmeli ve o
sayede
bulunduğu halden geleceğe aşk ile hamle ettirecek heyecanlar
duyabilmelidir ki,
gerçek iman sahibi ile küfür sahibi ortaya çıksın ve küfür ehli geçici
şeylerle
aldanırken iman ehli ebedîlik ile en son saadete ulaşsın. Bunun için
buyuruluyor ki: Bir de Allah iman edenleri seçsin ve günahlardan
temizlesin ve
o kâfirleri eksiltip körletsin. Demek olur ki, insanlar arasında
günlerin
döndürülüp dolaştırılması, iman ile küfür arasında bir ıstıfâ (seçim)
ile, işin
sonunda müminleri yükseltme hikmetine dayanmaktadır. Herhangi bir
zamanda
kâfirlerin bir zafer günü görmüş olmaları bile bir çeşit iman ile
ilgilidir.
Mesela kâfirlerin batıla inanmalarının kuvveti, müminlerin hakka
inanmalarının
kuvveti ile karşılaştırıldığı zaman, kâfirin batıla olan imanında daha
çok bir
şiddet ve kuvvet varsa; o kâfirler o müminlere galip gelebilirler ki,
bu
galibiyet batılın hakka üstün gelmesi değil, inanılan şeyi bir tarafa
bırakmak,
bir imanın, diğer imana galip gelmesi demektir. Çünkü, ilgilendiği şeye
bakmaksızın mutlak iman, mutlak küfre muhakkak galiptir. Buna göre
müminlerin
Allah'a öyle kuvvetli bir imanları bulunması gerekir ki, kâfirlerin,
esasında
bir küfür ve şirk olan dünyaya ait imanları onunla ölçüldüğü zaman,
ahiret
karşısında dünya, hâlik (yaratıcı) karşısında mahluk (yaratık) kadar
zayıf ve
hükümsüz kalsın. Bu noktada "Kim zerre kadar hayır yapmışsa onu
görür." (Zilzal, 99/7) ifadesinin de bir tecellisi vardır. Ve herhalde
sonuçta şurası kuşkusuz sabittir ki, yaratılış mutlak bir seçime
yöneliktir.
"Rabbimiz, sen bunu boşuna yaratmadın." (Âl-i İmrân, 3/191) Bunun
için kâfirlerin başarıya ulaşması da netice itibariyle, kendi
zararlarınadır.
Mesela
işbu "Allah iman edenleri bilsin.", "Yoksa siz,
Allah, içinizden cihad edenleri bilmeden, sabredenleri bilmeden..."
(Âl-i
İmrân, 3/142), "Elbette Allah doğruları bilecek, yalancıları
bilecektir." (Ankebut, 29/3), "İki zümreden hangisinin, kaldıkları
süreyi daha iyi hesab edeceğini bilelim." (Kehf, 18/12), "Andolsun
biz sizi deneyeceğiz ki, içinizden cihad edenleri ve sabredenleri
bilelim." (Muhammed, 47/31), "Allah hanginizin daha güzel iş
yaptığınızı denesin." (Hûd, 11/7) ve yukarda Bakara sûresinde geçen
"Biz Peygamber'e uyanı bilelim." (Bakara, 2/143) âyetlerindeki ilâhî
ilmin mânâsı dikkate değer görülmüştür. Hatta Mu'tezile mezhebinden
olan Hişam
b. Hakem bu âyetlerin zahiriyle delil getirerek: "Allah Teâlâ
hadiselerin
meydana gelişini ancak olduğu anında bilir, zira bu âyetler Allah
Teâlâ'nın bu
şeyleri ancak oluşları sırasında bildiğini ifade ediyor." demiştir.
Halbuki Allah'ın ilminin ezelî oluşu, aklî ve naklî kesin deliller ile
sabit ve
ilâhî ilimde değişme, mümkün olmayacağı için tefsirciler bu âyetlerdeki
ilme
birkaç şekilde mânâ vermişlerdir:
1-
Temsille yorumlanmıştır ki, iman üzere sabit olan ihlas sahiplerini
görüp bilmek isteyen şefkatli bir sevgili muamelesi yapmak demektir.
2-
Burada ilim, sebebiyyet (sebep olma) ve müsebbebiyyet ilgisiyle
temyizden mecazdır ki, imanları kuvvetli ve sabit olanları
diğerlerinden ayırd
etmek demek olur. Nitekim: "Allah müminleri, şu üzerinde bulunduğunuz
halde bırakacak değildir, pisi temizden ayrılacaktır." (Âl-i İmrân,
3/179)
buyurulmuştur.
3- İlim,
kendi hakiki mânâsıyladır. Fakat bilinenle ilgi durumlarını
ayırt etmek gerekir. Bir şeyle varlığından önce bilginin ilgisi
durumuyla,
bizzat varlığından sonraki ilgisinin durumu arasında fark vardır. Bunun
için
kelamcılar demişlerdir ki, Allah'ın ilmi kadîm (ezelî) olduğu halde
tealluku
(ilgisi) hâdis (sonradan olma) olabilir. Ve Allah'ın ilminin olaylara
iki
ilgisi vardır: Biri, var olmadan önceki ilgidir ki, ezelidir. Allah
Teâlâ
ezelde "her şeyi bilen" dir. İkincisi, varlığından sonra lâyezal
(zevalsiz, sonsuz) da ilgisidir ki, Allah Teâlâ sonsuzda her şeyi
varlığından
sonra, mevcut veya fânî olarak da olduğu gibi bilir. Ve bu fark,
Allah'ın
ilminde bir değişme değil, bilinenin halinde bir değişme ifade eder. Ve
bununla
Allah'ın ilminin tahakkuk (gerçekleşme) ve sabit olması ortaya çıkar.
Şu halde
bu mânâca ilim, tahakkuk ve icat (yaratma) mânâsıyla yakından
ilgilidir.
4- İlim,
lâziminden mecazdır ki, ceza veya mükafat mânâsınadır. Nitekim
dilimizde: "İyiliği et, denize at, balık bilmezse Hâlik (yaratıcı)
bilir." atasözünde, "Halik bilir" demek, "o takdir eder,
mükafatını verir" demektir ki, O'nun mükafatı, en büyük rızadır. Birçok
âyetlerde ilmin bu mânâya geldiği de olmuştur. Nitekim "Allah için
yaptığınız her harcamayı, yahut adadığınız her adağı Allah bilir."
(Bakara, 2/270) bu kabildendir. Üçüncü mânâ çok ince ve pek felsefî
olduğu
için, ikinci ve dördüncü mânâlardan birisi, genel bir bakışla, daha
açıktır.
den buraya kadar olan âyetlerin meâllerinin özeti şu oluyor ki: "Allah
Teâlâ bu dine yardım vaad etmiştir. Eğer siz gerçekten müminler
toplumundan
iseniz, biliniz ki, Uhud vakası bu hâl üzere kalmıyacaktır. Devlet,
müslümanların olacak ve onlar sonunda düşmanları istila edeceklerdir.
Zaten
dünyanın acıları ve tatlıları sonsuz ve halleri devamsızdır. Ebedî
saadet
ahirettedir. Ebu Hayyan tefsirinde nakledilir ki, hafızın birisi,
âyetini
okurken, dili fasih Araplardan birisi dinlemiş, o herhalde "O günleri
Araplar arasında döndürüp dolaştırırız." olacak demiş. Kendisine:
"Hayır
dir", denilince, "Yani biz Allah içiniz ve O'na dönücüyüz, Ka'be'nin
Rabbine yemin olsun ki Arabın devleti elden gitti." demiş ve bu âyetten
İslâm devletinin sırf Araba mahsus olmadığını ve bütün toplumlar
arasında bir
tedavül (döndürülmey)e namzed bulunduğunu lisan kuvveti ile anlamıştır.
Bu öğüt,
müjde ve teselliden sonra, Uhud savaşındaki hataları tenkid ve
kusur edenleri de tevbih (kınama) ve terbiye sadedinde buyuruluyor ki:
142-143-
"Andolsun ki siz ölümü
istiyordunuz..." Bu hitab müminlerden bir kısmı hakkındadır ki, yukarda
anıldığı üzere, Resulullah (s.a.v.) Bedir harbine ansızın çıktığı için,
harb
olacağını zannetmemişler ve bundan dolayı Bedir gazvesinde
bulunamamışlardı.
Bedir ashabı hakkındaki ilâhî ikramları anladıkları zaman
gitmediklerine pişman
olarak: "Ah keşke biz de Bedir ashabı gibi öldürülüp şehit olsaydık."
diye düşmanla çarpışmak için arzu beslemeye başlamışlardı. Ve hatta
Medine'de
savunmaya razı olmayıp, Uhud'a çıkmak için teşvik edenler de bunlardı.
Fakat
harbe çıkıp anılan olay olunca birçokları sebat edemediler. Bu âyet
bunlar
hakkında inmiş ve önceden harbi arzu ederek ölümü temenni ettikleri
halde, onu
görünce bakıp kalmalarından dolayı azarlanmışlardır. Bazı tefsirciler
diyorlar
ki burada ölümden kastedilen harbdir. Çünkü savaş, çoğu zaman ölümü
içine alır.
Bu itibar ile kendi şahsında ölüme razı olmayan, harbi de temenni
etmez. İşte
harb ile ölüm arasındaki bu ilgiden dolayı, çıkıp düşmanla çarpışmak
arzusundan
ölümü temenni etmekle tabir buyurulmuştur. Yoksa kastedilen, bizzat
ölümü
temenni etmek değildir. Çünkü bir müslüman için ölümü istemek meşru
(dine
uygun) değildir. Hatta savaşta şehid olmayı temenni etmenin bile caiz
olamıyacağına ve çünkü bunda kâfirlerin galip gelmesini temenni mânâsı
bulunacağını kabul edenler olmuştur.
Fakat
doğrusu, şehit olmayı istemekte sakınca yoktur. Ve bu âyette ölümü
istemekte, şehid olmayı isteme mânâsı açıktır. Ancak iyi anlaşılmak
gerekir ki,
şehit olmayı istemek, düşmanın üstün gelmesini temenni eder gibi,
bizzat ölümü
temenni etmek şeklinde olmamalıdır. Asıl maksad, Hak yolunda şehitlik
rütbesine
erişmek ve Allah katında vaad edilmiş olan gerçek hayata ermektir ki,
bunda
ölümü isteme bir vesile olmak bakımından zımnî (örtülü) kalır. Kısaca,
ölmek
için yaşamakla, ahirette gerçekten yaşamak için ölmek arasında pek
büyük bir
fark vardır. Savaşacak olanlar, sırf bu maksatla hareket etmeli ve
ölümle
karşılaştıkları zaman da ondan kaçınmamalı ve bu imandan
ayrılmamalıdır. Uhud
savaşı, her mânâsıyla müdafaa harbi olduğu gibi, tecavüz eden düşmana
karşı
meydan muharebesine çıkmak arzusunu besleyen bu müslümanların istek ve
arzuları
da yapmacık bir gösteri olmayıp, samimi bir iman eseri olduğunda hiç
şüphe
yoktu. Fakat "haber (ağızdan ağıza dolaşan söz), görülen şey gibi
değildir." ifadesi gereğince bugünkü arzu ile yarınki olacak olay
arasında
büyük bir fark bulunduğundan kalp ile sözün fiile uygunluğu önemli bir
mesele
teşkil eder ki, asıl imanın doğruluğu (sadakatı) bundadır. "Öyle
erkekler
var ki, Allah'a verdikleri sözde durdular." (Ahzab, 33/23). Şu halde
herhangi bir harbe karar vermek için tam bir ciddiyetle iyice düşünmeli
ve bir
kere harbe başladıktan sonra, artık dönmeyi hatıra getirmemeli, ölmek
de gerekirse
onu sabır ve sebat ile seve seve karşılamalıdır. Yoksa kanını son
damlasına
kadar akıtmaya yeminler ederek harbi kızıştırıp da selameti kaçmakta
arayanlar
hiçbir zaman selamet bulamazlar ve işi perişan ederler, hem de
kendileri dünya
ve ahirette çöküntüye uğramış olurlar.
144-
""Muhammed ancak bir peygamberdir.
O'ndan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür veya
öldürülürse siz
gerisin geriye mi döneceksiniz?" Rivayet olunuyor ki Uhud günü iki ordu
çarpışmaya başlayıp harp kızışınca, Peygamberimiz: "Şu kılıcımı
hakkıyla
kim alır da bükülünceye kadar düşmana çalar?" buyurmuş ve onu Ebu
Dücane
Simak b. Harşet el-Ensarî almış ve başına da kırmızı sarık sarıp
salınarak ve:
"Ben,
dostumla, hurmalıkların yanındaki dağın eteğinde bulunduğum
sırada, hiçbir zaman harp saflarının gerisinde kalmamak üzere
antlaştım. Allah
ve Resulünün kılıcıyla vuruyorum..." diyerek beraberindeki birkaç
müslüman
ile birlikte harbe dalmıştı. Resulullah: "Bu azametli (kibirlenerek)
yürüyüşü Allah ve Peygamberi sevmez ama, bu makam müstesna" buyurdu. O
da
karşısına kim gelirse vurup öldürüyordu. Hz. Ali, Hz. Hamza ve Sa'd b.
Ebi
Vakkas düşman saflarına dalarak kahramanca savaşmışlar ve Hz. Ali
kılıcı
bükülünceye kadar çarpışmıştı. Bu şekilde Allah, müslümanlara başarı
ihsan
etmiş, müşrikler hayli kayıp vermiş ve bozulmuştu da ganimet toplanmaya
başlanmıştı. Bunu gören okçuların çoğu ganimete iştirak etmek için
komutanları
Abdullah b. Cübeyr'in engellemesine rağmen mevkilerini bırakıp
koştular. Onun
yanında ve Resulullah'ın korunmasını emrettiği o mevkide ancak sekiz
kişi
kaldı. Düşmanın sağ cenah (taraf) komutanı olup, ilk önce Hz. Zübeyr'in
karşısında geri çekilmiş olan Halid b. Velid, kalan okçuların azlığını
ve arka
tarafın boş kaldığını görünce, derhal ikiyüz elli kadar süvari ile Şı'b
tarafından şiddetli bir hücum yaparak, kalan okçuları şehit edip İslâm
askerini
arkadan vurdu ve yarıp dağıttı, bütün kuvvetleriyle Resulullah'a doğru
hücum
etti. Ashab-ı kiram şiddetle çarpıştılar, içlerinden otuz kişi
yaralandı,
Abdullah b. Kamia sokulup Resulullah'a bir taş atarak mübarek rubâıyye
(ön
dişlerle azı dişi arasındaki) dişini kırdı ve güzel yüzünü yaraladı,
öldürmek
maksadıyla atıldı. (Bir rivayete göre taşı atan Utbe b. Ebi Vakkas
idi). Mus'ab
b. Umeyr müdafaya koştu. Fakat İbnü Kamia bunu şehit etmiş ve
Resulullah'ı
öldürdüğü zannıyla dönmüş, "Muhammed'i öldürdüm." demişti. O zaman
kim olduğu belli olmayan birisi: "Bilmiş olunuz ki Muhammed
öldürüldü." diye acı bir haykırış haykırmış ve bu ses hemen
dağılıvermekle,
her taraftan halk dönüp kaçmaya başlamışlardı ki, hatta bu bağıranın
İblis
olduğu söylenmiştir. Resulullah ise: "Allah'ın kulları bana doğru
(gelin)." diye çağırıyordu. Bu sırada ashabdan ilk önce Ka'b b. Malik,
kendi tabiriyle, miğferin altında parlayan gözlerinden Resulullah'ı
tanımış, en
yüksek sesiyle: "Ey müslüman toplumu! Müjde Allah'ın Resulü işte!"
diye alabildiğine bağırmış, Resulullah da ona "sus" işareti vermiş,
hemen otuz kadar sahabi Resulullah'ın yanına toplanmışlar, onu
korumuşlar ve
nihayet müşrikleri uzaklaştırmışlar, geri kalanları dağılmışlardı.
"Muhammed
öldürüldü" yaygarası üzerine çok sarsılmışlar ve
perişan olmuşlardı. Bir kısmı, "savaşı bırakalım" demiş, ellerini
salıp oturmuşlar; bazıları: "Abdullah b. Übeyye gidecek bir adamımız
olsa
da bize Ebu Süfyan'dan bir eman (güven) alıverse." diye söylenirmiş.
Bir
kısım münafıklar da: "Muhammed peygamber olsaydı öldürülmezdi, artık
eski
dininize dönünüz ve kardeşlerinize başvurunuz." diye ikiyüzlülüklerini
açığa çıkarırlarmış. Bundan dolayı, bütün bunlara karşı Enes b. Nadr
hazretleri
(Enes b. Malik hazretlerinin amcasıdır) kalkmış: "Ey topluluk! Eğer
Muhammed öldürüldüyse, Muhammed'in Rabbi canlı ve ölmemiştir.
Resulullah'dan
sonra sağ kalıp da ne yapacaksınız? Onun savaştığı uğurda savaşın da ve
onun
öldüğü uğurda şeref ve şan ile ölün." demiş, bundan sonra: "Allah'ım
şunların dediklerinden sana özür beyan ederim ve şunların
(münafıkların)
yaptıklarından yüz çeviririm." diye dua ettikten sonra, kılıcını çekip
muharebeye atılmış ve şehid oluncaya kadar harp etmiş ki, yetmiş yara
aldığı
rivayet olunmuştur. Ve birtakım insanlar da aynı şekilde şehit
olmuşlardır ki,
Sa'd b. Rebî' ve kanlar içinde yuvarlanan Ensarî bu cümleden idi.
Kaçanlardan
bazıları Medine'ye kadar gitmişler ve çoğu dağda kalmışlar, sonra
toplanmışlar
ve düşman açıldıktan sonra Peygamberimiz de yanındakilerle beraber
oraya çıkmış
ve birleşmişlerdi. İşte bu âyet, bu öldürme yaygarası üzerine
görevlerini
terkedenleri terbiye ve makam-ı sıddîkîn (doğruların makamın)e irşad
için
inmiştir. Olay öldürme şayiasının yayılması üzerine olduğu halde âyette
ölümün
öne alınması, Resulullah hakkında öldürülmesinin vaki olmadığı ve
olmayacağı,
fakat ölümün muhakkak vuku bulacağı için, özellikle Peygamber'in vefatı
sırasında ortaya çıkacak olaylara dikkati çekmek ve o bakış açısından
dinî
terbiyeyi kuvvetlendirme hikmetini içine almaktadır. "Allah seni
insanlardan korur." (Maide, 5/67) buyurulmuş olduğu halde, birtakım
ashabın öldürülme söylentisine nasıl ihtimal verebildikleri meselesine
gelince:
Birinci olarak, bunun o zaman nazil olmuş bulunduğu malum değildir. Ve
öldürülmüş peygamberler de vardır. İkinci olarak, her âyet herkesin
bilgisi
altında olmayabilir. Üçüncüsü, herkes için her bildiğini, her zaman ve
her
yerde hatırlamak mümkün olmaz. Özellikle böyle dehşetli korkular
karşısında
şiddetli üzüntü ile bildiğini unutmak beşerî arızalardandır. Nitekim
Hz. Ömer,
Peygamberimizin vefat ettiği gün, işbu âyetini ancak Hz. Ebu Bekir'in
hatırlatmasıyla hatırlamıştı.
"İnkılâb
alâ'l-akıb = " esas olarak, "ökçeler üzerine
dönmek" demektir ki, asker yürüyüşünde olduğu gibi tam sağdan veya
soldan
geri dönmektir. İki ökçeyi birden yerinde çevirmek suretiyle ayakları
çaprazlaştırdığından yürümeyi imkansız bırakır, Kur'ân'da bu tabir, ya
harpte
kaçmaktan kinaye veya dinden irtidad (dinden dönme)den mecaz olmak
üzere iki
mânâya ihtimali vardır. Burada açık olan "dinden dönme" mânâsıdır ki,
harpten kaçmak dolayısıyla inkârî istifham (soru) ile "irtidad mı
edeceksiniz?" (dinden mi döneceksiniz?) diye bir tevbîh (azarlama)
ifade
eder. Ve Peygamberimizin vefatından sonra müslümanların görevlerini
hatırlatır.
Ve bu azarlama ve hatırlatmanın mahsulü de şu olur: "Muhammed ancak bir
Resuldür. Ondan önceki bütün peygamberler ise gelmiş geçmişlerdir. Şu
halde
Muhammed de onlar gibi gidecektir. Bu yönden O'nun diğer
peygamberlerden bir
farkı yoktur. Peygamberlerin tebliğ ettikleri şeriat (din)lerin bâkî
kalması
için de kendilerinin bâkî kalmaları şart değildir. Önceki
peygamberlerin hepsi
vefat etti. İman eden tabileri sebat edip dinlerini muhafaza ve müdafaa
ettiler. Risaletin hükmü budur. Muhammed aleyhisselama ait elçiliğin
hükmü de
başka değildir. Bu böyle iken eğer Muhammed vefat eder veya
öldürülürse, siz
onun dininden dönüverecek veya onu müdafaa etmiyecek misiniz ki, bir
öldürülme söylentisi
üzerine kaçmaya kalkıştınız? Hayır, Muhammed (s.a.v.)'in vefatından
sonra sizin
hayır ve menfaat (çıkar)ınız dönmekte değil, sebattadır. O zaman bu
görev
tamamen size kalacak ve siz sözünüzde durup onu yerine getirirseniz
şükredenlerden olacaksınız ve muhakkak Cenab-ı Allah'ın mükafatına
ereceksiniz.
Nitekim geçmiş peygamberlerin ümmetleri de ancak böyle mesut
olagelmişlerdir".
Burada
yüksek nazmı, Resul'den hâl veya sıfat veya bir isti'nafiyye
cümlesi olarak bir kübra (önerme) yerindedir. Ve bütün peygamberlere
genel
olduğu açık bir şekilde anlaşıldığından Hz. İsa da bunda dahil olmuş
olur. Ve
bu genel nassın, mütevatir olmayan hadislerle tahsisi caiz olmamak
gerekir.
"Onu (İsa'yı) öldürmediler ve asmadılar, fakat (öldürdükleri)
kendilerine
(İsa'ya) benzer gösterildi." (Nisa, 4/157) âyeti de öldürme ve asmanın
reddinde kat'î ise de, genelde ölümü reddetmede kat'î olmadığından bunu
tahsis
edici olamaz. Şu halde Hz. İsa'nın ölmediği ve ahir zamanda ineceği
hakkında
varid olan sahih hadislerin mânâsını, bilinen ölümden başka bir yöne
yormak
gerekecektir. Çünkü genel nassın, genelliği üzere cereyan etmediği
farzedilecek
olursa, âyetin takribinin tamamlığı işkâl yeri olacaktır. Çünkü kazıyye
(önerme), genel olmadığı takdirde, bazı peygamberlerde geçmiş misal ile
ölümün
caiz görülmesi sabit olsa bile, hepsinde bir hükmü isbat edecek olan
ölümün
tahkiki sabit olmayacaktır.
"Allah
şükredenleri mükâfatlandıracaktır." Burada
"şâkirin"den maksad, İslâm'da sebat ederek vazife yapanlardır. Bunun
için "sâbitîn = sebat edenler" veya "tâiîn = itaat edenler"
diye tefsir edilmiştir. Hz. Ali, "sâbitîn" (sebat edenler) ile tefsir
eder ve dermiş ki: "Bunlar, Ebu Bekir ve arkadaşlarıdır. Ve Ebu Bekir
şâkirîn (şükredenler)in başıdır". Buna göre âyet, öldürülme söylentisi
üzerine
dönme ve kaçmanın, dinden dönme değilse de, ona yakın büyük bir günah
olduğunu
anlatmakla bir azarlama ve inananları sıddîkîn (güvenilir kimseler)in
makamına
yükseltecek bir terbiyeyi içermiş olduğu gibi, bilhassa Peygamber'in
vefatı
sırasındaki dinden dönme (irtidad) olaylarının ve Hz. Ebu Bekir'in
bunlara
karşı doğruluk metanetiyle güzel başarısına bir işareti içine
almaktadır. Ve bu
şükretmenin dünyada mükafatı de İslâm devletinin kuruluşu olmuştur.
145-
Öldürülme söylentisi üzerine perişan olanlar
üzerinde iki duygudan biri veya her ikisi etken olduğu anlaşılıyor ki,
birisi
Peygamber'in vefatından son derece müteessir olarak her şeyden
vazgeçmek;
diğeri de düşman karşısında ölümden korkup can derdine düşmektir.
birinciye
cevap olduğu gibi, işbu de ikinciye veya her ikisine karşı teselli ve
irşadı
içine almış olarak metanet (dayanma) ile cihada sevk ve bu konuda bu
iki
endişenin bile bir mazeret olamayacağını açıklamaktır. Gerçekten Allah
Teâlâ'nın izni ve iradesi olmaksızın hiçbir kimsenin ölmesi ihtimali
yoktur.
Gerek döşekte olsun, gerek öldürmekle olsun, mutlak ölüm böyle olunca,
Allah'ın
iradesi erişmeden ne düşmanın saldırısıyla, ne de kendi arzusuyla kimse
ölmez.
Demek ki Muhammed vefat eder veya öldürülürse düşmanın saldırmasıyla
değil, Allah'ın
izniyle olacaktır. Aynı şekilde her hangi bir şahıs da ölecek veya
öldürülecek
olursa, o da düşmanın saldırmasıyla değil, Allah'ın emriyledir. Ve
bunun böyle
olduğu da Uhud olayının tecrübî (deneysel) sonuçlarından biri olmak
üzere
sabittir. Eğer böyle olmasaydı, o gün hiçbir kimse kurtulamazdı. Buna
göre her
iki takdirde Allah'ı unutmamak ve Allah'ın iradesine, tam bir rıza ile
itaat
edip görev yapmak gerekir. Harp meydanında vazife ise kâfirlere karşı
koymak ve
i'lây-ı kelimetullah (Allah'ın kelimesini yükseltmek) uğrunda hiçbir
şeyden
çekinmemektir. İyi bilinmelidir ki, korkunun ecele faydası yoktur.
Kâfirlere
mağlub olanlar, bir müddet hayatta kalsalar bile, dinden dönme
tehlikesiyle
karşı karşıyadırlar. Allah'ın izniyle ölüm ise tayin edilmiş bir
şekilde
yazılır. Yani Allah katında bilinen bir vakit ile takdir edilmiştir ki;
ne
ileri gider, ne geri kalır. Bir insan, gerçekte nasıl bir şekilde
ölecekse öyle
ölür. Ve onun dünyada iki ömrü yoktur. Şu halde iki eceli de yoktur.
Bazı
kimseler ecel-i müsemmâ (eceliyle gelen, normal ölüm) ve ecel-i kaza
(kaza ile
gelen ölüm) diye iki ecel tasavvur ederler. Ve, "Zavallı eceli gelmeden
kazaya uğradı." derler. Bilmezler ki, olay ne ise ömür, ecel odur. Ve o
kimsenin Allah katında bilinen vakti ondan ibarettir. Bundan başkası
gerçekten
değil, zâtî ve aklî imkan üzerine kurulmuş varsayımlar ve
ihtimallerdir.
Herkesin gerçekte ömrünün, ecelinin birliği, inkâr imkanı bulunmayan
apaçık bir
gerçek olduğu halde, birtakım kimselerin bunu karmaşık bir mesele imiş
gibi "ecel
bir mi, iki mi?" diye konuşmaya kalkışmaları, konuyu
kavrayamamalarından
doğar. Evet, kaderin sırrı belli olmaz ve yaşayan bir kimsenin ne vakit
ve ne
şekilde öleceğini de Allah'tan başka kimse bilmez. İlâhî kanunda ölümün
sebepleri olarak tanınmış birçok şeyler de vardır. İnsan, ecelinin ne
olduğunu
bilmediği için bunlardan sakınmalıdır. Ve fakat muhakkak şu
bilinmelidir ki bu
sakınma ne ilâhî iradeyi değiştirir, ne de Allah katında bilinen ve
takdir
edilmiş olan eceli değiştirir. Şu halde ölüm endişesi, hayatla ilgili
kayıtlanmalar, Allah'a karşı olan mühim vazifeleri unutturmamalıdır.
Çünkü
hayat ve ölümün bizzat dayanağı sırf Allah'ın dilemesidir. Ve bunda
kimsenin
tesiri yoktur. Fakat hayattan istifade ve hayatın meyvelerini
toplayabilme,
devşirebilme hususu böyle değildir. Bu cihet (yön) beşer iradesiyle
ilgilidir.
Bunun için buyuruluyor ki, ve her kim dünya sevabı isterse, ona dünya
sevabından veririz; her kim de ahiret sevabı isterse, ona da ahiret
sevabından
veririz. Kayıtları gösteriyor ki istenilenin hepsi verilmezse de, her
halde
biraz olsun verilir. Ve kulun iradesi büsbütün hükümsüz kalmaz. Burada
"dünya sevabı" kısmı, ganimet arzusuyla koşanlara bir ta'riz
(taşlamay)i içermektedir. O şükredenler ki, İslâm nimetinde sebat edip,
Allah'ın
kendilerine ihsan ettiği kudret ve kuvveti, yaratılış gayesi olan
itaate
sarfederek şükrünü eda ederler ve hiçbir engel karşısında bundan
dönmezler. Bu
şükredenlerden maksat ya lâm-ı ahd (ahid lâmı) ile şehidler ve diğer
bilinen
mücahidler bunda ilk girenlere dahildirler. Burada şükrün cezasından
kastedilenin de, ahirete ait sevab olduğu, sözün gelişinden açıkça
anlaşılmaktadır.
146-148-
"Ribbiyyûn" kelimesi, nin çoğuludur
ki, "rabbânî" gibi rabbe nisbettir. Rabbe kulluk eden demektir. nın
esresi, Basra-Bısriyyûn gibi ism-i mensûbun değişimlerindendir.
Rabbânî,
mürebbî (terbiyeci) demek olan "rabbe"ye nisbet olarak
düşünülebildiği gibi, "ribbî" de cemaat demek olan
"ribbe"ye nisbet olarak da tahlil edilmiştir ki, esasında sosyal
anlamı düşüncesiyle "cemaat" (toplum) diye tefsir edilmiştir.
Bunlardan başka Vâhidî'nin Ferrâ'dan naklettiği üzere "evvelûn" (yani
evvelkiler, öncekiler) mânâsına da gelir. Bazıları, "rabbânî" ile
"ribbî" arasında bir mânâ farkı bulunduğunu söylemişlerdir. Bu
cümleden olarak İbnü Zeyd demiştir ki: "Rabbânî, veli imamlar, de
halkdır
ki, ribbe bağlıdırlar. Buna göre "rabbânî" ve "ribbî" ikisi
de "rabbe intisab" mânâsını içermekle beraber, ribbe bağlanmakla
terbiye ve öğrenim görmüş topluluk; rabbânî de rabbe bağlanmakla
diğerlerine öğretim
ve eğitim yaptırabilecek yüksek seviyede bulunanlar diye ayırım
yapılması en
uygun mânâ olacaktır. Bununla beraber bunların anlamdaş veya
"ribbiyyûn"un, "rabbâniyyûn"dan daha şümullü olarak da
kullanılması caiz olur. Yukarda, Allah tarafından peygamberliğe,
kitaba, hüküm
ve hükumete nail olmuş bir beşerin insanlara karşı, "bana kul olunuz"
diye rubûbiyyet (tanrılık) iddiasına hakkı olmadığı ve "Fakat Rabb'e
halis
kullar olun." (Âl-i İmran, 3/79) âyeti gereğince bunların görevi
öğretim
ve eğitim ile rabbâniyyûn yetiştirmek olduğu açıklanmakla, Muhammed
aleyhisselâmın gönderilmesinin hikmetlerinden birisi de rabbâniyyûn
yetiştirmek
olduğu anlaşılmış ve bundan sonra "Siz, insanlar için çıkarılmış en
hayırlı ümmet oldunuz." (Âl-i İmran, 3/110) ilâhî fermanıyla Muhammed
ümmetinin, ümmetlerin en hayırlısı olacağı da anlatılmış idi. İşte
burada, Uhud
olayı dolayısıyla Muhammed aleyhisselâma ait sebepler yüksek bir mânâ
ile
terbiye edilmek üzere, "Siz öyle ümmetlerin en hayırlısı olarak
rabbânîler
olmaya namzedken, geçmiş peygamberlerin ümmetleri kadar da olamayacak
mısınız
ki, öldürülme söylentisi karşısında perişan oluverdiniz." meâlinde
büyük
ve ince bir azarlama ortamında, buyurulmuştur.
149-150-
"Ey
iman edenler! Eğer siz kâfirlere itaat
ederseniz..." Peygamberlerin yardımcılarına uymayı özendirdikten sonra,
bu
âyetler de "Eski dininize dönünüz." diyen münafıkların sözleri
sebebiyle inmiştir. Bununla birlikte bütün kâfirlere uymaktan
sakındırılmıştır.
Bu sakındırma hitabı özellikle şu mânâyı içeriyor ki, cihaddan kaçmak,
kâfirlere uymak ve mağlub olmaya, bu da neticesiyle dünya ve ahirette
zarar
doğuran dinden dönmeye götürecek bir felakettir.
151-
"Allah'ın, hakkında hiçbir delil
indirmediği şeyleri O'na ortak koşmalarından dolayı inkâr edenlerin
kalblerine
korku salacağız." "er-Ru'b ", kalbi dolduran korku;
"sultan", hüccet ve bürhan ve delil demektir. Dikkate değer ki,
müslümanlara büyük bir vaadi içeren bu âyet, kâfirlerin hepsinde
Allah'a bir
şirk bulunduğunu ve şirkin hiçbir ilmî esasa dayanmayan bir zulüm, bir
haksızlık olduğunu ve korkunun sebebi de bu şirk olacağına işaret
etmekte ve bu
şekilde müslümanları tam bir ihlas (samimiyet)a sevketmektedir. Buna
göre geniş
mânâsıyla "müşrikler" deyimi, "kâfirler" deyimiyle müradif
(eşanlamlı) demektir.
152-Şimdi,
"Allah Teâlâ inananlara böyle
vaadlerde bulunuyor da Uhud olayında niye bu musibetler oldu?" gibi bir
soru akla gelirse, şurası muhakkak ki Allah size olan va'dini yerine
getirmiş,
doğruluğunu göstermiş idi. O sıradaki siz düşmanları, Allah'ın izniyle,
doğruyordunuz. "Hass = ", öldürmek suretiyle hissi ibtal etmek
mânâsına olup, çok öldürmek ve kökünü kesmek mânâlarına gelir. Yani
düşmanınızı
Allah'ın yardımıyla bozmuş, önünüze katmış devamlı kesiyordunuz ve
kesecektiniz. Fakat siz bu yardımın tamam olması için sabır, korunma ve
emre
uymak gibi gerekli şartlara riayet etmediniz. Onun için vaadin
tahakkuku o
zamana kadar devam edebildi ki nihayet kalb zayıflığına düştünüz,
sabredemeyip
ganimete hırs ettiniz, emir ve kumandada münakaşa ettiniz ve isyan
eylediniz.
Çünkü okçular, Hz. Peygamber'in tertip ettiği ve "her ne olursa olsun
buradan ayrılmayınız" dediği mevkiden kendi kanaatlarıyla ayrılmışlar
ve
komutanları Abdullah b. Cübeyr'in emrini dinlememişlerdi. Bütün bunlar
da
Allah'ın, size sevdiğiniz zafer ve ganimeti, düşmanın bozulmasını
göstermesinden sonra oldu. O halde ki, kiminiz dünyayı arzu ediyordu,
ganimete
koştu, kiminiz de ahireti istiyordu, yerinde kaldı, şehid düştü. Allah
onu
gösterdikten sonra o kalb zayıflığınız, münakaşa ve isyanınız üzerine
sizi o
musibetlerle denemek ve imtihan etmek için düşmanlardan yüzünüzü
çevirdi,
bununla beraber şurası muhakkak ki pişmanlığınız nedeniyle sizi affetti
de.
Allah Teâlâ bu müminlere böyle büyük bir lütuf ve ihsan sahibidir. Ve o
affetme, sizin pişmanlık ve imanınız dolayısıyla bu ilâhî lütfun
eseridir.
Yoksa bütün bütün mahvolmanız hiçbir şey değildi.
Allah'ın
sizi denemesi o zaman idi ki veya hatırınıza getirin o zamanı
ki:
153-
O
sırada uzak uzak gidiyordunuz, yahut dağlara
çıkıyordunuz ve hiç bir kimseye dönüp bakmıyordunuz (yani alabildiğine
kaçıyordunuz), Peygamber ise gerinizde (yani ordunun arkasındaki
kuvvetler
içinde) sizi çağırıp duruyordu. Yukarıda nakledildiği üzere "Bana doğru
gelin ey Allah'ın kulları." diye çağırıyordu. Demek ki kaçışın
şiddetinden
merkez, artçılar halinde (yani artçılar gibi) kalmıştı. Böyle oldu da
Allah
sizi, gam üstüne gam ile cezalandırdı. O ganimet kayboldu. Öldürülüyor,
yaralanıyordunuz. Düşmanın zaferinden dolayı çok üzülüyordunuz.
Peygamber'i
öldürmek için yapılan hücum ile içi kan ağlar ve perişan durumda
kaldınız.
Yahut, Allah sizi gama karşı gam ile cezalandırdı. Siz isyanınızla
Peygamber'i
üzdünüz, Allah da buna karşılık sizi bu gamlarla gamlandırdı. Diğer bir
mânâ
ile, Peygamber sizin başınıza gelen felaketlerin acısını yüklenerek
size gam
ortağı oldu ki ne kaybettiğiniz fırsat ve üstünlük, ne de uğradığınız
musibet
(kötülük)lere üzülmeyesiniz. Dünya olaylarına karşı metin ve tecrübeli
olarak
Allah'a sığınıp geleceğe hazırlanasınız. Zira bu şekilde deneyle
görülmüş oldu
ki, acı acıyı unutturur. En büyük zannedilen gamları unutturacak gamlar
olur.
Ve bir lahza içinde Allah yenilenleri galip, üzülenleri memnun
edebilir. Ve
Allah bütün yaptıklarınızdan ve yapacaklarınızdan haberlidir.
154-
O
gamdan sonra Allah size bir emniyet, bir uyku
verdi ki, içinizden bir kısmını bu uyku basıyor, sarıyordu. Malumdur
ki, insanı
şiddetli korku içinde uyku tutmaz, uykusuzluk devam ettikçe de
perişanlık
artar. Buna göre, böyle bir hâl içinde uyuyabilen, korkuyu unutmuş, bir
emniyet
duymuş, kalbinde bir sükûnet (sakinlik) bulmuş demektir. Rivayet
ediliyor ki,
müşrikler olayın cereyanından sonra Uhud'dan açılırken, "yine
geleceğiz" diye tehdid savurarak açılmışlardı. Müslümanlar da duruma
bakarak emin olamıyorlardı. Düşmanın sahte bir dönüşle, aldatarak
tekrar hücum
etmesinden veya giderken Medine'ye bir baskın yapmasından çok fazla
endişe
ediyorlardı. Ve hatta düşman dönüp şiddetle bir hücum daha yapacak
olursa bütün
bütün yok olmak tehlikesinin bile baş göstereceğinden korkanlar
bulunuyordu.
Bunun için kalkanlarının altında çarpışmaya hazır bir halde
duruyorlardı. İşte
bu korku ve keder içinde bulundukları bir sırada idi ki, Allah bir
emniyet
verdi. Uyuklamaya başladılar. Hazreti Zübeyr demiştir ki: "Korkunun
şiddetlendiği
sırada ben Peygamber'le beraberdim. Allah bize bir uyku verdi ki, beni
uyku
basıyordu ve uykum arasında rüya gibi Muattib b. Kureyş'in, "Bize bu
işten
bir şey olsaydı burada öldürülmezdik." dediğini vallahi işitiyordum".
Ebu Talha hazretleri de demiştir ki: "Uhud günü başımı kaldırdım, kimi
gördümse kalkanının altında uykudan eğilmiş idi. O gün ben de uyku
basanlardan
idim, elimden kılıcım düşerdi alırdım. Sonra kamçım düşerdi alırdım".
Böyle bir emniyet duygusu Bedir'de de vâki olmuştur. "O zaman sizi,
Allah'dan bir güven olmak üzere hafif bir uyku bürüyordu." (Enfal,
8/11)
ki bunlar, Allah'dan gelen feyz ve ilhamlar ve ilâhî sükünet
cümlesindendir. Bu
uyku, normal bir uyku olmayıp, fevkalade ilâhî bir yardım olmuş ve
müslümanlar
bundan çeşitli şekillerde istifade etmişler. sözünden anlaşılıyor ki,
orada
bütün müminlere inen bu uyku, hepsini birden bastırmamıştır. Sözün
kısası bu
askerde iki zümre vardı. Müminler, münafıklar. Müminler, Muhammed
aleyhissalatü
vesselamın Allah tarafından hak peygamber olduğuna ve sözleri kendi
arzusundan
olmayıp hak vahiy bulunduğuna kesin şekilde inanmış ve Allah'ın bu dine
yardım
edeceğini ve bütün dinlere üstün getireceğini de Peygamber'den dinlemiş
bulunduğundan, bu kötü olayın, köklerini kesecek bir yok etmeye kadar
varamayacağına imanları gereğine kesin ümitleri vardı. Bu sayede o
korkulara
rağmen emniyetleri yok edilmemiş "Ne kaybettiğiniz fırsat ve
üstünlüklere,
ne de uğradığınız musîbetlere üzülmeyesiniz." sırrı da tecelli etmiş
bulunduğundan, kendilerini uyku tutabilmiş ve bununla bütün bütün
sükunet
bularak korkuları tamamen kalkmış ve kendilerini toplamışlardı.
Diğer
bir topluluk da nefislerinin derdine düşmüş, kendilerinden başka
bir şey düşünmüyor. Dine, Peygamber'e önem vermiyor, nefislerine ait
istekleriyle
uğraşıyorlardı ki, onlar münafıklar idi. Muhammed aleyhisselamın
peygamberliği
hakkında şüphe üzerinde bulunuyorlar ve harbe ganimet hevesiyle veya
ihtilal
fikriyle gelmişlerdi. Çokları daha başlangıçta Abdullah b. Übey ile
beraber
savuşup gitmiş, bir kısmı da kaçamamış kalmıştır. Olay bu duruma
dönüşünce,
başlangıçta gönüllerinde intikam almış gibi bir sevinç hissettiler;
sonra da
her iki taraf için şüpheli mevkide bulunduklarından dolayı, korkuları
şiddetlendikçe şiddetlendi. Gözlerine uyku girmedi. Cahiliyye (İslâm
öncesi)
kafasıyla Allah'a sû-i zanda bulunuyorlar, "Artık Peygamber'in işi
bitti,
yok oldu." batıl zannında bulunuyorlardı. "Muhammed hak peygamber
olsaydı, Allah ona böyle kafirleri musallat etmezdi." diyorlar,
Allah'ın
"Dilediğini yapar, dilediğine hükmeder." bir fail-i muhtar,
dilediğini yapmakta serbest olduğunu bilmiyorlardı. Allah'ın Resulü'ne
güya
danışıyorlarmış, emir bekliyorlarmış gibi, "gözetilen o zafer işinden
bizim için az bir pay var mı?" Diğer bir mânâ ile, "bize bir iş, bir
tedbir var mı?" diyorlardı ki; bu deyim, "Nasıl, bundan sonra
hakimiyet işinden bize de bir hisse var mı?" gibi, bir siyasi (politik)
maksadı veyahut, "Nasıl, bu işlerde biz bir dolap çevirebiliyor muyuz?
Senin vaad ettiğin zaferi neticesiz bırakacak bir rol oynayabiliyor
muymuşuz?" gibi bir kinciliği içine alabilir.
Ey
Muhammed! De ki: Bütün iş Allah'ındır. Şu halde neticede bütün
galibiyet (üstünlük) O'nun ve O'nun dostlarınındır. "Şüphesiz ki
Allah'tan
yana olanlar üstündürler." (Maide, 5/56). Yahut bütün Bedir onundur.
Ezelde ilâhî takdirinde ne hükmetmiş ise o olacaktır. Ey Muhammed! O
münafıklar
nefislerinde (yani gönüllerinde veya kendi aralarında) bir şey, bir
bozuk
fikir, bir küfür gizliyorlar ki, onu sana açmazlar. Denilmiş ki,
müslümanlarla beraber
bu savaşa geldiklerine pişman oluyorlardı. Aralarında "Bizim için o
vadolunan işten bir şey olsaydı (yani Muhammed'in vaadi doğru olsaydı),
yahut
bizim fikir ve tedbirden hissemiz olsaydı, fikrimizle hareket
edilseydi, burada
böyle öldürülmeye maruz olmaz, içimizden bu kadar ölü vermezdik."
diyorlar. Ecelin iki olduğunu söylüyorlar, normal sebeplerin, ilâhî
iradenin
tersine etki edebileceğini sanıyorlar. "Emr" kelimesi ya
"umûr" kelimesinin veya "evamir" kelimesinin müfred
(tekil)i olduğuna göre, bu söz birkaç mânâya gelebilir. Bir yandan Hz.
Peygamber'in belli şartlarla Allah tarafından vaad etmiş olduğu zafer
işini
yalanlamak maksadıyla peygamberliğe bir itiraz; diğer yönden yukarda
açıklandığı üzere Abdullah b. Übeyy'in Medine'den çıkılmaması
hakkındaki reyi
kabul edilmemiş olduğundan dolayı, Peygamber'in emir ve isteğini hatalı
bulma
ve bunun altında istişareden daha kuvvetli bir şekilde hükümet işine
iştirak
etmek ve işe karışmak, bu niyetle Peygamber'in idare şeklini
istibdatkâr (keyfi
idareye yakışır şekilde) görmek isteyen bir ihtilal fikri vardır. Bu
münafıklar
derken bu niyetleri besliyorlar ve tabiatıyla açıklıyamıyorlardı.
Halbuki önce
Resulullah, münafıkların başı olan Abdullah b. Übeyy'i istişareye davet
etmişti. İkinci olarak kendisi de rüyasını anlatmış ve aynı görüşte
bulunmuş ve
fakat şûrâ (danışma kurulu)nın çoğunluğu, çıkmak görüşünde ısrar
ettiklerinden
dolayı, o görüş hakim olmuştu. Buna göre bu durum karşısında Resul-i
Ekrem'e
münafıkların bir çeşit istibdad isnat edercesine "eğer bu işten bize
bir
şey olsaydı..." demeleri, iftira edercesine bir gerçeğin tahrifi
(bozulması) idi. Üçüncü olarak, bu olay ile tecrübe göstermişti ki,
münafıkların istişare içine alınması bile hikmete uygun değildir. Çünkü
Abdullah b. Übey, kibir ve gururundan fikrinin kabul edilmemesine
tahammül
edemeyerek kırgınlığını artırmış, savaşla ilgili tedbirlerin akışını
yakından
öğrenerek ona göre orduda ihtilal çıkarmaya çalışmıştır. Bu sebepleydi
ki
yukarda açıklandığı üzere " Ey inananlar, kendinizden başkasını
kendinize
dost edinmeyin." (Âli İmran, 3/118) ayeti inmiş ve "De ki: Bütün
işler Allah'a aittir." ilâhî emri ile bu bakış açısından da gerçek
gösterilmiştir. Ve bunlara rağmen İslâm ile ilgili işlerde istibdad
(zorbalık)
olmadığını ayrıca açıklamak için de "İşte onlarla istişare et."
(âyet: 159) emri gelecektir. Şimdi böyle ölü vermezdik iddialarına da
"Eğer siz evlerinizde olsaydınız bile, üzerlerine öldürülmesi yazılmış
olanlar, yine öldürülüp yatacakları yere çıkıp gideceklerdi." diye
cevap,
emir buyurulmuştur. Yani, "Ey Muhammed de ki, Uhud'a çıkmayıp da
evlerinizde (yani Medine'de) bulunsaydınız, öldürülmeleri yazılmış
olanlar,
herhalde, devrildikleri yerlere çıkacaklar, yine öldürüleceklerdi".
Zira
Allah'ın takdirini geri çevirmek ve değiştirmek mümkün değildir. Ve
bundan
dolayı Allah'a su-i zan (kötü zan) da bulunmamalıdır. Allah bunları
inananlara
yardımı olmadığından değil, nice nice hikmet ve iyi şeyler için ve
özellikle
içinizdeki ihlas (samimiyet) ve nifak(bozgunculuk)ı tecrübe âleminde
imtihana çekmek
ve kalblerinizdeki gizli şeyleri, vesveseleri, şüpheleri günahları
tasfiye ve
temizlemek için böyle yapmıştır. Şunu da bilmeli ki Allah sinelere
arkadaş olan
ve onlardan ayrılmayan sırları ve gizlilikleri tamamen bilir. Şu halde
öyle
imtihanlara çekmesi de bilmediğinden değildir. Bunda, Rabb olmanın
gerektirdiği
bir seçme sırrı vardır ki, bununla müminler alışkanlık kazanır,
münafıkların da
durumları ortaya çıkar.
155-
Şüphe
yok ki iki ordunun çatıştığı gün
içinizden yüz çevirenler (yani düşmandan dönen veya Medine'ye kadar
kaçanlar),
herhalde kazanmış oldukları bazı hatalar sebebiyle şeytan onların
ayaklarını
kaydırmak istedi. O bazı günahlar ne idi? Onu ancak Allah bilir ve
burada
gizlemiştir. Anlaşılıyor ki itaat, itaate sevkettiği gibi, günah da
günaha
sevkeder. Ve insanın şeytana kapılmak kabiliyetini artırır. Bununla
beraber
muhakkak ki Allah onların günahlarını affetti. Çünkü "Allah çok
bağışlayıcı ve halim" dir. "Eğer Allah yaptıkları yüzünden insanları
hemen cezalandırsaydı, yeryüzünde hiç bir canlı yaratık bırakmazdı".
(Fâtır, 35/45) Artık ümitsiz olmak, kötü zanna düşmek caiz değildir.
O gün
sebat eden veya kaçanların sayısı ve kimlikleri hakkındaki haberler
çeşitlidir. Muhammed b. İshak'ın nakline göre üçte birisi yaralı, üçte
biri
bozguna uğramış, üçte biri de sebat etmiş. Bozguna uğrayanlar hakkında
da
ihtilaf vardır. Denilmiş ki bir kısmı Medine'ye kadar vardı ve
Resulullah'ın
öldürüldüğünü haber verdi. Bu, Sa'd b. Osman idi. Ondan sonra daha
bazıları
gelmiş, kadınlarının yanlarına girmişlerdi. Kadınlar bunlara: "Demek
Peygamber'den kaçıyorsunuz ha!" diyorlar ve yüzlerine toprak
saçıyorlar,
"Burada öreke var, al da iplik bük." diye hakaret ediyorlardı. Diğer
taraftan denilmiştir ki, müslümanlar dağdan ileri geçmediler. "Keffal
Tefsiri"nin açıklamasına göre bu konudaki bütün haberlerden özetle
anlaşılabilen şudur ki: Bazıları dönmüş ve uzaklaşmış. Bunların kimisi
Medine'ye, kimisi de diğer tarafa gitmiştir. Fakat çoğu dağ tarafında
kalmışlar
ve orada toplanmışlar, bunların yanında Hazreti Ömer de vardı. Ancak
bunun
başlangıçlarda olmadığı, bir de uzağa gitmeyip dağın üzerinde
Resulullah'ın
oraya çıkmasına kadar kaldığı muhakkaktır. Ebu Hayyan Tefsiri'nde
nakledilmiştir ki, Hazreti Ömer, bir cuma günü hutbeye çıkmış, Âl-i
İmran
sûresini okumuştu ve ismi geçen (Hz. Ömer) hutbesinde Âl-i İmran
sûresini
okumaktan hoşlanırdı. İşbu "Sizden yüz çevirenler..." âyetine gelince
demiştir ki: "Uhud günü biz bozulduk, ben geçtim dağa çıktım, kendimi
görüyordum ki, dağ keçileri gibi sıçrıyordum, insanlar da, 'Muhammed
öldürüldü'
diyorlardı. Ben de, 'Muhammed öldürüldü diyen bir kimse bulursam her
halde
öldürürüm' dedim. Nihayet dağın üzerinde toplandık. Bunun üzerine bu
ayetin
tamamı indi." Yine Keffal Tefsiri'nde ve Razî Tefsiri'nde yazılmıştır
ki, Hazreti
Osman da Ensar'dan Sa'da ve Ukbe adında iki kişi ile beraber
bozulmuşlar, hatta
uzak bir yere kadar gitmişler, üç gün sonra dönmüşler, Hz. Peygamber
(s.a.v.)
de, "uzakça gittiniz" buyurmuştur. Bir gün Hz. Fatıma, Hz. Ali'ye:
"Osman ne yaptı?" diye sormuş, o da ismi geçen (Osman'ı) eksiklemiş,
Peygamber'imiz (s.a.v.) de, "Ey Ali, kız kardeşlerin kocaları
birbirlerini
sevme hususunda beni yordular." hitabıyla karşılamıştır. Sebat edenlere
gelince: Bunlar nihayet ondört kişi idiler ki, Muhacirler'den Ebu
Bekir, Ali,
Abdurrahman b. Avf, Sa'd b. Ebi Vakkas, Talha b. Ubeydullah, Ebu Ubeyde
b.
el-Cerrah, Zübeyr b. el-Avvam. Ensar'dan Hubab b. el-Münzir, Ebu
Ducane, Âsım
b. Sâbit, Hâris b. es-Sımma, Sehl b. Huneyf, Üseyd b. Hudayr, Sa'd b.
Muaz'dır.
Söyleniyor ki, o gün bunlardan sekizi Resulullah ile ölüm üzerine
andlaşmışlardı. Üçü Muhacirlerden: Ali, Talha, Zübeyr. Beşi de
Ensar'dan: Ebu
Dücane, Haris b. es-Sımma; Hubab b. el-Münzir, Asım b. Sabit, Sehl b.
Huneyf
idi. Allah'ın izniyle hiç biri öldürülmemiştir.
156-Şu
halde Ey müminler, o küfredenler ve sefere
çıktıkları veya gazi olmaya gittikleri zaman kardeşleri için bizim
yanımızda
olsalardı ölmezlerdi ve öldürülmezlerdi, diyenler gibi olmayınız,
kâfirlere
benzemekten sakınınız, onların sefer ve savaşı, gerçekten ölüm sebebi
kabul
edip de böyle söylemeleri, Allah'ın, o telakki (kabullenme)yi
kalblerinde büyük
bir hasret kılması içindir. Yani o inanışın neticesi kalplerin, sonsuza
dek
hasrette kalmasıdır. Bir kerre ölüm ve öldürülmeyi bu gibi sebeplere
bağlayanlar
ve daha ilerisini düşünmeyenler için teselliye imkan yoktur. Artık olan
olmuş
ve "ah keşke göndermeseydik" diye hasret çekmekten başka bir şey
kalmamıştır. Bunlara, onu yasaklamadıklarından dolayı kendilerini ölüme
sebep
olmuş bir katil gibi düşünerek (farzederek) pişmanlıktan başka bir şey
düşmez.
İkinci olarak, bu inanış, sefer ve harpten yılmaya ve onların büyük
faydalarından mahrum kalmaya ve düşmanın istilasına uğrayıp her
felakete baş
eğmeye sebep olur ki, bu da ebedî büyük bir hasrettir. Halbuki hayatı
da, ölümü
de veren Allah'tır. Allah öldüreceği zaman seferde de öldürür, hazarda
da;
harpte de öldürür, sulhte de. Nice sefere çıkanlar vardır ki, büyük
büyük
kârlar, istifadelerle sağ ve salim dönerler gelirler. Nice savaşa
gidenler
vardır ki, büyük zaferlerle dönerler. Allah öldürmeyince kimse ölmez,
hem de
Allah yaptıklarınızı görür. Müminler bunu bilmeli ve kâfirlere
benzememelidirler.
157-
Şayet
Allah yolunda öldürülür veya ölürseniz
hiç şüphe etmeyiniz ki Allah'tan bir mağfiret (affetme) ve rahmet
herhalde o
kâfirlerin ömürleri boyunca toplayacakları şeylerden hayırlıdır.
158-
Başkasına değil, ancak Allah'a
haşrolunacaksınız. Ona sevkolunup, onun huzurunda toplanacaksınız,
mükafatınızı
ve cezanızı ondan alacaksınız.
Müminlere
vaki olan bu hatırlatmadan sonra Resulullah'ın şanına,
haklarına ve görevlerine ilişkin olarak hitap renklendirilerek şu ayet
irad
buyuruluyor:
159-
Şimdi
ey Muhammed! Şu ilâhî nimete özellikle
şükretmelidir ki, Allah katından büyük bir rahmet ile yaratılmış
olduğun güzel
ahlak gereğince sen onlara yumuşak, nazik bulundun, azarlamayı hak
ettikleri
halde kusurlarını yüzlerine vurup da sert muamele etmedin. Yoksa sen
huysuz,
katı kalpli biri olsaydın hiç şüphesiz etrafından darmadağın olurlar,
seni
bırakıp kaçtıktan sonra bir daha başına toplanmazlardı. Bu ise en büyük
bir
felaket olurdu. Bundan dolayı peygamberlik haklarıyla ilgili
kusurlarını affet,
ve Allah haklarını Allah affettiğinden, onlar için istiğfar et ve işde
onlarla
istişare et. Yani vahy gelmeyip rey ve ictihada dayanan, savaş gibi,
genel
işlere ilişkin durumlarda onların oyunu al ki emir, iyiliği emir olsun.
Müşavereden sonra karar verip azmettiğin zaman da Allah'a dayan ve
itimad et,
icrada gevşeklik etme. Muhakkak Allah tevekkül edenleri sever.
"Müşavere",
şivar, meşvüre, meşvere, meşure, danışıp işaret
almak, yani rey (oy) almak demektir. Toplanıp meşveret eden cemaate de
"şûrâ" denilir ki, bu da esas itibarıyla öbürleri gibi masdardır.
Arap dilinde "işaret" diye ile sılalandığı (kullanıldığı) zaman,
dilimizde meşhur olduğu üzere el veya göz, kaş ile îmâ (işaret etme)
mânâsına
geldiği gibi, diye ile sılalandığı zaman da emretmek, oy vermek
mânâsına gelir.
Müşavere işte bu mânâda işaret almak içindir. İştikak (türeme)
bakımından iş bu
müşavere ve işaret, arı kovanından bal almak mânâsından veya satılık
hayvanı
göstermek veya anlamak için at pazarında binip koşturmak mânâsından
alınmıştır.
"Afv" ve
"istiğfar" emirlerinden olan "İşte
onlarla istişare et." buyurulmasında dikkati çeken bir takım nükteler
ve
hikmetler vardır:
1-
Peygamber'in onlarla müşaveresi, şanlarının yüksekliğini ve
payelerinin terfiini (yükseltilmesini) gerektirir. Bu da onların
sevgilerinin
artmasına sebep olur. Müşavereye tenezzül edilmemesi ise bir çeşit
hakareti
içerir ki, bundan da kötü huy ve huysuzluk meydana gelir. Bunun sonucu
ise,
"etrafından dağılırlardı" sözüyle açıklanmıştır. Bu açıdan
Peygamber'e ait müşavere, bir kalp hatırı almayı içerir.
2- (Âl-i
imran, 3/79), (Âl-i İmran, 3/104), (Âl-i İmran, 3/110) emirleri
işaretince Muhammed aleyhisselamın gönderilmesi bütün insanlar için
uyulacak,
örnek alınacak bir ümmet teşkilini hedef aldığından, Hz. Muhammed'in
ashabının
en yüksek bir siyasî terbiye kazanması Allah'ın isteği idi. Böyle bir
terbiye
ise "Allah tarafından bir rahmet ile" âyetinin delaletince sıf ilâhî
rahmet olan Hz. Muhammed'in müşavere mektebinde alınabilirdi. Hz.
Muhammed'in
terbiye ve talim görmüş ashabı, başkalarını terbiye edebilecek şekilde
yetişecekler, sonra da "Ashabım yıldızlar gibidir. Hangisine uyarsanız
doğru yolu bulursunuz" nebevî hadisi mânâsınca, Allah'ın emriyle nice
toplumlar ve Allah'a layıkıyla kulluk etmeye çalışanlar
yetiştireceklerdi. Buna
ise her şeyden önce pek büyük bir cömertlik ve nezaketi içeren bir
ahlakî kemal
ve rabbânî irfan gerekli idi ki; işte esası, ilâhî bir vergi ve
meyveleri ve
inkişafları beşere ait çalışma, kazanma olan bu ahlâkın başlangıcı
teşekkür
hitabıyla ve gelişmeleri iyiliksever emriyle gösterildikten sonra, o
irfan
(anlayış)ın öğretim ve temrin (alıştırmas)i için de buyurulmuştur. Bu
bakımdan
da Peygamber'in müşaveresi bir terbiye sırrını ve uyma hikmetini içine
alır.
3-
Esasen Peygamber'imiz, Uhud olayının başlangıcında müşavere etmişti.
Peygamber'imiz, Medine'den çıkılmaması tarafına meylettiği halde, onlar
çıkılması reyinde bulunmuşlardı. Çıkılınca da olanlar oldu. Şu halde
bundan
sonra Peygamber onlarla müşavereyi terk ederse, o müşavereden dolayı
kalbinde
bir üzüntü bulunduğuna delalet ederdi. Bunun için, bu olaydan sonra
müşavere
emri açıkça belirtilmiştir ki, Peygamber'in kalbinde bu olaydan böyle
bir eser
bulunmadığı ve müşavere hususunda üzüntü caiz olmayıp, tam bir emniyet
ile
hareket edilmesi gerektiği ve iyi niyetle vaki olan ictihadî reyden
dolayı,
sonunda hata ortaya çıksa bile, başında mesuliyet olmayacağı anlaşılmış
olsun.
4-
Münafıkların başı Abdullah b. Übeyy müşavereye sokulmuş olduğu halde,
müşavere ahlâkını tanımıyarak ve tahakküm fikrine kapılarak en müşkül
(zor,
kritik) bir zamanda işe karışma ve müdahele hırsıyla, "Bize işten bir
hisse var mı?", "Bize bu işten birşey olsaydı..." dediklerinden
dolayı, cevabından sonra buyurulmasında; hem İslâm siyasetinin tehakküm
ve
istibdad fikrinden uzak bir iyiliksever ruh ve ahlâka dayandığını, hem
de bu
iyilikseverliğin, tevhid esasına ve ihlas fikrine aykırı açık veya
gizli bir
şirk ve işrak (Allah'a ortak koşmay)a varan bir işe katılma durumunda
olmamasının gereğini ayrıca bir hatırlatmadır. Şu halde "onları işe
ortak
et" buyurulmayıp da buyurulması, münafıklara bir reddi ve müşaverenin
metnindeki emir birliğini bozmaya değil, düşünme ve açıklamaya yönelmiş
olması
gerektiğini de içerir ve âyetin başında sonunda yüksek hükmüyle bütün
işlerin
Allah'a döndürülmesi de bu tevhid noktasını bildirir. Bundan ise şu
neticeyi
alırız ki, İslâm şurası (danışma kurulu)nın görevi, yalnız kendi arzu
ve
isteklerini ifade eden reylerini göstermek değil, olaylarda Allah'ın
kullarının
genel çıkarları açısından hakkı araştırmakla o konuda aklî ve naklî
delillerden
amel edilir olması gereken Allah'ın hükmünü tayin etmektir. Bu
şekildedir ki
ortaya çıkacak olan irade, tatbikte hiçbir kıymeti olmayan yalnız
beşerî
istekler değil, vaki'de gerçekleşecek olan ilâhî iradeyi temsil ve ona
uyarak
faydalı bir şekilde hüküm icra edebilir. Burada insan iradesinin hiç
hükmü yok
denemez. Fakat ilmin iradeye tabi olmasıyla, iradenin ilme tabi olması
arasında
büyük bir fark bulunduğunu unutmamak gerekir. Şu halde şûrâ, her şeyden
önce,
ilmî bir fikir ile hakkı araştırmak ve ilâhî iradenin tecellilerine
uymak ve
cüz'î iradelerini, kendi temennilerini ortaya çıkarmaya değil, Hakk'ın
hükmünü
açıklamak ve tayine sarf etmek gerekir. Yoksa ortada müşavere değil,
çeşitli
iradelerin çekişme ve mücadelesi cereyan eder ve bu münakaşa, hak ve
hayır
fikri ile Allah'ın hükmüne döndürülmedikçe çeşitli fırkaların
çarpışması,
batması gerekli olur.
İşbu
müşavere emrinin vücub (farz)mu, yoksa nedb (mendub)mi ifade ettiği
hakkında âlimlerin ihtilafı vardır. İmam Şafiî hazretleri mendub
olduğunu kabul
etmişse de, zahir olan farzdır. Fakat tefsircilerin ve bilginlerin
ittifakı
vardır ki, Allah katından vahy inmiş olan hususlarda Peygamber'in
ümmeti ile
müşavere etmesi caiz değildi. Çünkü nass karşısında rey ve kıyas
batıldır;
mevrid-i nass (nassın geldiği yer)de ictihada mesağ (izin, ruhsat)
olmadığı
malumdur. Nass olmayan hususlara gelince, her şeyde müşavere caiz
midir, değil
midir? Birçok bilginler ve tefsirciler işbu emrinin, harbe mahsus
olduğu
fikrindedir. Çünkü vahiy bulunan hususlarda müşavere caiz olmadığı
kesinlikle
bilindiğinden deki "el-Emru" kelimesinin "elif-lâm"ının
istiğrak (genelleme) için olmadığı anlaşılır. Dolayısıyla ahd için
olduğu
ortaya çıkar. Bu âyette geçmiş olan bilinen emir ise, harp ve düşmanla
karşı
karşıya gelmektir. Şu halde emirin de buna tahsis edilmesi olması
gerekir.
Fakat diğer âlimler ise, el-emr'in âmm (genel) olduğu ve ancak nass
(kesin dini
delil)'ın geldiği hususlara tahsis edilmiş ve buna göre geri kalanlarda
genel
bir şekilde hüccet (delil) olarak kalmış olduğu fikrindedir. Gerçekte
emri,
harbe mahsus olmadığı gibi, buradaki de öyle olması gerekir. Delillerin
gelmesinden sonra ihtilaf edenler ve Allah'ın kitabına iman etmeyenler
aleyhinde gelen âyetlerin, nassın geldiği yerde ictihadın caiz
olmadığını
gösterdikleri ve daha açıkçası nass karşısında ictihad, Allah'ın emri
karşısında rey ve kıyas ile isyan eden mel'ûn (lanetlenmiş) İblis'in
hali
olduğu malumdur. Şu halde meselenin ruhu, vahye mazhar olan
Resulullah'ın din
içinde ictihadla da görevli olup olmadığı meselesidir. Peygamber için
ictihadı
caiz görmeyenler, müşaverenin harp işi gibi sırf dünya ile ilgili olan
hususlara ait olduğuna inanmışlardır. Halbuki Usul İlmi'nde sahih olan
şudur
ki,Resulullah vahyi bekler ve vahy gelmeyen hususlarda rey ve
ictihadıyla amel
ederdi. Ve bu ictihadda başlangıçta hata da düşünülebilir, ancak hata
olursa
vahy ile düzeltilir, devam etmezdi. Peygamber'in ictihadının, diğer
ictihadlardan farkı bu idi. Yoksa Cenab-ı Allah "İçlerinden işin iç
yüzünü
araştırıp çıkaranlar, onun ne olduğunu bilirlerdi." (Nisâ, 4/83) diye
müctehid âlimleri öğmüş ve "Ey akıl sahipleri ibret alın." (Haşr,
59/2) diye basiret kullanmak ile istibar (ibret alma) ve kıyası da
emretmişken,
basiret sahiplerinin efendisi olan, akıl ve zekası herkesin üstünde
bulunan
Resulullah'ın bu naslardan hariç olamayacağı açıktır. Şu halde
Resulullah, vahy
inmeyince ictihadla görevliydi. İctihad ise mübahase (karşılıklı
konuşma) ve
münazara (ilmî tartışma) ile kuvvet bulacağı için, vahyin gelmesinin
dışında
müşavere ile de görevli olmuştur. Rivayet edilmiştir ki işbu indiği
zaman
Resulullah şöyle buyurmuştur: "Biliniz ki, Allah ve Resulü müşavereden
herhalde müstağnidirler ve fakat Allah Teâlâ bunu benim ümmetime bir
rahmet
kıldı. Onlardan her kim istişare ederse doğru yoldan mahrum kalmaz. Her
kim de
terk ederse hatadan kurtulmaz". Diğer bir hadis-i şerifte de:
"Müşavere eden bir toplum, herhalde işlerinin en doğrusuna muvaffak
olur." buyurulmuştur.
Bütün
bunlardan anlaşılır ki, burada Peygamber'e hitap olarak gelen
"veşâvirhüm" (onlarla müşavere et) emri, yukarda açıklandığı üzere,
bir çok faydaları içermekle beraber, bunun sebebi ve asıl hikmeti,
ümmetini
öğretim ve terbiyesi için gelmiş olmasıdır. Şu halde Peygamber için
müşavere
mendub da olsa, ümmet için vacibtir. Nitekim diğer bir âyette "İşleri,
aralarında danışma iledir." (Şûrâ, 42/38) buyurulmuştur.
160-161-Bu
noktada Resulullah'a hitabdan müminlere sözü
çevirerek buyuruluyor ki: "Eğer Allah size yardım ederse size galip
gelecek yoktur. Eğer sizi yardımsız bırakırsa ondan sonra size yardım
edecek
olan kimdir?" "Hizlân" muhtacı, tam ihtiyacı sırasında
bırakıvermektir. Bedir vakası birinci fırkanın, Uhud vakası da ikinci
fırkanın
misalleridir. Gerçi Uhud'da Cenab-ı Allah müminleri perişan
bırakmamıştır.
Fakat Bedir gibi tam yardım da bahşetmemiş ve bu şekilde Allah'ın
yardımsız
bırakmanın dehşetini takdir ettirecek bir imtihan yapmış olduğundan, bu
da
ikinci fırkayı tecrübeyle takdir etmek için yeterli örnek olmuştur. Şu
halde
müminler de ancak Allah'a tevekkül etsinler, yalnız ona dayansınlar.
İmam
Fahruddin Râzî der ki: "Tevekkül bazı cahillerin zannettiği
gibi, insanın kendini ihmal etmesi demek değildir. Böyle olsaydı
müşavere emri,
tevekküle engel olurdu. Tevekkül insanın zahirî (görünür) sebeplere
uyması ve
fakat kalbini onlara bağlamayıp Hak Teâlâ'nın, korumasına dayanması
demektir..."
Okçular, merkezi terkedip ganimete koşmalarına sebep olarak,
"Resulullah
herkesin aldığı kendisinin olsun der de ganimetleri taksim etmez diye
korktuk,
nitekim Bedir'de taksim etmemişti." demişler, Resul-i Ekrem de:
"Demek
ki ganimetleri size taksim etmeyeceğiz de hainlik yapacağız
zannettiniz." buyurmuştu. Bu sebeple Peygamber'in şânını tenzih ve
hainliğin Allah'ın gazabını çeken büyük bir günah olduğunu ve cezasız
kalmayacağını açıklamak için şu âyetler inmiştir: . Gulûl = ", ganimet
malından gizli bir şey aşırmak, emanete hiyanet etmektir ki, genelde
devlet
mallarında su-i istimal (kötüye kullanma) de bu türdendir. Resulullah,
gulûl
(hainliğ)i büyük günahlardan saymıştır ve bu konuda bir çok hadisi
şerif
vardır. Bu cümleden olarak: "Her kim üç şeyden uzak olarak ruhu
cesedinden
ayrılırsa cennete girer. Kibir, gurur, borç" "İpliği, iğneyi de eda
ediniz (veriniz), çünkü kıyamet gününde âr (utanma), nâr (ateş) büyük
ayıptır.
" buyurulmuştur.
162-
Şimdi
Peygamber gibi Allah'ın rızası ardında
giden zat Allah'dan bir dehşetli gazap (kızgınlık) ile dönen ve
varacağı yer
cehennem olan haine benzer mi? O cehennem ne fena varış yeridir. Hayır
onlar
eşit olamazlar.
163-
O
sevilen gurup ile o istenmeyen gurup Allah
katında tabaka tabaka çeşitlidirler, biri cennette, biri cehennemdedir
ve Allah
onların amellerinin derecelerini bilir, ona göre sevap ve ceza verir.
Şimdi bu
sevilen gurup ile sevilmeyen gurubun durumlarını biraz açıklama
ve Uhud olayından üzgün olan müminleri teselli etme ve kalplerini
takviye
(kuvvetlendirme) konusunda önce Resulullah'dan başlayarak buyuruluyor
ki:
164-
"Andolsun ki Allah, müminlere,
kendilerinden bir peygamber göndermekle büyük bir lütufta bulunmuştur."
Bu, ne büyük bir ilâhî lütuftur. Bütün insanlık âlemine bir hidayet
tarihi açan
ve âlemlere halis ilâhî rahmet olan böyle yüksek şanlı bir Peygamber'in
ümmeti
olan ve özellikle sohbet ve arkadaşlık şerefiyle şereflenmiş bulunan
müminlere
ne mutlu! Öyle bir Resul ki onlara vahyi anlatarak Allah'ın âyetlerini
okur,
ilâhî bilgilere ulaştırır ve bakış güçlerini terbiye eder. Onları ıslah
ve
tasfiye eder de amelî kuvvetlerini, ahlâklarını tamamlatır (kemale
erdirir),
onlara kitabı ve hikmeti öğreterek Allah'a adamaya yükseltir. Kitap,
şeriatin
zahir durumlarına, hikmet de onun güzelliklerine ve Allah bilgilerine,
sırlarına, hedeflerine ve faydalarına işarettir. Halbuki bundan önce
açık bir
sapıklık içinde bulunuyorlardı.
O
cahiliyyet ve sapıklık birkaç sene içinde birden bire bu yüksek hidayet
ve hikmete dönüşüverdi. Ve bu şekilde geçmiş asırlar tarihi
kapanıverdi. Şu
halde buna ümmet olan müminlere gevşeklik yakışır mı?
165-Bu
böyle iken sizin iki katını isabet
ettirdiğiniz bir musibet size isabet edince, (yani sizin musibetiniz
düşmanınızınkinin yarısı iken) "bu başımıza gelen musibet nereden?"
dediniz. Bedir savaşında düşman yetmiş ölü ve yetmiş esir vermişti.
Uhud'da da
müslümanlar hiçbir esir vermeyerek yetmiş kadar şehit verdiler. Bu ölçü
ile
müslümanların Uhud'daki kaybı, müşriklerin Bedir'deki kayıplarının
yarısı
kadardı. Bir de müslümanlar, müşrikleri bir Bedir'de, bir de Uhud'un
başlangıcında olmak üzere iki kere bozguna uğratmışlar, müslümanlar ise
bir
kerecik bozulmuşlardı. Bu itibarla da müşriklerin uğradıkları musibete
bakarak
müslümanların musibeti ikiye karşı bir demekti. Hem müşriklerin
musibetleri,
müslümanların Bedir başarıları olduğu halde; müslümanların musibeti,
müşriklerin bir başarısı değildi. Bu ise müslümanların fazlaca üzüntü
ve
hayretini gerektirmiş ve bunu büyüterek: "Bu nereden?" diye bir
endişeye dalmışlardı. Bu soru, hadisenin ilmî bir bakışla tetkik ve
tenkidi
için mesele ortaya atma kabilinden olabilirse de, diğer taraftan
münafıkların:
"Muhammed'in vaadi tahakkuk etmedi, peygamber olsaydı bu musibetler
olur
muydu?" gibi şüpheler ortaya atmaya çalıştıklarından, burada mümin
halkın
fikirlerinin bozulma ihtimali de vardı. Buna göre Cenab-ı Allah, olayın
haddinden fazla büyütülmüş olduğunu karşılaştırmak suretiyle göstererek
sorusunun haksız ve yersiz olduğunu soru üslubuyla hatırlatmak için
(Âli İmran,
3/140) mazmununa işaret ederek, sevinci gibi kederleri de değişen bu
âlemde, bu
halin şaşılacak ve üzülecek bir şey olmadığı tarzında bir teselli etme
cevabına
işaretle beraber, meselenin gerçek cevabını da açıklamak için buyuruyor
ki: Ey
Muhammed cevap olarak şöyle de: O sizin kendinizden oldu. Bunun
sebebini ilk
önce dışarda değil, kendinizde, emre uymamak, merkezi terkedip ganimet
hırsına
düşmek gibi kötü irade ve hareketinizde aramalısınız. Şu halde "bu
nereden?" diye şaşıp ve üzüleceğinize, nefsinizi ıslah edip, gelecek
için
hazırlanmalısınız. Çünkü Allah her şeye kâdirdir. Kudret cümlesinden
olmak
üzere yolunda bulunanlara başarı ihsan ettiği gibi, tersine gidenleri
sefil de
edebilir. Hatta gizli hikmetlerinden dolayı, lütfunu kahr, kahrını
lütuf
şeklinde gösterebilir. Bunun için üzüntülü ve müteessir olmakta mânâ
yoktur.
Burada önce olayın sebep ve kaynağı kendileri olduğu ve bu şekilde
kulların
fiillerinin kendi iradelerine dayalı bulunduğu tebliğ olunmakla
beraber; bundan
insan iradesinin, ilâhî iradenin tersine olarak olaylarda müstakil
(bağımsız)
olduğunun zannedilmemesi, sebeplerin ve kulların iradesinin tesirinin,
Allah'ın
kudretine ve iradesinin ilgisine borçlu ve bağlı bulunduğunun iyice
anlaşılması
için ilavesinden sonra, doğrudan doğruya müminlere hitabı çevirmekle
sorunun
cevabı şu şekilde açıklanıyor ki:
166-167-Ey
müminler, iki ordunun (yani müslümanların
ordusuyla, müşriklerin ordusunun) çatıştıkları o gün her ne felaket
isabet
ettiyse, kendinizden olmakla beraber Allah'ın izniyledir. Çünkü ilâhî
izin ve
iradenin dışında herhangi bir olayın olmasına imkan yoktur. Demek ki,
ilâhî
irade iki şekilde ortaya çıkar: Birisi cebrî (zorlayıcı) olan ilâhî
iradedir
ki, hiç bir sebep ve şart ile bağlı olmayarak ilk defa ve doğrudan
doğruya
ortaya çıkar. Ve bu irade, rızayı da gerektirir. Bunda Cebbar
(zorlayıcı) ism-i
şerifi hakimdir ve kulların fiilleri ıztırarî (zorunlu)dir. Biri de
sebep, şart
ve kulun iradesi altında hükmünü yürütme şeklinde ortaya çıkan ilâhî
iradedir
ki, bu irade rızayı gerektirmez. Ancak sorumluluk kullara ait olmak
üzere
fiille ilgili bir izni ifade eder. Buna ve özellikle bunun zıddı rıza
olanına
Kelâm bilginleri tahliye (serbest bırakma) de tabir etmişlerdir.
Kur'ân'da
çoğunlukla bu çeşit icraya ait irade izin kelimesiyle ifade olunmuştur.
Yasağın
kalkması demek olan izin de rızayı gerektirmez. Ve bundan dolayı
sorumluluğa
zıt olmaz. İşte burada karinesiyle buyurulması da bu kabildendir. Bunun
için
bazı tefsirciler bu izni, irade ile; bazıları da tahliye ile tefsir
etmişlerdir
ki maksad, bu iznin rıza demek olmadığını da anlatmaktır.
Sözün
kısası vaad olunan ilâhî zafer, mutlak ve zorunlu değildi. Sabır ve
günahlardan sakınma gibi, kulun iradesi ile ilgili olan şartlarla
kayıtlı idi.
Müminler buna uymayıp, iradelerini kötüye kullandıklarından dolayı
musibet vaki
oldu. Bununla beraber her şeye kâdir olan Allah zıddını isteseydi,
müminlerin
kötü iradelerini ve müşriklerin bundan istifade eden hareketlerini
infaz etmez,
musibeti, ilâhî zorlaması ile menedebilirdi; fakat etmedi, izin verdi
ve
böylece musibet olayı da olağanüstü sûrette değil de, normal bir
şekilde vuku
buldu ki, bu âdet, kulların iradesini izin ile yerine getirme ve
sorumluluk,
ilâhî sünnetidir. O halde buna "nereden?" diye şaşıp ve hayret edecek
bir taraf yoktur. Tersine teşekkür etmek gerekir ki, rızaya tabi olan
Resulullah'ın ve beraberindeki bir kaç zatın sabır ve takvaları
hürmetine
müşriklerin saldırıları durduruldu da yok olma tehlikesi önlenmiş oldu.
Şunu da
bilmeli ki musibet, Allah'ın birtakım hikmetleri ile de beraber
bulunan Allah'ın izniyle beraber, bir de müminleri bilmesi, (yani halk
arasında
ayırıp ortaya çıkarması), ve münafık olanları bilmesi, ayırt etmesi ve
her
ikisinin ona göre ecir ve cezalarını vermesi içindir. Bunda, böyle
müminleri
seçmek ve münafıkları ayırmak hikmetleri de vardır. O münafıklar ki,
kendilerine geliniz Allah yolunda çarpışınız veya kendinizi ve
vatanınızı
müdafaa ediniz, yahut bizzat savaşmazsanız, bari çok kalabalık
görünerek
düşmana göz dağı veriniz de koğulmasına hizmet ediniz, denildi de. İbnü
Abbas (r.a.)
demiştir ki: "Bunlar Abdullah b. Übeyy ve arkadaşlarıdır." Çünkü Uhud
savaşında bırakıp gitmişlerdi. Abdullah b. Amr b. Haram da bunlara:
"Size
Allah'ı hatırlatırım, Peygamberimizi ve kavminizi terkedip gitmeyiniz."
demiş ve vuruşmaya davet etmişti. Buna karşı biz savaş olacağını
bilseydik,
yahut savaşmasını bilseydik elbette size uyardık dediler ve bununla
fesat
(bozgunculuk) çıkarmak ve alay etmek istediler. Doğrusu o gün onlar,
imandan
çok küfre yakın idiler. Zaten bunlar, ağızlarıyla kalplerinde olmayanı
söylerler, (yani içleri dışlarına uymaz). Söyledikleri kalplerinden
gelmez. Bu
onların her zamanki halleridir. O gün de ağızlarından iki şey
açıkladılar ki,
kalplerinde yoktu. "Savaş olacağını bilmiyoruz, bilseydik uyardık."
dediler. Kalplerinde ise bunların ikisi de böyle değildi. Onların
kalplerinde
ne sakladıklarını Allah daha iyi bilir.
168-
O
münafıklar ki, harpten savuşup oturarak
kardeşleri (yani akrabaları) için: "Bizi dinlemiş olsalardı
öldürülmezler,
bizim gibi kurtulurlardı." dediler. Bunu diyenin de Abdullah b. Übeyy
olduğu nakledilmiştir. Bu sözde, önce savaştan kaçırmak için
teşviklerde
bulunduklarını ikrar; ikinci olarak teşvikleri dinlenilmediği için
gücendiklerini açıklama; üçüncü olarak öldürülenleri aşağılama ve "oh
olsun" diye öç alma; dördüncü olarak da eceli inkar vardır. Ta yukarda
(Âli İmran, 3/122) âyet-i kerimesindeki iki grup münafıkların yüzünden
az daha
kalp zayıflığına düşüyorlardı, Allah korudu. Ey Muhammed, bunları
susturmak
için de ki: "Öyleyse haydi kendinizden ölümü uzaklaştırın bakalım?"
Sizin kurtulmanızın sebebi savaştan savuşup oturmanız olduğu ve size
uyanların
kurtulacağı iddiasında doğru iseniz, bunu yapabilmeniz gerekir. Gelelim
öldürülenlere:
169-Ey
hitap mümkün olan herhangi bir kimse, yahut
Ey Muhammed! "Allah yolunda öldürülen kimseleri ölüler zannetme" .
İmam Ahmed b. Hanbel'in ve daha birçoklarının İbnü Abbas hazretlerinden
rivayet
ettikleri bir hadis-i şerifte Allah'ın Resulü buyurmuştur ki: "Uhud'da
kardeşleriniz şehid oldukça Allah Teâlâ onların ruhlarını yeşil
kuşların
içlerine koydu ki, cennetin ırmaklarından sulanırlar, meyvelerinden
yerler ve
Arş'ın gölgesinde asılmış altın kandillere giderler, istirahat ederler.
Ne
zaman ki yiyecek ve içecek yerlerinin hoşluğunu ve uyuyacak yerlerinin
güzel
letafetini taddılar, 'Nolaydı Allah'ın bize neler verdiğini
kardeşlerimiz
bilselerdi de cihaddan çekinmeseler, savaştan gocunmasalardı.' dediler.
Allah
Teâlâ da: 'Tarafınızdan ben onlara bunu tebliğ ederim.' buyurdu ve bu
âyetleri
indirdi. Tirmizî'nin "hasen", Hakim ve diğerlerinin "sahih"
olarak Cabir b. Abdullah hazretlerinden tahric ettikleri bir hadis-i
şerifte de
şöyle rivayet edilmiştir: "Cabir (r.a.) dedi ki: Resulullah (s.a.v.)
bana
rastgeldi, 'Ey Cabir, seni üzgün görüyorum, niye?' dedi. 'Ey Allah'ın
Resulü,
dedim, babam şehit oldu, çoluk-çocuk ve borç bıraktı.' Buyurdu ki:
'Allah Teâlâ
babanı ne şekilde kabul buyurdu sana müjde edeyim mi?' 'Evet' dedim.
Buyurdu
ki: 'Allah Teâlâ hiç kimseye perde arkasından başka bir şekilde kelâm
söylemedi. Babanı ise diriltti de yüzüne karşı ona, 'Ey kulum, dile
benden,
vereyim sana.' dedi. O da: 'Ey Rabbim, bana hayat verirsin de senin
yolunda
ikinci defa öldürülürüm' dedi. Rabbi Teâlâ: 'Benden onlar bir daha
dönmezler.'
diye söyledi buyurdu. O da: 'Ey Rabbim, arkamdan tebliğ et.' dedi,
Allah Teâlâ
da bu âyeti indirdi." İkisinin de vukuu mümkün olduğu gibi bu, bir
âyet;
diğeri bir kaç âyet hakkında olması yönünden iki rivayet arasında
zıtlık
yoktur. Ve bu âyetlerin Uhud şehidleri sebebiyle inmiş olduğu hakkında
haberler
açıktır. Nitekim Bakara Sûresindeki (Bakara, 2/154) âyeti Bedir
şehidleri
sebebiyle inmiştir.
170-
O
şehitler, arkalarından kendilerine katılmayan
(yani şehit olmayıp hayatta kalan) bütün müminlerin sonunda korku ve
üzüntüden
kurtulup mesut olmalarıyla müjdelenir, sevinir ve neşeli olurlar. Bu
şekilde
demek ki kalanların din ve dünya selamet ve saadetiyle devamlı oluşu,
şehitlerin rızıklandıkları refah ve sevincin sebeplerinden birini
teşkil eder.
Diğer bir mânâ ile, arkalarında mücahede eden ve henüz şehit olmak
suretiyle
kendilerine katılmamış bulunan gelecekteki şehitlerin, bugün çektikleri
acı ve
zahmete rağmen neticede şehit olarak, dünya ve ahiretin korku ve
hüznünden
bütün bütün kurtulacaklarını ve kendileri gibi mesut olacakları
müjdesini
alırlar da sevinirler. Şu halde geride savaşı kaybeden ve şehid
olmaktan mahrum
kalan ve düşman işgali altında inleyen ve özellikle dinlerinin yok
olması
tehlikesiyle karşı karşıya bulunanların halinden haberdar olurlarsa
şehitlerin
de üzgün olmaları gerekecektir. Demek oluyor ki, Allah Teâlâ şehitlere
bunların
durumlarını ya bildirmeyecek, ilgilendirmeyecek veya bildirdiği şekilde
onları
o üzüntüden koruyacak, lutfunun nimetiyle memnun edecektir. Çünkü Allah
yolunda
şehit olanlar "kendilerine hiçbir korku olmayanlar ve üzülmeyecek
olanlar" dır.
171-Şehitler
"Allah'ın nimetini, keremini ve
Allah'ın, müminlerin ecrini zayi etmeyeceğini müjdelerler."
172-
Hele o
müminler ki, "Onlar, kendilerine
yara dokunduktan sonra da Allah ve peygamberinin davetine uydular. Hele
onlardan
iyilik edenlere ve Allah'tan korkanlara büyük bir mükafat vardır." Bu
âyet
de Uhud'un arkası sıra Hamra-i Esed Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet
olunuyor
ki, Ebu Süfyan ve arkadaşları Uhud'dan çekilip Revha denilen yere
vardıklarında
pişman olmuşlar: "Çoğunu öldürdük, azı kalmıştı, neye bıraktık geldik,
herhalde dönmeli ve köklerini kesmeliyiz." diyerek, dönüp müslümanlara
tekrar hücum etmek istemişlerdi. Hazreti Peygamber de bunu derhal haber
almış
ve onları yıldırmak, kendinin ve ashabının kuvvetini göstermek için,
Ebu
Süfyan'ı takip etmek üzere ashabını teşvik etmiş ve: "Bugün bizimle
beraber ancak dünkü günümüzde hazır bulunanlar çıksın." buyurmuş idi.
Şu
halde Peygamber'le beraber bir cemaat hareket ettiler ki, yetmiş kişi
oldukları
söylenmiştir. Medine'den sekiz mil mesafede bulunan Hamra-i Esed isimli
yere
kadar vardılar. Ashab yaralı idiler, çok zahmet çekiyorlardı,
sevaplarını
kaçırmamak için katlanıyorlardı. İçlerinde öyle yaralılar vardı ki
sırayla
birbirlerini sırtlarında taşıyorlardı. Biraz birisi yükleniyor, biraz
sonra
binen inip altındakini yükleniyordu. Yine içlerinde saatlerce
birbirlerine
dayanarak gidenler bulunuyordu ki, hep bunlar yaraların ıztırabından
idi. Fakat
Cenab-ı Allah müşriklerin kalblerine korku koydu da kaçtılar, gittiler.
İşte bu
âyet, bu hal içinde Resulullah'ın davetine katılan bu müminler
hakkındadır.
173-174-Aynı
şekilde o müminlerden bahseden (3/173-175)
âyetleri de Küçük Bedir Gazvesi hakkında inmiştir. Rivayet olunuyor ki,
Ebu
Süfyan Uhud'dan Mekke'ye gitmeye karar verdiği zaman: "Ey Muhammed,
sözleşme zamanımız Küçük Bedir mevsimi olsun, orada çarpışırız
istersen."
diye bağırmıştı. Hazreti Peygamber de Hz. Ömer'e: "Bu, bizimle senin
aranda inşaallah" diye cevap vermesini emretmişti. Vakit gelince Ebu
Süfyan emri altındakileri alıp çıktı. "Merru'z Zahran" isimli yere
kondu. Fakat Allah kalbine bir korku verdi, cayıp dönmek istedi. O
sırada Nuaym
b. Mes'ud Eşceî'ye rastgeldi ki bu Nuaym, umre yapmış geliyordu. Buna:
"Ey
Nuaym, ben Muhammed'le Bedir mevsiminde çarpışmaya anlaşmıştım. Bu sene
ise
kurak, bize herhalde ağaçlarda hayvan yayacağımız ve süt içeceğimiz bir
sene
yaraşır. Bunun için dönmek istiyorum. Fakat Muhammed çıkar da, ben
çıkmamış
bulunursam cür'et (cesaret)i artar. Medine'ye git onları oyala,
geciktir, sana
on deve vereyim." demişti. Nuaym yola çıktı, geldi gördü ki,
müslümanlar
hazırlanıyorlar. "Bu dedi, doğru bir fikir değil; onlar memleketinize
geldiler, bir çoğunuzu öldürdüler, siz üzerlerine giderseniz, hiç
biriniz geri
gelmez". Ve bu söz, bir takımları üzerinde tesir icra etti. Resulullah,
bunu anlayınca: "Muhammed'in canı elinde olan Allah'a yemin ederim ki,
ben
yalnızca çıkarım." buyurdu ve beraberinde yetmiş kişi kadar zevat ile
hareket etti ki, İbnü Mes'ud hazretleri de içlerinde idi. Gittiler,
Küçük
Bedir'e vardılar. Küçük Bedir, Kinane Oğulları'na ait bir sudur ki, bir
pazar
yeri idi. Burda her sene sekiz gün toplanırlardı. Hazreti Peygamber ve
ashabı,
müşriklerden kimseye rastlamadılar. Pazara gittiler, yanlarında nafaka
(geçimlik)ları ve ticaret malları da vardı. Alış-veriş ettiler, bire
iki
kazandılar ve Medine'ye sağ salim ve zengin olarak geldiler ki, bu âyet
bunlar
hakkındadır. Ebû Süfyan da Mekke'ye dönmüştü. Mekke halkı onun askerini
(Kavut
askeri) diye isimlendirdiler, "Siz sevik (kavut) içmeye çıkmışsınız."
dediler.
175-
Sizi o
alıkoymak isteyen şeytan, yahut o şeytan
sizi dostlarından korkutuyor. Burada şeytan, müslümanları alıkoymak
isteyen o
herif veya onu sevkeden; dostları da Ebu Süfyan ve arkadaşları olduğunu
ve mânâ
takdirinde bulunduğunu tefsirciler açıklıyorlar. Şu halde ey
müslümanlar,
şeytanın dostlarından korkmayınız, benden korkunuz, siz halis (samimi)
mümin
iseniz, böyle olmanız gerekir.
Şimdi
bütün bu olaylar üzerine Resulullah'ı teselli hususunda, hitab
değiştirilerek buyuruluyor ki:
176-Ey
Muhammed! "Küfürde yarışanlar seni
üzmesin." Bu âyetin nüzul sebebi hakkında bir kaç rivayet vardır:
1-
Kureyş kâfirleri hakkında inmiş, Allah Teâlâ onların harp için asker
toplayıp durmak gibi küfürde yarışmalarına karşı Peygamber'ine teminat
vermiştir.
2-
Münafıklar hakkında inmiştir. Bunların küfürde yarışmaları da şu
şekilde özetlenmiştir: Münafıklar Uhud olayı üzerine müminleri devamlı
olarak
korkutmaya, başarı ve zaferden ümitlerin kesip ümitsizlendirmeye
çalışıyorlar
ve özellikle, "Muhammed, melik (kral)lik için uğraşan ve sırf siyasi
maksadla hareket eden bir inkılabçı, onun için işler bazan iyiliğine ve
bazan
kötülüğüne oluyor. Eğer Allah tarafından peygamber olsaydı hiç
yenilmezdi." diye propaganda yapıyorlar. Bunlar, müslümanların
fikirlerini
bulandırıyor ve bu sebeple Resul-i Ekrem de üzülüyordu.
3-
Bazıları demişlerdir ki, kâfirlerden bir kavim müslüman olmuşlardı.
Sonra Kureyş'lilerden korkarak dinden döndüler. Bundan dolayı
Resulullah merak
etmiş ve bunların dinden dönüşleri yüzünden bir zarar gelebilme
ihtimalini
düşünmüş.
4-
Yahudiler hakkında inmişti. Çünkü bunlar da Uhud vakasından sonra
küfürlerini daha çok kızıştırmışlar ve müslümanları aldatmak için
çalışmaya
başlamışlardı.
İşte bu
âyetler, bunların bir veya hepsi dolayısıyla inmiştir. Zahiri amm
(genel)dır.
177-Bunlar
Allah'a zarar namına bir şey yapamazlar.
Bunda iki mânânın hatıra geldiği gösterilmiştir. Birisi: "İlâhî mülk ve
saltanattan hiç bir şey noksanlaştıramazlar" demektir. Nitekim Ebu Zerr
(r.a.) in rivâyet ettiği üzere Resulullah (s.a.v.) şöyle buyurmuştur:
"Allah Teâlâ buyuruyor ki, evveliniz (öncekileriniz) ve ahiriniz
(sonrakileriniz), cinleriniz ve insanlarınız içinizde en çok Allah'dan
korkan
adamın kalbi üzerine olsaydı, bu benim mülküme bir şey ilave etmezdi.
Tersine
öncekileriniz ve sonrakileriniz, cinleriniz, insanlarınız içinizden en
kötü
olan adamın kalbi üzerine olsaydı, bu da benim mülkümden bir şey
eksiltmezdi." Birisi de, "Allah'ın velî kullarına hiç bir zarar
yapamazlar" demektir ki, velilere zarar vermeye kalkışmak, Allah'a
zarar
vermeye kalkışmak hükmünde tutulmak suretiyle mubalağa ifade eden bir
mecazdır.
Beyan makamı, Peygamber'i teselli etme yeri olmasına bakarak
tefsircilerin çoğu
bu mânâyı tercih etmişlerdir.
"İman
karşılığında küfrü satın alanlar..." Bu âyetin de mürted
(dinden dönen)leri ve yahudileri hedef aldığı açıklanıyor. Dinden
dönenler
hakkında olması açıktır. Yahudilere gelince: Bunlar Bakara sûresinde
açıklandığı üzere peygamber olarak gönderilmeden önce Peygamber'i
tanıyorlar ve
iman ediyorlar ve onunla düşmanlarına karşı istinsar (yardım istemin)de
bulunuyorlardı. Böyle iken Peygamber olarak gelince küfrettiler,
fikirlerini
değiştirdiler. Buna göre imanını vermiş, küfrü satın almış mürted
(dinden
dönmüş) durumunda demektirler. Bununla beraber bu âyetin, münafıklarla
ilgisinin ihtimali de yok denemez. Zira açıklamaya göre birinci âyet
dolayısıyla küfürde yarış edenler, münafık ve diğer bütün kâfirlerin
önlerinde
giden önderlerine; ikinci âyet dolayısıyla imanı verip küfrü satın
alanlar da
onların arkalarında gidenlere yormak uygun olacaktır ki, dinden
dönenler daha
çok ikincide bulunurlar.
178-Kâfirlerin
gururlarına gelince
"Küfredenler, kendilerine mühlet verişimizi (hayır) sanmasınlar."
Burada "imla", imhal (mühlet verme) ve müsaade etme mânâsınadır.
179-Şimdi
Uhud olayının yönelmiş olduğu sonuca
gelelim:
Ey
Muhammed ümmeti Allah Teâlâ, halis müminleri o bulunduğunuz karışık
hal üzere bırakmazdı. Öyle sebepler tertip edecekti ki, sonuçta pisi
temizden,
münafığı müminden ayıracak, farkettirecekti. Bu ayırmayı yapmak için
Allah
hepinizi gaybden haberdar kılacak değildi. Yani sizin hepinizi
münafıkların
kalblerinden haberdar etmek suretiyle onları ayırt ettirecek değildi.
Ve fakat
Allah Peygamberlerinden her kimi dilerse seçer, ona onu bildirir.
Öteden beri
ilâhî sünnet (âdet) budur. Muhammed Mustafa da böyle yapmıştır. Şu
halde
"Allah'a ve peygamberlerine inanın. Eğer inanır ve sakınırsanız, sizin
için büyük bir mükâfat vardır." bundan önceki âyetlerde müminlere
ahirete
ait cezalar ile va'id (korkutma) gösterildiği gibi, bu âyette de
münafıkların
bozgunculukları meydana çıkarılıp rezil edilmek gibi dünyaya ait
cezalarla va'd
(müjde) leri gösterilmiş ve aynı zamanda müminlere büyük ecir
müjdelenmiş ve
İslâmi heyetin ıslahına ait mukaddimeler (prensipler) hazırlanmıştır
ki, ahlak
ve iktisad ile ilgili şu âyet de bu mukaddimelerdendir.
180-
Göklerin ve yerin mirası yani selef (geçmiş)den
halef (yerine geçen)e intikal edegelen mal ve diğerleri gibi gökler ve
yerle
ilgili miraslar yalnız Allah'ındır. Tek başına onun mülküdür. Bunlara
miras
yoluyla sahip olanların, gerçek mülkleri yoktur, o geçici, iğreti bir
şeydir.
Hepsi yok olur. Ancak gerçek sahip olan Allah'ın mülkü kalır. Şu halde
bunları
Allah'dan kıskanıp da Allah yolunda sarfetmek hususunda cimrilik
edenler bunu
düşünmeli ve ne büyük günah yaptıklarını anlamalıdırlar. Semâvî
(göklere ait)
miras, nübüvvet (peygamberlik), ilim... gibi yüksektir. Bundan şu
anlaşılır ki,
önce miras ilâhî bir kanundur. İkinci olarak "Allah'ın onlara lütfundan
verdiği" yalnız mallara tahsis edilmiş değildir. Bir de burada bu
süreyi
takip edecek olan Nisâ Sûresi'nde gelecek miras âyetlerine bir çeşit
hazırlık
vardır.
Allah
habîr (her şeyden haberdar) olduğu içindir ki:
181-Burada
Muhammed aleyhisselam'ın peygamberliği
hakkında kâfirler tarafından münasebetsizce söylenen bazı şüphelerin ve
itirazların nakil ve reddine başlanıyor:
"Andolsun
ki Allah, 'Allah fakirdir, biz zenginiz' diyenlerin sözünü
işitmiştir." Rivayet olunuyor ki Hz. Ebu Bekir (r.a.) bir gün
yahudilerin
dersanelerine gitmişti. Baktı ki bir takım yahudiler Fenhas'ın başına
toplanmışlardı. Ve bu Fenhas, yahudilerin âlim ve din adamlarından idi.
Ebu
Bekir: "Yazık ey Fenhas Allah'dan kork ve müslüman ol, vallahi sen
şüphesiz bilirsin ki Muhammed Allah'ın resulüdür, siz onu yanınızdaki
Tevrat'da
yazılmış bulursunuz." dedi. Fenhas: "Vallahi ey Ebu Bekir bizim
Allah'a ihtiyacımız yok, o bize muhtaç. Ve biz ona, onun bize
yalvardığı kadar
yalvarmıyoruz, herhalde biz ondan müstağni (tok gözlü), daha zenginiz.
O zengin
olsaydı, arkadaşınızın sandığı gibi bizden borç almaya tenezzül
etmezdi. O bizi
faizden yasaklıyor ve bize ribâ vaad ediyor. Zengin olsaydı bize ribâ
vermezdi." diye münasebetsizlikte bulundu. Bunun üzerine Ebu Bekir
öfkelendi ve Fenhas'ın yüzüne şiddetli bir tokat vurdu ve dedi ki:
"Nefsim
yed (kudret)inde olan yüksek zata (Allah'a) kasem ederim ki, bizimle
senin
arandaki anlaşma olmasaydı boynunu vururdum ey Allah'ın düşmanı!".
Bunun
üzerine Fenhas Resulullah'a gidip: "Ey Muhammed bak arkadaşın bana ne
yaptı?" diye şikâyet etti. Resulullah (s.a.v.) Hazreti Ebu Bekir'e:
"Bu yaptığına sevkeden nedir?" diye sordu. O da: "Ey Allah'ın
Resulü, büyük bir edepsizlikte bulundu, öyle sanıyor ki, Allah Teâlâ
fakir ve
bunlar daha zengin imişler. Bunu söyleyince Allah için kızdım ve yüzüne
bir tokat
vurdum." dedi. Fenhas: "ben böyle bir şey söylemedim." diye
inkar etti. İşte bunun üzerine Allah Teâlâ Hz. Ebu Bekir'i tasdik
ederek bu
âyeti indirdi. Bu rivayet İbnü Abbas, İkrime, Suddi, Mukatil ve İbnü
İshak'tandır. Şu halde söyleyen bir iken, bu lakırtının diye topluluğa
isnadı,
onların da razı olmaları sebebiyledir.
Yahudi
reislerinden Huvey b. Ahtab'ın, aynı şekilde İlyas b. Ömer'in:
"Fakir zenginden borç para ister." dedikleri ve bazı yahudilerin
Peygamberimizin huzuruna gelip: "Ey Muhammed Rabbin fakir mi ki
kullarından borç istiyor?" sözünü söyledikleri de bir çok rivâyetlerle
nakledilmiştir ki, hepsi aynı mânâya döner. Kur'an'ın edebî nezahetine
uygun
olamayacağından dolayı âyet söyleyeni tayin etmemiş ise de, anlattığı
öldürme
meselesinin yahudilere ait olduğu bilindiğinden, bunun da onlar
tarafından
söylendiği anlaşılmış olmaktadır.
Bu
dediklerini yazacağız. Bu yazma, ya hakikati üzerinedir ki, iki
şekilde düşünülebilir. Birisi: Amel pusulalarına, amellerinin
sayfalarına
kaydedeceğiz, defterlerine geçireceğiz demek olur. Ve gerçekten tartıya
konacak
olan amellerin sayfaları yazısını ifade eder. Çünkü bu yazı bildiğimiz
bir yazı
olmamakla beraber, hakikaten bir yazıdır. Nitekim gramofon plaklarına
ve
telsizler aracılıklarıyla seslerin tesbiti ve nakli bir yazıdır. Ve
bugün fen
ilimleri bakımından bilinmiştir ki, ses titreşimleri açıkta görüldüğü
gibi
hemen kayboluvermiyor. Fezada her tarafa yayılıp yazılıyor. Nerede bir
alıcı
bulunursa, hemen alınabiliyor. Bunların kâinatta genel elektrik
cereyanları
içinde nerelere kadar gittiği ve İlâhî Arş'ın altında daha ne şekiller
kazanacağını bilemeyiz. İkincisi: Kur'ân'da yazacağız, tarihe
geçireceğiz,
göstereceğiz demek olur. Veyahut burada yazmak, cezası verilmek üzere
ilâhî
ilimde saklı kalıp unutulmamak ve ihmal olunmamak mânâsına mecaz veya
kinayedir
ki, bu mânâ dilimizde de meşhurdur. "Bunu yaz" deriz ki,
"unutma, cezasını göreceksin" demektir. Şu halde
"yazacağız" demek, "ihmal etmeyeceğiz, bunu unutmasınlar, cezalarına
hükmedeceğiz" demek olur. İstikbal (gelecek zaman) siğası bu mânâda
açıktır. Birinci mânâya göre de, gelecek zaman sigasiyle söylenmesi,
tevbeye
imkan bırakmak gibi bir nükteyi içine alır.
"Haksız
yere peygamberleri öldürmeleri" "Mef'ûl-i
maah" yerindedir ki, sözlerini bu fiilleriyle beraber, yani bu
cinâyetin
başına yazacağız mânâsını ifade ve çok büyük bir vaid ve tehdidi içine
alır. Bu
katl (öldürmey)i, bunların ecdad (dedeler)ı yapmış olduğu halde bunlara
isnad
edilmesi, bunların da bugün ona razı olarak cezasına iştirak etmekte
bulunduklarından
dolayıdır. Yani Hz. Yahya, Zekeriya ve diğerleri gibi peygamberlerin
böyle
haksız olarak öldürülmesinin suçu şahıslara değil, Yahudiliğin
mahiyetine
yüklenmiştir. Ve işte bu rıza ve bu izafet (yükleme) dolayısıyladır ki,
bu âyet
bunlar hakkında yalnız bir va'id ve tehditten ibaret olmayıp, Muhammed
aleyhisselamın peygamberliğine karşı gösterdikleri küfrün ve öne
sürdükleri
şüphelerin ciddi olmadığını isbat ile kökünden kaldıran bir cevabı da
içerir
ki, bu cihet devamında ayrıca açıklanacaktır da. Çünkü yahudiler yalnız
Hz. İsa
gibi inkar ettikleri peygamberi öldürmeye kalkışmakla kalmamış, Hz.
Zekeriya
gibi vaktiyle peygamberliğini itiraf ve tasdik etmiş bulundukları
peygamberleri
de öldürmüşlerdir. Ve bir peygamberin öldürülmesi ise her halde haksız
yeredir
ve bir küfürdür. Demek olur ki, onlarca peygamberlik sabit olduktan
sonra bile
öldürme ve küfür gibi cinâyetleri onaylayanların ve Allah Teâlâya
karşı,
isterse şaka ve alay şeklinde olsun, "Allah fakirdir, biz zenginiz"
demek cüretinde bulunanların, bir peygambere karşı ortaya atmaya
uğraştıkları
şüphelerin ve itirazların gerçekten kalblerini meşgul eden ilmî bir
şüphe
değil; sırf değişmez hakikatlara karşı inad ve kibirlenme yoluyla,
zorbalık ve
düşmanlık hissiyle ortaya atılmış bir ahlâksızlıktan ibarettir. Ve
bunların
gerçek cevabı, nasihat dinlemeyip kendilerini ateşe atmakta ısrar
edenleri
bırakıvermek gibi, söz ve fiillerinin korkunç sonuçlarına fiilî olarak
atıvermek ve deyivermektir. Bunun için buyuruluyor ki, yazacağız ve
yakıcı azabı
tadınız diyeceğiz. Harîk "mü'lim" mânâsında "elîm" gibi,
"müf'il" mânâsında "feîl" olarak "muhrik"
mânâsına gelir ki, yakıcı cehennem azabı demek olur. "el-Harîk",
cehennem tabakalarından bir tabaka diye de açıklanmıştır. Bununla
birlikte
harîk, dilimizde olduğu gibi ihtirak, yanış ve yangın mânâsına da
geldiği için
haydi yakmak istediğiniz fitne ve ihtilal yangınının azabını kendiniz
tadınız
bakalım demek de olabilir. Bu emrin hesap zamanında mı, yoksa ölüm
zamanında mı
verileceği hakkında iki rivâyet vardır.
182-Bu
emir
verilirken ilâhî adalet anlatılmak için
şu da eklenecektir: Bu azab, önce kendi elinizle, yani kazanma
gücünüzle
yaptığınız sözlü, fiilî, i'tikâdî günahlar; bir de Allah Teâlâ'nın
kullarına
zulmedici olmaması sebebiyle ilâhî bir adalettir.
183-
Bu,
yukardaki ya sıfat olarak merbut
(bağlı)tur. Zemm (kınama) üzere nasb veya ref veya bedel olması da caiz
görülmüştür. Bu âyetin iniş sebebinde rivâyet edilir ki, yahudi
reislerinden
Ka'b b. Eşref, Malik b. Sayf, Vehb b. Yahuza, Zeyd b. Manuh, Fenhas b.
Azura ve
Hüyey b. Ahtab gelmişler, Resulullah'a: "Sen, Allah Teâlâ'nın seni bize
bir peygamber olarak gönderdiğini ve sana bir kitap indirdiğini iddia
ediyorsun. Halbuki Allah Teâlâ bize, Allah tarafından gönderildiğini
iddia eden
bir peygamber ateşin yiyeceği bir kurban getirmedikçe kendisine iman
etmememize
dair ahid vermiş, yani böyle emir ve tavsiye etmiştir. Şu halde sen bu
mucizeyi
gösterirsen seni tasdik ederiz." demişlerdi. Bunun üzerine bu âyet
indi.
Bu ateşten maksad, gökten bir fışıltı ile inen bir nâr-ı beyza (beyaz
bir
ateş), kurbanı yemesi de yakıp ateş haline çevirmesi demek olduğu ve
kurbanın
kabulüne işaret olmak üzere böyle bir ateş ile yakması geçmiş
peygamberler
zamanında yaygın bulunduğu da naklediliyor. Fakat bu mucize olmadıkça
bir
peygamberin tasdik olunmaması, diğer deliller ve mucizelerin dikkat
nazarına
alınmaması hakkında yahudilere ilâhî bir ahdin bulunduğu iddiası, Hz.
Peygamber'e iman etmemek için uydurulmuş bir yalan ve iftiradan başka
bir şey
olmadığı da muhakkaktır. Çünkü bunun gayesi, bir mucizesi olmasıdır. Ve
Allah
Teâlâ'nın sonsuz mucizeler yaratmaya kudreti de malumdur. Şu halde buna
diğer
mucizelerden fazla bir kıymet verilmesi ve bunun iman için ilk şart
sayılması
tam iftira olur. Bununla beraber bu kurban meselesinin bir müddet
cereyan edip
İsa'nın dili ile nesholunduğu (kaldırıldığı)da söylenmiştir. İşte Allah
Teâlâ
onların yalan, iftira ve fikirlerinin iman etmek maksadıyla bir mucize
isteği
olmayıp, sırf kibirlenme olduğunu çok belagatlı ve ince bir şekilde
açıklamakla
onları ilzam (susturmak) için buyuruyor ki: Ey Muhammed, sen onlara
şöyle
söyle: "Benden önce size bir çok peygamber açık açık deliller,
mucizelerle
ve o söylediğiniz kurban ve ateş mucizesiyle geldilerdi." Zekeriya,
Yahya
ve diğer İsrailoğulları peygamberleri gelmişler ve İsrailoğulları
peygamberleri
olmaları bakımından mucizeler arasında bu söylenen mucizeyi de elbet
göstermişlerdi. Siz sözünüzün delaleti üzere, bu kurban mucizesi
gösterilirse
iman edeceğiz demekte doğru ve ciddi iseniz o peygamberleri niçin
öldürdünüz
ya? Yani sizin dedeleriniz onları öldürdükleri gibi, siz de bugün
onların fikir
ve yolunda bulunuyor ve onların öldürülmesine razı oluyor, doğru
buluyor ve
kıymet veriyorsunuz. Hâlâ inat ediyor, o peygamberlere iman etmiyor ve
o
öldürmelerden dolayı tevbekâr olmuyorsunuz. Halbuki Muhammed
Resulullah'a iman
etmek için bütün bu peygamberlere iman etmek şarttır. Siz onları tasdik
etmeden
ve o günahlara tevbe etmeden Muhammed'i tasdik etmiş olamazsınız. Ve
mademki
onlar kurban mucizesini de gösterdikleri halde hâlâ iman etmiyorsunuz,
o halde
çok açıktır ki, bugün istediğiniz bu mucizeye yine iman etmiyeceksiniz.
Buna
göre ahid (anlaşma) davanız iftira olduğu gibi, bu isteğiniz de
yalandır. Bu
iftirayı tasdik mânâsını içine alacak bir mucize olamaz. Bugün böyle
bir şey
gösterilmiş olsa, iddia edilen anlaşmanın varlığını tasdik demek olur.
Allah
Teâlâ bu iftirayı tasdik etmez ve siz gerçekte o peygamberlerin
peygamber
olduğunu bildiğiniz halde, yakinen (kesin bir şekilde) iman etmediğiniz
gibi,
bugün de öylesiniz. İşte Ey Muhammed, sen onları Kur'ân'ın bu i'cazkâr
cevabıyla sükuta zorla ve sustur, sakın üzülme, çünkü:
184-
"Eğer
seni yalanlamışlarsa, senden önce de
peygamberler yalanlanmışlardı ki, onlar da açık deliller, sahifeler ve
aydınlatıcı
kitaplarla gelmişlerdi." Beyyinat, açık mucizeler. Zübür, sahifeleri de
içine almak üzere genelde kitab demek olan nin veya un çoğuludur.
Kitab-ı münir
(aydınlatıcı kitap)in buna atfı, atfü'l-hâss ale'l-âmm (hassın, âmma
atfı)
kabilindendir. Bundan da maksad, Tevrat ve İncil denilmiştir. Fakat
Kur'ân
âdetinde kitab, şeriatleri ve hükümleri içermiş olandır. Bunun için
çoğunlukla
hikmet ile birlikte anılır. Yalanlanmaya maruz kalmak, doğruların pek
çok
gücüne gideceği için Resulullah da bundan dolayı kederli olurdu. Burada
öteden
beri bu denemenin bütün peygamberler hakkında ilâhî bir kanun olduğu
açıklanarak Resulullah'ın kalbi tatmin buyurulmuş ve bundan sonra
doğrulara
va'd (müjde) ve yalancılara vaîd (tehdit) olmak üzere de şu
hatırlatılmıştır:
185-
Her
nefis (canlı) ölümü tadacaktır. (Yani
herkes ölecektir) Nefs, zat ve ruh mânâlarına geldiği için, bundan bazı
kimseler ruhun ebedî olduğu mânâsını anlamışlardır. Çünkü tatmak, bir
hayat
eseridir. Ve zevk anında tadıcının bakî (ebedî) olduğunu anlatır, yoksa
zevk
tasavvur olunamaz. O halde mânâ: "Her nefis bedeninin ölümünü
tadacaktır" demek olur. Bu da nefsin, bedenden başka olduğunu ve
bedenin
ölümüyle onun ölmeyeceğini anlatır. Şu halde ölüm zorunluluğu cismânî
hayata
mahsus olup, mücerred (soyut) ruhların yok olmadığını söylerler. Ve
ahiret
meselesini bu şekilde ruhun ebedî oluşuna dayanan ruhanî (ruhlara ait)
bir
hayat tasavvur etmişlerdir. Fakat diğer taraftan bir çok tefsirciler ve
bilginler demişlerdir ki, bu şekil yorum, bir zorlamadır.
Zaikatü'l-mevt demek
ölecektir demek olduğu açıktır. Belli ki tadan kim ise, ölen o
olacaktır. Evet
bedenin ölmesiyle nefis ve ruhun büsbütün yok oluvermeyip bir müddet
kalabileceği diğer delillerden açıkça anlaşılıyor ise de, genelde
ruhların
ölmedikleri davası ne aklen, ne de naklen zorunlu olarak sabit
değildir. Önce
"zaikatü'l-mevt", herhalde, tadan nefsin ölümünü ifade etmektedir.
Rivâyetler de bu mânâyı göstermektedir. Rivâyet olunuyor ki, ne zaman
"Yeryüzündeki her canlı yok olacak." (Rahman, 55/26) âyeti indi
melekler, yeryüzündekiler öldü dediler. Sonra indiği zaman biz de öldük
dediler. Ruhların ölümünü de ifade etmeseydi, meleklerin ölümünü de
anlatmazdı
ve melekler için ölüm ve yok olma düşünülünce, beşer ruhları için de
düşünülmesi gerekir. Ancak genel hükmünün de umumi üzere cereyan
edemeyeceği de
hatırlatmaya değer görülmüştür. Çünkü "Allah'ın diledikleri hariç olmak
üzere, göklerde ve yerde kim varsa hepsi düşüp ölmüş olacak." (Zümer,
39/68) âyetinde Allah Teâlâ'nın diledikleri, bu genelden hariç
tutulmuşlardır.
Buna göre göklere ait olsun, yere ait olsun, gerek melekler ve gerek
bütün
nefisler yanında ebediyete kadar ölmeyecek olanlar da bulunabilecektir.
İşte
İslâm âlimlerinin çoğunluğunun görüşleri budur. Özetle ruhun ebedî
oluşu inkar
edilemez. Ve fakat umum için zorunlu değildir. Dinin ve ahiretin
imkanının,
mutlak olarak, ruhların ebedîliği nazariye (teori)sine dayanması da
zorunlu
değildir. "Kıyamet" kelimesi de tamamen yok oluşu ve ondan sonra
kıyam (öldükten sonra dirilme), neşr ve haşr (dağılıp, toplanmay)ı
ifade eder
ki, ölüm ve öldükten sonra dirilme, özetle ahiret inancı, bir ebedî
olma
inancıdır. Fakat bu ebedîlik, ilk oluşum değil, ikinci oluşumdur.
Evet her
nefis ölümü tadacak; dünyanın ne üzüntüsü, ne sevinci hiç biri
kalmayacak, ve sevaplarınızın size tam olarak ödenmesi de ancak
kıyamette
olacaktır. Dünyada iyi veya kötü bütün çalışmaların sevap veya cezasını
yine
dünyada elde etmek mümkün değildir. Mesela şehidlerin kanlarıyla
kazanılan
savaşların başarı meyvelerinden o şehidlerin dünyada istifade
etmelerini
düşünmek tenakuz (çelişki) olur ki, bütün faziletler de böyledir. Gerçi
dünyada
hiçbir ücret verilmez de değildir. Burada da bazı çalışmaların
karşılığının
alındığı da vardır. Fakat bu dünyada sonuç, ölüm ve yok olmak muhakkak
bulunduğu
için; gelen herhangi bir menfaat ve tad, kesilme ve sona erme
korkusuyla
karışık ve muhakkak gam ve kederle sarılıdır. Gamsız sevinç, korkusuz
eminlik,
ıztırapsız lezzet, kesintisiz ebedi saadet kıyamet gününde hasıl olur.
Mizan
(tartı) ve hesabın temizlenmesi oradadır. Bunun için cehennem ateşinden
uzaklaştırılıp cennete sokulan her kim ise, işte o kendini kurtarmış ve
her
muradına ermiştir. Yoksa dünya denilen o fani hayat, müşterisini
aldatan gurur
sermayesinden başka hiç bir şey değildir. Serap gibi parıldar, bulut
gibi geçer
gider. "Meta' " satılık kumaş ve kullanacak aletler ve avadanlıklar
veya gerek aletler ve avadanlıklar, gerek mallar ve diğer genel
faydalanmaya
yarayan az-çok lüzumlu şey mânâlarına gelir ki, dilimizde "matah"
dediğimiz zaman bu üçüncü mânâyı kastederiz. "Gurûr " aldanmak demek
olduğu gibi, ın çoğulu olarak aldatıcılar demek de olabilir. Meta-ı
gurur
(gurur metaı), müşteriyi kandırmak için allanıp pullanarak hoş
gösterilen ve
alındıktan sonra aşağılık olduğu anlaşılan meta (sermaye, mal)
demektir. İşte
dünya hayatı budur. Bunun alıcısı olanlar, bütün nazar (bakış) ve
ümidini buna
dikenler, ne saadet görülecekse bunda görülecek sananlar aldanmış
olurlar.
Burada,
bu gurur metaına aldanıp da küfür, yalanlama, aldatma ve bozmanın
arkasında koşan düşmanların rahatsız etmelerine karşı Resulullah'a ve
ona tabi
olan müminlere bir teselli ve nasihat vardır. Şimdi bu düşmanların
saldırılarının daha kesilmeyeceğini ve bundan böyle bu kâfirlerin daha
bir çok
eziyetlerde bulunacaklarını anlatmak ve bu şekilde müminleri gaflet ve
aldanmadan korumak, ilim ve bilgi üzere tam bir güçle hareket
etmelerini,
olaylar karşısında zayıflık ve telaşa düşmemelerini hatırlatarak
geleceğe
hazırlayıp Bakara sûresinin sonundaki "Kâfir kavimlere karşı bize
yardım
et" (Bakara, 2/286) duasının kabul olma yolunu tam olarak göstermek
üzere
buyuruluyor ki:
186-Siz
o
gurur metâı (aldanma metâı)na sakın
aldanmayınız ve biliniz ki: mallarınızdan ve canlarınızdan muhakkak
imtihan ve
tecrübe olunacaksınız. Mallarınızda yok edici bazı afetler,
nefislerinizde
öldürülme ve yaralanma veya esir düşme veya diğer bazı zahmetler,
meşakkatler,
korkular ve diğerleri gibi takdir edilmiş şeylerle deneneceksiniz.
İbtilâ'nın,
külfet ve zahmet ile sınama ve tecrübe demek olduğu yukarda
geçmişti. Allah Teâlâ'nın tecrübe ile ilim kazanmaktan münezzeh ve
müstağni
bulunduğu bilindiği için, bu gibi âyetlerde ve imtihan muamelesi yapmak
mânâsına bir istiaredir ki, nüktesi ilmi deneyin önemine ve
hareketlerde
deneyin esas alınmasına kulları bir irşaddır.
Bu
âyetin de, söylendiği üzere Fenhas olayı veya şiirleriyle müşrikleri
Resul-i Ekrem aleyhine teşvik eden ve heyecan veren Ka'b b. Eşref veya
Resulûllah'ın şeref verip Kur'ân okuduğu bir mecliste Eğer bu doğru
ise,
meclislerimizde onunla bizi rahatsız etme. diye küstahlık eden Abdullah
b.
Übeyy sebebiyle indiği hakkında üç rivâyet vardır.
Ve eğer
bunlara karşı sabreder ve başkalarından uzaklaşıp bütün
varlığınızla Allah'ın korumasına girerek korunursanız, işte bu sabır ve
korunma
ise azmi gerektiren işlerdendir. Yani azmedilmesi gerekli olan şerefli,
meziyetli, önemli işlerdendir. İmtihanda başarı bununla olacaktır. Şu
halde
bunda yarış etmeli ve gurur malına aldanan ahlâksızlar gibi
olmamalıdır.
187-Ey
Muhammed, bunu tebliğ et, şunu hatırla ve
hatırlat hani Allah kendilerine kitap verilmiş okur yazar olanların o
kitabı,
yahut o kitapta peygamberliğinin doğruluğu sabit olan o peygamberlerin
sonuncusu şanlı Peygamber'i, insanlara hakkıyla açıklayıp
anlatacaksınız ve onu
gizlemiyeceksiniz diye tekit ve kasem ile misak almış ve bunu onlara
teahhüt
ettirmiş idi. Bu kitap verilmiş olanlardan maksad, kitap ehli olan
yahudi ve
hıristiyan bilginleridir. Bunların, iş bu adıyla anılmaları,
kendilerine Kur'ân
verilmiş olan müslümanların da böyle ahitleri alınmış bulunduğunu
delalet
yoluyla hatırlatır. Buna göre müslümanların sözleşmesi, bu isimde açık
bir
şekilde dahil olmamakla beraber, delalet bakımından dahildirler. Bunun
için
bazı tefsirciler, burada da müslümanlar dahildir diye göstermişlerdir.
Fakat
bunun ibare (metin) ile olmayıp, delaletle olacağının unutulmaması
gerekir.
Bu
sözleşme ne zaman ve nasıl alınmıştır? Malumdur ki, kitabın mahiyeti,
neşr, beyan ve hakikatleri ve hükümleri tebliğ içindir. Buna göre bir
kitaba
sahip olmuş bulunmak, kitap ehli ve okur yazar olmak, o kitabın neşr ve
beyanını üzerine almaktır. Bundan başka Allah'dan gelen kitapların
hepsinde,
bunların hakkıyla neşr ve beyanı emir, teklif ve irâdî delillerle isbat
olunmuştur. Sonra Tevrat ve İncil'in içeriği meyanında o peygamberin,
yani en
son Peygamber hazretlerinin vasıfları ve peygamberliğinin doğruluğu
müjdelenmiş
ve açıklanmış ve buna iman, o kitaplara iman cümlesinden olmuştur. Ve
bilhassa
bu ahir zaman Peygamberi'nin, bu istikbal Peygamberi'nin müjdelenmesi o
kitapların ve kitap ehlinin takip ettiği ve beklediği en büyük bir
müjde
bulunuyordu. Şu halde Tevrat ve İncil'in neşr (yayma) ve beyanını
üzerine almış
bulunan kitap ehli bilginlerinin en büyük görevi, ilâhî kitaplardaki
hak ve
hakikatin hiç birini gizlemeyerek neşir ve beyan olduğu gibi, bunun
yanında
özellikle son Peygamber'in peygamberliğinin doğruluğunu da hiç bir
şekilde
saklamayıp neşr ve beyan etmek, hem genel ve hem özel şekilde üzerine
alınmış
bir görev idi. İşte bu âyetin açıklama hedefi de budur. Genel görüşe
göre nün
zamiri, kinaye, özel görüşe göre de o Peygamber'e racidir. Bunun için
Said b.
Cübeyr ve Süddi rivâyetlerinde zamir, Muhammed'e; Hasen ve Katade
rivayetlerinde kitaba irca edilmiş (gönderilmiş)tir. (Bakara
sûresindeki 40,
134 ve 146 ncı âyetlere bkz.)
İşte
bunlar, böyle üzerlerine alıp antlaşma yaptılar da o kitabı
arkalarına attılar, antlaşmalarını yerine getirmediler, hakkı (gerçeği)
gizlediler de Peygamber'e ve müslümanlara eziyet verip rahatsız etmeye
kalkıştılar. (Bakara sûresindeki 101. âyete bkz.) Bunu önce yahudiler
yapmış,
sonra hıristiyanlar da o yola gitmiş olduğundan, burada da
hatırlatılmıştır.
Bunlar böyle yaptılar, ve karşılığında az bir bedel aldılar. Aldanma
metâı olan
dünya hayatına aldanarak az bir para veya menfaat karşılığında susarak
veya
tevil ederek ve bozarak veya görmemezlikten gelerek hakkı (doğruyu,
gerçeği)
gizlediler. Bu semen (bedel), gerçekte ne kadar çok olursa olsun,
bitici ve
fânî olduğu için, ebedî ve sonsuz olan ahiret sevabına göre pek az bir
şey
olduğundan "semen-i kalil" (az bir bedel) buyurulmuştur. Böyle
olmakla birlikte bununla, bunların esasında az bir dünya menfaati için
kitaplarını unutuverdiklerine ve onu süfli (aşağı) bir şekilde beş on
para için
bile kötüye kullandıklarına da işaret buyurulmuştur. Ve üzüntüyle
(kaydedelim
ki) hayli zamandan beri bu hale müslümanlar da düşmüştür. Âlimlerden
hakkı
aramayıp, gönlüne göre yanlış bir "uygun" cevabı almak için teşvik
veya tehdit eden bir çok cahil, ahlâksız müslümanlar bulunduğu gibi;
böyle bayağı
menfaatleri yolunda dolaşan ve ilmi, dini, bir aldatma tuzağı kabul
eden ulema
taklitleri de ortaya çıkmıştır. İşte Cenab-ı Allah, müslümanları
özellikle bu
hallerden sakındırıp sabır ve takva, sebat ve azimle söz verdiğini
yerine
getirmeye sadakat ve ciddiyet göstermek, yüksek himmet ile söz ve fiil
olarak
hakkı açıklamak, ilâhî emirlerin neşr ve genelleştirilmesiyle Allah
kelamını
yüceltmek (i'lay-ı kelimetullah) için sevk etmek ve kitap ehlinin
durumunu kötü
görmekle "yaptıkları alışveriş ne kadar kötüdür." buyurmuştur.
188-Şimdi
bunun yalnız bir kınamaktan ibaret
kalmayacağını ve genel şekliyle ahlâkta ciddilik ve tevazu (alçak
gönüllülük)
tersine hareket edenlerin sonlarının acıklı olduğunu açıklamak için de
münafıklar dolayısıyle şu âyet inmiştir. Yaptıkları herhangi bir iş ile
sevinen, dilimiz tabiriyle böbürlenen ve yapmadıkları bir şeyle
öğülmelerinden
hoşlanan kimseleri sakın azaptan kurtulacak bir yerde zannetme, asla
zannetme,
hem bunlar için elim (acıklı) bir azab hazırlanmıştır. Bu âyet,
münafıklar
sebebiyle inmiş olmakla beraber, hükmü, gerek diğer kafirler ve
müşriklerden ve
gerek müslümanlardan bu davranışta bulunan gurur sahiplerinin hepsini
içerir.
Gururlanmak, gelecekten gaflet etmek ve vazifenin kabul edilip güzel
bulunmasının kendine ait olmadığını bilmemek, yaptığı işi büyüksünüp
kendine
onu büyük görmek gibi bir küçüklüktür. Ve yapmadığını yapmış gibi
gösterip
öğünülmekten hoşlanmak ise hakkı, doğruyu bozmaktan zevk almak ve
Allah'ı
unutmaktır. Önceki buna sevk eder. Bu ikisi bir yere gelince, de acıklı
azabı
hak etmiş olur. Üzüntüyle beraber bu halde bulunanlar ne kadar çoktur.
"Yek
beyza vü sad hezar gıdgıdak"
"Tek
yumurta ve yüz bin gıdgıdak".
Burada
Cenab-ı Allah, müslümanlara bütün başarıyı temin edecek olan
kulluk kemali ile yüksek ahlâkları telkin için ruhları yaratılıştan
hakka ve
kalpleri gurur âleminden affedici Allah tarafına çekerek sabır, Allah
korkusu
ve azmin bütün hedefini ve geçmiş beyanların gerekli sebeplerini
özetleyerek
buyuruyor ki:
189-
Bütün
gökler ve yer devlet ve memleketi,
bağımsız olarak Allah'ın mülküdür. Bunun idaresinde ancak onun emirleri
ve onun
kudreti hüküm sürer. Bunlar içinde Hakk'ın hükümlerinin tersine hareket
etmek
istiyenler, elbette cezaya mahkûm olurlar. Onun kudretine hiçbir şey
karşı gelemez,
Allah'ın kudreti sonsuzdur. Herkes, O'nun için çalışmalı ve her görevi
bu mülkü
idare eden hükümler ve emirlerine, cereyan eden sünnetine uyarak ve
ancak onun
adına yapmalıdır.
190-Bunu
nasıl anlamalı? Bu noktada gönülleri Hakk'ı
bilmeye çekmek ve yönlendirmek suretiyle aydınlatma ve ilâhî saltanatın
şekil
ve tecellilerinin sırlarını, Allah Teâlâ'nın tam kudret ve hikmetiyle
mülkünün
sanatındaki tasarruf hükümlerini, sır ve yaratılış gayesini
keşfettirecek olan
hak âyetlerini gösterme ve bütün bilgilerin usûl (metod)unu öğretme ve
dinin
kemalinin gayesini anlatmak için buyurulmuştur ki: Göklerin ve yerin
yaratılışında, gece ve gündüzün değişmesinde sayılamayacak nice
alâmetler ve
deliller vardır ki, bütün kâinatın O'na mahsus olduğuna ve Allah'ın
kâmil
kudretine, büyüklük ve azametine delalet ederler. Fakat bu âyet
(alâmet)ler
herkes ve her akıl için değil, temiz ve tam akıl sahipleri demek olan
içindir.
Öyle ûlü'l-elbâb (tam akıl sahipleri) ki "Semavat" (gökler) ve
"arz" (yer): Mekân kavramının içine aldığı bütün yükseklik ve
alçaklıklarıyla mekanlı varlıklar, "Halk " (yaratma): Bunların zat ve
sıfatlarıyla bulundukları şekil ve nitelikleri üzere var edilmelerini
ve yok
edilmelerini ifade eden gerçek sebep anlayışının özü, "İhtilafu leyl ü
nehâr" (gece ve gündüzün değişmesi): Zaman anlayışını veren ve
hareketlerle ilgili olup, bu varlıkların yaratılmışlıklarını ve
düzenlerini
gösteren devamlılık ve değişimdir. İşte hak (gerçek) ilimlerin keşif
yolları,
işbu, "gökler ve yer, gece ve gündüz, yaratma ve değişim, akıl"
olaylar ve anlaşılmaları üzerindeki düşünmedir.
Abdullah
b. Ömer (r.a.) hazretleri demiştir ki: "Hz. Âişe'ye,
Resulullah'dan gördüğün şeylerin en şaşırtıcısını bana haber ver."
dedim.
Bunun üzerine ağladı ve uzun bir müddet ağladı da sonra dedi ki: "Onun
her
işi şaşırtıcı idi. Bir gün bana geldi, yorganıma girdi, hatta cildini
cildime
dokundurdu, sonra da buyurdu ki, 'Ey Âişe, bu gece bana Rabbıma ibadet
etmek
için izin verir misin?' Ben de, 'Ey Allah'ın Resulü, ben senin
yakınlığını severim,
isteklerini de severim, izinlisin.' dedim. Kalktı, odadaki su ibriğine
vardı,
abdest aldı, suyu çok da dökmedi, sonra namaza durdu, Kur'ân okudu ve
ağlıyordu. Sonra iki elini kaldırdı yine ağlıyordu. Hatta gözyaşlarının
yeri
ıslattığını gördüm. Sonra Bilâl geldi, kendisine sabah namazını
bildiriyordu.
Baktı ki ağlıyor, 'Ey Allah'ın Resulü, dedi, Allah Teâlâ senin geçmiş
ve
gelecek günahını affetmiş olduğu halde ağlıyor musun?' 'Ey Bilâl,
buyurdu, şu
halde ben şükreden bir kul olmayayım mı?' Bundan sonra buyurdu ki,
'Nasıl
ağlamıyayım, Allah Teâlâ bu gece şunu indirdi: Resulullah bunu söyledi,
sonra
da 'Vay bunu okuyup da, bu babda düşünmeyene!.' Diğer bir rivâyette,
'Vay bunu
çeneleri arasında çiğneyip de bunda düşünmeyenlere!' buyurdu."
Bakara
Sûresi'nde Allah'ın birliğini isbat ve açıklama esnasında bu
âyetin bir benzeri geçmişti. O daha geniş ve sekiz çeşit delili içermiş
olduğu
halde, bunda o esasın bir özetiyle beraber, siyak (söz gelişi) ve
istenilen
açısından çok ince bir gelişmesi vardır. Bunun için onun sonunda
Düşünen bir
kavim için nice deliller vardır. (Bakara, 2/164), bunda da temiz akıl
sahipleri
için nice deliller vardır. buyurulmuştur. Resulullah da bu ayetle,
diğerinden
daha derin bir aşk ile ilgilenmiştir. Demek olur ki, önceki bahiste
genel
olarak akıl yetebileceği halde, burada temiz ve halis akıl demek olan "
lübb" gereklidir. Çünkü orada, Allah'ın birliğinin isbatıyla, Allah'ı
bilmenin mebde' (prensip)leri bahis konusu idi. Burada ise o bilgide
terakki
(yükselme) bahis konusudur ki, kendisinden sonraki âyette geçen
ifâdeleri, bu
vasıflara işaret etmektedir. Fahruddin Râzî hazretleri bu terakki
açısından der
ki: "Allah yoluna girene, ilk önce delilleri çoğaltmak gerekir. Fakat
kalb
bir kerre Allah bilgisinin nuruyla aydınlandı mı, onun artık o deliller
ile
meşgul olması, kalbin Allah bilgisinde garkolmasına perde gibi olur.
Zira aklın
çeşitli düşüncelere iltifatı ile meşguliyeti, düşünme ve idraklerinde
derinleşme ve sonuca erişmeye engel olur. Bunun için salik (yola giren)
işin
başlangıcında derinleşme ve istiksa (inceden inceye araştırma) ile
değil, basit
bir seyir ile hareket edeceğinden, delilleri çoğaltmayı isterse de,
bilginin
nuru bir defa kalbe düştükten sonra, o delillerin azalmasını ve mümkün
olduğu
kadar kısa ve özetini arzu eder ki, kalbin Allah'tan başkasıyla meşgul
olmasından doğan zulmet (karanlık) kalksın da Allah bilgisinin
nurlarının
tecellisi tamam olsun. Nitekim, "Ayakkabılarını çıkar. Şüphesiz ki sen,
mukaddes bir vadide, Tuvâ'dasın." (Tâhâ, 20/12) fermanında buna işaret
vardır.
İşte Bakara âyetindeki sekiz çeşit delil ve alâmet açıklandığı halde,
burada
hepsinin esası olan "Göklerin ve yerin yaratılması, gece ve gündüzün
değişmesi" ile yetinilmiş olunması, bu terakki (yükselme) hikmetiyle
ilgilidir. Özetle orada (Allah'a seyr) isteniyordu, burada ise
(Allah'da seyr)
istenmiştir. Bakara Sûresi âyeti, "Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır.
O'ndan
başka ilâh yoktur. O, çok merhametli ve bağışlayıcıdır." (Bakara,
2/163)
âyetini takip ediyor. Ve buna göre ilk önce vücud (varolma) ve Allah'ın
birliğine ait âyetleri bildirerek şirkten tevhide götürüyordu, buna
akıl
yeterli idi. Buradaki âyet ise âyetini takip ediyor. Ve buna göre iman
sahiplerine Allah'ın saltanatının suret (şekil) ve tecelli sırlarını,
Allah
Teâlâ'nın mülkündeki tasarrufunun hükümlerini, sır ve yaratılışın
gayesini
isbat eden alâmetleri anlatmanın akışı içinde geliyor.
191-Bu
da
aklî ve naklî bilgiler ile süslenmiş ve
Allah'ın birliğine iman ile kulluk ve bilgide merhale katetmiş olgun
akıl ve
inanmış kalb sahiplerinin karı olabileceğinden, aralarındaki farka
işaret
buyuruluyor ki: Öyle tam akıl sahipleri ki, ayaktayken, otururken,
yatarken,
yani gerek meşguliyet ve gerekse dinlenme hallerinin hepsinde Allah'ı
zikrederler, dillerinden bırakmazlar". Bu üç hal, insanın bütün
hallerini
içine alır. Hatta bedene ait hareketleri içine aldığı gibi, yükselme,
ortada
durma, düşme gibi halleri de içerir. Demek ki bu tam akıl sahipleri,
her ne
halde bulunurlarsa bulunsunlar, kalpleri Allah'ı zikir (anmak)den başka
bir şey
ile itmi'nan (tam güven) zevkini bulamadığından, Allah'ı zikirden
gaflet
etmezler, gönülleri ilâhî murakabe (kendi içine dönme)ye müstağrak
(dalmış)tır.
Burada zikirden maksad, gerek zat, gerek sıfat ve fiiller haysiyetiyle
zikirden, aynı şekilde lisanî (dile ait) zikre eşit olup olmamaktan
daha genel
olarak, mutlak zikirdir. Abdullah b. Mesud hazretlerinin açıklamasına
göre bu
zikirden maksad namazdır ki, kudretleri yettikçe ayakta, yoksa
oturarak, yoksa
yattığı yerde namaz kılanlar demektir. Bununla beraber namaz, zikirler
cümlesinden sayılırsa da, bütün zikirler namazdan ibarettir de denemez,
namazdan e'am (daha genel)dır. "Ûlü'l-elbâb" (tam akıllılar)ın böyle
Allah'ın zikrine devam etmeleri ile vasfedilişleri, dinî terbiyede
terakki
etmiş halis kullar olduklarına işaret eder ki, bu vasıf burada bahis
konusu
olan tefekkür (düşünme) sûretiyle keşf ve müşahede edecekleri ilimlerin
fenlerinin geçmiş bir şartı demek olur. Bununla beraber , tertibe
delalet
etmeyeceği için, bunun bir geçmiş şart olmayıp, düşüncenin bir ayrılmaz
gereği
olması da mümkün görünür. Şuhud (görünür)dan, gıyabı (görünmezi)
okuyabilen,
vehim şüphelerinden uzak, nefse ait ilgiler ve karanlık engellerden
sıyrılmış
halis, tam akıl sahibleri olan, gidişatın gerçeklerini ve sıfatların
hükümlerini düşünen, mülkün tavırlarını ve gayb âleminin sırlarını
gözeterek,
melik, yaratıcı olan Allah Teâlâ'nın sanatının inceliklerini ve
kudretinin
alâmetlerini görebilen bu tam akıl sahipleri, bütün hallerde Allah
sevgisi ile
dopdolu olarak Allah'ı anarlar.
Ve
göklerin, yerin aklı hayrette bırakan durum ve yaratılışının hikmeti
hakkında düşünceye girişir, her meselede Hakk'ın emrini anlamak ve
gereği üzere
amel ederek görevi yerine getirmede başarılı olmak için hükümler ve
ilâhî
tasarrufların cereyan şeklini gösteren sır ve yaratılış nizamını
telakkiye ve
keşfe çalışırlar. Bu yaratılmadan, gökler ve yer toplamının hem bütün,
hem
parça bakımından, hiçbiri hariç kalmaz. Gökler ve yer şekiller,
keyfiyetler ve
ayan (varlıkların Allah katındaki şekiller)ı; yaratma mefhumu da
illiyyet
(nedensellik) tesirinin hakikatini ifade ettiği için, bu düşüncenin
ilgilendiği
şey, varlıkların şekillerini ve durumlarını temaşa (seyir), tasvir,
vasıflandırma, analiz, sentez ile sınırladıktan ve sebeplerini
araştırmakla
hepsini müşterek oldukları yaratma mefhûmunda kısaca toplayıp ve tasnif
ederek,
hepsini yüce yaratıcının yaratma sanatına bağladıktan sonra ilâhî
saltanatı
müşahede (seyretme) ve ondan gelecek ve ahirete doğru ilme ve hikmete
ait
sonuçları anlama ve telakki, bu şekilde vazife hakkındaki ilâhî hükmü
keşf ve
tayin ederek, gereğini yerine getirme ve gayeye isabet için yine yüce
yaratıcının yardım ve yaratmasına sığınmak ve iltica etmek ve böyle
ahiret miad
(sözleşme)ı ile ilâhî rızaya yürümektir. Şu halde bu konu ve taleb
edilen şey,
bizzat ilâhî hikmet ve rabbânî siyaset ilminin konusu ve isteği
olduğunda şüphe
olmamakla beraber, bunda gerek Astronomi ve gerek diğer kevnî (evrene
ait)
ilimler, beşere ait ilimlerin konularının hepsi birer mukaddime
(başlangıç) ve
yol olarak dahil bulunduğunda dahi şüphe edilmemelidir. Ve bundan
dolayıdır ki,
Peygamberimiz "Geçmişlerin ve geleceklerin ilimleri bana verildi."
buyurmuştur. Ancak burada, çeşitli konuları, ilimlerin küçük olan
sınırları ve
nazariyelerini, şirk ve çokluk arzeden simalarını alıp, hepsinin
yönelmiş
olduğu tek küllî (tümel) ilme yönelmek vardır. Bunun için bu konuda
tefekkür
bütün eşyanın ve beşere ait bilgilerin halk (yaratma) mefhumu altında
düzenlenmesi, tanzimi ve tevhid (birleştirilmes)iyle Allah Teâlâ'ya
dayandığını
yakînen anlayan ve ancak Allah sevgisi ve Allah'ı zikretmekle gönlü
kanan tam
akıl sahiplerinin şiarı olduğu ve diğer konulardaki tefekkür, eşyadan
Allah'a
dönmüş olup, nihâyet Allah'a dayanmakla mütenâhî (bitecek) olabildiği
halde, bu
konuda düşünmenin namütenâhî (bitmez), devamlı olacağı ve bunun Evvel
ve Zâhir
(tecelli eden hak) isimleriyle Allah'dan başlayıp, yine Ahir (son) ve
Bâtın
(gizli, derûn) isimleriyle Allah'a dönmüş olacağı anlatılmıştır. Demek
olur ki,
bunda yaratmanın görünüş ve tecellisinin yolunu tesbite çalışan tasvir
ve
tahdide ait Tabiat ve Astronomi ilimlerinin araştırılmasına da büyük
bir teşvik
vardır. Bütün gökler ve yer Allah'ın mülkü olduğu için, bu âlem
kitabından
okunabilen her hadise, her nizam, Hak Teâlâ'nın hükümlerini ve
tasarrufunun
şekillerini okumaktır. Onu okuyanlar ve gereğince hareket edenler,
herhalde
Hakk'ın nimetinden nimetlenmiş ve istifade etmiş olurlar. Fakat bunun
iki şekli
vardır: Birisi nimetin sahibi olan Hâlik Teâla'dan gaflet etmek,
görmezlikten
gelmek ve ona tabii şekilde şükrünü eda etmekten kaçınıp küfür
karanlığına
sapmaktır ki, bunun asıl mahiyeti Allah'ın mülkü içinde eşkiyalık
ederek
geçinmeye çalışmak olduğundan, sonucu felaket ve pişmanlıktır. Ve bu
türlü ilim
ve fenlerden nimetlenenlerin başı İblis ve şeytanlardır. Diğeri hakiki,
gerçek
nimet vereni tanıyarak, ona şuur ve iman ile tabi olduğunu ve uyduğunu
arzederek, şükrünü yerine getirmeye çalışmak ve bütün hareketlerini
Allah'ın
mülkü içinde, Allah'ın hükümlerinin tatbikine sarfetmektir ki, bunun
önderleri
de melekler, peygamberler, sıddıklar, şehidler gibi halis kullardır.
budur.
Bunlar göklere çıkınca düşmemek üzere çıkarlar. Öbürleri ise düşüp
helak olmak
için çıkmaya uğraşırlar. Yukardan beri tesbit olunagelen bu mânâlarla
bu âyet,
yaratılışın tefekkürüne sevkederken; hem Tabiat ilimlerinin
incelenmesini
teşvik ediyor, hem de bu araştırmada bulunanlara büyük bir ders veriyor
ki, bu
ders şu iki noktada özetlenebilir: Birincisi, gökler ve yer
mefhumlarının ifade
ettiği varlık tabakaları içinde birbirinden bazı değerlerle ayrılmış
çeşitli
konular etrafında toplanacak bilgiler ve kaideleri, birbirinden her
yönden ayrı
ve tamamen müstakil birer yüksek ilim kabul etmeyip, bu bilgilerin üst
bir ilmî
nizamda birleştiklerini ve o konuların yüksek bir ilim konusuna
dayanmış
bulunduğunu unutmamak. İkincisi, çeşitli tabiî sebeplerin tesirleri
altında
mahkum kalmayıp, olayları ve olayların nizamını, eşyanın tabiatı namına
değil;
Hâlık Teâlâ'nın tek yüksek kudreti namına kaydetmek, yani gerçek
sebebine
dayamanın gereğidir. İşte bu marifet (bilgi) noktasına yükselmiş olan
ûlü'l-elbâb (tam akıl sahiplerin)ın zikri ve fikri Allah'ın ihsanları
olur da,
seyr-i billah (Hak'da yürümek)la kesilmeyen ilâhî sanatın eşsiz
güzelliklerini,
göklerin ve yerin sırlarını ve ilâhî hikmetleri düşünürler. Ve
düşünürken
"Ey Rabbimiz! Sen bunları boş yere yaratmadın..." diyerek bu hüküm ve
akide (inanç), bu rûh hali ve bu neşe, iltica ve ümit ile hareket
ederler.
"Batıl" üzerine hiçbir hüküm ve hikmet, fayda ve maslahat (menfaat)
gerekmeyen demektir ki, aşağı, faydasız, gidici ve kaybolucu, beyhude
ve abes
olabilir.
Ey
Rabbimiz, sen bu mahlûku (yani gökler ve yer toplamı olan şu âlemi),
batıl, hüküm ve hikmetten, fayda ve menfaatten uzak, mânâsız olarak
yaratmadın.
Gece ve gündüz değişiklik içinde, yokluktan yokluğa devam edip giden şu
değişken olayların manzaraları; ne sadece yokluk, ne hiçbir fayda
sağlayıcı
olmaksızın geçip sonsuz yokluğa giden yalnız devamsızlık, ne de hiçbir
hikmet
ve faydayı içermeyen lüzumsuz bir şeydir. Bu ne yalandır, ne oyundur,
ne de
nizamsız, sonsuz, semeresiz, hikmetsiz, boş, dipsiz bir şeydir. Bunda
her ilk
oluş, bir ikinci oluşun başlangıcı; her hadise sonsuz olayların
yoludur. Eğer
bunların gerek mekan ve gerek zaman itibariyle aralarında gerekli bir
nizam bulunmasaydı
ve eğer şu olayların kıymetleri yalnızca ilk oluşlarıyla ölçülmek
gerekseydi ve
eğer bu şekilde bir aldatıcı mal olan dünya hayatı üzerine gelecekte
hiçbir
hüküm gerekmeseydi, bu yaratılmışlar da batıl ve yersiz demek olurdu ve
hatta
bu gurur metâı bile mümkün olmazdı. Şu halde her anında yok olucu ve
aceleci
olan şu olaylar silsilesi, ilâhî saltanatta genel bir düzen üzere
cereyan
etmekte ve nice nice hikmet ve menfaatleri içine alarak sonsuz
gelecekte bir
ikinci oluşa doğru yürümektedir ki, bunun bir metâ olabilmesi o
yöndendir. Ve
batılın bir aldatma metâı olmaktan çıkması da ancak o yöne
dönmesindedir.
Sübhansın
yâ Râb, seni tenzih ederiz, sana lâyık olmayan vasıflardan,
fiillerden ve bu cümleden olarak hikmetsiz bir şey yaratmaktan mülkünü,
irade
ve sanatını batıla yönelmiş olmaktan uzak tanırız. Gerçi sen bunları
istediğin
irade ve sanatınla icad eder ve yaratırsın. Fakat irade ve sanatın
hikmetten
uzak olmaz, o hikmetin ve nizamın kendisidir. O halde sen bizi batıl
inanç ve
amellerin, hikmet gereği sebep oldukları ateş azabından koru.
192-Çünkü
sen kimi cehenneme koyarsan onu rezil
etmişsindir. Öyle ise bizi böyle olmaktan muhafaza et.
193-
Ey
Rabbimiz, bir münadi, bir davetçi işittik ve
dinledik ki, "Rabbinize iman ediniz" diye çağırıyordu. (Bu çağıran
Resulullah veya Kur'an'dır). Bu "nida" (çağrı), bizim kulaklarımızda,
vicdanımızda tesirini gösterdi, çınladı. Âlemin yaratılışı nizamsız,
hikmetsiz
olmadığı içindir ki, bu nida (çağrı), bizde tesirini gösterdi, iman ve
sağlam
bilgi edinmemize sebep oldu, biz de iman ettik. Burada "zünub",
kebâir (büyük günahlar); seyyiât (günahlar), sağair (küçük günahlar)
ile tefsir
edilmiştir ki, "Eğer büyük günahlardan kaçınırsanız kusurlarınızı
örteriz." (Nisa, 4/31) âyeti de bunu teyid edicidir. Ve bizim
ruhlarımızı
ebrar (Allah'a yakın olanlar) ile beraber olarak al, yani bizi onlardan
say,
onlarla beraber haşret.
194-195-
Ey
Rabbimiz bütün peygamberlerine karşı bize
vaad etiğin vaadlerini de bize ver, biz bu çağırıcıya iman ederken
peygamberlerin hepsine iman ettik, hiçbirini ayırmadık. (Âli İmran,
3/179)
buyurulmamış mı idi? Günahlarımızı affet, kusurlarımızı örtecek
itaatlar nasip
eylede vaad edilen yardımları, ecir, sevab ve saadeti ihsan eyle. "Bizi
kıyamet günü rüsvay etme. Şüphesiz Sen vaadinden caymazsın." İşte dan
buraya kadar devam eden bu duaları tekrar ederek düşünürler,
kendilerinin halis
kullar olduklarını anlatan bu dualar, onların düşünce anındaki halleri
ve
düşüncelerinin hakim başlangıçlarıdır. Bazı tefsirciler bunları hal
yapmıyarak
düşüncelerinin sonucu gibi göstermek istemişlerse de, çoğunluğun
açıklamasına
göre bunlar kelimesinin zamirinden haldir ki, o tam akıl sahiplerinin
düşünce
esnasındaki hallerini anlatır. Doğrusu da budur. Çünkü bilhassa hükmü,
tefekkürün sonucu olsaydı düşünme mümkün olmazdı. Çünkü düşünmek,
esasen mutlak
bir hikmet inancının sonucudur. Bu inancın kaynağına bu da, diğer ilk
fikrî
prensipler gibi bir fıtrî (doğuştan) veya talîmî (öğretime ait) veya
terbi-yevî
(eğitimle ilgili) hüküm olabilir. Asıl netice ise "fâ-i netice" ile
başlayan şu rabbânî (ilâhî) iltifattır. "Rableri de dualarına şöyle
karşılık verdi: 'Ben içinizden erkek ve kadın hiçbir hayır işleyenin
işlediğini
boşa çıkarmam..." Müminlerden bazısı müşriklerin veya yahudilerin
ticaret ve
refah içinde oluşlarını, ferah, fehûr seyahatler ederek refah içinde
yaşadıklarını görerek, "Allah'ın düşmanları böyle ferah içinde
dolaşıyor,
biz ise açlıktan, sıkıntıdan helak oluyoruz." demişlerdi. Bunun üzerine
şu
âyetler inmiştir:
196-199-
ki ne
kadar dikkate şâyândır!
Nuzül,
bir misafire ilk geldiği sırada ikram edilmek üzere hazırlanan
yiyecek, içecek ve diğer ikramiye ki, Türkçe konukluk tabir olunur.
Bununla
beraber o kâfirler içinde hüsn-i hatime (güzel sonuç)ye nail olup
müminler topluluğuna girecek olanlar da bulunduğu unutulmamalıdır.
Şöyle ki:
"Şüphesiz kitap ehli içinde kimi de vardır ki, Allah'a iman ettikleri
gibi, kendilerine indirilene de, size indirilene de iman ederler." Bu
son
kayıtlar gösterir ki, bunlar ciddi olarak müslüman olacaklardır. Ve
nitekim bu
ana kadar olagelmişler ve yine olacaklardır. Bu âyet, ta yukardaki (Âli
İmran,
3/137) âyetinin de bir izahı gibidir.
Onun
gibi bunun da Musevî (yahudi) iken müslüman olan Abdullah b. Selâm
ve arkadaşlarının veya İsevî (hıristiyan) iken müslüman olan Necrân
ehlinden
kırk, Habeş'den otuz, Rum'dan sekiz ve toplam olarak seksen kişinin
müslüman
olmaları dolayısıyla indiği rivayet edilmiştir. Fakat İbnü Abbas, Câbîr
ve
Katade demişlerdir ki: Habeş hükümdarı Necaşî Asâme vefat ettiği zaman
Resulullah onun üzerine gıyaben cenaze namazı kılmıştı. Bunu gören
münafıklar:
"Hiç görmediği bir hıristiyan üzerine namaz kılıyor." demiş
olduklarından Necâşî hakkında inmiştir. Rivâyet bakımından en yaygın
olan
budur. Necâşî'nin ölümü de hicretin dokuzuncu senesinde olmuştur.
Bunlardan
başka bu âyetin bütün kitap ehlinden imana gelenler hakkında inmiş
olduğu da
rivayet edilmiş ve Mücahid bunu söylemiştir ki, âyetin mefhumuna bu
daha uygun
görülmüştür. Çünkü herhalde iman ederler mânâsına, gelecek zaman da
açıktır.
200-Sözün
kısası ey iman edenler, siz telaş
etmeyiniz, sabırlı olunuz, (haberde geldiğine göre sabır üç derecedir:
Musibet
(ansızın gelen bela)e sabır, itaat etmekte sabır, isyandan sabır), ve
sabırda
Allah düşmanlarıyla yarışıp onların üstüne çıkınız, yani imtihan ve
mücahede
mevkilerinde düşmanların sabrının üstüne çıkmaya ve nefsinizin
arzularını
yenmeğe çalışınız ki, sabırlı olmaya alışırsanız bunu yapabilirsiniz.
Ve
murabata edi (nöbetleşi)niz, ribat yapı (sağlam yürekli olu)nız, imam
ardında
cemaatle namaz gibi birbirinize bağlanıp vazifeye dikkatli olunuz ve
özellikle
savaşa düşmanlarınızdan çok hazırlıklı bulunarak atlarınızı bağlayıp
hududlarda
ve mevzilerde karakol bekleyiniz. "Ribat", Allah yolunda devam
etmektir. Bu aslında "rabt-ı hayl" yani at bağlamaktan alınmıştır ki,
düşmana karşı atını bağlayıp gözetlemek ve beklemek demektir. Sonra
İslâm hudud
(sınır) şehirlerinden birinde bekleyenlere, gerek süvari ve gerekse
piyade
olsun, genelde murabıt (nöbet bekleyen, nöbetçi) adı verilmiştir.
Fakihlerin ıstılahlarında
murabıt, hudud şehirlerinden birine bir müddet beklemek için gidendir.
Aile ve
efradıyla beraber oralarda oturan ve hayatını kazanarak yaşayan hudud
sakinlerine murabıt denilmez. Zamanımız terimine göre murabıt, Allah
yolunda
silah altında bulunan, kışla ve karakollarda duran ve nöbet bekleyen
askerler
demek olur. Buhârî ve Müslim'de Sehl b. Sa'd'den rivayet olunduğu üzere
Resulullah (s.a.v.) buyurmuştur ki, "Allah yolunda bir gün karakol
beklemek, dünya ve mafiha (onda olanlar)dan hayırlıdır". İbnü Mâce
sahih
senedle Ebü Hureyre'den rivayet edilen bir hadis-i şerifte de
Resulullah
buyurmuştur ki: "Her kim Allah yolunda murabıt olarak, yani karakol
beklerken ölürse, işleyegeldiği iyi amel üzerine icra edilir, rızkı da
üzerine
gönderilir durur, fitnecilerden emin olur ve Allah Teâlâ onu korkudan
emin
olarak diriltir." Ebu'ş-Şeyh'ın Hazreti Enes'den merfû olarak tahric
ettiği bir hadiste: "Karakol yerinde namaz, iki milyon namaza
eşittir". Abdullah b. Ömer (r.a.)den rivayet edilmiştir ki: "Ribat
(nöbet
bekleme), cihaddan daha faziletlidir. Zira ribat, müslümanların kanını
muhafazadır. Cihat ise müşriklerin kanını dökmektir".
Bunları
yapınız Allah'dan gereği gibi korkunuz, mutlak olarak emirlerine
karşı gelmekten sakınınız, korumasına koşunuz ki, felah bulasınız
(kurtulasınız), isteklerinize nail, temennilerinizde başarılı olasınız,
dualarınızın kabul olduğunu göresiniz. İşte Bakara Sûresinin sonundaki
"kâfirler toplumuna karşı bize yardım eyle!" duasının da tam cevabı.
Burada
Âli İmran Sûresi son bularak Zehraveyn (iki zehra) bir kavuşma
noktasında buluşmuş ve bunun özel bir inkişafı olmak üzere rabbânî
terbiye,
insan yaratılışı ve kardeşliğinden tutarak, sosyal hayata ait oluşum ve
ilişkilerin bir aslı olan aile hayatıyla ilgili haklar ve vazifelerin
açıklanması ve din eğitiminin tamamlanması yolunda, aşağıda geleceği
şekilde,
Nisâ Sûresi başlamıştır:
|
|