|
Elmalı Tefsiri
1.
Rabbinin yüce
ismini tesbih ederek onu noksan sıfatlardan uzak tut. Yani seni
yetiştiren ve kâfirlerin tuzaklarını başlarına geçirecek olan Rabb'ın
zatında her şeyden üstün, hepsinden yüksek ve yüce olduğu gibi, onun
sıfat ve isimleri de bütün sıfatların, kendilerine isim oldukları
varlıkları tanıtan isimlerin en yükseği, en ulusudur.
Allah'ın
güzel
isimlerinden birisi de el-A'lâ ismidir. Onun için sen O'nun bütün
isimlerini O'na layık olmayacak eksikliklerden uzak tutarak
O'nu tesbih et. Dolayısıyla O'nun zat ve sıfat olarak kendisine özgü
olan Allah, Rahman, Hallâk, Rezzâk, Âlimu'l-gayb, Ekber ve Â'lâ gibi
isimleri başkasına vermek caiz olmayacağı gibi, onun fiil ve
sıfatlarını anlatmak için söylenen isimleri de sade lugatte
konuldukları ve diğer eşya için de verilmesi uygun olan mânâlarla
değil, onun yüce şanına layık olmayacak noksan izlerden soyutlayıp uzak
tutarak, "Hiçbir şeye benzemeyen." (Şûrâ,
11) yüce zatına yaraşan
şer'î bir mânâ ile düşünmek ve değersizliği ve küçümsemeyi
hissettirecek hal ve durumlardan koruyup saygı ve hürmetle anmak
gerekir. Bundan dolayı hile, tuzak, intikam gibi ilâhî fiiller için
söylenen isimler dahi Allah hakkında eksiklik lekelerinden uzak
tutularak yüksek bir mânâda düşünülmelidir.
Kuşku yok ki
önceki sûrenin sonunda "Onlar hile kuruyorlar. Ben de hilelerine
karşılık vereceğim. Onun için sen kâfirlere mühlet ver. Onlara az bir
zaman tanı."(Târık, 15-17)
buyrulması, bunun hemen peşinden burada
"Rabb" isminin yüce olduğunun hatırlatılması, onun tuzaklarına karşılık
kâfirlere mühlet vermesinde yücelik ve üstünlüğüyle peygambere olan
vaadin gerçekleşip neticeleneceğine dair bir garanti vermedir.
Böyle
Rabbinin
en yüce ismini tesbih etmekle emir O'na karşı şükran vazifesine
davettir. Şunu da unutmamak gerekir ki bir ismi noksanlıklardan uzak
tutmak, o ismin sahibini noksanlıklardan daha çok uzak tutmak demektir.
Çünkü bir ismin sahibinin yücelik ve kutsiliği, ismin yüceliği ve
nezihliği ile ifade olunur. Bundan dolayı burada bazıları besmelede
geçtiği üzere "Seneye... Sonra Selam ismi sizin üzerinize olsun."
mısrasında olduğu gibi "isim" lafzı mukham (kaynaştırma için fazladan
zikredilmiş. Yani beyitte geçen "selam ismi"nden maksat "selam"dır
demiş, bazıları da isimden maksat ismin sahibidir demiştir. Bir kısım
âlimler de, "isim ile ismin sahibi aynıdır" demiş iseler de hepsinin
maksadı, ismin tenzih edilmesinden ismin sahibinin tenzih edilmesi
lazım geleceğini ve asıl maksat, sade lafzı değil, sıfat ve isimleriyle
asıl onların sahibinin zatını tenzihe yönelik olduğunu anlatmaktır diye
anlaşılması gerekir. Nitekim Zemahşeri de Keşşaf'ta "Yüce Allah'ın
ismini tesbih etmek demek, Allah hakkında sahih olmayan cebr ve Allah'ı
bir şeye benzetme gibi, onun isimlerini inkar etmeye götüren mânâlardan
onu uzak tutmak; o ismi hafife almaktan ve huşu ve saygı dışında bir
maksatla anmaktan korunmaktır." demekle bunu demek istemiştir.
Ahmed, Ebu
Davud, İbn Mâce ve daha başkaları Ukbe b. Âmiri Cühenî'nin şöyle
dediğini rivayet etmişlerdir: "O halde Rabb'ını yüce ismi ile tesbih
et." (Vâkıa, 56/74, 96) âyeti indiğinde Resulullah (s. a.v.) bize
buyurdu ki: "bunu rükularınızda yapın". Sonra âyeti inince de "onu
secdelerinizde yapın" buyurdu. Bilindiği gibi rükûda secdede denir.
Yine İmam
Ahmed,
Ebu Davud, Taberanî ve Sünen'de Beyhakî İbnü Abbas'tan şöyle rivayet
etmişlerdir:
Resulullah
(s.a.v.) yı okuduğu zaman, "Yüce Rabbimi noksanlıklardan tenzih
ederim." derdi. Görülüyor ki bunlar sadece ismi noksanlıklardan tenzih
değil, ismin sahibini tenzihtir. Bununla beraber ismin sahibini diyerek
büyük, yüksek gibi noksanlıktan uzak isimlerle tenzihtir. Buna göre,
"Rabbini yüce ismiyle tenzih et."(Vâkıa, 56/74-96) denildiği gibi
burada da "Rabbini yüce ismiyle tesbih et." denilmek daha açık olurdu.
Buradaki "isim" kelimesi kaynaştırma maksadıyla fazladan zikredilmiştir
diyenlerin maksadı budur. Lakin söylediğimiz gibi, Rabbin kendisini
tenzih etmenin kastedilmiş olduğu gibi isminin de tenzihi kastedilmiş
olduğuna dikkat çekmek için buyrulmuştur. Burada "en yüce" tabiri
Rabbin de ismin de sıfatı olabilir. "En yüce" sıfatı, sanki başka Rab
ve isimler varmış da onları konu dışı bırakmak için zikredilmiş bir
sıfat değil; açıklayıcı mahiyette söylenmiş bir sıfattır. Zira başka
Rab yoktur. Gerçi Allah'ın isimleri çoktur ve aralarında mertebeler
vardır. Mesela yüce yaratıcının zatının ismi olan Allah ismi hepsinden
üstün ve hepsinin niteliklerini kendinde toplayıcıdır. "İsm-i A'zam"
tabiri de vardır. Bu itibarla Azim (ulu), A'zam (en ulu), Aliyy (yüce),
A'la (en yüce) gibi isimler hiç kuşkusuz vardır. Fakat ilâhî isimlerin
hepsi esma-i hüsna (güzel isimler) olduğu için diğer isimlere göre
hepsi en yücedir, noksanlıklardan uzak tutulması gerekir. Özellikle
"A'la" ismi veya sıfatı da bu mânâyı ifade etmesi itibarıyla açıklayıcı
mahiyette bir sıfattır. Bu nedenle "el-A'lâ", Rabb'a nazaran sıfat,
isme nazaran onun atf-ı beyanı demek olur. Her iki durumda da
yükseklikten maksat mekanda yükseklik değil, kudret ve eserlerde,
kuvvet ve hükümlerde en mükemmel olma mânâsında üstünlüktür.
TESBİH, söz
ve
fiille olur. Daha önce de geçtiği üzere namaz ve özellikle nafile namaz
mânâlarında da meşhur olmuştur. Sözlü tesbih, dil ile yapılan tenzih ve
takdistir ki demek, bunu ifade eden özel bir isim olmuştur. Kullar
tarafından fiilî tesbih, kalp ile Allah'ın bir ve noksan sıfatlardan
uzak olduğuna inanmak; fiilen de tesbihi ifade eden fiilleri yapmak
suretiyle ibadettir ki namaz, mal ve bedenle cihad, fiil ile iyiliği
emretmek ve kötülükten yasaklamak bu cümledendir. "O halde akşama
girerken, sabaha ererken Allah'ı tesbih edin."(Rum, 30/17) âyetinde
"namaz kılın" mânâsına olduğu geçmiştir. İsme izafetle namaz mânâsına
olduğu zaman "Rabbinin yüce ismiyle"(Vâkıa, 56/74, 96) gibi "bâ" edatı
ile fiile bağlanması gerekir. Çünkü "Rabb'ının ismine namaz kıl."
olmaz; "Rabbinin ismiyle namaz kıl." denilir. Burada da
"el-Bahru'l-Muhit"te İbn Abbas'tan "Rabbinin yüce ismiyle namaz kıl!"
mânâsına tefsir edilmiş olduğu ve "bâ" harf-i cerinin zikredilmemiş
olduğu da nakledilmiştir. Lakin böyle olmadığı açıktır.
Alûsî'nin
nakline göre İsâmuddin demiştir ki: İsimden maksadın "eser" olması da
uzak değildir. "Yüce Rabbinin eserlerini noksandan tenzih et." demek
olur. Çünkü yüce Allah'ın eseri de ona delalet etmesi itibarıyla ismi
gibidir. Bu durumda, yaratıkları yüce Allah'ın yaratığı olmaları
nedeniyle ve "O Rahman'ın yarattığında hiçbir düzensizlik
göremezsin."(Mülk, 67/3) âyetine zıt olacak şekilde, ayıplamaktan men
olmuş olur.
Alûsî'nin
dediği
gibi daha sonra gelen sıfatlarda bunu andıracak bir yön bulunmakla
beraber, ismin bilinen mânâsını vermeye engel bir ipucu olmadığı halde
hiçbir gerek yok iken yapılmış bir tevil gibi görünür. Bundan her şeyi
asıl itibarıyla tenzih etmek gibi bir şirk mânâsı olduğu kuruntusuna
düşmemelidir. Çünkü maksat yaratıkların kendilerine nazaran bizzat
kendilerini noksanlıklardan uzak tutmak değil, açıklandığı üzere yüce
Allah'ın yaratığı olmaları ve ona delalet etmeleri nedeniyle ayıptan,
eksiklikten uzak tutmak olduğu ifade edilmiştir ki, bu da neticede yüce
Allah'ın sıfatı olan yaratma fiilini ve delalet ettiği sıfatı
noksanlıktan uzak tutmaya ve "Hiçbir şey yoktur ki onu hamdi ile tesbih
etmesin..."(İsrâ, 17/44) mânâsına döner.
Âlemden onu
yapıp yaratana, fiili sıfatlarından zati ve manevi sıfatlarına varırken
zihnimizde meydana gelen "yaratıcı", "rab, "kudretli", "her şeyi bilen"
ve benzeri mânâlarla zihnimizde oluşan şekiller de onun eseri olması
itibarıyla buna dahil olur ki "ilâhî isimler" dediğimiz de akıl ve
nakilden edindiğimiz bu mânâlar ve kelimelerdir. Bunlar hem eşyanın
yaratıcısını gösterme yönü yani "Kendisine bakılarak yaratıcısının
varlığı anlaşılan." âlemin delalet yönü olan ilmi suretler, hem de yüce
yaratıcının bize azamet ve ikram ifade eden eseri ve âyetleri demek
olan yönüdür ki, biz Allah'ı bunlarla hepsinin ötesinde tanırız.
"Aklına ne gelirse Allah ondan başkadır." Buna göre isim, sadece ilk
konulmuş olduğu mânâya delalet eden bir lafızdan ibaret değil, ismin
sahibine de aklen bir delalet yönü bulunan mânâ ve nisbetlere uygun
olarak "Yaratıcının varlığının bilindiği şey" mânâsını da içine alacak
şekilde kullanılmış oluyor. Bundan dolayı Şeyh Muhammed Abduh İsam'ın
bu fikrini şu şekilde ifade ederek biricik bir mânâ gibi göstermiş ve
demiştir ki:
"Bu gibi
âyetlerde Allah'ın ismi "onu tanımaya sebep olan"dır. Allah ise bize
sıfatlarıyla tanınır. Bizim zihinlerimiz onu ancak "herşeyi bilen",
"herşeye gücü yeten", "hikmet sahibi" diye yaratmasında bakışımızın
bizi kendisine delalet ve vicdanımızın hidayet ettiği şekilde tanır.
Rahmân Sûresi'nde "Rabb'ının celal ve ikram sahibi olan adı çok
yücedir."(Rahmân, 55/78) diye nitelenen isim de budur. Bu "İsmin
sahibinin tanınmasına sebep olan şey" mânâsına isim "Celal ve ikram
sahibi olan Rabb'ının yüzü bakidir."(Rahmân, 55/27) âyetindeki
"yüz"dür. Çünkü yüz, "sahibinin kendisiyle tanındığı şey"dir. Hatta yüz
sahibi, ancak yüzüyle tanınır. "Âdem'e bütün isimleri öğretti."
(Bakara, 2/31) âyetinde anılan isimler de bu mânâdaki isimdendir ki
eşyanın kendisiyle tanındığı resimleri demektir.
Bu yoruma
göre
Allah'ın ismi de, zihinlerimizin Allah'a yönelmesi ne ile mümkün
oluyorsa odur. Allah bize bu ismi tesbih etmemizi emrediyor. Yani O'nu
yaratılanlara benzemek, yahut onlardan birinde aynen ortaya çıkmak,
yahut ortak veya çocuk edinmek veya bunlara benzer bir kusuru
bulunmaktan uzak tutmamızı emrediyor. Biz ona akıllarımızı ancak şöyle
yöneltebiliriz: O herşeyin yaratıcısıdır. İlmi, varlıkların bütün
inceliklerini kuşatmıştır... Nitekim "O, yaratan ve düzene koyandır."
(A'lâ, 87/2) buyrulur. Bizim onu böyle bütün varlıkları yaratmış,
mevcut kılmış ve düzene koymuş, takdir ve hidayet etmiş olmak gibi
niteliklerle tanımamız gerekir.
Görülüyor ki
ismi bu tarif ve izahı İsam'ın "eser" mânâsıyla açıklayarak, "Çünkü
Allah'ın eseri, isim gibi onun varlığına delalet etmektedir." dediği
mânâ üzerinde bir intikal adımı mânâsını taşıyan bir tariftir ki, bunun
özeti, isimde muteber olan asıl mânâyı akli ve tabii delalet ile
genelleştirmektir. Dolayısıyla bu bir mecazi mânâ olur. Bizzat âlemi
noksanlıklardan uzak tutmak gibi bir mânânın bulunduğu vehmine
kapılmamak ve tenzihte gözetilen itibari kayıt iyi düşünülmek şartıyla
bu aslında doğru bir mânâdır. Bunu caiz kılan bir karine (ipucu)
vardır. Ancak ilâhî isimlerin vahye dayalı olması esası ve zahiri
mânâyı göz önüne almamak için hakiki mânânın verilmesine engel bir
karinenin varlığı açık olmaması dikkate alınırsa mecazî mânâyı vermek
uzak olur. Şu kadar var ki bunda, ismin sahibine delaleti bir mânâ
vasıtasıyla olan fiil ve sıfat isimlerinin, bu delalet yönlerini izah
etme faydası vardır. Sofiyye anlayışında da sıfatlar zatın, isimler
sıfatların, eserler isimlerin netice ve gereği olan hükümleri olduğuna
göre, eserler isimlerin kendisi değil, hükümleridir. İsam'ın buna "isim
gibi delalet eder" demesi de, gerçekte isim olmadığını göstermektedir.
Mesela, yaratılmış olan, eser; yaratan, isim; yaratmak, sıfat; bu isim
ve sıfatla nitelenmiş olan Hakk'ın zâtı da, nitelenen ve isimlendirilen
yüce zattır. Bu isim ve sıfatların tenzih edilmesi ile asıl tenzihi
istenen odur, eserlerin kendisi değildir. Tenzih'in mânâsı da,
dediğimiz gibi, bu isimleri ve sıfatları eserlerin ve yaratılmışların
imkan dahilinde olan durumlarından soyutlayarak hepsinden üstün tutmak
ve şirke sapan veya Allah'ı yarattıklarına benzeterek tarif eden
inkârcıların yaptığı gibi onlara Allah'a layık olmayan bir mânâ
karıştırmamaktır. Şu halde asıl maksat zatın kendisini noksanlıklardan
uzak tutmak olduğu halde doğrudan doğruya bu emredilmeyip de ismin
noksanlıklardan uzak tutulmasının emredilmesi, sözlü tesbih bakımından,
zatın noksanlıklardan uzak tutulması ancak ismin uzak tutulmasıyla
ifade olunabileceğinden; fiilî tesbih bakımından da gerçek zatın bizim
dünyada akıl ve zihinlerimizin doğrudan doğruya yönelip idrak
etmesinden çok yüksek ve bizim ona yönelip kendisini tanımamızın ancak
sıfatlarını gösteren isimler veya eserler ile olabileceğinden dolayı
demek olur. Gerçi Allah'ın görülebileceği görüşünde olan Ehl-i Sünnet'e
göre zatın tecelli etmesi dahi caiz demek ise de, o ahirette olacaktır.
Sûrenin sonunda "Doğrusu temizlenen ve Rabbinin ismini anıp da namaz
kılan felah buldu." buyrulması tesbihin sözlü ve fiilîden daha genel
olduğunu anlatır. Sonra "Oysa ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır."
buyrulması da ahirette olacak tecellilerin en mükemmel tecelliler
olduğunu gösterir.
Biz bu
konuyu
şöyle özetlemek istiyoruz:
İsim
"Sahibinin
kendisiyle tanındığı şey" mânâsıyla, lafzî, aklî, tabiî delaletlerin
hepsinden daha kapsamlı olarak zihinlerimizin müessir (etkin) zata
yönelmesine sebep olan ve bizde ona dair bir tanıma yönü ifade etmek
üzere birtakım zihinsel şekiller ve mânâlar meydana getiren bütün sıfat
ve eserleri dahi kapsayabilirse de mantık ve psikolojide bilindiği
üzere bizim idrak ve tasavvurlarımızı ifade eden kavramların en açık ve
en sağlam olanları lafzî ve kelâmî suretlerle ifade edilip
ulaştırılabilen kavramlar olması nedeniyle isim denildiği zaman bundan
tam anlamıyla akla ilk gelen hakikat, bize bu isimlerin sahiplerini
lisanî suretler giydirerek gerek özel isim, gerekse sıfatlar halinde
ifade eden isimler ve sıfatlardır. Gerçekte "Kâinat satırlarını
inceleyip bir düşün. Çünkü onlar yüce âlemden sana gönderilmiş
kitapçıklardır." meşhur sözü gereğince kâinat satırlarının hangisi
incelenip üzerinde düşünülse, bize yüce âlemden gönderilmiş birer
mektup oldukları anlaşılır. Fakat bunların birer kitapçık ve mektup
olabilmeleri sade bilincimize ilişmeleriyle değil, bilincimizde
giyinmiş oldukları kelâmî suretler iledir ki bu kavramlar onların
söylenilmiş ve delil olarak gösterilmiş şekilleridir. Onun için burada
"Rabbinin ismi"nden maksat, gerek zat ismi gerekse sıfat ismi olarak
yüce Allah'ın zat ve sıfatlarını göstermek için söylenilecek,
düşünülecek olan lisanî isimler olmak gayet açıktır ve ilk akla gelen
de budur. Bunların en güzelleri de kitap ve sünnette gelen "esma-i
hüsna"dır. Bu nedenle bunlar nakle bağlı olan lisanî ve şer'î
özellikler taşıdığı gibi mânâ ve kavramları itibarıyla aklî özellikler
taşımaktadır.
Bu sebeple
burada tesbih etme ve noksanlıklardan uzak tutma emrinin yönüne işaret
olmak üzere "senin en yüce Rabbin" ismi hatırlatılmış; sonra da bu
rablık ve yüceliğin açıklanması ve isbatı için şu sıfatlarla
nitelenmiştir:
2. Yaratan
rabbin. O, her şeyin yaratıcısıdır. O her şeyden önce yaratma fiili,
yaratıcı olma sıfatı, yaratıcı isim ve sıfatıyla bilinir. Kuşku yok ki
yaratan Hâlık, yaratılan mahluktan yüksek ve üstündür. Allah,
yaratılanlarda bulunan imkan, sonradan olma ve bir illete ihtiyaç duyma
gibi noksan sıfatlardan uzaktır. Dolayısıyla yaratıcı ile yaratılmışı
isim ve sıfatlarda karıştırmamalı, yaratıcının ismini her şeyden üstün
tanıyarak onu tesbih etmeli, eksikliklerden uzak tutmalıdır.
"En yüce"
kelimesi Rabb'in sıfatı olduğuna göre, bu ile başlayan mevsul (bağ
cümle)leri de Rabbin sıfatıdır. Fakat "el-â'lâ", ismin sıfatı veya
açıklaması olduğuna göre ki, daha açık olan budur, bunun da isme sıfat
olması gerekir. Yoksa Rabb ile sıfatı arası ayrılmış olur. Bu ise nahiv
bakımından caiz değildir. Oysa "yaratma", ismin fiili değil, ismi
taşıyanın fiili olduğu için isme sıfat olması akla uygun olmaz. Bu
durumda 'nin sıfat olmayıp takdirinde, mukadder bir soruya cevap olan
bir başlangıç cümlesi olması daha uygun olur. Bununla beraber yaratma
doğrudan doğruya zatın gereği olmayıp "Tekvin" sıfatının gereği olması
nedeniyle yaratıcı isminin hükmü olmasına dayanarak yaratmanın isim
üzerine icra edilmiş olması da güzel bir nüktedir. Nitekim Ehl-i Sünnet
"âlimün biilmihi" (ilmiyle bilen), "kadirun bi kudretihi" (kudretiyle
güçlü,) "müridun biirâdetihi" (iradesiyle irade eden), "mütekellimün
bikelamihi" (kelâmıyla konuşan), "hâlikun bir sıfatihi ve fi'lihi"
(sıfatı ve fiili ile yaratıcı) demekle; Sofiyye de "eserler ve
hükümler, isimlerin gereğidir" demekle bu nükteye işaret etmişlerdir.
Evet, o
yaratıcı
yarattı da düzeltti, yarattığını çeşitli şekiller içinde düzene koyup
düzgünleştirdi. Sâdece basit bir yaratma ile bırakmadı, birçok
yaratışlar yaptı. Onları bir düzen ile doğrultup düzeltti. Bu da Rabb
isminin gereği olan Rabliğin hükmüdür. Bundan dolayı onun bir ismi de
"Rabb-i âdil" (Âdil Rabb)dir. Kuşku yok ki Rab, kuldan üstün ve
yücedir.
3. Şu da
Rablık
durumunun bir ayrıntısıdır: Takdir edip hidayet buyuran odur, yarattığı
her şeye "Allah her şeye bir kader verdi." sözüne uygun olarak ilim ve
iradesiyle bir kader tayin etti. Cinslerinde, türlerinde, bireylerinde,
sıfatlarında, fiillerinde, ecellerinde birtakım özelliklerle birer
sınır ve miktar tahsis etti. Mümkün olma tabiatında hep bir ve eşit
olan eşyadan herbirini var olma hususunda diğerinden bir miktar ile
ayırarak farklı mahiyetler, değişik kimlikler ile türlere ayıran, kayıt
ve sınır altına alan birer biçim takdir etti de ona göre herbirini,
kendilerinden tabii olarak veya kendi seçimleriyle ortaya çıkacak
özelliklerle kendileri dışında ortaya çıkacak özellikler arasında
ulaşacakları yaratılış gayesine doğru yöneltti. Ona göre tesirler,
meyiller ve ilhamlar yaratarak, deliller ortaya koyarak, âyetler
indirerek, niçin yaratılmışlarsa o miktara müyesser kılmak üzere yoluna
koydu. Rablık hükmüyle terbiye sayesinde başlangıçtan sona, dünyadan
ahirete doğru her birini yetiştireceği netice ve akibete ulaştırmak
veya buna giden yolu göstermektedir. Bu arada insana da akıl ve din
hidayetleriyle kendini ve yolunu göstermekte ve özel muhatap olan Hz.
Muhammed (s.a.v.)'in zatına nebilik ve resullüğü takdir edip hidayet ve
başarı ihsan etmiştir.
Gök
cisimlerinin
birbirleri etrafında yörüngelerindeki seyir ve hareketleri ve yalın
şeylerden bileşik şeylere doğru cisimlerin, madenlerin, bitkilerin ve
hayvanların durumları tetkik edilip incelenirse her birinde akıllara
hayret veren ve nakil ve ifade edilemiyecek kadar derin, ne kadar ince
ne kadar büyük ilim ve kudret ile irade ve hidayet tecellileri görünür.
Bilhassa insana özgü olan içte ve dışta bulunan hidayet türleri,
özellikle akıl ve din hidayeti ise onların kat kat derecelerle
üstündedir. Bununla beraber hiçbiri takdirsiz olmadığı gibi, hiçbiri de
miktarsız, sınırsız değildir. Hepsi nicelik kanunlarının hükmü altında
özel miktarlarla sınırlıdır. Hiçbirinde sonsuz külli bir kudret yoktur.
O ancak onları takdir edip yollarına koyan takdir edici, yol gösterici,
her şeyi bilen güçlü varlığın sanatı ve onun Rab'lık şanıdır. Hiç kuşku
yok ki bu takdir ve hidayeti yapan ilâhî kudret ve ilim, hidayete
muhtaç olan ve özel miktarlarla kayıtlı bulunan takdir edilmiş
varlıkların hepsinden yüce ve üstündür. Bazıları burada "hidayet"i,
akıl ve din hidayeti gibi insana mahsus olan hidayet ve irşat ile,
bazıları da bütün canlılara ait olmak üzere yaşadıkları süre içinde
kendilerine göre ihtiyaç duyacakları yiyecekler ve yaşamanın gereği
olan diğer şeylerin takdiriyle onlardan faydalanma yollarını tanıtmak
ve kaçılacaklardan kaçılıp koşulacaklara koşulmak ve ona göre organsal
vazifelerini yerine getirtmek mânâsıyla canlılarla ilgili ilhamlar ve
içgüdü ile tefsir etmişlerse de doğrusu insanlara ait olan ve özellikle
Resulullah (s.a.v.)'a ait bulunan hidayet ve yol gösterme, bunun en
yüksek misali ve asıl söylenme gayesi olmakla beraber hidayet etti
sözünün herhangi bir kayıtla kayıtlanmadan mutlak bırakılmasından
açıkça anlaşılan, "Her şeye hilkatini verdi ve sonra da doğruya giden
yolu gösterdi."(Tâhâ, 20/50) âyetinde olduğu gibi her şeyi gerek tabii
ve gerek isteğe bağlı surette yaratılış gayesine yöneltmek mânâsıyla
her şeyi kapsamı içine almaktır. Öyle ki, bir kürenin diğerine doğru
eksen veya yörüngesinde dönmesi, bir parçanın diğer bir parçaya doğru
çekilmesi, bir gazın genleşmesi ve büzülmesi, bir taşın yere düşmesi,
bir madenin billurlaşması, bir tuzun suda erimesi, bir kömürün oksijen
ile yanması, bir zerrenin organ olmaya sevki, bir hücrenin bir hücreyi
döllemesi gibi olayların meydana gelmesi de hep bu "hidayet" sözünün
ifade ettiği mânâya dahildir. "Takdir etti" sözü, bütün yaratılmışları
zatlarında ve sıfatlarında her birinin özelliklerine göre takdir etti
mânâsını kapsar. Gökler ve yer, yıldızlar ve unsurlar, madenler,
bitkiler, hayvanlar ve insanlardan her birine cüsse ve irilikte birer
özel miktar, yine her birine kalma hususunda özel bir müddet ve sıfat
ve renklerden, tat ve kokulardan, vaziyet ve durumlardan, güzellik ve
çirkinlikten, mutluluk ve bedbahtlıktan, hidayet ve sapıklıktan belli
bir miktar takdir edip "Hazineleri bizim yanımızda olmayan hiçbir şey
yoktur. Fakat biz onu sadece bilinen bir miktar ile indiririz."(Hıcr,
15/21) buyurduğu gibi belli ve özel bir kader ile sınırlayıp
özelleştirmiştir ki, bu mânâda yücelerin yücesinden aşağıların
aşağısına kadar bütün eşya ve âlemler dahildir. Onun için bunu tefsir
etmek ve ayrıntılarına girmek için ciltlerce yazı yazılsa yetmez, her
birini gözlem sahasında incelemek gerekir. Bununla beraber Allah
katında belli olan o kaderin sırrı bizim için ortaya çıkmadan önce
tamamen belli de olmaz. Sonra "hidayet etti" şunu gösterir ki: Mümkün
olma tabiatına nazaran herşey, var olma veya olmama hususunda her
özelliğe elverişli olmakla beraber, yaratıcının takdir etmesi ve
özellik vermesiyle, var olma hususunda her tabiat özel bir kuvvete
sahip olmaya hazır ve müsait kılınmıştır. Her kuvvet ancak belli
fiillere elverişli olmuştur. Tabiatta "ritim ve hareketsizlik" kanunu
diye ifade olunan mümkün olma tabiatına göre bir cisim sonsuz sayıda
hareket yapmaya elverişli varsayılırken cisimlerin sonlu ve sınırlı
hareketler içinde varlıklarının tükenip tabiatlerinin sona erdiğini
görürüz ki bu, işte yaratıcının o tabiate ayırdığı belli bir kader,
belli bir kabiliyettir. Her biri belli bir fiile kaynak olan bu özel
kavvetlerin o cüzler, uzuvlar ve cisimlerde yaratılmasıyla göreceği
işin tamamlanması için özel gayelerine yönetilmesi de o takdir
dairesinde özel bir hidayettir. Bütün bunların üzerinde takdir edici ve
hidayet edici olarak hükmünü sürdüren ilâhî kudretin hepsinden yüksek
olduğu açık bulunmakla onun yüce ismi bunlardaki sınırlılık ve eksiklik
lekelerinden uzak tutulmalı ve dolayısıyla onun emri ve tedbirinin
kâfirlerin tuzaklarına üstün geleceğinde şüphe edilmemelidir.
4. O
yaratma ve
düzene koyma, takdir ve hidayet etme şahitleri ile beraber şu nitelik
de buna özellikle şahittir: Otlağı çıkaran odur. Nâziât Sûresi'nde,
"Ondan (yerden) yerin suyunu ve otlağını çıkardı. Dağlarını oturttu.
Sizin ve hayvanlarınızın geçimi için"(Nâziat, 79/31-33) buyurulduğu
üzere insanların ve hayvanlarının faydalanıp yararlanması için güdek ve
yaylım yeri olan o merayı; o otlakla, o yaylalar, çiftlikler, bahçeler,
ormanlardaki türlü bitkiler, ağaçlar ve meyveleri ilâhî kudreti ile
taptaze yetiştirip çıkardı.
5. Sonra da
onu
kapkara bir sel köpüğüne çevirdi, gübre ve kömür haline getirdi ki
bunların en belirgin kabiliyetleri yanıp tutuşarak ateşe hizmet
etmektir. İşte hakka karşı tuzak kurma peşinde koşan kâfirlerin ve
insanlğın bedensel zevklerinden öte kıymet ve değerini tanımayan
bedbahtların sonu da bundan daha kötü olarak, aşağıda geleceği gibi
sonsuz büyük ateşe odun ve çıra olmaktan ibarettir.
Kusma ve kay
etme mânâlarıyla ilgili olan GUSÂ, lügat ve tefsirlerde açıklandığına
göre, sel suyunun otlaklardaki otları, çöpleri birbirine katarak
sürükleyip getirdiği ve derelerin etrafına fırlattığı ot, çöp, yaprak
ve köpük gibi karışımlara denir ki, bunu "sel kusuğu" ifadesiyle
terceme etmeyi uygun buldum. Alûsî'nin "Mecma"dan nakline göre aslı,
perakende cinslerden karışık şeylerdir. Araplar, perakende kabilelerden
toplanmış olan kavme "ahlât" ve "ğusâ" derler.
EHVÂ;
karamsı,
esmer, koyu yeşil, isli, duru renklere denir. Burada siyah veya esmer
veya yeşil mânâlarıyla tefsir edilmiştir. Birinci ve ikincide "ğusâ"
nın sıfatı, üçüncü de ise mer'ânın yerini tutan "onu yaptı"
cümlesindeki "o" zamirinden hâl olması düşünülmüştür ki, kapkara veya
esmer bir sel kusuğuna çevirdi, yahut yemyeşil iken bir sel kusuğuna
çevirdi demek olur.
Burada biri
kısa
ve toplu, diğeri ayrıntılı iki göz atma ve düşünce vardır:
BİRİNCİSİ,
otlaklardaki yeşil bitkilerin kuruyup dökülerek veya hayvanlar
tarafından yenilip çıkarılarak sel sularının süpürüp sürükleyeceği
gübre ve tortular haline getirilmesidir ki, o zaman kömür gibi siyah
veya esmer, yanabilir nitelikte bir madde olur kalır.
İKİNCİSİ,
yerküre katmanları ve maden ilimlerinde bahsedildiği üzere karbon
(kömür) teşekküllerine ait "turp" denilen yanabilir madde ile
taşkömürlerinin oluşum şekillerine işaret olmasıdır ki, her iki şekilde
insanlığı sırf maddi ve hayvani, bedenden ibaret kabul eden ve bütün
zevklerini "Kâfirler ise zevklerine bakarlar ve hayvanlar gibi yiyip
içerler."(Muhammed, 47/12) buyrulduğu üzere hayvan gibi yiyip içip
bedenî arzularını elde etmede arayanların sonlarına dikkat nazarlarını
çekmek vardır.
"Keşfu'l-Esrari'n-Nuraniyyeti'l-Kur'âniyye"de
bu âyetin tefsiri ile ilgili olmak üzere yerküre katmanlarıyla uğraşan
âlimlerin taşkömürü hakkındaki inceleme ve keşiflerinden bahsederek der
ki:
Günlük gazlı
arazi yüzeyi üzerindeki boşluklarda ve az meyilli vadilerde ve bataklık
olan engin yerlerde bitkilerden birtakım tortular oluşur ki bunlar
çözüldükçe onlardan yanabilir bir cisim meydana gelir. Bu çöküntü ve
tortular ancak özel durumlarda oluşur. Akarsularda ve derin havzalarda
ve suyu bazı zamanlar kuruyan yerlerde oluşmaz. Bu cisme turp ismi
verilir. Bunun oluşumu özellikle suda devamlı gömülü duran nebatat-ı
haleviyyenin (tohumsuz ve yapraksız küçük bitkilerin) üst üste
birikmesinden kaynaklanır. Bunlar diğer çeşitli su bitkileri gibi hızla
çoğalırlar. Bu tortuların asıl hamuru, yani su bitkilerinin hepsini
kuşatan madde onlardan oluşur. Bazan da nehir sularının çektiği bir çok
bitki de onlara katılıp çözülmelerine yardım eder ve çok kere bunların
farklı derinliklerinde, özellikle aşağı kısımlarına doğru gömülmüş
büyük ağaçlar bulunur. Tortunun oluştuğu kum ve kuru balçık üzerinde
yığılmış olurlar. Bazan da bu ağaçlar dikey vaziyette olurlar. Çoğu
zaman da yerlerinde turpun oluştuğu o yerin engininde sabitleştirilmiş
köklerinin yakınında kırılmış bulunurlar. Bazan bu ağaçlar turpun
oluşumundan önce sabit oldukları yerde gömülmüş tam ormanlardan çıkıyor
gibi bir düzeye bırakılmış bir durumda çok sayıda olur. Bunlar
asrımızın bitkilerine nisbet olunur zamklı sakızlı (reçine) ve meşe
ağacı türleridir. Bazan da kuşdili türünden olurlar. Reçine türü
ağaçlar aşağı yukarı tabiî hallerinde kalırlar. Çünkü bunlar
sertliklerini korurlar. Fakat kurumuş ve tuz haline gelmiş olmakla
kararmışlardır. Turpun oluştuğu sahalarda sığır boynuzları, deve
kemikleri gibi memeli hayvanların kalıntıları da bulunur. Turpun
oluştuğu sahalar farklı arazi türleri üzerinde birikip yığılırlar.
Bazan da billurlaşmış arazi üzerinde toplanırlar ve her halde kum veya
balçık tortuları ile başlamamış olması nadirdir. Turpu oluşturan
maddelerden bazılarında öyle bitki kalıntıları bulunur ki, birbiri
üzerine yığılmış muhtelif kalınlıkta bir tek kütle olmuş, altta kalan
parçasına doğru daha çok kararmış ve giriftleşmişti. Bazısında da
bibirinden ayrılmış tabakalar şeklindedir. Bunlar kendilerini örten
sıra sıra tortulardan oluşmuş, farklı kalınlıklarda tortularla
ayrılmışlardır. Bu tortular da kumdan ve alçı yahut kuru balçık,
yumuşak taştan oluşmuştur. Birçok tatlı su kavkılarını ve ırmak
sularının çektiği kara kavkılarını içerir.
Çok kere
turpun
yüzeyi sularla örtülüdür. Bazan da rutubet ve neme uygun farklı
bitkiler biten bir arz ile örtülü olur. Yukarıda turpun, ancak
derinliği az suların altında oluştuğunu söylemiştik. Fakat çok kalın
turp tortularıda vardır. Bunlar özel durumlarda oluşmuşlardır. Bu
tortuların bulunduğu yerlerde, büyük bir ihtimalle, oluşumları
sırasında ardarda düşme ve inmeler olmuştur. Buna delil turp içindeki
toprak bitkilerinin tabakaları ve turpu oluşturan maddelerin sahasında
yerlerine yıkılmış ormanlar gibi atılmış ağaçlardır. Bunlar öyle
hallerdir ki o toprağa bir zaman kuruluk arız olmuş, sonra diğer bir
zaman sularla örtülmüş ve bu minval üzere devam etmiş demektir. Turp
maddelerinin toprak yüzeyi üzerinde yayılmaları çoktur. Onun için bütün
yüksekliklerde arzın değişik boşluklarını işgal ederek farklı
genişlikte havzalara ayrılmış olur. Bir kısmı Alp Dağları'nda olduğu
gibi dağ başlarında ve Fransa'nın merkezinde ve benzeri yerlerde olduğu
gibi yüksek dağ yüzeylerinde bulunur. Engin ovalarda da çok miktarda
bulunur. Hatta Prusya'da ve Hollanda'da olduğu gibi büyük genişlikleri
kaplar.
Turpun çoğu
nehir bitkilerinden oluştuğu gibi bazısı da denizlere bitişik
bataklıklarda oluşur. Buralarda Turp tortuları su yosunu türlerinden ve
deniz bitkilerinden oluşur. Nitekim okyanusun kumluk sahillerinde
böyledir. Bazan da dağlar üzerinde bitki yapraklarından ve nemli
vadilerin diplerinde birikip yığılan değişik kalıntılardan geçici
tortular hasıl olur. Bundan iyi olmayan bir turp çıkar. Yakmak için
kullanılması mümkün olmaz.
TAŞKÖMÜRÜ:
Yerkürenin içinde bulunan kömür tortularının, turp gibi birbiri üzerine
yığılmış bitkilerden teşekkül ettiğinde şüphe edilmiyor. Bunun delili o
kömürde ve turpta büyük büyüteçlerle görülebilen kalıntılar ve aynı
şekilde bitişiğindeki çamur maddelerde bulunan saplar ve çok sayıda
yapraklardır. Jeologların bu meselede görüşleri birdir. Ancak bu
yığılma ve birikimin nasıl olduğu hakkında fikir birliğine
varamamışlardır. Bazıları şöyle der:
Kömür
tortuları
nehir sularının yahut daha önce bazı yerlerde mevcut olan denizlerin
dalgalarının getirdiği büyük kütlede bitkilerin gömülmesinden
oluşmuştur.
Bazıları da
şöyle der:
Bu
tortuların
çoğu, açık olan arzın havuzu andırır çukurlarında oluyor. Su ağızları
da ona komşu bitki kalıntılarını sevk etmiş olur.
Birinci
görüş
reddedilmiştir. Çünkü bu durumda bazı ülkelerde bulunan tabakalar gibi
cidden kalın kömür tabakalarının oluşması için suların getirdiği büyük
kütleli bitkilerin büyük bir yüksekliği bulunması gerekir. Yani
kalınlğı bir buçuk yahut üç yahut kırk zira' olan kömür tabakaları kırk
veya yetmişbeş veya yüzyirmi zira' kalınlığında ağaç tabakası
gerektirir. Bunu ise akıl kabul edemez. Çünkü bu tabakalar ne
nehirlerin yüzeyi üzerinde ne de denizlerin birçoğunun yüzeyi üzerinde
yüzmez.
İkinci
görüşte
ise bir zorluk yoktur. Bu ancak taşkömürünün oluştuğu organik
maddelerin birikip yığılması için lazım gelen bir zamanın geçmesini
gerektirir.
Görünüşte bu
zaman cidden uzun olmuştur. Çağımıza kadar kalmış eski ormanlarda bir
yılda oluşan karbon miktarı hakkında bazıları şöyle demiştir: Bundan
her asırda kalınlığı yüzde bir buçuk bir kömür tabakası oluşur. Fakat
hayvanların oluşmasından evvel eski zamanda hava boşluğu birtakım
buharlarla dolu idi. Bundan cidden kuvvetli bir bitki olmuştu. Arzın
içinden de yukarı birçok karbonik asit çıkıyordu. Bu nedenle bitkilerin
içinde karbon hızla yerleşebiliyordu. Hem oluşması uzun zaman
gerektiren sadece taşkömürü tortuları değildir. Tortuların hepsi
böyledir. Cidden büyük kalınlık kazanmış olan kavkılı ve alçılı taş
tortularının oluşması birçok asrın geçmesini gerektirir. Kömür
tortularını turpa benzetenlerin görüşü şununla da desteklenmiştir:
Gerek taşkömüründe ve gerek turpta büyük büyüteçlerle birçok çiçeği
saklı nebatat-ı haleviyye kalıntısı keşfediliyor. Aynı şekilde
yerkürede kökleriyle, dikili ağaçlarla ve onların şist-i fahmîde saklı
yapraklarıyla desteklenmiş, aynı şekilde değişik genişlikteki
havzalarda birbirlerinden ayrı olarak bulunmalarıyla da
desteklenmiştir. Bütün bu durumlar açık, yerkürenin çukurlarında
oluşmuş birtakım bataklıkların olduğunu gösterir.
Sırası
gelmişken
bu konudaki fikir ve düşünceleri biraz daha açalım:
Kur'ân'dan
da
anlaşıldığı üzere Arz, başlangıçta düz bir şekilde idi, dağlar yoktu,
sularla gömülü olup sabit değil, çalkantılı idi. Sonra burada
bitkilerden bazı türler bulundu. O zamana ait bitkilerin şekilleri
zamanımızdaki bitkilerin şekillerine benzemiyordu. Yosun familyasından
ve kükürtlü bitki familyasından idi ki bunlar çiçekleri gizli,
terkipleri basit bitkilerdir. Fakat ilk yaratılışlarında kütleleri
büyük ve sayıları çoktu. Bu bitkilerden kömür Arz'ı oluşmuştur.
Yanabilen bu cevher hayvanların oluşmasından evvel eski zamanlarda
bulunan bitkilerden hasıl olmuştur. Sonra dağların oluşması nedeniyle
Arz'ın büyük derinliklerinde gömülü kalınca tabii durumu ve şekli
türlere ayrıldıktan sonra zamanımıza kadar kalmış ve bazı unsurlarını
kaybedince zift ve katranlı maddeler içirilmiş bir kömür haline
gelmiştir ki bu maddeler bitkisel maddelerde meydana gelen ağır
çözülmelerden hasıl olmuştur. Bu şekilde anlaşılıyor ki mutfaklarda,
fırınlarda, sobalarda, buhar makineleri ve diğer yerlerde kullanılan ve
havagazı üretilen taşkömürü ormanların oluştuğu bitki maddesinden
ibarettir. Bu madde eski zamanlarda bataklıklarda bitmiştir. Kömür
devri bitkilerinin başlıca niteliği, vaktiyle yerküreyi tamamıyla
örtmekte bulunan bitkiler gibi büyük olmasıdır. Zira hava boşluğu o
vakit çok hararetli ve çok nemli idi. Onun için kömür devri
bitkilerinin nisbet olunduğu cinsler şimdi ancak sıcak ülkelerde
yaşıyabiliyor. Bu kazı bitkilerinin büyük gelişmesi gösteriyor ki hava
boşluğu o vakit nem ile dolu idi ve bu sıcaklık derecesi arzların
hepsinde bir idi. Yok olmuş olan bitki türlerinin gelişme derecesi bir
ve bunların Ekvator dairesinde de Kutup dairesinde de bulunduğu
gözlemle bilinmiş olduğu için bundan şu netice çıkarılır ki, Arz'ın
üçüncü devri olan o zamanda her tarafta ısı derecesi eşit idi. Bütün
kürede ancak bir çap vardı. O zaman ki bitkilerin enteresan vasfı,
harikulade olan gelişmeleridir. Eğrelti otu türleri ki zamanımızda
ondan ancak soğuk ülkelerde otsu türde kalmış bitkiler biter. O vakit
ondan şimdiki katran ağaçlarından daha yüksek büyük ağaçlar oluşuyordu.
Bitkisel kükürt de böyledir. Zamanımızda yüksekliği bir zira iken,
eskiden yüksekliği otuzüç, kırk zira'a kadar varıyor, çapı da birbuçuk
zira oluyordu. İşte kömür devrindeki geniş ormanlar bu yüksek
ağaçlardan oluşuyor ve bunlar yeryüzünü kutuptan kutba tamamen
örtüyordu.
Kömür
zamanını
açıklamak için bu zamanı ikiye ayırmak gerekir:
Birincisi,
alçılı kömür taşı müddetidir ki bunda önemli deniz tortuları ortaya
çıkmıştır. İkincisi de kömür müddetidir. İşte alçılı kömürün oluşması
bu iki müddette ve özellikle ikinci müddette meydana gelmiştir.
Önce, alçılı
kömür taşı müddeti: Adaları örtmekte bulunan ğrelti otu türünde
bitkiler, yahut at kuyruğu, yahut bitkisel kükürt yahut konik türü
bitkiler familyasına benzer iki çenekli bitkiler türünden imiş. Halka
yapraklı türleri ve geride kırıntı bırakan bitki türleri iki çenekli
bitki türleri olarak bitmiş ve nesli kesilmiş familyalara nisbet
olunuyorlar. İran kamışı türünden büyük yükseklikte bitkiler bu
müddette çokmuş ve bu ağaçlardan her birinin uzunluğu onüç ziradan
onbeş zira'a kadar olurmuş.
İkinci
olarak
kömür müddeti: Bu müddetin özelliği arzı örten enteresan bitkilerin çok
oluşudur. O zaman bitkiler gelişmede birbirlerine benziyordu. Kömür
devri bitkileri zamanımızdaki bitkilerden tamamen farklıdır. Kömür
devrine ait hayati ve geçici durumlardan o asli bitkilerin
diğerlerinden ayrıldığı nitelikler bilinir. Devamlı yağmurlar, şiddetli
ısı, devamlı sisle kapalı hafif ışık, işte bunlardan özel bitki ortaya
çıkıyormuş ki zamanımızda ona benzer bitkinin oluşması mümkün olmuyor.
Bununla beraber o zamanın bitkisini hayalde canlandırmak isteyince
senenin üçyüz günü yağmur düşen ve güneşi devamlı bir sis ile kaplı
bulunan bazı adaları ve sahilleri düşünmek gerektir ki, öyle adanın
bitkisinden, kömür çağında yerküreyi örten bitkiler aşağı yukarı göz
önünde canlandırılabilir. O adada sivri uçlu ağaç türünden ormanlar
oluşuyor ki gölgesinde sivri uçlu ot türleri, bataklıklı arz üstünde
bir zira'a kadar gelişip yükseliyorlar. Onların altında da birçok gizli
küçük bitkiler bitiyor. İşte bu bitkilerin şekli, o kömür çağındaki
bitkiler gibidir. Bu bitkilerin, dediğimiz gibi, cinsleri azdır. Fakat
o az familyalar birçok türleri içeriyordu. Avrupa'da kömürlü araziden
kazılan sivri uçlu ağaç türleri ikiyüzellidir. Oysa şu anda Avrupa'da
biten bu tür ağaçların adedi ancak elli neviye ulaşıyor. Çıplak tohumlu
ikiçenekli bitkilerin sayısı da tür olarak yüzyirmiden fazladır. Oysa
şu anda yaşayan yirmibeş türdür.
TAŞKÖMÜRÜ
NASIL
OLUŞUR?
Taş
kömürünün,
uzun süre arzda kalan bitkilerdeki cüz'î çözülmenin neticesinden ibaret
olduğunu ve jeoloji âlimlerinin bu görüşte birleştiklerini söylemiştik.
Gerçekte taşkömürü madenlerinde bu bitkilerin kalıntısı çok kere
gözleniyor ve kömürlü arazi onların kökleri ve yaprakları ile kendini
gösteriyor. Çok kez taşkömürü tabakalarında büyük ağaçların köklerini
de bulmuşlardır.
İhtimal ki
taşkömürünün Arz'ın içinde varlığı, uzaktan gelmiş bitkilerin
püskürmesinden çıkmış; bunları nehirler yahut denizler sürüklemiş,
büyük kasırgalar gibi yüzeyleri üzerinde yüzdürmüş getirmiş, sonra
çeşitli yerlerde durmuş, sonra da birtakım arazi ile neftlenmiştir.
Yine ihtimal ki, onun oluştuğu bitkiler, yerlerinde yaratılmış ve
gelişmiş de sular vasıtasıyla başka bir yere nakledilmemiştir. Bu
durumda kaynak yaratılmış sonra bulduğumuz yerlerinde ölmüş bitkiler
kütlesinin çözülmesidir.
Yukarıda
geçtiği
gibi, önceki ihtimal uzak, ikinci ihtimal akla yakındır. Zira bunda
taşkömürünün oluştuğu organik maddelerin birikip yığılması için gerekli
olan zamandan başka bir şey lazım gelmez. Kömürlü arazi tabakalarının
paralelliği ve onda ince parça kalıplarının korunması gösteriyor ki
tabakalar tam bir sükunetle oluşmuştur. Bundan şu netice çıkar ki:
Taşkömürü, bitkilerin yerlerinde, yani geliştikleri bataklık yerlerde
ölüp çözümlenmesinden çıkmıştır.
Şu da
düşünülsün
ki, Taşkömürü devrinde yer kabuğundan ancak aşağı kısmında akıcı bir
kütle üzerine yerleşen esnek ince bir kılıf oluşmuştu. Şimdiki
denizlerimiz gibi ay ve güneşin çekimlerine uyarak içindeki akıcı kütle
de ard arda meydana gelen yükselip alçalma hareketleriyle sallanıyordu.
Bu iki hareketten değişik boyutta müddetler içinde büyük bir aşağı iniş
oluyordu. Arzın dışı aşağı indikçe sular o ormanları, kömür devri
bitkilerinden olan büyük kütleleri bürüyor. Sonra bunların üstünde
diğer ormanlar bitiyor. Sonra yine arz aşağı çökünce onları da sular
bürüyordu. Bu ikili görünüm, yani bitkilerin su altında kalması ve yine
aynı yerde yeni ormanların gelişmesi halleri ard arda gelince taş
kömürünün oluştuğu büyük bitki kütleleri yığılmış ve bunun olabilmesi
için birçok asır geçmiştir.
O halde o
eski
zaman bitkilerinde meydana gelen değişimler nedir ki, onlar zift ile
dolu bir kömür kütlesine dönüşmüş? O suların bürüdüğü bitkilerin
kütleleri hafif, süngerimsi idi. Şimdi bataklıklarda oluşan turpa
benziyordu. Suda kalınca onlarda az bir kokma ve ekşime hasıl olmuştur
ki bunu şundan fazla izah mümkün olmuyor: O eski zaman bitkilerinde
meydana gelen ayrışım, akıcı birtakım madeni gazların oluşumu ile
birlikte idi ki taşı onları içiyordu. Onun içtiği katranlı yağların
kaynağı da yanıcı zift türleridir. Turp tabakaları üzerlerini örten
arazinin altına gömüldükten sonra o gazların yayılması devam etmiş ve
taşkömürü o büyük katılım halinde o arazinin ağırlık ve baskısıyla o
büyük belirgin yoğunluğunu kazanmıştır. O arazinin ortasından çıkan
ısının da onda büyük etkisi olmuştur. Kömür tabakalarındaki
farklılıklar bu iki sebebe nisbet olunmalıdır: Baskı ve merkezî ısının
etkisiyle meydana gelen kızma. Bu nedenle alt tabakalar üst
tabakalardan daha kuru ve daha sıkıdır. Çünkü aşağıda ısının etkisi
daha yüksek ve yukarıdan üzerine gelen baskı ve sıkıştırma daha
kuvvetlidir. Defalarca tekrarlanan tecrübelerden taşkömürünün nasıl
oluştuğu anlaşılmış, ağaç ve diğer bitkisel maddeler üzerine baskı ve
ısı etkisiyle cidden sıkı bir taşkömürünün oluşmasına muvaffak
olunmuştur. Bu tecrübede kullanılan aygıt ile bitkisel maddeleri su
ile, ıslak çamur ile kuşatılmış olarak baskı altına almak ve uzun süre
etkisi devam etmek üzere yüksek derecede ısıya maruz bırakmak mümkün
oluyordu. Bu aygıt kapalı değildi, lakin gazların ve buharların
çıkmasına engel oluyor, o suretle bitkisel maddelerin ayrışması,
oluştukları unsurların ayrılmasına engel olacak bir baskı etkisiyle
rutubetle dolu bir ortamda (milyoda) meydana geliyordu. Bu aygıta
farklı nitelikte tahta biçmeleri konulunca ondan bazan parlak, bazan
donuk taşkömürüne benzer ürünler oluşmuştur. Bu farklılıklar da
tecrübeye sunulan tahta sınıflarının farklılığından kaynaklanmıştır ki
kömür türlerinin farklılığına da sebep olarak bu gösterilir. En iyisini
Allah bilir.
İşte
detayına
girmeden şöyle kısa bir bakışla bakıldığı zaman otlaklarda taptaze
çıkan bitkilerin bir müddet sonra kuruyup çürüyerek gübre ve kömür gibi
kara bir çerçöpe çevrildiği görüldükten başka, derinlemesine bir
bakışla bakıldığı zaman da bütün maden kömürlerinin dahi mahiyetinin,
bitkilerin sular içinde ölüp çözümlenerek çevrildiği kara bir bitki
artığından ibaret olduğu ve dolayısıyla "Karamsı bir sel kütüğü"
tabirinin buna da işaret etmekte bulunduğu anlaşılır. Yüce Allah bu
yerküre üzerinde ne otlaklar, ne bitkiler, ne ormanlar çıkarmış, sonra
da onları ziftli, katranlı kapkara bitki artığı, bir çöp yığınına
çevirmiştir. Bütün bunlar onun yaratması, düzene koyması, takdir edip
bir halden başka bir hale çevirmesi ile Rab'lığının eseridir.
İşte
insanlığı
sırf bitkisel ve hayvansal biçimde sade bedenî gayelerle anlamak
isteyen bedbahtların sonları da böyle kara bir yığıntıdan ibaret olan
maden kömürleri gibi yanabilir olmaktan başka bir şey değildir. Bunları
bu şekilde haber verip hatırlatarak anlatmasının da o yüce Rabb'in
kendisini insanlığa tanıtmak için ayrıca bir hidayet ve yol göstermesi
olduğunda şüphe yoktur.
6. Bundan
dolayı
bütün yaratılmışlara yapılan genel hidayeti topluca beyan ettikten
sonra insanlara olan hidayetin en büyük misal ve şahidi olmak üzere
bilhassa Hz. Peygamber (s.a.v.)'e olan özel hidayetini beyan edip
anlatmak için buyuruyor ki: Bundan böyle seni okutacağız. Yani "Sana
böyle işte emrimizden bir ruh vahyettik. Oysa sen Kitap nedir
bilmezdin."(Şûrâ, 42/52) değerli hitabıyla hatırlatıldığı üzere sen
kitap nedir, okumak nedir, bilmezken bundan böyle Ruhu'l-emin,
Ruhu'l-kudüs olan Cebrail vasıtasıyla sana okuyacağın bir kitap olan
Kur'ân'ı vahyederek indirip belleteceğiz. İneni ve indirileceği okumaya
muvaffak edeceğiz. Yahut, vahy ile seni Kur'ân ve kırâet sahibi
yapacağız. Bu şekilde bu, olağanüstü ilâhî risalet ve hidayeti gösteren
bir âyet, bir mucize olarak artık unutmayacaksın. Bu unutmamak, bu
derece kuvvetli bir hafızaya sahip olmak da diğer bir âyet ve mucize
olacak. Nitekim bunun gelecek için vaad edilip haber verilmesi ve
öylece vuku bulması da ayrıca bir mucize olacaktır. Bu gösteriyor ki,
okutmaktan maksat ezbere okutmaktır. Yoksa yüzüne yazı okutmak
değildir. Bazıları da, "unutmamaktan asıl maksat, gereği ne ise ona
göre amel etmektir" demişlerdir.
7. Ancak
Allah
dilerse başka. Çünkü o
unutturmak isterse unutturur. Yani böyle unutmamayı kesin olarak vaad
edip haber vermek, Allah'ın artık onu unutturmaya gücü yetmeyecek
mânâsına gelmez. Onu hiçbir şey aciz bırakamaz. Böyle kuvvetli bir
hafıza gücü verdikten sonra o dilerse bu gücü çeker alır.
Unutturacağını tamamen unutturabilir ki bu bir nesh olur. O zaman da
"Biz herhangi bir âyeti nesheder veya unutturursak, ondan daha
hayırlısını veya mislini getiririz."(Bakara, 2/106) hükmü cereyan eder.
Fakat Allah'ın yardımıyla sen bundan böyle unutmayacaksın. Senin böyle
bir mucizen de olacak.
Bazıları şöyle der: Bu
âyetteki
istisna,
azlık ifade etmek içindir. Nitekim Buhari'de şöyle bir rivayet vardır:
Hz. Peygamber (s.a.v.) namazda okurken bir âyet atlamıştı. Sabah namazı
idi. Übeyy bu okunmayan âyetin nesh edildiğini sanmış, sormuştu.
Rasulullah (s.a.v.) "unuttum" buyurmuştu. Rasulullah (s.a.v.)'da böyle
nadir de olsa unutma vaki olursa yüce Allah onu bırakmaz hatırlatır,
veya hatırlatacak bir sebep nasip ederdi. Nitekim "Bahru'l-Muhit"de
yazıldığı gibi, Abbad b. Beşir'in okumasını işittiğinde, "Bu bana filan
ve filan sûrede şu ve şu âyeti hatırlattı." buyurmuştu. İşte böyle az
bir unutmayı istisna olmalıdır denilmiş ise de cüz'î, bir an için
meydana gelen böyle bir kaç unutma, tilaveti neshetmek mânâsında olan
devamlı unutturma mahiyetinde olmayıp okurken ve namaz kılarken ümmetin
kurtulamayacağı bu gibi unutmalar hakkında "hükümleri öğretme"
kabilinden demektir. Yahut bu unutma olayı "Artık unutmayacaksın."
vaadinden önce olmuştur. Bunun için bazıları da demişlerdir ki: Bu
istisna, azlık
mânâsına olarak hiç olmamaktan mecazdır. Nitekim bazan, "onu söyleyen
pek az bulunur" derler de "bu söylenmez" demek mânâsını kastederler.
"Onlarda hiç
kusur yoktur. Şundan başka ki ordularla çarpışmaktan kılıçlarında bazı
gedikler vardır." beytinde olduğu gibi, istisnanın olumsuzluğu
vurgulamak için kullanıldığı da meşhurdur. Zira ordularla çarpışmanın
neticesi yalnız kılıçlarında bazı gediklerden ibaret olması kahramanlar
için bir ayıp değil, yüksek bir övgüdür. Kusursuzluğu yüksek bir övgü
ile vurgulamak için bu istisna ile "Yermeyi hissettiren şeyle övmek"
denilen bir bedi' sanat yapılmıştır ki, burada da bu kabildendir.
Alûsî'nin
yazdığı üzere "Kazi Haşiyesi"nde İsam şöyle demiştir: Bu açıklamaya
göre istisna, olumsuzluğun genelliğini vurgulamak içindir, genelliği
bozmak için değildir. Buna, "umumu vakitlerden istisna etmek" de
denilir.
Yani hiçbir
vakit unutmayacaksın, ancak Allah unutmanı dilediği vakit hariç. Fakat
Allah da onu dilemeyecek. Dolayısıyla hiç unutmayacaksın demek olur. Bu
mânâ cennet ehli hakkında "Rabb'in başka bir müddet dilemezse, gökler
ve yer durdukça ebedi olarak orada kalacaklardır."(Hud, 11/108)
âyetindeki istisnanın mânâsı gibidir. Ferra bu kanaate varmış ve
demiştir ki: Bu istisna ile yüce Allah peygamberine hiçbir şeyi
unutturmayı dilememiş, yalnız şunu anlatmıştır ki, "Andolsun ki, eğer
dilersek sana vahyettiğimizi tamamen gideriveririz."(İsrâ, 17/86)
buyurduğu gibi, dilese unutturur, buna gücü yeter. Fakat dilememiştir.
Nitekim peygamber (s.a.v.)'e, "Andolsun, eğer şirk koşarsan bütün
amelin boşa gider."(Zümer, 39/65) buyrulmakla ondan elbette bir şirk
vuku bulacağını değil, vuku bulması var sayıldığı takdirde bile fasit
ve mahzurlu olacağına işaretle vuku bulmayacağı vurgulanmış olduğu
gibi, burada da bundan sonra unutmanın, az da olsa, vukuuna değil, asla
vaki olmayacağına ve şu da var ki onun unutmaması kendi kuvvetinden
değil, sırf Allah'ın lütuf ve ihsanından olduğuna dikkat çekmek
içindir.
İşte bu
istisnanın faydası, unutmama vaadinin böyle sırf Allah'ın dilemesinden
ileri gelen bir ilâhî lütuf olduğunu beyan suretiyle vurgudur. Ebu
Hayyan, Ferra'nın bu yorum ve izahına ilişmek istemiş ise de onun edebi
zevkini kavrayamamış olduğu anlaşılıyor. Alûsî gibi Abduh da Ferra'nın
bu yorumunu takdirde isabet eylemiştir. Ancak bu durumda "unutma"dan
maksat, devam edip giden unutmadır. Dolayısıyla yerleşmiş olmamak üzere
haberde geldiği gibi bir-iki an için bir hikmetten dolayı vaki olan
cüz'i unutma buna zıt olmaz. Şu halde gerek "azlık" mânâsına gidilsin,
gerek "vurgu" mânâsına gidilsin iki takdirde de maksat bir olmuş olur.
Yani unutmasının sürekli olmaması, bu vaad gereğince Hz. Peygamber
(s.a.v.)'in mucizelerinden birisidir. Birkaç defa bir hikmetten dolayı
cüz'i unutmanın vuku bulması da bununla çelişki teşkil etmez. Bu vaad
ve dilemenin, diğer bütün esma-i hüsnanın ifade ettiği mânâları
kendisinde toplayan Allah ismine isnat edilerek anlatılması da ululuk
terbiyesi ve bu vaad ve dilemenin diğer isim ve sıfatlarda değil
hepsini kendinde toplayan "ilâhlık" ünvanı üzerinde dolaştığına dikkat
çekmek ve "yüce Rab"tan maksadın ne olduğunu da açıklamaktır. Sonra bu
vaad ve hikmet şununla da vurgulanarak açıklanmıştır.
Kuşkusuz ki
o (Allah), açığı da bilir gizliyi de, herşeyden ve hallerinizden açık
ve alenî olanı da bilir, gizleneni de. Dolayısıyla bu "okutma" ve
"unutturmama" vaadini de ona göre her şeyi kuşatmış olan ilmiyle
yapıyor. Buna tamamiyle güvenmek ve itimat etmek ve onu noksan
sıfatlardan uzak tutmak gerekir. Başka bir mânâ ile, o açıkça yüksek
sesle okunanı da bilir, gizli okunanı da. Sırasına göre açıktan veya
gizliden vahy ile açık veya gizli oku ve unutmayıp gereğine göre amel
et. Bu cümle, ara cümlesidir. Şu da başındaki "ve" âtıfası (bağlacı)yla
"seni okutacağız" cümlesine bağlıdır.
8. Ve seni
kolay olana muvaffak kılacağız. Her hususta en kolay yola veya gayeye
erdireceğiz. Bu başarılı olmayı sana kolaylıkla yapabileceğin bir
haslet ve sende yerleşmiş bir meleke edeceğiz. Dolayısıyla dinin her
sahasında; ilimde, öğretmede, amelde, doğruyu gösterme ve bulmada en
kolay yola muvaffak olacaksın. En zor gayelere kolaylıkla ermek senin
ve dininin bir özelliği olacak. Bunun içinde açık ve gizli olarak vahiy
alma ve ondaki hoşgörülü ve sıkıntısız şeriat ve hükümlerin gerek nefsi
olgunlaştırmak ve gerekse başkalarını olgunlaştırmakla ilgili ilâhî
kanunların kavranmasını kolaylaştırmak dahi bulunur. Bir Allah inancı,
ihlas, hakkı bilmek, usülüne göre gayret sarfedip amel etmek her
kolaylığın başı olmakla beraber, kolaylığın başı da yüce Allah'ın
başarı lutfetmesidir. İşte böyle açık ve gizliden okutup unutturmamakla
en kolay yolu nasip etmek ve buna başarılı kılmak da vaad edilmiştir.
9. Onun
için
(oku, unutma da) hatırlat. Onun içerdiği hükümleri ve bilgileri
insanlara ulaştırıp öğreterek vaaz ve nasihat et, öğüt ver, düşündür.
Eğer vaaz ve hatırlatma fayda verirse, ki herkes için olmasa bile,
muhakkak az çok faydası olur. Nitekim "Öğüt ver, çünkü öğüt müminlere
fayda verir."(Zâriyât, 51/55) buyurulmuştur.
Tefsirciler
demişlerdir ki: Resulullah (s.a.v.) mutlak olarak öğüt vermekle memur
olduğundan bu şart, esas itibarıyla bir kayıt için değil, vurgu ve bir
dereceye kadar hafifletmek içindir. Vurgu ifade etmesi şundandır:
Aslında fasih ve düzgün olan bir öğüt, muhataplar hakkında mutlaka bir
fayda ifade eder. Muhatapların ondan faydalanmak isteyip istememeleri
ise başka bir şeydir. O halde, "öğüt bir fayda verirse" demek, olması
kesin olan bir şarta bağlamak mânâsında olur. Bu ise, "öğüt ver, çünkü
öğüdün bir faydası olduğu muhakkaktır" demek gibi bir vurgu ifade eder.
Aynı zamanda bunu bu şekilde ifadede bir hafifletme vardır ki, o da
şudur: Resulullah (s.a.v.) bir Allah inancına, hak dine davet hususunda
"Rabbinin hükmüne sabret."(Tûr, 52/48) emrine uygun olarak her türlü
tehlikeye göğüs gerip kâfirlerden gördüğü eziyet ve sıkıntılara sabır
ve tahammül göstererek. "Gayet izzetli bir elçi. Zorlanmanız ona ağır
geliyor. Üstünüze titriyor. O, müminlere gayet merhametli ve
şefkatlidir."(Tevbe, 9/128) diye anlatılıp nitelendiği üzere insanlara
acıyor, kavminin imana gelerek mutluluğa ermelerini şiddetle arzuluyor
ve bu suretle "İman etmezler diye belki arkalarından esef edip kendini
üzeceksin."(Şuarâ, 26/3) kriterince kendisini üzecek derecede tebliğ ve
irşadın her türlüsünü yaptığı halde kâfirler inkâr ve taşkınlıkta ileri
gitmekten başka bir şey yapmıyorlardı. Bir düzelme elde etme ümidiyle
yapılan öğüt ve hatırlatmanın böyle düzelme yerine taşkınlığın
artmasına neden olması ise bir yarar değil, bir zarar mânâsında
oluyordu. Bundan dolayı muhataplar hakkında fayda olmayıp da zarar
olacağı düşünülen hususlarda vaaz ve öğüt vacip kılınmayıp,
yapılmamasına izin bulunduğuna ve belki "Bizim zikrimizden yüz
çevirenden sen de yüz çevir."(Necm, 53/29) mânâsınca bundan yüz
çevirmenin daha iyi olacağına işaret ile bir hafifletme ve
kolaylaştırma olmak üzere, burada "öğüt ver" emri "eğer öğüt fayda
verirse" diye kayda ve şarta bağlanarak ifade buyurulmuştur. Şu halde
bunun özeti şu olmuş olur: Muhataplara fayda yerine zarar getireceği
tecrübe ile ortaya çıkmış olduğu takdirde vaaz ve öğüt vermek vacip
değil ise de, asıl olduğu üzere az çok bir faydası olacağı düşünülürse,
dinleyip yararlanacak olanları nazar-ı itibara alarak vaaz etmek, bu
işi yapabilecek olanlara vacip olur.
10. Çünkü
saygısı olan zikredecek, dinleyecek, öğüt alacak, düşünecektir.
11. En
bedbaht olan da ondan kaçınacaktır.
12. O
bedbaht ki en büyük ateşe, yani ahirette ebedi olan Cehennem ateşine
yaslanacaktır.
13.
Sonra da
orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır. Ölmez ki, dünya azabından
kurtulduğu gibi kurtulsun, hayat yani zevk veren ve faydası olan bir
hayat da bulmaz ki, çektiği azabı ona vesile sayarak sabır edip
dayansın. Bundan büyük bedbahtlık düşünülemez. Kuşku yok ki bu,
otlakların kara bir bitki artığı yığını olan kömüre çevrilmesinden çok
büyük bir bedbahtlıktır. İşte vaaz ve nasihat dinlemekten kaçınanların
sonu da budur. Bunun için onlara bakmamalı da, az da olsa, dinleyip
faydalanacak olan saygılıları gözeterek vaaz ve nasihat etmelidir.
Demişlerdir ki: Cehennemde ölmemek kâfirlere mahsustur.
Ama isyan
eden müminlerden cehenneme girenler orada öleceklerdir. Müslim'in Ebu
Said'den rivayet ettiği şu hadisi delil göstererek bu sonuca
varmışlardır: "Cehenneme giren ateş ehli orada ölmezler de dirilmezler
de. Ama günahları sebebiyle ateş isabet etmiş olan bir kısım insanlara
gelince, yüce Allah onları öldürecek, nihayet kömür olduklarında
şefaate izin verilecek, sonra takım takım getirilecek, cennet
ırmaklarına serilecekler. "Ey cennet ehli! Bunların üzerine su dökün."
denilecek de sel milinde tane biter gibi bitecekler."
Bununla
beraber şunu da bilmek gerekir ki, kâfirlerin cehennemde ölmemesi de
"Ey Rabbimiz! Sen bizi iki defa öldürdün, iki defa dirilttin."(Mümin,
40/11) âyetinden anlaşılan iki ölümü de tadıp iki hayat ile azap için
yeniden diriltildikten sonra demektir ki, bundan sonra ne ölecek ne de
dirileceklerdir. Bazıları da demişlerdir ki: "Ne ölecekler ne de
dirilecekler." demek azabın şiddeti ile ebedî sürünmekten kinayedir.
14.
Muhakkak
felah buldu, kendini fenalıklardan kurtarıp murada erdi temizlenen,
vaaz ve öğüdü dinleyip temizlenen, feyiz alan, kalbini şirkten ve kötü
ahlâktan, bedenini maddî ve manevî pisliklerden temizleyip iman ve
ihlas, gusül ve abdest ile arınan ve zekâtını verip Allah'ın huzuruna
temizce çıkmak için çalışan
15. ve
Rabbinin ismini anıp onun huzuruna varacağını düşünerek "Allahü Ekber"
diye tekbir alıp da namaz kılan, beş vakit namazı ve özellikle gelen
rivayete göre, bayram namazını kılan kimseler. Bu âyetin zahiri mânâsı,
kalp ve beden temizliğiyle nefis terbiyesine, Allah'ı birleme, tekbir
gibi dil ile zikretmeye, "Namaz kılan ve zekât veren"(Bakara, 2/177)
âyetlerinin mânâsı üzere bedenî ve malî ibadetlerin temeli sayılan farz
olan zekât ve namaza dikkat çekmiş olmasıdır. İbnü Münzir gibi
bazılarının İbnü Abbas'tan rivayetleri de böyledir. Bazıları, farzlarla
beraber mümkün olduğu kadar nafileleri de kapsadığını söylemişlerdir.
Çünkü bir kayıt konulmadan mutlak olarak söylenmiştir. Onun için
mutlaklığı üzere devam etmesi asıldır. İbnü Mesud'dan: "Sadaka verip
namaz kılan kimseye Allah rahmet buyurdu." diye gelmiştir. Bu şekilde
bir kısım tefsirciler de, "bayram namazına gitmezden evvel başının
zekatı olan fıtır sadakasını veren, sonra da tekbir ile bayram namazını
kılan" demişlerdir ki, bundan, farz namazları arasında bayram namazının
da vacip olduğu ve zekattan, fıtır sadakasının da vacip olduğu
anlaşılmış olur. Râzî'nin yazdığına göre bu tefsir ikrime'nin,
Ebu'l-Âliye'nin, İbnü Sirin'in ve İbnü Ömer'in görüşleridir. Resulullah
(s.a.v.)'a kadar varan merfu hadis olarak da rivayet edilmiştir.
Keşşaf'ta zikredildiği üzere Hz. Ali (r.a.)den de şöyle rivayet
edilmiştir; âyetteki "tezekki" den maksat, fıtır sadakası vermektir.
Hz. Ali daha sonra şöyle demiştir: Allah'ın kitabında başkasını
bulamasam da şu yetişir: "Muhakkak temizlenen kurtuldu." yani fıtır
sadakasını verip mescide yönelen ve Rabbinin ismini zikredip iftitah
tekbiriyle bayram namazını kılan".
Dahhâk'ten
de, "mescide giderken Rabb'ının ismini zikredip, yani tekbir alarak
gidip de bayram namazı kılan" diye rivayet edilmiştir.
"Sa'lebî
Tefsiri"nde bu rivayetlere şöyle itiraz edilmiştir: Bu sûre ittifakla
Mekke'de inmiştir. Oysa Mekke'de ne malî zekât ne de bayram namazı
vardı. Buna cevap olarak da demişlerdir ki: Bu, Mekke'de hazırlık
mahiyetinde inmiş olup hükmü gecikmiş olabilir. Bir de sûrenin Mekke'de
inmiş olması en sahih görüş ise de bu hususta icma yoktur. Yukarda
geçtiği üzere, Medine'de indiği görüşünde olanlar da olmuştur.
Bu
ayrıntılardan şu neticeyi almak gerekir ki, buradaki namaz, iniş sebebi
bile olsa sadece bayram namazıdır demek lazım gelmeyeceği gibi,
"tezekki"yi de yalnız mali zekata ve bu arada özellikle fıtır
sadakasına tahsis etmek gerekmez. Tezekki, iç ve dış temizliği ve
feyizlenme mânâsıyla amellerin temizlenmesi ve malın temizlenmesinden
daha genel olduğu gibi, namaz da beş vakit namazdan daha genel olarak
Bayram namazı ve vitir gibi vacip olan namazları da kapsamış olmak
gerekir. Onun için hükmü, Mekke'de mümkün olduğu kadar uygulanmış
bulunduğu gibi, Medine'de de mali zekat, fitre ve bayram namazı dahi bu
hükme dahil olarak uygulanmış, dolayısıyla hükmünün mutlak olarak
değil, bazı içine aldığı şeyler itibarıyla kısmen sonraya bırakılmış
olduğu anlaşılır. Şu halde fıtır sadakası ve bayram namazını
söyleyenlerin maksadı da, sadece bunlar olduğu değil, bunların dahi bu
âyetin hükmüne dahil bulunduğunu ve o suretle uygulandığını söylemek
demektir. Hatta söylendiği gibi, mümkün olduğu kadar nafilelerin bu
medih ve övgüye dahil olması âyetin mutlak mânâsının zahirine uygun
olduğu gibi, "tezekki", "zikir" ve "salat"ın zikredilmesi de kalbî ve
lisanî, malî ve bedenî bütün ibadetlerin aslı olmak itibarıyla hepsine
işaret olması dahi sahihtir ve böyle rivayet edilmiştir.
16. Fakat
siz, ey gafil insanlar! O kurtuluşu her şeye tercih ederek o
temizlenmeye çalışacak yerde öyle yapmıyorsunuz da dünya hayatını
tercih ediyorsunuz. Onun süsünü, eğlencesini, yemesini, içmesini,
kadınlarını, lezzetlerini öne alıyor, bunlara öncelik tanıyor, bunlarla
meşgul olmaktan ve o yolda mal harcayıp tüketmekten hoşlanıyorsunuz da
ahiret esenlik ve mutluluğunu hazırlayan temiz ve güzel amelleri arkaya
atıyorsunuz. Bayram yapmak istediğiniz vakit de temizlik, sadaka verme,
zikir, namaz, hayır ve iyilikler gibi sonu kurtuluş olan işlerden çok,
gelip geçici dünya lezzetlerinden zevk alıyorsunuz. Ki bu da iki
kısımdır:
BİRİSİ,
ahireti hiç hesaba katmayarak yalnız dünya lezzetlerine bağlanmaktır ki
bu, "Bize kavuşmayı ummayanlar, dünya hayatına razı olup onunla tatmin
olanlar ve bizim âyetlerimizden gafil olanlar. İşte bunların,
kazandıkları sebebiyle varacakları yer cehennemdir." (Yunus, 10/7-8)
ölçütüne göre Allah'a kavuşmayı arzu etmeyip sade dünya hayatına razı
ve onunla tatmin olan ve ibadet etseler bile yalnız "Ey Rabbimiz! Bize
dünyada ver."(Bakara, 2/200) diyenlerin halidir ki bunlar, "Onun
ahirette hiçbir nasibi yoktur."(Bakara, 2/200) âyeti gereğince ahiret
hayatından nasipleri olmayan ve "O kimse ki en büyük ateşe girecektir.
Sonra ne ölecek onda, ne de hayat bulacaktır." hükmünce o büyük ateşe
yaslanacak olan bedbahtlar, kâfirlerdir.
BİRİSİ de,
"Ey Rabbimiz! Bize hem dünyada hem de ahirette iyilik ver."(Bakara,
2/201) demekle beraber ikisi karşılaştığında dünyayı ahirete tercih
edenler, dünya zevki için ahireti feda eyleyen gafil veya asi
müminlerdir.
Bunların da
"İşte onlar için kazandıklarından bir nasip vardır."(Bakara, 2/203)
âyeti gereğince kazançlarına göre ahiretten bir nasipleri vardır.
17. Oysa
ahiret daha hayırlı ve daha devamlıdır. Dolayısıyla geçici olan dünya
hayatı ne kadar zevkli olursa olsun, akıllı ve zeki olan insanların
ahireti tercih ederek temizlenmeye ve kurtulmaya çalışmaları ve böyle
olanlar için daima sonu önden hayırlı olacağını bilmeleri gerekir.
Yoksa dünya hayatını tercih edenler için gün günden fena olmak ve sonu
kötümserlikle beklenilenin elde edilememesinden duyulan acı içersinde
karar kılmak zorunlu bir kural olur. Ahireti tercih ederek daima
ilerisi için temizliğe ve iyiliğe bakışlarını diken ve o iman ile
başının vergisini verip Rabbinin ismini anarak ona gitmek üzere
namazını kılan, ibadetini yapan kimseler dünyada ne kadar sıkıntı ve
ızdırap çekseler, sonuçta kötümser olmaz, ümitsizliğe düşmez, günden
güne kurtuluş ve esenliğe doğru gitmeye ve mutlu sona ulaşmaya muvaffak
olurlar. Onlar için gaye dünya hayatında kalmak değil, onun
elemlerinden kurtulup Allah'ın rızasına kavuşmaktır.
18.
Haberiniz olsun ki, bu öğüt, yani ahiretin dünyadan hayırlı ve devamlı
olduğunun hatırlatılması, yahut buyurularak temizlenenin kurtulduğunun
haber verilmesi veya bu sûrenin içerdiği mânâlar, yani Kur'ân'ın
indirilip okutulması ve ezberlenmesi ile en kolay olanı elde etmeyi
içeren Muhammed (s.a.v.)'in peygamberlik görevinin başarılı olacağı
müjdesi ilk sahifelerde vardır. Önceki peygamberlere verilmiş olan
sahifelerde, kitaplarda zikredilmiş ve vaad edilmiştir.
19.
Özellikle İbrahim ve Musa'nın sahifelerinde vardır. Bunun
"es-Suhufu'l-ûlâ"dan bedel-i küll olma ihtimali varsa da açık olan
bedel-i ba'z olmasıdır.
SUHUF,
aslında kitap mânâsına gelen "sahife"nin çoğulu olup Tevrat, Zebur,
İncil, Kur'ân ismi verilen dört büyük kitabın dışında, peygamberlere
indirilmiş olan kitapçıklar hakkında kullanılması şöhret bulmuştur. Bu
mânâya göre Musa (a.s)'nın suhufu, Tevrat'tan önce indirilmiş olan on
suhuf; İbrahim (a.s)'in ki de on suhuf idi diye nakledilmiştir. Yani,
İslâm dininin burada açıklanmış olan bu hakikati, yüce Rabb'i birlemek
ve noksanlıklardan uzak tutmak, okumak, öğüt verip hatırlatmak, saygı,
temizlenme ve zikir ve namaz ile kurtulma, ahiretin dünyadan hayırlı ve
devamlı olması esasları, her dinin esası olan ve önceki peygamberlere
indirilmiş ilk sahifelerde ve özellikle İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'nın
sahifelerinde zikredilen Hakk'ın emridir. Din adı altında buna zıt olan
Allah'a ortak koşma, Allah'ın üç unsurdan oluştuğuna inanma, Allah'ı
başka bir varlığa benzetme ve dünyayı ahirete tercih etme gibi kötümser
fikirler, inançlar doğru değildir. Dolayısıyla bütün güçlüklere rağmen
Hz. Muhammed (s.a.v.)'in peygamberliğinin ve bu hak dinin en kolaya
muvaffak olması, bütün bunların bir neticesi olmak üzere kesinlikle
gerçekleşecek bir iştir. "Seni en kolaya muvaffak kılacağız." ile de
işaret buyrulduğu üzere "O, Resulünü hidayet ve Hak din ile bütün
dinlere üstün kılmak için gönderendir."(Tevbe, 9/33) hükmünün ortaya
çıkacağında şüphe edilmemelidir. İbrahim (a.s) ve Musa (a.s)'ya
inananların buna da inanmaları gerekir.
Abd b.
Humeyd, İbnü Merduye ve İbnü Asakir Ebu Zerr (r.a.)'den şöyle rivayet
etmişlerdir: Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! Yüce Allah kaç kitap
indirdi? Buyurdu ki: Yüz dört kitap indirdi. Elli sahife Şît'e, otuz
sahife İdris'e, on sahife İbrahim'e, on sahife de Tevrat'tan evvel
Musa'ya indirdi. Tevrat'ı, Zebur'u, İncil'i ve Furkan'ı da indirdi.
Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! İbrahim'in sahifeleri ne idi? Şöyle
buyurdular: Hepsi kıssa ve öğüt idi: Ey o kötülüklere düşkün, sırnaşık
ve mağrur Melik! Ben seni dünya malını üst üste yığasın diye
göndermedim. Fakat benim yerime mazlumun duasını yerine getiresin diye
gönderdim. Çünkü ben mazlumun duasını, kâfir de yapsa kabul ederim.
Aklına karşı mağlup olmadıkça akıllıya gerektir ki, üç saati ola. Bir
saatinde Rabbine yalvara, bir saatinde nefsini hesaba çekip ne
yaptığını düşüne ve bir saatinde de helalinden ihtiyac için tenha kala.
Çünkü bu saatte öbür saatler için bir yardım ve zihnini toplama ve
diğer işlerden kurtuluş vardır. Akıllı olanın zamanını görmesi, kendi
işine ve durumuna yönelmesi, dilini koruması gerekir. Çünkü kelâmını
amelinden sayan kimse az söyler. Ancak kendisini ilgilendiren konularda
olursa başka. Akıllının üç şeye talip olması gerekir: Geçimini
düzeltmek, varacağı yer için hazırlık ve haramda olmayarak lezzet alma.
Dedim ki: Ey Allah'ın Resulü! Musa'nın sahifeleri ne idi? Buyurdu ki:
Hepsi ibret idi: Şaşarım, öleceğini yakinen bildiği halde sevinene,
ateşin olduğunu kesin olarak bilip de gülene, dünyayı ve onun üzerinde
bulunan kimselere karşı durmadan değiştiğini görüp de dünyaya gönül
bağlayana, kadere yakinen inanıp da öfkelenene, hesaba inanıp da amel
etmeyene. Dedim ki, ey Allah'ın Resulü! İbrahim ve Musa'nın
sahifelerindekilerden sana bir şey indirildi mi? Buyurdu ki: Evet, ey
Ebu Zerr! buyurdu demiştir. Bununla beraber, Alûsî'nin dediği gibi
hadisin sahih olup olmadığını Allah bilir.
Bunun üzerine, "O
ki en büyük ateşe
yaslanacaktır sonra da orada ne ölecek, ne de hayat bulacaktır."
kaidesine göre, ahirette ateşe yaslanacak bedbahtlarla, kurtuluşa
erecek mutlu kişilerin hallerini genişçe anlatarak öğüt vermeye devam
edilmek üzere Ğaşiye Sûresi gelecektir.
|
|